Cennet - Cehennem - Fazıl Say

advertisement
Rıza Heybetoğlu
Cennet - Cehennem - Fazıl Say
Müslümanlar ilk olarak Mısır’ı ve İran’ı fethettiklerinde ciddi bir
problemle karşılaştılar. O yıllarda Mısır yeni Plâtonculuğun
merkeziydi ve İran coğrafyası da kadim Pers ve Yunan aklının
hikmeti ile donanmış filozoflarla doluydu. Bu filozoflar,
entelektüel birikim açısından belki ilkokul seviyesinde olan Arap
Müslüman fatihleri şöyle karşıladılar: “ Evet ülkelerimizi
fethettiniz ve bunu inancınızın gücü ile başardığınızı
söylüyorsunuz. İmdi söyleyin bakalım, inancınız nedir?”
İslam dini ve Kuran ilk defa ciddi bir sınav vermek
durumundaydı. Fatihlerin karşısında, kılıcın başardığını akılla
test etmek isteyen bilgin ve filozoflardan oluşan bir ordu vardı.
Kılıç yerine saf aklı kuşanmış, kadim dünya bilgeliğini hatmetmiş
bir ordu. Soruyorlardı, her şeyi her detayı sorguluyorlardı. “Allah
arşa istiva etti” ayetinden ne anlamalıyız? “Allah’ın eli” tabiri
nedir? Kuran ezeli ise neden peyderpey indirildi? Vahiy lâfzî
midir yoksa manevi midir? Varoluş nasıldır? Erdem nedir? Ve
daha binlercesi…
Din ve ilim adına Kuran dışında hiçbir şey bilmeyen Araplar
zihnen duvara çarpmışlardı. O güne kadar hiç düşünmedikleri
konular ile ilgili birbiri ardına makul sorular geliyordu. Kendileri
ise cevap veremiyorlardı. Bedeviler medenilere galebe
çalmışlardı fakat hükmedemiyorlardı. Sasani sarayına ilk giren
Sahabeler bir fanus içerisinde buldukları misk’i un zannedip
ekmek yapacak kadar yabancıydılar fethettikleri medeniyete.
İşte İslam düşüncesindeki ilk ayrım burada oldu. Bir kesim şöyle
dedi,” Biz Kuran dışında hiçbir şey bilmeyiz ve ona
sorgulamadan iman ederiz. Soru sormak şeytanın işidir. Allah’a
ve Peygamberine ya teslim olursunuz ya da Kâfir olursunuz.”
Diğer bir kesim ise şu yolu seçti,”Bu insanlar makul sorular
soruyorlar. Onlara cevap vermeliyiz. Acziyet, ne inancımızdan ne
de kültürümüzden kaynaklanmaktadır. Sadece cehaletimizin
verdiği acziyetten dolayı cevap verememekteyiz ve bu durum
inancımızı da aciz göstermektedir.”
Ve böylelikle bir kesim içine kapanıp Kuranın her harfine sıkı sıkı
sarılırken, diğer kesim hummalı bir çaba içerisine girişti.
