Anti Kanser Yeni Bir Yaşam Tarzı David Servan Schreıber “Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz onlarla savaşabilecek bir bedene sahibiz.” Dr. David Servan-Schreiber, sinirbilim dalında yaptığı öncü çalışmalarla daha otuz yaşında ünlü olmuştur. Derken beyin kanseri olduğunu öğrenir ve hayatı değişir. Alternatif tıp araştırmalarına başlar ve psikiyatri bölümünde öğretim üyesi olduğu Pittsburgh Üniversitesi’nde Entegre Tıp Merkezi’ni kurar. Bu kitap, onun hem doktor hem de kanser hastası olarak yaşadığı deneyimlerin bir ürünü. Kendi öyküsünü ve karşılaştığı vakaları anlattığı bölümlerin yanı sıra, kansere ve kanser mekanizmalarına tamamen bilimsel ve tıbbi açıdan odaklanan bölümler de içeriyor. Özellikle beden-kanser ilişkisini; çevre kirliliğinin yarattığı zararlardan kaçınmak, kanserin yayılmasına yol açan yeni kan damarlarının oluşumunu durdurmak için alınacak önlemleri ve beslenme, duygusal yaşam, fiziksel etkinlik gibi faktörlerin, bedenin kendini hastalığa karşı savunmasında hayati bir rol oynayan bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini açıklıyor. Servan-Schreiber geleneksel tıbbın ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi yöntemlerini göz ardı etmiyor, ancak bunların yanı sıra, kanseri kontrol altında tutmak için doğal savunma mekanizmalarını harekete geçirmenin —ve daha önemlisi— kanserden topyekun kaçınmanın yollarını gösteriyor. “Bilimsel tıbbın tek sorunu yeterince bilimsel olmaması, diye düşünmüşümdür hep. Modern tıp ancak, doktorlar ve hastaları doğanın şifa gücü aracılığıyla işleyen bedenle zihnin kuvvetlerinden yararlanmayı öğrendikleri zaman gerçekten bilimsel olacaktır.” Prof. Ren Dubos, Rockefeller Üniversitesi, New York, ABD İlk antibiyotiğin kaşifi, 1939 - İlk Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’ni başlatan kişi, 1972 GİRİŞ Bedenimin kanserden korunmasına nasıl yardım edebileceğimi anlayabilmek için aylarca araştırma yapmak zorunda kaldım. Öğrendiğim şey şuydu: Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz tümörlerin oluşumuyla savaşabilecek bir bedene sahibiz. Doğal savunma mekanizmalarımızı kullanmak hepimize düşen bir iş. Diğer kültürler bunu bizimkinden çok daha iyi yapıyorlar. Batı’nın başına bela olan kanserler —örneğin meme, kolon ve prostat kanseri— Asya’da 7 ila 60 kat daha az görülmekte. Bununla birlikte, istatistiklere göre kanser dışındaki hastalıklar yüzünden elli yaşına varmadan ölen Asyalıların prostatında da Batılılardaki kadar kanser öncesi mikro-tümörler bulunuyor.Onların yaşam tarzının bir yönü, bu tümörlerin gelişmesini engelliyor. Öte yandan, Batı’ya yerleşmiş olan Japonlarda kanser oranı, bir-iki kuşak içerisinde bizimkine yetişiyor. Bizim yaşam tarzımızın bir yönü, bu hastalığa karşı savunmamızı zayıflatıyor. Hepimiz kanserle savaşma yetimize zarar veren söylencelerle yaşıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaşam tarzımızla değil de, genetik oluşumumuzla bağlantılı olduğuna inanıyoruz. Oysa araştırmalara baktığımızda, bunun tersinin doğru olduğunu görebiliriz. … Bu çalışma, yaşam tarzının kansere yakalanmakta temel bir rol oynadığını gösteriyor. Kanser üzerine tüm çalışmalar aynı konuda mutabık: genetik faktörler kanserden ölüme en fazla % 15 oranında katkıda bulunuyor. Kısacası, genetik kader diye bir şey yok. Hepimiz kendimizi korumayı öğrenebiliriz. Hemen belirtmemiz gerekir ki, bugün kanseri iyileştirebilecek hiçbir alternatif yaklaşım yoktur. Batı tıbbının geliştirdiği şu geleneksel yöntemlere başvurmadan kanseri tedavi etmeye çalışmak tamamen mantıksızdır: ameliyat, kemoterapi, radyoterapi, imünoterapi ve çok yakında, moleküler genetik. Aynı zamanda, yalnızca bu katışıksız teknik yaklaşıma dayanarak bedenimizin tümörlere karşı korunma konusundaki doğal yetisini göz ardı etmek de tamamen mantıksızdır. İster hastalığı önlemek, ister tedavilerin faydalarını artırmak için olsun, bu doğal korunmadan yararlanabiliriz. Bu kitabın ilk bölümü kanser mekanizmaları hakkında yeni bir görüş sunuyor. Bu görüş, bağışıklık sisteminin temel ama hala pek bilinmeyen işleyişine, tümör gelişiminin temelindeki iltihaba [enflamasyon] yol açan mekanizmaların keşfine ve yeni kan damarlarından beslenmesini önleyerek bu tümörlerin yayılmasını durdurma olasılığına dayanıyor. Bu yeni bakış açısından dört yeni yaklaşım doğuyor. Herkes bunları uygulamaya koyup, hem bedenini hem de zihnini kendi anti kanser biyolojisini yaratmaya yönlendirebilir. Bu dört yaklaşım şunlardan oluşuyor: (1) Çevremizin, 1940’tan bu yana gelişerek şimdiki kanser salgınını besleyen dengesizliklerinden korunmak; (2) beslenmemizi, kanseri teşvik eden unsurları azaltıp tümörlerle etkin biçimde savaşan en yüksek sayıda bitkisel kaynaklı bileşenleri dahil edecek şekilde ayarlamak; (3) kanserde rolü olan biyolojik mekanizmaları psikolojik yaraların beslediğini anlamak ve onları iyileştirmek; (4) bedenimizle, bağışıklık sistemini harekete geçirip tümör geliştiren iltihabı azaltacak bir ilişki kurmak. İstatistiklerden Kaçmak Onkoloji gibi bir alanda, iki şey sürekli değişir: geleneksel tedavi ve bu tedavinin etkisini güçlendirmek için her birimizin yapabileceği şeyler. İstatistikler bilgi verir, hüküm giydirmez. Amaç, kansere yakalandığınızda ve savaşmak istediğinizde, eğrinin uzun kuyruğunda yer alacağınızdan emin olmaktır. California’daki Commonweal Merkezi’nin hazırladığı türden belli programlara katılan hastalar, kanserlerinin sorumluluğunu üstlenmeye, bedenlerine ve geçmişlerine daha iyi uyum sağlayarak yaşamaya, yoga ve meditasyon yoluyla ruhen huzur bulmaya ve kanserle savaşan yiyecekleri tercih edip, gelişmesini teşvik edenlerden kaçınmaya çalışıyorlar. Bu kişilerin tarihçesi, aynı kansere yakalanan ve aynı gelişme safhasında olan ortalama insandan iki ya da üç kat uzun yaşadıklarını gösteriyor. Gerçekten de, hastalıkları hakkında daha iyi bilgi edinen, bedenlerine ve zihinlerine özen gösteren ve sağlıklarını düzeltmek için ihtiyaç duydukları şeyi elde eden insanlar, bedenin kanserle savaşacak yaşamsal işlevlerini harekete geçirebiliyorlar. Öteki grup için, Dr. Ornish tam bir fiziksel ve ruhsal sağlık programı hazırladı. Bu insanlar bir yıl boyunca takviyeli (antioksidan E ve C vitaminleri, selenyum ve günde bir gram omega-3) vejetaryen diyetle beslenip, spor (haftada 6 gün, 30’ar dakikalık yürüyüş), stres yönetimi çalışmaları (yoga hareketleri, soluma egzersizleri, zihinsel imgeleme ya da aşamalı gevşeme yaptılar ve haftada bir saat süreyle aynı programdaki diğer hastalarla birlikte bir destek grubuna katıldılar. Yaşam tarzında hiç değişiklik yapmayan ve yalnızca hastalığın düzenli gözetimiyle yetinen 49 hastadan 6’sı, kanseri kötüleştiği için prostatını aldırmak, sonra da kemoterapi ve radyoterapi görmek durumunda kalmıştı. Buna karşılık, fiziksel ve ruhsal sağlık programını izleyen 41 hastadan hiçbiri, bu tür tedavilere başvurmak zorunda kalmamıştı. Uyumu şu basit dörtlüde bulmuşlardır: kanserojen maddelerden arınma, anti kanser diyet, yeterli fiziksel etkinlik ve duygusal huzur arayışı. Kanserin Zayıf Yanları Kanserin pençesindeyken, bedenin tamamı savaş halindedir. Kanser hücreleri gerçekten silahlı çeteler gibi davranır, yasa tanımazlar. … Örneğin birkaç bölünmeden sonra ölme zorunluluğundan kurtulurlar. “Ölümsüz”leşirler. Çevrelerindeki —yer sıkışıklığından paniğe kapılarak— çoğalmayı kesmelerini söyleyen dokulardan gelen işaretleri görmezden gelirler. Daha da kötüsü, salgıladıkları özel maddelerle bu dokuları zehirlerler. Bu zehirlerse, komşu bölgelere zarar verme pahasına kanserli hücrelerin yayılmasını daha da fazla teşvik eden yerel bir iltihap yaratır. Son olarak, ikmal yapmak için ilerleyen bir ordu gibi, yakınlardaki kan damarlarını ele geçirirler. Onları çoğalmaya ve yakında bir tümör haline gelecek şeyin büyümesi için gerekli oksijen ve besinleri sağlamaya zorlarlar. Bazı koşullar altında, bu vahşi çeteler bozguna uğrar ve tehlikeli olmaktan çıkarlar: 1) bağışıklık sistemi onlara karşı seferber olduğunda; 2) beden, o olmadan ne büyüyebilecekleri ne de yeni bölgeleri işgal edebilecekleri iltihabı yaratmayı reddettiğinde; 3) kan damarları çoğalmayı ve büyümek için gereksindikleri takviyeyi sağlamayı reddettiğinde. Bunlar, hastalığın hakimiyeti ele geçirmesini engellemek için güçlendirilmesi mümkün olan mekanizmalardır. Tümör bir kez yerleştiğinde, bu doğal savunuların hiçbiri kemoterapinin ya da radyoterapinin yerini tutamaz. Ancak bedenin kansere karşı direnişini tam olarak harekete geçirmek için, geleneksel tedavilerin yanı sıra onlardan da yararlanılabilir. Kansere Karşı Çok Özel Unsurlar İnsanlardaki doğal katil hücreler de farklı türde kanserli hücreleri, özellikle de sarkoma, meme, prostat, akciğer ya da kolon kanseri hücrelerini öldürebilirler. Meme kanseri olan ve on iki yıl boyunca takip edilen 77 kadın üzerinde yapılan bir araştırma, bu hücrelerin iyileşme açısından ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. İlk olarak, teşhis sırasında her bir kadının tümöründen alınan örnekler, kendi doğal katil hücreleriyle birlikte geliştiriliyordu. Bazı hastaların doğal katil hücreleri, doğal canlılıkları gizemli bir biçimde kösteklenmişçesine tepki vermiyordu. Bazılarında ise bu hücreler tam tersine ciddi bir temizlenme sürecinden geçiyor, bu da bağışıklık sistemlerinin etkin olduğunu gösteriyordu. On iki yıl sonra, incelemenin sonunda, doğal katil hücreleri laboratuarda tepki vermeyen hastaların neredeyse yarısı (% 47’si) ölmüştü. Öte yandan, mikroskop altında bağışık sistemleri etkin görünen hastaların % 95’i hala yaşıyordu. Başka çalışmalarda da benzer sonuçlara ulaşıldı: Doğal katil hücreler ve diğer akyuvarlar mikroskop altında ne kadar az aktif görünürse, kanser de o kadar hızlı ilerliyor, metastaz şeklinde vücudun her yerine o kadar hızlı yayılıyor ve on iki yıl sonra hayatta kalma ihtimali o kadar azalıyordu. Bu nedenle bağışıklık hücrelerinin canlılığı, tümörlerin büyümesini ve metastazların yayılmasını engellemekte çok önemli görünmektedir. “Doğa’nın Ders Kitaplarımızı Hiç Okumamış Olması Vücudun kaynakları ve hastalıkla baş etme potansiyeli, günümüz bilimi tarafından hala sıklıkla hafife alınıyor. … “Olağan” bir bağışıklık sisteminin olağandışı