bilgi-iktidar ilişkisi çerçevesinde bilgi edinme hakkı

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU)
ANABİLİM DALI
BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİ ÇERÇEVESİNDE
BİLGİ EDİNME HAKKI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
SEÇİL KAVUŞ
ANKARA - 2009
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU)
ANABİLİM DALI
BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİ ÇERÇEVESİNDE
BİLGİ EDİNME HAKKI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
SEÇİL KAVUŞ
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. MİTHAT SANCAR
ANKARA - 2009
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER………………………………………………………….I
KISALTMALAR………………………………………………………III
GİRİŞ
BİLGİDEKİ TOPLUMSAL ÖĞE………………………………………1
BİRİNCİ BÖLÜM
TOPLUMDAKİ BİLGİ ÖĞESİ VE
MODERN SİYASAL İKTİDARIN OLUŞUMU…………………….…7
I. ENFORMASYON ÇAĞI’NDA BİLGİNİN KONUMU……….… .7
II. MODERN İKTİDARIN OLUŞUMU………………………… .…14
1. AVRUPA EKONOMİSİNİN DOĞUŞU………………………...16
2. SAVAŞIN ETKİSİ…………………………………………….….19
3. KENTLERİN ÖZERKLİĞİNİ YİTİRMESİ…………………...21
3.1. BURJUVAZİNİN MERKEZİLEŞME İHTİYACI…….…...22
3.2. GÜVENLİK SORUNU…………………………………….…23
4. MUTLAK İKTİDARIN RASYONELLEŞMESİ:
EGEMENLİK TEKELİNİN TOPLUMSALLAŞMASI……….26
5. DÜŞÜNSEL DEĞİŞİM……………………………………….…..29
5.1. YENİ BİR EGEMENLİK ANLAYIŞI…………………. ......29
5.2. RÖNESANS…………………………………………………...35
5.3. AYDINLANMA…………………………………………….…39
İKİNCİ BÖLÜM
MODERN TOPLUMDA BİLGİ / İKTİDAR İLİŞKİSİ…………...….45
I. TOPLUMSAL DÜZENİN SARSILMASI
VE GÜVENLİK MESELESİ………………………………...……..45
I
1. ESKİ DÜZEN……………………………………………………...49
2. “KAPAT(IL)MA”NIN İCADI…………………………………...50
II. GÖZETLEME VE DENETİMİN YENİ İMKÂNLARI…………56
1. DİSİPLİNE EDİCİ KURUMLAR……………………………….56
2. YENİ BİR İKTİDAR KAVRAYIŞI……………………………..64
3. YÖNETİM, RASYONALİTE VE TEKNİK…………………….68
III. BİLGİ/İKTİDAR İLİŞKİSİ…………...................................……. 74
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ALTERNATİF BİR BİLGİ/İKTİDAR İLİŞKİSİ VE BİLGİ
EDİNME HAKKI......................................................................................82
I. ALTERNATİF BİR BİLGİ/İKTİDAR İLİŞKİSİ...........................82
1. SİVİL TOPLUMUN DOĞUŞU VE MEŞRUİYET……………..85
2. TEMSİLİ DEMOKRASİDEN
KATILIMCI DEMOKRASİYE………………………………….92
2.1. TEMSİL MESELESİ………………………………………….92
2.2. TOPLUMSAL KATILIM VE DEMOKRASİ……………….96
II. BİLGİ EDİNME HAKKI……………………………………… 105
1. BİLGİ EDİNME HAKKI KAVRAMI............................... ........105
2. BİLGİ EDİNME HAKKININ NİTELİĞİ.................................110
3. BİLGİ EDİNME HAKKININ İŞLEVLERİ..............................118
4. BİLGİ EDİNME HAKKININ KAPSAMI.................................121
5. BİLGİ EDİNME HAKKININ
İSTİSNALARI VE DENETİMİ...............................................124
SONUÇ……………………………………………………………...……132
KAYNAKÇA…………………………………………………………….139
ÖZET……………………………………………………………………..166
ABSTRACT……………………………………………………………...167
II
Kısaltmalar
Bkz.
: Bakınız
çev.
: Çeviren
der.
: Derleyen
s.
: Sayfa
vd.
: Ve devamı
vb.
: Ve benzeri
III
GĠRĠġ
BĠLGĠDEKĠ TOPLUMSAL ÖĞE
Ġnsanların doğru olduğuna inandıkları ve bilgi olarak kabul ettikleri Ģeylerin
toplumsal ortamın etkisi altında Ģekillendiği düĢüncesi bilgi sosyolojisinin temel
argümanlarından birini oluĢturmaktadır. Bu disiplinin giderek sosyal olarak
belirlenmiĢ
bilginin
analizine
yönelmesi
durumu
karĢısında,
Aydınlanma
düĢüncesinin, nesnel/objektif bilgi alanının geniĢleyeceği, öznel/sübjektif bilgi
alanının ise daralacağı yolundaki öngörüsünün dayanaksız kaldığı söylenebilir.1
Özellikle, söz konusu objektif-sübjektif bilgi ayrımının ortadan kaldırılması çabası
ve hakikatin/doğrunun bilimsel yöntemle özdeĢleĢtirilemeyeceğinin altının çizilmesi
bilgideki toplumsal öğenin görünür kılınması yolunda atılmıĢ önemli adımlardır.
Örneğin Mannheim, Aydınlanmacı akıl anlayıĢını kapsamlı bir biçimde eleĢtirerek
“her anlamın tarihsel olarak belirlenmiĢ olduğu” görüĢünü benimseyen öncü
düĢünürler arasındadır.2 : “… her Ģeyden önce, dünyamızı inĢa eden anlamların,
insanın içinde geliĢtiği tarihsel olarak belirlenmiĢ ve sürekli değiĢen yapılar
olduklarını ve hiçbir biçimde mutlak olmadıklarını anlamalıyız.”3
1
Susan Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev: Hüsamettin Arslan-Bekir Baldız, Engin
Yayıncılık, Ġstanbul, 1999, s. 70, 71.
2
A.g.y., s. 76.
3
Aktaran Hekman, a.g.y., s. 83, 84.
1
Burke‟nin belirttiği gibi, bilgi sosyolojisi alanında yaĢanan bir duraklama
döneminin ardından canlanma geri gelmiĢtir. Bilgi sosyolojinin ikinci dalgası olarak
nitelendirilen bu canlanma dönemi, öne çıkardığı birtakım noktalar bakımından
ilkinden
farklı
görünmektedir.4
Öncelikle,
bilginin
edinilmesinden
ve
aktarılmasından, üretilmesine, inĢa edilmesine doğru ağırlık noktası değiĢmiĢtir.
Diğer bir deyiĢle, bilgi siyasetine, bilgiyi ellerinde tutan güç odakları sorununa daha
çok vurgu yapılmaktadır.5 Ġkinci olarak, “bilgiyi ellerinde tutanlar” deyimi daha
geniĢ çerçevede ele alınmakta, gündelik bilgi ve gündelik bilginin yayıldığı kanalları
yönlendiren çeĢitli birimler de hesaba katılmaktadır. Ayrıca, bilginin toplumsal
olarak konumlanıĢı meselesi, eskiden yapıldığı gibi büyük oranda toplumsal sınıflar
üzerinden değil, cinsiyet ve coğrafyaya da önem verilerek incelenmektedir.
Foucault, bilgi sosyolojisinde yaĢanan yenilenmenin, sosyoloji dıĢından gelen
itici güçlerinden biri olarak kabul edilmektedir.6 Foucault için önemli olan, tarih
içerisinde evrilen bir bilinç olarak özneye kurucu bir güç atfetmek değil; tersine,
özneden kurtulabilmek için öznenin tarihsel olarak nasıl kurulduğuna açıklık
getirebilmektir.7 Foucault bunu yaparken bilgiden iktidar kavramına ulaĢmıĢtır.8
Erken dönem çalıĢmalarının eksik yönünün, söylem rejimine; yani sözcelerin
yönetimine, bilimsel sözce siyasetine özgü iktidar etkileri sorunu olduğunu belirtir.9
4
Peter Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, çev. Mete Tunçay, 2. Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
Ġstanbul, 2004, s. 6-9.
5
A.g.y., s. 9. Ayrıca bkz. Dick Pels, Strange Standpoints: Or, How to Define the Situation for Situated
Knowledge, Telos, No: 108, 1996, s. 65-91. ve Dick Pels, Mixing Metaphors: Politics or Economics
of Knowledge, Theory and Society, No: 26, 1997, s. 685-717.
6
Burke, a.g.y., s. 7.
7
Michel Foucault, “Hakikat ve İktidar”, Entelektüellerin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 67, 68.
8
Ali Akay, Michel Foucault‟da Ġktidar ve Direnme Odakları, 2. Basım, Bağlam Yayınları,
Ġstanbul, 2000, s. 27.
9
Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 63.
2
Ve daha sonraki çalıĢmalarında, analizini iktidar sorununa doğru kaydırdığı, iktidar
odaklarına ağırlık verdiği görülür.
Foucault‟ya göre iktidar sorununun hükümranlık sorununa indirgenmesi
mümkün değildir; iktidar, hem çok çeĢitli düzeylerde iĢlemekte, hem de
yasaklamaktan çok Ģekillendirmeyi, topluma iĢlerlik kazandırmayı amaçlayan teknik
ve stratejik bir özelliğe sahip olmaktadır: “Toplumsal bir gövdenin her bir noktası
arasından, bir kadınla bir erkek arasından, aile içinden, öğretmenle öğrencisi
arasından, bilenle bilmeyen arasından geçen iktidar iliĢkileri, bireyler üzerinde
hükümran olan büyük iktidarın düpedüz bir yansıması değildir; bu iktidar iliĢkileri,
daha ziyade, büyük iktidarın köklerini saldığı hareketli ve somut topraktır, onun iĢlev
görebilmesini mümkün kılan koĢullardır”.10
Foucault‟nun iktidar ve bilgi analizleri, aslında, deneyimlerimizin özneleri
olarak tarihsel bir biçimde nasıl kurulduğumuzu araĢtırmaya yöneliktir. Bu kurulma
biçimini görebilmek demek, içinde bulunduğumuz hakikat rejiminin dayattığı
bireysellik tarzlarının dönüĢtürülebilir olduğunu, evrensel ve aĢılması imkansız bir
kesinlik taĢımadığını fark etmek demektir. Olduğumuz Ģey üzerine böylesi bir
eleĢtirel düĢünme, kendimize karĢı takındığımız bir tutumdur, “yani çağdaĢı
10
Michel Foucault, “Ġktidar ĠliĢkileri Bedenlerin Ġçine Nüfuz Eder”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık
Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 110. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “İktidar ve
Bilgi”, Ġktidarın Gözü, çev: Isık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 175, 176;
Michel Foucault, “İki Ders”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 108, 111; Michel Foucault, “İktidar ve Beden”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık
Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 42 : “Ġktidar eğer güçlüyse, arzu düzeyinde …
ve bilgi düzeyinde pozitif etkiler ürettiği için böyledir. Ġktidar, bilmeyi engellemek bir yana, onu
üretir. Beden üzerine bir bilginin üretilebilmiĢ olması, askeri ve eğitsel disiplinler bütünü
sayesindedir.”
3
olduğumuz gerçeklikle bir iliĢki kurma tarzı, bir düĢünme ve duyma; ama aynı
zamanda da bir davranıĢ biçimi”dir.11
Foucault‟nun Aydınlanma‟yla kurduğu bağ da bu çerçevede geliĢir. ġöyle ki
Foucault, kendini özerk bir özne olarak kurmayı sorunsallaĢtıran felsefi bir
sorgulamanın (felsefi bir tutumun) Aydınlanma‟da kök saldığını; Aydınlanma‟yla
kuracağımız iliĢkinin de “doktriner unsurlara sadakat” biçiminde değil, tarihsel
varlığımızın sürekli eleĢtirisi Ģeklindeki bu felsefi tutumu canlı tutmaya yönelik
olması gerektiğini belirtir.12 O halde soru Ģudur: “Güncelliğimiz nedir? ġimdiki
zamanda yaĢanabilecek mümkün deneyimler alanı nedir? Burada söz konusu olan,
bir hakikat analitiği değil; Ģimdinin ontolojisi, kendimizin bir ontolojisidir.”13
Foucault modernliği de aynı Ģekilde, tarihin bir dönemi olarak değil de
“güncellikle kurulan iliĢki”ye karĢılık gelen bir tutum olarak tasarlamayı önemser:
“Modernliğin tutumu açısından, Ģimdinin yüce değeri, onu olduğundan baĢka türlü
tahayyül etme ve onu yok ederek değil; onda olanı kavrayarak dönüĢtürme isteğinden
ayrılmaz.”14
Söz konusu eleĢtirel tutum –hem bize dayatılmıĢ sınırların eleĢtirisi hem de
bu sınırları aĢma denemesi-, pratik bütünler olarak adlandırılan Ģeyin; diğer bir
deyiĢle, düĢündüğümüz, söylediğimiz, yaptığımız Ģeyleri eklemleyen söylemsel ve
11
Ferda Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar”, s. 15, Michel Foucault, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık
Ergüden-Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005.
12
Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 184.
13
Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 172.
14
Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, s. 183.
4
söylemsel olmayan pratiklerin incelenmesini gerektirir. Bu nedenle Foucault için
bilgi/iktidar iliĢkisi; yani insanların yapma tarzlarını düzenleyen rasyonalite biçimleri
temel bir inceleme alanı oluĢturmaktadır.15
Bu çalıĢma, Foucault‟nun modern siyasal iktidar analizleri ve bilgi/iktidar
kavramsallaĢtırması
çerçevesinde
bilgi
edinme
hakkı
kavramının
nerede
konumlandırılabileceği, böyle bir hakkı gerekli kılan koĢullar meselesini konu
edinmektedir. Bilgi edinme hakkı anayasal belge düzeyinde ilk defa, klasik temel
metinlerden olan 1789 tarihli Fransız Ġnsan ve YurttaĢ Hakları Bildirgesi‟nin 14. ve
15. maddelerinde düzenlenmiĢtir. Buna göre 14. madde vergi ile ilgili konularda
bilgiye eriĢimi ücretsiz olarak tanımıĢ,
15. madde ise “Toplumun tüm kamu
görevlilerinden, görevleriyle ilgili hesap sormak hakkı vardır” hükmünü getirmiĢtir.
Yasal düzeyde ise ilk olarak, 1776 yılında Ġsveç‟te “Basın Özgürlüğü Yasası” olarak
çıkarılan resmi belgelere eriĢme olanağı ve hakkı getiren düzenlemeden
bahsedilmektedir. Bilgi edinme hakkı devlet bakımından iki tür yükümlülüğü
içermektedir: bilgiye eriĢimin engellenmemesi ve bilginin eriĢilebilir kılınması.
Pozitif bir niteliği olan ve üst bir güvence sağlayan ikinci yükümlülük, bilginin resmi
yayın yollarıyla, örneğin resmi gazeteyle, resmi bültenle veya resmi ilanla
açıklanmasından,
kamusal
arĢivlerin
açılmasına,
kamusal
kütüphanelerin
kullanılabilmesine kadar geniĢ bir alanı kapsamaktadır.16 Ancak bilgi edinme
hakkına iliĢkin yasal düzenlemelerde, esas itibariyle, idarenin elinde bulunan resmi
15
A.g.y., s. 188, 190, 192.
Burak Öder, “Bilgi Edinme Hakkının Sistem Ġçindeki Yeri BaĢlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi
Edinme Hakkı Uluslararası Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara, 2006, s. 87, 88.
16
5
bilgi ve belgelerin eriĢime açılmasının düzenleme konusu edildiğini belirtmek
gerekir.
ÇalıĢmanın ilk bölümünde, modern toplumlarda bilginin yeri açısından
önemli olduğu düĢünülen modern siyasal iktidarın oluĢum sürecine tarihsel bir
perspektif sunma gayreti içinde değinilecektir. Ardından, modern toplumda
bilgi/iktidar iliĢkisi, Foucault‟nun modern siyasal iktidar analizleri çerçevesinde
incelenecek; ve son bölümde, siyasal usu eleĢtirme, dönüĢüme uğratma imkanları
bağlamında bilgi edinme hakkının hukuki bir mekanizma olarak konumu ele
alınmaya çalıĢılacaktır.
6
BĠRĠNCĠ BÖLÜM
TOPLUMDAKĠ BĠLGĠ ÖĞESĠ VE
MODERN SĠYASAL ĠKTĠDARIN OLUġUMU
I. ENFORMASYON ÇAĞI‟NDA BĠLGĠNĠN KONUMU
Ġçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın “bilgi toplumu” ya da “enformasyon
toplumu”* olarak tanımlanmasına giderek aĢina olmaktayız. Günümüz toplumunu
*
“Bilgi toplumu” ile “enformasyon toplumu” arasındaki kavramsal farklılıktan söz edilmektedir.
ġöyle ki, enformasyon toplumunun, üretimde bilginin rolünün giderek artması sonucu sanayi
toplumlarında meydana gelen toplumsal dönüĢüme iĢaret ettiği, böyle bir dönüĢümü mümkün kılacak
zemini enformasyondaki devrimin yarattığı belirtilmektedir. Buna göre, “Enformasyon” kavramı, hem
bir bildirme sürecini hem de bu süreç sonunda elde edilen veriye yüklenen anlamı içermektedir. Söz
konusu devrim bu süreçte (bildirme sürecinde) ve bu sürecin de teknolojik kısmında yani
enformasyon teknolojisinde gerçekleĢmiĢtir: “Enformasyon teknolojisi, enformasyonun, sistemik
denetim başta olmak üzere, belli amaçlar çerçevesinde, iletilmesini, işlenmesini, saklanmasını ve bu
işlevleri yerine getirecek yöntem, aygıt ve sistemlerin gerekli yazılımlarıyla birlikte geliştirilmesinin
bilgi ve deneyimini ifade eder. Bugün enformasyon teknolojisi, denetimde, zaman, mekân ve coğrafi
uzaklık faktörlerinin getirdiği sınırlamaları ortadan kaldırmayı; ses, görüntü, hareketli görüntü, veri
biçimindeki enformasyon aktarımlarını tek ve esnek (programı değiştirilebilir) bir şebeke içinde
tümleştirmeyi mümkün kılacak bir boyut kazanmıştır.” Dolayısıyla enformasyon hızlı iĢlenebilir ve
iletilebilir hale gelmiĢ; böylece enformasyon elde etme ve elde edilen enformasyondan yararlanma
kapasitesi artmıĢtır. Ancak, enformasyon teknolojisindeki geliĢme her tür bilgiye eriĢimi
kolaylaĢtırmamaktadır. TaĢıma, saklama ve iletime imkan veren bir ortama aktarılmıĢ yani kodlanmıĢ,
bir iletiye dönüĢtürülmüĢ bilgiye eriĢim kolaylaĢırken, herkese açık hale getirilmemiĢ olan
zihinlerdeki bilgiye eriĢim kolaylığı söz konusu değildir. Bilgi toplumunun teknoloji tabanını
oluĢturan bilgi teknolojileri ise insandaki kavrama, düĢünme gibi zihinsel yetileri makinelere
kazandırma amacını taĢımaktadır. Dolayısıyla bilgi teknolojileri enformasyon teknolojisinin ötesinde,
onun olanaklarını aĢan bir yapı sunmaktadır.
7
niteleyen bu bilgi öğesinin sosyolojik, ekonomik, siyasal ve felsefi sorun teĢkil
edecek biçimde dört boyutunun olduğu söylenebilir. Buna göre söz konusu bilgi
toplumu, sosyolojik açıdan profesyonel uzmanların ve onların bilimsel yöntemlerinin
egemenliği altında bulunması; ekonomik açıdan bilgi üreten ya da yayan uğraĢların
geniĢlemesinin damgasını taĢıması; siyasal açıdan bilginin (enformasyonun) herkese
açık olup olmaması sorunuyla, dolayısıyla bir meta mı yoksa toplumsal fayda mı
sayılması gerektiği meselesiyle boğuĢması ve felsefi açıdan bilginin güvenilirliğini
sorgulama kaygısına sahip olması yönleriyle değerlendirilmektedir.17
Ancak, 21. yüzyılı bilgiyle iliĢkisi içinde tanımlama konusundaki görüĢ
birliği, bizi, bilgi unsurunun salt bu yüzyılın ayırıcı özelliği olduğu yanılgısına
düĢürmemelidir. Çünkü 20. yüzyılın sonunda gerçekleĢen ve enformasyon
teknolojilerinde devrim olarak nitelendirilen dönüĢüm, bilgi ve enformasyonu
merkezi bir öneme taĢıması dolayısıyla değil, bu bilgi ve enformasyonun bilgi üretim
sürecinde kullanılmasını, bilgi iĢleme/iletme aygıtlarına uygulanmasını sağlaması
sebebiyle bir dönüĢüm ve ayrıcalık olarak kabul edilmektedir.18 Bilgi ve
enformasyonun toplum hayatındaki merkezi önemi meselesi ise çok daha eski
kaynaklı olup insanlık tarihini katettiği söylenebilir. Ancak elbette, bilginin toplum
hayatındaki öneminin sürekliliği, onun, teknolojik geliĢmeler, toplumsal dönüĢümler
(http://www.inovasyon.org/html/AYK.Mulkiye.Der.Ag.01.htm#_edn11) Ancak hemen belirtmek
gerekir ki, bilgi teknolojileri ile enformasyon teknolojileri arasındaki bu farklılık birebir bilgi toplumu
ile enformasyon toplumu arasındaki farklılığı açıklamaz. Nitekim, teknolojideki değiĢim de toplumsal
değiĢimi açıklamakta tek baĢına yetersiz kalmaktadır. Bu çalıĢmanın sınırlarını aĢacağından bu tarz bir
kavramsal farklılık analizi üzerinde durulmayacak, yalnızca yukarıdaki bilgi ve enformasyon
arasındaki örtüĢmezliğin altını çizen açıklama ile yetinilecek ve “bilgi toplumu” deyimi, görece geniĢ
bir tarihsel döneme iĢaret etmek istendiğinde tercih edilecektir.
17
Burke, a.g.y., s. 1, 2.
18
Manuel Castells, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Birinci Cilt: Ağ
Toplumunun YükseliĢi, çev: Ebru Kılıç, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 40.
8
ekseninde açığa çıkan farklı veçhelerini gözardı etmemiz gerektiği anlamına
gelmemelidir.
20. yüzyılın son yirmi yılında bir dizi büyük teknolojik geliĢme yaĢanmıĢtır.
Enformasyon
teknolojilerinde gerçekleĢen devrim niteliğindeki bu dönüĢüm süreci,
yeni ürünler ortaya çıkarmanın yanı sıra, esas itibariyle tüm teknolojik devrimler gibi
sürece odaklanması bakımından önemlidir. BaĢka devrimlerden farklılaĢtığı nokta ise
Castells‟in belirttiği gibi, dönüĢümün çekirdeğinin bilgi işleme ve iletişim
teknolojilerine denk düĢmesi ile ilgili olmaktadır.19 Diğer bir deyiĢle, tüm teknolojik
devrimler için yeni bilgi ve enformasyon, daha önceki bilginin uygulanması ve
geliĢtirilmesi söz konusu iken enformasyon teknolojileri devriminde belirleyici olan,
yeni bilgi ve enformasyon ile bilgi üretimi, yani bilginin uygulanması arasında
birbirini sürekli besleyen bir bağın oluĢmasıdır.20 Böylelikle ortaya çıkan durumu
Castells Ģöyle ifade eder:
“Bu yüzden, bilgisayarlar, iletiĢim sistemleri, genetik Ģifre çözümü ve genetik
programlama, tümüyle insan aklını geliĢtirmekle kalmaz, onun uzantılarıdır
da. Ne düĢündüğümüz, nasıl düĢündüğümüz, gıda, barınak ve iletiĢim
sistemleri, bilgisayarlar, füzeler gibi mallarda, hizmetlerde, hatta, sağlık,
eğitim, imgeler gibi maddi ve entelektüel ürünlerde ifade edilir hale gelmiĢtir.
Zihinler ile makineler arasında giderek artan kaynaĢma … doğma, yaĢama,
19
A.g.y., s. 39. Bu yeni teknolojiler; bilginin derlenmesi, iĢlenmesi, saklanması, kullanılması,
aktarılması, denetlenmesi gibi onun yönetimine iliĢkin süreçlerde kullanılan elektronik ağı, sistem ve
yöntemleri içermekte; daha çok elektronik bilgi iĢlem sistemleri (bilgisayar) ile iletiĢim
(telekomünikasyon) teknolojileri kapsamında tanımlanmaktadır. Bu teknolojilerle birlikte bilginin
iĢlenme hızı, kullanabilirliği, kullanım alanları ve veri hacmi artmıĢtır. Bu da bireylerin ve örgütlerin
planlama, uygulama ve denetleme kapasitelerini büyük ölçüde geliĢtirmiĢtir. Hazma Al, Bilgi
Toplumu ve Kamu Yönetiminde Paradigma DeğiĢimi, Vadi Yayınları, Ankara, 2007, s. 83.
20
A.g.y., s. 40.
9
öğrenme, çalıĢma, üretme, tüketme, hayal etme, kavga etme ya da ölme
biçimlerimizi kökten değiĢtiriyor. ”21
Dolayısıyla denebilir ki, yeni enformasyon teknolojileri, daha güçlü, daha
esnek olmaları sayesinde hayatın tüm alanlarını ve dünyanın tüm yerlerini sonsuz
etkileme potansiyeline sahip, hedeflediği ürünler bilgi/enformasyon iĢleme ediminin
bizatihi kendisi olan süreçlerdir.
Enformasyon teknolojilerindeki devrime koĢut olarak ve devrimin itici
gücüyle dünya çapında enformasyonel, küresel ve ağ örgütlenmesine dayanan yeni
bir ekonomi de belirdi.22 Bu ekonominin temelinde üretkenliği ve rekabet gücünü
bilgiye dayalı enformasyon üretme, iĢleme ve uygulama kapasitesine bağlayan ve
tüm ekonomik faaliyetlerin küresel ölçekte örgütlenmesini sağlayan bir mantık yer
almaktadır.23 Yani, yeni bilgi ve enformasyon üretme yeteneğinin ötesinde:
“Teknoloji, bilgi ve yönetimdeki ilerlemesini, yine teknoloji, bilgi ve yönetime
aktarma kapasitesi giderek artan yeni, derinden karĢılıklı bağımlılık üzerine kurulu
yeni bir ekonomi ortaya çıkar.” 24
Bu noktadan hareketle, yeni bir üretim biçimi olan enformasyonel ekonomiye
özgü örgütlenmenin niteliğinden de kısaca bahsetmek gerekir.25 Enformasyon
çağında üretimin ve iktisadi faaliyetlerin örgütlenmesinde baĢarı elde edilebilmesi
için bilgi üretme ve üretilen bilgiyi verimli Ģekilde iĢleme, yenilikler yaratabilme,
21
A.g.y., s. 41.
A.g.y., s. 99.
23
A.g.y., s. 99 vd.
24
A.g.y., s. 100.
25
Ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.y., s. 208-232.
22
10
değiĢime uyarlanabilme becerisi geliĢtirilebilmelidir. Özellikle küresel ekonominin
değiĢken yapısı karĢısında ve kültürel, teknolojik, kurumsal değiĢimin etkisiyle
farklılaĢan hedeflere uygun araçlar bulma konusunda esnekliğin yakalanabilmiĢ
olması önemlidir.26 Castells, enformasyon ağları oluĢturma teknolojisine dayanan bu
yeni örgütlenme biçimini “ağ müessesesi” olarak adlandırmaktadır.27
Toparlayacak olursak, enformasyon çağı esas itibariyle toplumsal yapıda
gerçekleĢen çok yönlü değiĢimlere iliĢkindir. Modern Batı toplumlarında, toplumsal
yapının düzenleyici ilkesi ise “iktisadileĢtirme” biçiminde formüle edilmektedir,
yani: kaynak dağılımımda en az maliyet, ikame edilebilirlik, optimizasyon,
maksimizasyon.28 Enformasyon teknolojilerindeki geliĢme ile birlikte iktisadi
değiĢimin yönü hizmet sektörüne kaymıĢ ve “yeni” toplum hizmet ekonomisine
dayalı hale gelmiĢtir. Dolayısıyla, toplumsal yapının düzenleyici ilkesi bakımından
denilebilir ki, iktisadi büyümeyi sağlayan üretkenliğin temelinde artık kaba kas gücü
ya da enerji değil bilgi ve enformasyon yer almaktadır. Bu durumun toplumsal
yapıda yarattığı sonuç ise, bilgiye ve enformasyona dayalı, yönetsel, profesyonel,
teknik mesleklerin öneminin artması yönündedir.29
Ancak Castells‟in kabaca ifade edilen bu değerlendirmelere çekinceyle yaklaĢtığını
da belirtmek gerekir.30 Castells de bilgi ve enformasyonu verimlilik ve büyümenin
temel kaynakları olarak kabul etmektedir. Ancak ona göre bu genel bir saptamadır;
26
A.g.y., s. 237.
A.g.y., s. 236.
28
ĠĢaya ÜĢür, Ma‟lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Her şey Katılaşıyor, Türk-ĠĢ Yıllığı‟97, Cilt: 2,
Demircioğlu Matbaacılık, Ankara, s. 307, 308.
29
A.g.y., s. 308.
30
Castells, a.g.y., s. 278, 279.
27
11
ayırt edici olan verimlilik artıĢlarının kaynağında değil, bilgiye dayalı sınai, tarımsal
üretimin ve hizmetlerin iki ayrı biçimi arasındadır. Dolayısıyla vurgu enformasyon
teknolojisi devrimindedir. Bilgiye dayalı verimlilik artıĢını en üst düzeye çıkarma
niyeti, geliĢen ve yayılan enformasyon teknolojilerinin gereklerinin yerine getirilmesi
suretiyle gerçekleĢtiği için toplum enformasyonel sıfatını kazanmaktadır.31 Ayrıca
Castells‟e göre, hizmet sektörünün geliĢimi imalat sektörünün yok olduğu anlamına
gelmemekte; imalat ile hizmet arasındaki farklılaĢmadan çok, farklı hizmet türleri
arasındaki ayrıma yoğunlaĢmak gerekmekte ve vasıfsız hizmet meslekleri de
vasıflılar kadar artıĢ göstermektedir; dolayısıyla orta kesim aleyhine daha da
kutuplaĢmıĢ bir toplumsal yapı söz konusu olmaktadır.32
Bütün bu tartıĢmalar enformasyon çağının kapitalizm ve sanayi devrimi
açısından sorgulanmasına gönderme yapmaktadır. Kapitalist üretim biçiminden
kopuĢun aksine bir sürekliliğin söz konusu olduğu, ama aynı zamanda kapitalizmde
yeniden
yapılanmanın
gerçekleĢtiği,
enformasyon
teknolojisi
devriminin
kapitalizmin küresel olarak yeniden yapılandığı bir tarihsel dönemde doğduğu ve
yayıldığı konusunda görüĢ çokluğunun bulunduğu söylenebilir.33
Castells, üretim biçimleri (kapitalizm, devletçilik) ile kalkınma biçimleri
(sınaileĢmecilik, enformasyonelizm) arasındaki ayrımın öneminden bahseder. Buna
göre, 20.yüzyılda yaĢanan iki baskın üretim biçimidir: kapitalizm ve devletçilik.
Kapitalizm kâr maksimizasyonuna; yani sermayenin üretim araçlarının kendi
31
A.g.y.
A.g.y., s. 279-281.
33
A.g.y., s. 15. Ayrıca tartıĢmalar için bkz. ÜĢür, a.g.y., s. 303-312; Gencay ġaylan, DeğiĢim
KüreselleĢme ve Devletin Yeni ĠĢlevi, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2003, s. 169-212; Castells, a.g.y., s.
16-26.
32
12
kontrolünde olmasına bağlı olarak kendine mal ettiği artıdeğerin miktarını sürekli
artırmasına dayanırken, devletçilik iktidarın maksimizasyonuna dayanmakta;
dolayısıyla artıdeğerin kontrolü ekonomik alanın dıĢında kalmaktadır. Kalkınma
biçimleri ise üretkenliğin temelindeki belirleyici kaynağa vurgu yapmaktadır. Bilgi
üstüne
bilgi
gelmesi
eyleminin
bizatihi
kendisi
üretkenliğin
kaynağını
oluĢturduğunda enformasyonel kalkınma biçimi söz konusudur; ve enformasyonel
toplumlar günümüzdeki halleriyle, bazıları devletçi olan endüstriyel toplumların
aksine kapitalisttir.34
Kapitalizmle enformasyonel toplum arasındaki iliĢkiden yola çıkarak, her
ikisine de temel oluĢturan tarihsel birikimi/kökeni incelemenin sırasıdır. Burke‟nin
belirttiği gibi, güncel tartıĢmalardan yola çıkarak geçmiĢ hakkında yeni sorular
sorulduğu vakit, günümüzün kanıksanmaya baĢlanmıĢ özelliklerinin uzun dönemlere
yayılmıĢ eğilimlerin etkisiyle biçimlendiği görülecek ve daha doğru bir
anlamlandırmaya gidilebilecektir.35 Ayrıca bu sayede, bilgi ve enformasyonun
toplumdaki yerini siyasal açıdan ele alma giriĢimine, yani bilgi siyasetine
yaklaĢılmaya çalıĢılacaktır. O halde öncelikle “bilgi toplumu”nun kökeni sorununa
değinmek gereklidir. Bu sorun bizi modern hayatın doğuĢuna götürecektir.
34
35
Castells, a.g.y., s. 17, 19, 20, 24.
Burke, a.g.y., s. 2.
13
II. MODERN ĠKTĠDARIN OLUġUMU
Güçlü merkezi kurumların yokluğu feodal toplumun püf noktasıdır denebilir.
Hem siyasal yapısının parçalılık ve yerellik özelliği göstermesi, hem de ekonomik
yapısında uzmanlaĢma ve iĢ bölümüne yer olmaması dönüp dolaĢıp “istikrarlı
merkezileĢ(eme)me” olgusunda düğümlenmektedir.
Siyasal ve ekonomik yönleri kapsayacak Ģekilde feodal toplumda istikrarlı bir
merkezileĢme sağlanamaması olgusunun içeriği kabaca Ģöyle ifade edilebilir: Çok
sayıda, yatay düzeyde, içe kapalı egemenlik bölgelerinde yinelenen temel bir ikili
iliĢki biçimi vardır. Bu iliĢki, temel üretim kaynağı olan toprağın aralarında
paylaĢtırıldığı mülk sahibi soylular ile savaĢçılar arasında cereyan etmektedir:
hizmetlere ihtiyaç duyan, hizmet karĢılığında toprak ve himaye veren soylular ile
toprak ya da himayeye ihtiyaç duyan ve karĢılığında hizmet sunan savaĢçılar.36
Hizmet sorumluluğu iki edimi kapsamaktadır: üretmek ve savaĢmak. Buna göre,
soylunun toprağında yapılan üretimin az bir miktarı ayrılıp geri kalanı yükümlülük
gereği verilmekte ve savaĢ zamanı soylunun ordusunun savaĢçı ihtiyacı
giderilmektedir.
Üretim araçlarının ve askeri gücün paylaĢılmıĢ olması merkezi yönetimin
gerçekleĢmediğini gösterir; bu nedenle kralın konumu en tepede olmasına karĢın
semboliktir. Hemen belirtmek gerekir ki bu durum merkezileĢme eğilimlerini
dıĢlamamaktadır. Örneğin, kral tarafından belirli bir bölgedeki egemenlik iĢlevleri
36
Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Cilt 2, çev: Erol Özbek, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2007,
s. 96.
14
kendisine ödünç bırakılan hanedan, fiili egemen olarak bu bölgede tasarrufta
bulunurken, uygun koĢulları yakaladığında toprak alanını geniĢleterek diğer
bölgelerdeki hanedanlara karĢı üstünlük göstermeye ve bağımsızlığını kazanma
yolunda ilerlemeye, yani merkezileĢmeye baĢlayabilir. Ancak geniĢ bir coğrafyada
hakimiyet kurma sorunlar yaratacağından bir süre sonra ademi merkezileĢme;
dolayısıyla istikrarsızlık kaçınılmaz olacaktır.37 Bu kaçınılmazlık feodal toplumun
yapısından kaynaklanmaktadır. Elias‟ın deyimiyle:
“…[A]demi
merkeziyetçileĢtirici
kuvvetlere
merkezileĢtirici
kuvvetler
karĢısında her defasında yeniden üstünlük kazandıran Ģeyi görmek zor
değildir. … Devletler dünyasının feodalleĢmesi her yerde hükümdarları,
askeri birlik liderlerini ve memurlarını toprak mülkiyetiyle donatmaya
zorluyordu; bundan dolayı yoksulluğa gömülmek istemiyor ve vasalların
askeri hizmetlerinden yararlanmak istiyorlarsa, neredeyse zorunlu olarak
komĢu yörelerin erk boĢluğu bulunan alanlarına yönelen, savaĢçı geniĢleme
denemelerine adeta itiliyorlardı. Böylesi bir bağımlılığın modern memuriyetin
oluĢturulması yoluyla aĢılabilmesi için ise o zamanlar öncelikle ekonomik
önkoĢul eksikti..” 38
Feodal toplumu belirleyen üç önemli özellik yukarıdaki alıntıda açıkça ifade
edilmektedir: “savaĢçıların ve memurların toprakla donatılması zorunluluğu”; “yeni
37
A.g.y., s. 28, 31 ve Cenk Yiğiter, Feodal Dönemden Modern Döneme Geçişte Cezalandırma
İktidarının Dönüşümü, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Doç. Dr. Mithat
Sancar), Ankara, (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı,
Genel Kamu Hukuku), s. 68.
38
Elias, a.g.y., s. 41, 42.
15
fetih seferleri gerçekleĢmediği sürece kraliyet mülkiyetinin kaçınılmaz olarak
azalması”; “merkezi iktidarın barıĢ zamanlarında zayıflaması eğilimi”.39
“FeodalleĢme”nin en uç noktası parçalılık durumunun en üst düzeye ulaĢtığı,
gittikçe bölünen ve kralın tasarrufundan savaĢçıların tasarrufuna geçen mülklerin bir
hükümdarın devleti yönetmesi gibi yönetildiği noktadır;40 ve bu nokta aynı zamanda
yeni bir merkezileĢme sürecinin habercisidir: “… uç noktada konumlanan bu
parçalılık durumunu baĢlangıç noktası olarak alırsak, akıĢı boyunca gittikçe daha
büyük bölgelerin ve insan kütlelerinin karĢılıklı bağımlı hale geldiği ve nihayet sıkı
Ģekilde örgütlenmiĢ entegrasyon birimlerine dönüĢtüğü uzun bir tarihsel süreç
baĢlar.”41
Krala merkezi egemenlik konumunu kazandıran ve feodal dönemi
sonlandırarak önceki çelimsiz merkezileĢme giriĢimlerinden farkını ortaya koyan
“mutlakiyet süreci” elbette bazı olgusal geliĢmelerin varlığını gerektiriyordu.
1. AVRUPA EKONOMĠSĠNĠN DOĞUġU
Avrupa 11. yüzyıldan itibaren bir geniĢleme sürecine girmiĢtir. Bu süreci
tetikleyen en önemli unsur ortaçağ kentlerinin ortaya çıkması ve kentsel yaĢamın
baĢlamasıdır. Tarımsal tekniklerin geliĢmesi ve nüfus artıĢı ticari faaliyetin
canlanmasını sağlamıĢ, böylelikle kentleĢmenin yolu açılmıĢtır.
39
A.g.y., s. 42.
A.g.y., 97, 98.
41
A.g.y., s. 98.
40
16
Poggi‟nin belirttiği gibi ortaçağ kentleri, üretim ve ticaretle uğraĢan, yoğun
nüfusa sahip yerleĢim alanları olmanın yanı sıra siyasal açıdan özerk birimlerdi.
Özerklik kazanmalarını sağlayan faktör, kenti oluĢturan bireylerin –kent yaĢamıyla
birlikte doğmuĢ olan burjuvazinin- ortak çıkarlarının –kırsal alandakinden daha
karmaĢık ve dinamik bir iĢbölümü, ticaret ve üretime iliĢkin çıkarlar- bilincine
varmaları ve bu çıkarları gerçekleĢtirebilmek adına özgür iradeleriyle biraraya
gelerek tüzel bir yapı meydana getirmeleriydi. Bu tüzel yapı, çıkarlarını
gerçekleĢtirmeye hizmet edecek, feodal sistemdeki düzenlemelerden bağımsız bir
yasal çerçeveyi hedefliyordu. Ancak bununla birlikte, kentlerin hukuksal ve siyasal
özerkliği “kent-devleti” biçimini almamakta –Ġtalya hariç tutulursa- bölgesel bir
yönetim dahilinde tanımlanmaktaydı. Bölgesel yönetim kentler için bir gereklilikti;
çünkü hem kent ve kırsal alan arasında, hem de kentler arasında, nüfus, yiyecek ve
hammadde ihtiyacının karĢılanabilmesi için -yukarıda belirtildiği gibi- bir iĢbölümü
söz konusuydu. Bu geniĢ alanlarda istedikleri düzeni tesis edebilmeleri için de,
kapsayıcılık kapasitesi yüksek bir yönetime gereksinim duymaktalardı. 42
Ortaçağ kentinin Avrupa‟nın büyümesindeki önemli iĢlevi, kendine özgü
konumuna, “daha önceden örgütlenmiĢ kırsal bir dünyanın içinde büyümesi ve
geliĢmesine”43 bağlanabilir. Braudel‟in aktarımıyla, “Kent kaderini yollarıyla,
pazarlarıyla, atelyeleriyle, kendi evinde biriken parayla sağlamaktadır. Pazarları,
köylülerin ona gündelik artık ürünlerini getirmeleriyle iaĢesini sağlamaktadırlar: “ …
42
Gianfranco Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, çev: ġule Kut – Binnaz Toprak, 3. Baskı, Ġstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 54-59.
43
Fernand Braudel, Maddi Uygarlık – Dünyanın Zamanı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993, s. 77.
17
ayni ödentiler yoluyla yığılan Ģu muazzam miktardaki ürüne bir çıkıĢ olanağı
sağlamaktadırlar.”44
Böylelikle, kırsal artık ürünün dolaĢıma sokulması yoluyla, “doğrudan
tarımsal tüketim”den “dolaylı tarımsal tüketim”e geçilmiĢtir.45 Bu dönüĢüm süreci
aynı zamanda, Avrupa ekonomisini, “ekonomi-dünya”yı doğurarak feodal dönemin
sonunu getirecek ortamın oluĢmasını sağlayacaktır.*
Mutlakiyet dönemi melez karakteriyle anılmaktadır. Buna göre, hem arkaik
olanı, feodal iktidarların son kalıntılarını içinde barındırmakta; hem de modern olana,
modern devletin pek çok niteliğinin canlanmasına sahne olmaktadır.46 Mutlakiyetin
temel olarak ifade ettiği Ģey, siyasi iktidarın tek elde toplanması anlamına gelen bir
merkezileĢmedir. Bu tanımlama mutlak devletin özellikle iki niteliğine gönderme
yapmaktadır: siyasal imtiyazları elinde bulunduran ve politika geliĢtirecek tek
merkez olma özelliğine sahip bir hükümdar ile merkezle ülke arasında bağlantı kuran
yeni bir idare sistemi.47
44
A.g.y., s. 79.
Bkz. a.g.y.
*
Sermaye birikimi endüstriyel kapitalizmin oluĢumu içim Ģarttır. Kapitalist dönemden önce, kapitalist
üretimi baĢlatacak olan sermaye birikimi en çok ticaret yoluyla gerçekleĢmekteydi. Ancak, “ yalnız
mal mübadelesini değil, fetih, korsanlık, talan ve sömürüyü de kapsayan esnek bir terimdi bu ticaret.”
Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev: Murat Belge, 3. Baskı, ĠletiĢim
Yayınları, Ġstanbul, 2003, s. 179.
Özellikle Haçlı seferlerinde elde edilen sonuçlar ticaretin geliĢimi açısından çok önemli olmuĢtur.
Doğu‟ya yolculuklarda karĢılaĢılan malların talep görmesi -Doğu ticareti-, artan nüfusun ihtiyaçlarını
giderecek pazarın oluĢumunu sağlamıĢtır. Huberman, a.g.y., s. 28. Ve öncelikle Ġtalyan Ģehir devletleri
kapitalist örgütlenmenin baĢlangıcını oluĢturan aĢamaya ulaĢabilmiĢtir. A.g.y., s. 179.
46
Bkz. Yiğiter, a.g.y., s. 70 ve Anderson‟dan aktaran: Christopher Pierson, Modern Devlet, çev:
Dilek Hattatoğlu, Çiviyazıları Yayınları, Ġstanbul, 2000, s. 79.
47
Gianfranco Poggi, Devlet, çev: Aysun Babacan, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul,
2007, s. 63.
45
18
2. SAVAġIN ETKĠSĠ
“Avrupa ulusal devletler ağını savaĢlar ördü ve savaĢ hazırlıkları bu
sistemdeki devletlerin iç yapılarını yarattı.1500‟lü yıllar kritikti”48
Ekonominin ticarileĢmesi, bunun sonucu olarak savaĢan güçlerin maddi
olanaklarının artması ve savaĢ teknolojisinin geliĢmesi, 15. yüzyıldan sonra savaĢ
etkinliğinin niteliğini değiĢtirerek daha masraflı hale getirmiĢtir. Kentsel hayatın ve
ticaretin sağladığı zenginlikler ve yeni fetihlerle savaĢçı bir hanedanın gelirleri
gittikçe artmakta; güçsüz hanedanların zorunlu katılımıyla egemenlik alanları
geniĢlemekte, yine merkezileĢme eğilimleri; ancak bu kez farklı bir biçimde baĢ
göstermektedir. Poggi‟nin belirttiği gibi, bölgesel yönetimin güçlendirilmesi ile
küçük ve zayıf toprakların daha güçlü olanların egemenliğine girmesi, “görece küçük
sayıda bağımsız devletlerin oluĢmasına, her birinin kendi egemenliğini ilan etmesine
ve diğerleriyle iliĢkilerinde riskli bir güç mücadelesine girmesine yol açmıĢtır.”49
Dolayısıyla, geniĢ topraklar üzerinde hakimiyet kurmayı baĢaran hanedanlar, güçlü
bir ekonomik ve askeri temele sahip mutlak monarklar olma yolunda ilerlemektedir.