Süryanice, İbranice ve Yunanca kitaplar tercüme edildi. Yunan
hükemâ felsefesi, doğu mistisizmi, Ortadünya kültleri…
Hemen ardından Müslümanların kendi Filozofları filizlendi doğal
olarak. Ortaçağ karanlığında batı, küf kokan manastırların
duvarları ardında yobazlığın dibine vururken, hakikat güneşinin
ilk huzmeleri doğudan yükselmeye başlamıştı. Kindi, Razi,
Farabi, İbn-i Sina gibi aklın yolcuları öğrendikleri yeni bilgilerle
kendi bildiklerini meczetmeye başladılar. Ancak bu meczetme,
diğer kesimin düşmanlığını da kazanıyordu. Meveraünnehir ve
Endülüs coğrafyasında zirveyi yakalayan entelektüel seviye
http://www.mgkmedya.com
karşısında, Mısır’da, Bağdat’ta, Basra’da onları kâfir ilan eden bir
zümre de yetişmişti. İslam’ın ilk yedi yüz yılı felsefe, bilim ve
hikmet arayışıyla geçti. Bu gün Müslümanların gurur duydukları
ve vitrine koydukları tüm bilim, felsefe ve fikir adamları ilk yedi
yüzyılın çocuklarıdırlar. Derken Gazali diye bir âlim, yeni
Müslüman olmuş Türklerin siyasi gücünü de arkasına alarak
zihinsel bir devrim yaptı ve felsefeyi haram ilan etti. Dicle
kenarına kurulan Nizamiye medreseleri ile Sünni doktrin hak,
diğer tüm ekoller ise batıl ilan edildi. Başta Mutezile olmak
üzere Sünni inanç esaslarına muhalif olan kim varsa yok
edildiler. Bu gün güneydoğuda Kürtlerin inanç düsturlarını
temsil eden “mele”lerin yetiştiği medreseler, Selçuklunun
Nizamiye medreselerinden günümüze kalan Ortodoks Sünni
okullardır.
Ve maalesef sonraki yedi yüzyıl boyunca Müslüman
coğrafyalarda felsefesiz, dolayısıyla da bilimsiz bir dönem
başladı. Her ne kadar arada Semerkant aydınlanmasından söz
edile
bilirse
de
Gazali’nin
prangalarını
parçalamayı
başaramamışlardır.
İlk yedi yüzyıl da İslam düşünürlerinin söylediklerini burada
yazsak, eminim ya mürted ilan edilir ve katlimize fetvalar verilir
ya da savcılık harekete geçerek inanca hakaretten bizleri
mahkûm ederdi. Ama bilenler bilirler. Literatür orta yerde
duruyor. Tanrının varlığı ve mahiyetinden, peygamberliğin olup
olmamasına varıncaya kadar her konuda sınırsız bir sorgulama
dönemi yaşanmıştı İslam tarihinde. Fazıl Say’ın mahkûmiyetine
sebep olan dörtlük ve onu masum bırakacak aşırı söylemler,
koca koca İslam âlimlerinin, mütefekkirlerinin kitaplarında akli
delillerle savunulmuştur. Komik olacak belki ama mesela Fazıl
Say’ın avukatı, “müvekkilim Mutezili’dir. İşte Keşşaf, işte Razi, işte
daha onlarca kaynak… İnancı gereği söylemiştir bu sözleri…
Nasıl ki, Hıristiyanlar ve Müslümanlar pagan inanışını tahfif
ettikleri zaman, kimse paganların inancına hakaret edildiği
gerekçesiyle mahkûm edilemiyorsa, müvekkilim de inancı gereği
Sünniliğin ahret inancını tahfif ederek eleştirmiştir.” dese hâkim
ne derdi acaba?