görevleri yerine getireceğine ne derece güvenebiliriz? Bu sorunun yanıtı, kanseri yenme yeteneğimiz bakımından çok önemli unsurlar olan bağışıklık hücrelerimizin savaşçı ruhunda yatıyor. Canlılıklarını uyarabilir, ya da en azından, onları yavaşlatmayı kesebiliriz. “Mighty Mouse”lar herkesten daha başarılı oluyor, ama her birimiz akyuvar hücrelerimizi, kansere karşı ellerinden geleni yapmaları için “dürtebiliriz”. Birçok araştırma, insanların bağışıklık hücrelerinin şu durumlarda asker gibi kıyasıya savaştığını gösteriyor: 1) kendilerine saygı gösterildiğinde (beslendiklerinde, toksinlerden korunduklarında); 2) komutanları soğukkanlılığını koruduğunda (duygularına hakim olup, ağırbaşlı davrandığında). Doğal katil hücreler de dahil olmak üzere, bağışıklık hücresi etkinliği konusundaki çalışmalar, sağlıklı beslendiğimizde, çevremiz “temiz” olduğunda ve fiziksel etkinliğimiz (yalnızca beynimizi ve ellerimizi değil) tüm bedenimizi kapsadığında, bu hücrelerin en iyi şekilde çalıştığını göstermektedir. Bağışıklık hücreleri duygularımıza karşı da duyarlıdır. Çevremizdekilerle aramızda neşe ve bağlantı duygusunun baskın olduğu duygusal durumlarda olumlu bir tepki verirler. Bağışıklık hücrelerimiz, nesnel açıdan yaşamaya değer bir hayatın hizmetindeyken sanki çok daha iyi seferber olmaktadırlar. “Kanser: İyileşmeyen Bir Yara” İltihabın Çift Yüzü Bedeni Ele Geçiren Bir Truva Atı Son yıllarda, kanserin bir Truva atı gibi bedeni kuşatıp mahvetmek üzere bu onarma sürecinden yararlandığını öğrenmiş bulunuyoruz. İltihabın çift yüzü budur: yeni dokunun oluşmasına yardım ederek iyileştirmesi gerekirken, kanserin gelişmesini teşvik edecek şekilde saptırılabilir de. İyileşmeyen Yaralar Modern patolojinin —hastalık ile dokuları etkileyen süreçler arasındaki ilişkiyi inceleyen bilimin— kurucusu olan Rudolf Virhov, büyük bir Alman doktordu. 1863’te, birçok hastanın tam da bir darbe aldıkları noktada ya da bir ayakkabının veya bir iş aletinin sürekli sürtündüğü yerde kanser geliştirdiğini gözlemlemişti. Mikroskop altında, kanserli tümörlerin içinde çok sayıda akyuvarın bulunduğunu fark etmişti. Bunun üzerine, kanserin yolunda gitmeyen bir yara onarma girişimi olduğu hipotezini ileri sürmüştü. Fazlasıyla anlatıya dayalı, neredeyse fazlasıyla şiirsel olan tanımlaması, hiçbir zaman ciddiye alınmamıştı. Yüz otuz yıl kadar sonra, Harvard Tıp Fakültesi’nden Patoloji Profesörü Dr. Harold Dvorak, bu hipotezi yeniden ele aldı. “Tümörler: İyileşmeyen Yaralar” başlıklı bir makalede, Virchow’un özgün kuramını destekleyen güçlü argümanlar sundu. Bu makalede, doğal olarak oluşan iltihabın harekete geçirdiği mekanizma ile kanserli tümörlerin oluşumu arasında şaşırtıcı bir benzerlik bulunduğunu gösterdi. Tıpkı bağışıklık hücrelerinin doku bozukluklarını onarmak için hızlanmaları gibi, kanser hücrelerinin de gelişmelerini sürdürmek için iltihap yaratmaları gerekir. Bu amaç uğruna, yaraların doğal onarımında gördüğümüz yüksek derecede iltihabın aynısına yol açan maddeleri —sikotinler, prostaglandinler ve lökotriyenler— bol miktarda üretmeye başlarlar. Hücrelerin —bu kez, kanser hücrelerinin— çoğalmasını teşvik eden kimyasal gübre işlevini görürler. Büyüyen tümörler kendilerini geliştirmek ve çevrelerindeki bariyerleri daha geçirimli hale getirmek için bu maddelerden yararlanırlar. Yarattıkları iltihap sayesinde, komşu dokulara nüfuz eder, kan dolaşımına sızar, göç eder ve metastaz denilen uzak kolonileri oluştururlar. Kanserin Özündeki Kısır Döngü Lezyonların normal yoldan iyileşmesi örneğinde, iltihaba yol açan kimyasal maddelerin üretimi doku yenilendiğinde durur. Kanserde ise bu maddeler sürekli üretilir. Tümörler iltihap yangınına körükle giderek, bir başka bozukluk daha yaratırlar. Yakınlardaki bağışıklık hücrelerini “silahsızlandırırlar”. Basit terimlerle ifade edersek, enflamatuar faktörlerin aşırı üretimi, çevredeki akyuvarların düzenini bozar. Doğal katil hücreler ve diğer akyuvarlar etkisizleşir. Savaşmaya bile çalışmadıklarından, tümör gelişir ve gözle görülecek kadar büyür. Bir tümörün ardındaki itici güç büyük oranda, kanser hücrelerinin başarıyla yarattıkları kısır döngüdür. Tümör bağışıklık hücrelerini iltihap üretmeye teşvik ederek, bedenin kendi gelişimi ve çevredeki dokuların istilası için gerekli yakıtı oluşturmasını Sağlar. Tümör ne kadar büyükse, o kadar fazla iltihaba neden olur ve kendi gelişmesini o kadar iyi sürdürür. Bu hipotez, Science dergisinde incelenen yakın tarihli çalışmalarla yeterince doğrulanmıştır. Kanserler yerel iltihabı kışkırtmakta başarılı oldukça, tümörün daha fazla saldırganlaştığı ve uzak mesafelere daha iyi yayılarak en sonunda lenf boğumlarına ulaşıp metastaz yarattığı kanıtlanmıştır. İltihabın Ölçülmesi Bedenin temeldeki kronik iltihap durumu, sağlığı belirleyen birincil etken gibidir. Bu, iltihap ciddi görünmediğinde ve eklem ağrısı ya da kardiyovasküler hastalık gibi saptanabilir işaretler vermediğinde bile geçerlidir. Kanserin Kara Şövalyesi Kanser hücrelerinin gelişmesi ve yayılması büyük ölçüde tümör hücrelerinin salgıladığı tek bir enflamatuar faktöre dayalıdır. Bu bir çeşit kara şövalyedir ve yokluğunda tümörler çok daha kırılgan hale gelir. Bu faktöre verilen ad Nükleer Faktör-kappa B’dir (NF-kappa B) ve üretilmesinin önlenmesi, çoğu kanser hücresini bir kez daha “ölümlü” kılar. Ayrıca metastaz yapmalarını da engeller.46 NF-kappa B faktörünün kanserde oynadığı anahtar rol bugün öyle iyi belirlenmiştir ki, North Carolina Üniversitesi’nden Profesör Dr. Albert Baldwin Science dergisinde şu sonuca varmıştır: “neredeyse her kanser önleyicisi bir NF-kappa B inhibitörüdür.” Aslına bakılırsa, birçok doğal yaklaşım bu anahtar maddenin enflamatuar etkisini durdurabilir. Science dergisinde aynı makalede, biraz da ironiyle, tüm ilaç sanayisi günümüzde NF-kappa B inhibitörü ilaçlar ararken, ona karşı etkili olduğu bilinen moleküllerin piyasada zaten yaygın olarak bulunabildiği belirtilmektedir. Makalede bu moleküllerden yalnızca düşük teknoloji ürünü olarak nitelendirilen ikisine değiniliyor: yeşil çayda bulunan “kateşinler” ve kırmızı şarapta bulunan “resveratrol”. Aslında, yiyeceklerde bu türden pek çok molekül bulunur ve bazıları daha da etkindir. Stres: Yangına Körükle Gitmek Enflamatuar maddelerin birdenbire aşırı üretilmesinin kanserden söz edilirken nadiren değinilen bir nedeni, psikolojik strestir. Her duygusal patlama, her panik ya da öfke hissi, (“savaş ya da kaç” hormonu olarak bilinen) noradrenalinin ve kortisolün salgılanmasını başlatır. Bu hormonlar, kısmen dokuların onarımı için gereken enflamatuar faktörleri uyararak, bedeni olası bir yaraya hazırlar. Bu hormonlar aynı zamanda, atıl duran ya da kendini çoktan belli etmiş olan kanserli tümörlerin gübresidir. Kanserin İkmal Hatlarını Kesmek Bir Donanma Cerrahının Sezgisi Folkman’a göre, bir fark çok belirgindi: farelerdeki tümörlerin içine sızmış kan damarları bulunurken, cam tüpte tecrit edilmiş tiroitteki tümörlerde bu damarlar yoktu. Bu gözlem onu şu olası sonuca götürdü: kanserli bir tümör kan damarlarını kendi kullanımı için saptırmayı başaramazsa, kesinlikle büyüyemez. Kafasını bu hipoteze takan Judah Folkman, cerrahi çalışmalarında bir sürü olumlu delil buldu. Ameliyat ettiği kanserli tümörlerin hepsi aynı özelliği sergiliyordu. Sanki çok çabuk üretilmişçesine, bol miktarda kırılgan ve çarpık kan damarıyla bezeliydiler. Folkman çok geçmeden, insan saçı kadar incecik, kılcal adı verilen minik kan damarlarıyla temas halinde olmaması durumunda, hiçbir canlı hücrenin hayatta kalamayacağını anladı. Kılcal damarlar gerekli oksijeni ve besinleri getirip, hücre metabolizmasının atıklarını götürürler. Kanser hücreleri de besinlerini içeri getirtip atıklarını dışarı yollamalıdırlar. Tümörlerin hayatta kalabilmesi için de, kılcal damarların içlerine derinlemesine nüfuz etmesi gerekir. Ancak tümörler çok hızlı büyüdüklerinden, yeni kan damarları çabucak üretilmelidir. Folkman bu olguyu “anjiyogenesis” diye adlandırdı (Yunanca damar anlamına gelen anjiyo ile doğum anlamına gelen genesis’in bileşimi). Kan damarları genellikle istikrarlı bir altyapıdır. Çeper hücreleri çoğalmaz ve belli durumlar dışında, yeni kılcal damar yaratmazlar. Yeni kan damarları, yaraların onarılması gerektiğinde ve adet döneminden sonra gelişir. Bu “normal” anjiyogenesis mekanizması kendi kendini sınırlar ve sıkı kontrol altındadır. Doğal yollardan sınırlanmış olması, çok kolay kanayacak kırılgan damarların yaratılmasını önler. Kanser hücreleri büyüyebilmek için, bedenin yeni damarlar yaratma kapasitesini gasp ederler. Folkman, kanserli hücrenin büyümesini durdurmak için, kan damarlarını gasp etmesini engellemenin yeterli olacağı sonucuna vardı. Kanser hücreleri yerine onların kan damarlarına saldırarak, bir tümörü kurutup gerilemesini sağlamak bile mümkün olabilir... Çölü Geçmek Judah Folkman üst üste deneyler yaparak yeni kanser kuramının kilit kavramlarını oluşturdu: 1. Mikro tümörler kendilerini besleyecek kan damarlarından oluşan yeni bir ağ yaratmadan tehlikeli kanserlere dönüşemezler. 2. Bunu yapmak için, damarları kendilerine yaklaşıp yeni dallar sürmeye zorlayan, “anjiyogenin” adlı bir kimyasal madde üretirler. 3. Vücudun geri kalanına yayılan yeni tümör hücreleri —metastazlar— ancak kendileri de yeni kan damarlarını çekebildikleri zaman tehlikeli olurlar. 