Bu süreç oluĢumunu istikrarlı bir merkezileĢmeyi mümkün kılan koĢulların
sağlanmasına borçludur: her Ģeyden önce para ekonomisi geliĢmiĢtir. Bu sayede,
hükümdar için çalıĢanlara hizmetlerinin karĢılığı olarak yeni fethedilen topraklarda
tasarruf imtiyazı verilmesi uygulamasından vazgeçilmiĢ, söz konusu çalıĢanların
48
Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin OluĢumu, çev: Kudret Emiroğlu, Ġmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001, s. 137.
49
A.g.y., s. 79.
19
hizmetleri parasal olarak karĢılanmaya baĢlanarak modern memuriyetin ve
bürokrasinin yolu açılmıĢtır.50 :
“Para ekonomisinin büyümesiyle … bütün krallıkta, toprakla değil parayla
çalıĢan kraliyet görevlileri para vergisi toplayabiliyorlardı. Ülkenin her yerine
yerleĢtirilen maaĢlı kraliyet memurları kral adına yönetme görevini
yürütebiliyorlardı –feodal dönemde bu iĢi soylular, toprak karĢılığında
yaparlardı. Bu önemliydi.”51
MerkezileĢme
eğilimlerinin
baĢarılı
olması,
egemenlik
alanlarındaki
topraklardan gelen para akıĢının düzenliliğine ve artıĢına; diğer bir deyiĢle, sermaye
birikiminin ve yoğunlaĢmasının süreklilik kazanmasına bağlıdır. Dolayısıyla
hükümdarın, savaĢın gereklerine uyum sağlayabilmesi için, elde ettiği gelirleri
yönetmesi, yeni yönetim teknikleri geliĢtirmesi gerekmektedir. Böylelikle yeni bir
siyasal mücadele biçimi, savaĢa hazırlık pratiklerine koĢut olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu yeni siyasal mücadele biçimi ya da kamu yönetimi tekniği, ilk aĢamada, askeri
eylemlerde esas rolün geleneksel güçlerden sözleĢmeyle tutulan paralı askerlere
geçiĢini ve sermayenin hükümdarın denetimi altındaki toprak ve nüfustan haraç ve
kira olarak toplanması yerine vergilendirme, borçlanma gibi gelir getiren iĢlemlerin
kapitalistler* aracılığıyla dolaylı yollardan elde edilmeye baĢlanmasını ifade
etmektedir/içermektedir. Ġkinci aĢama ise, dolaylı yönetimin terk edilip, devletlerin
kendi ulusal nüfuslarından kitlesel ordu ve donanmalar oluĢturmalarına, devasa bir
50
Bkz. Max Weber, Sosyoloji Yazıları, çev: Taha Parla, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 1996, s. 301 vd.
Huberman, a.g.y., s. 88.
*
Diğer bir deyiĢle burjuvazi. Tilly‟nin terminolojisine göre kapitalistler, sermayenin birikimi, satıĢı ve
alımında uzmanlaĢmıĢ kiĢilerdir ve ücretli iĢçilerin kapitalistlerin sahip olduğu üretim araçlarını
kullanarak üretim yaptıkları kapitalizm olmadan önce de varolmuĢlardır. Tilly, a.g.y., s. 43.
51
20
idari örgütlenmenin iĢlerlik kazanabilmesiyle mümkün hale gelen doğrudan
yönetimin kuruluĢuna iĢaret etmektedir.52
Yukarıda bahsedildiği gibi borçlanma, merkezileĢen siyasal iktidarın savaĢ
masraflarını karĢılamasına yarayacak yeni gelir kaynaklarından biridir. Bu borç
imkanını sunabilecek taraf ise yine bahsedildiği gibi burjuvazi olacaktır. Dolayısıyla
burjuvazi ile kral arasında karĢılıklı bir çıkar iliĢkisi söz konusudur. Kral, maddi
açıdan bağımlı olduğu burjuvazinin siyasal taleplerini gözardı edemeyecek; böylece
burjuvazi de siyasallaĢabilme fırsatını yakalayacaktır.53
3. KENTLERĠN ÖZERKLĠĞĠNĠ YĠTĠRMESĠ
Modern devletin geliĢebilmesi için kentlerin özerkliklerinin gönüllü bir
biçimde son bulması gerekmektedir. Burjuvazinin kent yaĢamına iliĢkin ticari
beklentilerinin değiĢmesi ve siyasal taleplerinin artması ile kent kurumlarının
güvenlik sorunuyla mücadele etmedeki yetersizlikleri sonucu iĢbirliği sağlanabilmiĢ,
diğer bazı çıkarlar ve ayrıcalıklar uğruna özerklik istemleri etkisini yitirmeye
baĢlamıĢtır.54
52
Tilly, a.g.y., s. 63.
Yiğiter, a.g.y., s. 73.
54
Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Ġmge Kitabevi Yayınları,
Ankara, 1996, s. 337.
53
21
3.1. BURJUVAZĠNĠN MERKEZĠLEġME ĠHTĠYACI
Kentteki grupların siyasal özerklik talebi, daha önce de bahsedildiği gibi,
yönetim konusunun bizatihi kendisine önem vermekten çok, ticaret ve üretime iliĢkin
çıkarların siyasal açıdan güvence altına alınması, bunun için de yasaları uygulayacak
ve düzeni sağlayacak daha geniĢ kapsamlı çerçevelerin oluĢturulması isteğiyle
ilgiliydi.55 Ticaret hayatının gittikçe geliĢmesiyle birlikte, burjuvazinin ticari iliĢkiler
kurduğu, kâr etme olanaklarını arttırmasını sağlayacak coğrafi alan geniĢlemiĢtir.
Dolayısıyla burjuvazi, merkezi açıdan kuvvetli bir hükümdarın, “baĢka hiçbir
kurumun yapamayacağı, … kentsel ekonomik faaliyetlerin desteklenmesi ve düzene
sokulması için giderek büyüyen, standartlaĢan ve tüm bölgeyi kapsayan bir
çerçevenin kurulmasını güvence altına alabileceğini … yeni yeni ortaya çıkmaya
baĢlayan uluslararası hukuk sistemi açısından da dıĢ pazarların geniĢletilmesi,
okyanus ötesi kaynakların kullanılabilmesi ya da yabancı rekabetin önlenebilmesi
için kentteki zengin grupların artan taleplerini değerlendirecek ve çıkarlarını
koruyacak ayrıcalıklı konumunu”56 farketmiĢtir.
Kentteki siyasal kurumlar, vergi ayrıcalıkları ya da unvan sahibi olabilme gibi
soylulara özgü yasal hak ve yetkiler nedeniyle de iĢlerliğini kaybetmiĢtir. 57 Artık,
doğuĢtan kazanılan üstünlükler yerine, ticaret hayatına engel çıkartmayacak olan
“imkânlarda eĢitlik” durumuna ulaĢılmak istenmektedir.
55
Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 82.
A.g.y.
57
A.g.y., s. 84.
56
22
Hükümdarın karĢısında güçlü bir rakip olarak kilise de bu merkezileĢme
hadisesinden nasibini alacaktır. Kilise, büyük bir servete sahip olmasına karĢın krala
vergi vermekten kaçınmaktaydı. Kral ise kilisenin masraflara katılması gerektiğini
düĢünüyordu. Ayrıca yargılama iĢlevinin normal mahkemeler ve kilise mahkemeleri
arasında bölünmesi anlaĢmazlıklara yol açmakta; papanın bir de içiĢlerine karıĢması
kilisenin krala politik açıdan rakip olmasına neden olmaktadır. Kilisenin sergilediği
yozlaĢmıĢ, adaletsiz ve kent yaĢamının ihtiyaçlarıyla bağdaĢmayan uygulamalar
sebebiyle halk arasında da tepkiler yükseliĢe geçmiĢtir. Dolayısıyla, kiliseye
nüfuzunu kaybettirme ve güçlü bir hükümdarı destekleme yolunda kral tek baĢına
değildir.58
3.2. GÜVENLĠK SORUNU
Kentlerin feodal kurumlardan kurtulmayı dert edinmelerinin temelinde,
feodal adaletin değiĢen koĢullar karĢısındaki zayıflığı, yeterli bir baskı aracı
olmaktan uzaklığı, değiĢen değerleri koruma konusunda uyandırdığı güvensizlik yer
almaktaydı. Ortaçağ kenti üç tür araziden oluĢuyordu: duvarla çevrelenmiĢ ve belli
güçlerin, genellikle kral ve kilisenin sahip olduğu araziler ile duvarları olmayan
ancak yine büyük ve belli güçlerin elindeki arazilerin yanında üçüncü tür bir arazi
daha vardı nüfusun yoğun olduğu bu son arazi türü duvarlarla çevrili olmadığı gibi
belirlenmiĢ güçlerin denetimi altında da bulunmuyordu.59
Bütün olarak kentin
görünümü dağınık ve bakımsızdı, bu durum özellikle kent sokaklarına bakılarak
58
59
Huberman, a.g.y., s. 92-98; özellikle, 93, 94.
Richard Sennet, Ten ve TaĢ, çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Ġstanbul, 2001, s. 168.
23
anlaĢılabilir. Kent sokakları, yeni bir zaman ve mekan anlayıĢı getiren kent
yaĢamının ekonomik karakterinin dıĢavurumuydu adeta ve geliĢen ticarete ayak
uydurabilsin diye büyümeye terk edilen kentin çeliĢkilerini gizlemekten uzaktı.60
Ekonomik rekabeti kıĢkırtan sokaklarda Ģiddet hüküm sürüyordu. Ancak
çeliĢkili bir Ģiddet, mülklerden ziyade insanlara yönelen bir Ģiddet. 61 Mülkiyet
suçlarından çok fiziksel Ģiddettin yayılmasının sebeplerine iliĢkin olarak Sennet‟in
değindiği, zengin sınıfların yoğun bir biçimde korunması ve içki içme ihtiyacında
meydana gelen artıĢ sonucu insan davranıĢlarının kontrolünü yitirmesi62 dıĢında,
değiĢen toplumsal denetim biçimi; diğer bir deyiĢle, suçlara karĢılık öngörülen
cezaların yeni niteliği - zengin sınıfları da tehdit eden suç patlamasını besleyenkentin zaaflarıyla birlikte hesaba katıldığında artan güvensizlik ortamını hazırlayan
koĢullar açıklık kazanacaktır.
Kentte en sık görülen ceza türleri olan, kentten kovma ile suçun türüne ve
suçlunun ekonomik konumuna göre derecelendirilen para cezası,63 cezalarda bir
yumuĢamaya iĢaret etmektedir. Bu durum, yumuĢamayı mümkün kılan Ģartların ve
bir takım çıkar kaygılarının yanı sıra, bazı koĢulların henüz oluĢmamıĢlığının
göstergesidir. Dolayısıyla, kent içi birliği koruma, mümkün olduğu kadar kent
sakinlerini topluma yeniden kazandırma hedefi, kentlerin en büyük eksikliği olan
kolluk kuvvetlerinden yoksunluğu ile birlikte düĢünüldüğünde, para cezasını
ödeyemeyen kiĢilerin kentten kovulması sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla kent
60
A.g.y., s. 173.
A.g.y., s. 175 ve Robert Muchembled, ĠĢkenceler Zamanı – Mutlak Krallar Devrinde Ġtaat, çev:
Ali Berktay, Tümzamanlaryayıncılık, Ġstabul, 1998, s. 34-36.
62
Senet, a.g.y., s. 175.
63
Muchembled, a.g.y., s. 27.
61
24
ceza adaletinde sürgün, kaçınılmaz bir ceza türü olarak ortaya çıkarak, suç oranında
düĢüĢ yerine artıĢı ve giderek tırmanan güvensizlik ortamını hazırlamaktadır.64 Adli
para cezasını, yapılan indirimlere rağmen ödemeyen ve kentten kovulan kiĢiler, -ki
bunların sayısı oldukça çoktur-65 yetkili makamlarla mali bir uzlaĢma yolu
bulamadıkları sürece, sivil olarak ölü kabul edilirler; yani adli bir soruĢturma
gerekmeksizin kent sınırları içinde görüldükleri yerde öldürülmeleri meĢrudur.
Ancak düzenli bir polis gücünün yokluğundan dolayı bu kiĢilerin yakalanıp
öldürülmeleri nadiren gerçekleĢmektedir.66 Dolayısıyla toplumsal barıĢı sağlamak
amacıyla yerleĢtirilmeye çalıĢılan yeni ceza adaletinin, para cezalarını ödemedikleri
için dıĢladığı kiĢileri kentten uzak tutma konusunda baĢarılı olamadığı söylenebilir.67
16. yüzyılla birlikte, kent barıĢını bozdukları gerekçesiyle kent sınırları dıĢına
itilenlerin gittikçe kalabalıklaĢması, bir araya gelerek suç örgütleri oluĢturmaları,
kente giriĢlerinin kent otoriteleri tarafından engellenememesi ve kent dıĢını zaten
kontrol edemeyen kent otoritelerinin, kent içinde de güvenlik zaafiyeti içine düĢmesi,
yeni bir güvenlik arayıĢını zorunlu kılmıĢtır: “Ġlk kez kentler gerçekten devlet
desteğine gereksinim duymaktadır. Yardım ve baskı, artık ülke ölçeğinde ele alınmak
zorundadır, çünkü köklerinden kopmuĢ ve sefil durumdaki insanların sayısındaki ani
patlama surların dıĢında kalanları reddetmenin geleneksel biçimlerini geçersiz
kılmaktadır.”68 Kentleri bekleyen kader, yükselen monarĢinin gücüne boyun
eğmekten baĢka bir Ģey olamaz artık.
64
A.g.y., s. 27.
A.g.y., s. 52.
66
A.g.y., s. 31.
67
A.g.y., s. 48.
68
A.g.y., s. 115.
65
25
4. MUTLAK ĠKTĠDARIN RASYONELLEġMESĠ:
EGEMENLĠK TEKELĠNĠN TOPLUMSALLAġMASI
Mutlak iktidarlar döneminin modern siyasal iktidarların oluĢumu açısından
önemine değinmiĢtik. Nitekim mutlaki dönemde siyasal iktidar, daha önce
görülmedik büyüklükte bir merkezi güce dönüĢmüĢtür. Bu durum, zor kullanma
tekeli (askeri tekel) ile ekonomik tekelin (vergilendirme tekeli)
merkezi gücün
tasarrufunda bir araya gelmesini ifade etmektedir. Dolayısıyla mutlakiyetçi iktidar,
kentleri ve kırsal alanları kapsayan, sınırları kesin bir biçimde çizilmiĢ topraklar
üzerinde egemenlik kurarak büyük bir nüfusu yönetimi altında toplamayı baĢarmıĢtır.
Ancak Pierson‟un belirttiği gibi, tam geliĢmiĢ mutlakiyette bile arkaik bir nitelik
vardır. Örneğin bürokrasi hâlâ rüĢvetçi ve profesyonellikten yoksundur, reformdan
geçmemiĢtir; vergilendirme tam anlamıyla sürekli ve sistematik değildir; bazı
ülkelerde, geleneksel olarak ayrıcalıklara sahip kesim varlığını sürdürmeye devam
etmektedir.69
Modern devletin karakteristik özelliklerinden biri olan devlet kurumlarının
kamusallığının bir ölçüde mutlak iktidarlar döneminde geliĢmeye baĢladığı
söylenebilir. Buna göre mutlak iktidar, yüklendiği siyasal iĢlevler ve görevlileriyle
uyrukluğundaki toplumdan farklılaĢmıĢtır. Ġktidarın bu konumundan toplum, vergi
ödeyecek, askere alınacak kiĢiler olarak görünmektedir: “Toplum, yalnızca
yönetilirdi.”70 Ve mutlak yönetimin en büyük kaygısı, “halkı meĢgul etmek, iç barıĢı
69
70
Pierson, a.g.y., s. 88.
Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 97.
26
korumak ve siyasetle ilgilenilmemesini sağlamak; yönetimin harcamaları için gerekli
olan
vergilendirilebilir
serveti
yaratmak
amacıyla”
ekonomik
etkinlikleri
özendirmek, kiĢilerin ekonomik uğraĢlarının düzenlenmesi ve geliĢtirilmesinde
yetkili olabilmekti.71
Yönetim yetkilerinin böylesi bir farklılaĢmıĢ merkezde yoğunlaĢması; diğer
bir deyiĢle egemenlik tekeli, daha önce bahsedildiği gibi, burjuvazinin ekonomik
fırsatlar uğruna yürüttüğü serbest rekabet mücadelesinin selameti ile uyum içindeydi.
Ancak, mutlak politikaların ticareti gittikçe daha fazla tek yanlı yönlendirmesi,
gelirlerin dağıtımının hükümdarın keyfine kalmıĢ olması gibi durumlar, toplumun
ticarileĢme katsayısı arttığında ve bölünen toplumsal iĢlevlerin karĢılıklı bağımlılığı
yükseldiğinde toplum içinde sıkıntılara ve tepkilere yol açmaya baĢlamıĢtır. Arzu
edilen, egemenlik tekelinin sağladığı fırsatların karĢılıklı bağımlılık içindeki insan
topluluğunun ekonomik çıkarlarına göre plânlı ve akılcı bir Ģekilde dağıtılmasına
dayanan kamusal bir iĢlevin tam anlamıyla yüklenilmesi; dolayısıyla yönetimin
toplumsallaĢarak rasyonelleĢmesidir.72
Öte yandan burjuvazi, Aydınlanma çağının getirdiği düĢünsel hareketlilikten
de etkilenmiĢtir. Pek çok alana iliĢkin tartıĢmaların yapıldığı toplantılarda siyasal
konulara da değiniliyor olması, burjuvazinin, yönetimin niteliği üzerine düĢünen,
siyasal iktidarın tercihlerini eleĢtiren ve siyasi meselelere çözüm üreten etkin bir kitle
haline gelmesini sağlamıĢtır. Böylelikle toplumda, özel çıkarların ötesinde ortak
çıkarları önemseyen, bu nedenle devlet iĢleri üzerine kafa yoran bir “kamu alanı”
71
72
A.g.y., s. 98.
Elias, a.g.y., s. 149-162.
27
oluĢmaya baĢlamıĢtır.73 Dolayısıyla, hem iktidar hem de toplum tarafında çift taraflı
bir kamusallaĢma sürecinin iĢlediği gözlenmektedir. Sonuç olarak, yönetim
sınırlandırılacak; devlet faaliyetleri nispeten denetlenebilir bir seviyeye çekilecek;
anayasacılık hareketleri geliĢecek;
yurttaĢlığın tanımı, “haklar, evrensellik,
demokrasi baĢlığı altında”74 yeniden yapılacak; böylece modern devlet bir rengini
daha edinecektir.
Bu durum, devlet ile burjuvazinin çıkarları arasında bir ayrıĢmadan ziyade,
amaçların daha rasyonel ve yasal bir noktada ortak kılınması çabasına, deyim
yerindeyse taktiklerde anlaĢmaya, devlet politikalarının ideolojik meĢruiyet
kazanması açısından düĢünülecek olursa ise bir çakıĢmaya75 iĢaret etmektedir.
Dolayısıyla iktidar katında bir eksilme gibi değerlendirilmemelidir. Nitekim her iki
tarafın da
varlığının devamı
birbirine bağımlıdır, nihayetinde
birbirlerini
gözetmekten vazgeçemezler:
“Toplumun çok ilerlemiĢ iĢlev bölümünde ortaya çıkan Ģey, bu tekellerin
sürekli, uzmanlaĢmıĢ bir idare aygıtına sahip olmasıdır. Ordu ve vergiler
üzerindeki tasarrufun tekel niteliğini tam anlamıyla kazanması ancak bu
farklılaĢmıĢ egemenlik aygıtının ortaya çıkmasıyla olur, askeri tekel ve vergi
tekeli ancak bu Ģekilde sürekli bir fenomen haline gelir. Sosyal mücadeleler
artık egemenlik tekelinin bertaraf edilmesi uğruna değil, yalnızca kimin bu
tekel aygıtı üzerinde tasarrufta bulunacağı, aygıtın nereden devĢirilmesi ve
yükünün ve yararının nasıl dağıtılması gerektiği soruları etrafında döner.
73
Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 101, 102.
Pierson, a.g.y., s. 91.
75
Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 103.
74
28
Egemenlik birimleri ancak merkezi erkin bu sürekli tekelinin ve bu
uzmanlaĢmıĢ egemenlik aygıtının oluĢumuyla birlikte „devlet‟ niteliğini
kazanırlar.”76
5. DÜġÜNSEL DEĞĠġĠM
5.1. YENĠ BĠR EGEMENLĠK ANLAYIġI
Siyasetin dünyevileĢmesi ve eĢ zamanlı olarak tanrısal karakterinin yitimi için
toplumu düzenleyen yasanın kaynağını yine toplumun kendisi oluĢturmalıdır.
Dolayısıyla, devletin doğumundan evvel yeni bir insan anlayıĢının doğumunu
düĢünmek zorunludur. Söz konusu yeni anlayıĢa göre insan, Tanrı‟nın dünyevi
alandan dıĢlanması sonucu, kendi kaderine hakim olan, geçmiĢi yorumlayıp geleceği
planlayabilendir.77
Ġnsanın yeni etkin konumu siyasi iktidara da yeni bir biçim
verecektir. Mutlak monarĢi iktidarları, siyasal iktidar konusunda yeni bir anlayıĢa,
iktidarın anlamını yeniden kurgulayacak yeni bir söyleme ihtiyaç duymuĢtur. Bu
ihtiyaç aynı zamanda, siyasi iktidar için yeni bir meĢruiyet kaynağı arayıĢına karĢılık
gelmektedir.
Söz konusu meĢrulaĢtırıcı söylemi ilk kurgulayan ve “egemenlik” kavramını
yaratan düĢünür Jean Bodin‟dir. Bodin‟in devlet iktidarı tanımı egemenlik
kavramında temellenmekte; egemenliğe, devleti diğer topluluklardan ayıran bir unsur
76
77
Elias, a.g.y., s. 149.
Cemal Bali Akal, Ġktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, s. 50, 51.
29
olma iĢlevi yüklemektedir. Bodin‟e78 göre egemenlik, “yurttaĢlar ve uyruklar
üstündeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güçtür” Bu tanımdan anlaĢılabileceği
gibi Bodin, egemenliğin üç temel özelliği olarak mutlaklık, bölünmezlik ve
sürekliliğe vurgu yapmaktadır. Egemenliğin mutlak olması, siyasal iktidarın,
Tanrı‟dan baĢka hiçbir güç tarafından sınırlanmadığı, herhangi bir dünyevi güce
hesap vermek durumunda olmadığı anlamına gelir.79 Bu durum en açık biçimde
egemenin yasalarla iliĢkisinde görülebilir: Yasalar egemenin mutlak iradesinden
kaynaklanmakta ve egemen yasaların gücüne hiçbir biçimde bağlı olmamaktadır.80
Egemenliğin bölünmez olması, baĢka kurumlar ya da kiĢiler arasında
paylaĢtırılamayacağını, yani egemenliğin devredilmezliğini ifade etmektedir.
Egemenlik bölünmez olmalıdır, çünkü aksi durumda düzensizlik ve kargaĢa ortamı
gerçekleĢme olanağı bulur.81 Egemenliğin üçüncü özelliği olan süreklilik, “gücü
gerçekten güç yapan bir boyut”82 sağlamıĢtır, bu nedenle önemli bir katkıdır.
Ġktidarın ilkesine özgü olan süreklilik sayesinde, iktidarın kullanımı tüketilse bile
egemenlik devam edecektir; çünkü siyasal iktidar –devlet- onu kullanan kiĢiden
bağımsızlaĢarak, onu aĢan bir gerçeklik edinmiĢtir.83
Bodin‟in egemenlik anlayıĢı karĢısında yurttaĢın konumu belirli görevleri
yerine getirmekten ibarettir; egemeni yargılama hakkıyla donatılması söz konusu
78
Jean Bodin, Devlet Üstüne Altı Kitaptan Seçme Parçalar, Batı‟da Siyasal DüĢünceler Tarihi –
SeçilmiĢ Yazılar- Yeni Çağ, derleyen: Mete Tunçay, Sevinç Martbaası, Ankara, 1969, s. 95.
79
Bodin, a.g.y., s. 98. Ġktidarın tanrı tarafından sınırlandırılabilir olması, insanoğlundan
kaynaklanmayan doğal bir sınırlama niteliği taĢıması nedeniyle önemlidir. Bkz. Ġlhan F. Akın, Kamu
Hukuku, 2. Bası, Fakülteler Matbaası, Ġstanbul, 1979, s. 96.
80
Mehmet Ali Ağaoğulları – Levent Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 3. Baskı, Ġmge
Kitabevi, Ankara 2004, s. 27, 28
81
A.g.y., s. 31.
82
Akal, a.g.y., s. 66.
83
Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı., s. 31.
30
değildir.84 Bunun en büyük nedeni, düzensizlik ve kargaĢa ortamından duyulan
korku ve endiĢedir. Dolayısıyla denebilir ki, böylesi bir egemenlik teorisinin
kaynağında, 16. yüzyılda burjuvazinin siyasal varoluĢunu belirleyen temel duygu
olan güvensizlik ve korku yatmaktadır.85
Modern
siyasal-hukuksal
düĢünme
biçiminin
kuramsallaĢmasına
Ġspanyolların katkılarını, bu noktada, Hobbes‟a geçmeden evvel kısaca belirtmek
gerekir. Nitekim söz konusu katkılar, Bodin‟den Hobbes‟a geçiĢin zeminini
kurduklarından Hobbes‟un habercisi niteliğindedirler. Özellikle Ġspanyol hukukçu
Suarez‟in kuramında, bir yanıyla doğal olan, diğer yanıyla ise bir kurguya, bir insan
yaratısına dönüĢen siyasal iktidar kavramı86 bu açıdan önem taĢımaktadır. Suarez‟e
göre siyasal iktidarın kaynağı Tanrı‟dır, ancak siyasal iktidarın temsili ve kullanımı
aĢamalarında insan iradesi kavramı devreye girmektedir. Bunun anlamı, siyasal
iktidarın, onu kullanana topluluk tarafından verildiğidir. O halde, siyasal topluluğu
bir araya getirecek, ona somut biçimini verecek olan unsur Suarez‟in kuramında
iradedir. Ve böylelikle oluĢacak olan toplumsal bütün, kiĢisel amaçları aĢan ortak bir
amaca ve ortak yarara; diğer bir deyiĢle, siyasal bütünün kendi kendine iliĢkin
amacını sağlamaya yönelmektedir. Dolayısıyla, siyasal iktidarı kullananların, kiĢiler
topluluğunun iradeleri ile kurulan ve onları aĢan siyasal bütüne karĢı sorumluluğu,
siyasal iktidarın kendi kendini sınırlaması olgusu gündeme gelmektedir.87 Akal‟ın
belirttiği gibi, “(Suarez) toplumsal sözleĢme kavramına dayanarak Bodin‟i ayakları
üstüne dikmekte ya da egemenlik kuramını toplumsal temeline oturtarak
84
Akın, a.g.y., s. 96, 97.
Yiğiter, a.g.y., s. 82.
86
Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 147.
87
Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 147-150.
85
31
eksiksizleĢtirmektedir. Egemen güç yalnızca toplumdan kaynaklanabilir. Genel
olarak yöneticiler, özel olarak da krallar, siyasal iktidarın sahipleri değil, olsa olsa
siyasal toplumun hizmetindekiler, delegasyonla siyasal iktidarı kullananlardır.”88
Hobbes‟un kuramında da, Bodin‟de olduğu gibi, korku ve güvensizlik
duyguları ile bu duyguların yöneldiği güven ve istikrar arayıĢı temel bir yere
sahiptir.89 Hobbes, toplumsal-siyasal düzenin kuruluĢunu ve gerekliliğini açıklamak
için bir doğa hali varsayımı geliĢtirir. Merkezi iktidarın bulunmadığı bu doğa hali,
sürekli olarak ölüm tehlikesinin ve korkunun hüküm sürdüğü, doğal tutkuların
güdümündeki bir insan kalabalığından ibarettir. Ġnsanları birleĢerek toplum kurmaya,
ortak bir iktidara boyun eğmeye yönelten de bu ölüm korkusudur.90
Hobbes‟a göre, kargaĢa ortamının aĢılması ve insanların öznelliklerinden
kurtularak nesnelliğe adım atması, yani barıĢı mümkün kılacak olan toplumsal
düzene geçilmesi “akıl” yoluyla gerçekleĢecektir: “Akıl, nesnellik için gerekli olan
genel anlaĢmayı sağlayacaktır.”91 Fakat insanlar, rasyonel bir varlık olsalar da doğal
tutkularının boyunduruğundan kurtulmaktan acizdir, bu nedenle insanlar arasında bir
anlaĢmanın sağlanması mümkün değildir. Ancak insanlar, herkese eĢit biçimde
davranacak olan, hakların karĢılıklı olarak devredildiği bir egemen gücün hakimiyeti
altına girme konusunda aralarında anlaĢarak sözleĢme yapabilirler. Böylece,
toplumsal düzeni temellendirecek anlaĢmayı, herkesi korkutmaya yetecek bir güç
potansiyeli sayesinde insan davranıĢlarını düzenleyebilecek olan “egemen güç
88
Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 149.
Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı., s. 166.
90
A.g.y., s. 193, 206.
91
Ġlkay Sunar, DüĢün ve Toplum, Doruk Yayınları, Ankara, 1999, s. 76.
89
32
Leviathan” sağlayacaktır: “Egemen gücün kuralları insanların iç dünyalarını değil,
eĢit uygulamayla dıĢ dünyalarını değiĢtirir. Böylece tek aklın egemenliği kargaĢaya
son verir, düzen baĢlar.”92 Bu demektir ki, insanlar doğa durumunda sahip oldukları
arzu ve isteklerden vazgeçmezler; aksine, rasyonel bir düzen ve ortak kurallar
aracılığıyla çatıĢma ortamı bertaraf edileceğinden, doğal isteklerine ulaĢma olanağı
bulacaklardır.93
Sonuç olarak, devletin egemenliği, ülke sınırları içinde en üstün güç olmayı,
denetim ve güç tekelini elinde bulundurmayı ifade eder. Bu tanımlamanın özerklik
kavramını da içerdiğini belirtmek gerekir. O halde, egemenlik unsuru sayesinde
devlet, örgütlendiği toprak parçasının sınırları içinde bölünmez, sınırları dıĢında ise
bağımsız kılınmıĢtır. Her iki unsura içkin olan unsur süreklilik, sürekliliği sağlayansa
kurumsallaĢmadır. Ancak Bodin‟in egemenlik kuramı, Tanrı‟yı tam anlamıyla
soyutlayamadığı için eksik olarak nitelendirilmektedir.94 : “Sosyal sözleĢme kuramı
egemen
gücü
Tanrı
eksiksizleĢtirecektir.
yerine
Artık
toplumla
soyut
güç,
bağlantılı
varlığını
kılarak
consensus‟la
yönetilenlerin
rızasına
dayandıracaktır. Bu, ulus egemenliğine açılan yoldur…” 95
KurumsallaĢmıĢ devlet iktidarı meĢruiyetini toplumu düzenleyen ve tek
kullanımla tükenmeyip süreklilik arz eden dünyevi yasadan (hukuk kurallarından)
almakta, yasanın uygulanmasını ise toplumdan farklılaĢarak yöneten sıfatını kazanan
tek ve mutlak bir güç eliyle gerçekleĢtirmektedir. MeĢruiyetin kaynağı dünyevi
92
A.g.y., s. 76.
A.g.y., s. 78.
94
Akal, a.g.y., s. 78.
95
A.g.y., s. 77.
93
33
yasayı yaratan toplum kendi düzenini kendi belirlerken, düzeni tesis etme gücünü
devretmiĢtir. Batı siyasi düĢüncesinde bu devir sosyal sözleĢme kuramı ile
açıklanmaktadır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, kurumsallaĢmıĢ siyasi iktidar tipine karĢılık
gelen devleti kökenindeki toplum açıklar. Devletin kaynağı toplumdur, çünkü
düzenleyici ilke yasayı yaratan ve yasanın toplumdan farklılaĢan bir güç eliyle
uygulanmasını sağlayan toplumun kendisidir. Devleti meĢru kılan toplum, modern
siyasi-hukuki kavramsallaĢtırma çerçevesinde ifade edilmekte, ulus da toplumu
oluĢturan bireylerin ötesinde ve üstünde yer alan soyut bir bütüne karĢılık
gelmektedir. Ulusa ayrı bir kiĢilik kazandıran söz konusu soyutluk ise, bireyler
topluluğunun birbiriyle uzlaĢması ile ilgilidir. “… modern siyasi-hukuki düĢüncenin
temel iki kavramı … : Hukuki statüya sahip topluluk ve soyut bütün içinde, bağımlı
statüye sahip topluluk üyesi; siyasi (devlet) ya da sosyal (toplum) corpus ve
birey…”.96
Sosyal sözleĢme kuramlarının gösterdiği Ģekilde, toplumu oluĢturan bireyler
kendi aralarında anlaĢarak, yani rızalarını ortaya koyarak güçlerini devretmiĢ ve bu
sayede egemenliği kurmuĢlardır. O halde, devlet iktidarının kurucu unsuru
egemenliği açıklayan bölünmezlik ve süreklilik unsurları, yöneten-yönetilen
(egemen-halk,
devlet-sivil
toplum)
ayrımına
dayanmakta,
bu
ayrım
ise,
yönetilenlerin rızası ile kazanılmıĢ olan, yönetenin meĢru güç tekelini ifade
etmektedir.
96
Akal, a.g.y., s. 81.
34
5.2. RÖNESANS
1300‟lü yıllarda Avrupa‟da 17. yüzyıla dek etkisini sürdürecek bir kültürel
hareketlenme dönemi baĢlamıĢtır. Antikiteye duyulan merakla birlikte klasik
geleneği yeniden canlandırma niyetinin tetiklediği ve adını “yeniden doğuĢ”
anlamına gelen Rönesans kelimesinden alan bu hareketin baĢlangıç yeri Ġtalya‟dır.
Modern Avrupa kültürünün ilk ıĢıklarının Rönesans‟ta belirdiği yönünde bir
anlayıĢ vardır. Ancak Rönesans‟ın, yakın geçmiĢi olan ortaçağdan esaslı bir kopuĢa
karĢılık geldiği konusunda biraz temkinli olmak gerekir. Nitekim Burke, Rönesans‟ın
Avrupa ya da dünya tarihindeki yerini yeniden gözden geçirdiği kitabında, modernite
süreciyle bağ kurmaktan ziyade, Rönesans‟ı bu süreçten ayrıĢtırmayı ve ortaçağ
kültürüyle gerilimli iliĢkisini vurgulamayı önemsemiĢtir.97 Rönesans‟ı yaĢayanlar
“kendi zamanlarını karanlığın ardından gelen bir ıĢık, uykudan sonra bir uyanıĢ,
ölümden sonra hayata geri dönüĢ, bir restorasyon ya da yeniden doğuĢ olarak tasvir”
etseler de ortaçağ kültürünün bu dönemdeki varlığını yok sayabilmek mümkün
gözükmemektedir.98
Dolayısıyla,
aĢılmak
istenen
kültürün
içinde
yetiĢmiĢ
olunduğunu göz önünde bulundurarak, Rönesans‟ı bir geçiĢ ve çeĢitlilik dönemi,
geride bırakılanla kendisine varılmak istenenin hem birbiriyle çatıĢtığı hem de
birbirine karıĢtığı çok yönlü bir ortam olarak nitelendirmek yerinde olacaktır.
97
Peter Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, çev: Uygar Abacı, Literatür
Yayınları, Ġstanbul, 2003, s. 2, 3.
98
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 25.
35
“Eski”yi simgeleyen, ortaçağ‟ın kendi içine kapalı, bütünsellik iddiası
taĢıyan, Kilisenin öğretilerine dayanan Hıristiyanlığı evrensel bir kültür olarak gören,
kiĢisellikten uzak din temelli düĢünce yapısı idi. “Yeni” olan ise, antikitenin keĢfiyle
birlikte, dogmatik bağlılıklardan sıyrılmıĢ, akla dayanan ahlâki sorumluluklar
yüklenmiĢ bir “insan” düĢüncesini merkeze alma yönünde bir bilince sahipti.
Burke, Rönesans‟ı üç dönem halinde incelemiĢtir: Erken, Yüksek ve Geç
Rönesans. Ġlk dönem, Ġtalya‟da antikitenin yeniden keĢfedilmesi ve bu keĢfin; yani
klasik antikiteye göre biçimlenen yeni Ġtalyan kültürünün, Avrupa‟nın diğer
ülkelerine yerel özelliklerin yorumlayıcı etkisiyle dönüĢerek, yaratıcı bir biçimde
yayılması sürecini içermektedir. Burke‟nin ifadesiyle, “bu ilk aĢama, hareketin daha
sonraki aĢamalarına olduğu gibi aktarılacak olan ana unsurların, yani antik Roma ve
sınırlı bir noktaya kadar Yunan kültürünün, keĢfedildiği ve bu klasik modellere
öykünen reformların yapıldığı bir çağdır.”99 Diğer bir deyiĢle bu ilk aĢama, geç
dönem ortaçağ kültürünün ayırt edici kültürel özellikleri olan Gotik sanat, Ģövalyelik
ve skolastik felsefenin, artık alanlarında tekel olmaktan çıkıp, antik dünyadan
uyarlanan değerlerle rekabete ve etkileĢime girmeye baĢlamasına iĢaret etmektedir.100
Bu klasik değerler ıĢığında Rönesans düĢüncesinin ilgilendiği önemli bir
sorun “insan” sorunudur. Hümanizm kavramı da insanın özü ve bu dünyadaki yeri
meseleleriyle uğraĢan çalıĢmalara verilen bir isim olduğundan101, genel olarak
Rönesans hareketinin, insanın kapasitesini önemseyen, insani olanı saptama
99
Burke, Avrupa'da Rönesans:Merkezler ve Çeperler, s. 19.
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 20.
101
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 16. Basım, Remzi Kitabevi, Ġstanbul, 2005, s. 167.
100
36
açısından doğruyu yanlıĢtan ayırabilme yetisine vurgu yapan, etik tabanlı hümanist
bir karaktere sahip olduğu söylenebilir. Bununla bağlantılı olarak hümanistlerin,
düĢünsel yaĢamdan çok güncel kent yaĢamı ile ilgilendikleri, vatanseverliğe ve
güncel yaĢamdaki yurttaĢ sorumluluğuna önem verdikleri belirtilmektedir.102
16. yüzyıl‟da Rönesans, baĢka ülke ve sosyal gruplara yayılma anlamında
doruk noktasına ulaĢarak çok daha fazla etkinlik alanına temas etmeye baĢlamıĢtır.
Bu
nedenle
yerelleĢme,
gündelik
hayatın
bir
parçası
olma
eğiliminden
bahsedilmektedir.103 Burke, bu dönemde Rönesans düĢüncesinin de değiĢtiğini ifade
eder: “ On altıncı yüzyıl ortalarına gelindiğinde, yeni bir çağda yaĢadıklarını iddia
edenler, antikitenin yeniden hayat buluĢunun yanı sıra, muhtemelen matbaanın ve
barutun icadını ve Yeni Dünya‟nın keĢfini de kastediyorlardı.”104 Ayrıca tüm bu
keĢifleri bir bilgi patlamasının, bilgi birikiminin izlediğini de belirtmek gerekir.105
Değinilmesi gereken bir diğer nokta, Rönesans‟ın önemli bir baĢarısı olarak
kabul edilen “benliğinin peĢinde olan ve onu keĢfeden insanın birey olarak
biçimlenmesi” olgusudur.106 Bu olgunun içeriği aslında benliğin algılanıĢında ve
dıĢarıya sunuluĢunda yaĢanan bir değiĢime iĢaret etmektedir. Örneğin, mektup ve
“materyal kültürün birçok formu -elbiseler, evler, mobilyalar-” aracılıyla benliğin
sunuĢu gerçekleĢtirilmekteydi. Yine aynı Ģekilde, kiĢiselleĢtirilmiĢ bir arma taĢıyan
madalyalar da kendini sunuĢun önemli bir Ģeklini oluĢturmaktaydı.107 Biyografi ve
102
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 31, 32.
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 169, 171.
104
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 171.
105
Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, s. 13.
106
Bkz. Gökberk, a.g.y., s. 168.
107
A.g.y., s. 217, 218.
103
37
portrelerin yükseliĢi de bu bağlamda değerlendirilmektedir; özellikle portreler
“gerçeğe daha fazla benzerlik” yönündeki talepleri de karĢılamaktaydı.108 Ancak
belirtmek gerekir ki, Burke bu noktada da bir gerilimden, “bireyselci olan” ile
“toplumsal rolü vurgulayan” arasında yaĢanan bir gerilimden, tekil bireylerin yanı
sıra sosyal rollerin ifadesi olan portre ve biyografilerin de aynı zaman dilimindeki
varlığından bahsetmektedir.109
Doğanın öğrenilmesine duyulan ilgi de yine Rönesans‟la birlikte canlanıĢa
geçmiĢ ve 17. yüzyılda doğanın algılanıĢı önemli bir reform geçirmiĢtir. ġöyle ki,
doğa filozofları da hümanistlerin antikiteye verdikleri önemi paylaĢıyorlardı; ancak
Burke‟nin belirttiği gibi, “antiklerin bilgeliğini yeniden ele geçirmek için giriĢilen
çaba, tamamıyla yeni olan bilgiler üretmeye baĢlamıĢtı.”110 Francis Bacon‟un
sistematik hale getirdiği, Descartes‟in felsefeye uyguladığı, Kepler ve Galilei‟nin
kurucusu olduğu yeni anlayıĢ, Aristoteles ile özdeĢleĢen geleneksel kozmos
imgesinin yıkımına yol açarak “objektif bir doğa bilgisine”, “bilgi aleminde
matematiğin önceliğine”, evrenin “mekanik bağlamda açıklanabileceği düĢüncesine”
yönelmiĢtir.111 Ayrıca Bacon‟ın “bilmek, egemen olmaktır” Ģeklindeki temel
düĢüncesi, insanı doğaya egemen kılacak bir yöntem geliĢtirmek amacıyla iĢe
koyulduğuna iĢaret etmesi açısından önemlidir.112 Dolayısıyla, akılcı ve nesnel
düĢüncenin baĢka alanlardaki itibarı da göz önünde bulundurulduğunda,113 17.
108
A.g.y., s. 222.
A.g.y., s. 223.
110
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 132. Ayrıca bkz, a.g.y., s. 129-132.
111
Gökberk, a.g.y., s. 214 ve Burke, Avrupa'da rönesans: merkezler ve çeperler, s. 226.
112
Bkz. Gökberk, s. 214, 215.
113
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 227.
109
38
yüzyılla birlikte antikitenin saygınlığını yitirmeye baĢladığı söylenebilir; ancak
hümanizm bir süre daha hayatta kalmaya devam edecektir.114
5.3. AYDINLANMA
“…[S]es, Ģimdi ilk kez geriye doğru değil ileriye doğru tınlıyordu: Bu çağ,
kuruluĢunu ideal bir geçmiĢin sözüm ona yeniden üretilmesinde değil, aklın
ve tinin kendi güçlerine güven duymakta arıyordu. Hayal edilen bir geçmiĢin
yerine hayal edilen dünyevi bir gelecek, ilk kez insanlığın gözünün önünde
bulunuyordu! ... Ġnsan doğasının iyiliği, mükemmelliğe olan yatkınlığı,
eğitimin ilerlemesi inanç kuralı olmuĢtu. ġimdi tanınan ve sevilen doğanın …
aklı, her zamankinden daha arı bir sevgiyle kendi izleğini takip ettiğinde, her
Ģey daha iyi olacaktı.”115
1680 ile 1780 arasında Avrupa, yoğun ve sınırlarını saptaması güç bir
dönüĢüme sahne olmuĢtur. Özü itibariyle bütün düĢüncelerin harekete geçmesini
ifade eden Aydınlanma bu dönüĢümün hareketidir ve modern olanın ilk iĢaretlerini
bize sunmaktadır. Sınıfsal açıdan, burjuvazinin geleneksel düzeni değiĢtirmek ya da
hiç olmazsa reforme etmek amacını taĢıdığı bir tarihsel döneme iĢaret eden116
114
Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 229 vd.
Huizinga‟dan aktaran Ulrich Im Hof, Avrupa'da Aydınlanma, çev: ġebnem Sunar, Afa Yayınları,
Ġstanbul, 2004, s. 133.
116
Mehmet Ali Ağaoğulları – Filiz Çulha Zabcı – Reyda Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, Ġmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, s. 233.
115
39
Aydınlanma Avrupa‟sı, yaĢanan geliĢmelerin damgasını taĢıyan iki önemli zaman
dilimiyle açıklanabilir: 1680-1715 ve 1730-1770117
Ġlk dönem, “akla inanıp güvenmede” kendisinden önceki yüzyılları geride
bırakan 18. yüzyılın, bu niteliğinin oluĢumunu haber vermektedir. Yukarıda
değinildiği gibi yeni doğa bilimi, doğanın mekanist açıdan keĢfi sayesinde doğanın
yapısının doğru bir kavrayıĢına ulaĢmıĢ ve böylece insanın doğa üzerindeki
egemenliğinin yolunu açmıĢtı. Ancak bu keĢif yöntemlerinin yöneldiği konu doğa ile
sınırlıydı. 18. yüzyılın farkı aynı yöntemleri kültür alanına da uygulaması ve yeni
doğa bilimine paralel bir kültür bilimleri yaratma çabasıdır. Bu sayede özellikle
siyaset ve din alanı doğa karĢısında baĢarı kazanan aklın doğruları ile kavranıp
çözümlenmeye ve bu alanlarda da benzer bir egemenlik kurulmaya çalıĢılmıĢtır.118
Ġnsanın özgürlük ve mutluluğunun, geleneklerin köleliğinden kurtulmuĢ böylesi bir
aklî kavrayıĢtan geçtiğine inanılmaktadır.