Bakın ben bu konuyu açayım. Ömer Hayyam’dan naklen Fazıl
Say’ın yazdığı Rubai’nin dayandığı felsefi arka plan budur;
“Kuranın temel gayesi insanlara en kestirme yoldan tek Tanrı
inancını anlatmaktır. Mesela Kuran geldiği dönemde insanların
evren tasavvuru, yer ve onu kuşatan yedi tabaka halinde
gökyüzü şeklindeydi. Yani Batlamyus’un evren tasavvuru. Allah
burada insanlara “hayır bu bilginiz yanlış, aslında dünya
yuvarlaktır ve güneş etrafında döner” demez. Zira Allah bir gün
insanların bilim yoluyla bu hakikati keşfedeceğini bilmektedir. O
yüzden 1400 yıl önce Arap çöllerinde yaşayan insana der ki,
“bak, yer ve üzerinde yedi gök tabakasına inanıyorsun ya, işte
Pazar, Mayıs 5, 2013 - Sayfa 1 / 2
Rıza Heybetoğlu
Cennet - Cehennem - Fazıl Say
bunların tamamı Allah’ın eseridir. Yani kalkıp bedevi Arap’a fizik
dersi vermez. Aynen öyle de, o gün Arap çöllerinde yaşayan
birinin tahayyül edebileceği güzellik ne ise, iyi bir insan olması
halinde kendisine onun verileceğini söylemiştir. Bir düşünelim,
14 asır önce yaşamış olan çöl Arap’ı için cennet ne olabilir? Sık
bir orman, ırmaklar, kadın ve şarap… Belki bu cennet bir Doğu
Karadenizli veya Alman için cazip olmaya bilir ama o gün çölde
yaşayan bir Arap’ın tahayyül edebileceği zevkler bunlardı. Bu
yüzden Kuran o günün insanına hitap ettiğinden onların anlaya
bilecekleri hazlardan bahsetmiş ve insanların iyi olması
karşılığında tüm bu güzelliklere ve hazlara ve hatta daha ötesine
sahip olacaklarını bildirmiştir. Hiç kuşkusuz bu günün insanı için
haz ve güzellik anlayışı, Kuranda anlatılan cennet tasvirlerinden
fazlasını gerektirir. Dolayısıyla Cennet ve cehennem denen ödül
ve ceza vardır ancak tam anlamıyla ödülün ve cezanın
mahiyetini bilemeyiz. Ancak şu kadarını anlaya biliriz ki, hayal
sınırlarımızın ötesinde bir mükâfattan bahsediliyor. Dolayısıyla
ahrette huri, gılman, şarap, orman yoktur sadece ilahi bir
mükâfat vardır.”
dersin, diyerek mahkûm edebilir miyiz? Etmeli miyiz?
Bir diğer görüşte şöyledir,
“Cennet de Cehennem de buradadır. Eğer yaradılışın gayesi
olan hakikat ışığına vasıl olabilirsen Cenneti bulmuşsun
demektir. Yoksa zaten Cehennemi yaşıyorsundur. Dünya hayatı
ve hazlarına bir bakın. Yemek hazdır ama sürekli yendiğinde
eziyete hatta işkenceye döner. Cinsellik için de durum böyledir.
Dolayısıyla dünya hayatı zaten cehennemdir. Ama hakikat
sırrına erenler her daim bıkmadan cennet içre cenneti yaşarlar.”
Daha en az benim bile bildiğim on kadar görüş saya biliriz
cennet ve cehennem ile alakalı. Tekrar belirtmeliyim ki, bu
yorumların hepsi yüzlerce yıl evvel yaşamış İslam düşünürlerine
ait görüşlerdir. Kabul görür veya görmez o ayrı konu ancak
yaklaşık bin sene önce kendisinin Mutezili bir akaide sahip
olduğu söylenen Hayyam’ın kendi inancını edebi olarak ifade
etmesi, Sünni anlayışı da iğnelemesi mümkün olabilmişken, bu
gün bin yıl evvel söylenen fikirlerin ifadesinin bile suç olması
düşündürücüdür.
Mesela daha yakın bir dönemde yaşamış bir Kadı olan Şeyh
Bedrettin, Varidat’a şöyle başlar;” Âhiret işlerinin, câhillerin iddia
ettiği gibi olmadığını bil… Bunu iyi bil ve hiç şüphelenme ki,
cennet, köşkler, ağaçlar, huriler, mallar, ırmaklar, meyveler,
azap, ateş ve benzerleri rivayetlerde söylendiği ve eserlerde
anlatıldığı gibi değildir; onların başka anlamları vardır. Bu
anlamları, velilerin hâlisleri bilmektedirler…”
İmdi, bir insan kalksa ve dese ki, “ben de Şeyh Bedrettin’in
yolundan giden, onun gibi inanan biriyim” onu mahkûm edebilir
miyiz? Sen nasıl olur da Sünni itikadına “cahillerin iddiası”
http://www.mgkmedya.com
Pazar, Mayıs 5, 2013 - Sayfa 2 / 2
Download