4. Büyük birincil tümörler metastazların kökenidir. Ancak sömürgeci bir imparatorlukta olduğu gibi, bu uzak bölgelerin yeni kan damarlarının gelişmesini durduracak bir başka kimyasal madde —“anjiyostatin”— üreterek fazlasıyla önemli hale gelmesini önlerler. (Bu da birincil tümör ameliyatla alınır alınmaz metastazların birdenbire gelişebilmesinin nedenini açıklamaktadır). Bilimci meslektaşlarının yeterince kanıt gördükten sonra gerçeği kabul edebileceklerine duyduğu inancı hiç yitirmedi. Herhalde Schopenhauer’in şu deyişini düşünüyordu: Her büyük hakikat üç evreden geçer. Önce gülünç düşürülür, sonra şiddetli bir saldırıya uğrar ve en sonunda gerçekliği kabul edilir. Folkman, yeni damarların gelişmesini engelleyebilecek etkenlerin varlığını kanıtlamak için uğraşıp durdu. Olağanüstü Bir Keşif Folkman daha sonra anjiyostatinin, farelere aşılanan insana özgü üç kanser de dahil olmak üzere, birçok kanser türünün gelişmesini durdurabileceğini göstermeyi başardı. Bilimsel ve tıbbi çevreleri çok şaşırtacak şekilde, yeni kan damarlarının yaratılmasının engellenmesi, kanserin kendisinde bile gerilemeye neden oluyordu. … takviyeden yoksun kalan tümörler büzülmeye başlıyordu. Mikroskobik boyuta indiklerinde, tamamen zararsız hale geliyorlardı. Ayrıca, anjiyostatinin hızla büyüyen kan damarlarını hedef aldığı ve mevcut damarları hiç etkilemediği gösterildi. Kemoterapi ve radyoterapi gibi geleneksel kanser tedavilerinin aksine, bedendeki sağlıklı hücrelere saldırmıyordu. İkmal hatlarına saldırarak düşmanı kontrol altına alabiliyorsak, tümörün yeni damarlar yaratma girişimlerini boşa çıkaracak uzun vadeli tedavileri de tasarlayabiliriz demektir. Askeri stratejide olduğu gibi, bu tedaviler kemoterapi ve radyoterapi benzeri daha kesin darbelerle birleştirilebilir. Ama uzun vadeli planlama, ilk tümörün ortaya çıkmasına, ilk tedavilerden sonra nüksetmeye ve ameliyattan sonra metastazların olası alevlenmesine karşı koruma sağlayacak bir “atıl tümörler tedavisi”ni düşünmeyi gerektirir. Anjiyogenesisi Durduran Doğal Savunmalar Kanser, tek bir müdahale türüne nadiren boyun eğen çok boyutlu bir hastalıktır. AİDS’in üçlü tedavisinde olduğu gibi, etkili olması için birkaç yaklaşımın birleştirilmesi gerekir. Şu da var ki, anjiyogenesisin kontrol altına alınması kanser tedavisinde merkezi bir önem taşımaktadır. Mucize ilacı beklemenin alternatifi olarak, anjiyogenesis üzerinde güçlü bir etkisi olan, yan etkisi bulunmayan doğal yaklaşımlar vardır. Geleneksel tedavilerle mükemmel biçimde birleştirilebilecek söz konusu yaklaşımlar şunlardır: 1) özgül diyet uygulamaları (son zamanlarda birçok doğal antianjiyogenesis yiyecekler keşfedilmiştir ve bunların arasında bilinen yenilebilir mantarlar, bazı yeşil çaylar, baharat ve otlar da vardır) 2) yeni kan damarlarının gelişmesine doğrudan neden olan iltihabın azaltılmasına katkıda bulunacak her şey. Aslında, bağışıklık sistemimizin doğal olarak yararlanabileceği gedikleri vardır. Savunma sistemimizin ön cephelerindeki —doğal katil hücreler de dahil olmak üzere— bağışıklık hücrelerimiz, kanserleri sürekli olarak filizlenme aşamasında yok eden güçlü bir kimyasal donanma gibidir. Tüm olgular bu sonucu desteklemektedir; değerli bağışıklık hücrelerimizi güçlendiren her şey, aynı zamanda kanserli tümörlerin büyümesini de engeller. Toplamda, bağışıklık hücrelerimizi uyararak, iltihaba karşı (beslenme, fiziksel egzersiz ve duygusal denge yoluyla) savaşarak, anjiyogenesis sürecine müdahale ederek, kanserin yayılmasını baltalamış oluruz. Geleneksel tıbbi yaklaşımlara paralel olarak, bedenimizin kaynaklarını güçlendirebiliriz. Bunun için ödenecek “bedel”, daha bilinçli, daha dengeli ve sonuçta daha güzel bir yaşam sürmektir. ANTİKANSER ÇEVRE Kanser Salgını Zengin İnsanların Hastalığı İlk harita şaşırtacak kadar net: aynı yaş gruplarında görülen meme, prostat ve kolon kanserleri, sanayileşmiş dünyaya, özellikle de Batı ülkelerine özgü hastalıklar. ABD ve Kuzey Avrupa’da, Çin, Laos ya da Kore’ye göre dokuz kat, Japonya’ya göre ise dört kat fazla kanser vakası var. Dünya Sağlık Örgütü’nün Genel Direktörü, Uluslararası Kanser Araştırmaları Merkezi’nin raporuna yazdığı giriş yazısında şu sonuca varmıştı: “Kanser vakalarının % 80’e varan bir bölümü yaşam tarzı ve çevre gibi dış faktörlerden etkilenmiş olabilir.” Aslında, kansere karşı savaşta Batı tıbbının en büyük başarısı, sanayileşmiş ülkelerde mide kanserinin neredeyse yok olmasıdır. 1960’lı yılların tüm tıp öğrencileri her dahiliye koğuşunda mevcut olan bu ciddi ve yaygın kanserle üzücü bir biçimde tanışmışken, bugün tıp fakültelerinde hemen hemen hiç sözü edilmeyen bir hastalıktır, bu. Mide kanserlerinin kırk yıl içinde yok oluşu, yiyeceklerin daha iyi dondurulmasına ve nitratlarla tuza dayalı muhafaza yöntemlerinin daha az kullanılmasına bağlanmaktadır: katışıksız “çevresel” bir müdahaledir bu. Hipokrat’tan Ayurveda’ya dek eski tıp geleneklerinin çoğunda köklü bir kavram olan “detoksifıkasyon”, bugün mutlak biçimde gereklidir. Sigara içmeyin. Size tavsiye edebileceğimiz tek şey bu. Doğru; tütün ve akciğer kanseri dışında, belli bir yiyeceğin ya da belli bir yaşam tarzı veya mesleğin belli bir kanseri başlattığına dair çok az kesin delil bulunmakta. Ama korunmaya hemen başlamamızı doğrulayacak kadar güçlü tahminler var. Üstelik korunmak için çok büyük bir çaba da gerekmiyor. 20. Yüzyılda Bir Kırılma Noktası Son elli yıl içinde, üç büyük etken çevremize feci zararlar verdi. 1. Arıtılmış şeker tüketimimizin büyük ölçüde artması 2. Tarım ve hayvan yetiştirme yöntemlerimizin, sonuç olarak da yiyeceklerimizin değişmesi 3. 1940’tan önce var olmayan çok sayıda kimyasal ürüne maruz kalmamız. Bunlar rivayet edilen değişimler değil. Bu üç olgunun kanserin yayılmasında büyük bir rol oynadığına inanmak için her türlü nedenimiz var. Kendimizi korumak için, önce bunları anlamaya çalışmalıyız. Geçmişteki Yiyeceklere Dönmek Genlerimiz hala avcı-toplayıcı olduğumuz binlerce yıl önceki gelişimlerinin izlerini taşıyor. Zamanla atalarımızın çevresine, özellikle de yiyecek kaynaklarına uyarlandılar ve o zamandan bu yana pek değişmediler. Bedenimiz bugün de, avlanma ve toplama ürünlerini yediğimiz zamanlardakine benzer şekilde beslenmeyi bekliyor. Bu diyet pek çok sebze ve meyveden, arada bir de vahşi hayvanların etinden ve yumurtasından oluşmaktaydı. Temel yağ asitleri (omega-6 ve omega-3) ile çok az şeker arasında bir denge kuruyor ve un içermiyordu. (Atalarımızın tek arıtılmış şeker kaynağı baldı. Hububat yemezlerdi.) Bugün Batı’da yapılan beslenme araştırmaları, kalorimizin %56’sının, genlerimiz geliştiği sırada var olmayan üç kaynaktan geldiğini ortaya koyuyor: — arıtılmış şekerler (şeker kamışı, pancar, mısır şurubu, meyve şekeri, vb.) — beyazlatılmış un (beyaz ekmek, beyaz makarna, beyaz pirinç, vb.) — bitkisel yağlar (soya, ayçiçeği, mısır, trans-yağlar) Ne var ki bu üç kaynak bedenimizi çalışır durumda tutmak için gereken proteinler, mineraller, ya da omega-3 yağ asitleriden hiçbirini içermez. Öte yandan bunlar kanserin gelişmesini doğrudan körüklemektedir. Kanser Şekerle Beslenir Alman biyolog Otto Heinrich Warburg, kanserli tümörlerin metabolizmasının büyük ölçüde glikoz tüketimine bağlı olduğuna dair keşfiyle, Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştü. (Glikoz, çözümlenmiş şekerin vücuttaki şeklidir.) Aslına bakılırsa, kanseri saptamak için yaygın biçimde kullanılan PET taramaları sadece vücudun içinde en çok glikoz tüketen bölgeleri ölçer. Eğer bir bölge fazla şeker tüketimiyle öne çıkıyorsa, nedeni büyük olasılıkla kanserdir. Şeker ya da beyaz un tükettiğimizde —bunlar “glisemik endeksi” yüksek gıdalardır— kan şekeri düzeyi hızla yükselir. Vücut hemen glikozun hücrelere girmesini mümkün kılacak dozda insülin salgılar. İnsülin salgılanmasına, IGF (insülin-like growth factor-1 / insülin-benzeri büyüme faktörü-1) denilen bir başka molekülün serbest bırakılması eşlik eder. Bu molekülün rolü, hücrelerin büyümesini teşvik etmektir. Kısacası, şeker dokuları besler ve daha hızlı büyümelerini sağlar. Ayrıca, insülin ile IGF’nin bir başka ortak etkisi de vardır: enflamasyon faktörlerini teşvik ederler; bunlar da hücrelerin büyümesini teşvik eder ve tümörler için gübre işlevini görür. Günümüzde, insülin zirveleri ile IGF salgısının yalnızca kanser hücrelerinin büyümesini değil, ayrıca komşu dokuları istila etme kapasitesini de doğrudan uyardığını biliyoruz. Dahası, araştırmacılar farelere meme kanseri hücreleri zerk ettikten sonra, farenin insülin sistemi şekerin varlığıyla uyarıldığında kanser hücrelerinin kemoterapiye daha az tepki verdiğini ortaya koydular. Vardıkları sonuç, kansere karşı artık yeni bir ilaç türünün, yani kandaki insülin zirvelerini ve IGF’yi azaltacak ilaçların gerekli olduğuydu. Bu yeni molekülleri beklemeden, her birimiz tükettiğimiz arıtılmış şeker ve beyaz un miktarını şimdiden azaltabiliriz. Beslenmede sadece bu iki faktörü azaltmanın bile kandaki insülin ve IGF düzeyi üzerinde hızlı bir etkisi olduğu ortaya konmuştur. Bu azaltmanın daha sağlıklı bir cilt gibi ikincil etkileri de olacaktır. Şeker patlamasının, bedenimizdeki insülin ve IGF patlamasıyla bağlantılı olması nedeniyle kanser salgınına katkıda bulunduğuna inanmak için sağlam nedenlerimiz var. … Şeker düzeyin düşük olan Asya diyetleriyle beslenenlerde, çoğu sanayi ülkesine özgü şeker düzeyi yüksek olan arıtılmış yiyeceklerle beslenenlere kıyasla, hormonal nedenli kanserler on kat daha az görülmektedir. Bütün tıp literatürü aynı yönü işaret ediyor: Kanserden korunmak isteyenler, işlenmiş şeker ve beyazlatılmış un tüketimlerini azaltmalıdırlar. Bu, kahveyi şekersiz içmeye alışmak anlamına gelir. (Çayda şekerden vazgeçmek daha kolaydır). Buğday kökenli şekerlerin soğurulmasını yavaşlatmak için, çok tahıllı (yulaf, çavdar, keten tohumu, vb. karışımı) ekmek yemek de çok önemlidir. Fırıncıların daha yaygın olarak kullandıkları, kan şekeri düzeyini çok daha fazla yükselten kimyasal maya yerine geleneksel maya (“ekşi hamur”) ile yapılmış ekmek seçilebilir. Aynı nedenle, beyaz pirinçten kaçınıp, onun yerine glisemik endeksi daha düşük olan esmer ya da beyaz basmati pirinç tercih edilmelidir. Sebze ve kuru sebzelerin (fasulye, bezelye, mercimek) yenmesi daha iyidir. Bunların glisemik endeksi çok daha düşük olduğu gibi, güçlü fito-kimyasalları da kanserin gelişmesiyle adım adım savaşır. Yüksek Glisemik Endeks (kaçının) Düşük Glisemik Endeks (tercih edin) Şeker: beyaz ya da esmer, bal, akçağaç, früktoz, dekstroz şurupları Doğal şeker özleri: agav nektarı, stevya (Pasifik bitkisi), ksilitol, mor salkım, bitter çikolata (> %70 kakao) Beyaz/beyazlatılmış unlar: beyaz ekmek, beyaz pirinç, çok pişirilmiş beyaz makarna, muffin, açma, poğaça, ayçöreği Karışık tam tahıllar: Çok tahıllı ekmek ya da mayalı (“ekşi hamur”) ekmek, tam taneli ya da basmati veya tai pirinci, al dente makarna ve şehriye (tercihen çok tahıllı), kinoa, yulaf, darı, kara buğday Patates, özellikle patates püresi (ender bulunan Nicola cinsi hariç) Mercimek, bezelye, fasulye, tatlı patates, yer elması Cornflakes, Rice Krispies (ve kahvaltıda yenen