Pierre Chaunu bu dönemi, Paul Hazard‟ın “Avrupa bilincinin bunalımı”
formülüyle karĢılar.119
“Bilinç bunalımı”: Çünkü Chaunu‟ya göre Söylem‟e ait
olması gereken bir alanın akla aidiyeti savunulmaktadır: “Descartes, siyaset ve din
alanını, devletin içinde tanrıyla ve insanla olan iliĢkiyi isteyerek yeni metodolojinin
dıĢında bırakmıĢtı. Bu temkinlilik, bana göre aĢamaların, sınırların, karmaĢıklığın
tam bilincidir. … 1680-1715 döneminde doğa dini ortaya çıkarak, toplumsal bir
117
Bkz. Pierre Chaunu, Aydınlanma Çağı Avrupa Uygarlığı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Dokuz
Eylül Yayınları, Ġzmir, 2000, 8, 9.
118
Gökberk, a.g.y., s. 290, 291; Chaunu, a.g.y., s. 8, 9; Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, a.g.y., s. 234,
237.
119
Chaunu, a.g.y., s. 8.
40
bilimin ilk olumlaması ve bunun da ötesinde, siyaset üzerinde apriori rasyonel bir
etki talebi haline gelmiĢtir.”120
Aklın bilinci bunaltan bu kutsanıĢının; diğer bir deyiĢle, “Tanrıya olan
inancın kesinliği yerine dünyevi bir belirsizliği tercih ediĢin”121 doğurduğu Ģey
muazzam bir mekansal dönüĢüm olacaktır. 1680 tarihi ile Klasik Avrupa
“merkezinde yayılan, çevresinde kilitlenen”122 küçük bir boyuttan büyük bir boyuta
geçiĢ sürecini, yüzyılın sonunda aĢırı noktalara varacak bir biçimde yaĢayacaktır.
Avrupa mekânında gerçekleĢen ilerlemenin bilincine varılması aynı zamanda,
Avrupa çerçevesinin dıĢında kalan dünyaya karĢı kültürel üstünlük iddiasını
ĢekillendirmiĢtir. Üstün kültürel birlik olarak Avrupa, insanlık ilkelerini kendine mal
ederek, iyiliksever ahlâkı ile toplumun mutluluğunu gözeten bir Hıristiyanlığı
Avrupa uygarlığının parçası olarak sunmaktadır.123 “Ve Encyclopédie Ģu sonuca
varmaktadır: “Avrupa‟nın yüzölçümü itibariyle dünyanın dört bölümünün en küçüğü
olmasının pek bir önemi yoktur, çünkü ticareti, denizciliği, verimliliği, ıĢıkları ve
endüstrisi; sanat, bilim ve zanaat bilgisiyle hepsinin en önemlisidir.”124
Kültürel konumu tek bir doğruda mutlaklaĢtırma eğilimleri, yüzyılın sonlarına
doğru, “akla körü körüne inanç” noktasına ulaĢan, radikalleĢen Aydınlanma‟yı ve bu
tutuma yönelen tepkileri gündeme getirecektir. Özellikle “Aydınlanma gereklerinin”
120
A.g.y., s. 9.
A.g.y., s. 34.
122
A.g.y.
123
A.g.y., s. 36.
124
A.g.y., s. 37.
121
41
buyruklara konu olarak politik baskı unsuruyla sağlanmaya çalıĢılması itirazlara yol
açmıĢtır.125
Chaunu, Aydınlanma Avrupa‟sına rengini veren ikinci zaman dilimini “Vital
Revolution (Hayat Devrimi)” olarak nitelendirir.126 YaĢam alanındaki devrimi
mümkün kılan üç geliĢme söz konusudur: Avrupa nüfusunun artması, yaĢam
süresinin uzaması ve okuma-yazma öğretiminin yaygınlaĢması. Ġnsan sayısı 16801780 arasında iki katına çıkmıĢ ve artıĢın büyük bir kısmı 1730-1780 aralığında
gerçekleĢmiĢtir.127
Bu ikiye katlanıĢ dayanıklılığı itibariyle de önemlidir: insan
hayatı uzamıĢtır. Hayatın maddi koĢullarının iyileĢmesi, iletiĢim olanaklarının
geliĢmesi, kendi zenginliği için uyruklarının hayatını önemseyen hükümdarın (kralın)
sağlık politikaları gibi faktörlerle büyük ölçüde ilintili olan “ölüme karĢı mücadelede
kazanılan zafer”, “okur-yazar uygarlığının” büyüyen hacmi olgusunda elbette
belirleyici olacaktır. Chaunu‟nun belirttiği gibi: “Ölüme yatırım yapılmaz: genel
okur yazarlık ancak yeterli bir ölüm beklentisi halinde verimlidir. En yüksek okur
yazarlık oranları, çocuk ölümlerindeki kitlesel bir düĢüĢle atbaĢıdır; en düĢük oranlar
ise köhne çocuk ölüm oranlarına eĢlik etmektedirler.”128
Okuma-yazma becerisinin yaygınlaĢması ve küçük yaĢta edinilmesi ile
birlikte düĢüncelerin yolu açılmıĢ, bilgi alanı ve aktarımı geniĢlemeye baĢlamıĢtır.
125
Bkz. Hof, a.g.y., s. 222-229. “Her Ģeyin matematiğe uydurulmasını isteyen” Aydınlanmanın zorba
yüzü, “aydınlanmamıĢ dünyada yanlıĢtan, batıl inançtan, karanlıktan ve barbarlıktan baĢka bir Ģey
görmüyordu.” A.g..y, s. 227. Ayrıca bkz. Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, çev: Mehmet
Küçük, Sarmal Yayınevi, Ġstanbul, 1996, s. 68-73.
126
Chaunu, a.g.y., s. 9.
127
A.g.y., s. 183. Avrupa nüfusu 1450-1650 arasında da; 11. yüzyılın ortasından 13. yüzyıl sonuna
kadar olan sürede de ikiye katlanmıĢtır. Ancak 18. yüzyıldaki artıĢ, hızı, hareket noktası, niteliği
bakımından öncekilerden farklı bir karaktere sahiptir. Ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.y., s. 74, 75.
128
A.g.y., s. 116, 117.
42
Aslında düĢüncedeki temel değiĢim, evrenin sonsuzluğunu müjdeleyen soyutlamanın
keĢfi nedeniyle bir önceki yüzyıldan miras kalmıĢtı. 17. yüzyılın katı çevre yapısı
soyutlamayı mümkün kılmıĢ, düĢüncenin nesnelerden, çevreden, toplumsal
pratiklerden sıyrılarak özerkliğini kazanmasını sağlamıĢtı.129
18. yüzyılda ise
mekânın ve insanın dönüĢümü yoluyla çevre hareketlenmiĢtir. Çevrenin cazibeli hale
gelmesi, düĢünce ile nesneler arasındaki etkileĢimin kitlesel bir biçimde geri
dönmesine ve soyutlamanın da bir parça gerilemesine yol açmıĢtır.130 Dolayısıyla,
bilgi ve düĢüncenin yaygınlaĢan üretimi yalnızca entelektüel kapasitenin canlanması
sonucunu doğurmamıĢ, aynı zamanda, bilgi birikiminin nesnelere uygulanabilmesi
sayesinde maddi hayatın verimlilik yönünde hareketlenmesine de hizmet etmiĢtir.
DüĢünce/nesne bütünleĢmesi mesleki yetkinliğin geliĢmesi anlamına gelmektedir:
“Geleneksel kültürle yazılı uygarlığın kesiĢme noktasında yer alan okuyan
zanaatkâr, artık daha kolay biçim verebileceği bir yapma bilgisini daha çabuk
edinmekte, aklında daha iyi tutmaktadır. … Bu durum düĢüncenin damgasını
nesnelere vuran hareket ve el tekniklerinin hızla devreye sokulmasına katkıda
bulunmuĢtur.”131 Maddeye elle egemen olma ustalığının kazanılması, Endüstri
devrimin makineleĢen dünyasının da habercisi olmaktadır.
Sonuç olarak, 18. yüzyıl Aydınlanma Avrupa‟sı gündelik gerçeklikle
doğrudan iliĢkili, çok yönlü düĢünceler üreten bir pratik ilerleme yüzyılı; hareketin,
hissedilen yaĢamın yüzyılı olarak anılmaktadır.132 Gerçekten de, niceliksel ve
129
A.g.y., s. 177.
A.g.y., s. 178.
131
A.g.y., s. 22.
132
A.g.y., s. 21, 24.
130
43
niteliksel açıdan güçlenen, daha uzun bir yaĢama kavuĢan insanlık, maddi hayatın
çerçevesinde deneysel yönü ağır basan bir zenginlik ve çeĢitliliğe tanık olmaktadır.
Yeni bir deneyim tarzı biçimlenmektedir: modernlik.
Modern olmak hem bir değiĢim heyecanını, hem de bir yokoluĢ dehĢetini
içinde barındıran çeliĢkili bir durumdur. Modern deneyim ve olanaklar bir yandan
kendimizi ve dünyayı dönüĢtürme gücünü sağlarken, bir yandan da benliğimizi ve
çevremizi kalıcılıktan uzaklaĢtıran “sürekli yenilenme”nin yaydığı tedirginliği
hissettirir. Bu baĢdöndürücü yapı modern hayatı kuran modernleĢme süreçlerinden
kaynaklanmaktadır: bilimsel bilginin geliĢimi ve teknolojiye dönüĢümü, sanayi
toplumunun oluĢumu, demografik alt üst oluĢ, hızlı kentleĢme, gittikçe daha çok
insanı birbirine bağlayan kitle iletiĢim sistemleri, ulus-devletlerin artan gücü,
hayatlarının kontrolünden olan insanların kitlesel toplumsal hareketleri…133 Maddi
hayattaki bu değiĢimin algılanmaya baĢlanması önemli bir çığır açacaktır: değiĢimi
yorumlayan bir yığın görüĢ ve düĢünce, sanatsal üretim harekete geçecektir.
133
Bkz. Marshall Berman, Katı Olan Her ġey BuharlaĢıyor, çev: Ümit Altuğ – Bülent Peker, 8.
Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 27-29.
44
ĠKĠNCĠ BÖLÜM
MODERN TOPLUMDA BĠLGĠ / ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ
I. TOPLUMSAL DÜZENĠN SARSILMASI VE GÜVENLĠK
MESELESĠ
16. ve 17. yüzyıllar, azınlık için büyük bir servet artıĢının, çoğunluğu
oluĢturan kitleler için yoğun bir sefaletin yaĢandığı aĢırı dengesiz bir dönem
olmuĢtur. Huberman bu durumu iki sebeple açıklamaktadır. Ġlki her zamanki gibi
periĢanlık üreten savaĢın yıkıcı etkisidir; ikincisi ise insanlığa “altın” çağını
fısıldayan Yeni Dünya‟nın keĢfedilen bereketi.134
Bereketli Amerika topraklarından Ġspanya‟ya gelen altın ve gümüĢ büyük bir
hızla Avrupa‟da dolaĢıma girmekte, sonuç olarak paranın değeri düĢerken fiyatlar
gittikçe yükselmektedir. “ÇalıĢan adam bu durumda ya kemerini sıkmalı ya artan
maliyetleri karĢılayacak ücret artıĢını sağlamak için savaĢmalı, ya da dilenci
olmalıydı. Fiyat devriminin sonunda üçü de oldu.”135 Fiyat artıĢından olumsuz
etkilenen sabit gelirli çevrelerden toprak beyleri, durumlarını düzeltmek için bazı
yöntemler denemeye baĢlamıĢlardır. Bunlardan biri, tarımsal teknolojiyi geliĢtirecek
ama aynı zamanda çok sayıda insanı sıkıntıya sokacak olan, daha kârlı iĢlerin
134
135
Huberman, a.g.y., s. 113.
A.g.y., s. 119.
45
üretimine elveriĢli hale getirmek amacıyla toprakların birleĢtirilerek çitlerle
çevrilmesi iĢlemidir. Örneğin, yükselen yün fiyatları koyun yetiĢtirme iĢini kârlı bir
hale getirmiĢtir. Bu nedenle toprakları çiftlikten koyun otlağına döndürmek, daha
fazla para kazanma imkânı sağlaması nedeniyle tercih edilmekteydi. Ancak koyun
yetiĢtirmek, çiftlikte çalıĢan insan sayısından daha azıyla halledilecek bir iĢti;
dolayısıyla bu çevirme iĢlemi pek çok kiĢinin topraktan kovulmasına ve geçimini
sağlayamaz duruma düĢmesine yol açmıĢtır.136 Topraktan daha fazla para elde etmek
için rantı ve vergileri yükseltmek ya da toprağı daha fazla para verecek bir baĢkasına
kiralamak da aynı Ģekilde, çok sayıda (eski) kiracının fahiĢ fiyatlar yüzünden toprağı
bırakması ve sefalete düĢmesi sonucunu doğurmuĢtur.137
Dolayısıyla, yersiz
yurtsuzlaĢan serseriler ve dilenciler yığını endiĢe verici bir biçimde etrafı
kaplamaktadır:
“Koca köyler ıssız kaldı, yerlerinden edilen halk yollarda aç kaldı, dilendi ya
da hırsızlık etti. … Krallar gerçekten endiĢeliydi. Köylerin terk edilmesini
önlemek istiyorlardı. Korkularının bir nedeni ordunun köylülerden ve küçük
mülk sahibi sınıflardan meydana gelmesiydi. Ayrıca, geçimleri ellerinden
koparılan bu köylüler vergi öderler ve kraliyetin baĢlıca gelir kaynaklarından
birini oluĢtururlardı. Üstelik bu gezginci dilenci çeteleri de gerçek bir tehlike
haline geliyorlardı – yakıp yıkıyor, çitleri söküyor, ayaklanıyorlardı.”138
Bununla beraber, 16. yüzyılda yaĢanan ani nüfus artıĢı, yoksulluk ve
baĢıboĢluk halinin Ģiddetlenmesine, artan sayıda insanın ekonomik açıdan
136
A.g.y., s. 121.
A.g.y., s. 122, 123.
138
A.g.y., s. 124.
137
46
gereksizleĢmesine, dolayısıyla toplumsal açıdan dayanaksız kalmasına sebep
olmuĢtur. Bauman‟ın belirttiği gibi, “toprak mülkiyetinin yeniden düzenlenmesi ve
tarım teknolojisinin verimliliğindeki bununla bağlantılı artıĢ, geleneksel köy
cemaatlerinin yeni nüfusa iĢ ve yiyecek sağlamasını engellemiĢtir.”139
Bütün bu geliĢmeler toplumsal düzeni derinden sarsan etkiler yaratmıĢtır.
Çünkü yaĢanan değiĢimler, geleneksel denetim mekanizmalarının kontrol etmekte
yetersiz kaldığı bir insan grubu üretmiĢtir. Bu grubu oluĢturanlar için, “Efendisiz
insanlar” da denmektedir, “aylaklar” da,
“gezginci dilenci
çeteleri” de.
“Efendisizler”, davranıĢlarından dolayı sorumluluk taĢıdıkları bir üstleri ve
geçimlerini karĢılama karĢılığında itaat talep edebilen bir cemaatleri bulunmayan,
aidiyetsiz insanlar topluluğunu ifade etmektedir. Kırdan koparak zorunluluktan kente
yönelmiĢlerdir; sayıları da durmadan artmaktadır.140 “Aylaklar” da aynı Ģekilde her
türlü bağdan azadedir; ama daha ziyade göçebe nüfus olarak tanımlanmaktadırlar.
Tehlikeli oluĢlarını da, yerel cemaatlerin yaĢamlarına beklenmedik ve keyfi bir
biçimde dalmalarına yol açan bu tekinsiz göçebeliklerine borçludurlar: “Onlar, hiçbir
uyarıda bulunmaksızın ortaya çıkıp yok oluyorlar, inatla yabancı olarak kalıyorlar ve
cemaat onları, her yere nüfuz eden bakıĢına tabi tutmak suretiyle içinde eritemeden
ortadan kayboluyorlardı.”141
Sonuç olarak, kırda ve kentte, ne yapacağı kestirilemeyen ve denetlenemeyen
akıĢkan bir kitle kol gezmekte, güvenli bir düzen kurmaya uğraĢan çalıĢan kesime
139
Zygmunt Bauman, Yasakoyucular ile Yorumcular, çev: Kemal Atakay, Metis Yayınları,
Ġstanbul, 1996, s. 52.
140
A.g.y., s. 53.
141
A.g.y., s. 53.
47
büyük korkular yaĢatmaktadır. Güvenlik bunalımına sebep olması nedeniyle
korkulan bu efendisiz ve aylak kalabalığın, belli değerler süzgecinden geçirilmek
suretiyle dıĢlandığı da söylenebilir. Ancak belirtmek gerekir ki, modern anlamda
sınır çekme giriĢimleri/dıĢlama mekanizmaları henüz tam anlamıyla oluĢmamıĢtır;
bu yönde bir eğilim, niyet ve bir ilk adım söz konusu olmakla birlikte, somut
gerçekliğin ürettiği çaresizlikle Ģekillenen iĢlevsel bir anlamlandırma daha ön
plandadır. Nitekim koĢullar, “istenmeyen”le birarada bulunmaya engel olamayarak,
dıĢlamanın konforundan ziyade, yabancıyla burun buruna durmanın katlanılmaz
korkutuculuğunu taĢımaktadır:
“Yoksulların toplumsal olarak kabul edilen yeni tanımı, bir insanın geçimini
sağlamaktaki
yeteneksizliğinden
kaynaklanan
ahlaki
ayıp
üzerine
odaklanmıĢtı. ĠĢin insanı yücelten etkisi o kadar önemli değildi; asıl önemli
olan, çalıĢmanın, her zaman bir efendiye sahip olmak, bir cemaate ait
bulunmak ve diğer durumlarda da göz önünde, dolayısıyla denetim altında
olmak anlamına gelmesiydi. Öte yandan, iĢsiz olmak, toplumsal denetimden
kaçmak, „toplumsal açıdan görünmez‟ kalmak demekti.”142
O halde, çalıĢma görevini yerine getirmeyen insan ordusunun kontrol altında
tutulması bir Ģekilde sağlanmalıdır; bunun için de, denetim iĢlevini yitirerek eskimiĢ
yöntemler değiĢmeli, yeni bir toplumsal düzen acilen inĢa edilmelidir.

“Ötekinin inĢa edilmesi ve böylece uzaklaĢtırılması, yani ötekinin insanlığın aynı zaman-uzamından
kovulması” yoluyla gerçekleĢen “tüm modern sınır çekme giriĢimlerinin kökünde, akıl ve akıl dıĢı
arasında yapılan ayrım” yatmaktadır. Wagner, a.g.y., s. 69, 70.
142
Bauman, a.g.y., s. 54.
48
1. ESKĠ DÜZEN
Feodal dönemde birey, bağlı olduğu grubun görüntüsünden ibaretti, anlamını
gruptan alıyordu. Birey ve grup ayrılmaz bir bütün olarak düĢünülüyor; yalnız kalan
kiĢinin uğursuzluk ve kötülük yaymaktan baĢka bir iĢe yaramayacağına inanılıyordu.
Maddi ve manevi güvensizlikten kurtulmanın tek yolu olarak, bağlı olunan zümre ile
birlikte dayanıĢma içinde hareket etmek gerekiyordu. Feodal dönemde grup
kendisine bağlı olan tüm bireylerin hayatını izlemek ve denetlemek zorundaydı:
“Güvenlik, bir dizi toplumsal dayanıĢma aracılığıyla sağlanmaya çalıĢılıyordu.
Ayazdan korunmak için bedenlerine giysiler giydikleri gibi, kendilerini aile,
akrabalık, köy ya da kasaba cemaati adını verdikleri, birbiri ardı sıra gelen insan
iliĢkileri katmanlarıyla kuĢattılar …” 143
Feodal dönemin nispeten küçük ve sınırları belirli cemaatlerden oluĢan
parçalı yapısı, ancak kısıtlı bir alan içinde mümkün olabilecek olan, herkesin yakın
iliĢkiler yoluyla izlenmesine ve denetlenmesine dayalı bu tarz bir güvenlik üretimine
olanak tanımaktaydı. Ġnsanları birbirlerinin bakıĢına sunan söz konusu yakın iliĢkiler,
feodal güvenlik ortamının temel niteliğini oluĢturan “ötekini bilinir kılma”
becerisinin kaynağında yer alıyordu. Bauman‟ın ifadesiyle, “bu beceri, ancak tam
olarak “görüĢ alanı içinde” kaldıkları sürece tüm “öteki”lere uygulanabilirdi.” 144
143
144
Muchembled‟dan aktaran: Bauman, a.g.y., s. 51.
A.g.y., s. 52.
49
Feodal toplumun yoğun sosyalliği içinde sahip olduğu baĢkalarını izleme ve
denetleme imkânları,
yukarıda bahsettiğimiz gibi, kalabalıklaĢan
ve para
ekonomisinin geliĢimini yaĢayan modern çağın eĢiğindeki Avrupa dünyasında,
geniĢleyen
toplumsal
mekâna
ve
giriftleĢen
toplumsal
iliĢkilere
uyum
sağlayamayarak imkânsızlığa düĢmüĢtür. Dolayısıyla, 16. ve 17. yüzyılın korku
yüklü atmosferi, esas itibariyle, “efendisiz-aylak nüfus”u
yatay düzlemde,
geleneksel tanıdık kılma yöntemleriyle zaptedemeyen cemaat denetim sisteminin
yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun üstesinden gelerek yeni bir
toplumsal düzen yaratma iĢini güçlü bir iktidar baĢarabilirdi. O tarihlerde geliĢmekte
olan mutlak devlet bu görevi üstlenecektir. Ancak sürecin iĢleyiĢi, mutlak
hükümranlık anlayıĢının yerini yeni bir iktidar biçiminin almasını sağlayacaktır.
Dolayısıyla, denetimden kaçan kalabalığın toplumda yarattığı korku, yeni iktidar
tekniklerinin
keĢfedilmesine
yol
açarak,
iktidarın
dönüĢümünde
ve
kurumsallaĢmasında önemli bir rol oynayacaktır.
2. “KAPAT(IL)MA”NIN ĠCADI
Mutlak iktidar, iĢsizlik veya dilenciliği ortadan kaldırmak için bir takım
önlemler almaya çalıĢmıĢtır.* Bunların baĢarısızlığa uğraması sonucu keĢfettiği
sonuncu tedbir, önemli sonuçlar doğuracak olan “kapatma” uygulamasıdır. 17.
yüzyılın ekonomik açıdan geliĢme kateden toplumu, iĢsizlik ve sefaletten
*
Dilencilik ve aylaklık devletin yasaları aracılığıyla bir suç olarak tanımlanmıĢ ve bu durumlara karĢı,
bedensel azap çektirme, zorla çalıĢtırma, kentten kovma gibi çeĢitli cezalar öngörülmüĢtür. Bkz.
Bauman, a.g.y., 56, 57 ve Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı,
Ġmge Kitabevi, Ankara, 1995, s. 104-106.
50
kaynaklanan isyanları bastırma konusunda, insanları katledip mülkleri yok ederek
ekonomik felaketlere yol açan eski yöntemleri terk etmek durumunda kalmıĢtır.
Bunun yerine, nüfusun “tehlikeli” görülen bölümünün bir kenarda zorunlu olarak
kapalı tutulması Ģeklindeki daha zararsız yöntem keĢfedilmiĢtir.145
Paris‟te Genel Hastane‟nin kurulmasını düzenleyen 1656 tarihli kararname,
çok sayıda, çeĢitli kurum ve yapının fakirlere tahsis edilmek üzere tek bir yönetim
altında toplanmasını öngörmektedir. Fakirlere iliĢkin gerekli görülen tüm muameleyi
–yönetim, idare, asayiĢ, yargı, ıslah ve ceza- yerine getirmekte yetkili olma görevi
için ise, ömür boyu atanacak olan müdürler düĢünülmüĢtür.146 Foucault‟nun
ifadesiyle: “Genel hastane tıbbi bir kurum değildir. Daha çok yarı adli bir yapı olup,
daha önceden oluĢmuĢ yetkilerin yanı sıra ve mahkemelerin dıĢında karar veren,
yargılayan ve infaz eden bir cins yönetsel bütündür. … Bir düzenin, bu dönemde
Fransa‟da örgütlenmekte olan monarĢik ve burjuva bir düzenin bir yürütme
makamıdır.”147
Ġngiltere‟de, 1575 tarihli daha eski bir yasa, “serserilerin cezalandırılması ve
fakirlerin rahatlatılması iĢlevini üstlenecek ıslahevlerinin (house of correction)
kurulmasını hükme bağlamıĢtır.148 17. yüzyılın ikinci yarısında ise, daha büyük
baĢarı vadeden kapatma kurumları, çalıĢma evleri (workhouses ) adıyla ortaya
çıkacak ve birkaç yıl içinde kapatma uygulamasının bütün önemli yapıları tüm
145
Michel Foucault, “Büyük Kapatılma”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2. Basım, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 105.
146
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 84.
147
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 85.
148
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 90.
51
Avrupa‟ya yayılmıĢ olacaktır.149 Sonuç olarak, Avrupa‟nın çeĢitli ülkelerinde
nüfusun herhangi bir nedenle çalıĢmayan, yeri yurdu olmayan önemli bir kısmı,
resmi denetim altındaki kurumlara, aralarında ayrım yapılmaksızın – “yaĢlılar,
sakatlar, çalıĢamayan veya çalıĢmak istemeyen kimseler, eĢcinseller, akıl hastaları,
müsrif babalar, hayırsız evlatlar”150 gibi- kapatılmıĢtır.
17. yüzyıl Avrupa‟sının genelinde rastlanan kapatma, her Ģeyden önce bir
“asayiĢ” uygulamasıdır. “AsayiĢ” kelimesi klasik dönemde, çalıĢma edimini
mümkün kılan önlemler bütünü ile özdeĢliği çerçevesinde anlamlandırılmaktadır.
Buna göre, yönetimde söz sahibi olmaya baĢladıklarından beri zenginlerin, fakirleri
çalıĢmaya zorlamalarının sebebi, asayiĢi sağlamakla istihdam zorunluluğu arasındaki
ilginin farkına varmıĢ olmalarıdır.151 Bu farkındalık bir dizi kovma tedbiri ve
cezalandırmaya sebep olmuĢtur; fakat ardından “kapatma”, bu amacı gerçekleĢtirmek
üzere yeni bir çözüm olarak devreye sokulmuĢtur: “iĢsiz artık kovulmamakta veya
cezalandırılmamaktadır; ona masrafları ulusa ait olmak üzere, ama kiĢisel
özgürlüğünü kaybettiren bir Ģekilde bakılmaktadır. Onunla toplum arasında adı
konulmamıĢ
bir
zorunluluklar
sistemi
yerleĢmektedir:
beslenecektir,
ama
kapatılmadan doğan fizik ve ahlâki zorlamaya razı olması gerekmektedir.”152
Ekonomik bunalım, kapatma kurumlarının oluĢumunu tetiklemiĢtir. Kapatma
uygulamasının, ekonomik bunalımın yaĢandığı dönemlerdeki asıl iĢlevi de, esas
itibariyle, dilenenleri sabit bir yere tıkmak suretiyle dilenciliğin önünü kesmek
149
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 91, 92.
�Fo�cault,�
�ük Kapatılma”, A 106.
151
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 104.
152
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 106.
150
52
olmuĢtur. Nitekim Paris Genel Hastanesi, ilk kurulduğu zamanlarda, kapatılanlara
istihdam sağlamaktan çok böyle bir amacı gerçekleĢtirmeyi hedeflemektedir.153
Ancak, kapatmanın iĢlevi bununla sınırlı değildir; bunalım dönemlerinin dıĢında
baĢka bir görevi daha üstlenerek yeni bir görünüm edinecek ve yeni bir yarar
sağlayacaktır: “Artık iĢsizleri kapatmak değil de, kapatılmıĢ olanlara iĢ vermek ve
onları herkesin refahı doğrultusunda çalıĢtırmak söz konusudur. Yer değiĢtirme
açıktır: tam istihdam ve yüksek ücret dönemlerinde ucuz emek gücü; ve iĢsizlik
dönemlerinde aylakların emilmesi ve çalkantı ile ayaklanmalara karĢı toplumsal
korunma.”154
Dolayısıyla, kapatma kurumlarının ikili bir iĢlevi yerine getirdiği söylenebilir:
Bir yandan, ekonomik kriz anlarında çoğalan iĢsiz ve aylak nüfusun ayaklanma
tehlikesine karĢı önlem almak suretiyle bu durumun sıkıntı yaratacak toplumsal
sonuçlarını ortadan kaldırmak; öte yandan, ekonomik canlanmanın yaĢandığı
dönemlerde ucuz ve kolay denetlenebilir bir iĢgücünün oluĢmasını sağlamak.155
Foucault, klasik dönem kapatma kurumlarının, kendilerinden beklenen iĢlevi
yerine getirme konusunda baĢarısız olduklarını belirtir. Bunun nedeni, iĢsizlerin
kapatılarak zorunlu çalıĢmaya maruz bırakılması durumunun, rekabet tehlikesi
yaratarak baĢka bölgelerde iĢsizlerin ortaya çıkmasına sebep olmasıdır. 156 Ayrıca,
çalıĢmayan kesimin çalıĢabilir hale getirilmesi için yapılan harcamalar, karĢılığında
153
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 111.
Foucault, Deliliğin Tarihi, s 109.
155
Ferda Keskin, “Sunuş: Büyük Kapatılma”, s. 12 Michel Foucault, Büyük Kapatılma, çev. IĢık
Ergüden – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005. ve Foucault, Deliliğin Tarihi, s.
112.
156
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 110, 113.
154
53
elde edilen yarardan çok zarar göz önünde bulundurulduğunda, kapatma
uygulamasını pahalı ve verimsiz bir yöntem haline getirmektedir. Nitekim, 19.
yüzyılın baĢında kapatılma kurumunun, fakirlerin yer aldığı sefalet merkezleri olarak
miyadını doldurması, baĢarısızlıklarının bir göstergesi niteliğindedir.
Ancak asıl önemli olan, klâsik dönemin bu baĢarısızlık içinde meydana
getirdiği, geri döndürülmesi imkânsız “deneyim alanı”dır. Önemlidir, çünkü aynı
zamanda, pahalıya mal olmalarına rağmen kapatma kurumlarının devamlılığını*
sağlayan ilkenin** oluĢumunu haber vermektedir. Bu deneyim alanı, “akıldan
yoksunluk” çatısı altına sokulmak suretiyle saptanan bir takım deneyimleri
içermektedir – “ahlâk tanımazlık”, “kutsal olanı küçümseme” gibi-.157 Böylelikle,
ahlâki bir değerlendirme iĢe koĢulmaktadır. Bu durum, toplumdan dıĢlanan deliliğe
iliĢkin deneyim biçiminin de habercisi ve belirleyenidir.*** Fakirleri kamuya yararlı
hale getirecek önerileri içeren bir raporda vurgulanan ifade, yukarıda bahsedilenler
açısından değerlendirildiğinde manidardır; ifadeye göre fakirliğin nedeni, “disiplinin
zayıflaması ve adetlerdeki gevĢeme”ye bağlanmaktadır – kıtlık ve iĢsizliğe değil- 158
Dolayısıyla, kapatma uygulaması ile çalıĢtırma talebi arasındaki iliĢkinin de,
esas itibariyle, ahlâki bir algılamaya dayandığı söylenebilir. Bu çerçevede çalıĢtırma
*
Kapatma kurumlarında ısrar edilmektedir. Üstelik, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl baĢında, yani
Fransız Devrimi döneminde önemli bir değiĢiklik meydana gelmiĢ, ilk baĢlardaki külliyen aynı yere
kapatma terk edilerek, kapatılanlar arasında ayrım yapılmaya baĢlanmıĢtır: “akıl hastaları
tımarhaneye, gençler ıslahevlerine, suçlular hapishaneye…” Foucault, “Büyük Kapatılma”, s. 106.
**
Bu ilke, kapatma pratiğinin gerçekleĢtirme becerisine sahip olduğu, insanlara uysallık ve disiplin
aĢılama niyetine iliĢkindir.
157
Bkz. Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 131.
***
18. yüzyılın sonunda deliliğin akıl hastalığı olarak kurulması, akıl ile akıl-olmayan arasındaki derin
yarılmanın bir göstergesi olacaktır: “Kurucu olan, deliliği bölüp ayıran edimdir, yoksa bu bölme bir
kez yapılıp da ortalık yatıĢtığında yerleĢik hale gelen bilim değil. ÇıkıĢ noktası, akıl ile akıl-olmayan
arasındaki mesafeyi koyan yarılmadır; aklın akıl-olmayan üzerinde, onun hakikatini delilik, suç veya
hastalık biçiminde çekip çıkarmak için uyguladığı etkiyse fazlasıyla bu yarılmadan kaynaklanır, ama
uzaktan.” Michel Foucault, “Deliliğin Tarihi‟ne Önsöz”, Büyük Kapatılma, çev: Ferda Keskin, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 21.
158
Aktaran Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 117.
54
edimine, ahlâki yozlaĢmayı ortadan kaldırarak yoldan çıkmıĢların dünyasını hizaya
sokacak bir sağaltma iĢlevi yüklenmiĢtir: “ÇalıĢma ve fakirlik basit bir zıtlık haline
getirilmiĢlerdir, her birinin karĢılıklı kapsamı diğerinin tersine geniĢleyecek veya
daralacaktır. Ve çalıĢmanın kendine özgü bir Ģekilde sahip olacağı sefaleti yok etme
gücü, klasik çağ düĢüncesi açısından çalıĢmanın üretken güçlerinden çok, ahlâki
cazibesinden kaynaklanmaktadır. … Böylece çalıĢma, kapatma evlerinde ahlâki bir
anlam kazanmaktadır: madem ki tembellik isyanın mutlak biçimi haline gelmiĢtir, o
halde aylaklar ne yararı, ne de kazancı olan belirsiz bir çalıĢmaya zorlanacaklardır.”
159
17. yüzyılda Ģekillenen söz konusu kapatma pratiği, “ahlâkın hükmünü
yönetim marifetiyle sürdürdüğü zorlama yerleri”160; diğer bir deyiĢle, “ahlâki düzen
hapishaneleri” yaratmakla kalmamıĢ; aynı zamanda, baĢlı baĢına bir cezalandırma
Ģekli olarak “kapatılma”nın ve cezalandırma mekânı olarak hapishane kurumunun da
temellerini atmıĢtır.161
159
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 113, 116. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “Hapishane Üzerine SöyleĢi:
Kitap ve Yöntemi”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s.
26: “Asıl kavranıĢı içinde cezalandırıcı çalıĢma herhangi bir mesleğin öğrenilmesi değil, çalıĢma
erdeminin öğrenilmesidir. BoĢuna çalıĢmak, çalıĢmak için çalıĢmak, bireylere ideal emekçi biçimini
vermeliydi.”
160
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 119.
161
Keskin, “Sunuş: Büyük Kapatılma”, s. 13.
55
II. GÖZETLEME VE DENETĠMĠN YENĠ ĠMKÂNLARI
1. DĠSĠPLĠNE EDĠCĠ KURUMLAR
Toplum düzenine ve ahlâka karĢı sorun oluĢturduklarına inanılanlar
kapatılmaktadır. Kapatma kurumlarının, 17. yüzyılda kendini gösteren, ancak henüz
belli belirsiz olan bu ahlâki yönü, 18. yüzyıla gelindiğinde, toplumsal denetim ve
iktidar alanlarını temelden sarsacak bir boyut kazanacaktır. Büyük keĢfinin orduda
yapıldığı* bu kurumsal dönüĢümle birlikte bir çok kurum, disiplini iyi bir terbiye
etme sanatı olarak sistematik bir biçimde iĢlev edinecek olan yeni bir iktidar
mekanizmasının, çok yönlü ve hedefine ulaĢmada baĢarılı uygulamalarına sahne
olacaktır.
Disiplinci iktidarın disiplin icra etmek, yani düzeni denetlemek ve yeniden
üretmek için kullandığı aletlerden biri hiyerarĢik gözetimdir. Hemen belirtmek
gerekir ki, gözetim olgusunun toplumsal düzeni sağlamadaki rolü bu dönemde
keĢfedilmiĢ değildir; modernlik öncesi dönem boyunca, ortaçağın her yaĢamı
baĢkalarının bakıĢına açan ve düzenini birbirini izleme yoluyla gerçekleĢtiren
“Ģeffaf” cemaatlerinde, “gözetim”, önemli bir toplumsal denetim yöntemi olarak
*
16. yüzyılın sonu 17. yüzyılın baĢından 18. yüzyılın sonuna kadar orduda büyük bir dönüĢüm
meydana gelmiĢtir. Tam anlamıyla bir iĢbölümünün olmadığı ve bir Ģefin etrafında örgütlenen
bireylerin küçük birliğinden ibaret olan ordu; bu süreçte, bir dizi aracı Ģef, astsubay ve teknisyenden
oluĢan büyük bir birliğe geçmiĢtir. Bu dönüĢüm teknik bir keĢfe dayanmaktaydı: görece çabuk ateĢ
alan ve niĢan alınabilen tüfek. Artık, ordunun etkili olabilmesi, tüfeklerin etkili bir biçimde
kullanılabilmesi için, her bireyin geniĢ bir cephede belirli bir konum iĢgal etmesini sağlayacak
biçimde iyi yetiĢtirilmiĢ olması gerekiyordu. Bu ise, hiyerarĢik bir düzenlemeyi gerektiren ve yeni bir
iktidar tekniği içeren bir disiplin sorunuydu. “Bu Ģekilde ordu, her bireyin, konumunun spesifikliğine
ve rolüne göre yer aldığı bütünün birliğiyle birlikte, azami baĢarısı garanti edilerek, çok karmaĢık ve
hiyerarĢik bir birlik olarak ele alınabildi.” Michel Foucault, “İktidarın Halkaları”, Özne ve Ġktidar,
çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 146.
56
kullanılmıĢtır. Modern dönemde yeni olan Ģey, söz konusu yöntemin kullanılıĢ
biçimidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, nüfusun artması ve mekânın geniĢlemesi,
gözetim görevini bireylerde bitiren geleneksel sistemin iflasına yol açmıĢ ve disipline
dayalı denetim sorununun geçmiĢteki gibi sıradan bir Ģekilde değil; daha özenle ele
alınması, örgütlenmesi, idare edilmesi gereğini gündeme getirmiĢtir.162 Ancak yine
de, hiyerarĢik gözetimi devletin salt yukarıdan uyguladığı bir teknik olarak
algılamamak gerekir; modern anlamda disiplinci iktidar, bireylerin kendilerini ve
baĢka bireyleri gözetim altında tuttuğu çok daha karmaĢık bir açılıma sahiptir.
Nitekim, gözetime dayanan bu yeni denetim mekanizmasının ortaya çıkmasının
kaynağında da, toplumun alt kademelerinde belli ihtiyaçlara cevap vermek için
vaktiyle oluĢturulmuĢ olan denetim biçimleri vardır. Örneğin, 18. yüzyıl Fransa‟sının
güçlü monarĢik devlet yapılanmasının aygıtlarından biri olan polis kurumu, Lettre de
cachet gibi bir kurumsal bileĢene sahipti: “Lettre de cachet bir yasa ya da kararname
değildi, kralın, bireysel olarak tek bir kiĢiyi ilgilendiren, onu bir Ģey yapmaya
zorlayan bir emriydi. Hatta bir kimse, lettre de cachet ile evlenmeye bile
zorlanabilirdi. Yine de, birçok durumda bir cezalandırma aracıydı.” 163
Mutlak monarĢinin önemli iktidar aygıtlarından biri olan lettre de cachet‟nin,
krallığın keyfi bir uygulaması olarak sınıflandırılması yaygındır; ancak tek
uygulanma biçimi tek taraflı değildi, hatta çoğunluğu çeĢitli kiĢilerin talebi üzerine
gerçekleĢmekteydi: “EĢlerinin hakaretine uğrayan kocalar, çocuklarından memnun
olmayan aile babaları, birinden kurtulmak isteyen aileler, biriyle baĢı dertte olan dini
cemaatler, papazlarından memnun olmayan komünler. Tüm bu kiĢiler ya da küçük
162
Bauman, a.g.y., s. 155.
Michel Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 231.
163
57
gruplar”164 Ģikayetçi oldukları kiĢilerin tutuklanması için lettre de cachet talep
ediyorlardı, yapılan soruĢturmanın ardından iddialar uygun bulunduğu takdirde
talepleri yerine getiriliyordu. Dolayısıyla bu kurum, toplumun kendi üzerinde
uyguladığı aĢağıdan denetim aracı iĢlevi görmekteydi165. Ahlâksız davranıĢlar,
tehlikeli ve muhalif dinsel tavırlar, ortaya çıkmakta olan iĢçi nüfusun yarattığı
çalıĢma sorunları lettre de cachet ile cezalandırılan davranıĢlar arasındaydı.
Foucault‟ya göre hapishanenin kökenini, klasik hukuk mekanizmalarının yanı sıra
varolan bu uygulamada, krallık iktidarının grupların kendiliğinden denetimi
aracılığıyla kullanılmasında, adaletin dıĢındaki bu toplumsal denetim sisteminde
aramak gerekir.166 Nitekim, bir kimseye lettre de cachet gönderildiğinde, henüz ceza
usul sistemine göre yasal bir ceza söz konusu olmamasına rağmen hapse atılmakta ve
talepte bulunan kiĢi ıslah olduğuna karar verene kadar orada kalmaktadır.
Bireylerin davranıĢlarının gözetimi, denetimi ve ıslahına dayanan bu iktidar
tekniği, baĢka bir çok kuruma yayılacaktır. Ancak, 18. yüzyıldaki esas amacı
davranıĢlarıyla marjinalleĢmiĢ kiĢiyi dıĢlamak olan kapatma uygulanmasının 19.
yüzyılda anlamı değiĢecek ve dıĢlamaktan ziyade sabitlemek olacaktır. “Fabrika
bireyleri dıĢlamaz, onları bir üretim aygıtına bağlar. Okul, bireyleri, kapatırken bile
dıĢlamaz; onları bir bilgi aktarım aygıtına bağlar. Islahevi ya da hapishane de
böyledir. Bu kurumların sonuçları bireylerin dıĢlanması olsa da, ilk amaçları bireyleri
164
Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 232.
“17. yüzyılın sonundan itibaren, birbiriyle bağlantılı ve aĢağı yukarı eĢzamanlı iki kurum geliĢir.
Bir yandan, her bir mahallede bulunan komiserler, sokaklarda cirit atan müfettiĢler ve fahiĢeleri,
homoseksüelleri, vs yakalatan muhbirler yoluyla büyük Ģehirlerin polisiye olarak güvenlik bölgelerine
ayrılması. Diğer yandan ve bununla aynı zamanla, kesinlikle genel uygulamalar olan ve her önüne
gelenin … mahalle komiserine yakalatma ve kapattırma talebinde bulunabilmesini sağlayan bu lettres
de cachet‟ler…” Michel Foucault, “Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık
Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 126.
166
Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 233.
165
58
normalleĢtirme aygıtına bağlamaktır. Fabrika, okul, hapishane ya da hastanelerin
hedefi bireyi bir üretim sürecine, bir üretici oluĢturma ya da ıslah etme sürecine
bağlamaktır.”167
“Disiplinin icra edilmesi, bakıĢlar aracılığıyla zorlayan bir düzenleme;
görmeye olanak veren tekniklerin iktidarın olanaklarını artırdıkları ve bunun
yansıması olarak, baskı altına alma araçlarının, bu baskıların uygulandığı kiĢileri
açıkça görülebilir kıldıkları bir makine gerektirmektedir.”168 18. yüzyılda önemli bir
mimari sorunsal gündeme gelmiĢtir: görülmeden görmek biçimindeki tek taraflı bir
gözetimi mümkün kılarak, yapıların içinde ayrıntılı bir denetime olanak sağlamayı
dert edinen bir mimari sorunsal. Bu sayede, tamamen yeni bir nitelik; gözlenenlerin
tüm yaĢam tarzları, hal ve gidiĢleri bilinebilecek ve denetlenebilecektir:
“Tam bir disiplinci aygıt, tek bir bakıĢla her Ģeyi sürekli olarak görmeye
olanak verecektir. Merkezi bir nokta aynı anda hem her Ģeyi aydınlatan ıĢıkların
kaynağı, hem de bilinmesi gereken her Ģeyin yoğunlaĢma yeri olacaktır.”169
Foucault, Hôtel-Dieu Hastanesi‟ne iliĢkin çeĢitli mimari projeleri incelerken,
“bedenlerin, bireylerin, Ģeylerin, merkezi bir bakıĢ altında tümüyle görünür
olmalarının en sabit yönetici ilkelerden biri haline geldiğini” fark etmiĢtir. Öncelikle
tıp kurumlarında uygulanan bu mimari, sonradan, hapishanelerin yeniden
167
Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 245.
Michel Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi,
Ankara, 200, s.
169
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 260.
168
59
düzenlenmesine yönelik projelerde yer alacak ve Bentham‟ın büyük tasarımı olan
Panopticon modelinde ilk defa dile getirilerek adı konacaktır.170
19. yüzyılda, hastane, okul, fabrika, atölye gibi kurumların binaları,
bahsedilen mimari ilkeye uygun olacak biçimde yeniden düzenlenmiĢtir. Böylelikle
hedeflenen, farklılaĢmıĢ, uzmanlaĢmıĢ, hiyerarĢik, iĢlevsel ve sürekli bir gözetimi,
prensip olarak aĢırılığa ve Ģiddete baĢvurmayan bir disiplini örgütlemektir. Bu
örgütlenme biçimi, kurumların iĢlevlerini –hastane: tedavi etme, okul: terbiye etme
gibi- en mükemmel ve ekonomik biçimde yerine getirmelerini sağlayacak; yalnızca
tepeden kaynaklanmayan, hem her yerde olan hem de sessizce davranan, kurumun
tümüne yayılmıĢ, çoklu, anonim ve kendiliğinden iĢleyen bir iktidar tekniğini
üretmesi nedeniyle önemlidir, bu nedenle yaygınlaĢmıĢtır. Foucault‟nun ifadesiyle:
“gözetimin iĢleyiĢinin yukarıdan aĢağı doğru olan bir iliĢkiler ağının iĢleyiĢi olduğu
doğruysa da, bu ağ aynı zamanda belli bir noktaya kadar aĢağıdan yukarı ve yanlara
doğru da olmaktadır; bu ağ “bütünün” tutunmasını ve iktidarın birbirlerinden destek
alan etkilerinin onun içinden bütün olarak geçmelerini sağlamaktadır: sürekli olarak
gözetim altında tutulan gözetmenler.”171
170
Michel Foucault, “İktidarın Gözü”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 86, 87. Bentham Panopticon‟u ideal hapishane olarak tasarlamıĢtır.