diğer beyazlatılmış ya da tatlandırılmış tahıl gevrekleri) Yulaf lapası (porridge), müsli, Ali Bran, Special K. Reçel ve jöle, meyve kompostosu, şurup halinde meyve Doğal halinde meyve: özellikle kan şekeri düzeyinin normale inmesine yardım eden yabanmersini, kiraz, ahududu (gerekiyorsa tatlandırmak için agav nektarı kullanın) Tatlandırılmış içecekler: sanayi ürünü meyve suları, sodalar Limon, kekik, adaçayı aromalı su, kanserle doğrudan savaşan yeşil çay (şekersiz, ya da agav nektarıyla) Sarımsak, soğan, taze sarımsak: bunlar yiyeceklere katıldığında insülin zirvelerini azaltır Şekerlemelerden ve iki yemek arası atıştırmaktan kaçınmak şarttır. Yeme aralarında kurabiye (ya da şeker) yenirse, insülinin yükselmesini hiçbir şey engelleyemez. Ancak bunlar başka yiyeceklerle —özellikle sebze ya da meyve lifleri, ya da zeytinyağı veya organik tereyağı gibi iyi yağlarla— birleştirildiği takdirde şekerin özümlenmesi yavaşlar ve insülin zirveleri azalır. Aynı şekilde, soğan ya da sarımsak, yaban üzümü, kiraz ve ahududu gibi bazı yararlı yiyecekler de şekerindeki yükselmeyi azaltır. Danaların ve Tavukların Kötü Beslenmesi Doğal döngüde, inekler otların en gür olduğu ilkbaharda doğum yapar ve yaz sonuna kadar aylarca süt üretirler. Bahar mevsiminde otlar, omega-3 yağ asitleri bakımından özellikle zengindir; dolayısıyla bu yağ asitleri, meralarda yetiştirilmiş ineklerin sütün- de ve süt türevlerinde —tereyağı, krema, yoğurt ve peynir— yoğunlaşmış olur. Omega-3’ler, benzer şekilde otla beslenen danaların etinde ve (tahıl yerine) otla beslenen tavukların yumurtasında da bulunur. 1950’lerden itibaren, süt ürünleri ve dana eti talebi öyle çok arttı ki, hayvan yetiştiricileri süt üretiminin doğal çevriminde kestirme yollar arayarak, 750 kiloluk bir danayı beslemek için gereken otlak alanını küçültmek zorunda kaldılar. Böylelikle meralar terk edildi ve yerini hayvan yetiştirme çiftlikleri aldı. Hayvanların temel besinleri haline gelen mısır, soya ve buğday, neredeyse hiç omega-3 içermez. Bu yiyecekler tam tersine omega6 bakımından zengindir. Omega-3 ve omega-6 yağ asitleri, insan vücudu tarafından üretilemediği için “elzem” diye nitelendirilir. Sonuç olarak, bedenimizdeki omega-3 ve omega-6’ların miktarı, doğrudan doğruya yediğimiz yiyeceklerin içerdiklerine dayanır. Yiyeceklerimizdeki omega-3 ve omega-6 yağ asitlerinin miktarı ise, yediğimiz dana ve tavukların ne tükettiğine bağlıdır. Eğer ot yiyorlarsa, sağladıkları et, süt ve yumurtalar omega-3 ve omega-6’lar bakımından mükemmel biçimde dengelidir (1/l’e yakın bir denge). Eğer mısır ve soya yiyorlarsa, vücudumuzdaki dengesizlik 1/15, hatta 1/40’a varacak kadar yüksektir. Bedenimizde bulunan omega-3 ve omega-6’lar, bedensel işlev’lerimizi kontrol etmek için sürekli rekabet halindedirler. Omega-6’lar, yağların depolanmasına yardımcı olur ve hücrelerin sertleşmesini, pıhtılaşmayı, ayrıca dış saldırıya tepki olarak iltihabı teşvik ederler. Doğumdan itibaren yağlı hücrelerin üretilmesini kamçılarlar. Omega—3’ler ise tam tersine, sinir sisteminin geliştirilmesine katılır, hücre zarlarını daha esnek hale getirir ve iltihabı azaltırlar. Yağ hücrelerinin üretimini de sınırlarlar. Fizyolojik dengemiz büyük ölçüde, bedenimizdeki omega-3’ler ile omega-6’lar arasındaki dengeye, dolayısıyla da beslenmemize bağlıdır. Görüldüğü kadarıyla son 50 yıl içinde en çok değişen şey de, yiyeceklerimizdeki bu denge olmuştur. Son olarak, ottan mısır-soya bileşimine geçilmesinin bir başka sakıncalı yan etkisi daha vardır. Hayvan kaynaklı besinlerimizin kansere karşı yararlı olabilecek çok nadir öğelerinden biri, CLA (konjüge linoleik asit) adı verilen bir yağlı asittir. … CLA, esas olarak peynirde bulunur; ama yalnızca, söz konusu peynir otla beslenen hayvanların sütünden üretilmişse. Kısacası, ineklerin, keçilerin ve kuzuların beslenme tarzını altüst ederek, kansere karşı sunabilecekleri tek yararı yok etmiş olduk. Basit Bir Gastronomik Çözüm Antik zamanlardan beri yetiştirilen bir bitki olan keten tohumu, Romalıların yediği “Yunan ekmeği”ndeki katkı maddelerinden biriydi. Görüldüğü kadarıyla keten tohumu, tüm bitki aleminde omega-6’dan çok (3 kat fazla) omega-3 içeren tek tohumdur. Hayvanlar keten tohumu (gereğince pişirildikten sonra) yediklerinde, besinlerinin sadece %5’ini oluştursa bile, bu tohum et, tereyağı, peynir ve yumurtanın içerdiği omega-3’ü büyük oranda artırabilmektedir. Yiyecekleri Toksinlerden Arındırmak Her ülkede kanser oranı ile et, soğuk et ve süt ürünlerinin tüketimi arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Bunun aksine, bir ülkenin beslenme tarzı sebze ve kuru sebzeler (bezelye, fasulye, mercimek) bakımından ne kadar zenginse, kanser oranı da o kadar düşüktür. Hayvanlar üzerine çalışmalar ve insanlar üzerine epidemiyoloji araştırmaları kanıt oluşturmasa da, beslenmemizin dengesini altüst ederek bedenlerimizde kanserin gelişmesi için en uygun koşulları yarattığımızı işaret eden güçlü deliller sunmaktadır. Kanser gelişiminin büyük ölçüde çevredeki toksinlerle kamçılandığını kabul ediyorsak, kanserle savaşabilmek için yediklerimizi toksinlerden arındırmakla işe başlamamız gerekir. Bu tartışılmaz deliller yığını karşısında, işte size kanserin yayılmasını yavaşlatmak için basit tavsiyeler: 1. Şeker ve beyaz unu çok az tüketin: bunların yerine tatlandırıcı için Agav nektarı, makarna ve ekmekler için çok tahıllı un kullanın, ya da geleneksel mayayla (ekşi hamur) yapılmış ekmekleri tercih edin. 2. Tüm hidrojenize bitkisel yağlardan —“trans yağlar” (ki bunlar tereyağıyla yapılmamış hamur işlerinde de bulunur)— ve omega-6 ile yüklü tüm hayvansal yağlardan kaçının. Zeytinyağı iltihabı teşvik etmeyen mükemmel bir bitkisel yağdır. Omega-3 bakımından dengeli olan tereyağı (margarin değil) ve peynirin de iltihaba katkısı olmayabilir. Omega-3’ler oda beslenmiş ya da yiyeceklerine keten tohumu katılmış hayvanlardan elde edilen organik ürünlerde bulunur. Bedenimizin hastalıkla savaşmasına yardımcı olmak için bu lipidlere sistematik olarak öncelik vermeliyiz. Hasta Bir Gezegende Sağlıklı Yaşayamayız ABD’de, Hastalık Kontrol Merkezi’nden araştırmacılar her yaştan Amerikalıların kanında ve idrarında 148 toksik kimyasal maddenin varlığını tespit etmişlerdir. Şeker tüketimindeki sıçrama ve omega-6/omega-3 orantısındaki hızlı bozulma gibi, bu toksik maddelerin çevremizde ve bedenimizde ortaya çıkışı da çok yeni bir olgudur. O da II. Dünya Savaşı’yla başlar. Sentetik kimyasal maddelerin yıllık üretimi 1930’da bir milyon tonken, günümüzde iki yüz milyon tona yükselmiştir. Pek çok kanserojen madde yağda birikir; sigara dumanından çıkan —bilinen kanserojenlerin en saldırganlarından biri olan, katkı maddelerindeki son derece toksik benzo[a]piren gibi—maddeler de buna dahildir. Son elli yıldır Batı’da en çok artış gösteren kanserler arasında, yağ içeren ya da yağla çevrili dokulardaki kanserler yer almaktadır: meme, yumurtalık, kolon, lenfatik sistem. Bu kanserlerin bazıları bedende dolaşan hormonlara duyarlıdır. Bunlar “hormon bağımlısı” diye nitelendirilir. Bu yüzden hormon karşıtı ilaçlarla tedavi edilirler — meme kanserinde Tamoxifen, ya da prostat kanserinde antiandrojenler gibi. Hormonlar kanserin gelişmesinde nasıl etkili olurlar? Hücrelerin yüzeyindeki belirli reseptörlere bağlanarak, anahtarın kilidi açması gibi bir etki yaratırlar. Söz konusu hücreler eğer kanserliyse, hormon da yıkıcı biçimde büyümelerine izin veren zincirleme reaksiyonları başlatır. Çevredeki pek çok kirletici “hormon bozucu”dur. Yani yapıları insandaki belli hormonların yapısını taklit eder; böylece kilitlerin içine girip onları anormal biçimde harekete geçirebilir. Aralarından birçoğu östrojenleri taklit eder. Devra Lee Davis onlara “kseno-östrojen” adını vermiştir (“yabancı” anlamına gelen Yunanca xeno sözcüğünden). Birtakım ot ve böcek ilaçlarıyla taşınarak, kesim hayvanlarının yağına çekilir ve orada birikirler. Ama kimi ksenoöstrojenlerin kaynağı da yalnızca belirli plastikler ve sanayi atıklarının düzenli olarak maruz kaldığımız bazı yan ürünleridir. Hatta güzellik ve ev ürünlerinde de bol miktarda bulunurlar. Harvard’ın epidemiyoloji bölümü, 91.000 hemşire üzerinde on iki yıl boyunca yaptığı uzun erimli bir araştırmada, menopoz öncesi dönemde günde bir öğünden fazla kırmızı et yiyen kadınlarda meme kanseri riskinin, haftada üç kereden az yiyenlere kıyasla iki kat fazla olduğunu gösterdi. Demek ki sadece kırmızı et tüketimi azaltılarak meme kanseri riski yarı yarıya azaltılabilirdi. Avrupa’da, 10 farklı ülkede 470.000’den fazla insanı takıp eden büyük EPIC araştırması,kolon kanseri konusunda da aynı sonuca vardı: Çok fazla et tüketen insanlarda bu risk, günde 20 gramdan az yiyenlere göre iki kat fazlaydı. (Omega-3 bakımından zengin olan balığın düzenli tüketimi ise, riski yarı yarıya azaltıyordu.) Et yemenin getirdiği riskin, etteki hayvan yağında depolanmış organoklorinli kirleticilere bağlı olup olmadığı bilinmiyor; çünkü soğuk etlerde koruyucu olarak kullanılan bileşikler de bilinen kanserojen maddelerdir. … Risk kısmen, çok fazla et yiyenlerin, neredeyse tümü sebzelerden oluşan anti kanser yiyecekleri çok daha az tüketmelerine de bağlı olabilir. Kesin olarak bilinen şeyse, et ve süt ürünlerinin (ayrıca besin zincirinin tepesindeki büyük balıkların), insanları bulaşıcılara açık bıraktığı bilinen maddelerin % 90’ını oluşturduğudur. Bunların arasında diyoksin, PCB’ler ve yıllardır yasaklanmış olmalarına karşın çevrede kalan bazı tarım ilaçları da bulunmaktadır. Sebzelerin ette bulunan bulaşıcı maddelerin yüzde birini içerdiği ve organik sütün sıradan sütten daha az etkilendiği çok açıktır. Tarım ilaçları çevredeki toksinlerin başlıca kaynağıdır. Epidemiyologlar “Emin” Olduklarında... “Bugün genel olarak kabul edildiği gibi, kanserlerin sorumlusu çoğunlukla çevrenin maruz kaldığı maddelerdir.” Tütün bunların yaklaşık %30’unu oluşturur. Geride kalanların çoğu hakkında resmi bir açıklama yoktur. Kanser insanda genellikle 5 ila 40 yıl arasında gelişir. Değişimin Önündeki Engeller Kanser ile —omega-6 bakımından çok zengin ve toksik kimyasallarla yüklü— hayvansal yağlar arasında, kanser ile tütün arasındaki kadar kesin bir bağlantı kurulamamıştır. Sigara içenlerin kanser riskindeki artış yaklaşık 20 ila 30 kattır.141 Hayvansal yağların dengesizliği ve toksik etkisi nedeniyle kanser riskindeki artış ise, incelemelere ve ne derece maruz kalındığına bağlı olarak 1,5 ila 8 kat civarındadır. Ancak hayatı tehdit eden bir hastalık söz konusu olduğunda, bu kesinlikle göz ardı edilemez. Üç Detoks İlkesi Kendimizi kanserden korumak için, çevredeki toksik faktörlere maruz kalışımızı sınırlayabiliriz. Zaten tespit edilmiş olanlar ya da çok şüpheliler arasından, bana en fazla ilişkili görünen ve en kolay değiştirilen üç tanesini seçtim: 1. Arıtılmış şeker ile beyaz unun aşırı tüketimi (bunlar hem iltihabı hem de insülin ve IGF (insülin-like growth factor / insülin benzeri büyüme faktörü) aracılığıyla hücrelerin büyümesini kamçılar). 2. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana tarım ve hayvancılık yöntemlerinin dengesizleşmesinden dolayı margarinde, hidrojenize bitkisel yağlarda ve hayvansal yağlarda (et, süt ürünleri, yumurta) bulunan omega-6’ların aşırı tüketimi. 3. 1940’tan itibaren çevrede görülen ve hayvansal yağlarda biriken kirleticilere maruz kalınması. Kanserin gelişmesini teşvik eden iltihaptan büyük ölçüde, burada sıralanan ilk iki faktör sorumludur. Bu detoks sürecinin ilk adımı, çok daha az şeker, beyaz un ve hayvansal yağ yemekle ve organik etiketi taşımayan yiyeceklerin miktarını azaltmakla başlar. Organik olmayan yiyeceklerin tamamen bertaraf edilmesi gerekmez, ama bunlar beslenmemizin temeli değil, arada bir yenen şeyler olmalıdır. Yanında biraz sebze bulunan bir biftek yerine, zaman zaman ana yemek olarak bir tabak sebzenin içinde (omega-3 bakımından iyi dengelenmiş) azıcık eti tahayyül etmeliyiz. Hintliler, Vietnamlılar ve Çinliler böyle yapıyorlar. Toprağın Başına Ne Gelirse, Toprağın Çocuklarının Başına da O Gelir Ortalama bir Hintli yılda 5 kg et tüketmekte ve benzer yaşlarda bir Batılıya göre daha sağlıklı yaşamaktadır. Bir Amerikalıyı doyurmak içinse 123 kg —yani Hintlinin tükettiğinden 25 kat fazla— et gereklidir. Hayvan ürünlerini üretme ve tüketme biçimimiz gezegeni mahvediyor. Her şey, bunun aynı zamanda bizi de mahvetmeye katkıda bulunduğunu işaret ediyor. KANSERİN NÜKSETMESİNDEN ALINACAK DERSLER TARIM İLAÇLARINDAN EN ÇOK VE EN AZ ETKİLENEN MEYVE VE SEBZELER En çok etkilenen meyve ve sebzeler (organik olanları tercih edin) Elma biber armut kereviz şeftali yeşil fasulye lahana nektarin patates çilek ıspanak ananas, marul kiraz salatalık ahududu kabak üzüm balkabağı En az etkilenen meyve ve sebzeler (kökeni daha az önemli) Muz Brokoli portakal karnabahar mantar mandalina kavun bezelye karpuz kuşkonmaz erik domates kivi greyfurt soğan yaban üzümü mango papaya patlıcan turp avokado Çoğu hasta gibi ben de bilgi edindikçe kafamın daha çok karıştığını hissediyordum. Beni muayene eden her doktor, okuduğum her bilimsel makale, baktığım her web sitesi, şu ya da bu yöntemin lehinde ciddi, ikna edici argümanlar sunuyordu. Nasıl seçecektim? Sonuçta bana doğru gelen şeyi ancak kendi içime dönerek “sezebildim”. Mümkün olduğunca çok sayıda kanser hücresini yok etmek için, ameliyatın ardından bir yıl kemoterapi görmeye karar verdim. Karşımdaki istatistikleri alt etmeye çalışmak için bilimsel literatüre de o dönemde daldım. Bu kez mesajı almıştım “arazim”le ciddi olarak ilgilenmek zorundaydım. Anti-kanser Yiyecekler Yeni Gıda Tıbbı Tibet İlkesi Ancak aynı kentte, geleneksel Tibet tıbbının öğretildiği bir tıp fakültesi, Tibet bitkilerinden ilaç imal eden bir fabrika ve hastalarını benim bildiklerimden tamamen farklı yöntemlerle tedavi eden Tibetli doktorlar da vardı. Onlar insan bedenini bizim bahçe toprağına baktığımız gibi muayene ediyorlardı. Orada hastalığın çoğunlukla bariz olan belirtilerini değil de, arazinin kusurlarını, bedenin hastalığa karşı kendini savunmak için ihtiyaç duyduğu şeyi arıyorlardı. O bedenin, o toprağın, hastayı yardım istemeye yönelten sorunla kendi başına yüzleşebilmesi için nasıl güçlendirileceğini anlamaya çalışıyorlardı. Hastalığı hiç böyle düşünmemiştim ve bu yaklaşım beni çok şaşırtıyordu. Üstelik Tibetli meslektaşlarım, bedeni “güçlendirmek” için bana tümüyle esrarengiz ve muhtemelen etkisiz görünen çarelere başvuruyorlardı. Akupunkturdan, meditasyondan, kaynatılmış otlardan ve sıklıkla da beslenme tarzının düzeltilmesinden söz ediyorlardı. Benim kafamdaki kıstaslara göre, bunlardan hiçbirinin etkili olamayacağı çok açıktı. En fazlası bunlar hastayı biraz rahatlatıp, kendine iyilik yaptığını düşünerek oyalanmasını sağlayabilirdi. Elli Araştırmacı ve “Nutrasötikler” Birkaç yıldır tüm ilaç endüstrisi, tümörlerin büyümek için gereksindikleri yeni kan damarlarının oluşumunu durdurabilecek yeni sentetik moleküllerin peşindeydi. Bu makalede, Stockholm’deki Karolinska Enstitüsü’nden Yihai Cao ve Renai Cao (“Tsao” diye okunur) adlı araştırmacılar ilk kez, (sudan sonra dünyanın en çok tüketilen içeceği olan) çay gibi sıradan bir gıdanın, mevcut ilaçlarla ayni mekanizmaları kullanarak anjiyogenesisi durdurabildiğini gösterdiler. Günde iki ila üç fincan yeşil çay bunun için yeterliydi. Gerçekten de epidemiyolojik verilerin tümü bunu doğruluyordu. En yüksek ve en düşük kanser oranının görüldüğü nüfuslar arasındaki temel fark, yiyecekleriydi. Asyalılarda meme ya da prostat kanseri oluştuğunda, tümör genellikle bir Batılınınki kadar saldırgan olmuyordu. Aslında, yeşil çayın bol miktarda içildiği her yerde kanser vakaları daha azdı. Beliveau ilk kez, birtakım yiyeceklerdeki kimyasal moleküllerin güçlü anti kanser unsurlar olup olmadığını düşünüyordu. Tohum ve Toprak Kanseri azami düzeyde destekleyen gıdasal koşullar —Batılı diyetlerde olduğu gibi— bir araya geldiğinde bile, 10.000 kanserli hücreden bir taneden azının dokuları istila edebilecek bir tümör haline gelmeyi başardığı düşünülür. O halde bu kanser tohumlarının ekildiği toprak üzerinde etkili olarak, gelişme olasılıklarını kayda değer biçimde azaltmak mümkündür. Bedenlerinde Batılılar kadar çok sayıda mikro-tümör bulunan, ama bunların saldırgan kanserli tümörlere dönüşmediği Asyalılarda meydana gelen şey de herhalde budur. Organik bir bahçede olduğu gibi, toprağın yapısını kontrol ederek yabani otları kontrol etmeyi öğrenebiliriz: Onları besleyen “destekleyicileri” sınırlayıp, büyümelerini durduran “köstekleyicileri” bol miktarda takviye edebiliriz. İlaç İşlevi Gören Yiyecekler Doğada, sebzeler saldırı karşısında ne savaşabilir ne de kaçabilirler. Hayatta kalabilmek için, kendilerini bakterilere, böceklere ve kötü havaya karşı koruyabilecek güçlü moleküllerle donanmış olmaları gerekir. Bu moleküller, potansiyel saldırganların biyolojik mekanizmaları üzerinde etkili olan, mikroplara, mantarlara ve böceklere karşı koyma özelliklerine sahip fito-kimyasal bileşenlerdir. Bitkinin hücrelerini nemden ve güneş ışınlarından koruyan antioksidan özelliklere de sahiptirler (antioksidanlar, hücrenin narin mekanizmaları oksijenin aşındırıcı etkilerine maruz kaldığında, hücresel “paslanma”yı engeller.) Yeşil Çay Doku İstilasını ve Anjiyogenesisi Bloke Eder Örneğin, özellikle nemli iklimlerde yetişen yeşil çay, kateşin adı verilen çok sayıda polifenol içerir. Bunlardan biri olan epigalokateşin galat, ya da EGCG, kanserli hücrelerin yeni kan damarları oluşturmasını engelleyen en güçlü gıda moleküllerinden biridir. Siyah çay yapımında gerekli olan mayalanma sırasında yok edilir, ama mayalanma sürecinden geçmeyen, dolayısıyla “yeşil” kalan çayda bol miktarda mevcuttur. İki-üç fincan yeşil çayın ardından, kanda büyük oranda EGCC bulunur. Bu madde, her hücreyi kuşatan ve besleyen kılcal damarlar aracılığıyla tüm bedene yayılır. EGCG bu hücrelerin yüzeyine yerleşir ve komşu dokuya kanserli hücreler gibi yabancı hücrelerin girmesine izin veren sinyali başlatma işlevini gören anahtarları (“reseptörler”) bloke eder. EGCG yeni damarların oluşturulması için emir veren reseptörleri de bloke edebilir. Reseptörler EGCG molekülleri tarafından bir kez bloke edildiklerinde, kanserli hücrelerin enflamatuar faktörler yoluyla gönderdiği, “dokuyu istila et ve tümörün gelişmesi için gereken yeni damarları oluştur” emrine artık tepki vermezler. Yeşil çay, bedeni toksinlerden de arındırır. Karaciğerdeki, kanserojen toksinlerin bedenden daha çabuk atılmasına izin veren mekanizmaları harekete geçirir. Farelerde meme, akciğer, boğaz, mide ve kolon kanserine neden olan kimyasal kanserojenlerin etkisini engellediği gösterilmiştir. Son olarak, Asyalıların diyetinde yaygın biçimde mevcut ol diğer moleküllerle birleştiğinde —örneğin yeşil çay soyayla birleştirildiğinde— ECGC’nin etkisi daha da çarpıcıdır. Harvard’daki Gıda ve Metobalizma Laboratuarı, birlikte alınan yeşil çay ve soya bileşiminin, ikisi ayrı ayrı alındığında ortaya çıkan koruyucu etkileri artırdığını göstermiştir. Soya Tehlikeli Hormonları Bloke Eder Batılı kadınlarda doğal ve kimyasal östrojenlerin bolluğu, bilindiği kadarıyla meme kanseri salgınının temel nedenlerinden biridir. Bunun içindir ki, günümüzde menopoza giren kadınlara hormon tedavisi büyük bir ihtiyatla önerilmektedir. Soya fito-östrojenleri biyolojik olarak, kadınlardaki doğal östrojenlerin yalnızca binde biri kadar etkindir. Meme kanserinin nüksetmesini önlemek için yaygın biçimde kullanılan Tamoxifen adlı ilaçla aynı şekilde etki ederler. Kandaki varlıkları, bedenin östrojenler tarafından aşırı uyarılmasını azaltır ve sonuç olarak östrojen bağımlısı tümörlerin büyümesini yavaşlatabilir. Bununla birlikte, soyanın meme kanserine karşı koruyucu etkisi resmi olarak, ancak onu ergenliğinden itibaren tüketen kadınlarda gösterilmiştir. Tüketimin yetişkinlikte başlaması durumunda soyanın kansere karşı koruyucu etkisi kanıtlanmamıştır. Soya isoflavonlarından biri olan genistein, prostat kanserinin gelişmesini kamçılayan erkek hormonlarına çok benzediğinden, aynı koruyucu mekanizma düzenli olarak soya tüketen erkeklerde de çalışır. Meme kanserli bazı hastalara soya bazlı ürünleri tüketmemeleri tavsiye edilmiştir. Oysa gerçekte, bu konuda bilimsel literatürdeki uzlaşı, tavsiye edilmeyen yüksek dozda takviyelerle yapılan birtakım deneyler dışında, soyanın meme kanserine tehlikeli bir etkisi olmadığını işaret etmektedir. Soyanın düzenli olarak (her gün) tüketilmesi ksenoöstrojenlerin tehlikeli etkilerini azaltabilir; özellikle de soya, (yeşil çay, yeşil sebzeler gibi) anti kanser maddeler bakımından zengin bir diyete dahil edildiğinde ve yiyeceklerdeki normal miktarlarla yetinildiğinde (isoflavon takviyelerinden kaçının). Daha özgül bilimsel verilen beklerken, gıda maddelerinin güvenliğinden sorumlu Fransız kurumu AFSSA, meme kanseri geçirmiş kadınların soya tüketimini ılımlı miktarlarla sınırlamalarını (günde bir soya yoğurdu ya da bir bardak soya sütü) salık veriyor.