Sonradan tüm toplumsal kurumlara yayılacaktır. “Panopticon, halka biçimli bir binadır, ortasında bir
avlu ve avlunun ortasında da bir kule vardır. Halka, hem içeriye hem dıĢarıya bakan hücrelere
bölünmüĢtür. Bu küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak, yazı yazmayı öğrenen
bir çocuk, çalıĢan bir iĢçi, ıslah eden bir mahkûm, deliliğini yaĢayan bir deli vardır. Merkezi kulede bir
gözetmen vardır. Her hücre hem içeriye hem dıĢarıya baktığından gözetmenin bakıĢı tüm hücreyi kat
edebilir; hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak bireyin yaptığı her Ģey bir gözetmenin bakıĢına
açıktır; bu gözetmen, kendisinin her Ģeyi görebileceği, buna karĢılık kimsenin kendisini göremeyeceği
Ģekilde, panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur. Bentham‟a göre, bu küçük
ve harikulade mimari kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir. Panopticon, aslında, bir toplum ve bir
iktidar türünün ütopyasıdır …” Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 224.
171
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 264.
60
Disiplinci iktidar, “yapay” nitelikteki yasal düzenlemelerin uygulanmasından
ibaret olmayan bir düzeni sağlamak durumundadır. Bu nedenle, kurumların
iĢlevlerinin zorunlu kıldığı “doğal” normlara atıf yapılarak, adli cezalandırma
sisteminden tamamen farklı normalleĢtirici bir yaptırım mekanizması devreye
sokulur.172 Bu mekanizma, mikro-cezalar yoluyla bireylerin davranıĢ bütününü
nitelemeye, bastırmaya ve ıslah etmeye yönelmiĢtir. Bu yönelim boyunca
cezalandırmaya konu olan, kurallardan uzaklaĢan her Ģeydir; yani, “uygun
olmamanın belirsiz alanı cezalandırılabilir niteliktedir.”173
Islahın gerçekleĢebilmesi için, çift yönlü bir denetim iĢletilecektir. Bir
yandan, bireylerin sahip olduğu özelliklerin tüm farklılıkları içinde mümkün
olduğunca bilinmeye ve birbirleriyle kıyaslanma çalıĢılması; diğer bir deyiĢle,
bireylerin, kendilerine özgü hatlarının ayrıntılı bir tasvirinin yapılması suretiyle
yoğun bir bireyselleĢtirme sürecine tabi tutulmaları söz konusudur; öte yandan,
bireyselleĢtirme aracılığıyla düzeyleri saptanan bireysel kimliklerin, hedeflenen
davranıĢsal
rutinden
gösterdikleri
sapma
ölçüsünde
düzenlenmeleri,
dönüĢtürülmeleri, kısaca türdeĢleĢtirilmeleri. Dolayısıyla bu tür cezaların, intikam
almayı değil, belli bir yapma biçiminin öğrenilmesini hedefledikleri söylenebilir.174
Disiplinci iktidarın baĢvurduğu bir baĢka teknik, gözetim ile normalleĢtiren
yaptırımı bir araya getirerek kendinde toplayan sınav aygıtıdır. Sınav, öğrenim
sürecinin hem yaptırımı hem sürekli unsurlarından biridir ve esas itibariyle, karĢılıklı
172
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 267, 273.
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 267.
174
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 274.
173
61
bir bilgi aktarım/üretim yoludur.175 Örneğin, hastanenin bir eğitim ve bilgi verme
yeri haline gelmesiyle birlikte; “iyi disiplinli” bu yer, aynı zamanda tıbbi “disiplin”in
de en uygun mekânı olmaya baĢlayacaktır.176 Sınav, yazı usûlleri aracılığıyla,
bireysel verileri belgeleme, sicil tutma iĢlevini de yerine getirir. Böylece birey,
çözümlenebilir, hesaplanabilir bir nesne olarak oluĢturulmaktadır. Bu durum
“birey”in bilgi alanına girmesi sorununa karĢılık gelir: insan bilimleri bu noktada
mümkün hale gelmiĢtir.177
Toplumun alt kademelerinde yer alan denetim mekanizmaları, bir ilk adım
olarak, sanayi ve mülk sahipleri tarafından yoksul kesim üzerinde uygulanmak üzere
devreye sokulmuĢ, böylece kutuplaĢma yaĢanmıĢtır. Bir sonraki adım, yukarıda
bahsettiğimiz, tüm topluma nüfuz edecek biçimde merkezi iktidar tarafından
kurumsallaĢtırılmalarıdır. KutuplaĢmanın baĢlamasının, sanayi ve tarım zenginliğinin
niteliğine ve toplumdaki dağılımına iliĢkin iki sebebi vardır. Birinci sebep,
Fransa‟dan ziyade 18. yüzyılın sonunda Ġngiltere‟de görülen, üretimin aldığı yeni
biçimdir; diğer bir deyiĢle, zenginliğin yatırım maddesinin değiĢmesidir.178 Artık,
parasal olmayan, hammadde, makine, atölye gibi sermaye mallarına yatırılan bir
servet söz konusudur.179 Bu yeni zenginliğin tahribata açık olması nedeniyle de,
korumayı sağlayacak bir denetim mekanizmasının oluĢturulması gerekmiĢtir.180
Ġkinci sebep, hem Fransa hem Ġngiltere için aynı oranda geçerlidir: büyük, boĢ,
175
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 277.
Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 276.
177
Bkz. Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 280-282.
178
Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 235.
179
Bkz. Braudel, Maddi Uygarlık – Dünyanın Zamanı, s. 520.
180
Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 235.
176
62
iĢlenmemiĢ toprakların kalmaması; mülklerin bölünmesi; küçük mülkiyetin
çoğalması, yani yağma tehdidi.
19. yüzyılda yerleĢiklik kazanan disipline edici kurumlar genel olarak üç
iĢlevi yerine getirmektedir.181 Ġlki, bireylerin zamanının neredeyse tümünün
üstlenilmiĢ olunmasıdır. Nitekim, üretim aygıtı insanların zamanının kullanımı
üzerine kurulu olduğundan modern toplum için bireylerin zamanının gidiĢatını elinde
bulundurmak önem kazanmıĢtır; bireylerin zamanı çalıĢma zamanına dönüĢmelidir .
Ġkincisi, bedenlerin denetimine iliĢkindir. Beden, düzeltilmesi gereken bir Ģey olarak
görülmekte; çalıĢabilir hale gelmesi, ıslah edilmesi, bir takım yetenekler edinmesi,
yani iĢgücü niteliği kazanması gerekmektedir. Üçüncü iĢlev, yeni ve farklı
görünümlere sahip bir iktidarın yaratılmasıdır. Disipline edici kurumlarda hem
ekonomik, hem siyasi, hem hukuksal, hem de epistemolojik bir iktidar iĢlemektedir.
Nitekim, emir verilir, karar oluĢturulur, ceza ve ödül mekanizması çalıĢtırılır,
önlemler alınır, bireylerden bilgi edinilir vb.
Epistemolojik iktidara örnek verecek olursak; bilginin içeriğine göre iki tür
bilgi edinme Ģekli söz konusudur: hem bireylerin çalıĢma sırasında geliĢtirdiği teknik
bilgiler, hem de gözlem yoluyla elde edilen kiĢinin kendisine iliĢkin bilgiler
kaydedilmektedir: “Böylece, üzerinde iktidar uygulanan bireyler, ya kendilerinin
oluĢturduğu ve yeni normlara göre biriktirilecek olan bilginin elde edildiği yerdir, ya
da yeni denetim biçimlerine imkân tanıyacak bir bilginin nesneleridir.”182
181
182
Bkz. Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 247-251.
Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 251.
63
2. YENĠ BĠR ĠKTĠDAR KAVRAYIġI
Foucault modern toplumu disiplinci bir toplum, bir normalleĢtirme toplumu
olarak kavramsallaĢtırır. Bu kavrayıĢ, tek iĢlevi baskı uygulamak, dıĢlamak,
engellemek olmayan, aynı zamanda ve daha önemli olarak pozitif etkiler üreten yeni
bir iktidar biçimine vurgu yapmaktadır; yani “üretken, yaĢamı destekleyen, yaĢamın
sağladığı güçleri sınırlamaya değil arttırmaya yönelik”183 bir iktidar biçimi.
Dolayısıyla, Ġnsanların yönetiminde yeni bir iktidar teknolojisinin geliĢtirilmesi;
diğer bir deyiĢle, iktidar tekniklerinin geliĢme yönünün giderek bireyler olması,
bireyleri sürekli ve kalıcı bir biçimde yönetmeyi amaçlaması söz konusudur.*
Foucault,
bu
yeni
iktidar
türünün
hükümranlık
terimleriyle
ifade
edilemeyeceğini, bir “yönetim” sorunu olarak tanımlanması gerektiğini belirtir.
Çünkü hükümranlık kuramı, esas itibariyle, toprak ve toprağın ürünleri üzerinde
iĢleyen, hükümdarın fiziksel varlığından, mutlak tasarrufundan yola çıkan bir iktidar
biçimine bağlıdır. Yeni iktidar tekniği ise, bedenlerle ve bedenlerin ne eylediğiyle
ilgilenmekte, düzenli ve süreklilik arz eden gözetim sistemleri çevresinde “yönetim
sanatı”nı icra etmeyi önemsemektedir.184
183
Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar”, s. 16. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “Tımarhaneler, Cinsellik,
Hapishaneler”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, s. 49: “Ġktidarın
yalnızca baskı uygulamaktan – bastırmak, engel çıkarmak, cezalandırmak- ibaret olmadığını, arzu
yaratarak, zevki kıĢkırtarak, bilgiyi üreterek bundan daha derine nüfuz ettiğini de göstermelidir. …
Ġktidar bedeni çalıĢtırır, davranıĢa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer …” ,
*
Geleneksel iktidar anlayıĢının eleĢtirisi için ayrıca bkz. Pierre Clastres, Devlete KarĢı Toplum, çev:
Mehmet Sert – Nedim DemirtaĢ, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 1991, s. 14-25.
184
Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, çev: ġehsuvar AktaĢ, 3. Baskı, Yapı Kredi
Yayınları, Ġstanbul, 2008, s. 49.
64
“Yönetim sanatı” deyimi, devletin merkezileĢmesiyle birlikte 16. yüzyılda
çeĢitli biçimler altında gündeme gelen yönetim sorunsalı –baĢkalarının eylem alanını
yönetme/yönlendirme/yapılandırma sorunu- bağlamında geliĢmiĢtir. Buna göre
yönetim sanatı, hükümdarın devleti yönetmesi anlamında tek ve mutlak bir yönetim
biçimini değil, devlete içkin olarak varlığını sürdüren yönetim biçimleri çoğulluğunu
–babanın aileyi, papazın manastırı, öğretmenin öğrenciyi devletin içinde yönetmesi
gibi- ifade etmektedir. Diğer bir deyiĢle, iyi bir devlet idaresinden bahsedilebilmesi
için hem yukarıya hem de aĢağıya doğru bir süreklilik olmalıdır; yani hem hükümdar
yönetim konusunda iyi eğitimli olmalı, hem de örneğin aile reisi gerektiği gibi
davranmasını bilmelidir.185
Esas olarak yönetim, belirli bir toprak parçasında değil, insanlar ve Ģeylerin iç
içe geçmiĢ iliĢkilerinde etki göstermekte ve bu etki, yönetilenlerin bir dizi “uygun”
amaca göre doğru bir biçimde düzenlenmesini içermektedir, yani kendine özgü bir
erekselliği söz konusudur:
“[Y]önetimin ilgi alanına giren Ģeyler insanlar, ama iliĢkileriyle, bağlarıyla,
zenginlik kaynakları, geçim araçları, kendine göre özellikleri toprak parçası,
iklim, sulama koĢulları, verimlilik, vb. baĢka Ģeylerle iç içe geçmiĢ olan;
âdetler, alıĢkanlıklar, hareket etme ve düĢünme biçimleri, vb. baĢka Ģeylerle
iliĢkilerindeki insanlar, son olarak, gene açlık, salgın hastalık, ölüm gibi
kazalar ve talihsizliklerle iliĢkilerindeki insanlardır. … yönetimin ereği
kendisinin
idare
ettiği
Ģeylerde,
yönlendirdiği
süreçlerin
185
Michel Foucault, “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay – Ferda
Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 270, 271.
65
mükemmelleĢtirilmesi ve yoğunlaĢtırılmasındadır; ve yönetim araçları artık
yasalar yerine bir taktikler dizisidir.”186
Ġlk ifadesini 16. yüzyıl sonu 17. yüzyıl baĢında bulan yönetim sanatı, keyfi bir
yönetime değil; devletin spesifik gerçekliğine özgü rasyonel ilkeler doğrultusunda
yönetimine karĢılık gelmektedir. Ancak tam anlamıyla geliĢmesi ve engellerden
kurtulması, 18. yüzyılda yaĢanan demografik büyüme ile birlikte nüfus sorununun ve
yönetim biliminin –nüfusla ilgili tüm süreçlerin bilgisi- ortaya çıkması sonucu
gerçekleĢmiĢtir. Çünkü bu sayede, yönetim sanatının önemli noktalarından olan
ekonomi kavramı baĢka bir düzleme kavuĢmuĢtur: daha önceleri bir ailenin
yönetilmesi modeli üzerinden kavranan ve devlet yönetimine bu modelden yola
çıkılarak uyarlanmaya çalıĢılan ekonominin, nüfus olgusunun ortaya çıkmasıyla
birlikte aileye indirgenemeyeceği anlaĢılmıĢtır. Nüfusun yönetimi açısından aile
artık, nüfus hakkında bilgi edinmeyi sağlayacak bir araç konumundadır. Sonuç
olarak, yönetimin nihai amacı, nüfusun, hem tek tek bireylerden oluĢtuğu göz önünde
bulundurularak ayrıntılarıyla ve derinlemesine, hem de daha genel bir perspektiften
yönetilmesidir; ve nüfusun bu Ģekilde yönetilmesi durumu, hem egemenlik hem de
disiplin sorununun daha Ģiddetli bir hal almasını sağlamıĢtır.187 Foucault, bu açıdan
modern devleti, “esas olarak nüfusa dayanan ve ekonomik bilgiye gönderme yapan
ve bu bilginin araçlarını kullanan” bir yönetim devleti olarak nitelendirmekte; bu
durumun da “güvenlik aygıtları tarafından denetlenen bir topluma” karĢılık geldiğini
belirtmektedir.188
186
Foucault, “Yönetimsellik”, s. 273, 276.
Foucault, “Yönetimsellik”, s. 277-284.
188
Foucault, “Yönetimsellik”, s. 287. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Mitchell Dean,
Governmentality – Power and Rule in Modern Society, Sage Publications, California, 2007, s. 10187
66
Ġktidarın pozitif mekanizmaları içinde analizi özetlenecek olursa belli baĢlı
unsurlardan bahsetmek gerekir.189 Öncelikle, tek bir iktidarın değil, birçok iktidarın,
iktidar bölgelerinin varlığı söz konusudur: “Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek bir
iktidarın uygulandığı üniter bir gövde değildir; bir toplum, gerçekte, farklı ama yine
de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların yan yana gelmesi, iliĢkisi, koordinasyonu
ve hiyerarĢisidir.”
190
Diğer yandan, bu çoklu iktidar yapısı, merkezi bir iktidarın
türevi niteliğinde olmayıp, aksine, belirleyici bir konuma sahiptir. ĠĢlevi bakımından
değerlendirildiğinde ise, asıl olarak, bir verimliliğin, yeteneğin, ürünün üretilmesini,
daha iyi bir üretkenliği hedeflediği belirtilmiĢtir. Dolayısıyla nihai iĢlevi,
yasaklamak, engellemek, “yapmamalısın” demek değildir.* Bir diğer unsur, iktidar
mekanizmalarının, sürekli geliĢtirilen, yetkinleĢtirilen teknikler olarak kabulüdür;
yani yalnızca hukuksal olmaktan öteye giden bir iktidarlar teknolojisi söz konusudur.
Böylesi bir iktidar kavrayıĢı, Avrupa‟nın 17. ve 18. yüzyıllar boyunca tanık
olduğu, iktidar biçimleri düzeyinde meydana gelen teknolojik dönüĢüme iĢaret
etmektedir. Bu dönüĢümü, monarĢi iktidarının baĢarmakta yetersiz kaldığı iki hedefe
ulaĢma kaygısının tetiklediği söylenebilir. Denetimden kaçan unsurlara yer
bırakmayacak sürekli bir iktidar ile masraflı olmayan, iktisadi akıĢa engel teĢkil
20 ve Colin Gordon, “Governmental Rationality: An Introduction”, The Foucault effect :: studies in
governmentality, with two lectures by and an interview with Michel Foucault, The University of
Chicago Pres, Chicago, 1991, s. 1-51.
189
Foucault, “Ġktidarın Halkaları”, s. 145-147.
190
Foucault, “Ġktidarın Halkaları”, s. 145.
*
Örneğin, büyük atölyelerin oluĢması iĢbölümünü gerekli kılmıĢtı; iĢbölümü de, davranıĢların
hiyerarĢik biçimde gözetlenmesi ve denetlenmesine dayanan belli bir disiplinin, yeni bir iktidar
yönteminin varlığını. Bu yöntem, bir takım Ģeyleri yasaklamaya baĢvuruyordu elbette, baĢvurmak
zorundaydı; ama esas hedefi daha iyi bir üretimi sağlamak noktasında düğümlenmekteydi. Foucault,
“İktidarın Halkaları”, 147.
67
etmeyen, ekonomik süreç yönünde faaliyet gösteren bir iktidar hedefi.191 Bu hedefi
gerçekleĢtirmek devletin rasyonalizasyonunu, belli bir tür rasyonalitenin kullanımını
gerektirmiĢtir. Bu yeni tür rasyonaliteye Ģeklini veren, bir takım teknikler ve
pratiklerden oluĢan “yönetim teknolojisi”; yani yukarıda bahsettiğimiz, hayatın her
alanına düzenleyici olarak müdahale eden yönetim olgusuna iliĢkin bir bilgi ve
teknikler bütünüdür**. O halde yönetim teknolojisi, toplumu ihya etme hedefi, “kamu
yararı” adına hizmette bulunma ödevi gibi pozitif yükümlülükler dolayısıyla bilgi ve
iktidar arasında kurulan yeni ve üretken bir iliĢkiyi içinde barındıran bir rasyonalite
dahilinde düĢünülmelidir.192 ġimdi, modern anlamda devletin doğurduğu, “devlet
aklı” düĢüncesi ve “polis” diye adlandırılan yönetme teknikleri yoluyla geliĢen193 bu
siyasi rasyonalite tipine değinilecektir.
3. YÖNETĠM, RASYONALĠTE VE TEKNĠK
“Devlet aklı” ile kastedilen esas itibariyle, devlet yönetiminin ilke ve
yöntemlerinin karakteristiğiyle ilgili, devletleri yönetme sanatına özgü bir
191
Bkz. Foucault, “İktidarın Halkaları”, s. 148, 149.
Yönetim teknolojisinin kökeni, Hıristiyan geleneğinde yer alan eski bir iktidar tekniğine; pastoral
tekniğe dayanır. Pastoral teknik, din adamı ile inanlar arasındaki iliĢkiyi çoban-sürü metaforu
üzerinden kurar. Buna göre, çobanın sürüsünü refaha ulaĢtırma görevinin, sürüyü oluĢturan her bir fert
hakkında bilgi sahibi olmasına bağlı olması gibi, din adamı da, inanların öbür dünyada refaha
ulaĢmalarını sağlamak için onlar hakkındaki hakikatleri bilmek durumundadır. Dolayısıyla, din adamı
ile inananlar arasında ikincileri hakikati ifĢa etmeye zorlayan bir bilgi-iktidar iliĢkisi kurulmuĢ olur.
Modern yönetim teknolojisi, söz konusu pastoral tekniğin dünyevileĢmesi ile aynı doğrultuda, onun
yeni bir biçimi olarak ele alınmaktadır. Bkz. Michel Foucault, “Özne ve İktidar”, Özne ve Ġktidar,
Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 65-68; Dean, a.g.y., s. 74-83; Levent
Tezcan, Modern Devlet ve Yönetim Teknolojisi.
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=99&dyid=2341.
**
192
Tezcan, a.g.y.
Michel Foucault, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 109.
193
68
rasyonalitedir. Bu, geleneklere, alıĢkanlıklara, doğal, insani, dinsel yasalara dayanan
bir yönetim sanatı değildir; saygı göstermesi gereken aĢkın bir düzen yoktur. Asıl
yöneldiği Ģey, devletin etkinliği ve gücünü arttırabilecek kurallar bütününe uygun
olan bir tekniktir; yani devletin gücünün kendinde bir amaç ve değer olarak
görülmesi ve kutsanması söz konusudur.194
Dolayısıyla, devletin kapasitesine ve bu kapasiteyi geniĢletecek araçlara
iliĢkin rasyonel bir bilgiyi gerektirmektedir.195 Devlet hem kendinin, hem de baĢka
devletlerin gücünü bilmek durumundadır. Nitekim, rekabet halindeki çok sayıda
devletten oluĢan yeni düzen sürekli geliĢme gösteren bir gücü zorunlu kılmıĢtır. Bu
durum yeni bir tarihsel algılamaya iĢaret etmektedir. Bu algılama, devletlerin ayakta
kalabilmelerini sağlama bağlamak için birbirleriyle mücadele etmeleri gereken
sonsuz bir zamana açılmakta, ve devlet güçlerini sağlamlaĢtırmaya ve geliĢtirmeye
yönelen
bir
diplomatik-askeri
teknoloji
içinde
bir
yönüyle
somutluk
kazanmaktadır.196 O halde öncelikle, devletin gücüne dair, somut, ölçülebilen
spesifik bir bilgi -siyasi istatistik- gereklidir; yönetim ancak bu bilgiyle mümkün
olacaktır.197
194
Mithat Sancar, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul,
2004, s. 17, 25. Foucault‟nun deyiĢiyle, “… ilkeleri, geleneksel erdemlerden (bilgelik, adalet,
bağıĢlayıcılık, tanrısal yasalara ve insani törelere saygı) ya da ortak meziyetlerden (uzak görüĢlülük,
düĢünüp taĢınıp karar vermek, en iyi danıĢmanları çevresinde toplamak) kaynaklanan bir yönetme
sanatından, akılsallığı, kendine gerekli ilkeleri ve özgül uygulanma alanını devlette bulan bir yönetme
sanatına” geçiĢ söz konusudur. Michel, Foucault, Ders Özetleri, çev. Selahattin Hilav, Yapı Kredi
Yayınları, Ġstanbul, 2001, s. 102.
195
Amaç/araç iliĢkisi, en değerli aracın amacı gerçekleĢtirmede en yetenekli olmaya göre belirlenmesi
konusunda bkz. Sancar, Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, s. 48.
196
Foucault, Ders Özetleri, s. 102, 103.
197
Foucault, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, s. 112. Ayrıca bkz. Tezcan, a.g.y. Ġstatistiğin geliĢimi
hakkında tarihsel bir perspektif için bkz. Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, s. 135-139. Erken yeniçağ
dönemi, basımcılığın icadı, merkezileĢmenin sağlanması gibi nedenlerden dolayı, toplanan
enformasyonun depolanması ve arĢivlerin oluĢturulması konusunda bir dönüm noktasıdır.
Enformasyon tekelinin sağlanması iktidar tekeline ulaĢmanın bir yolu olarak görülmeye baĢlanmıĢtır:
“ArĢivler arcana imperii‟nin, yani devlet sırlarının bir parçasıydı –bu deyim 17. yüzyılda, kamu
69
Bireylerin konumuna gelince, modern siyasi rasyonalite içinde birey de bu
bağlamda ele alınmaktadır: devletin gücünü arttırıcı bir unsur olarak birey
keĢfedilmiĢtir: “Devletin bakıĢ açısıyla birey, ancak devletin gücüne, asgari düzeyde
bile olsa, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, bir değiĢim getirebilecek durumda
ise vardır. Demek ki, birey sadece bu değiĢimi meydana getirebildiği ölçüde devlet
bireyle ilgilenmek zorundadır. Ve devlet kimi kez bireyden yaĢamasını, çalıĢmasını,
üretmesini ve tüketmesini ister, kimi kez de ölmesini.”198 Bireylerin devletin
faydalılığıyla bütünleĢmesi
sorunu, bir takım
siyasi
tekniklerin,
yönetme
teknolojilerinin uygulanmasını gündeme getirir: polis.*
“Polis”, devleti yönlendiren yönetim teknikleri olarak, insan yaĢamına
rasyonel bir biçimde müdahale etmektedir. Bu müdahalenin amacı, bireylerin ortak
faaliyetlerini –çalıĢma, eğitim, üretim, mübadele, yerleĢim gibi: toplumsal iliĢkileri
içinde bireyler- düzenlenme yoluyla onlara daha iyi, yararlı bir yaĢam sunmak;
böylece devletin biraz daha fazla güçlenmesini sağlamaktır.199 Daha öne belirttiğimiz
gibi, üretim iliĢkilerinin sürekliliğinin sağlanması ile büyük devlet aygıtlarının
geliĢimi birbirine paralel süreçlerdir. Dolayısıyla, bireylerin yaĢamı üzerinde olumlu
görevlilerinin belirli türde siyasal enformasyon üstündeki tekellerinin ihlal edileceği endiĢesiyle,
gittikçe artan bir sıklıkta kullanılmıĢtır.” Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, s. 139, 141.
198
Foucault, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, s. 113.
*
Foucault‟nun belirttiği gibi, 17. ve 18. yüzyıl yazarlarının “polis”ten anladıkları Ģey, bizim
alıĢageldiğimiz anlamdan farklıdır: “bu yazarların „polis‟ten anladıkları devlet bünyesi içinde iĢleyen
bir kurum ya da mekanizma değil; devlete özgü olan bir yönetim teknolojisi, yani devletin müdahale
ettiği alanlar, teknikler ve hedeflerdir.” Foucault, “Özne-İktidar”, s. 48.
199
Michel Foucault, “Omnes et Sıngulatim: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru”, Özne ve Ġktidar,
çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 50, 53. Söz konusu yönetim
teknikleri, Foucault‟nun ifadesiyle, “… devletin iktidarını pekiĢtirmeye ve artırmaya, güçlerini iyi
kullanmaya, uyruklarına mutluluk sağlamaya ve özellikle düzenin ve disiplinin korunmasına,
uyrukların yaĢamını iyi duruma getirmeye ve geçimleri için gerekli Ģeyleri sağlamaya” yönelmektedir.
Foucault, Ders Özetleri, s. 104.
70
etki gösterme, yaĢam güçlerini yükseltme, denetleme, düzenleme sorumluluğunu
yüklenen iktidar mekanizmalarının, iktisadi süreçlerin geliĢiminin vazgeçilmez
unsurları olacağı açıktır.
Foucault, insanların yaĢamlarına her açıdan müdahale etmeyi sorunsallaĢtıran
siyasi teknoloji keĢiflerini iki baĢlık altında toplar.200 Ġlki, yukarıda değinmeye
çalıĢtığımız; ordu, okul, atölye, hapishane gibi birçok kurumda iĢleyen “disiplin”
teknolojisidir.201
“Disiplin, aslında, toplumsal gövdedeki en ufak unsurlara varıncaya kadar
denetleyebilmemizi
sağlayan
iktidar
mekanizmasıdır.
Ġktidarın
bireyselleĢtirme teknikleridir. Birini nasıl gözetlemeli, davranıĢını, tavırlarını,
becerilerini nasıl denetlemeli, performansını nasıl pekiĢtirmeli, yeteneklerini
nasıl çoğaltmalı, en yararlı olacağı yere onu nasıl yerleĢtirmeli.”202
Dolayısıyla, aynı anda hem bireysel bedenlerin mekânsal dağılımını ve
görünürlük alanını düzenleyen usûller, hem de bedenlerin iĢe yarar güçlerinin
yükseltilmesine yarayan tekniklerdir. Bu disiplin teknolojisi, 17. yüzyıl sonu ve 18.
200
Bkz. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2007, s. 102-105.
201
Foucault, “İktidarın Halkaları”, s. 149.
202
Foucault, “İktidarın Halkaları”, s 150. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “Delilik, Bir İktidar
Sorunu”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 282: “Güncel
denetim biçiminin karakteristik özelliği olarak gördüğüm Ģey, her bir bireye uygulanıyor olmasıdır:
Bize bir bireysellik dayatarak bizim için bir kimlik imal eden bir denetim. Her birimizin bir
biyografisi, bir okul dosyasından kimlik kartına, pasaporta kadar, herhangi bir yerde her zaman
belgelenen bir geçmiĢi vardır. Herhangi bir anda her birimize kim olduğumuzu söyleyebilecek bir
yönetim organizması her zaman vardır ve devlet, istediğinde, tüm geçmiĢimizi bir uçtan diğerine kat
edebilir.”
71
yüzyıl boyunca yerleĢik hale gelir.203 Diğeri ise, 18. yüzyılın ikinci yarısında
geliĢmeye baĢlamıĢtır. Bedenle değil de insanların yaĢamlarıyla ilgilenen; ama
disiplinci tekniği de dıĢlamayan, onu kısmen değiĢtiren ve kullanan nüfusa iliĢkin
teknolojilerdir. Bu teknolojiler, biyolojik süreçlerin nüfuz ettiği, yönettiği canlı varlık
olarak insanla/tür olarak insanla ilgilenirler; diğer bir deyiĢle, doğum oranı, ölüm
oranı, yaĢ eğrisi, hastalanma hali, sağlık durumu, yaĢam ortamı gibi belirleyicileri
olan nüfusun düzenlenmesiyle.204 Ġktidarın biyo-politikası denilen bu geliĢme (bu
yönelim) ilk bilme nesnelerini ve denetim hedeflerini, 18. yüzyılın ikinci yarısında
yaĢanan nüfus artıĢı ve yaĢam süresinin uzaması süreçlerine borçludur. Nitekim,
nüfusbilimi bu dönemde doğmuĢ ve istatistiksel bir ölçüm gerçekleĢebilmiĢtir.205
Bu yeni iktidar teknolojisi, hem toplumu ve bireyi –ve onun bedenini- aĢan
baĢka tür bir ilgiyi gündeme getirecek –çok sayıda bedenden oluĢan nüfus ve nüfus
içinde meydana gelen rastlantısal olaylar-; hem de söz konusu ilgiyi global ölçekte
saptamaya –ve global bir müdahaleye, dengelemeye, düzenlemeye- imkân veren
mekanizmalar kuracaktır. Sonuç olarak, bir yanda ayrıntılarına inilen birey, öte
yanda biyolojik yaĢamı düzenlenen tür-insan206: Siyasi rasyonalitenin kaçınılmaz
etkileri olarak bireyselleĢtirme ve bütünselleĢtirme: “Disiplin, insanların çokluğunu
yönetmeye çalıĢır öyle ki bu çokluk gözetlenecek, eğitilecek, kullanılacak, belki de
cezalandırılacak bireysel bedenlere dönüĢebilmeli ve dönüĢmelidir. Ve sonra,
yerleĢen yeni teknoloji, insanlar asal olarak bedenlerden ibaret oldukları için değil,
tersine, yaĢama özgü ve doğum, ölüm, üretim, hastalık vesaire gibi süreçler olan
203
Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 248.
Foucault, “İktidarın Halkaları”, s. 152.
205
Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 249.
206
Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 251, 252.
204
72
toplu süreçlerden etkilenen, global bir kitle oluĢturması nedeniyle insanların
çokluğuyla ilgilenir. Demek ki, ilk olarak, bireyselleĢtirme yöntemiyle, beden
üzerinde iktidar kurulmasının ardından, bireyselleĢtirici olmayan ama beden-insan
yönünde değil, tür-insan yönünde gerçekleĢen, bir anlamda yığınlaĢtırıcı olan ikinci
bir iktidar kuruluĢu vardır.”207
Nitelemek, ölçmek, değerlendirmek, sınırlar oluĢturmak için bedenin
performanslarına ve yaĢamın seyrine dikkat kesilen bir iktidar teknolojisi, hüküm
kurmaktan çok düzene sokucu mekanizmaları gereksinecektir. Bu durum, yasa
temelli hukuk toplumundan, norma dayalı topluma geçiĢe iĢaret etmektedir.208 Yani,
adalet kurumları ile iĢlevleri düzenleyici nitelikte olan mekanizmaların gittikçe daha
çok bütünleĢmesi, yasanın norm biçiminde iĢleme eğilimi ve sonuçta, insanları
normlara uymaya zorlayan, onları itaatkâr ve uysal hale getiren bir normalleĢtirme
toplumunun oluĢumu söz konusudur.209
Foucault,
düzene
sokucu
mekanizmaları
ifade
etmek
için,
somut
düzenlemelere karĢılık gelen “dispositif” terimini kullanır. Bu terimle anlatmak
istediği Ģey, söylemler, kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari
tasarruflar, bilimsel, felsefi, ahlâki önermelerden oluĢan heterojen bir bütün; diğer bir
deyiĢle, söylemsel ve söylemsel olmayan unsurlar arasındaki değiĢken ve stratejik
207
Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 248.
Michel Foucault, Normun Toplumsal Yayılımı, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 77.
209
Foucault, Cinselliğin Tarihi, s. 106. Ancak
208
73
iliĢkilerin oluĢturduğu bir sistemdir.210 Dolayısıyla dispositif, hem güç iliĢkilerinin
yönlendirilmesi –geliĢtirilmesi ya da geliĢiminin engellenmesi- anlamında stratejik
bir iĢleve sahiptir, yani her zaman bir iktidar oyununun odağında yer alır; hem de
iktidarı koĢullandıran birtakım bilgi koordinatlarına bağlıdır: “Dispositif Ģudur: Bilgi
türlerini destekleyen ve bilgi türlerince desteklenen iktidar iliĢkileri stratejileri.”211
Bu durum, iktidar ve bilginin karĢılıklı olarak birbirini ilgilendirmesinden
kaynaklanmaktadır: “KarĢılığında bir bilgi alanı oluĢturmayan iktidar iliĢkisi
olmadığı gibi iktidar iliĢkileri varsaymayan ve oluĢturmayan bilgi de yoktur. Bu bilgi
alanının ve hakikatlerinin oluĢturduğu söylemin üretimi, birikimi, dolaĢımı ve iĢleyiĢi
olmadan
iktidar
iliĢkileri
ne
yerleĢtirilebilir
ne
güçlendirilebilir
ne
de
yürütülebilir.”212
III. BĠLGĠ / ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ
Foucault, evrensellik hâlesi taĢıyan, kendinden menkul bir insan varlığı
düĢüncesini reddeder. Belirli bir tarihsel zamanın özgül koĢullarında kurulmuĢ belli
bir insanlık fikri ve modelinin varlığından ancak bahsedilebileceğini savunur ve
insanların mevcut durumlarının, evrensel zorunluluklar olmamalarından dolayı
210
Michel Foucault, “Michel Foucault‟nun Oyunu”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman
Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, 119, 120 ve Keskin, “SunuĢ: Özne ve Ġktidar”,
s. 18.
211
Foucault, “Michel Foucault‟nun Oyunu”, s. 122.
212
Keskin, “SunuĢ: Özne ve Ġktidar”, s. 18.
74
reddedilebileceğini, özgürlük alanlarının, değiĢim imkânlarının mümkün olduğunu
göstermeye çalıĢır.213 Ancak bunun için, nasıl kurulduğumuzu ve ne olduğumuzu
bilmemiz gerekmektedir. Eserlerindeki temel amacı, modern çağla birlikte batı
kültüründe toplumsal öznenin inĢa edilme biçiminin gerçekleĢtiği düzlemlerin bir
tarihini oluĢturmak –ve bir analizini gerçekleĢtirmek- Ģeklinde nitelendirmek sanırım
yanlıĢ olmaz. Dolayısıyla, özne ve öznel deneyim sorunları Foucault‟nun
düĢüncesinde temel bir yere sahiptir.
Foucault‟ya göre, öznel deneyim ya da öznellik biçimleri sorunsallaştırma;
diğer bir deyiĢle nesneleştirme yoluyla oluĢturulmaktadır. SorunsallaĢtırma ile ifade
etmek istediği, “herhangi bir Ģeyi doğru ve yanlıĢ oyununa sokan ve onu (ister ahlâki
düĢünce biçiminde, ister bilimsel bilgi, isterse siyasi analiz, vb. biçiminde olsun) bir
düĢünce nesnesi olarak kuran söylemsel ya da söylemsel olmayan pratikler
bütünüdür.”214 Buna göre, delilik, hastalık, cinsellik, suç, dil, emek, yaĢam gibi
varolma biçimleri, düĢüncelerin belirlediği doğru ve yanlıĢ oyununa; daha genel bir
ifadeyle, hakikat oyununa215 sokularak sorunsallaĢtırılmakta ve haklarında belli
213
Michel Foucault, “Hakikat, İktidar ve Kendilik”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 100, 104.
214
Michel Foucault, “Hakikat Kaygısı”, Özne ve Ġktidar, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 86.
215
“Hakikat oyunu” terimi, hakikat üretiminin kurallar bütününü ifade etmektedir. “Özne-İktidar”, s.
242. Foucault, geleneksel bir evrensel hakikat anlayıĢını reddeder. GeliĢtirdiği hakikat eleĢtirisi, insan
bilimlerinin “insan” hakkında keĢfettiğini iddia ettiği hakikatleri kapsamaktadır. Ferda Keskin,
“SunuĢ: Ġktidar, Hakikat ve Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi”, s. 21, Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi
ĠĢlevi, çev: IĢık Ergüden – Osman Akınhay – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul,
2005. Buna göre, hakikat ne iktidarın dıĢında ne de iktidardan yoksun bir Ģeydir; çok sayıda zorlama
sayesinde ortaya çıkmakta ve düzenli iktidar etkileri yaratmaktadır. Her toplumun kendi hakikat rejimi
vardır; yani, doğru ile yanlıĢı birbirinden ayırt etmeye ve doğruya birtakım iktidar etkileri yüklemeye
yarayan mekanizmaları vardır. Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 82. “ „Hakikat‟, bilimsel söylem
biçiminin ve bu söylemi üreten kurumların merkezinde ortaya çıkar; hakikat, sürekli ekonomik ve
siyasi teĢvik altındadır (siyasi iktidar kadar ekonomik üretim için de hakikat ihtiyacı); hakikat, çeĢitli
biçimlerde, çok geniĢ çaplı bir dağılımın ve tüketimin nesnesidir (birtakım kesin sınırlamalara rağmen,
toplumsal yapıda görece geniĢ bir yer kaplayan eğitim ve enformasyon aygıtlarının içinde dolaĢır);
hakikat, birkaç dev siyasi ve ekonomik aygıtın (üniversite, ordu, yazı, medya) yegâne olmasa bile
75
hakikatler üretilerek özel birer deneyim haline dönüĢtürülmektedir. Böylece
oluĢturulan hakikatlerin insanlar tarafından kendilerine dair hakikatler olarak
benimsenmesi ile de, özneleĢme; yani söz konusu deneyimin öznesi olmayı
kabullenme durumu gerçekleĢmektedir. Sonuçta, insanların öznesi haline geldikleri
deneyimlerin içerdiği bilimsel, ahlâki, siyasi, hukuksal vb. normlara göre hareket
etmeleri ve kendilerini sınırlamaları söz konusudur. Örnek verecek olursak, delilik
deneyiminin
tıbbi
söylem
ve
pratikler
yoluyla
“akıl
hastalığı”
olarak
değerlendirilmesi “akıl hastası” öznel deneyimini kurmuĢtur; aynı Ģekilde ceza teori*
ve pratiği tarafından suçun sorunsallaĢtırılması “suça eğilimlilik” deneyimini
oluĢturmaktadır.
ÖzneleĢtirme süreci birbirine yakından bağlı üç ana sorunsallaĢtırma
ekseninde gerçekleĢmektedir.216 Ġlki bilgi ekseni; yani belli kavramlar ve
kuramlardan oluĢan, bilim statüsü edinmeye çalıĢan, hakikatler üreten bir bilgi
alanıdır. Örneğin, insanları konuĢan, çalıĢan, yaĢayan özneler olarak kuran 19. yüzyıl
ekonomi, dilbilim ve biyoloji çalıĢmaları. Ġkincisi deneyimlere iliĢkin belli normlar
ve kurallar içeren, “bölücü pratikler” yoluyla insanları karĢıtlıklar içinde kuran ve
“normallik” için uygun bir altyapı hazırlayan iktidar alanıdır. “Özne, ya kendi içinde
bölünmüĢ ya da baĢkalarından bölünmüĢtür. Bu süreç onu nesneleĢtirir. Bunun
baskın denetiminde üretilip iletilir; nihayet hakikat, bütün bir siyasi tartıĢmayı ve toplumsal çatıĢmayı
(„ideolojik‟ mücadeleler) ilgilendiren bir sorundur.” Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 83. Bu konuda
ayrıca bkz. Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev: Ġsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2003, s. 296, 297.
*
19. yüzyılda ceza usulünün amacı, bireylerin tavır ve davranıĢlarının biçimlenmeye baĢladığı anda
denetimi halini alır: bireylerin yaptıkları Ģeyin değil de, yapacakları, yapmaya muktedir oldukları
Ģeyin denetimi. DavranıĢ potansiyellerinin denetimi anlamına gelen tehlikelilik kavramı da 19.
yüzyılın sonuna doğru ortaya atılmıĢtır. Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 223.
216
Bkz. Orhan Tekelioğlu, Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, Ġstanbul, 1999, s. 151;
Foucault, “Özne ve İktidar”, s. 58; Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar”, s. 14, 15.
76
örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile „iyi çocuklar‟dır.” 217 Üçüncü ve
sonuncusu ise, bilgi ve iktidar alanları dolayımıyla insanın kendisiyle kurduğu
iliĢkiye, kendini özneye dönüĢtürme biçimine; etik* alanına iliĢkindir.
Toparlarsak, psikiyatri, psikoloji, pedagoji, kriminoloji gibi bir deneyim
hakkında araĢtırma yapan ve hakikatlik iddiası taĢıyan önermeler üreten söylemsel
pratikler ile bu araĢtırma alanlarına uygun ortamı hazırlayan hastane, akıl hastanesi,
hapishane, okul gibi kurumlar; yani tedavi, ıslah, cezalandırma, tecrit gibi söylemsel
olmayan pratiklerin gerçekleĢtiği mekânlar insanın kendisiyle kurduğu iliĢkiyi
Ģekillendirmektedir. Ancak bu Ģekillenme, kaba bir zorlamadan ya da safi baskıdan
ziyade, belirli bir rasyonalitenin öğretilmesi ve öğrenilmesi, kabul ettirilmeye
çalıĢılması ve kabul edilmesi yoluyla olmaktadır. Dolayısıyla, kiĢinin bilinçli
hareketi de sürecin kurucu unsurudur. O halde, mevcut bilgi ve iktidarın ürettiği
öznellik biçiminin reddedilmesi, baĢka bir bilgi ve iktidar dolayımıyla baĢka bir
öznellik biçiminin kurulması anlamına gelmektedir: kendiliğin kendilik üzerinde
çalıĢmasının farklı biçimleri. Bu nedenle, bilgi ve iktidara olumsuz anlamlar
yüklendiği düĢünülmemelidir. Foucault‟ya göre iktidar, insan iliĢkilerinde geniĢ bir
alanı kaplayan, bir kiĢinin baĢkasının davranıĢlarını yönlendirmeye çalıĢtığı stratejik
bir iliĢkidir. “Bireyler arasında, aile bünyesinde, eğitim iliĢkilerinde, siyasi yapıda
vb.” etkisini gösteren, farklı biçimler alabilen ve içinde mutlaka direniĢ imkânı
217
Foucault, “Özne ve İktidar”, s. 58.
Foucault “etik” terimini, insan davranıĢlarına rehberlik eden kurallar bütünü olarak değil, insanın
kendisiyle kurduğu iliĢki; diğer bir deyiĢle, özgürlüğün düĢünülerek hayata geçirilmesi, düĢünülmüĢ
bir özgürlük pratiği anlamında kullanmaktadır. Bkz. Michel Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak
Kendilik Kaygısı Etiği”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul,
2005, s. 221-247.
*
77
barındıran -geniĢ veya kısıtlı- bir iktidar iliĢkileri ağı söz konusudur218
–ancak
iktidar iliĢkileri tahakküm durumları yaratabilir; bu soruna birazdan değineceğiz-.
Dolayısıyla, iktidar iliĢkilerinin, ilk kertede, baĢkasının davranıĢlarını etkilemeye
yönelen stratejilerle iĢledikleri söylenebilir. Strateji oluĢturabilmenin yolu da hakikat
yükümlülüğünden geçmektedir; bu ise, hakikat oyunlarını analiz etmeyi, nasıl
kurulduklarının farkında olmayı gerektirir:
“…[H]akikat sorununu kapsamayan bir strateji belirleyebileceğimizi Ģimdiye
kadar hiçbir Ģey kanıtlayamamıĢtır. Hakikat yapılarıyla ya da hakikatten
sorumlu kurumlarla ilintili olabilen tahakküm etkilerine karĢı zaman zaman
Ģu ya da bu biçimde yine bu hakikat yükümlülüğü alanında hareket edebiliriz.
…[B]ir hakikat tahakkümünden hakikat oyununa tamamen yabancı nitelikteki
bir oyun oynayarak değil de, hakikat oyununun diğer kozlarını kullanarak,
oyunu baĢka bir biçimde oynayarak ya da oyunu değiĢtirerek kurtulmuĢ
olunur … Siyasi olanın –örneğin belli bir haksız siyasetin tahakküm
durumunun sonuçlarından hareketle- eleĢtirisi yapılabilir; ama bu, ancak belli
bir hakikat oyununu oynayarak, bu siyasetin sonuçlarını göstererek, baĢka
rasyonel imkânlar olduğunu göstererek … yapılabilir.”219
Foucault, öznenin belli bir hakikat oyununa nasıl dahil olduğu temel
sorusuyla uğraĢırken iktidar meselesini ele almak durumunda kalmıĢtır. Ġktidar
analizinde üç düzey bulunur: stratejik iliĢkiler, yönetim teknikleri ve tahakküm
218
219
Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s. 224, 235, 236.
Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s. 240.
78
durumları.220 Taraflar arasında etkileme ve tepki gösterme biçiminde geliĢen stratejik
iliĢkiler tahakküm etkilerine açıktır. GeniĢ anlamıyla yönetim teknikleri, stratejik
iliĢkiler ile tahakküm durumları arasında aracı iĢlevi görür; yani tahakküm durumları
bu tür teknikler aracılığıyla yerleĢik hale gelir. Örneğin, bir çocuğun, otoritesini kötü
ve yararsızca kullanan bir öğretmenin etkisine maruz kalması durumu gibi.221
Dolayısıyla denebilir ki, iktidar iliĢkileri insanların kullandığı (yönetim) teknikler
aracılığıyla iĢlemekte ve bu tekniklerin niteliğine göre tahakküm durumları
doğabilmektedir. Ancak, iktidar iliĢkileri güçlü hakikat etkileri yarattığı oranda bu
tahakkümün hissedilme ve reddedilme oranı da gittikçe düĢmektedir.
17. ve 18. yüzyıllardan itibaren uygulamaya sokulan yeni iktidar teknolojileri
–ve modern devlet aygıtı- gücünü yarattığı hakikat etkilerinin gücünden almaktadır;
bu hakikat etkileri de uygulanan iktidar teknikleriyle birebir bağlantı içindedir.
Nitekim 17. ve 18. yüzyıllarda, kaba bir tahakkümden çok bireyleri Ģekillendirmeyi,
üretken hale getirmeyi, teĢvik etmeyi, bilgisini arttırmayı; böylece bilgi oluĢturmayı
ve söylem üretmeyi hedefleyen pozitif karakterli iktidar teknikleri, iktidar etkilerinin
bütün toplumsal bünyeye nüfuz ederek dolaĢımını ve modern kapitalist toplumun
ihtiyaç duyduğu disiplini sağlayabilmiĢtir: “17. ve 18. yüzyıllarda, etkisini toplumsal
üretim ve toplumsal hizmet yoluyla kurmaya baĢlayan bir iktidar biçimi doğar. Söz
konusu olan artık, bireylerden somut yaĢam koĢullarında üretken hizmet elde
etmektir. Bunun için, iktidarın bireylerin bedenlerine, hareketlerine, tutumlarına ve
gündelik davranıĢ kalıplarına ulaĢabilmek zorunda olması anlamında, iktidarın
gerçek ve etkili bir biçimde “bedenselleĢtirilmesi” zorunlu olmuĢtur. … Ama aynı
220
221
Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s. 245.
Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s 244, 245.
79
zamanda bu yeni iktidar teknikleri, nüfus sorunuyla uğraĢmak, kısacası insan
birikimini idare etmek, denetlemek ve yönlendirmek ihtiyacı duymuĢtur (sermaye
birikimini destekleyen ekonomik sistem ile insan birikimini yöneten iktidar sistemi,
17. yüzyıldan itibaren birbirine koĢut ve birbirinden ayrılmaz fenomenlerdir) …” 222
Modern iktidar, insanları, söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler
aracılığıyla; yani insanın olumluluğunu -konuĢan, yaĢayan ve çalıĢan varlık- ve bu
olumluluğu içinde toplumsal gerekliliğinin anlamını belirleyen beĢeri bir bilgi ve bu
bilgiyi üreten, uygulayan, kısaca ortamını hazırlayan kurumlar ve faaliyetler
aracılığıyla, oluĢturulmuĢ deneyimlerin özneleri olarak kurar. Bu sürecin analizi,
bilgi/iktidar iliĢkisini mümkün kılan tekniklerin açığa vurulmasını gerektirir.
Panopticon‟un ya da daha genel ifadeyle “gözetleme/inceleme”nin icadı ve
yaygınlaĢması bu bağlamda değerlendirilmelidir; yani modern bir bilgi/iktidar ağının
temelindeki ilke/teknik olması bağlamında. Bu temelden türeyen, bireyselleĢtirici ve
bütünselleĢtirici; disipline edici ve düzenleyici bir dizi baĢka teknik, insan bilimleri
ve insan‟a dair üretilen hakikatler ile hakikatlerin üretilmesi için oluĢturulan
kurumsal mekânlar yoluyla, “hakikat üretimlerini kendinde bizi bağlayan, birleĢtiren
iktidar etkileri”223 yoluyla gündelik yaĢama nüfuz eder. Bu düzen, rasyonelleĢme ile
iktidar arasındaki bağın, “bilginin kurumsal biçimlere, toplumsal ve siyasi biçimlere
bağlanma tarzının”224 bir ifadesidir.
222
Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 76.
Foucault, “İktidar ve Bilgi”, s. 173. Ayrıca bkz. Foucault, “Hapishane Üzerine SöyleĢi: Kitap ve
Yöntemi”, s. 35, 36: “Ġktidarın bilgiye, bilginin iktidara sürekli eklemlendiği kanısındayım. …
Ġktidarın iĢleyiĢi sürekli olarak bilgi yaratır ve aksi yönde, bilgi de iktidar etkilerine yol açar. … Bilgi
olmadan iktidarın sürdürülmesi olanaksızdır, bilginin iktidar doğurmaması olanaksızdır.”
224
Foucault, “Delilik Bir İktidar Sorunu”, s. 279.
223
80
Her toplum belli bir bilgi/iktidar iliĢkisi ve hakikat rejimine dayanır
kuĢkusuz; ancak modern toplum, yöneldiği hedeflerin –ki bunlar, insan davranıĢının
ve insan çokluğunun denetiminde, insan bilgisinin bu iki rol etrafında geliĢmesinde
düğümlenmektedir- ve geliĢtirdiği tekniklerin rasyonalitesi boyutunda çok daha fazla
bilgi üretimine, bilgi birikimine, uzmanlığa; bilginin dolaĢım ve belli bir Ģekilde iĢlev
görmesine ihtiyaç duymaktadır.
“Hakikat talep eden ve iĢlev görmek için ona ihtiyaç duyan iktidar tarafından
hakikati üretmeye zorlanıyoruz; hakikati söylemek zorundayız, hakikati itiraf
etmeye ya da bulmaya mahkûmuz. Ġktidar sorgulamaktan, bizi sorgulamaktan
vazgeçmez;
iktidar
hakikat
arayıĢını
kurumsallaĢtırır,
meslekileĢtirir,
ödüllendirir; sonuçta, nasıl zenginlik üretmek zorundaysak, aynı Ģekilde
hakikat üretmek zorundayız ve hakikati zenginlik üretebilmek için üretmek
zorundayız.”225
225
Foucault, “İki ders”, s. 103.
81
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ALTERNATĠF BĠR BĠLGĠ / ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ
ve BĠLGĠ EDĠNME HAKKI
I. ALTERNATĠF BĠR BĠLGĠ/ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ
Yukarıda belirtildiği gibi, modern siyasal iktidarın disipline edici ve
normalleĢtirici karakteri belli bir siyasal ussallık/rasyonalite biçimine dayanmaktadır.
Modern siyasal iktidar bireyselleĢtirici ve bütünselleĢtirici tekniklerle –bir bilim ve
uygulama
haline
gelmek
suretiyle-
toplumun
yanı
sıra
bireyi
yakından
yönetmektedir. Foucault‟nun analizleri çerçevesinde, söz konusu yönetimin güçlü bir
yönlendirme/güdüleme olduğu, yani bireyi yöneten gücün iktidarın zorlayıcılığı
değil, esas itibariyle, bireyin tercihlerini etkileyecek ve belirleyecek bir “siyasal
ussallık” olduğu vurgulanmaktadır.226 –tercihlerin yönlendirilmesinin meĢruiyeti
sağlamanın bir yolunu oluĢturduğu da bu noktada belirtilmelidir.-*
226
Tekin Akıllıoğlu, “Temel Hakların GeliĢmesi Üzerine Bazı DüĢünceler”, AÜ SBF Dergisi, Cilt:
44, Sayı: 1-2, 185.
*
Burada vurgulanmak istenen, modern devletin “ethik” niteliğidir. “Ehtik” ve “politik” terimleri
birbirine sıkı sıya bağlı bulunmakta ve devletin (moral ve yarar da denilen) iki uğraĢını birlikte
tanımlamaktadır. Gramsci‟nin önerdiği tanım Ģu Ģekildedir: “Ethik devlet konusunda daha usa yatkın
ve daha somut olarak söylenebilecek Ģey, bence Ģudur: en önemli iĢlevinden biri de büyük halk
yığınını, üretici güçlerin geliĢme zorunluluklarına ve dolayısıyla egemen sınıfların çıkarlarına karĢılık
düĢen belli bir kültürel ve moral düzeye (tipe) yükseltmek olduğu ölçüde, her devlet ethiktir. Eğitsel
ve olumlu iĢlev olarak, okul; eğitsel, bastırıcı ve olumsuz iĢlev olarak da yargıevleri, bu anlamda
devletin en önemli etkinlikleridirler …” Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Kenan Somer,
Onur Yayınları, Ġstanbul, 1986, s. 181.
82
Bir özgürleĢmenin ise ancak siyasal usun köklerine düzenlenecek bir
saldırıyla gerçekleĢebileceği söylenebilir.* Akıllıoğlu‟nun ifadesiyle, “… birey,
günümüzde siyasal iktidar tarafından belirlenen bir ussallık çerçevesinde hareket
etmekte, farkına bile varmaksızın buna zorlanmaktadır. Dolayısıyla, bu yapı veya
sistem karĢısında yapılacak iĢ önce söz konusu ussallığın verilerini çözümlemek
(analiz etmek) daha sonra da değiĢtirmektir. Bunu sağlamak için sistemi “karĢıya
almak” veya ondan ayrı bir kimlik ve niteliğe (karaktere) sahip olmak gerekir.”227
Batı düĢüncesinde temel hakların “Devlete karĢı” haklar olarak geliĢimi bu
bağlamda değerlendirilebilir. Bu demektir ki, insan hakları ve temel haklar, özünde,
bireylerin (veya birey kümelerinin/örgütlerin) siyasal iktidarı eleĢtirme ve değiĢimini
sağlama amacına yönelik bir iĢlev taĢıyan politik faaliyetlerdir; dolayısıyla “resmi
ussallık”tan farklı bir düĢünce yapısını içermektedirler.228
Siyasal iktidara karĢı hak talepleri biçimindeki söz konusu karĢıtlık,
yöneten/yönetilen gerilimini ve meĢruiyet arayıĢlarını gündeme taĢır. Bu bağlamda,
özellikle, yönetimin, devletin üstün çıkarlarını ilgilendiren dıĢ güvenlik, uluslararası
iliĢkiler gibi konularda faaliyet göstermesinin ötesinde vatandaĢların günlük
yaĢamına artan Ģekilde müdahale etmeye baĢlaması (refah devleti uygulamaları),
*
Foucault‟nun kuramı özgürlük açılımına kapalı olmamakla birlikte, liberal özgürlük anlayıĢıyla
bağdaĢmamaktadır. Buna göre özgürlük asla doğuĢtan edinilmez, ona ancak riskler alarak ve
toplumsal beklentiden biraz da olsa saparak ulaĢılabilir. Orhan Tekelioğlu, “Moderniteye SıkıĢan
Özgürlük: Foucault‟nun Kendilik Teknolojileri‟ne Bir BakıĢ”, Doğu Batı DüĢünce Dergisi, Yıl: 3,
Sayı: 9, 1999, S. 49.
227
Akıllıoğlu, “Temel Hakların Gelişmesi Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 185.
228
Akıllıoğlu, “Temel Hakların Gelişmesi Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 185.
83
yönetimi etkileme, yönetime katılma, yönetimde Ģeffaflığı sağlama taleplerini
yoğunlaĢtırmıĢtır.229
Yönetimin gizlilik eğilimini de, talepleri hızlandıran bir faktör olarak bu
tabloya eklemek gerekir. Yönetimdeki bilgi, belge ve diğer verilerin açıklanmaması
anlamında gizlilik, toplumların idari ve siyasi yönden kurumsallaĢmaya baĢlaması ile
ortaya çıkmıĢ ve devlet yönetiminin hem siyasi hem de idari boyutuna egemen
olmuĢtur. Siyasal iktidarın merkezileĢmesi ve bürokrasinin hakim bir sektör olarak
ortaya çıkması gizlilik derecesinde de artıĢa yol açmıĢtır.230 Nitekim Weber‟in
belirttiği gibi, bürokrasinin çıkarları gereği gizlilik, salt teknik alanlarla sınırlı
kalmamakta, parlamentoyla olan mücadelesinde de “resmi sır” kavramı özgün bir
buluĢ olarak korunmaktadır: “Bürokratik yönetim her zaman için „gizli oturumlar‟
yönetimi olmak eğilimindedir; bilgisini ve eylemlerini eleĢtirel gözlerden
olabildiğince saklamaya özen gösterir.”231
Yönetimin yapı ve iĢleyiĢ itibariyle karmaĢık bir nitelik arz etmesi, elindeki
imkanların ve araçların geniĢlemesi, günlük hayata artan oranda müdahalesi etkin bir
toplumsal denetimi gerekli kılmıĢ; özellikle 1960‟lı yıllardan itibaren yönetimin
faaliyetlerinde açık olması gerektiği düĢüncesi ve bu yöndeki hukuki düzenlemeler
yaygınlık kazanmaya baĢlamıĢtır. Açıklığı sağlamanın en eski uygulaması, yönetimin
faaliyetlerinden yönetilenlerin haberdar olması ilkesidir –düzenleyici iĢlemlerin
229
Ramazan ġengül, “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu Türk Kamu Yönetimini „Camdan Eve‟ DönüĢtürür
mü?”, SBF Dergisi, 60 (3), 2005, s. 219, 220.
230
Musa Eken, “Kamu Yönetiminde Gizlilik Geleneği ve Açıklık Ġhtiyacı”, Amme Ġdaresi Dergisi,
Cilt: 27, Sayı: 2, 1994, s. 26, 28, 29.
231
Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 315, 316.
84
yayınlanması, alınan kararların gerekçelerinin açıklanması gibi-.232 Yönetilenlerin
yönetimden bilgi edinme talebinde bulunma hakkına sahip olması, yönetimin de bilgi
verme yükümlülüğü ile donatılması ise bu ilkenin mantıksal bir uzantısı
niteliğindedir. Bilgi edinmeye iliĢkin dünya çapında hayata geçirilen yasal
düzenlemelerin de, bir talep hakkı olarak bilgi edinme hakkını düzenlemek suretiyle,
yönetimin faaliyetlerinden yönetilenlerin haberdar kılınması konusunda üst bir
güvence sağlamayı hedeflediği söylenebilir.
“Alternatif bir bilgi/iktidar iliĢkisi” ifadesi, siyasal usu eleĢtirme, dönüĢüme
uğratma imkanlarına gönderme yapmaktadır. Bir eleĢtirinin, dönüĢüm ihtimalinin
mümkün olabilmesi ise kuĢkusuz bilgiyi (bilmeyi), eleĢtirilecek Ģeyin bilgisini
gerektirmektedir. Bu noktadan hareketle, “bilgi edinme hakkı”nın hukuki bir
mekanizma olarak söz konusu gereği sağlamadaki iĢlevi/katkısı/konumu ortaya
koyulmaya çalıĢılacaktır. Ancak öncesinde, konuyla iliĢkili olduğu düĢünülen bir dizi
kavrama (sivil toplum, toplumsal katılım, kamusal alan) değinilecektir.
1. SĠVĠL TOPLUMUN DOĞUġU VE MEġRUĠYET
Akal, devlet/sivil toplum ikilemini tanımlarken her iki kavramın ait oldukları
alanın sınırlarının çizilmesi gerektiğini; bu sınırın da belli bir tarihsel dönemden -16.
yüzyıl Batı‟sı-ve modern siyasi-hukuki kavramsallaĢma düzeyinden geçtiğini
232
ġengül, a.g.y., s. 224.
85
belirtir.233 Gerçekten de, yöneten/yönetilen, Bir/kalabalık, egemen/ulus, devlet/sivil
toplum seklinde değiĢik ifadelerle dile gelen söz konusu karĢıtlığın kurucu zemini,
“zor” ile “rıza” iliĢkisinin oluĢtuğu, meĢruiyet arayıĢının gündeme geldiği modern
Batı dünyasında aranmalıdır. Nitekim, zor kullanma tekeline sahip siyasi iktidar tipi
modern devletin doğuĢu ile yönetilenlerin rızasının sağlanmaya çalıĢılması olguları
bir madalyonun iki yüzüne karĢılık gelmekte234 ve iki temel dönüĢümden
kaynaklanmaktadır. Bunlardan biri, liberal kuramın temellendiği, devlet/toplum
ayrımını mümkün kılan geliĢmelerdir. Diğeri ise, bu ayrımın felsefi temellerini
oluĢturan, siyasal iktidarın meĢruiyet kaynağının dünyevileĢmesi meselesidir.235
Modern devletin mutlakiyetle birlikte belirdiğine yukarıda değinilmiĢti. Buna
göre mutlakiyet, modern devletin kurucu unsuru olan egemen/halk ayrımını ilk defa
gündeme getiren gerçek bir kopuĢ dönemi olarak nitelendirilebilir. Bunun anlamı,
toplumları, toplumu düzenleyen kurallar bütününün kaynağını düĢünme biçimi
bakımından iki temel kategori halinde farklılaĢtıran yapısal değiĢimin yaĢandığı geçiĢ
sürecinin; yani
toplum düzenini dıĢsal yasaya bağlı kılan toplumlardan toplum
düzenini dünyevi yasa aracılığıyla gerçekleĢtiren* toplumlara dönüĢümün mutlakiyet
döneminde nihayetlendiğidir. Toplum düzenini kuran ilkenin ruhani iktidara
dayanmayarak dünyevileĢmesi sonucu, ayırt ediciliğini meĢruiyetini belirleyen
sosyal temelden alan modern anlamda devlet düĢüncesi doğabilmiĢtir. Ancak
233
Akal, a.g.y., s. 45, 46: “Sivil toplum olarak düĢünülen toplum, ancak devletle ve devlet içinde
varolabilirdi. Ya da sivil toplum, kavramsal açıdan, insanlar devleti düĢünebilmeye baĢladıktan sonra
varolabilirdi.”
234
Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Kenan Somer, Onur Yayınları, Ġstanbul, 1986, s.
186.
235
Tuğba Asrak Hasdemir, Kamusal ĠletiĢimde Bilgi Edinme Hakkı, Dipnot Yayınları, Ankara,
2007, s. 22. Ayrıca bkz. Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, Ġstanbul,1986, s.
179-187.
*
Dünyevi yasa insan iradesinin ürünü iken, dıĢsal yasa insanın keĢfedebileceği ancak
değiĢtiremeyeceği ezeli ve ebedi hakikatlerden ibarettir.
86
belirtmek gerekir ki, söz konusu ilkenin ya da Yasa‟nın uygulanma tarzına göre
modern devlet nitelik değiĢtirmekte; bu nedenle, kiĢiselleĢmiĢ siyasi iktidar tipine
karĢılık gelen “kral-devlet”ten ve kurumsallaĢmıĢ siyasi iktidar tipine karĢılık gelen
“ulus-devlet”ten bahsedilmektedir.236
KopuĢtan önceki evrede, toplumu düzenleyen Yasa‟nın dıĢsal oluĢu ve tabii
hukukun belirleyiciliği nedeniyle siyasi iktidarın kullanımı meĢruiyet açısından sorun
yaratmamaktadır. Siyaset dünyevi bir alanda düĢünülmeye baĢlandığında, insanları
yasaların yaratıcısı yapan düĢünce doğduğunda ise, özellikle “Yasa/uygulama”nın
Kralın (egemenin) kiĢiliğinde ayrıĢmaz bir bütün olmaktan kurtulup birbirinden ayrı
düĢünülebildiği
“ulus-devlet”te,
iktidarın
kullanımının
meĢruiyeti
gündeme
gelmekte, kaynağını modern yasa yaratıcıdan alan iktidar kullanımı meĢru kabul
edilmektedir.237
MeĢruiyet, rıza kavramı ile yakından iliĢkilidir. Devletin hükmettiği topluluğa
yönelik eylemlerinin direniĢle karĢılaĢmaması, toplum tarafından devletin hükmetme
gücüne rıza gösterilmesi / itaat edilmesi anlamını içermektedir. Dolayısıyla, Yasa
yaratıcı toplumlarda meĢruiyetin kaynağı dünyevi olmakta ve meĢruiyet olmaksızın
devletin varlığını sürdürebilmesi mümkün görünmemektedir –dünyevileĢmenin
doğası gereği zaten bu böyledir- . Bu yüzden her devlet için, meĢru bir otoriteye
236
Akal, a.g.y., s. 323. Akal, Yasa ve uygulama arasındaki iliĢkiyi siyasi iktidar kavramını
tanımlamak için kullanır. Buna göre, Yasa/uygulama ya da ilke ve kullanım, en basitinden en
karmaĢığına kadar her toplum için söz konusu olan siyasi iktidar iliĢkisinin iki unsurudur. Dolayısıyla,
böyle bir iliĢkinin doğması için devlet biçiminde örgütlenme Ģart değildir, devlet yalnızca Yasa ile
uygulama arasında kurulan özgül bir iliĢkiyi göstermektedir. Akal, a.g.y., s. 15, 359.
237
Akal, a.g.y., s. 327.
87
sahip olmak, toplumun iradesini cisimleĢtirdiği ve ifade ettiği yolundaki kanaat
hayati önem taĢımaktadır.
MeĢruiyet ile Ģiddet kullanma tekeli birlikte düĢünüldüğünde, Yasa/uygulama
iliĢkisinin özel bir biçimi olan ve modern devletin karakteristiğini oluĢturan
egemenlik açığa çıkmaktadır. Buna göre modern devlette, Yasa‟nın toplum
iradesinden kaynaklanması nedeniyle meĢruiyetin kaynağını toplum oluĢturmakta ve
Ģiddet kullanımının toplumdan farklılaĢan tek bir odakta toplanması sonucu,
uygulama bir bütün olarak toplum eliyle ya da toplum içindeki birden çok güç odağı
aracılığıyla değil, tek bir dünyevi merkez tarafından gerçekleĢtirilmektedir. Bu tarz
bir Yasa/uygulama iliĢkisi de modern devlet egemenliğini tarif etmekte; deyim
yerindeyse egemenlik, meĢru otoriteye karĢılık gelmektedir.238
Yasa‟yı dünyevileĢtiren modern toplum tipi uygulama unsurunda gözlenen
değiĢim açısından yukarıda değinildiği gibi iki alt tipe ayrılmaktadır: kral-devlet ve
ulus-devlet. Kral-devlet, Yeni Çağ‟ın baĢlangıcı olan monarĢiler döneminde; yani
ulus fikrinin tam anlamıyla olgunlaĢmamıĢ olduğu bir dönemde, Yasa söyleme ve
uygulama iĢlevlerinin dünyevi bir alanda kralın elinde toplandığı, varlık nedenini ve
amacını kendinde bulan bir siyasi iktidar tipine karĢılık gelmektedir. Dolayısıyla
kral-devlette, Yasa ve uygulamanın, kralın kiĢiliğinde ayrıĢmaz bir biçimde
kaynaĢmıĢlığı söz konusudur.239
Ulus-devlette ise, Yasa‟nın söylenmesi iĢlevi
toplum tarafından gerçekleĢtirilmekte iken, uygulama toplumdan farklılaĢmıĢ ve
kurumsallaĢmıĢ bir aygıta bırakılmıĢtır. “Böylece modern devlet, meĢruiyetini
238
Egemenlik ve meĢruiyet konusunda ayrıca bkz. Max Weber, Toplumsal ve Ekonomik
Örgütlenme Kuramı, çev: Özer Ozankaya, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995, s. 311-315.
239
Akal, a.g.y., s. 326, 327.
88
kendisinden değil, modern dünyevi ilke olarak karĢısına oturtulan modern yasa
yaratıcıdan ya da ulustan alacaktır.”240 Bu aynı zamanda modern demokrasi diye
adlandırılabilecek aĢamayı oluĢturmaktadır.241
Ulus-devletin kral-devletten ayrıldığı nokta, birtakım yeni kavramlarla
birlikte düĢünülmelidir; “anayasallık” ve “kiĢisel olmayan iktidar” kavramları242 bu
açıdan önem taĢımaktadır. “Anayasallık” kavramı, hukukun üstün kabul edildiği,
toplumun her kesiminin ve iktidarın, eylemlerinde hukukla bağlı kılındığı bir devlet
düzenini ifade etmektedir. Anayasalar siyasi sürecin temel kurallarını belirlemekte
kullanılan metinlerdir. Anayasa maddi anlamda tanımlanacak olursa, belli bir
devletin siyasi yapısı, iktidarın kullanıĢı ve yetkileri ile ilgili kuralların bütününü
kapsayıcı bir niteliğe sahip olduğu görülür.243
Dolayısıyla anayasa için, devletin
varlığını somutlaĢtıran ve güvence altına alan bir metindir denebilir. Ancak aynı
zamanda anayasanın, temel hak ve özgürlükler lehine devlet iktidarını sınırlama
iĢlevini de unutmamak gerekir.244 O halde anayasanın, bir toplumda siyasi iktidarı
kullananların nasıl iĢ baĢına geldiği, siyasal iktidarı kullanacak kurumların kuruluĢ,
iĢleyiĢ, görev, yetki ve sorumluluklarının neler olduğu ile siyasal iktidar karĢısında
vatandaĢların
hak
ve
yetkilerinin
kapsamı
sorunlarını
çözümlemesi
beklenmektedir.245
240
Akal, a.g.y., s. 327.
Akal, a.g.y., s. 358.
242
Pierson, a.g.y., s. 38-42.
243
Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Yedinci Bası, Beta Yayınları, Ġstanbul, 2001, s. 143.
244
Mehmet Turhan, Anayasal Devlet, 3. Bası, Naturel Yayınları, Ankara, 2004, s. 69.
245
Bülent Daver, Siyaset Bilimine GiriĢ, Doğan Yayınevi, Ankara, 1969, s. 165.
241
89
Ulus-devleti kral-devletten; diğer bir deyiĢle mutlakiyetçi dönemden ayıran
önemli bir özellik anayasaya bağlılık noktasında toplanmaktadır. Ulus-devletin
anayasaya bağlılığı yönetimin meĢruti niteliğini açığa çıkartmaktadır. Devlet ile ulus
arasındaki, ağırlığı devlet karĢısında ulusa veren bu iliĢki biçimi, her Ģeyden önce
devlet iktidarının mutlak değil, kısıtlanmıĢ olmasını gerektiriyordu ve 18.-19.
yüzyıllarda anayasa bu yeni iliĢki biçimini tarif etmek için kullanılmaktaydı.246
“KiĢisel olmayan iktidar” kavramı da anayasal düzen kavramıyla yakından
ilgilidir ve yönetimin belirli kiĢilerin öznel ve keyfi iradesine bağlı olmayıp,
yurttaĢların oylarıyla iĢ baĢına gelen parlamentonun belirlediği yasalara dayanması
anlamını taĢımaktadır; yani yasanın yaratıcısı ile uygulayıcısı birbirinden ayrılmıĢtır.
Bu ise, devlet iktidarını uygulayanların, yasal, anayasal ve kamu hukukuna uygun
yöntemlerle sınırlı olarak görevlerini yerine getirmek zorunda oluĢlarını ve
görevlerinin geçiciliğini ifade etmektedir.
Toplumun kendisini yasa yaratan olarak tanımlaması; diğer bir deyiĢle,
toplum düzeninin dünyevi yasalara göre oluĢturulmaya baĢlanması; yani tabii halden
sivil hale geçilmesi modern düĢüncenin pozitivist karakterine iĢaret etmektedir.
Böylelikle, hukuk ve siyaset alanlarının birbirlerinden farklılaĢmak suretiyle
kendilerine özgü terimlerle açıklanması gündeme gelmiĢtir. Örneğin hukuk, hem
toplumu bağlayıcı kurallarla düzenleme, hem iktidar karĢısında toplumu tarihsel
geliĢime göre değiĢen bir içerikle hak sahibi kılma, hem de modern devletin Ģiddet
tekeline sahip devasa gücünü sınırlandırma ve denetleme iĢlevlerini yüklenerek;
246
Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 75.
90
deyim yerindeyse, kendisinden türediği siyaseti bağlayan kurallar bütününü ifade
etmeye soyunmaktadır.
Bu noktada, modern dünyada siyaset ve hukuk arasındaki ayrım açısından,
yasallık ve meĢruluk üzerinde kısaca durmak gerekir. Hukuk devletinin meĢruluğu
“maddi” ve “biçimsel” olmak üzere iki biçimde ele alınmaktadır.247 Biçimsel hukuk
devleti anlayıĢına göre meĢruluk yasallıkla özdeĢ kabul edilmekte, içeriği ne olursa
olsun kendi koyduğu yasalara uyan her devlet meĢru hukuk devleti sıfatını
kazanmaktadır. Maddi hukuk devleti anlayıĢına göre ise, hukuk devletinden
bahsedilebilmesi için, yasallığın yanı sıra belli bir amaca da ihtiyaç vardır ve bu
amacı özgürlüğün (insan haklarının) korunması oluĢturmaktadır. Siyasete dair bir
kavram olan meĢruiyetin asgari ölçütünün yasallıkta; yani yürürlükteki hukuk
kurallarına uygunlukta aranması, hukukun, siyasal eylemin biçiminin nasıl olması
gerektiğine yönelik ilkeleri güvence altına alan bir yapı olarak ele alındığını
göstermektedir. BasitleĢtirecek olursak, modern düĢüncede pozitif hukuk, siyaset için
bir ölçüdür, sınırdır, devlet faaliyetlerini çerçeveleyen biçimdir denebilir.
247
Bu konuda bkz. Sancar, a.g.y., s. 85-88.
91
2. TEMSĠLĠ DEMOKRASĠDEN KATILIMCI DEMOKRASĠYE
2.1. TEMSĠL MESELESĠ
“Temsil düĢüncesi sistematik bir devlet kuramı içinde nihai yerini almıĢtır.
DıĢsallığın içselleĢmesiyle, siyasi iktidarı kullanan ya da kullananlar, Tanrı‟nın değil
toplumun temsilcileri olarak sunulacaklar, ve tabii toplumun aynası olarak
insansızlaĢtırılmıĢ Bir‟in de temsilcileri… gerçek persona‟dan (kiĢi), yapay ya da
kurgusal persona‟ya geçiĢ imkânı …”248
Ulus kavramı hakkında bugün bildiklerimizin ilk nüvesinin Hobbes‟un sosyal
sözleĢme kuramında yer aldığı söylenebilir. Hobbes‟un kuramına göre devletin varlık
nedeni doğal yaĢamdaki savaĢ halinin son bulması, güvenliğin sağlanmasıdır.
Toplum üyeleri (bireyler) ölüm korkusu/güvenlik isteği nedeniyle aralarında anlaĢıp,
sözleĢmenin tarafı olmayan, bu nedenle kendi yapacağı yasalarla bağlanmayan,
yurttaĢların koyacağı kurallara yön veremeyeceği bir mutlak egemene güçlerini
devrederler. Böylelikle, sözleĢenlerin güçlerin toplamından oluĢan egemen güç
Leviathan meydana gelir.
Devletin (Leviathan‟ın), kendi yaratıcısı olan insanları içermesi; diğer bir
deyiĢle, devletin hem insanların dıĢında hem de içinde olması durumu Hobbes‟ta
siyasal temsil mekanizması ile açıklanır.249 Buna göre, yaratıcının yapıtında kendini
248
Akal, a.g.y., s. 100, 101. Ayrıca bkz. Akal, a.g.y., s. 99-102.
Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 218. Hobbes‟un, siyasal temsil
mekanizmasına açıklık kazandıran kiĢi (persona) kavramına bu noktada değinmek gerekir. Hobbes,
kiĢiyi iki açıdan ele alır: doğal kiĢi ve yapay kiĢi. “Sözler ve eylemler kiĢinin kendisine ait ise, o bir
249
92
görmesi gibi, Leviathan‟ı yaratan bireyler de kendilerini onunla özdeĢleĢtirirler ve bu
özdeĢleĢmeden bireyler toplamına karĢılık gelen halk (ya da ulus) meydana gelir250
Yani sözleĢme kurulmadan önce halk Ģeklinde bir birlik ortada yokken, sözleĢmeyle
ve devletin kurulmasıyla birlikte, temsil iliĢkisinin tarafı olabilecek, tek tek bireyleri
aĢan halk yaratılır:
“…Temsil yansıtmaz, fakat gerçekleĢtirir, yaratır. Daha açıkçası, her ne kadar
insanlar devleti yaratmıĢlarsa da, “bir” olan halkı yaran devletin (ya da egemenin) ta
kendisidir. … Bireyler, kendisini meĢru temsilcileri olarak kabul edip itaat ettikleri
egemene göre olan durumları bakımından bir birlik oluĢtururlar. Demek ki birlik
oluĢları, yani halk haline geliĢleri tümüyle kendilerinin dıĢında gerçekleĢir.”251
O halde egemenlik onu yaratan halktadır (ya da ulus); yani temsil iliĢkisinin
sonucudur. Tek bir kiĢilik halinde birleĢmiĢ olan topluluk/Devlet/Leviathan‟ın
“Bir”liğini siyaset sahnesinde canlandırması için gereksinim duyulan canlı-kanlı
insan (kral) ya da insanlardan oluĢan kurul (meclis); kurgusal kiĢiliği taĢıyan, halkın
temsilcisi olan egemendir. Egemen, bütün bireylerden aldığı yetkiyle, onların adına
konuĢup eylemde bulunur.252 Bireyler, temsil ile birlikte kendilerini temsilcinin
içinden yeniden yaratarak yurttaĢa dönüĢürler.253 Bu Ģekilde devletle toplum üyeleri
doğal kiĢi olarak adlandırılır. Bir baĢkasının sözlerini ve eylemlerini temsil ediyorlarsa, o bir yapma
veya yapay kiĢidir. … KiĢileĢtirmek (“to personate”), rol yapmak (“to act”) veya kendini veya baĢka
birini temsil etmektir (“to represent”); ve baĢka birini temsil edenin, onun kiĢiliğini üstlendiği veya
onun adına hareket ettiği söylenir …” Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi
Yayınları, Ġstanbul, 1995, s. 117.
250
Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 219. Ancak modern anlamda bir
halk/ulus kavramsallaĢtırması söz konusu değildir; çünkü Hobbes‟a göre halk, egemen güçten
bağımsız bir kiĢiliğe sahip değildir. Ayrıca bkz. Akın, a.g.y., s. 109: “(Hobbes‟un) sözünü ettiği
anlaĢmanın özelliği iki yönlü olmasında, hem toplumu hem de iktidarı bir çırpıda ortaya
çıkarmasındadır.”
251
Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 221.
252
Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 219, 220; Hobbes, a.g.y., s. 130.
253
A.g.y., s. 222.
93
arasındaki bağı kuran ve simgeleyen “ulus”un en büyük özelliği yapay oluĢudur; onu
meydana getiren toplum üyelerinin her birinin somut varlığının ötesinde soyut bir
niteliğe sahip olmasıdır. Kalabalığın Bir‟e dönüĢmesine karĢılık gelen bu durum ise,
herkesin rızası üzerine inĢa edilen, “temsille belirlenmiĢ çağdaĢ demokrasi
düĢüncesini”254 akla getirir.
ġöyle ki, en basit haliyle halk gücü anlamına gelen demokrasi kelimesi,
baĢına temsili sıfatını almak suretiyle bu gücün kullanılma biçimini ifade etmektedir.
Temsili demokrasiye göre halkın yönetimi, halk için, halk adınadır, ama halk
tarafından gerçekleĢtirilmez. Düzenli aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla halk,
tek tek bireyler değil bütün adına hareket edecek olan temsilcileri belirler. Siyasi
iktidarı kullanan temsilcilere itaat de meĢruluğunu söz konusu temsil iliĢkisinden,
temeldeki halkın “kurucu” fonksiyonundan alır. Dolayısıyla, Akal‟ın belirttiği gibi,
temsil iliĢkisinden yola çıkarak Bir‟i kalabalığın aynası Ģeklinde konumlandıran
Hobbes‟un kuramı ile günümüz siyasi-hukuki kavramsal alanı içinde yer alan çağdaĢ
temsili demokrasi arasında yapısal bir farklılık bulunmamaktadır. Devlet ve ulus
arasındaki mesafeye iliĢkin algı değiĢirken, iki soyut bütünün temsile dayanan
birbirini belirleme özelliği, aralarındaki soyut bağ aynı kalmaktadır.255
Hobbes‟un kuramında devlet ile ulusun birbiriyle özdeĢ olması, devletin
kurulmasıyla eĢ zamanda ortaya çıkan ve farklı bireysel iradelerin tek bir iradeye
dönüĢmesinden ibaret olan halkın iradesinin egemenin iradesine eĢit olması anlamına
gelir. Bu nedenle, egemen güç olarak yetkilendirilen temsilci hem Yasa‟yı hiçbir
254
255
Akal, a.g.y., s. 100.
A.g.y., s. 102.
94
sınırlamaya tabi olmaksızın belirleyen hem de uygulayan konumundadır.
Dolayısıyla, Yasa/uygulamanın kendisinde toplandığı kiĢiselleĢmiĢ bir siyasi iktidar
tipine karĢılık geldiği söylenebilir. Hobbes‟tan sonra gelen düĢünürlerde ise devlet ile
ulusun birbirinden ayrılması gündeme gelecektir*; devlet ile sivil toplumun karĢı
karĢıya gelmesi de denilebilir: Yasa yaratıcı sivil toplumun karĢısında yasayı
uygulayıcı aygıt olarak devlet. Bu düĢünce, devletin iĢlevleri –“bütünün iyiliği
doğrultusunda özgürlüğü, barıĢı, düzeni ve adaleti sağlamak”256- meselesini ön plana
çıkararak ulus-devletin ilk iĢaretlerini sunmaktadır. Hak ve özgürlükleri koruyup
gözeten ve ortak iyiliği sağlayan böyle bir devletin yaratılıp sürdürülebilmesi,
“yasaların egemenliği, iktidarın sınırlanması, erkler ayrımı ve siyasal temsil” gibi
düzenlemeleri gerekli kılmaktadır.257
Ancak, Akal‟ın belirttiği gibi, devlet yerine ulusa ağırlık vermeye çalıĢan söz
konusu kuramlar*, “siyasi iktidarın ilkesiyle kullanımını kaynaĢtıran bu kuramı
bütünüyle aĢamamıĢ, bir Gordion düğümünü çözememiĢlerdir. Yasa yaratıcı olarak
*
Örneğin Locke‟ta baĢtan gücü sınırlandırılmıĢ bir devlet anlayıĢı vardır. Buna göre, her insanın
yalnızca cezalandırma hakkının üstün bir kuvvete devredilir. Çünkü doğal yaĢamdaki özgür ve mutlu
hayatı tehdit eden unsur, bu herkese ait olan kontrolsüz cezalandırma hakkından ibarettir. Dolayısıyla
insanlar sivil hayata geçerken diğer haklarından vazgeçmemiĢlerdir. Devletin görevi de sivil topluma
müdahale etmek yerine, tabii halin benimsenen Ģekliyle sürmesi için gerekli korumayı sağlamaktır;
yani hem tabii hayatta hem de sivil hayatta ortak hak olan mülkiyet hakkını –insanların öncelikle
bedenlerine sonrasında ürettiklerine malik olma hakkını- korumaktır. Totaliter yanı kuvvetli olan
Hobbes devleti ile sivil toplum özdeĢleĢirken; yani aradaki mesafe yok denecek kadarken, Locke‟un
liberal devlet kuramında devlet/sivil toplum farklılaĢmasının ilk emareleri görülebilir; yani araya bir
mesafe koyulmaya baĢlanmıĢtır. Hobbes‟ta esas zıtlık devletli toplum ile devletsiz toplum, tabii hal ile
sivil hal arasında iken; Locke‟ta tabii hale yaklaĢan, devletten uzaklaĢan bir sivil toplum tasarısına
rastlanır: “… Locke‟un tabii halinin sivil halde de sürdürülmesi gereken bir yanı vardır: Ġnsanlar tabii
olarak önce kendi bedenlerine, sonra da ürettiklerine malik oldukları için, tabii bir hakkın varlığı…
Kabaca liberalizm diye adlandırılabilecek bu kuramsal çaba, sivil hali, Hobbes‟ta karĢıt kutup olan
tabii hale yaklaĢtırırken, gücü sınırlanmak istenen bir devletten de uzaklaĢtırmaya baĢlar.” Akal,
a.g.y., s. 48.
256
Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, s. 338, 339.
257
Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, s. 340.
95
ulusun kendini kurallandırdığına ve devletin yalnızca bu kuralların uygulanmasını
sağlayan bir aygıt olduğuna iliĢkin sav, devletin bu düzlemde ulustan yeterince
uzaklaĢtırılarak düĢünülebilmesini sağlayamamıĢtır.”258 Bunun öncelikli nedeni
ulusun soyut bir niteliğe sahip olmasıdır. Ġnsanların bireysel özelliklerinin
silikleĢmesi neticesinde “bir” araya gelerek kendi varlıklarının toplamından farklı bir
bütün oluĢturduklarının düĢünülmesi nedeniyle iki soyut bütün (ulus ve devlet)
birbiriyle çakıĢmakta ve deyim yerindeyse, birbirini aynı sözcüklerle anlatmaktadır.
Ulus ve devleti birbirinden ayırma güçlüğü, toplumu düzenleyecek ve
uygulanması meĢru olacak olan Yasa‟nın belli bir sosyal bütünün yaratısı olması
gereğinden, “konsensus” ihtiyacından kaynaklanır. Çünkü Yasa‟yı uygulamak, ancak
bu Ģartlar altında, kendisine uygulanacak bütünün yaratısı olduğunda meĢru kabul
edilmektedir. Dolayısıyla böylesi bir sistemin temsil mekanizmasını kullanması
kaçınılmazdır. Seçimle gelen temsilciler, kendisini oluĢturan bireylerinkinden farklı
bir kiĢilik ve iradeye sahip egemen irade adına hareket ederek toplumu düzenleyecek
kuralları belirleyecek ve genel iradeyi gerçekleĢtirecektir.
2.2. TOPLUMSAL KATILIM VE DEMOKRASĠ
“Adına konuĢmak” olarak tarif edilerek eleĢtirilen temsil politikalarına
yönelik itirazlar, günümüz “yeni toplumsal hareketlerinde”* dile getirilmektedir.
258
Akal, a.g.y., s. 329.
Kapitalist refah devletinin meĢruiyet krizinin belirginleĢtiği 1968‟lerde, devlet ve toplum arasındaki
iliĢkinin, iktidarın yaĢamın her alanına müdahale eden politikalarının sorgulandığı; yeni toplumsal
söz, eylem ve yaĢam biçimi arayıĢlarının dile getirildiği özgür, gönüllü, çoğul hareketlerin tümüne
*
96
Örneğin Zapatistalar adındaki grup, 1994‟te federal devletten “kurtardığı” Chiapas
bölgesi halkı için, onlar adına değil, onlarla birlikte hareket ettiğini özellikle
vurgulamıĢtır. Bu vurgunun, halk adına konuĢmak yerine halkı dinlemeyi önemseyen
bir politik tercihi ifade ettiği söylenebilir.259
Temsile dayanan siyasi-hukuki sistemlerin ve söylemlerin eleĢtirilmesi,
yukarıda
bahsettiğimiz,
devlet
karĢısında
konumlandırılan
soyut
bütünü
somutlaĢtırma çabaları olarak nitelendirilebilir; yani “devlet karĢısında …” Ģeklinde
formüle edilen slogandaki üç noktalık ya da vs.‟lik belirsizliği (sivil toplum, ulus
halk, kalabalık vs.) belirgin kılma, boĢluğu doldurma giriĢimleri olarak*. Nitekim,
homojen bütünün “konsensus”a varma hali, aslında pek çok farklılığın dıĢlanması ya
da Aynı‟ya indirgenmesiyle mümkün olabilmektedir; gerçekçi değildir: “… temsilci
iĢlev, oldukça açık bir biçimde, dînî ve dünyevi otoritenin çöküĢüyle oluĢan politik
“yeni toplumsal hareketler” adı verilmiĢtir. Devlete karĢı sivil yaĢam alanları geliĢtirme perspektifi,
devlet ve sivil toplum karĢıtlığı meselesini gündeme getirmiĢtir. Bkz. Meral Özbek, Giriş: Kamusal
Alanın Sınırları, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 25. (19-89)
Ayrıca, bu dönemden itibaren giderek normalleĢtirme toplumunun ilkesi olan norm‟un sorgulanmaya
baĢlandığı görülmekte; disiplinci toplumun değerlerine karĢı yükseliĢe geçen toplumsal dönüĢüm
talepleri, kamusal mekanlarda yürütülen toplumsal ve siyasal protestolar aracılığıyla dile
getirilmektedir. Söz konusu protesto hareketlerine verilen ilk tepki, bunları “düzen bozucu
faaliyetler”, “dizginlenmemiĢ bireycilik” olarak kodlayan ve siyasi katılım biçimi olarak gayrımeĢrulaĢtıran muhafazakâr tepki olmuĢtur. Bu ilk tepkiden farklı bir mantığın Ģekillenmesiyle birlikte
yeni bir iktidar paradigmasının oluĢumu ve denetim toplumuna geçiĢ gündeme gelecektir. Dolayısıyla,
normalliğin sınırlarının toplumsal geliĢme tarafından zorlanması, önceleri anti-sosyal bulunan pek çok
davranıĢın normalleĢmeye baĢlaması karĢısında, sosyal denetim sisteminin daha etkin bir denetim
mantığını benimsemeye yöneldiği söylenebilir. Bkz. Alev Özkazanç,”Biyo-Politik Çağda Suç ve
Cezalandırma: Denetim Toplumunda Neo-Liberal Yönetimsellik”, Toplum ve Bilim, Sayı: 108,
Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 23- 28. (15-51)
259
Simon Tormey, “Kendi Hesabına Konuş”: Deleuze, Zapatizm ve Temsil Eleştirisi, Siyahi, No: 3,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 67. (66-75)
*
Aynı zamanda, devlet iĢlerine bulaĢmayan, muaf, kendinden menkul bir özerklik içinde devinen sivil
toplum algısı da eleĢtirilmektedir. Dolayısıyla, “devlet iktidarının sınırlanması ve meĢruluğuyla
uğraĢma kapasitesi, … insan deneyiminin karmaĢıklığına iliĢkin artan duyarlılıklara kılavuzluk etme”
niyeti söz konusudur. Bkz. Özbek, a.g.y., s. 27. Liberal-demokratik temsili sistemi “katılımcı
demokrasi” açısından eleĢtiren eleĢtirel siyaset teorisinin, siyasal iktidar kavramıyla karĢıt kutuplarda
konumlandırmadığı, insanın baĢka insanlarla birlikte kamusal bir faaliyetin içinde gerçekleĢtirdiği
iradi bir eylem (praxis) olarak ele aldığı özgürlük kavrayıĢı için ayrıca bkz. Levent Köker, Ġki Farklı
Siyaset, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 1990, s. 68-74.