ı 59 Öte yandan, gıda takviyesi olarak satılan konsantre isoflavon Zerdeçal Güçlü Bir Anti-Enflamatuardır Özellikle etkili olan bir başka dikkate değer bileşim de Asya’dan geliyor. Bu kez şaşırtıcı özellikleri olan bir baharat söz konusu: Zerdeçal (Hint safranı). Hintliler günde ortalama 1,5 ila 2 gr zerdeçal tüketirler (¼ ila ½ çay kaşığı). Zerdeçal kökünden elde edilen sarı toz, sarı renkli körideki temel baharattır. Aynı zamanda, anti-enflamatuar özellikleri nedeniyle Ayurveda tıbbında en sık kullanılan malzemelerden biridir. Başka hiçbir gıda malzemesinin bu kadar güçlü bir antienflamatuar etkisi yoktur. Bu etkiyi yaratan temel molekül kurkumindir. Laboratuarda, bu molekül çok sayıda kanserin gelişmesine ket vurur: örneğin kolon, böbrek, mide, göğüs, yumurtalık kanseri ve lösemi gibi. Anjiyogenesiste de bir rolü vardır ve kanserli hücreleri (“apoptosis” adı verilen bir hücre intiharı süreciyle) ölmeye zorlar. Zerdeçal, büyük mutfak geleneklerinin, ayrı ayrı öğelerin tüketimine kıyasla sağladığı yararlara harika bir örnek oluşturur. Tayvan’da, araştırmacılar kanserli tümörleri zerdeçalla tedavi etmeyi denediklerinde, sindirim sistemince çok kötü özümsendiğini keşfettiler. Gerçekten de —köride her zaman olduğu gibi— kara biberle karıştırılmadığında, zerdeçal bağırsak bariyerini geçemez. Karabiber vücudun zerdeçal emilimini iki bin kat artırır. Hint bilgeliği yiyecekler arasında doğal yakınlıklar bulmakta modern tıbbın fazlasıyla önüne geçmiştir. Kendi kanserim hakkında bilgi ararken, şu en çok korkulan glioblastoma gibi saldırgan beyin tümörlerinin bile, bir yandan zerdeçal tüketilerek uygulanan kemoterapiye karşı daha savunması olduklarını öğrendiğimde şaşırmıştım. Houston’daki Aggarwal ekibine göre, zerdeçalın olağanüstü etkisi büyük oranda, kanserin kara şövalyesine yani kanser hücrelerini bedenin savunma mekanizmalarına karşı koruyan NF-kappaB’ye doğrudan zarar verebilmesine bağlı görünmektedir. Tüm ilaç endüstrisi, kanseri teşvik eden bu mekanizmayla savaşabilecek zehirli olmayan molekülleri arıyor. Zerdeçalın güçlü bir NF-kappaB düşmanı olduğu artık biliniyor. Hint mutfağında iki bin yıldır her gün kullanılması, tamamen zararsız olduğunun kanıtıdır. Zerdeçal, hayvan proteinlerinin yerini tutan ve yukarıda sözünü ettiğimiz genisteini sağlayan soya ürünleriyle birlikte de tüketilebilir; genistein vücudu toksinlerden arındırıp anjiyogenesisin kontrol edilmesine yardımcı olur. Bir fincan da yeşil çay katarsanız, hiçbir yan etkisi olmaksızın, kanseri geliştiren temel mekanizmaları kontrol altında tutacak güçlü bir karışım elde edersiniz. Bağışıklık Sistemini Uyaran Mantarlar Japonya’da şitake, maitake, kawaratake ve enokitake mantarları temel yiyeceklerdendir. Bunlar artık kemoterapi tedavisi sırasında hastalara verilmek üzere hastanelerde de bulunmaktadır. Beliveau’nun laboratuarında, farklı mantarların meme kanseri hücrelerine karşı yararları tetkik edildi. Yararlı olanlar yalnızca Asya’daki mantarlar değildi. İstiridye mantarı gibi bazıları, kanserin hücre kültürlerinde gelişmesini neredeyse tamamen durdurabiliyordu. Yiyeceklerin Sinerjisi Yeni Delhi’deki Tıp Fakültesi’nden araştırmacılar, hiç kuşkusuz büyük Ayurveda tıp geleneğinden etkilenerek, belli yiyecek bileşimlerinin vücudu kanserojen maddelerden korumak için ne derece sinerji içinde hareket edebildiklerini gösterdiler. Dişi farelerin bilinen bir kanserojen madde olan DMBA’ya kronik biçimde maruz kalmaları, %100’ünde meme kanserine yol açıyordu. Bu, sağlıklı yiyeceklerde yaygın biçimde bulunan belirli maddeler verilmediği sürece oluyordu. Test edilen gıda maddeleri şunlardı: (organik olarak yetiştirilen tahıl ve sebzelerde, ayrıca balık ve kabuklu deniz ürünlerinde bulunan) selenyum; (ıspanakta, fındıkta, cevizde, bademde, tam tahıllarda ve bazı maden sularından bulunan) magnezyum; (çoğu sebze ve meyvede, özellikle turunçgiller ve yeşil sebzelerde, ayrıca lahana ve çilekte bulunan) C vitamini; ve (tüm parlak renkli meyve ve sebzelerde, ayrıca yumurtada bulunan) A vitamini. Kanserojen maddeyle birlikte bu öğelerin yalnızca birini alan farelerin yarısında bir tümör oluşuyordu. Bu maddelerin ikisini aynı anda alanların yalnızca üçte birinde kanser oluşuyordu. Üç öğenin birleştirilmesi durumunda, hasta farelerin oranı beşte bire; dördünü birden tüketenlerde ise onda bire iniyordu. İstatistiklerin gösterdiği gibi, bu fareler sadece sıradan yiyeceklerde bulunan öğelerin bir bileşimini tüketerek, %100 kansere yakalanma riskinden % 90 kurtulma olasılığına geçiyorlardı. Bu çarpıcı fark büyük olasılıkla, kanserin ilerlemesine katkıda bulunan mekanizmaları yavaşlatmaya ya da durdurmaya çalışan farklı besin bileşikleri arasındaki sinerjinin bir sonucudur. Bu sinerjik bileşimci yaklaşım, tam da Isaiah Fidler’ın önerdiği terapi türüdür. Kanserle Savaşan Bir Sebze Kokteyli Her gün, her öğün, bedenimizi kanserin istilasına karşı şu yollardan savunacak yiyecekler seçebiliriz: — vücudumuzu kanserojen maddelerden arındırarak — bağışıklık sistemimizi destekleyerek— tümörün büyümesi için gerekli olan yeni damarların gelişmesini durdurarak — tümörlerin gübre işlevi gören iltihaplanmayı yaratmasını önleyerek — komşu dokuları kuşatmalarını mümkün kılacak mekanizmaları bloke ederek — kanserli hücreleri intihara yönelterek Gıda Tavsiyeleri Geleneksel Kanser Tedavisinde Neden Hala Yer Almıyor? “Doğru Olsaydı, Bilirdik” Kansere karşı bir ilacın, insanlar üzerinde yürütülen deneylerin yeterli görüldüğü aşamaya kadar geçerlilik denetimi yapılarak onaylanması, beş yüz milyon ila bir milyar dolara mal olmaktadır. Taxol gibi görece önemsiz bir anti kanser ilacın bile patent sahibi şirkete yılda bir milyar dolar getirdiği düşünülürse, böyle bir yatırım doğru görünür. Öte yandan brokoli, ahududu ya da yeşil çayı yararlarını kanıtlamak için bu tür tutarların yatırılması mümkün değildir, çünkü bunların patenti alınamaz ve satışları ilk yatırımın maliyetini asla karşılamaz. Yiyeceklerin kansere karşı yararlarına ilişkin insan araştırmaları, yapılsalar bile, asla ilaç araştırmalarıyla aynı ayarda olmayacaklardır. Daha yaygın ve mali bakımdan makul olan hayvan araştırmaları, doğru yönü bulmamıza yardım edebilir. Ancak fareler üzerinde yapılan çalışmaların insanlar hakkında hiçbir şeyi kanıtlamadığına dair yaygın görüş ne yazık ki doğrudur. Günlük anti kanser yiyecekler Yeni bir Standart Tabak anti kanser diyet esas olarak, zeytinyağı (ya da keten tohumu yağı) veya organik tereyağı, sarımsak, otlar ve baharatla birlikte sebzelerden (ve kuru sebzelerden) oluşur. Et ya da yumurta ihtiyaridir. Tabaktaki ana yemeği oluşturmaz. Fazladan bir tat olsun diye orada yer alır. Bu, tipik bir Batı yemeğinin (ortada büyük bir parça et ve kenarda birkaç sebze) tam tersidir. Tahıllar: Çok tahıllı ekmek, Tam pirinç, Kinoa, Bulgur. Yağlar: Zeytinyağı, Organik tereyağı Hayvansal proteinler: (ihtiyari) Balık, Organik et, Organik yumurta Ot ve baharat: Zerdeçal, köri, kekik, biberiye sarımsak Sebze+meyve+ kuru sebze proteini: Nohut, mercimek, fasulye, tofu Yeşil çay Tümörlerin büyümesi ve metastazlar için gerekli yeni damarların oluşumunu azaltan kateşinler ve özellikle epigallokateşin gallat-3 (EGCG) dahil olmak üzere, polifenoller bakımından zengin olan yeşil çay, aynı zamanda güçlü bir antioksidandır (karaciğerdeki enzimleri harekete geçirerek vücudu toksinlerden arındırır) ve kanser hücrelerinin apoptosis yoluyla ölümünü kolaylaştırır. Laboratuarda, radyoterapinin kanserli hücreler üzerindeki etkisini artırır. Dikkat: siyah çay mayalanmıştır; polifenollerin büyük bölümünü yok eden bir süreçtir bu. Oolon çayı, yeşil çayla siyah çay arasındaki bir tür orta karar mayalanmaya tabi olmuştur. Kafeinsiz yeşil çay ise hala tüm polifenollerine sahiptir. Japonların yeşil çayı (Senşa, Giyokura, Matça, vb.) EGCG bakımından Çinlilerin yeşil çayından daha da zengindir.Kateşinlerini serbest bırakması için yeşil çay en az 5 ila 8 dakika —tercihan 10 dakika— demlenmelidir. Kullanım tavsiyeleri: 2 gram yeşil çayı bir demlikte 10 dakik demleyin ve bir saat içinde için (bu süre aşıldığında, yararlı polifenolleri kaybolur). Günde 6 fincan için. Dikkat: Bazı kişiler yeşil çaydaki kafeine duyarlıdır ve saat 16.00’dan sonra içerlerse uykuları kaçabilir. Bu durumda kafeinsiz yeşil çay içilebilir. Zerdeçal ve Köri Zerdeçal (körinin bileşenlerinden biri olan sarı toz), günümüzde bilinen doğal antienflamatuarların en güçlüsüdür. Kanserli hücrelerde apoptosisin başlamasına ve anjiyogenesise ket vurulmasına da katkıda bulunur. Laboratuarda, kemoterapinin etkililiğini artırır ve tümörlerin büyümesini yavaşlatır. Dikkat: Beden tarafından özümlenmesi için, zerdeçal karabiberle karıştırılmalıdır. İdeal olanı, ayrıca yağda (tercihan zeytin ya da keten tohumu yağı) çözünmesidir. Dükkandan alınan körideki zerdeçal, toplam karışımın ancak % 20’si kadardır. Bu nedenle doğrudan zerdeçal tozu almak daha iyidir. Kullanım tavsiyeleri: ¼ çay kaşığı zerdeçalı ½ çay kaşığı zeytinyağı ve bir tutam karabiberle karıştırın. Sebzelere, çorbalara, salata soslarına katın. Birkaç damla agav nektarı acımsı tadını giderebilir. Zencefil Zencefil kökü de güçlü (örneğin, E vitamininden daha güçlü) bir anti-enflamatuar ve antioksidandır. Bazı kanser hücrelerine karşı etkilidir. Ayrıca yeni kan damarlarının oluşumunu azaltmaya katkıda bulunur. Demlenmiş zencefil, kemoterapi ya da radyoterapinin sebep olduğu bulantıyı hafifletmeye de yardımcı olur. Kullanım tavsiyeleri: Rendelenmiş zencefili kızartma tenceresi ya da tavada pişen sebze karışımına katın. Ya da meyveleri misket limonu suyu ve rendelenmiş zencefilde marine edin (daha tatlı olmasını isteyenler biraz Agav nektarı ekleyebilirler). Demleme: küçük bir