97
otorite boĢluğunu doldurmak üzere bir araç olarak kullanıldı. Bu, bizi eski liberal
düĢüncenin sorunsalına götürdü: devlet vardır, nasıl meĢrulaĢtırılır? Liberallere göre
(ve aslında liberal olmayanlara göre) yanıt, sonradan yönetenler tarafından temsil
edilecek benzerleĢmiĢ bir kitle, yani Halk yaratmaktı … Ancak, … Halk figürü,
„pasif bir yığın‟ ya da „çoğunluk‟, „ulus‟ ya da „gençler‟ gibi „sayılamaz bir
topluluk‟tur. Bu demek oluyor ki, Halk „o‟nu oluĢturan‟ kiĢilerin gerçek görüĢlerine
danıĢılmadan, eylemleri haklı çıkarmak için retorik anlamda kullanılabilen kolektif
öznelerdir. „Halkın istediği Ģey‟, halkın istediği Ģey değil, birinin halkın istediği Ģey
olduğunu düĢündüğü Ģeydir. Halkın istediklerini „temsil edenlerin‟ istedikleri
Ģeydir.”260
Sayılabilir bir sosyalliğin daha somut biçimde kendini ifade etmesi, uyacağı
kuralları gerçek anlamda belirleyebilmesi, değiĢtirebilmesi, karar alma süreçlerinde
etkinleĢebilmesi hedeflerine ulaĢmada “temsil ediliyor olma”nın yetersizliği
ortadadır. Bu koĢulları sağlamak için, toplumsal katılımı artıran mekanizmaların ve
bu yönde bir anlayıĢın geliĢtirilmesi gerekir. Çelebi‟nin belirttiği gibi, “kendi
konumunu evrensel ve rasyonel bir çerçevede baĢkalarının konumuyla bitiĢtirebilen
bütün siyasal talepler „toplum‟, „insanlık‟ vb. adına söz alabilirler.”261 Bahsedilen
gerekler, modern kapitalist toplumlarda demokrasinin konumu ve imkânları, siyasal
meĢruiyet gibi konulara iliĢkin sorgulamalarla yakından ilgilidir. Bu bağlamda
“kamusal alan” kavramının, süregiden tartıĢmaların gündemini oluĢturduğu
söylenebilir.
260
Tormey, a.g.y., s. 70, 71.
Aykut Çelebi, Kamusal Alan ve Sivil Toplum, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları,
Ġstanbul, 2004, s. 238. (237-284)
261
98
“Kamusal alan” ya da diğer bir deyiĢle, “demokratik meĢruiyet ilkesi olarak
kamusallık” hakkındaki çeĢitli yaklaĢımlar, “Kamusallığın Yapısal DönüĢümü”262
kitabıyla kavramla tanıĢıklığı sağlayan Habermas‟ın saptamalarının bazı yönleriyle
eleĢtirilmesi, olanaklarının ve sınırlarının gösterilmesi, yeni formülasyonlar ve
açılımlar önerilmesi Ģeklindedir. Habermas‟a göre demokratik meĢruluğun kaynağı,
kanaat ve irade oluĢumunun gerçekleĢtiği, böylece kamuoyunun oluĢtuğu müzakere
etme sürecinde ve sürecin sağlıklı iĢlemesini sağlayan iletiĢim koĢullarının
varolmasındadır.* Dolayısıyla Habermas, önceden oluĢmuĢ iradelerin toplamı
Ģeklindeki Rousseau‟cu “genel irade” anlayıĢına karĢı çıkarak, “meĢru yasanın genel
iradenin ifadesi değil, genel müzakerenin bir sonucu olduğunu” kabul etmekte263 ve
kamusal alanı kamuoyunu biçimlendiren merkezi bir alan olarak göstermektedir.
Habermas‟ın, eleĢtirel kamusal alanı, hem tarihsel bir olgu hem de normatif
bir ilke (ideal) olarak ele aldığını da belirtmek gerekir. Buna göre, mutlakiyetçi
dönemden modern topluma geçilmesiyle birlikte devlet anlayıĢında ve bu doğrultuda
kamusallık anlayıĢında da bir değiĢim yaĢanmıĢtır. Söz konusu değiĢim burjuva
kamusal alanının oluĢumuna iĢaret etmektedir: “Ortaya yeni çıkan burjuvazi, mutlaki
devletin gizli/saklı ve bürokratik pratikleriyle çarpıĢma süreci içinde giderek kralın
262
Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, çev: Tanıl Bora – Mithat Sancar, 5. Baskı,
ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2003.
*
Bu koĢullar, kamusal alan oluĢturabilmeyi mümkün kılan haklara iliĢkindir; yani kamusal alan
ilkesine karĢılık gelmektedir. Habermas, kamusal alan ilkesini, kamusal iletiĢimde eĢit katılım ve
özgür söylem ilkesi olarak tarif eder. Söz konusu ilkenin gerçekleĢmesi için sivil hakların –düĢünce,
ifade, toplanma, gösteri ve örgütlenme, seçme-seçilme hakları- sağlanmıĢ olması gerekir: “YurttaĢlar
ancak, genel yarara iliĢkin meseleler hakkında kısıtlanmamıĢ bir tarzda, yani toplanma, örgütlenme,
kanaatlerini ifade etme ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiĢ olarak tartıĢabildiklerinde kamusal bir
gövde biçiminde davranmıĢ olurlar.”Jürgen Habermas, Kamusal Alan, Kamusal Alan, çev: Mearl
Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 95. (95-102) Ayrıca bkz. Özbek, a.g.y., s.
28, 29.
263
Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, s. 43. Ayrıca bkz. Hasdemir, a.g.y., s. 26 ve Meral
Özbek, “Giriş: Kamusal Alanın Sınırları”, s. 26. (19-89)
99
iktidarının yalnızca halkın önünde temsil edilmesine dayanan bir kamusallık yerine,
devlet otoritesinin halk tarafından bilgili ve eleĢtirel tartıĢma aracılığıyla kamusal
olarak denetlendiği bir kamusal alan oluĢ”muĢtur.264 Aynı zamanda, Habermas‟ın
belirttiği üzere, burjuva kamusal alanı, sosyal refah devleti Ģeklinde örgütlenen
endüstriyel olarak geliĢmiĢ kitle demokrasileriyle birlikte dönüĢüme ve çözülüĢe
uğramıĢ, ulaĢılması gerek bir ideal olarak kalmıĢtır.265
Siyasal iktidarın uygulanıĢına iliĢkin meselelerin, eleĢtirel niteliğe sahip
kamusal tartıĢmalar, bilgi ve görüĢ alıĢ-veriĢi yoluyla ele alındığı anlaĢma ve eylem
alanı olarak “siyasal kamu”, devletten ayrı olarak kurulan kamusallığın kurucu
unsuru/temel öğesidir. Nitekim, “… devlet otoritesi için kamusal alanın bir parçası
deniyor olsa da, devlet aslında kamusal alanın bir parçası değildir. KuĢkusuz devlet
otoritesi genellikle „kamu‟ otoritesi olarak ele alınır; ama bu kabul, kamusal alanın
özelliğinden, yani devletin tüm yurttaĢların selametiyle ilgilenmesi görevinden
türetilmiĢtir.”
266
Frazer da “kamusal alan”a, kavramsal olarak devletten ayrı, ilke
olarak ise devlete karĢı –özellikle, devletin, yaĢam alanlarına müdahalesinin gittikçe
arttığı disiplinci iktidar mekanizmaları düĢünüldüğünde- söylemlerin üretildiği ve
dolaĢımda olduğu, kurumsallaĢmıĢ bir söylemsel etkileĢim/müzakere alanı olarak
dikkat çekerek, eleĢtirel toplumsal kuram ile demokratik politika pratiği açısından
önemini vurgulamaktadır.267
264
Thomas McCarthy, “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü”nün 1989 İngilizce Baskısına Giriş,
Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 91. (91-93)
265
Bkz. Habermas, Kamusal Alan, s. 100-102.
266
Habermas, Kamusal Alan, s. 95, 96.
267
Nancy Frazer, Kamusal Alan Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasinin Eleştirisine Bir
Katkı, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek – Cemal Balcı, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul,
2004, s. 104, 105 (103-132) ve Özbek, a.g.y., s. 28, 29.
100
Demokratik meĢruiyet ilkesi olarak kamusallığın, devlet aygıtları ve onların
icraatları, yani siyasal düzen için “örgütlenme ilkesi” olarak geliĢtiği söylenebilir.268
Dolayısıyla, yasa ile kamuoyu arasında gerçek anlamda bir bağ olabilmesi, siyasal
iĢlevle donatılmıĢ “demokratik katılım ve söylem alanı” olarak kamusal alana ve
devlet
iĢlerinin
kamunun
bilgi
ve
denetimine
açık
olmasına
–idarenin,
parlamentonun, mahkemelerin aleniyetine- bağlıdır.269
Bu noktada belirtmek gerekir ki, Habermas‟a göre, parlamentonun* katılımını
içeren ve kamuoyuna dayanan yasama faaliyeti, bir “erk” olarak tasarlanmıĢ
olmasına rağmen, siyasal bir iradenin (egemenliğin) değil, rasyonel bir uzlaĢmanın
ürünü olmalıdır: “Kamuoyunun „egemenliği‟, kendi fikri gereğince, içinde genel
olarak egemenliğin çözüldüğü bir düzendir. … Siyasal iĢlevli kamu,voluntas‟ı bir
ratio‟ya tahvil eder; bu ratio, özel savlar arasındaki kamusal rekabet içinde, kamu
yararı için fiilen zorunlu olan Ģey üzerindeki mutabakat (konsensus) olarak ortaya
çıkar.”270 Rasyonalite kavramı, liberal- demokratik teoride, insanın somut bir durum
karĢısında kendi yararını azamileĢtirmesine dayanırken, eleĢtirel teoriye göre
268
Özbek, a.g.y., s. 31; Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, s. 61.
Özbek, a.g.y., s. 31.
*
Habermas, politikaların oluĢturulduğu yasa yapım sürecinde tartıĢmaların gerçekleĢtirildiği bir
kurum olarak parlamentoyu önemsemektedir. Hasdemir, a.g.y., s. 39.
270
Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, 170, 171. “ġayet yasa, tartıĢma ve kamusallıkla
belirlenen bir süreç içinde halk temsilciliğinin onayıyla geçerlik kazanan bir genel norm olarak
anlaĢılacak olursa, akli hukukun belirtilen her iki unsuru da bu kavramda buluĢmuĢ olur: özneler arası
yoldan geçerek oluĢan iradenin iktidarı ile meĢrulaĢtırıcı iĢlev gören sürecin akılcılığı. Demokratik
yasaya özelliğini veren husus, bu durumda, hukuksal kararların (tercihlerin) içeriğinin keyfice
belirlenebilmesi imkânı ile bu kararların alınması konusunda öngörülmüĢ usûli Ģartların gayrı keyfiliği
arasındaki kombinasyondur. Yasanın adil olmasını sağlayan Ģey, bu durumda, yasanın uygun düĢmek
zorunda olduğu önsel (apriori) hukuk ilkeleri değil, demokratik Ģekilde ortaya çıkıĢıdır ya da ortaya
çıkıĢ sürecinin demokratikliğidir.” Aktaran Mithat Sancar, “Demokrasi-Ġnsan Hakları-Hukuk Devleti:
Zorlu Bir Birlikteliği Çözümleme Denemesi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 87, Birikim Yayınları,
Ġstanbul, 2000-2001, s. 20. (7-27)
269
101
iletiĢimi gerektirir; çünkü ilgili kiĢilerin “temellendirme” –eleĢtirebilme ya da
savunabilme- yetisiyle alâkalıdır.271
Habermas‟a yönelen en yaygın eleĢtiri, burjuva kamusal alanından hem bir
olgu hem de normatif bir ilke olarak bahsederken, idealleĢtirmenin aĢırı ve
körleĢtirici noktasına vardığı yönündedir. Dolayısıyla söz konusu idealleĢtirmenin,
liberal ve burjuva olmayan baĢka kamusal alanların (birbiriyle çatıĢan kamuların)
ihmaline ya da söz konusu ihmalin konsensusa dayanan, rasyonel, ideal bir burjuva
kamusunun kurgulanmasına yol açtığı ve sonuçta kamusal alanın dönüĢümünün bir
idealin çöküĢü Ģeklinde yansıtıldığı dile getirilmektedir.272 Ayrıca bazı düĢünürlere
göre, burjuva kamusal alanın çeliĢkili yapısı oluĢumu sürecine zaten içkindir,
çöküĢüyle birlikte ortaya çıkmıĢ değildir: “… burjuva kamusal alanı herhangi ve
bütün tekilliklere (particularity) karĢı sürdürülen kavgada kullanılan soyut bir
genellik (generality) ilkesi üzerine kurulmuĢtur. Bu soyutluk içindeki genellik ilkesi
(burada, toplumsal statü ve özel çıkarın yokmuĢcasına paranteze alınması) bir kenara
koymaya çalıĢtığı liberal kapitalist piyasanın evrenselleĢtirici eğiliminden daha çok
insani ya da demokratik (ve daha az Ģiddet dolu) değildir. Böylece burjuva
kamusunun genel iradeyi temsil ettiği iddiası, ta baĢından beri güçlü bir dıĢlama
mekanizması olarak çalıĢır … asimile edilemeyen, rasyonelleĢtirilemeyen ve
kapsanamayan her türlü farklılığın dıĢlanması söz konusudur.”273
271
Köker, a.g.y., s. 74.
Bkz. Özbek, a.g.y., s. 65-68.
273
Miriam Hansen, Yirmi Yılın Ardından Hegt ve Kluge‟nin “Kamusal Alan ve Tecrübe”si: Değişen
Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil
Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 161. (141-177)
272
102
Çelebi ise Habermas‟ı, statükocu ve dıĢlayıcı konsensus siyasetini aĢamadığı,
küresel kapitalizmin yarattığı kriz ortamını düzene bağlılıkla çözmeye çalıĢtığı,
hukuki güvence gereğini yeterli bir unsur olarak algıladığı* için eleĢtirmekte, mevcut
siyasal yapıyı dönüĢtürme iddiası içindeki eleĢtirel bir siyasetin bulunduğu yerde
ancak kamusal alandan bahsedilebileceğini belirterek, kurucu iktidarın bu yöndeki
potansiyelini hatırlatmaktadır. ġöyle ki, Çelebi‟ye göre demokrasi üç farklı momenti
aynı anda içinde barındırır. Siyasal düzeni Ģekillendiren ve meĢruluğunu sağlayan
kurucu iktidar, bunların ilkini, demokratik momentin baĢlangıcını oluĢturur. Kurucu
iktidarın, devlet organları (kamu otoritesi) tarafından sınırlarının çizilmesi suretiyle
yeniden yapılandırılması, demokrasinin ikinci momenti olan tali iktidara karĢılık
gelir. Tali iktidar düzeni, mevcut güçler dengesince belirlenen bir konsensus sonucu
Ģekillenmektedir. Ancak, oluĢturulan konsensusun kapsamına dahil edilmeyenler, her
zaman için, bir kurucu iktidar unsuru olarak tali iktidar düzenini sınırları içinde
tanınma mücadelesini sürdürürler. Üçüncü momenti ise, kamusal alanda sesini
duyurmaya çalıĢan “demokratik kitle örgütleri, hükümetdıĢı örgütler, taban
insiyatifleri, sistemdıĢı hareketler ve toplumsal hareketler” oluĢturmaktadır.274
Çelebi, demokrasinin üç momentinden yola çıkarak kamusal alana iliĢkin Ģu
saptamalarda bulunur:
*
Balibar da aynı doğrultuda çekinceler sunmuĢtur: “… Uluslar arası hukukun dünya çapında
demokrasinin elzem bir boyutu olduğunu kabul etsem bile, bir sivillik siyasetinin temelinin basitçe
bunun üzerinde ısrar etmekle oluĢacağı fikri bana tatminkar gelmiyor. Örneğin buna bir iletiĢim etiği
vurgusu da ekleyen Jurgen Habermas istikrarlı bir biçimde bu yönde hareket etti. Ama Habermas,
„iletiĢimin‟ kapılarının bazen zorla, hatta bazen Ģiddetle açılması gerektiğini, yoksa sonsuza kadar
kapalı kalacaklarını unutuyor. Uluslararası hukuk burada zorunludur, ama yeterli değildir.”Etienne
Balibar, Bir Zulüm Topografyasının Anahatları: Küresel Şiddet Çağında Yurttaşlık ve Sivillik, çev:
Mahmut Mutman – Meyda Yeğenoğlu, Toplum ve Bilim, No: 87, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 20002001, s. 42, 43. (28-43)
274
Çelebi, a.g.y., s. 239, 240.
103
“… [K]amusal alan, tali iktidarın mutlak egemenliğindeki koĢullarda, kurucu
iktidar unsurlarının el yordamı ile de olsa yaĢamaya devam ettiği yerdir; ateĢ
sönmüĢ, ama kor kalmıĢtır. Kamusal alan, kurucu iktidar ateĢinin kor halinde
de olsa yanmaya devam ettiği bütün mekânsal, siyasal ve kültürel pratiklere
ve deneyimlere karĢılık gelir. … Kamusal alan kurucu iktidar için sadece bir
potansiyeldir. Kurucu iktidar ancak kamusal alanda biçimlenebilir; eski
ve/veya kurucu iktidar unsurları ancak kamusal alandaki deneyimlerde vücut
bulabilir.”275
Toparlarsak, Özbek‟in belirttiği gibi, Habermas ve kamusal alan konusunda
fikir yürüten diğer pek çok düĢünür, kamusal alanın “politikanın kabı” ya da
“mücadelelerin Ģiddet dıĢı yollarla sonuçlandırıldığı yer” olduğu konusunda
anlaĢıyorlarsa, onların çıkarımlarından genel geçer bir “uzlaĢma diline” ulaĢılmaması
gerekir. Çünkü bu dil “diyalog dahil her bir yolu birbirine boca edip anlamını
değiĢtirecek olan bir politika anlayıĢına, kolektif iradeye, hakiki bir çoğulluk
anlayıĢına, isyana, ütopyaya, mucizeye imkân tanımıyor.”276
Disiplinci ve düzenleyici iktidarın –tavandan baĢlayıp tabanda biten bir
güzergâhtan ibaret olmayan- yönlendirdiği geç kapitalist toplumlarda demokrasinin
sınırlılığı ve imkânları üzerine düĢünmek, tek bir kamuya karĢı çoklu kamuların
varlığını ve aralarındaki eĢitsiz iliĢkileri –toplumsal eĢitsizliklerden kaynaklanan ve
sırf hukuki düzenlemelerle aĢılması güç olan- es geçmemeyi gerektirir.
275
276
A.g.y, s. 240.
Özbek, a.g.y., s. 86.
104
ġimdi, yukarıda söylenenleri göz önünde bulundurarak, yani hukukun gerekli
ama tek baĢına yeterli olmadığı gerçeğini unutmayarak, bilgi edinme hakkına iliĢkin
düzenlemelerin, katılımcı bir demokrasi, eleĢtirel bir kamusal alan, alternatif bir
bilgi/iktidar iliĢkisinin tesis edilmesi açısından konumu, Türkiye örneğine de yer
verilmek suretiyle değerlendirilmeye çalıĢılacaktır.
II. BĠLGĠ EDĠNME HAKKI
1. BĠLGĠ EDĠNME HAKKI KAVRAMI
Öncelikle, bilgi edinme hakkı ile bilgi alma hakkı ya da özgürlüğü arasındaki
ayrımı belirtmek gerekir. Bunun için de hak ve özgürlük kavramlarına iliĢkin çeĢitli
düĢüncelere değinmek gerekecektir. Hak kavramı yaygın olarak yetki kavramı ile bir
karĢılıklılık iliĢkisi içinde tanımlanır. Buna göre, bir hakka sahip olmak, bir Ģey
yapmaya yetkili olmak anlamını taĢımaktadır. Dolayısıyla bir tarafta haktan
yararlanmaya ve hakka dayanan talepler ileri sürebilmeye yetkili bir kimsenin, diğer
tarafta ise bu hakka riayet etme yükümlülüğü bulunan ödevli bir kimsenin olduğu
ikili bir iliĢki gündeme gelmektedir.277
Hak aynı zamanda, sıradan bir talep edebilme yeteneğini ifade etmekten öte,
hukuken güvence altına alınan bir talep niteliği taĢımaktadır. Hak, hukukun tanıdığı
277
Jack Donnely, Teoride ve Uygulamada Ġnsan Hakları, çev. Mustafa Erdoğan – Levent Korkut,
Yetkin Yayınları, Ankara, 1995, s. 19, 20.
105
ve koruduğu bir yetkidir.278 Donnelly‟nin insan hakları bağlamında belirttiği gibi,
“insan haklarından … sırf hak iddiaları olarak sözetmek tuzağına düĢmemeye dikkat
etmeliyiz. Ġnsan hakları iddiaları, kiĢinin belli bir nesne üzerinde hukukî bir hakka
sahip olması gerektiği gibi bir iddiayı ima eder.”279
Hukuken tanınan bir talep olarak hak kavramı özgürlük kavramı ile birlikte
düĢünüldüğünde ise, hak ve özgürlüğü birbirinden ayıran, özgürlükten hakka doğru
giden bir kavrayıĢın genelde kabul gördüğü söylenebilir. Doğal hukuk öğretisi
ekseninde geliĢen bu kavrayıĢa göre özgürlükler hakların kökenini oluĢturmakta;
haklar, hukuken korunan özgürlükler olarak tanımlanmaktadır. Yani insan, insan
olması sebebiyle özgürlüklerle donatılmıĢ olarak doğmakta, ancak doğuĢtan sahip
olduğu bu özgürlükleri kullanabilmesi için teknik bir iĢlem, bir güvence
gerekmektedir; iĢte hak bu güvenceye karĢılık gelen, özgürlükleri kullanma olanağı
sağlayan biçimdir.280 MeĢruiyet ölçütüne bağlanan hak normatif alanda yer
almaktadır: “Hak, biçimi sağlar; bununla özgürlük ifade edilir, dıĢa vurulur; onun
varlığı anlaĢılır. Hak, daha çok özgürlüğün usuli güvencesi ve gerçekleĢme aracı
olarak nitelendirilebilir.”281
278
ġeref Gözübüyük, Hukuka GiriĢ ve Hukukun Temel Kavramları, Sevinç Matbaası, Ankara,
1973, s. 92; Aydın Aybay –Rona Aybay, Hukuka GiriĢ, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
Ġstanbul, 2007, s. 179.
279
Donnely, a.g.y., s. 25. Bununla birlikte, insan haklarını insanın doğasına bağlı bir ideal, kamu
özgürlüklerini ise hukuk düzeni tarafından tanınan, pozitif hukuk alanında yer alan somut bir
düzenleme olarak gören görüĢ için bkz. Ġbrahim Kaboğlu, Kolektif Özgürlükler, Dicle Üniversitesi
Basımevi, Diyarbakır, 1989, s. 21, 22; Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi Anayasa Hukukuna
GiriĢ, Say Yayınları, 1990, s. 161; Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları, Ankara1981, s. 14.
280
Mehmet Semih Gemalmaz, Ulusalüstü Ġnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine GiriĢ, Beta
Yayınları, Ġstanbul, 1997, s. 316-318; Akın, a.g.y., s. 264.
281
Ġbrahim Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2002, s. 15, 16.
106
Söz konusu anlayıĢa göre özgürlük, baĢkalarının müdahalesine kapalı kiĢisel
bir serbesti alanına, özerkliğe iĢaret etmekte iken, hakkın kullanımı, baĢkaları
açısından etkin bir konumu gerekli kılmaktadır.282 Bu anlayıĢ, hak ve özgürlük
kavramları arasındaki somut bağı kestiği, hakları hukuken tanınma aĢaması olarak
bellediği, dolayısıyla özgürlükleri soyut bir değere indirgediği düĢüncesiyle
eleĢtirilmekte ve yerine, özgürlük ile hakkı farklı seviyeler/aĢamalar olarak
görmektense ikisi arasındaki iliĢkiyi açığa çıkarmayı, özgürlük kavramını da hukuk
sistemi içerisinde ifade etmeyi önemseyen bir yaklaĢım olarak Hohfeld‟in
“özgürlüğün
de
hakkın
farklı
bir
hukuki
kullanımı
olduğunu
gösteren”
kavramsallaĢtırması önerilmektedir.283
Hohfeld‟in hak tanımı, hukuki bir karĢılıklılık iliĢkisi içindeki iki tarafın
konumunu imleyen dört farklı içeriğe sahiptir:
1)
Dar anlamda hak olarak tarif edilen “talep/istem” olarak hak
(bir tarafın hakkına karĢılık diğer tarafın ödevi söz konusudur)
2)
“Ayrıcalık/özgürlük” olarak hak (bir tarafın özgürlüğüne
karĢılık diğer tarafın herhangi bir hakkı bulunmamakta, herhangi bir ödevle
yükümlü olmamaktadır)
3)
“Güç/yetki” olarak hak (bir tarafın yetkisine karĢılık diğer
tarafın sorumluluğu söz konusudur)
282
Kaboğlu, Kolektif Özgürlükler, s. 14.
Cavidan Soykan, Bir Ġnsan Hakkı Olarak Bilgi Edinme Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans
Tezi, (Tez DanıĢmanı: Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak), (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü), Ankara, 2006, s. 10, 11.
283
107
4)
“BağıĢıklık” olarak hak (bir tarafın yetkiden muaf olma
durumuna karĢılık diğer taraf yetkisizlikle donatılmıĢtır)284
Bilgi edinme hakkı ile bilgi alma hakkı/özgürlüğü arasındaki ayrımı
netleĢtirmek açısından Hohfeld‟in ilk iki hak tanımı yol gösterici niteliktedir. Bu iki
tanım bir arada Ģu Ģekilde ifade edilebilir: “Özgürlük, birinin bir Ģey yapmaya yetkili
olması ile ilgilenirken, talep hakkı diğerlerinin ne yapmakla yükümlü oldukları
üzerine yoğunlaĢmaktadır.”285 Bu çerçevede değerlendirecek olursak, bilgi alma
özgürlüğü iletiĢim bağlamında tanımlanarak, geniĢ anlamda “bilgi”yi, yani her türlü
düĢünceyi, iletiyi arama, edinme, kısaca bilgilenme özgürlüğüne karĢılık gelmekte ve
pek çok yasal düzenlemenin de gösterdiği gibi ifade özgürlüğü ile yakından iliĢki
içinde bulunmaktadır.286 Dolayısıyla bilgi alma özgürlüğünü, radyo, televizyon, söz,
yazı gibi bilginin bir toplumda iletilmesinin araçlarıyla, yani ifade özgürlüğünün
çeĢitli kullanım yollarıyla ve bunun hukuken düzenlendiği biçim olan basın
özgürlüğüyle birlikte düĢünmek gerekir.
284
Ayrıntılı bilgi için bkz. Soykan, a.g.y., s. 12-19. Ayrıca bkz. Gemalmaz, a.g.y., s. 320.
Jones‟dan aktaran Soykan, a.g.y., s. 15. Dolayısıyla dar anlamda hak biçiminde düzenlenmemiĢ
olsa da, yasaların açıkça yasaklamadığı ya da bir özerklik olarak öngördüğü alanlar özgürlük alanları
olarak hukukun kapsamına dahildir. Bununla birlikte, bazı hakların kullanımı salt bir özgürlük
alanından öte yasal güvencelerin varlığını, devletin pozitif edimini gerektirebilmektedir. Bu durumda,
özgürlük olarak hak alanından talep/istem olarak hak alanına geçiĢ gündeme gelecektir. Yani negatif
korumanın pozitif korumaya dönüĢme ihtimali mevcut bulunduğundan araya keskin bir sınır koymak
doğru değildir. Bkz. Soykan, a.g.y., s. 17. Her yasal düzenlemenin zorunlu olarak özgürlüğü
sınırlandırıcı bir iĢleve sahip olmadığı, hakkı güçlendirici nitelikler de taĢıyabileceği konusunda ayrıca
bkz. Fazıl Sağlam, Temel Hakların Sınırlandırılması ve Özü, SBF Ġnsan Hakları Merkezi Yayınları,
Ankara, 1982, s. 18-24.
286
Halit Yılmaz, Ġdarenin Görsel-ĠĢitsel ĠletiĢim Alanındaki ĠĢlevi, Ġmaj Yayınevi, Ankara, 2006, s.
24. Örneğin BM Ġnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‟nin 19. maddesi ile Avrupa Ġnsan Hakları
SözleĢmesi‟nin 10. maddesinin 1. fıkrası, ifade özgürlüğünün, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke
sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiğini belirtmiĢtir.
Türk hukukunda da 1982 Anayasası‟nın “DüĢünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” baĢlığını taĢıyan
26. maddesinin 1. fıkrası aynı yönde bir düzenlemeye sahiptir.
285
108
1982 Anayasası‟nın “Basın hürriyeti” baĢlığını taĢıyan 28. maddesinin 2.
fıkrası “Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır” ibaresini
içermektedir. Bu düzenleme, bilgi alma özgürlüğü söz konusu olduğunda devletin
konumu meselesine iĢaret eder. Soru Ģu Ģekildedir: Devlet bu hakkın korunması ve
devamlılığı için bir takım ödevlerle yüklenmiĢ midir, yurttaĢların bilgi alma
özgürlüğüne dayanarak yayın içeriğine müdahale edebilir mi; yoksa konumu
tamamıyla negatif midir? TartıĢmalı bir konu olmakla birlikte* genel kanı, bu alanda
devletin konumunun mümkün olduğu kadar negatif olması gerektiği yönündedir.
Bilgi edinme hakkının bilgi alma özgürlüğünden farkı da bu noktada ortaya
çıkar. Çünkü bilgi edinme hakkı, tam tersine, devlete belli bir ödev yüklemesi
nedeniyle, herkese karĢı ileri sürülebilen bilgi alma hakkı gibi mutlak bir nitelik
taĢımamakta ve bu yönüyle daha üst bir koruma mekanizması sağlama amacını
yansıtmaktadır. Nitekim bilgi edinme hakkında resmi bilgi ve belgelere eriĢim söz
konusu olduğundan devletle birey karĢı karĢıya gelmektedir. Bireyin devlet
tarafından tutulan bilgi ve belgelere ulaĢabilmesi için öncelikle bir talepte bulunması
gerekirken, devlet de bu talep karĢılığında istenilen bilgiyi iletme ödeviyle yüklenmiĢ
olmaktadır.
*
Basın ve görsel-iĢitsel iletiĢim alanı eksenindeki tartıĢmalar için bkz., Yılmaz, a.g.y., s. 27-29.
109
2. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ NĠTELĠĞĠ
Bilgi edinme hakkı her ne kadar dar anlamda hak alanına iĢaret etse de, bir
özgürlük alanı olarak bilgi alma hakkı ile ortak bir kökene sahiptir. Bu ortak kökeni
düĢünce ve ifade özgürlüğü oluĢturur. Nitekim YaĢamıĢ‟ın da belirttiği gibi, düĢünce
özgürlüğü olmadan ifade özgürlüğü geliĢemeyeceğinden ve düĢüncenin oluĢabilmesi
için de bilgi edinme hakkının güvence altına alınması gerektiğinden, bilgi edinme
hakkı düĢünce ve düĢünceyi ifade özgürlüğünün asıl ve tamamlayıcı bir unsuru
olarak geliĢmiĢtir.287
DüĢünce ve ifade özgürlüğünden türeyen bilgi edinme hakkı, daha özelde,
yukarıda belirtildiği gibi, özgürlük alanının somut bir ifadesine, talep hakkına
dönüĢmüĢ biçimine, yani daha üst bir koruma düzeyine iĢaret etmektedir*. Bu
yönüyle bilgi edinme hakkı, hizmet ettiği amaç göz önünde bulundurulmak suretiyle
iki açıdan ele alınmaktadır. Ġlki, devlet yönetimine katılımın sağlanması amacına
iliĢkindir. Bu amaç bilgi edinme hakkının siyasal bir hak olma niteliğini ön plana
287
F. Demir YaĢamıĢ, “Anayasa ve Ġnsan Hakları Bağlamında Bilgi Edinme Hakkı Kanunu BaĢlıklı
Oturumda Sunulan Tebliğ”, Bilgi Edinme Hakkı Paneli, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, s.
35. Aslında pek çok temel hak ve özgürlüğün gerçekleĢmesi açısından bilgi edinme hakkı bir ön
koĢul, usuli bir güvence niteliğindedir. Nitekim temel hak ve özgürlükler, “bilgi” niteliğindeki verilere
ve donanıma sahip olunabildiği, “bilerek” hareket edilebildiği takdirde iĢlerlik kazanabilmekte, bir
anlam ve sonuç doğurabilmektedir. Örneğin, “hak arama hürriyeti”, “yaĢama, maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliĢtirme hakkı”, “bilim ve sanatı serbestçe öğrenme (…) bu alanlarda her türlü
araĢtırma hakkı”, “basın ve haber alma hürriyeti”, “adil yargılanma, iddia ve savunma hakları” gibi
pek çok temel hak ve özgürlüğün akıbeti bilgi edinme hakkının varlığına yakından bağlıdır. Öder‟in,
Türkiye‟de bilgiye eriĢim hakkının anayasal temellerini tartıĢtığı tebliğinde belirttiği gibi, “… bilgiye
eriĢim hakkına anayasal referans arandığında, bu hakkın anayasada düzenlenmiĢ temel hak ve
hürriyetlere hizmet eden usuli bir hak olduğunu kabul etmenin mantıksal bir gereklilik olduğu sonucu
çıkmaktadır. Deyim yerindeyse, bilgiye eriĢim ve hatta eriĢilen bilgi bir araç, bu eriĢimi gerekir kılan
temel hak ve hürriyetse araçtır. Ancak, özellikle vurgulamak gerekir ki, bilgiye eriĢim hakkı, sadece
“kiĢisel” olanla tükenmemektedir; temel hak ve hürriyetler alanını aĢan “kamusal” bir niteliği de
vardır.” Öder, a.g.y., s. 90, 91. Ayrıca bkz. Sait Güran, “Hak Arama Özgürlüğünün Ġki Boyutu”,
Anayasa Yargısı, Sayı:9, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, s. 29.
*
Bilgi edinme hakkının gereğini yerine getirecek devlet bakımından pasif ve aktif olmak üzere iki tür
yükümlülükten bahsedilebilir: KiĢinin kendi olanaklarıyla bilgiye eriĢimini engellememek ve bilgiyi
eriĢilebilir kılmak. Öder, a.g.y., s. 87.
110
çıkarmaktadır. Ġkincisi, bireylerin sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerin
korunması amacını gerçekleĢtirmeye yöneliktir. Bilgi edinme hakkının temel hak ve
özgürlükleri garanti altına alan kiĢisel ve en temel insan haklarından biri olma
niteliğinin ise bu Ģekilde açığa çıktığı söylenebilir.*
Devlet iktidarını etkilemeye yönelik hakların tümünü siyasal katılma hakları
olarak nitelendirmek mümkündür. Bu etkileme doğrudan olabileceği gibi dolaylı bir
biçimde de gerçekleĢebilir. Örneğin seçme ve seçilme hakkı doğrudan katılımı
amaçlarken, basın özgürlüğü ya da örgütlenme özgürlüğünde iktidarın politikalarına
dolaylı yoldan etkide bulunma amacı söz konusudur. Dolayısıyla aslında pek çok
*
Bazı yazarlar bilgi edinme hakkını dayanıĢma haklarından biri olarak sınıflandırmaktadır. KiĢi
özgürlükleri ve siyasal haklardan oluĢan birinci kuĢak haklar ile iktisadi, sosyal ve kültürel hak ve
özgürlüklerden oluĢan ikinci kuĢak hakların ardından, Ġkinci Dünya SavaĢı‟nın yaĢattığı geliĢmeler
sonucu insan haklarının devletlerin iç sorunu olmaktan öte uluslararası topluluğun bütününü
ilgilendiren bir sorun olduğu bilincinin doğması ve özellikle bağımsızlıklarına yeni kavuĢan eski
sömürge ülkelerin baskısı ile “dayanıĢma” adı verilen haklar, diğer bir deyiĢle üçüncü kuĢak haklar
gündeme gelmiĢtir. Büyük uluslararası toplantılar ya da belgelerde olgunlaĢan söz konusu haklar
evrensel değerleri içermekte ve devlet sınırlarını aĢan insanlık ailesinin bütün üyeleri arasındaki
dayanıĢmayı ifade etmektedir. DayanıĢma hakları içinde yaygın olarak, çevre hakkı, insanlığın ortak
malvarlığına saygı hakkı, barıĢ ve geliĢme hakkı sayılmaktadır. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren devletin sosyo-ekonomik ve kültürel alana müdahalesindeki artıĢlar, yönetimde
yaĢanan yozlaĢma ve yolsuzluklar, teknolojik geliĢmeler sonucu yönetimin ĢeffaflaĢması/yönetimde
açıklık ilkesinin benimsenmeye baĢlanması bilgi edinme hakkının da –çevre hakkı ve geliĢme hakkı
ile arasındaki yakın iliĢki de göz önünde bulundurulacak olursa- dayanıĢma hakları bağlamında
değerlendirilmesine yol açmıĢtır. Soykan‟ın bu konudaki çekincesi dikkate değer niteliktedir.
Soykan‟a göre bilgi edinme hakkı, birey ve devlet arasında bir karĢılıklılık iliĢkisi yaratan bir talep
hakkı olması nedeniyle kiĢisel ve siyasal bir haktır. DayanıĢma haklarıyla iliĢkisi ise, esas itibariyle,
bu hakların –özellikle çevre hakkı ile geliĢme hakkı- gerçekleĢmesinde aracılık iĢlevine sahip olması
noktasına iliĢkindir. Örneğin 1986 tarihli BM GeliĢme Hakkı Bildirgesi ile tanınan ve doğal kaynaklar
üzerinde tam egemenlik, kendi kaderini tayin hakkı, geliĢimi sağlamada kamunun katılımı, fırsat
eĢitliği, diğer tüm kiĢisel, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların kullanımı için uygun
koĢulların yaratılması gibi unsurları içinde barındıran geliĢme hakkının, özünde yatan kamunun
siyasal katılımını destekleme amacı düĢünüldüğünde bilgi edinme hakkı ile iĢlevsel bir iliĢki içinde
olduğu bir gerçektir. Aynı zamanda bilgi edinme hakkı, hesap verir, Ģeffaf, sorumlu, katılımcı bir
yönetim anlayıĢına iĢaret eden ve geliĢme hakkının içeriğine dahil edilen “iyi yönetim hakkı” ile de
bağlantılı ele alınmaktadır. Ancak Soykan‟ın belirttiği gibi tüm bu iliĢkiler, bilgi edinme hakkının
aracı bir hak olarak özel niteliğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla, gerçekleĢmeleri tek baĢına devlete
bağlı olmayan, kolektif bir sorumluluğu gerektiren dayanıĢma hakları ile esas itibariyle devleti
yükümlü kılan bilgi edinme hakkı arasındaki farklılığın ayırdında olmak gerekir. Bu konu için bkz.
Soykan, a.g.y., 29-39. Ġbrahim Kaboğlu, DayanıĢma Hakları, TODAĠE Ġnsan Hakları AraĢtırma ve
Uygulama Merkezi, Ankara, 1996, s. 32; YaĢamıĢ, a.g..y, s. 23, 24; Musa Eken, “Bilgi Edinme
Hakkı”, Ġnsan Hakları Yıllığı, Cilt: 17-18, s. 61, 75. Necat Akyıldız, 1982 Anayasası‟nın Ġnsan
Hakları
Rejimi
ve
“Bilgi
Edinme
Hakkı”,
Kazancı,
Sayı:3,
s.
40,
41;
http://www.unhchr.ch/development/right-02.html)
111
hakkın dolaylı da olsa katılma amacı taĢıdığı söylenebilir. Bu noktada, devlet
yönetimine katılımın çeĢitli alanlarda cereyan ettiği belirtilmelidir. Devlet, çok çeĢitli
iĢlevleri yasama, yürütme, yargı gibi ayrı nitelikte organlar eliyle yerine
getirdiğinden, devlet düzenine katılımın türlü olanaklar içerdiği bir gerçektir.288
Bununla
birlikte,
yönetim
yapısının
somutlaĢtığı
birimlerden
yürütmeyi
oluĢturanların, devlet aygıtı içinde ağırlıklı bir yere sahip olduğu da gözden
kaçırılmamalıdır.289 Özellikle de, yürütme organı içinde ve onun bir uzantısı
konumunda olan, ama aynı zamanda kendi kendine davranabilme yeteneği de
bulunan ve birçok kamu hukuku tüzel kiĢisinden oluĢan “idare”290, yönetilenlerin
katılımı söz konusu olduğunda ağırlıklı olarak ele alınmak durumundadır. Nitekim,
siyasal katılmanın, sadece bireylerin belirli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla
tercihlerini ortaya koymaları anlamına gelmediği, gündelik yaĢamları içinde
kendilerini ilgilendiren konularda devlet yönetimini etkilemelerini sağlama amacını
da güttüğü291 ve esas bu yönüyle anlamlı olduğu göz önünde bulundurulacak olursa;
varlık sebebi, toplumun gündelik gereksinmelerini karĢılamak ve gündelik yaĢamının
sürdürülmesine yönelik kamusal iĢ ve faaliyetlerde292 (kamu hizmetleri – kolluk
faaliyetleri) bulunmak olan idare, toplumsal katılım meselesinde odak noktasını
oluĢturacaktır.
Ġdarenin faaliyetlerini yürütürken uyacağı kuralların belirginlik kazanması,
bireysel temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından önem taĢımaktadır. Bu
288
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Cem Eroğul, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, Ġmge
Kitabevi, Ankara, 1999, s. 135-165.
289
Eroğul, a.g.y., s. 164.
290
Ġlhan Özay, GünıĢığında Yönetim, Filiz Kitabevi, Ġstanbul, 2004, s. 113, 114.
291
Eroğul, a.g.y., s. 102; Soykan, a.g.y., s. 24, 25.
292
Metin Günday, Ġdare Hukuku, Ġmaj Yayıncılık, Ankara, 2002, s. 14.
112
demektir ki, idarenin, önceden konmuĢ objektif hukuk kurallarına uygun hareket edip
etmediğinin ve bireylerin haklarına aykırı davranıp davranmadığının yargısal
usullerle denetlenmesi yeterli olmamakta, çağdaĢ toplumlarda idarenin gittikçe artan
müdahaleci faaliyetleri karĢısında, bağımsız Ġdare Mahkemelerinin sağladıkları
denetim tek baĢına yetersiz kalmaktadır. Nitekim, idare yargıcına kimi hallerde
baĢvurmanın imkansızlığı, yönetilenlerin hak ve menfaatlerini savunabilmek için
idari faaliyetin sona ermesini ve de kimi hallerde telafisi imkansız zararların
doğmasını beklemek zorunda bırakılmaları, idari iĢlemin oluĢumu esnasında
gerçekleĢtirilecek olan bir denetimin etkili bir hukuki himaye için gerekli olduğunun
göstergesi niteliğindedir.
Bu denetim, idarenin, bireylerin hak ve menfaat alanlarına kamu kudreti
araçlarıyla müdahale etmeden evvel, hukuken düzenlenmiĢ bir prosedür, yani genel
idari usul çerçevesinde soruĢturma yapması, ilgililere iddia ve savunmalarını ileri
sürme imkanı vermesi ve kendi kuruluĢu içinde yer alan belli kontrol
mekanizmalarıyla, yargısal usule benzer usullerle kademe kademe denetlenmesi
anlamına gelmektedir.293 Hemen belirtmek gerekir ki, genel idari usul, idare
makamlarının bireysel nitelikteki idari tasarrufları meydan getirirken uygulamak
zorunda olduğu genel usul kurallarını kapsamaktadır. Azrak‟ın deyimiyle, “… genel
idari usul, idari kararların üretilmesi sürecine egemen olan yetki, Ģekil ve usul
kurallarından oluĢan bir disiplindir. … idare makamlarının sadece kiĢilere etkili birel
idari iĢlemleri, yani idari kararları kapsadığından, 1) idarenin genel düzenleyici
iĢlemleri, 2) bir giriĢimci rolünde yerine getirdiği yaratıcı ve teknik faaliyetler, 3)
293
Ülkü Azrak, “Umumi Ġdari Usul ve Kodifikasyon Meselesi”, ĠÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:
XXXIII, Sayı: 1-2, 1967, s. 72, 73. (66-82)
113
dıĢa etkili olmamak koĢuluyla yaptığı genelge, direktif ve benzeri iç-düzen iĢlemleri
genel idari usul sektörü dıĢında kalmaktadır.”294
Ġdarenin bireysel nitelikteki iĢlemleri haklar ve özgürlükler üzerinde
doğrudan sonuç doğuran iĢlemlerdir. Dolayısıyla, devlet-birey iliĢkilerinin yeniden
düzenlenmesi bağlamında*, idarenin keyfi hareket alanını ortadan kaldırma, idari
kararların hukuka uygun bir biçimde alınmasını sağlama gayesi, içsel bir denetim
mekanizması öngören idari usul kurallarının yasalaĢmasını gündeme getirmiĢtir. Söz
konusu idari usul kanunları hukuk devletini gerçekleĢtirmeye yönelik bir takım
ilkeler içermektedir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi‟nin, 28 Eylül 1977 tarihli
ve (77)31 sayılı kararıyla, “Bireyin Yönetsel ĠĢlemler KarĢısında Korunması” baĢlığı
altında kabul ettiği beĢ ilke, “ortak asgari ilkeler”in saptanması açısından yararlı
olacağı düĢüncesiyle belirtilecek olursa Ģu Ģekildedir: 1) Dinlenilme hakkı; 2) Bilgi
kaynaklarına ulaĢabilme hakkı; 3) Hukuki yardım görme ve temsil edilme hakkı; 4)
Yönetsel iĢlemlerin gerekçeli olması zorunluluğu; 5) ĠĢleme karĢı baĢvuru yollarının
belirtilmesi zorunluluğu.295
294
Ülkü Azrak, “Ġdari Usul ve YasalaĢtırılması”, I. Ulusal Ġdare Hukuku Kongresi, II. Kitap “Kamu
Yönetimi”, DanıĢtay Yayınları, Ankara, 1990, s. 823. (821-834)
*
Kamusal sorumluluk ve denetim anlayıĢına yeni yaklaĢımlar “yönetiĢim” kavramını gündeme
getirmektedir. Buna göre, kamusal sorumluluk geniĢlemekte ve yönetilenler de yönetim sürecine dahil
edilmektedir. “YönetiĢim, esneklik, demokratiklik, çoğulculuk, açıklık, hesap verme ve yerellik,
performans ve toplam kalite unsurlarını barındırmaktadır. YönetiĢim, gücün nasıl kullanıldığını,
kararların nasıl alındığını ve vatandaĢların yönetim sürecine nasıl katıldığını belirleyen bir süreçtir.”
Bu yeni kamu yönetimi anlayıĢı, politikaların belirlenmesinden uygulanmasına kadar toplumu bireyler, özel sektör, sivil toplum kuruluĢları- önemli bir aktör olarak sürece dahil etmeyi hedeflediği
gibi, sorumluluğun da yönünü değiĢtirmektedir. Bu açıdan, sorumluluk dengesi hem yönetimde
yetkilerle donatılan sivil topluma doğru kaymakta, hem de yönetimin siyasal iktidarın yanı sıra
topluma karĢı da doğrudan sorumlu olması gerektiği düĢüncesi önem kazanmaktadır. Hamza Al,
a.g.y., s. 199, 238, 239.
295
Tekin Akıllıoğlu, “Bireyin Yönetsel ĠĢlemler KarĢısında Korunması ve Yönetim Hukukumuz”,
Amme idaresi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 3, 1981, s. 39. (37-56); Eroğul, a.g.y., s. 164, 165.
114
Toparlayacak olursak, “idarede açıklık, iĢlemin gerekçeli olması, bilgi
edinme, iĢlemin yapılıĢına katılabilme, bu amaçla savunma, dinlenilme ve idari
baĢvuru hakları”296 gibi idari usul kanunları çatısı altında toplanan ilkeler, özellikle
temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasında aracı olma niteliği bakımından bilgi
edinme hakkını akla getirmektedir. Bu açıdan bilgi edinme hakkının –hemen hemen
tüm idari usul kanunlarında yer alan-, bireyin devlet karĢısındaki zayıf konumunun
güçlendirilmesine katkıda bulunacağı söylenebilir.
Bilgi edinme hakkının, hem siyasal katılımın sağlanması hem de temel hak ve
özgürlüklerin korunması amacı “saydamlık”, diğer bir deyiĢle “açıklık” düĢüncesiyle
yakından ilgilidir. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, geleneksel idarî
sistemin tartıĢılmaya baĢlanmasıyla ve kamu yönetimine güvenin yeniden tesisi için
halk iradesinin denetim mekanizmalarına yansıtılması gerektiği düĢüncesiyle birlikte
kamu yönetiminde açıklık kavramı gündeme gelmiĢtir.297 GeniĢ kapsamlı bir kavram
olan ve pek çok iĢlevi bulunan, ancak kabaca yönetimin herkesçe görülebilmesi
anlamına gelen298 kamu yönetiminde sağlıklı iĢleyiĢi hedefleyen açıklık, “kamu
erkini kullanan kurum ve kuruluĢların tüm etkinliklerine ve bu etkinlik süreçlerine
yönelik olarak yurttaĢlara bilgi sunma duyarlılığı içinde olmalarını zorunlu kılar*.
296
Soykan, a.g.y., s. 81.
Yüksel Hız –Zekeriya Yılmaz, Açıklamalı –Notlu –Gerekçeli Bilgi Edinme ve Dilekçe Hakkı,
Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2004, s. 40; Ġbrahim Yıldırım, “Kamu Yönetiminde Açıklık ve Bilgi
Edinme Hakkı Kanunu”, Hukuk ve Adalet, Bahar 2004, s. 80. (78-95)
298
Tekin Akıllıoğlu, “Yönetimde Açıklık, Gizlilik, Bilgi Alma Hakkı”, SBF Dergisi, Cilt: 46, Sayı: 34, s. 11. (1-13)
*
Ġdarenin gerçekleĢtireceği faaliyetlerde önemli olan genel yararın korunmasıdır. Genel yararın
korunması ile açıklık ilkesi arasında denge sağlama çabaları, açıklık ilkesinin sınırları konusunda
tartıĢmalara yol açmaktadır. Söz konusu tartıĢma, yönetim belgelerinin halka açık tutulması ya da
yalnızca doğrudan doğruya ilgili olan taraflara açık bulundurulması ve yönetimin açıklığı belirlemede
sahip olduğu takdir yetkisi sorunu ekseninde cereyan etmektedir. Farklı ülkelerin bu konuda
gösterdikleri tutum hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mümtaz Soysal, Halkın Yönetime Etkisi,
TODAĠE Yayınları, Ankara, 1968, s. 110-112
297
115
Saydamlık, bir bilgi sunma ve sunulan bilgilerden yararlanım sürecidir.” 299 “Bilgiye
eriĢim; kararların ardındaki düĢünceye eriĢim; karar alma süreçlerini hükümet dıĢı
katılıma açmak” Ģeklinde sıralanabilecek üç ayrı boyut içermektedir.300
Özay, saydamlık yerine “günıĢığında yönetim” terimini yeğler ve
“yönetimde
demokrasi”nin
ya
da
“demokratik
yönetim”in
bu
Ģekilde
gerçekleĢtirileceğini belirtir. Özay‟a göre “yönetimde demokrasi”nin üç unsuru
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi idarenin karar mekanizmasının, yargı yerleri
örneğindeki gibi, önceden belli bir “usul”e bağlanmasıdır. Ġkinci unsur kamu
yönetiminin elindeki bilgilere ulaĢabilme olanağı sağlayan “bilgi edinme
özgürlüğü”dür. Üçüncüsü ise idarenin karar almak üzere yaptığı toplantıların
katılıma açık, yani alenî olmasıdır.301 Dolayısıyla, “idari usulün düzenlenmesi”,
“bilgi edinme hakkı” ve “idarenin karar alma sürecine bireyin katılımı” birbirini
tamamlayarak demokratik yönetimin unsurlarını oluĢtururlar.302
Demokratik yönetim yönetime katılma ile mümkün olabilmekte; bu katılımın
gerçek bir anlam ifade etmesi de idare karĢısında ilgililerin bilgi edinme hakkının
güvence altına alınmasına bağlı olmaktadır.303 Nitekim, kararlardan etkilenmeleri
muhtemel kiĢilerin, kararın alınmasında/idari iĢlem ya da eylemin tesisinde göz
önünde bulundurulması gereken görüĢleri idareden edindikleri bilgiler doğrultusunda
Ģekillenecektir. “Bir birey için, müzakere, danıĢma ve karar organlarının
299
Ahmet Erol, Dilekçe Hakkı ve Bilgi Edinme Hukuku, YaklaĢım Yayıncılık, Ankara, 2005, s.
290.
300
Bkz. Soykan, a.g.y., s. 53, 54.
301
Özay, a.g.y., s. 2-5.
302
Gürsel Özkan, Demokratik Yönetimin Birinci Adımı: Bilgi Edinme Hakkı, Türkiye Kamu-Sen,
Ankara, 2004, s. 12.
303
Özkan, a.g.y., s. 12, 13.
116
toplantılarına katılmadan, gerekli bilgilere ve dokümanlara ulaĢmadan “yönetime
katılma” olanaksızdır.”304
Demokratik yönetim, diğer bir ifadeyle açıklık ilkesi, bir yandan idarenin iç
iĢleyiĢindeki karar alma sürecine ve bu sürecin ortaya çıkardığı belgelere, bilgilere
ulaĢmak suretiyle yönetimin denetiminin sağlanması amacına hizmet etmekte, diğer
yandan
da
temel
hak
ve
özgürlüklerin
korunmasının
gerçekleĢtirilmesini
sağlamaktadır. Akıllıoğlu‟nun yaptığı ikili ayrım bu açıdan değerlendirilebilir. ġöyle
ki, Akıllıoğlu‟na göre açıklık kavramının iki uygulama türü bulunmaktadır:
bireysel/ilgililere açıklık ve kamusal/herkese açıklık305 Bireysel açıklık, bir idari
iĢlemin taraf ve ilgililerinin sahip olduğu bilgi alma hakkını ifade etmektedir. Bu
yönüyle, ilgililerin, bir idari iĢlemin yapılmasından önce haklarını, özgürlüklerini ve
hukuki yararlarını savunmak üzere sahip oldukları olanakları kapsayan “dinlenilme
hakkı”na iliĢkin bir uygulama türü olarak karĢımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, sadece
hakları,
özgürlükleri
ya
da
çıkarları
etkileyen
idari
iĢlemler
hakkında
uygulanabilmektedir. Kamusal açıklık ise, esas itibariyle, genel olarak idarenin
açıklığını içermekte ve idarenin elindeki bilgi ve belgelerin ilginin niteliğine
bakılmaksızın herkes tarafından istenebilmesine karĢılık gelmektedir. Bu niteliği ile,
idarenin faaliyetlerinin bireyler tarafından denetimi/yönetime katılma meselesine
iĢaret eden bir uygulama türü olduğu söylenebilir.306
304
Özkan, a.g.y., s. 13.
Tekin Akıllıoğlu, Yönetim Önünde Savunma Hakları, TODAĠE Yayınları, Ankara, 1983, s. 114;
Özkan, a.g.y., s. 18; Yıldırım, a.g.y., s. 79, 80.
306
Özkan, a.g.y., s. 19, 21.
305
117
Sonuç olarak, bilgi edinme hakkı iki boyutlu bir haktır. Bir yandan, bireylerin
kendilerini ilgilendiren bilgi ve belgelere kamu makamları nezdinde ulaĢabilmelerine
olanak sağlaması, yani temel hak ve özgürlüklerin korunması ve gerçekleĢtirilmesi
amacı söz konusu iken, dolayısıyla özel hayatın gizliliğinin korunması, çevre hakkı,
hatta çok daha temel nitelikteki yaĢam hakkı gibi hak ve özgürlüklerin
kullanılmasına
aracı
olma
niteliği
ön
plana
çıkarken;
diğer
yandan,
toplumsal/kamusal faaliyet ve iĢlemler bakımından açıklığı sağlama boyutunu, yani
halkın yönetime katılımıyla alâkalı bir siyasi hak olma özelliğini içinde
barındırmaktadır.*
3. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ ĠġLEVLERĠ
Bilgi edinme hakkına iliĢkin yasal düzenlemeler çerçevesinde bireyler, kesin
sınırları çizilmiĢ kamusal ya da özel bir gizlilik alanına iĢaret eden istisnalar saklı
kalmak kaydıyla, idareden her türlü konuda bilgi talebinde bulunabilecek; idare de
gerekli araĢtırmayı yapıp istenen bilgiyi bireyin kullanımına sunacaktır. Bilgi ile
kastedilen, devletin elinde tuttuğu resmi kayıtlardır.
Bireylerin bilgilenme hakkı, sorumlu, hesap verebilir, açık bir idarenin
sağlanması açısından önem taĢımakta ve esas itibariyle üç iĢlevi içermektedir:
*
Bilgi edinme hakkının, siyasi iktidarı etkileme amacı düĢünüldüğünde, siyasal katılımın bir aracı
olarak dilekçe hakkı ile iliĢkisi gündeme gelmektedir. Devlet faaliyetlerinin gizlilikten uzak tutulması,
bireylerin kamu politikalarından haberdar olması ve bu politikalara müdahale edebilmesi gayelerine
ulaĢma, bilgi edinme hakkından çok daha uzun bir geçmiĢe sahip olan dilekçe hakkının da
düzenlenme gerekçesini oluĢturmaktadır. Kabaca ifade edilecek olursa, dilekçe hakkı, bireylerin
kendilerini ya da kamuyu ilgilendiren konulara iliĢkin dilek ve Ģikayetlerini yönetenlere iletmeleri
imkanı sağlayan en temel siyasi haklardan biridir. Dilekçe hakkının iki cephesi bulunmaktadır;
Armağan‟ın deyiĢiyle, “Bir cephesi ile dilekçi kendi veya toplumun menfaatini korumaya çalıĢırken;
muhatabı olan yetkili makamlar ve TBMM, yahut kısaca Devlet de, kendisine sunulan dilekçeleri
kabul, muhtevasını tetkik ve neticeyi dilekçiye bildirmek vecibesi altında bulunmaktadır.” Servet
Armağan, Dilekçe Hakkı ve 1961 Anayasası, Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,
Ġstanbul, 1972, s. 53.
118
“1-Bireylerin kendileri hakkında devlet tarafından tutulan verilere eriĢim
hakkı
2-Bireylerin devletin elinde tuttuğu her türlü resmi veriye eriĢim hakkı
3-Kamu yararı taĢıyan konularda bireylerin bilgilenme hakkı-devletin/özel
sektörün bilgi verme ödevi.”307
Ġlk iĢlevi oluĢturan “kiĢisel verilerin korunması hakkı”, geniĢ çapta ve tek bir
merkezde kiĢisel veri toplanmasına, kaydedilmesine ve iĢlenmesine imkan veren
bilgi teknolojilerinin, kamu hizmetlerinin kolaylaĢtırılması amacına yönelik olarak
günümüzde yaygın bir biçimde kullanılması nedeniyle ortaya çıkabilecek
sakıncaların* giderilmesi kaygısının bir sonucudur. Pek çok ülkede yasal olarak
tanınmaya baĢlanan bu hak çerçevesinde, özellikle, kiĢilerin haklarında tutulan
verilerden haberdar olmaları, bu suretle olası yanlıĢlıkları düzeltme ya da silinmesini
talep etme imkanına kavuĢmaları sağlanmak istenmektedir**.
Bireylerin kendileri hakkında devlet tarafından tutulan verilere eriĢim hakkı,
bilgi edinme hakkının yanı sıra özel hayatın korunması ve gizliliği hakkı ile de
307
Soykan, a.g.y., s. 41.
“KiĢinin sürekli gözetimine imkan vermesi; bireyin bilgi akıĢının dıĢında tutulması; kiĢinin bilgisi
dahilinde olmaksızın sınırsız kiĢisel verinin toplanması ve saklanması; kiĢisel verilerin farklı
amaçlarla kötüye kullanılması ihtimali; demokratik ya da düzenleyici kontrol mekanizmalarının
varlığı olmaksızın kamu sektörünün ve özel sektörün bu konuda giderek daha fazla güç kazanması”
gibi sakıncalar sayılabilir. Early‟den aktaran Soykan, a.g.y.,s. 43.
**
28.01.1981 tarihinde Avrupa Konseyi bünyesinde “KiĢisel Verilerin Otomatik ĠĢlemden Geçirilmesi
Sürecinde Bireylerin Korunması Hakkında SözleĢme” adıyla bir sözleĢme kabul edilmiĢtir.
Türkiye‟nin de imzaladığı bu sözleĢme, kiĢisel verilerin hukuka uygun bir biçimde elde edileceğini,
meĢru ve önceden belirlenmiĢ amaçlarla saklanıp kullanılacağını öngörmekte ve veri sahibine, kendisi
hakkında tutulan veri dosyasından haberdar olmasını, sözleĢmedeki ilkeler doğrultusunda hazırlanan
iç hukuk hükümlerine aykırı olarak iĢlemden geçirilen verileri silme veya düzeltme hakkına sahip
olmasını sağlayacak birtakım güvence yolları sunmaktadır. Bkz. Soykan, a.g.y., s. 45, 46.
*
119
yakından iliĢkilidir. Dolayısıyla, kiĢisel verilerin üçüncü kiĢilere iletimi konusunda
veri sahibinin onayı gerekmektedir.
Ġkinci iĢlev olan “devlet tarafından tutulan verilere eriĢim hakkı”, kamu gücü
ve ayrıcalıklarını kullanan devlet ile birey arasındaki dengesiz iliĢkide bireyin
yönetsel iĢlemlerin oluĢumu sürecine katılımının ve sorumlu, hesap verebilir bir
idarenin tesisi yoluyla idarenin halkın denetimine açıklığının sağlanması gereğinin
bir sonucudur. Dar anlamda bir talep hakkı olarak bilgi edinme hakkı, idarenin
elindeki resmi verilere eriĢim hakkı anlamında kullanılmaktadır.308
Bu hakkın
sınırını gizlilik derecesine sahip bilgiler oluĢturmaktadır.
Üçüncü iĢlev, yani “kamu yararı taĢıyan konularda bireylerin bilgilendirilme
hakkı”*, devletin belli konulara iliĢkin bilgiyi –insan hakları, çevre, sağlık gibikamuya açık hale getirmesinin önemine vurgu yapmaktadır. Örneğin çevre ile ilgili
alınan kararlar, hükümet politikaları, acil önlem paketleri, yalnız gündemdeki
olaydan birebir etkilenenlerin değil herkesin bilgi almaya hakkı olduğu konuları
oluĢturduğundan, bu yönde genel bir bilgilendirmenin yapılması gerekmektedir. Söz
konusu hak talebe bağlı olarak kullanılabileceği gibi, devleti kendiliğinden harekete
geçmeye yönelten bir içeriğe de sahip olduğundan herhangi bir talep olmaksızın
iĢlerlik kazanabilme potansiyelini de içinde barındırmaktadır. Ancak belirtmek
gerekir ki, devletin, bilgi edinme hakkı kapsamında, bireylerden herhangi bir talep
308
Soykan, a.g.y., s. 54.
Kamu yararı taĢıyan konularda bireylerin bilgilendirilmesine ve bu sayede katılımının sağlanmasına
iliĢkin olarak, Avrupa Konseyi bünyesinde “ifade özgürlüğü” kapsamında bir takım kararlar
alınmıĢtır: 23.01.1970 tarih ve 428(1970) sayılı karar ve Rec(2002)2 sayılı ve 21.02.2002 tarihli
Tavsiye Kararı. Bkz. Soykan, a.g.y., s. 60, 61.
*
120
gelmeksizin bilgi verme yönünde pozitif bir ödevi olduğu Ģeklinde bir hukuki
düzenleme henüz yapılmıĢ değildir.309
4. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ KAPSAMI
Yukarıda da belirtildiği gibi, bilgi edinme hakkı esas olarak iki amaca hizmet
etmektedir. Bunlardan ilki, idarenin hesap verebilirliğini arttırmak suretiyle bireyler
tarafından denetimini kolaylaĢtırmak, ve dolaylı yoldan siyasal katılımı sağlamak;
diğeri ise, devlet-birey arasındaki eĢitsiz iliĢkide bireyin temel hak ve özgürlüklerini
devlet karĢısında koruyarak bir denge oluĢturmaktır.
Söz konusu amaçlar göz önünde bulundurulduğunda, gerek uluslararası
metinlerde, gerekse Türkiye‟deki ve diğer ülkelerdeki ilgili mevzuatta, hakkın
kapsamına iliĢkin olarak devletin, ve esas itibariyle de “idare teĢkilatı”nın temel
alınması normal karĢılanacaktır. Bilgi edinme hakkı konusunda dünya genelinde
hazırlanmıĢ olan kanunlara bakıldığında, tüm idari organ ve makamların kapsama
dahil edildiği görülür. Ancak bazı ülkelerin mevzuatı mahkemeler, yasama organları
ile güvenlik ve haber alma hizmetlerini kapsam dıĢında tutmuĢtur.310
309
Soykan, a.g.y., s. 63, 64.
Bkz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi‟nin almıĢ olduğu tavsiye kararı: Recommendation Rec
(2002)2 adopted by the Committee of Ministers of the Council of Europe; David Banisar,
Freedominfo.Global Survey: Freedom of Information and Access to Government Record Laws
Around the World, http://freedominfo.org/survey.htm, s. 20, 21; HaĢmet Sırrı AkĢener –Ramazan
Çakmakçı, Açıklamalı, Gerkçeli Bilgi Edinme Hakkı Kanunu, Legal Yayıncılık, Ġstanbul, 2004, s.
192.
310
121
Örneğin Türkiye açısından, bilgi edinme hakkının kullanılmasını düzenleyen
4982 Sayılı Kanun ve kanunun uygulamasına iliĢkin esas ve usulleri belirtmek
amacıyla çıkarılan yönetmelik hükümleri dikkate alındığında, idarenin kapsama esas
teĢkil ettiği ortadadır. Kanunun “Kapsam” baĢlıklı 2. maddesi, kamu kurum ve
kuruluĢları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluĢlarının faaliyetlerinden
bahsetmekte; yönetmeliğin aynı baĢlığa sahip 2. maddesi ise, daha ayrıntılı bir
ifadeyle, merkezi idare kapsamındaki kamu idareleri ile bunların bağlı, ilgili veya
iliĢkili kuruluĢlarının, köyler hariç olmak üzere mahalli idareler ve bunların bağlı ve
ilgili kuruluĢları ile birlik veya Ģirketlerinin, T.C. Merkez Bankası, ĠMKB ve
üniversiteler de dahil olmak üzere kamu tüzel kiĢiliğini haiz olarak enstitü, teĢebbüs,
teĢekkül, fon ve sair adlarla kurulmuĢ olan kamu kurum ve kuruluĢları ve kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluĢlarının faaliyetlerini kapsama dahil etmektedir.
Belirtilen hükümler çerçevesinde denilebilir ki, Türkiye örneğinde de hakkın
kapsamı bakımından idare temel alınmakla birlikte, idareden kastedilenin esas
itibariyle “organik anlamda idare”* olduğu anlaĢılmaktadır. Söz konusu anlayıĢın,
bilgi
edinme
hakkının
ortaya
çıkıĢ
amaçları
ile
hak
ve
özgürlüklerin
gerçekleĢtirilmesinde aracı olma niteliği göz önünde bulundurulduğunda, hakkın
kapsamını daraltıcı bir tercih olduğu söylenebilir. Bu konuda dünya genelindeki
düzenleme ve uygulama ise, idare teĢkilatının ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde idari
ve siyasi kanadını ve yeri geldiğinde özel sektörde yer alan kuruluĢları da içerecek
biçimde daha geniĢ bir kapsama alanını yansıtmaktadır. Dolayısıyla Türkiye örneği,
siyasi
fonksiyonları
nedeniyle
organik
anlamda
idarenin
dıĢında
kalan
*
Organik anlamda idare, “Devletin Yasama ve Yargı organları ile Yürütme Organının da
CumhurbaĢkanı ve Bakanlar Kurulu dıĢında kalan tüm kuruluĢları olarak” tanımlanmaktadır. Günday,
a.g.y., s. 4.
122
CumhurbaĢkanı ve Bakanlar Kurulu‟nun faaliyetlerinin denetimini sağlayacak
bilgilerin edinilmesinin bilgi edinme hakkı kapsamında neden mümkün olamayacağı,
ve özel hukuka tabi kamu kurumları ile yasama ve yargı organlarının acaba
tamamıyla kapsam dıĢı bırakılmasının yerinde bir tercih sayılıp sayılamayacağı gibi
soruları akla getirmektedir.311
Hakkın hizmet ettiği, siyasi denetim ve katılım ile temel hak ve özgürlüklerin
gerçekleĢtirilmesi amacı, BaĢbakan, Bakanlar ve CumhurbaĢkanı‟nın hem idari hem
de
siyasi
nitelikteki
davranıĢları
itibariyle
hakkın
muhatabı
sayılmasını
gerektirmektedir. Nitekim bilgi edinme hakkının mahiyeti açısından, ülkenin genel
siyaseti, ekonomisi, diğer devletlerle olan iliĢkileri gibi konuları içeren siyasi
faaliyetlerin idari faaliyetlerden ayrılması anlamlı değildir. Yasama ve yargı
organlarını da bütünüyle hakkın kapsamı dıĢında tutmak yerine idari nitelik taĢıyan
karar ve iĢlemleri bakımından kapsama dahil etmek isabetli olacaktır. ÇeĢitli kamu
gücü ayrıcalıklarından yararlanan, ancak üçüncü kiĢilerle girdikleri iliĢkilerde özel
hukuk hükümlerine tabi olan; diğer bir deyiĢle, diğer özel hukuk tüzel kiĢilerinden
farklı olarak kanunla kurulan ve birtakım kamusal yetki ve ayrıcalıkları elinde
bulunduran kurumlar da –vakıf üniversiteleri, kamu bankaları gibi-, kamu gücü
ayrıcalıklarından yararlanmaları nedeniyle hakkın kapsamı içindedirler.
311
Soykan, a.g.y., s. 95.
123
5. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ ĠSTĠSNALARI VE DENETĠMĠ
Diğer pek çok hak ve özgürlükte olduğu gibi, bilgi edinme hakkının da
hukuken korunan bir takım baĢka çıkarlarla çatıĢtığı alanlar bulunmaktadır. Hakkın
hizmet ettiği, devleti denetleme ve kiĢilerin temel hak ve özgürlüklerini koruma
amaçları, aynı zamanda, hakka istisna teĢkil edebilecek söz konusu alanlara
gönderme yapmaktadır. Bunlar, ilk amaç düĢünüldüğünde devletin çıkarları; ikinci
amaç düĢünüldüğünde ise öncelikle özel hayatın gizliliği olmak üzere üçüncü
kiĢilerin çıkarlarıdır. Bu bağlamda, bilgi edinme hakkına iliĢkin dünya ölçeğindeki
düzenlenmelerin, hakkın kullanıcıları ile talep edilen bilgi veya belgenin niteliği
bakımından, devletin ve üçüncü kiĢilerin çıkarlarını koruma saikiyle çeĢitli istisnalar
içerdiği söylenebilir.
Hemen belirtmek gerekir ki, bilgi edinme hakkının, kiĢilerin temel hak ve
özgürlüklerini koruma ve kullanmalarını sağlama amacını taĢıması; dolayısıyla temel
bir insan hakkı niteliğine sahip olması nedeniyle “herkes”e tanınması gerekmektedir.
Bununla birlikte kimi devletlerin, hakkın devlet yönetimine katılım boyutunu dikkate
almak suretiyle kullanıcılar açısından bir takım Ģartlar öngördükleri de bir gerçektir.
Söz konusu Ģartlar genellikle ülkede yaĢayan yabancılara iliĢkin olmakta ve esas
itibariyle “menfaat bağı” koĢuluna vurgu yapılmaktadır. Türkiye‟den örnek verecek
olursak, 4982 sayılı “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu”nun 4. maddesinin ilk fıkrası
“herkes bilgi edinme hakkına sahiptir”* hükmünü taĢımakla birlikte, ikinci fıkra
hükmü, yabancıların bu haklarını kullanabilmelerini, gerçek kiĢiler açısından
*
Hükümdeki “herkes” ifadesi gerçek kiĢiler ile tüzel kiĢileri kapsamakta ve hak talebi herhangi bir
“menfaat bağı” koĢuluna bağlanmamaktadır. Kural budur.
124
Türkiye‟de ikamet ediyor olmalarına, yabancı tüzel kiĢiler açısından Türkiye‟de
faaliyette bulunuyor olmalarına ve ayrıca, isteyecekleri bilginin kendileriyle ya da
faaliyet alanlarıyla ilgili olması ile kendi ülkelerinin de bu hakkı karĢılıklılık ilkesi
çerçevesinde Türk vatandaĢlarına tanımıĢ olmasına bağlamaktadır.**
Ġstisnaya esas konu olan, nitelikleri itibariyle bazı bilgi veya belgelerdir.
Devleti denetleme ve hesap verilebilirliği sağlama amacıyla ileri sürülen bir bilgi
talebi, devlet tarafından gizliliği öngörülen kimi bilgi ve belgelere yönelecek olursa
veyahut temel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla kullanılan bir bilgi edinme
hakkı, üçüncü kiĢilerin hak ve özgürlüklerine dokunacak olursa çatıĢmalı çıkar
alanları gündeme gelecek ve söz konusu çıkarlar arasında denge kurabilmek adına,
bilgi veya belgenin açıklanmasına engel teĢkil eden kimi istisnaların devreye girmesi
gerekebilecektir.312 O halde, gizliliğin hukuken düzenlenmesi/korunması, diğer bir
ifadeyle istisna rejimi diye adlandırılabilecek bu durum karĢımıza iki gizlilik alanı
çıkarmaktadır: Devlet tarafından gizli kalması gerektiği düĢünülen kamusal gizlilik
alanı ile bazı kiĢilik haklarını koruma gayesiyle gizli tutulan özel gizlilik alanı.
Devletin açıklığını sağlamak, idarenin keyfi ve hukuka aykırı uygulamalarını
önlemek amacıyla her türlü bilgi ve belgenin kamunun eriĢimine sunulması bilgi
edinme kanunları kapsamında öngörüldüğü halde, devletlerin çıkarları gereği
açıklamaktan çekindikleri bilgiler de mevcuttur. Kamusal gizlilik alanına dahil olan
bu tarz bilgiler, devletin güvenliğini ve bütünlüğünü ilgilendirdiğinden “devlet sırrı”
**
Yabancılar açısından da herhangi bir sınırlama öngörmeyen, dolayısıyla istisna gözetmeksizin
gerçek anlamda herkese bu hakkı tanıyan ülkeler de mevcuttur. Örneğin Amerika BirleĢik Devletleri
bu tarz bir düzenlemeye sahiptir. Bkz. www.freedominfo.org.
312
Soykan, a.g..y, s. 112.
125
olarak tanımlananlar ile kurumların karar alma mekanizmalarının iĢleyiĢine ve kamu
düzenine iliĢkin olanlar Ģeklinde iki kategori altında toplanabilir.
“Devlet sırrı”, esas itibariyle, devletin savunmasını, toprak bütünlüğünü,
ulusun birlik ve beraberliğini, uluslararası iliĢkileri, kamu güvenliğini tehlikeye
düĢüreceği varsayılan bilgilerin gizliliğini ifade etmekte ve dolayısıyla da devletler
tarafından gizli tutulmaya en çok gerek duyulan alanı oluĢturmaktadır. Diğer kategori
ise, gizlilik gereği “devlet sırrı” kadar hat safhada olmamakla birlikte gizliliği
öngörülen, kurum ve kuruluĢların kendi personeline, kurum içi uygulamalarına
iliĢkin düzenlemeler, ülkenin ekonomik çıkarları ile adli kovuĢturma ve
soruĢturmaya iliĢkin bilgi ve belgelerdir. Söz konusu bilgi ve belgeler, açıklanmaları
halinde, kurumların karar alma mekanizmalarının iĢleyiĢini bozacakları; suçun
araĢtırılması, kovuĢturulması ve önlenmesini engelleyecekleri; idari makamlarca
yürütülen soruĢturmaların güvenliğini sarsacakları gerekçesiyle istisna kapsamına
dahil edilmektedirler. Örneğin 4982 sayılı Kanun‟un 16, 17, 18, 19, 20 ve 25.
maddeleri bahsedilen kamusal nitelikteki istisna alanlarını düzenlemektedir.
Özel gizlilik alanı ise gerçek ve tüzel kiĢilerin kiĢilik haklarını * koruma
gayesiyle öngörülen, özel hayatın gizliliği, haberleĢmenin gizliliği, ticari sır ile fikir
*
“KiĢilik hakkı”, kiĢinin toplum içindeki saygınlığını ve kiĢiliğini serbestçe geliĢtirmesini temin eden
öğelerin tümü üzerindeki hakları olarak tanımlanmaktadır. Bu açıdan, kiĢinin onur ve saygınlığını
toplum içinde yitirmesine sebep olacak tüm saldırılar, “kiĢilik hakkına” saldırı olarak kabul
edilmektedir. Çetin Özek, Basın Özgürlüğünden Bilgilenme Hakkına, Alfa Yayınları, Ġstanbul,
1999, s. 244. Örneğin 4982 sayılı Kanun‟un “Özel hayatın gizliliği” baĢlıklı 21. maddesi bilgi edinme
hakkı kapsamı dıĢında tutulacak bilgi ve belgeleri, “… açıklanması halinde kiĢinin sağlık bilgileri ile
özel ve aile hayatına, Ģeref ve haysiyetine, mesleki ve ekonomik değerlerine haksız müdahale
oluĢturacak…” ifadesiyle nitelendirmektedir. Özel gizlilik alanı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.
Tamer Ġnal, “Bilgi Edinme Hakkı ve Özel Hayata, HaberleĢmeye, Ticarî Sırlara, Fikir ve San‟at
Eserlerine ĠliĢkin Sınırlamalar”, Kazancı, Sayı:3, s. 12-29. KiĢisel verilerin korunması konusunda
126
ve sanat eserlerini koruyucu nitelikte düzenlemelerdir. Kamu hizmetlerinin
planlanması ve yürütülmesinden sorumlu kamu kurumları ile benzer nitelikte çeĢitli
faaliyetler sunan özel kiĢi ve kurumlar, gördükleri hizmetler gereği birtakım kiĢisel
bilgileri ellerinde bulundurmakta ve kullanmaktadır. Bilgi edinme hakkı kapsamında
bu tür bilgilerin üçüncü kiĢiler tarafından talep edilmesi ve kamuya sunulması hali
özel hayatın gizliliğinin korunması hakkını gündeme getirmekte ve söz konusu
bilgilerin paylaĢımı ilgili kiĢinin rızasını gerektirmektedir. Dolayısıyla, kamusal ve
özel makamlar tarafından ilgili kiĢilerin rızası ile elde edilen kiĢisel verilerin, amacı
dıĢında kullanılması veyahut kamuya açıklanması durumunda özel hayatın gizliliği
hakkının ihlali ile karĢı karĢıya kalınacağı söylenebilir.
Bilgilenme hakkının en haklı sınırı olarak özel hayatın gizliliği gösterilmekte,
bu iki hak alanının birbiriyle çeliĢmek bir yana, birbirini tamamladığı
belirtilmektedir. Kamusal gizlilik alanı, özellikle de bu alan içindeki “devlet sırrı”
sistemi ise, tam tersine, saydam yönetimi engelleme konusunda en etken silah olarak
nitelendirilmektedir.313 Bu karĢıtlık çerçevesinde bir değerlendirme yapılacak olursa,
özel gizlilik alanı, aksine bir kamusal yarar olmadığı sürece -ilgililerin rızası saklı
kalmak üzere- koruma altındadır. Ġdarenin kendisini ve faaliyetlerini ilgilendiren
kamusal gizlilik alanı ise, açıklamaktan kaçınma konusunda yeterli derecede kamusal
yarar olmadığı müddetçe koruma dıĢıdır, gizli tutulamaz.314
ayrıntılı bilgi için bkz. Akıllıoğlu, “Ġdari Usul ve KiĢisel Verilerin Korunması”, 2004
(www.idare.gen.tr/akillioğlu-idariusul.htm)
313
Özek, a.g.y., s. 64, 65.
314
Scott‟tan aktaran Soykan, a.g.y., s. 112.
127
Gerek
özel
gizlilik alanı,
gerekse
kamusal
gizlilik
alanı
birlikte
düĢünüldüğünde, bilgi edinme hakkına getirilecek tüm istisnaların, keyfiliği ve
hakkın kullanım gücünden yoksun kalmasını önlemek adına, hukuken açık seçik bir
biçimde tanımlanması, birtakım genel ilkelere tabi tutulması gerekmektedir.* Bu
konuda dünya ölçeğindeki düzenlemeler, çatıĢan çıkarları dengelemek ve talep edilen
bilginin açıklanıp açıklanmayacağına karar verebilmek için “kamusal yarar testi”
diye adlandırılan bir uygulamayı devreye sokmaktadır. Buna göre, bilgi edinme
hakkının kamusal ya da özel bir çıkarla çatıĢması durumu gündeme geldiğinde,
bilginin açıklanması yönünde ağır basan bir kamusal yararın varolup olmadığı
değerlendirilmekte ve varılan sonuç ıĢığında karar verilmektedir. Bu testin amacı
belgenin açıklanması durumunda gözle görülür bir zarara neden olabileceğinin
ispatlanmasıdır.
Kanıtlanamaması
durumunda
kurum
bilgiyi
açıklamak
zorundadır.*315
*
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi‟nin 21.02.2002 tarihinde aldığı Rec(2002)2 sayılı resmi
belgelere eriĢim konusundaki tavsiye kararının “resmi belgelere eriĢime iliĢkin olası sınırlandırmalar”
baĢlıklı maddesi, istisna rejiminin devreye girmesini mümkün kılabilecek on gerekçe/ilke
belirlemiĢtir. Bunlar Ģu Ģekilde sıralanabilir: ulusal güvenlik, savunma ve uluslararası iliĢkiler; kamu
güvenliği; suçun araĢtırılması, kovuĢturulması ve önlemesi; özel hayatın gizliliği ve diğer meĢru
çıkarlar; kamusal ya da özel ticari ya da diğer ekonomik çıkarlar; mahkemede tarafların eĢitliği; doğa;
idari makamlarca yürütülen soruĢturma, kontrol ve denetim faaliyetleri; devletin ekonomik, mali ya da
döviz kuru politikaları; bir kararın hazırlık aĢamasında kamusal makamlar arasında veya içerisindeki
tartıĢmaların gizliliği. Söz konusu nedenlerle sınırlama orantılı olmalı ve kanunla düzenlenmelidir.
*
Ġstisna olarak öngörülen düzenlemeleri teste tabi tutan söz konusu yöntem, Türkiye‟de yürürlükte
bulunan 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu‟nda öngörülmemiĢtir. Ancak Kanun‟un “Gizli
Bilgileri Ayırarak Bilgi veya Belge Verme” baĢlıklı 9. maddesi kısmi eriĢimi mümkün kılmaktadır.
Bu düzenlemeye göre, gizlilik dereceli veya açıklanması yasaklanan bilgiler ile açıklanabilir nitelikte
olanlar birlikte bulunuyor ve bunlar birbirlerinden ayrılabiliyorsa, söz konusu bilgi veya belge, gizlilik
dereceli veya açıklanması yasaklanan bilgiler çıkarıldıktan sonra baĢvuranın bilgisine sunulur. Ayırma
gerekçesi de baĢvurana yazılı olarak bildirilir.
315
Bkz. Banisar, a.g.y., s. 23; Oğuz Ġçimsoy, “Ġdari Belgelere EriĢim Hakkı: Bilgi Edinme Özgürlüğü
Kanunları”, Bilgi Edinme Özgürlüğü Paneli, (Edit. YaĢar Tonta, Ahmet Çevik), Türk
Kütüphanecileri Derneği, 1996, s. 51. Örneğin çevre, nükleer tehlikeler, gıda güvenliği gibi değiĢik tür
riskler konusunda yönetim tarafından bir hayli veri toplanmakta ve raporlar düzenlenmektedir.
Bunların, genelde olduğu üzere, ulusal güvenlik veya ticari sırların korunması gerekçesiyle kamunun
eriĢiminden saklanması halinde hangi kamusal ya da özel yararın baskın geldiği meselesi iyi bir
değerlendirilme sürecinden geçmeli ve somut durumun gerektirdikleri ıĢığında kamuya eriĢimin
sağlanması da mümkün olabilmelidir. Güran, a.g.y., s. 35. Bilgi edinme hakkının pek çok temel hak
ve özgürlüğün gerçekleĢtirilmesinde aracı olma niteliği bağlamında, değiĢkenlik arz eden farklı çıkar
çatıĢması olasılıklarının uzlaĢtırılmasına iliĢkin ayrıntılı bilgi için bkz. Soykan, a.g.y., s. 132-151.
128
Bilginin gizli kalması gerektiğine hükmedilmesi halinde, söz konusu kararın
gerekçesi; diğer bir deyiĢle, bilginin açıklanması durumunda nasıl bir zararın ortaya
çıkacağı kamusal makam tarafından somut bir biçimde ortaya koyulmalıdır. Ġstisna
rejimi bağlamında, aynı zamanda, gizliliğine hükmedilen bilginin bu niteliğini
sürdüreceği belli süreler öngörülmekte ya da “sır” kapsamına alınan bilginin bu
niteliğinin devam edip etmeyeceği belli aralıklarla denetlenmektedir. Yani kurallara
uygun sır saptaması belli sürelere tabi tutulmaktadır.316
Sonuç olarak, bilgi edinme hakkına getirilecek sınırlamaların, çatıĢabilecek
tüm çıkarları uzlaĢtırmayı hedefleyen, hukuken belirgin kılınmıĢ bir istisna rejimi
çerçevesinde her somut olaya göre değerlendirilmesi, hiçbir biçimde mutlak
olmaması gerekir. Özellikle “devlet sırrı” kategorisi ayrı bir yasal düzenlemeyle çok
net biçimde tanımlanmalı, muğlaklığa yer verilmemeye çalıĢılmalıdır. Örneğin “sır”
belirleme yetkisi yönetsel gücün takdirine bırakılmamalı, düzenleyici iĢlemlerle “sır”
oluĢturma olanağı yönetsel güce tanınmamalıdır.317
Öngörülen istisnalara dayanılarak, gizlilik gerekçesiyle bilgi edinme
baĢvurusunun reddedilmesi halinde, hakkın etkin kullanımının parçası olan, idari
itiraz ve yargısal korunmaya iliĢkin birtakım denetim mekanizmalarını harekete
geçirme olanağı kiĢilere tanınmaktadır. Bu denetim sistemi, “kamu denetçisi” –
316
Özek, a.g.y., s. 69.
Türkiye örneğine bakılacak olursa, henüz yasalaĢmamıĢ olan devlet sırları kanunu tasarısında
devlet sırrı kavramı dar ve belirgin biçimde saptanmıĢ değildir. Ayrıca Türk Ceza Kanunu‟nun 334337. maddeleri, yönetsel gücü, düzenleyici iĢlemler yoluyla “sır alanı” yaratabilme konusunda yetkili
görmektedir. Bkz Özek, a.g.y., s. 70; Köksal Bayraktar, “Bilgi Edinme Hakkı ve Sır Kavramı”,
Kazancı, Sayı: 3, s. 10, 11. (7-12)
317
129
“ombudsman”, “özel görevli komisyonlar”- “bağımsız idari otoriteler” ve
“mahkemeler” tarafından yerine getirilebilir.318 Türkiye‟den örnek verecek olursak,
4982 sayılı Kanun‟un 13. maddesi itiraz usulünü düzenlemiĢtir. Buna göre,
baĢvurusu herhangi bir sebeple* reddedilen baĢvuru sahibinin kararın tebliğinden
itibaren on beĢ gün içinde Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu‟na ihtiyari olarak
itiraz etme hakkı bulunmaktadır.*
Yargısal korunma konusunda ise 4982 sayılı Kanun‟da özel bir düzenleme
öngörülmemiĢtir. Ancak, Anayasa‟nın 125. maddesinin “Ġdarenin tüm eylem ve
iĢlemlerine karĢı yargı yolu açıktır” hükmü gereği, kanun koyucunun dahi yargı
yolunu kapatması mümkün olamayacağından, bu konuda idari yargılama hukukunun
genel ilke ve esasları geçerli olacaktır. Ayanoğlu‟nun belirttiği gibi, bilgi edinme
baĢvurusu, idari davaya konu olacak iĢlem talebi niteliğinde olmamakla birlikte,
idareden, istenilen bilgi ve belgeyi baĢvuranın yararlanmasına sunması talep
318
Cemil Kaya, Ġdare Hukukunda Bilgi Edinme Hakkı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2005, s. 283.
Madde metninde yer alan “16 ve 17 nci maddelerde öngörülen sebeplerle” ibaresi, 17/11/2005
tarihli ve 5432 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle madde metninden çıkarılmıĢtır. Dolayısıyla, Bilgi
Edinme Değerlendirme Kurulu‟na baĢvurularda aranan, bilgi ve belgelerin, devlet sırrı ile ülkenin
ekonomik çıkarlarına iliĢkin oldukları gerekçelerinden biriyle reddedilmiĢ olmaları Ģartı ortadan
kalkmıĢtır. Herhangi bir gerekçeyle red hali baĢvuru için yeterlidir. Ancak bu durum idari itirazın
bypass edilmesi olanağını dıĢlamamaktadır. Ayanoğlu‟nun belirttiği gibi, “eğer bir bilgi ve belge
baĢvurusuna, idare hiçbir cevap vermemiĢse, yani baĢvuru zımni olarak ret olunmuĢsa, bu reddin
gerekçesi olmadığından Kurul itiraz olanağı da bulunmamaktadır.” Taner Ayanoğlu, “4982 Sayılı
Bilgi Edinme Hakkı Kanununu Değerlendirilmesi BaĢlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi Edinme Hakkı
Uluslararası Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara, 2006, s. 56. (51-57)
*
4982 sayılı kanunda öngörülen idari itiraz usulünün ne gibi pratik ve hukuki yararları olacağı
konusunda belirsizlik söz konusudur. Nitekim Kurula itiraz prosedürü zorunlu bir idari veya yargısal
mekanizma niteliğine sahip olmamakta, ayrıca itiraz sonrasında dava açılması halinde dava konusunu
Kurulun kararı değil davalı idarenin red kararı oluĢturmaktadır. Taner Ayanoğlu “Bilgi Edinme Hakkı
ve Yargısal Korunmasına ĠliĢkin Bazı Sorunlar”, Legal Hukuk Dergisi, Sayı:18, Ġstanbul, 2004, s.