zencefil parçasını dilimleyip 10 ila 15 dakika kaynar suda tutun. Sıcak ya da soğuk olarak içilebilir. Yapraklı sebzeler Lahanalar (Brüksel ve Çin lahanası, brokoli, karnabahar, vb.) güçlü anti-kanser moleküller olan sülforafan ve indo-3-karbinoller (13C) içerir. Sülforafan ve 13C’ler, bazı kanserojen maddeleri toksinlerden arındırabilir. Kanser öncesi hücrelerin habis tümörlere dönüşmesini engeller. Ayrıca kanserli hücreleri intihara teşvik eder ve anjiyogenesisi durdurabilir. Dikkat: Lahana ve brokoliyi kaynatmaktan kaçının. Kaynatmak sülforafan ve I3C’leri yok edebilir. Kullanım tavsiyesi: Üstünü kapatıp kısa süre buharda pişirin ya da biraz zeytinyağıyla kızartma tenceresinde hızla çevirin. Sarımsak, Soğan, Pırasa, Taze sarımsak, Çin Sarımsağı Sarımsak en eski şifalı bitkilerden biridir (İÖ 3000 yılından kalma Sümer tabletlerinde sarımsak reçeteleri bulunmuştur). Louis Pasteur sarımsağın anti-bakteriyel özelliklerini 1858’de gözlemlemişti. I. Dünya Savaşı sırasında sarımsak, yaraları sararken enfeksiyonları engelleyebilmek için yaygın olarak kullanılırdı. II. Dünya Savaşı’nda da antibiyotiksiz kalan Rus askerleri tarafından çok fazla kullandığından, sarımsağa “Rus penisilini” denilirdi. Bu familyanın (soğangiller) sülfür bileşikleri, çok fazla kızartılmış etlerde ve tütünün tutuşması sırasında oluşan nitrosaminlerin ve n-nitroso bileşiklerin kanserojen etkilerini azaltır. Kolon, meme, akciğer ve prostat kanserinde, ayrıca lösemide apoptosisi (hücre ölümü) teşvik eder. Epidemiyoloji araştırmaları, en çok sarımsak tüketen insanlarda daha az böbrek ve prostat kanseri görüldüğüne işaret etmektedir. Dahası, tüm soğangiller kan şekeri düzeylerinin denetlenmesine yardım eder; bu da insülin ve IGF salgısını, dolayısıyla kanserli hücrelerin gelişmesini azaltır. Kullanım tavsiyesi: Rendelenmiş sarımsak ve soğan biraz zeytinyağında hafifçe kızartılıp, buharda pişmiş ya da tavada kızartılmış sebzelerle karıştırılarak içine köri ya da zerdeçal eklenebilir. Salataya karıştırılarak ya da çok tahıllı ekmek ve organik tereyağı (ya da zeytinyağı) ile yapılan bir sandviçte çiğ olarak da tüketilebilir. Karoten Bakımından Zengin Sebze ve Meyveler Havuç, yerelması, tatlı patates, kabak, balkabağı, domates, hurma, kayısı, pancar ve tüm parlak renkli —turuncu, kırmızı, sarı, yeşil— meyve ve sebzeler. İçerdikleri A vitamini ve likopenin, bazıları (beyin gliyomaları gibi) özellikle saldırgan olan birkaç türde kanserli hücrenin gelişmesine ket vurma kapasitesi kanıtlanmıştır. Lutein, likopen, fıtoen ve kantaksantin, bağışıklık hücrelerinin çoğalmalarını teşvik eder ve tümör hücrelerine saldırma kapasitelerini artırır. Doğal katil hücreleri daha saldırgan hale getirir. Domates ve Domates Sosu Domatesteki likopenin, haftada en az iki öğün domates sosu tüketen prostat kanserli erkeklerde yaşam süresini uzattığı gösterilmiştir. Dikkat: İçerdikleri likopenin serbest kalması için domatesler pişirilmelidir. Ayrıca, zeytinyağı domatesin daha iyi özümlenmesini sağlar. Mantarlar Şitake, maitake, enoki, krimini, portobello, istiridye ve kayın türünden mantarların tümü, bağışıklık hücrelerinin çoğalmasını ve etkinliğini teşvik eden polisakaridler ve lentinian içerir. Bu mantarlar Japonya’da sıklıkla bağışıklık sistemini desteklemek için kemoterapinin tamamlayıcısı olarak kullanılmaktadır (maitake ve kayın mantarları bağışıklık sistemi üzerinde herhalde en belirgin etkiyi yaratmaktadır). Otlar ve baharat Biberiye, kekik, mercanköşk, fesleğen, nane, ıtırlarını borçlu oldukları terpen familyasının uçucu yağları bakımından çok zengindir. Bunlar kanserli hücrelerde apoptosisi teşvik eder ve komşu dokuları kuşatmak için ihtiyaç duydukları enzimleri bloke ederek yayılmalarını azaltırlar. Biberiyedeki karnosol de güçlü bir antioksidan ve anti-enflamatuardır. Bazı kemoterapilerin etkililiğini artırma kapasitesi kanıtlanmıştır. Maydanoz ve kereviz, apigenin içerir; bu, apoptosisi teşvik eden ve Gleevec adlı ilacınkine benzer bir mekanizmadan yararlanarak anjiyogenesisi bloke eden bir anti-enflamatuardır. Omega-3’ler Yağlı balıklarda (ya da kaliteli saf balık yağlarında) bulunan uzun zincirli omega-3’ler iltihabı azaltır. Hücre kültürlerinde, çok çeşitli tümörlerde (akciğer, meme, kolon, prostat, böbrek, vb.) kanserli hücrelerin büyümesini geciktirir. Tümörlerin metastaz şeklinde yayılmasını azaltmaya da yarar. İnsanlar üzerinde yapılan pek çok araştırma, en az haftada iki kez balık yiyenlerde birkaç kanser riskinin çok daha düşük olduğunu göstermektedir. Dikkat: balık ne kadar büyükse (örneğin orkinos, ama özellikle köpekbalığı ve kılıçbalığı), besin zincirinde o kadar yukarıdadır ve okyanus dibinde bol miktarda bulunan cıva, PCB’ler ve diyoksinle o kadar kirlenmiştir. En iyi yağlı balık kaynakları istavrit ve sardalye (omega-6 bakımından çok zengin olan ayçiçeği yağında değil de zeytinyağında muhafaza edilmesi koşuluyla, konserve sardalye dahil) gibi küçük balıklardır. Somon da iyi bir omega-3 kaynağıdır ve kirlenme düzeyi hala kabul edilebilir. Dondurulmuş balıklar muhafaza süresi içinde yavaş yavaş içerdikleri omega-3’leri kaybederler. Keten tohumu, kısa zincirli bitkisel omega-3 ve lignan bakımından zengindir. Bu fitoöstrojenler, kanserin gelişmesini teşvik eden hormonların zararlı etkisini azaltır. Düzenli keten tohumu kullanımının prostat tümörlerinin büyümesini kayda değer biçimde yavaşlattığı bulgulanmıştır. Probiyotikler Bağırsaklar normalde, sindirime yardımcı olan ve düzenli bağırsak hareketlerini kolaylaştıran “dost” bakteriler içerir. Bunlar bağışıklık sisteminde önemli bir dengeleyici rol de oynarlar. Bu bakterilerin en yaygın olanları laktobasillus asidofilus ile laktobasillus bifıdustur. Bu probiyotiklerin kolon kanseri hücrelerinin büyümesine ket vurduğu kanıtlanmıştır. Bağırsak hareketlerini kolaylaştırmadaki etkileri, bağırsakların yiyeceklerdeki kanserojen maddelere maruz kalma süresini azaltarak kolon kanseri riskini de düşürür. Böylelikle probiyotikler toksinlerden arınmada da bir rol oynarlar. Organik yoğurtlar ve kefir, probiyotik kaynaklarıdır. Soya yoğurdu genellikle probiyotiklerle zenginleştirilmiştir. Bu değerli bakteriler lahana turşusu ve kimçide de bulunur. Son olarak, kimi yiyecekler probiyotiktir, yani probiyotik bakterilerin çoğalmasını teşvik eden früktoz polimerleri içerirler. Örneğin sarımsak, soğan, domates, kuşkonmaz, muz ve buğday gibi. Kırmızı Meyveler Çilek, ahududu, böğürtlen, yabanmersini ve yaban üzümü, ellajik asit ve çok sayıda polifenol içerir. Bunlar kanserojen maddeleri yok edici mekanizmaları uyarır ve anjiyogenesise ket vurur. Antosiyanidinler ve proantosiyanidinler de kanserli hücrelerde apoptosisi kolaylaştırır. Kırmızı meyveler, meyve salatalarına ya da ara öğün yiyeceklerine kan şekerini yükseltmeden taze, tatlı bir tat verir. Kırmızı meyvelerin dondurulması anti kanser moleküllere zarar vermediğinden, kışın taze yerine donmuşları tüketilebilir. Turunçgiller Portakal, mandalina, limon ve greyfurt, anti-enflamatuar flavonoidler içerir. Kanserojen maddelerin karaciğer tarafından arındırılmasını da teşvik eder. Mandalina kabuğundaki flavonoidlerin —tanjeritin ve nobiletin— beyin kanseri hücrelerine girdiği, apostosis yoluyla ölümlerini kolaylaştırdığı ve komşu dokuları istila etme potansiyellerini azalttığı gösterilmiştir. (Kabuğunu kullanacaksanız, mutlaka organik mandalinaları tercih edin.) Nar Suyu Narsuyu Fars tıbbında binlerce yıldır kullanılmaktadır. Antienflamatuar ve antioksidan özellikleri gibi, (diğerleri arasında), en şiddetli biçimlerinde bile prostat kanserinin gelişmesini epeyce azaltma kapasitesi de doğrulanmıştır. İnsanlarda, nar suyunun her gün tüketilmesi yerleşmiş bir prostat kanserinin yayılmasını % 67 oranında yavaşlatır. Bitter Çikolata Bitter çikolata (%70’in üzerinde kakao) belli sayıda antioksidan, proantosiyanidin ve pek çok polifenol içerir (bir parça çikolatada, bir kadeh kırmızı şaraptakinden iki kat fazla ve bir fincan gereğince demlenmiş yeşil çaydaki kadar polifenol bulunur). Bu moleküller kanserli hücrelerin büyümesini yavaşlatır ve anjiyogenesisi sınırlar. Günde 20 gramlık tüketim (bir tabletin beşte biri), kabul edilebilir miktarda kalori verir. Sağladığı doyum çoğunlukla bir şekerleme ya da tatlıya göre daha fazladır ve iştahı kesmekte daha etkilidir. Glisemik endeksi (kan şekeri düzeyini yükseltip zararlı insülin ve IGF zirvelerine yol açma kapasitesi) hafif, beyaz ekmeğe göre çok daha düşüktür. Dikkat: Çikolatanın sütle karıştırılması kakao moleküllerinin yararlı etkilerini yok eder. Sütlü çikolatadan kaçının. Kullanım tavsiyesi: Yemekten sonra (yeşil çayla birlikte) birkaç parça bitter çikolata. Anti-kanser Zihin Zihin-Beden Bağlantısı Araştırmalara göre, meme kanseri teşhisi konan kadınların büyük bir bölümü, bu hastalığın —kürtaj, boşanma, çocukların hastalanması ya da çok bağlı oldukları bir işi kaybetme gibi— büyük bir stres sonucu ortaya çıktığı kanısındadır. Doktorlar da uzun süredir psikolojik stresi kanserle ilişkilendiriyorlar. İki bin yıl önce Romalı hekim Galien, depresif insanların bu hastalığı geliştirmeye özellikle eğilimli olduklarını gözlemlemiştir. Hücre bozukluğu şeklindeki kanser “tohumu”nun saptanabilir bir kanserli tümöre dönüşmesi genellikle 10 ila 40 yıl arası bir zaman alır. Sağlıklı bir hücrede bu tohum, ya anormal genler yüzünden, ya da daha yaygın olarak radyasyona, çevredeki toksinlere veya sigara dumanındaki bonzo(a)piren gibi diğer kanserojen maddelere maruz kalındığı için oluşur. Bu kanser tohumunu kendi başına yaratabilecek herhangi bir psikolojik etken şimdiye kadar tespit edilmemiştir. Bununla birlikte, psikolojik stres bu tohumun geliştiği toprağı derinlemesine etkiler. Tanıdığım hastaların çoğu, Bernard gibi kanser teşhisi öncesindeki aylar ya da yıllarda özellikle stresli bir dönem geçirdiklerini hatırlıyorlar. Stres genellikle korkunç bir çaresizlik duygusu yaratan sıkıntılardan kaynaklanır. Birçoğumuz çözümsüz görünen kronik bir anlaşmazlıkla ya da boğucu zorunluluklarla karşı karşıya kalmışızdır. Bu durumlar kanseri başlatmaz, ama 2006’da Nature’da yayımlanan bir makalede gözlemlendiği gibi, bugün artık bunların tümöre daha hızlı gelişme olanağı sağladığını biliyoruz. Kansere