1537. Fransa‟da da benzer Ģekilde, bilgi edinme taleplerinde idarenin keyfiliğine karĢılık savunma
amacını sağlamak adına idari baĢvuru mercii olarak, bağımsız idari otorite niteliğindeki “Ġdari
Dokümanlara EriĢme Komisyonu” (CADA) öngörülmüĢtür. Ancak söz konusu komisyona baĢvuru
zorunludur. Kaya, a.g.y., s. 343; Mehmet Aydan Al, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulları Kararları
IĢığında Bilgi Edinme Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Prof. Dr.
Bahtiyar Akyılmaz), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Ġdare
Hukuku), Ankara, 2007, s. 62; A. ġeref Gözübüyük –Turgut Tan, Ġdare Hukuku Genel Esaslar,
Turhan Kitabevi, Ankara, 2007, s. 369.
*
130
edildiğinden, söz konusu baĢvuru “idari eylem baĢvurusu” niteliğine haizdir. Bilgi
edinme baĢvurusunun idarece reddedilmesi ise, ĠYUK‟un 10. maddesi anlamında
“idari eylem baĢvurusunun reddi” biçimindedir ve bu konudaki açık ya da zımni red
iradesinin idari davaya konu edilmesi her halükarda mümkündür.319
319
Ayanoğlu, “Bilgi Edinme Hakkı ve Yargısal Korunmasına İlişkin Bazı Sorunlar”, s. 1533.
Belirtmek gerekir ki, bilgi edinme hakkının yargısal korunmasının idari yargılama hukukunun genel
ilkelerine tabi bulunması bir takım sorunlara yol açmaktadır. Öncelikle, savunma hakkının güvence
altına alınması gayesiyle ĠYUK‟un 20/4. maddesindeki “Getirtilen veya idarece gönderilen gizli belge
ve dosyalar taraf veya vekillerine incelettirilemez” hükmünün 4001 sayılı Kanunla haklı bir biçimde
yürürlükten kaldırılması sonucu, idarenin gizlilik gerekçesiyle vermekten kaçındığı bilgi ve belgeye
eriĢim mümkün olacak, dolayısıyla davacı açısından davayı sürdürmenin bir anlamı kalmayacaktır.
Ayrıca, ĠYUK‟un 20/3. maddesindeki “istenen bilgi ve belgeler Devletin güvenliğine veya yüksek
menfaatlerine veya Devletin güvenliği ve yüksek menfaatleriyle birlikte yabancı devletlere de iliĢkin
ise, BaĢbakan veya ilgili bakan, gerekçesini bildirmek suretiyle, söz konusu bilgi ve belgeleri
vermeyebilir. Verilmeyen bilgi ve belgelere dayanılarak ileri sürülen savunmaya göre karar
verilemez.” hükmü gereği, bilgi ve belgelerin verilmemesi olanağının BaĢbakan veya ilgili bakan
tarafından kullanılması durumunda, idari yargı yerinin önündeki davayı yürütebilmesi ve olması
gereken bir yargılama sonucu oluĢacak bir kanaatle sonuçlandırabilmesi mümkün görünmemektedir.
Nitekim böyle bir durumda mahkemenin verilmeyen bilgi ve belgelere dayalı olarak yapılmıĢ
savunma hariç dosyada yer alan diğer bilgi ve belgeleri esas alarak ulaĢacağı kanaate göre karar
vermesi gerekmektedir. Sonuç olarak bu tür davalar için ayrı ve özel bir mekanizmanın öngörülmesi
yerinde olacaktır. Bkz. Ayanoğlu, “Bilgi Edinme Hakkı ve Yargısal Korunmasına İlişkin Bazı
Sorunlar”, s. 1537-1539.
131
SONUÇ
“Bilgi toplumu” deyimi yaygın olarak, 20. yüzyılın son yirmi yılında
meydana gelen bir dizi büyük teknolojik geliĢmenin dönüĢüme uğrattığı toplumsal
yapıyı ifade etmek için kullanılmaktadır. Devrim niteliğindeki söz konusu teknolojik
geliĢmelerle birlikte bilginin hem bir hammadde hem de çıktı haline gelerek, odak
noktayı oluĢturduğu belirtilmektedir.
Ancak “bilgi toplumu” deyimi, bilginin sahne ıĢıkları altına girdiği bir
zamanı, bu zamanın bilgiyle iliĢkisini ve bu zaman içinde toplumun ve siyasal
iktidarın bilgiye dönüklüğünü imlemek için ele alındığında, insanlık tarihinin en
köklü dönüĢüm ve kopuĢ evresini oluĢturan modernite ile bağ kurmak kaçınılmaz
olmaktadır.
Modernlik
deneyiminin
insan
uygarlığını
her
yönüyle
çevreleyip
dönüĢtürmesinden bilgiyle kurulan iliĢki, bilginin konumlanma biçimi de payını
almıĢtır. Özellikle, keĢiflerin bir bilgi patlaması ve birikimini beraberinde getirmesi,
aklın doğrularına sıkı sıkıya bağlanılması, doğruyu yanlıĢtan ayırt etme yetisi ve
kapasitesiyle kendi kaderine hakim olan, geçmiĢi yorumlayıp geleceği planlayabilen
“insan”ın merkezi ve etkin bir konum edinmesi gibi olgular, bu dönemde, “bilme
edimi”nin toplum açısından öneminin bir göstergesi niteliğindedir.
Ġnsanın yeni etkin konumu siyasal iktidara da yeni bir biçim vermiĢ; iktidarın
anlamını yeniden kurgulayacak yeni bir söyleme, yani yeni bir meĢruiyet kaynağına
132
ihtiyaç duyulmuĢtur. Söz konusu meĢrulaĢtırıcı söylem “egemenlik” kavramında
düğümlenmektedir. Buna göre,
egemenliğin kaynağı toplumdur; egemen güç
yalnızca toplumdan kaynaklanabilir. Bu kavramsallaĢtırma, bir insan yaratısına
dönüĢen siyasal iktidar kavramını karĢımıza çıkarır; diğer bir deyiĢle, modernliğe
özgü bir kurum olan ve siyasetin dünyevileĢmesi ile toplumu düzenleyen yasanın
kaynağının yine toplumun kendisinin oluĢturmasında cisimleĢen kurumsallaĢmıĢ
siyasal iktidar tipi modern devleti.
Feodalitenin
çözülmesiyle
birlikte
büyük
bir
demografik
dönüĢüm
yaĢanmıĢtır. Birdenbire sahipsiz, iĢsiz ve yoksul kalan büyük ve denetimsiz bir
kalabalık ortaçağ kentlerine akmaya ve oradaki düzeni altüst etmeye baĢlamıĢtır.
Dolayısıyla, sarsılan toplumsal düzenin yeniden tesisi zorunlu hale gelmiĢtir. Bu
amacı gerçekleĢtirmek için bir önlem olarak Avrupa‟nın pek çok ülkesinde farklı
adlarla gözetim kurumları inĢa edilmiĢ ve “normal” kategorisi dıĢında kalanlar
buraya tıkılarak gözetim altında tutulmaya baĢlanmıĢtır. Burada önemli olan nokta,
modernite düĢüncesiyle Ģekillenen devletin, nüfusu artık salt bir kütleden ibaret
olarak görmemesidir. Tam tersine modern devlet, nüfusu çeĢitli kategorilere bölerek
gözlemleyen, nüfusu en alt birimine, yani bireye kadar inerek tanımlayan ve
değerlendirmeye tabi tutan bir yapı teĢkil etmektedir. Bu demektir ki, devletin kendi
toplumsal gövdesini, yani nüfusunu tanıma, ona iliĢkin veri toplama, onu oluĢturan
birey ve grupları gözleme, izleme, kurma, disipline etme faaliyetini yürüten yeni bir
yönetim zihniyeti, “polis” kurumuyla karĢılanan yeni bir gözetim örgütlenmesi söz
konusudur.
133
Dolayısıyla modern devlet için bilgi, denetimi ve meĢruluğu sağlayıcı bir
iktidar aracı olarak önemli bir yere sahiptir. Nitekim Foucault‟nun belirttiği gibi
modern siyasal iktidar, disipline edici ve normalleĢtirici karakteriyle, tek iĢlevi baskı
uygulamak, dıĢlamak, engellemek olmayan, aynı zamanda ve daha önemli olarak
pozitif etkiler üreten bir iktidar biçimine karĢılık gelmekte, bu yönüyle, yaĢamı
desteklemekte,
yaĢamın
sağladığı
güçleri
sınırlamayı
değil
arttırmayı
hedeflemektedir. Bu yeni iktidar tekniğini, devletin merkezileĢmesiyle birlikte
gündeme gelen yönetim sorunsalı, yani düzenli ve süreklilik arz eden yönetim
sistemleri yoluyla baĢkalarının eylem alanını yönetme/yönlendirme/yapılandırma
sorunu çerçevesinde düĢünmek gerekir. Bu açıdan yönetim, belirli bir toprak
parçasından ziyade, esas itibariyle, insanlar ve Ģeylerin iç içe geçmiĢ iliĢkilerinde etki
göstermekte ve bu etki, yönetilenlerin bir dizi “uygun” amaca göre doğru bir biçimde
düzenlenmesini içermektedir. Dolayısıyla yönetimin keyfi bir biçimde değil rasyonel
ilkeler doğrultusunda iĢlediği söylenebilir.
Yeni tür bir rasyonalite söz konusudur. Bu rasyonaliteye Ģeklini veren, bir
takım teknikler ve pratiklerden oluĢan “yönetim teknolojisi”; yani hayatın her alanına
düzenleyici olarak müdahale eden yönetim olgusuna iliĢkin bir bilgi ve teknikler
bütünüdür. “Yönetim teknolojisi”; toplumu ihya etme, kamu yararı adına hizmette
bulunma gibi pozitif yükümlülükleri nedeniyle bilgi ve iktidar arasında kurulan yeni
ve üretken bir iliĢkiyi içinde barındıran, bireyselleĢtirici ve bütünselleĢtirici, disipline
edici ve düzenleyici yöntemler kullanan bir siyasi rasyonalite dahilinde
düĢünülmelidir. Söz konusu siyasi rasyonalite, söylemsel ve söylemsel olmayan
pratikler yoluyla öznellik biçimleri oluĢturmakta, kiĢinin kendisiyle kurduğu iliĢkiyi
134
Ģekillendirmekte, bireylerin tercihlerini yönlendirmektedir. Modern devlet aygıtı
gücünü, 17. ve 18. yüzyıllarda uygulamaya sokulan bu yeni iktidar teknolojilerinin
yarattığı hakikat etkilerinin gücünden almaktadır.
Foucault,
iktidar
iliĢkilerinden
özgürlük
öğesini
dıĢlamaz.
Nitekim
baĢkalarının eylemi üzerinde bir eylem olarak iktidarın iĢleyiĢi, özgür özneler
üzerinde, özgür oldukları sürece mümkün olmaktadır. Özgürlüğe yüklenen anlam ise,
çeĢitli davranıĢ biçimleri ve tepkilerin gerçekleĢtirilebileceği bir imkanlar alanına
karĢılık gelmekte; yani özgürlük, davranıĢ ve eylem biçimlerimiz önündeki engelleri
aĢmak için sahip olduğumuz güçlerin kullanımını ifade etmektedir. KiĢinin
direnebilme gücü, aklı ve istenci özgürlüğün kaynağını oluĢturmaktadır. Özgürlüğün
bu niteliği, insanın kendisiyle kurduğu iliĢkiye gönderme yapmaktadır. Bu iliĢki,
söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerin, yani bilgi ve iktidar eksenlerinin bir
araya
gelmek suretiyle dayattıkları sınırlar ve
deneyim alanları
yoluyla
kurulmaktadır. Ancak bu sınırlar, özgürlük potansiyeli nedeniyle aĢılamaz nitelikte
değildir; yani zorunlu değil olumsal niteliktedir. Bir özgürleĢme ise, dayatılan
sınırların, hakikat oyunlarının, genel bir tabirle siyasal rasyonalitenin eleĢtirisinden,
değiĢtirilmesinden ve kendimizi kendi davranıĢlarımızın öznesi olarak yaratıcı bir
biçimde yeniden kurmaktan geçmektedir. Dolayısıyla özgürlük, doğuĢtan edinilen bir
Ģey olarak değil, iktidar iliĢkileri içinde varlık kazanan, iktidarın akıĢıyla beraber
hareket eden, gücünü bizzat onun gücünden alan teknikler bütünü olarak
anlaĢılmalıdır.
135
Bu noktada, siyasal rasyonalitenin ussallığını eleĢtirme ve değiĢimini sağlama
iĢleviyle yüklü olan, ve bu nedenle özünde politik faaliyetler olarak nitelenmesi
gereken “insan hakları” düĢüncesi devreye girmektedir. Ġnsan haklarının “Devlete
karĢı haklar” olarak tanımlanması “hangi insan?” sorusunu beraberinde getirmekte,
ve devlet karĢısında konumlandırılan soyut bütünü somutlaĢtırma çabalarını
gündeme taĢımaktadır. Bu çabalar, sayılabilir bir sosyalliğin daha somut biçimde
kendini ifade etmesi, karar alma süreçlerinde etkinleĢebilmesi, siyasal iktidarın
politikalarını dönüĢtürebilmesi, kendisine dayatılan sınırlardan, deneyim alanlarından
ve
içine
sokulduğu
hukuki
durumlardan
haberdar
olabilmesi
hedeflerini
gerçekleĢtirmeye yönelmekte; ve bu koĢulların sağlanabilmesi için toplumsal katılımı
arttırıcı mekanizmaların geliĢtirilmesi gereğine vurgu yapmaktadır. Tek bir kamuya
karĢı çoklu kamuların varlığını ve aralarındaki, salt hukuki düzenlemelerle aĢılması
güç olan eĢitsiz iliĢkileri göz önünde bulundurmaya çalıĢan söz konusu gayretler,
siyasetin farklı biçimlerinin oluĢmasını, farklı siyasal taleplerin söz alabilmesini
teĢvik etmektedir.
Modern siyasal iktidarın toplumsal gövdeye artan müdahalesi, bilgi edinme
hakkı çerçevesinde yönetilenlerin kamusal politikalardan haberdar kılınması gereğini
gündeme getirmiĢtir. Bilgi edinme hakkına iliĢkin dünya ölçeğinde giderek yaygınlık
kazanan hukuki düzenlemeler, hakkın, katılımı sağlama, temel hak ve özgürlüklerin
korunmasını güvence altına alma doğrultusundaki iki temel amacını yansıtmaktadır.
Bilgi edinme hakkı ifade özgürlüğünden türeyen bir hak olmakla birlikte, diğer pek
çok hak ve özgürlüğün gerçekleĢtirilmesinde aracı olma niteliğine sahiptir. Ve bir
136
talep hakkı olarak düzenleme konusu edildiğinden, devletin birey karĢısında pozitif
sorumluluğunu öngörmekte, dolayısıyla üst bir güvence mekanizması sunmaktadır.
Açık, hesap verebilir, katılımcı ve temel hak ve özgürlükleri kollayan bir
yönetimin sağlanabilmesi için bilgi edinme talepleri bağlamında açıklık kural,
gizlilik ise istisna olmalıdır. Ġstisnanın sırları belirgin bir biçimde çizilmeli, esnek
tutulmalı, somut durumun gerektirdikleri ıĢığında çatıĢan çıkarlar hakkın ortaya çıkıĢ
amaçları göz önünde bulundurulmak suretiyle uzlaĢtırılmaya çalıĢılmalıdır. Özellikle,
muğlak bir içeriğe sahip olan “devlet sırrı” kategorisinin ve gizlilik kültürünün
hakkın etkin kullanımı önünde engel oluĢturduğunu belirtmek gerekir.
Bilgi edinme hakkı, kiĢisel verilere eriĢimi sağlama boyutuyla genellikle,
bireylerin tek baĢlarına kullanacakları hak kategorileri arasında yer almakla birlikte,
kamusal politikaların eleĢtirilmesi ve değiĢtirilmesine yönelik iĢlevi düĢünüldüğünde
örgütlü hak arama ve bilgiye ulaĢma çabalarının da odağında bulunmaktadır.
Foucault‟ya göre belli bir haksız siyasetin eleĢtirisi ancak hakikat oyununun diğer
kozlarını kullanarak, bu siyasetin sonuçlarını göstererek, baĢka rasyonel imkanlar
olduğunu göstererek, yani hakikat yükümlülüğü alanında hareket edilerek yapılabilir.
Bu açıdan, etkin kullanıma sahip bir bilgi edinme hakkının, resmi bilgi ve belgelerin
eriĢimini bireylere açmak suretiyle, resmi ussallığı eleĢtirmek ve dönüĢtürmek için
gerekli –ama elbette yeterli değil- malzemeyi sunduğu söylenebilir. Nitekim bir
eleĢtirinin
gerçekleĢebilmesi
eleĢtirilecek
Ģeyin
bilgisini
gerektirmektedir.
Dolayısıyla bilgi edinme hakkı çok temel bir iĢlevi, bir ilk adımı yerine getirmekte,
137
örneğin bilgisine varılmamıĢ haksız bir siyaset söz konusu olduğunda bunun
görünürlüğünü sağlamaktadır.
138
KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali /
KÖKER, Levent,
Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 3.
Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara 2004.
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali /
ZABCI, Filiz Çulha /
ERGÜN, Reyda,
Kral-Devletten
Ulus-Devlete,
Ġmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005.
AKAL, Cemal Bali,
Ġktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2005.
AKAY, Ali,
Michel
Foucault‟da
Ġktidar
ve
Direnme Odakları, 2. Basım, Bağlam
Yayınları, Ġstanbul, 2000.
AKILLIOĞLU, Tekin,
“Bireyin Yönetsel İşlemler Karşısında
Korunması ve Yönetim Hukukumuz”,
Amme Ġdaresi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 3,
1981, (37-56).
139
AKILLIOĞLU, Tekin,
“Temel Hakların Gelişmesi Üzerine Bazı
Düşünceler”, AÜ SBF Dergisi, Cilt: 44,
Sayı: 1-2, (161-194).
Akıllıoğlu, Tekin,
“İdari
Usul
ve
Kişisel
Verilerin
Korunması”,2004,
www.idare.gen.tr/akillioğluidariusul.htm).
AKILLIOĞLU, Tekin,
Yönetim Önünde Savunma Hakları,
TODAĠE Yayınları, Ankara, 1983.
AKġENER, HaĢmet Sırrı /
ÇAKMAKÇI, Ramazan,
Açıklamalı, Gerkçeli Bilgi Edinme
Hakkı
Kanunu,
Legal
Yayıncılık,
Ġstanbul, 2004.
AKYILDIZ, Necat,
“1982 Anayasası‟nın İnsan Hakları
Rejimi
ve
“Bilgi
Edinme
Hakkı”,
Kazancı, Sayı:3, (38-48).
AL, Hazma,
Bilgi Toplumu ve Kamu Yönetiminde
Paradigma DeğiĢimi, Vadi Yayınları,
Ankara, 2007.
140
AL, Mehmet Aydan,
Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulları
Kararları Işığında Bilgi Edinme Hakkı,
YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi,
(Tez DanıĢmanı: Prof. Dr. Bahtiyar
Akyılmaz), Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler
Enstitüsü,
Kamu
Hukuku
Anabilim Dalı, Ġdare Hukuku), Ankara,
2007.
ARMAĞAN, Servet,
Dilekçe Hakkı ve 1961 Anayasası,
Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Yayınları, Ġstanbul, 1972.
AYANOĞLU, Taner,
“4982
Sayılı
Kanununu
Bilgi
Edinme
Hakkı
Değerlendirilmesi
Başlıklı
Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi Edinme
Hakkı Uluslararası Konferansı, Tesev
Yayınları, Ankara, 2006, (51-57).
AYANOĞLU, Taner,
“Bilgi
Edinme
Hakkı
ve
Yargısal
Korunmasına İlişkin Bazı Sorunlar”,
Legal Hukuk Dergisi, Sayı:18, Ġstanbul,
2004, (1529-1540).
141
AYBAY, Aydın /
AYBAY, Rona,
Hukuka GiriĢ, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, Ġstanbul, 2007.
AZRAK, Ülkü,
“İdari Usul ve Yasalaştırılması”, I.
Ulusal Ġdare Hukuku Kongresi, II.
Kitap “Kamu Yönetimi”, DanıĢtay
Yayınları, Ankara, 1990, (821-834).
AZRAK, Ülkü,
“Umumi İdari Usul ve Kodifikasyon
Meselesi”,
ĠÜ
Hukuk
Fakültesi
Dergisi, Cilt: XXXIII, Sayı: 1-2, 1967,
(66-82).
BALĠBAR, Etienne,
“Bir Zulüm Topografyasının Anahatları:
Küresel Şiddet Çağında Yurttaşlık ve
Sivillik”, çev: Mahmut Mutman – Medya
Yeğenoğlu, Toplum ve Bilim, No: 87,
Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2000-2001,
(28-43).
BANĠSAR, David,
“Freedominfo.Global Survey: Freedom
of nformation and Access to Government
142
Record
Laws
Around
the
World”,
http://freedominfo.org/survey.htm.
BAUMAN, Zygmunt,
Modernlik ve Müphemlik, çev: Ġsmail
Türkmen, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul,
2003.
BAUMAN, Zygmunt,
Yasakoyucular ile Yorumcular, çev:
Kemal
Atakay,
Metis
Yayınları,
Ġstanbul, 1996.
BAYRAKTAR, Köksal,
“Bilgi Edinme Hakkı ve Sır Kavramı”,
Kazancı, Sayı: 3, (7-12).
BERMAN, Marshall,
Katı Olan Her ġey BuharlaĢıyor, çev:
Ümit Altuğ – Bülent Peker, 8. Baskı,
ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004.
BODĠN, Jean,
Devlet Üstüne Altı Kitaptan Seçme
Parçalar, Batı‟da Siyasal DüĢünceler
Tarihi –SeçilmiĢ Yazılar- Yeni Çağ,
derleyen:
Mete
Tunçay,
Sevinç
Martbaası, Ankara, 1969.
143
BRAUDEL, Fernand,
Maddi Uygarlık – Dünyanın Zamanı,
çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı,
Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993.
BRAUDEL, Fernand,
Uygarlıkların Grameri, çev: Mehmet
Ali Kılıçbay, Ġmge Kitabevi Yayınları,
Ankara, 1996.
BURKE, Peter,
Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve
Çeperler, çev: Uygar Abacı, Literatür
Yayınları, Ġstanbul, 2003.
BURKE, Peter,
Bilginin Toplumsal Tarihi, çev. Mete
Tunçay, 2. Basım, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, Ġstanbul, 2004.
CASTELLS, Manuel,
Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum
ve Kültür, Birinci Cilt: Ağ Toplumunun
YükseliĢi, çev: Ebru Kılıç, Ġstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005.
CHAUNU, Pierre,
Aydınlanma Çağı Avrupa Uygarlığı,
çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Dokuz Eylül
Yayınları, Ġzmir, 2000.
144
CLASTRES, Pierre,
Devlete KarĢı Toplum, çev: Mehmet
Sert
–
Nedim
DemirtaĢ,
Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 1991.
ÇELEBĠ, Aykut,
Kamusal Alan ve Sivil Toplum, Kamusal
Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları,
Ġstanbul, 2004. (237-284)
DAVER, Bülent,
Siyaset
Bilimine
GiriĢ,
Doğan
Yayınevi, Ankara, 1969.
DEAN, Mitchell,
Governmentality – Power and Rule in
Modern Society, Sage Publications,
California, 2007.
DONNELY, Jack,
Teoride
ve
Uygulamada
Ġnsan
Hakları, çev. Mustafa Erdoğan – Levent
Korkut, Yetkin Yayınları, Ankara, 1995.
EKEN, Musa,
“Bilgi Edinme Hakkı”, Ġnsan Hakları
Yıllığı, Cilt: 17-18, 1995-1996, (61-75).
145
EKEN, Musa,
“Kamu Yönetiminde Gizlilik Geleneği ve
Açıklık
İhtiyacı”,
Amme
Ġdaresi
Dergisi, Cilt: 27, Sayı: 2, 1994, (25-54).
ELĠAS, Norbert,
Uygarlık Süreci, Cilt 2, çev: Erol
Özbek, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları,
Ġstanbul, 2007
EROĞUL, Cem,
Devlet Yönetimine Katılma Hakkı,
Ġmge Kitabevi, Ankara, 1999.
EROL, Ahmet,
Dilekçe
Hakkı
ve
Bilgi
Edinme
Hukuku, YaklaĢım Yayıncılık, Ankara,
2005.
FOUCAULT, Michel,
“Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar,
çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (162-172).
FOUCAULT, Michel,
“Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar,
çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (173-192).
146
FOUCAULT, Michel,
“Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik
Kaygısı Etiği”, Özne ve Ġktidar, çev.
Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (221-247).
FOUCAULT, Michel,
“Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, Özne ve
Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (106122).
FOUCAULT, Michel,
“Büyük Kapatılma”, Büyük Kapatılma,
çev: IĢık Ergüden, 2. Basım, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (103-115).
FOUCAULT, Michel,
“Deliliğin Tarihi‟ne Önsöz”, Büyük
Kapatılma, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (2030).
FOUCAULT, Michel,
“Delilik, Bir İktidar Sorunu”, Büyük
Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (279-283).
147
FOUCAULT, Michel,
“Hakikat Kaygısı”, Özne ve Ġktidar,
çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (83-97).
FOUCAULT, Michel,
“Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük
Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (163278).
FOUCAULT, Michel,
“Hakikat ve İktidar”, Entelektüellerin
Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005,
(59-85).
FOUCAULT, Michel,
“Hakikat, İktidar ve Kendilik”, Özne ve
Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (98105).
FOUCAULT, Michel,
“Hapishane Üzerine Söyleşi: Kitap ve
Yöntemi”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık
Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2007, (21-37).
148
FOUCAULT, Michel,
“İki
Ders”,
Siyasi
Entelektüelin
ĠĢlevi”, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (86117).
FOUCAULT, Michel,
“İktidar İlişkileri Bedenlerin İçine Nüfuz
Eder”,
Ġktidarın
Gözü,
çev:
IĢık
Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2007, (106-116).
FOUCAULT, Michel,
“İktidar ve Beden”, Ġktidarın Gözü,
çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2007, (38-46).
FOUCAULT, Michel,
“İktidar ve Bilgi”, Ġktidarın Gözü, çev:
Isık
Ergüden,
2.
Baskı,
Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2007, (167-184).
FOUCAULT, Michel,
“İktidarın Gözü”, Ġktidarın Gözü, çev:
IĢık
Ergüden,
2.
Baskı,
Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2007, (85-105).
149
FOUCAULT, Michel,
“İktidarın Halkaları”, Özne ve Ġktidar,
çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (140-161).
FOUCAULT, Michel,
“Kapatılma,
Psikiyatri,
Hapishane”,
Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007,
(117-149).
FOUCAULT, Michel,
“Michel
Foucault‟nun
Oyunu”,
Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman
Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2005, (118-157).
FOUCAULT, Michel,
“Normun
Toplumsal
Yayılımı”,
Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007,
(76-81).
FOUCAULT, Michel,
“Omnes et Sıngulatim: Siyasi Aklın Bir
Eleştirisine Doğru”, Özne ve Ġktidar,
Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (25-56).
150
FOUCAULT, Michel,
“Özne ve İktidar”, Özne ve Ġktidar,
Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (57-82).
FOUCAULT, Michel,
“Tımarhaneler,
Cinsellik,
Hapishaneler”, Ġktidarın Gözü, çev:
IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul,
2007, (47-60).
FOUCAULT, Michel,
“Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi
ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay – Ferda
Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2005, (264-287).
FOUCAULT, Michel,
Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur
Tanrıöver, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2007.
FOUCAULT, Michel,
Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali
Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi,
Ankara, 1995.
151
FOUCAULT, Michel,
Ders
Özetleri
1970-1982,
çev.
Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları,
Ġstanbul, 2001.
FOUCAULT, Michel,
Hapishanenin DoğuĢu, çev: Mehmet
Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi,
Ankara, 2000.
FOUCAULT, Michel,
Toplumu Savunmak Gerekir, çev:
ġehsuvar AktaĢ, 3. Baskı, Yapı Kredi
Yayınları, Ġstanbul, 2008.
FOUCAULT, Michel,
Power/Knowledge: Selected interviews
and other writings, 1972-1977 / Michel
Foucault, çev. Colin Gordon, edit: Colin
Gordon, Harvester Press,
Brighton,
Sussex, 1980.
FRAZER, Nancy,
Kamusal
Gerçekte
Alan
Yeniden
Varolan
Düşünmek:
Demokrasinin
Eleştirisine Bir Katkı, Kamusal Alan,
çev: Meral Özbek – Cemal Balcı, der:
Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul,
2004, (103-132).
152
GEMALMAZ, Mehmet Semih,
Ulusalüstü Ġnsan Hakları Hukukunun
Genel Teorisine GiriĢ, Beta Yayınları,
Ġstanbul, 1997.
GORDON, Colin,
“Governmental
Rationality:
An
Introduction”, The Foucault Effect :
Studies in Governmentality, with Two
Lectures by and an Ġnterview with
Michel Foucault, The University of
Chicago Pres, Chicago, 1991, (1-52).
GÖKBERK, Macit,
Felsefe Tarihi, 16. Basım, Remzi
Kitabevi, Ġstanbul, 2005.
GÖKER, Aykut,
Bilim ve Teknoloji Politikalarına GiriĢ
Ġçin „Enformasyon Toplumu‟ Üzerine
Kavramsal Bir YaklaĢım Denemesi
http://www.inovasyon.org/html/AYK.M
ulkiye.Der.Ag.01.htm#_edn11.
GÖZÜBÜYÜK, A. ġeref /
TAN, Turgut,
Ġdare Hukuku Genel Esaslar, Turhan
Kitabevi, Ankara, 2007.
153
GÖZÜBÜYÜK, ġeref,
Hukuka GiriĢ ve Hukukun Temel
Kavramları, Sevinç Matbaası, Ankara,
1973.
GRAMSCĠ, Antonio,
Hapishane
Defterleri,
çev:
Kenan
Somer, Onur Yayınları, Ġstanbul, 1986.
GÜNDAY, Metin,
Ġdare
Hukuku,
YenilenmiĢ
BeĢinci
Ġmaj
Yayıncılık,
Baskı,
Ankara,
2002.
GÜRAN, Sait,
“Hak Arama Özgürlüğünün İki Boyutu”,
Anayasa
Yargısı,
Sayı:9,
Ankara
Üniversitesi Basımevi, Ankara, (23-41).
HABERMAS, Jürgen,
Kamusal Alan, Kamusal Alan, çev:
Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil
Yayınları, Ġstanbul, 2004, (95-102).
HABERMAS, Jürgen,
Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, çev:
Tanıl Bora – Mithat Sancar, 5. Baskı,
ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2003.
154
HANSEN, Miriam,
“Yirmi Yılın Ardından Hegt ve Kluge‟nin
“Kamusal Alan ve Tecrübe”si: Değişen
Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”,
Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der:
Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul,
2004, (141-177).
HASDEMĠR, Tuğba Asrak,
Kamusal
ĠletiĢimde
Bilgi
Edinme
Hakkı, Dipnot Yayınları, Ankara, 2007.
HEKMAN, Susan,
Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev:
Hüsamettin Arslan-Bekir Baldız, Engin
Yayıncılık, Ġstanbul, 1999.
HIZ,Yüksel /
YILMAZ, Zekeriya,
Açıklamalı – Notlu – Gerekçeli Bilgi
Edinme ve Dilekçe Hakkı, Seçkin
Yayıncılık, Ankara, 2004.
HOBBES, Thomas,
Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi
ayınları, Ġstanbul, 1995.
155
HOF, Ulrich Im,
Avrupa'da Aydınlanma, çev: ġebnem
Sunar, Afa Yayınları, Ġstanbul, 2004.
HUBERMAN, Leo,
Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla,
çev: Murat Belge, 3. Baskı, ĠletiĢim
Yayınları, Ġstanbul, 2003.
ĠÇĠMSOY, Oğuz,
“İdari Belgelere Erişim Hakkı: Bilgi
Edinme Özgürlüğü Kanunları”, Bilgi
Edinme Özgürlüğü Paneli, (Edit. YaĢar
Tonta,
Ahmet
Çevik),
Türk
Kütüphanecileri Derneği, 1996.
KABOĞLU, Ġbrahim,
DayanıĢma Hakları, TODAĠE Ġnsan
Hakları
AraĢtırma
ve
Uygulama
Merkezi, Ankara, 1996.
KABOĞLU, Ġbrahim,
Kolektif
Özgürlükler,
Dicle
Üniversitesi Basımevi, Diyarbakır, 1989.
KABOĞLU, Ġbrahim,
Özgürlükler Hukuku, Ġmge Kitabevi,
Ankara, 2002.
156
KAPANĠ, Münci,
Kamu
Hürriyetleri,
Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,
Ankara, 1981.
KAYA, Cemil,
Ġdare
Hukukunda
Bilgi
Edinme
Hakkı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2005.
KESKĠN, Ferda,
“Sunuş: Büyük Kapatılma”, Michel
Foucault, Büyük Kapatılma, çev. IĢık
Ergüden – Ferda Keskin, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (1119).
KESKĠN, Ferda,
“Sunuş:
İktidar,
Entelektüelin
Hakikat
Siyasi
İşlevi”,
ve
Michel
Foucault, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi,
çev: IĢık Ergüden – Osman Akınhay –
Ferda
Keskin,
2.
Baskı,
Ayrıntı
Yayınları, Ġstanbul, 2005, (13-29).
KESKĠN, Ferda,
“Sunuş:
İktidarın
Gözü”,
Michel
Foucault, Ġktidarın Gözü, çev. IĢık
Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 2007, (11-20).
157
KESKĠN, Ferda,
“Sunuş: Özne ve İktidar”, Michel
Foucault, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık
Ergüden-Osman
Akınhay,
2.
Baskı,
Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (1124).
KÖKER, Levent,
Ġki Farklı Siyaset, Ayrıntı Yayınları,
Ġstanbul, 1990.
MCCARTHY, Thomas,
“Kamusal
Alanın
Yapısal
Dönüşümü”nün 1989 İngilizce Baskısına
Giriş”, Kamusal Alan, çev: Meral
Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları,
Ġstanbul, 2004, (91-93).
MUCHEMBLED, Robert,
ĠĢkenceler Zamanı – Mutlak Krallar
Devrinde Ġtaat, çev:
Ali Berktay,
Tümzamanlaryayıncılık, Ġstanbul, 1998.
ODER, Burak,
“Bilgi Edinme Hakkının Sistem İçindeki
Yeri Başlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi
Edinme
Hakkı
Uluslararası
158
Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara,
2006, (86-91).
ÖZAY, Ġlhan,
GünıĢığında Yönetim, Filiz Kitabevi,
Ġstanbul, 2004.
ÖZBEK, Meral,
Giriş:
Kamusal
Alanın
Sınırları,
Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil
Yayınları, Ġstanbul, 2004, (19-89).
ÖZEK, Çetin,
Basın
Özgürlüğünden
Bilgilenme
Hakkına, Alfa Yayınları, Ġstanbul, 1999.
ÖZKAN, Gürsel,
Demokratik Yönetimin Birinci Adımı:
Bilgi Edinme Hakkı, Türkiye KamuSen, Ankara, 2004.
ÖZKAZANÇ, Alev,
”Biyo-Politik
Çağda
Cezalandırma:
Denetim
Suç
ve
Toplumunda
Neo-Liberal Yönetimsellik”, Toplum ve
Bilim, Sayı: 108, Birikim Yayınları,
Ġstanbul, 2007, (15-51).
159
PELS, Dick,
“Mixing
Metaphors:
Politics
or
Economics of Knowledge”, Theory and
Society No: 26, 1997, (685-717).
PELS, Dick,
“Strange Standpoints: Or, How to
Define
the
Situation
for
Situated
Knowledge, Telos, No: 108, 1996, (6591).
PĠERSON, Christopher,
Modern Devlet, çev: Dilek Hattatoğlu,
Çiviyazıları Yayınları, Ġstanbul, 2000.
POGGĠ, Gianfranco,
Devlet, çev: Aysun Babacan, Ġstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul,
2007.
POGGĠ, Gianfranco,
Modern Devletin GeliĢimi, çev: ġule
Kut – Binnaz Toprak, 3. Baskı, Ġstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul,
2005.
SAĞLAM, Fazıl,
Temel Hakların Sınırlandırılması ve
Özü,
SBF
Ġnsan
Hakları
Merkezi
Yayınları, Ankara, 1982.
160
SANCAR, Mithat,
“Devlet
Aklı”
Kıskacında
Hukuk
Devleti, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları,
Ġstanbul, 2004.
SANCAR, Mithat,
“Demokrasi-İnsan
Devleti:
Zorlu
Hakları-Hukuk
Bir
Birlikteliği
Çözümleme Denemesi”, Toplum ve
Bilim, Sayı: 87, Birikim Yayınları,
Ġstanbul, 2000-2001, (7-27).
SENNET, Richard,
Ten ve TaĢ, çev: Tuncay Birkan, Metis
Yayınları, Ġstanbul, 2001.
SOYKAN, Cavidan,
Bir İnsan Hakkı Olarak Bilgi Edinme
Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans
Tezi, (Tez DanıĢmanı: Yrd. Doç. Dr.
Kerem
Altıparmak),
(Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Bölümü), Ankara, 2006.
SOYSAL, Mümtaz,
Halkın
Yönetime
Etkisi,
TODAĠE
Yayınları, Ankara, 1968.
161
SUNAR, Ġlkay,
DüĢün ve Toplum, Doruk Yayınları,
Ankara, 1999.
ġAYLAN, Gencay,
DeğiĢim KüreselleĢme ve Devletin
Yeni ĠĢlevi, Ġmge Kitabevi, Ankara,
2003.
ġENGÜL, Ramazan,
“Bilgi Edinme Hakkı Kanunu Türk
Kamu
Yönetimini
„Camdan
Eve‟
Dönüştürür mü?”, SBF Dergisi, 60 (3),
2005, (216-234).
TANĠLLĠ, Server,
Devlet
ve
Demokrasi
-
Anayasa
Hukukuna GiriĢ, Say Yayınları, 1990.
TEKELĠOĞLU, Orhan,
Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam
Yayınları, Ġstanbul, 1999.
TEKELĠOĞLU, Orhan,
“Moderniteye
Sıkışan
Özgürlük:
Foucault‟nun Kendilik Teknolojileri‟ne
Bir Bakış”, Doğu Batı DüĢünce Dergisi,
Yıl: 3, Sayı: 9, 1999, (41-50).
162
TEZCAN, Levent,
Modern
Devlet
ve
Yönetim
Teknolojisi,http://www.birikimdergisi.c
om/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=
99&dyid=2341.
TEZĠÇ, Erdoğan,
Anayasa Hukuku, Yedinci Bası, Beta
Yayınları, Ġstanbul, 2001.
TĠLLY, Charles,
Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin
OluĢumu, çev: Kudret Emiroğlu, Ġmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001.
TORMEY, Simon,
“Kendi Hesabına Konuş”: Deleuze,
Zapatizm ve Temsil Eleştirisi, Siyahi,
No: 3, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005,
(66-75).
TURHAN, Mehmet,
Anayasal Devlet, 3. Bası, Naturel
Yayınları, Ankara, 2004.
ÜġÜR, ĠĢaya,
Ma‟lûmât Toplumu ya da Buharlaşan
Her
şey
Yıllığı‟97,
Katılaşıyor”,
Cilt:
2,
Türk-ĠĢ
Demircioğlu
Matbaacılık, Ankara, 1997, (293-320).
163
WAGNER, Peter,
Modernliğin Sosyolojisi, çev: Mehmet
Küçük, Sarmal Yayınevi, Ġstanbul, 1996.
WEBER, Max,
Sosyoloji Yazıları, çev: Taha Parla,
ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 1996.
WEBER, Max,
Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme
Kuramı, çev: Özer Ozankaya, Ġmge
Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995.
YAġAMIġ, F. Demir,
“Anayasa ve İnsan Hakları Bağlamında
Bilgi Edinme Hakkı Kanunu Başlıklı
Oturumda
Sunulan
Tebliğ”,
Bilgi
Edinme Hakkı Paneli, Türkiye Barolar
Birliği Yayını, Ankara, 2004.
YILDIRIM, Ġbrahim,
“Kamu Yönetiminde Açıklık ve Bilgi
Edinme Hakkı Kanunu”, Hukuk ve
Adalet, Bahar 2004, (78-95).
YILMAZ, Halit,
Ġdarenin
Görsel-ĠĢitsel
Alanındaki
ĠĢlevi,
Ġmaj
ĠletiĢim
Yayınevi,
Ankara, 2006.
164
YĠĞĠTER, Cenk,
Feodal Dönemden Modern Döneme
Geçişte
Cezalandırma
Dönüşümü,
İktidarının
YayınlanmamıĢ
Yüksek
Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Doç. Dr.
Mithat Sancar), (Ankara Üniversitesi,
Sosyal
Bilimler
Enstitüsü,
Kamu
Hukuku Anabilim Dalı, Genel Kamu
Hukuku), Ankara, 2005.
165
ÖZET
“Bilgi-Ġktidar ĠliĢkisi Çerçevesinde Bilgi Edinme Hakkı” baĢlıklı bu tez
çalıĢmasında, bilgi edinme hakkı kavramı, modern siyasal iktidar kavramı ile
Foucault‟nun
modern
siyasal
iktidara
iliĢkin
analizleri
çerçevesinde
konumlandırılmaktadır. Ġlk bölümde, siyasi iktidarın modern dönemde aldığı biçimi
mümkün kılan tarihsel geliĢmelere değinilmiĢtir. Ġkinci bölümde, Foucault‟nun
bilgi/iktidar arasında kurduğu iliĢki ve bu bağlamda modern siyasal iktidara
yaklaĢımı incelenmiĢtir. Foucault‟ya göre modern siyasal iktidarın tek iĢlevi baskı
uygulamak değildir. Daha önemli olarak, pozitif etkiler üretmekte, yaĢamı
desteklemekte,
yaĢamın
sağladığı
güçleri
sınırlamayı
değil
arttırmayı
hedeflemektedir. Bu durum yeni bir gözetim örgütlenmesine iĢaret eder. Bunu,
devletin merkezileĢmesiyle birlikte gündeme gelen yönetim sorunsalı çerçevesinde
düĢünmek gerekir. Yeni tür bir rasyonalite, hayatın her alanına düzenleyici biçimde
müdahale etmeyi, kamu yararı adına hizmette bulunma gibi pozitif yükümlülükleri
içeren bir bilgi ve teknikler bütünü söz konusudur. Bu siyasi rasyonalite, kiĢinin
kendiyle
kurduğu
iliĢkiyi
Ģekillendirmekte,
tercihlerini
yönlendirmektedir.
ÖzgürleĢme, söz konusu ussallığın verilerini çözümleme, siyasi iktidarı eleĢtirme,
dönüĢtürme, yeni ve farklı bir siyaset tesis etme çabası ile mümkün olabilir. Ġnsan
hakları da böylesi bir çabayı gerçekleĢtirme iĢlevi taĢıyan politik faaliyetler olarak
nitelendirilebilir. ÇalıĢmanın üçüncü bölümünde ele alınan, bir insan hakkı olarak
bilgi edinme hakkı, modern devletin imkan ve araçlarının geniĢlemesi, hem siyasi
hem de idari boyutuna egemen olan gizlilik eğilimi karĢısında özellikle 1960‟lı
yıllardan itibaren hukuki düzenlemelerde yaygınlık kazanmaya baĢlamıĢtır. En basit
haliyle bu hak, yönetimin faaliyetlerinden yönetilenlerin haberdar kılınması ilkesine
iliĢkindir ve yönetimi elindeki resmi bilgi ve belgeleri talep halinde verme
yükümlülüğü ile donatmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Bilgi-iktidar iliĢkisi, bilgi edinme hakkı, siyasal iktidar,
modern devlet, insan hakları, siyasi rasyonalite.
166
ABSTRACT
In this LLM thesis, titled “Right to Information in the frame of the Relation
of Power and Knowledge”, the right to information notion is located around the
modern political power notion and the analyses of Foucault related to the modern
political power. In the first chapter, the historical developments that have made the
form of the political power possible in the modern period have been mentioned. In
the second chapter, the relation developed by Foucault between knowledge and
power and his approach to the modern political power in this context have been
analyzed. According to Foucault, the sole function of the modern political power is
not oppressing. More importantly, it aims to create positive influences, support life
and increase the power of life rather than limit them. This situation indicates a new
organization of observation. This should be taken into consideration in the frame of
the governing problem that has become the current issue by centralization of the
state. Here, a new kind rationality, i.e., an information and techniques system that
include the positive responsibilities like interference all areas of life in an organizing
manner and making public services is taken into consideration. This political
rationality embodies the relation of the person with himself/herself and directs his or
her preferences. Liberalization can only be possible by analyzing the related
rationality data, criticizing, converting the political power and establishing a new and
different political approach. Human Rights can be described as political activities
that try to implement that kind of effort. With the development of possibilities and
instruments of the modern state, the right to information as a human right which have
been discussed in the third part of the study, have become widespread in the legal
arrangements especially since 1960s against the trend of privacy dominated both the
political and administrative dimensions of power. In the simplest way this right is
related with the informing the ruled ones about the activities of rules principle and
equips the administration with the responsibility to share official information and
documentation if they are requested.
Key Words: Relation of power and knowledge, Right to information, political
power, modern state, human rights, political rationality.
167
168
Download