katkıda bulunan etkenler öyle çok ve birbirinden öyle farklıdır ki, kimse bu hastalık için kendini suçlamamalıdır. Yine de, kanser teşhisi konmuş bir kişi, farklı bir yaşam sürmeyi öğrenerek tedavisine katkıda bulunabilir. Benim yapmak zorunda kaldığım şey de buydu. Psiko-Nöro-İmmünolojinin “Hareketli Beyni” Bugün stresin kanserin gelişmesi üzerindeki etkilerini çok daha iyi anlıyoruz. Stresin vücuttaki enflamatuar tepki gibi “acil durum” sistemlerini harekete geçiren hormonların salgılanmasına yol açarak, tümörlerin gelişmesini ve yayılmasını kolaylaştırdığı artık biliniyor. Stres aynı zamanda sindirim, doku onarımı ve bağışıklık sistemi gibi “beklemeye alınabilecek” bütün o işlevleri de yavaşlatıyor. Nörolojik ve bilinçdışı stres reflekslerini harekete geçiren bu kimyasal maddeler, bağışıklık hücreleri üzerinde de etkili olur. Akyuvarların yüzeylerinde stres hormonlarının varlığını saptayan ve kan dolaşımında bu hormon düzeylerinin dalgalanmasına göre tepki veren reseptörler vardır. Bu hücrelerin bazıları, enflamatuar sitokin ve kemokinleri serbest bırakarak tepki verir. Doğal katil hücreler noradrenalin ve kortizol tarafından bloke edilir ve virüslere ya da anormal öncül kanser hücrelerine saldırmak yerine edilgen bir biçimde kan damarlarının çeperlerine yapışık kalırlar. Bağışıklık Hücreleri ve Yaşama İsteği Dr. Herberman ayrıca, Washington dolaylarında Candace Pert’in Ulusal Kanser Merkezi’ndeki laboratuarına yakın olan kendi laboratuarında, kanserle psikolojik olarak daha iyi yüzleşebilen meme kanserli kadınlarda aktif doğal katil hücrelerin, depresyona girip çaresizliğe kapılanlara kıyasla sayıca daha fazla olduğunu ortaya koydu. 2005’te, Iowa Üniversitesi’nden Dr. Susan Lutgendorf, bu sonuçları yumurtalık kanseri olan kadınlarda da doğruladı. Sevildiğini ve destek gördüğünü hisseden ve moralini yüksek tutan kadınlarda doğal katil hücrelerin sayısı, kendini yalnız, terk edilmiş ve duygusal bakımdan perişan hissedenlere kıyasla daha fazlaydı. Her şey, bağışıklık sisteminin akyuvarlarının —doğal katil hücreler, T ve B lenfositler— çaresizlik duygusuna, yani hastalığı yenmek için hiçbir şey yapılamayacağı kanısına ve ardından yaşama arzusunun yitirilmesine karşı özellikle duyarlı olduklarını işaret ediyor. … Fare —ya da kişi— hayatın artık yaşanmaya değmeyeceği duygusuyla teslim olduğunda, bağışıklık sistemi de silahlarını bırakır. Candace Pert’in tanımladığı gibi, bunlar gerçekten de aynı “beyin”in iki özelliğidir. Buna karşılık yaşama isteğine yeniden kavuşmak, çoğu kez hastalığın gidişatında kesin bir dönüm noktasının habercisidir. Geçmişten Gelen Yaraları İyileştirmek Bir inceleme, bu tür duygusal ve psikolojik zorluklarla boğuşan kadınlarda meme kanseri riskinin dokuz kat fazla olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, kanserden kaçınmaya gayret ederken çaresizlik psikolojisiyle savaşmak elzemdir. Çaresizlik Duygusu Travmatiktir “Travma”, hastanın beyninde acı ve derin bir iz bırakan bir şok (ya da bir dizi şok) için kullanılan terimdir. Hayatın normal gidişatı içinde yaşanan küçük zorluklar ya da başarısızlıklar, kişiyi birkaç gün rahatsız edebilir, ama beyin “şifa” yetisine sahiptir. Tıpkı küçük bir yaranın iz bile bırakmadan kapanması gibi, beyin de duygusal yaraları iyileştirecek doğal bir mekanizmaya sahiptir. Bu yaralar kalıcı bir iz bırakmaz ve genellikle hem olgunlaşmaya hem de kişisel gelişime saik oluştururlar. Duygusal yara içimizdeki derin yaşamsal süreçleri de etkiler. Tıpkı derideki bir kesiğin onarım mekanizmalarını harekete geçirmesi gibi, psikolojik bir yara da stres tepkisi mekanizmalarını devreye sokar: kortizol, adrenalin ve enflamatuar faktörler salgılanır ve bağışıklık sisteminde bir yavaşlama olur. Nature Cancer Reviews ve Lancet dergilerinde yayımlanan makalelerde gösterildiği gibi, bu psikolojik stres mekanizmaları kanserin gelişip yayılmasına katkıda bulunabilir. Ne var ki, iyileşmemiş travmalar kişiyi asılsız bir güçsüzlük duygusuna geri götürür. Geçmişte belki de gerçek olan bu güçsüzlük, şimdiki zamanın gerçek bir yansıması değildir. Hastanın bu yanılsamayı fark etmesini sağlamak, terapinin anahtarıdır. (**) EMDR’nin etkililiği, bu satırları yazdığım sırada, on sekiz kontrollü çalışma ve altı meta-analiz tarafından büyük ölçüde onaylanmıştır. Öte yandan, dikkatin göz hareketleriyle (ya da EMDR’de kullanılan başka tekniklerle) uyarılması yoluyla travmatik anıların hızla iyileşmesini sağlayan mekanizma henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmamış olsa da, birçok hipotez sinirbilim araştırmalarında etkin biçimde irdelenmektedir. Yaşam Gücüyle Yeniden Bağlantı Kurmak Stresten ne pahasına olursa olsun kaçınmak imkansızdır. Ama yapılabilecek şey, gerginlikleri düzenli olarak boşaltmaktır. Deneyimler sayesinde, stresin üzerimizden —su gibi— akıp gitmesine izin vermeyi öğrenebiliriz. Eski Çincede “düşünce” sözcüğü için kullanılan imge iki karakterden oluşur: “beyin” ve “kalp”. Eski Çin felsefesi zihinsel faaliyeti akılla duygunun kaynaşması olarak görürdü. Modern tıp bilimi bunun yalnızca şiir değil, bedenin işleyişine dair derin ve yararlanılabilir bir sezgi olduğunu kanıtladı. Bedenin Bütün Beyinleri Aslında kalp, bir tür küçük, yarı-özerk beyin oluşturan 40.000 1 sinir hücresiyle donatılmıştır. Bu sinir hücreleri sayesinde kalp, kafatasının içinde barınan esas beyinle sıkı bir ilişki halindedir. Bazı kardiyologlar ve sinirbilimciler bütünleşmiş bir “kalp-beyin sistemi”nden bahsederler. Sonuç olarak, kişinin bütün dürtüleri, arzuları, kararları, kendine özgü bir biçimde çevresindeki yaşamı sürdürmeye çalışan bu moleküllerin işleyişinin dış tezahüründen ibarettir ve bunlar da söz konusu işleyişi etkiler. “Sağlık” ise, bütün bu alışverişler arasındaki dengenin bir sonucudur. Uyumlu bir genel titreşim; belirli bir organ içinde yer almayan, ama bütün bu etkileşimlerden ortaya çıkan bir “ruh”tur. Şimdiki Zamanda Kendine Odaklanmak Üçgenin ortaya çıkmasına yardım eden dengeyi korumanın yollarını herkes öğrenebilir. Son beş bin yıldır, Doğu’nun —yoga, meditasyon, tai çi, ya da çikung gibi— tüm büyük tıbbi ve ruhsal gelenekleri, her bireyin kendi iç varlığının ve bedensel işlevlerinin dizginlerini ele geçirebileceğini öğretiyor. Bu, sadece zihni yoğunlaştırarak ve soluğuna odaklanarak başarılabilir. Bugün pek çok inceleme sayesinde biliyoruz ki, bu hakimiyet stresin etkisini azaltmanın en iyi yollarından biridir. Ayrıca kişinin fizyolojisinde uyumu yeniden oluşturmanın ve sonuç olarak, bedenin doğal savunmasını kamçılamanın da en iyi yollarından biridir. Fizyolojiye hakim olma sürecinde ilk adım, dikkatini toplayıp içeri çevirmeyi öğrenmekten ibarettir. Joel ve “Maymun Zihni” Gerçekte neredeydi acaba, görüldüğü kadarıyla ne işyerinde ne de evdeydi. Dikkatini ne konuştuğu veya yazıştığı kişilere, ne de oğluna verebiliyordu. Dolayısıyla, bu uçucu etkinlik deneyimi içi boş bir “tampon bölge”de yaşamaya benziyor olmalıydı. Doğu geleneklerinde buna “maymun zihni” denir. Bu haldeyken, kişinin düşünceleri, kafesinin içinde sağa sola sıçrayan tedirgin maymunlar gibi, her yöne gider. Pozitif dikkat, dokunduğu her şeye iyi gelen bir kuvvettir. Çocuklar, köpekler, kediler, çoğunlukla bunu bizden daha iyi bilirler. Belli bir amaç gütmeden, yaptıkları bir resmi, buldukları bir kemiği ya da bahçede yakaladıkları bir fareyi bize göstermek için yanımıza gelirler. Kabat-Zinn, kişinin her gün kendi başına zaman geçirmesinin “radikal bir sevgi edimi” olduğunu ısrarla belirtiyor. Tek başına gerçekleştirilecek bir arınma ritüelini her zaman tavsiye eden büyük şaman geleneğinde olduğu gibi, bu düşünce dolu yalnızlık, bedenin içindeki şifa güçlerini uyumlu hale getirmenin temel koşuludur. Soluk: Biyolojinin Kapısı Yoga, meditasyon, çikung ve modern Batı yöntemlerinde, kişinin benliğine açılan kapı solumadır. Sırtınız dik olarak, Tibetli üstat Sogyal Rinpoch’nin “vakur” duruş dediği konumda rahatça oturarak başlayın. Bu konum, burun deliklerinden boğaza, oradan bronşlara, son olarak —geri dönmeden önce— akciğerlerin dibine inen hava akışına tam bir hareket özgürlüğü verir. Yoğun bir dikkatle, yavaşça iki derin nefes alarak gevşemeyi başlatın. Bir rahatlama, hafiflik ve esenlik duygusu göğsünüze ve omuzlarınıza yerleşecek. Bu egzersizi tekrarladıkça, soluğunuzun dikkatiniz tarafından yönlendirilmesine izin vermeyi öğreneceksiniz. Gevşerken, zihninizin altından geçen dalgalarla alçalıp yükselerek su üstünde yüzen bir yaprak gibi olduğunu hissedebilirsiniz. Dikkatiniz her soluk alışınıza ve verilen uzun soluğun bedenden nazikçe, yavaşça, zarifçe ayrılışına sonuna kadar eşlik eder, ta ki ince, zor algılanabilir bir soluktan başka bir şey kalmayana dek. Sonra bir duraklama olur. Bu duraklamada gitgide daha derinlere dalmayı öğrenirsiniz. Bedeninizle en mahrem teması çoğunlukla orada kısa bir süre kaldığınızda hissedersiniz. Alıştırma yaptıkça, kalbinizin yıllardır bıkıp usanmadan yaptığı gibi çarparak yaşamı sürdürdüğünü hissedebilirsiniz. Sonra da duraklamanın bitiminde, küçük bir kıvılcımın kendi başına parlayarak yeni bir soluma döngüsünü başlattığını fark edersiniz. Daima içinizde olan ve bu dikkat ve gevşeme süreci sayesinde belki de ilk kez keşfettiğiniz yaşam kıvılcımının ta kendisidir bu. Soluma, hem bilinçli zihne kıyasla tamamen özerk olan (sindirim ya da kalp atışları gibi, soluma da biz onu düşünmesek bile süregelir), hem de irade tarafından kolayca denetlenebilen yegane vücut içi işlevdir. Beynin tabanında yer alan solunum kontrol merkezi, duygusal beyin ile bedendeki bağışıklık sistemini de içeren organlar arasında sürekli değiş tokuş edilen tüm moleküllere duyarlıdır. Solumaya dikkat etmek insanları bedenlerindeki yaşamsal süreçlerin nabzına yakınlaştırır ve bilinçli düşünceye bağlar. Neyse ki, bütün bunların gerçekleştiğini görmek ve yararlanmak için “inanmak” şart değildir. Yoga ve meditasyon gibi egzersizlerle bedende olup bitenler arasındaki ilişkiyi ölçmenin tamamen nesnel bir yolu vardır. Mantra ve Tesbih Duası 2006’da, Ohio Üniversitesi ile ABD’deki Ulusal Sağlık Enstitü’nden Julian Thayer ve Esther Sternberg adlı araştırmacılar, Annals of the New York Academy of Sciences’ta biyolojik ritimlerin dalga büyüklüğü ve değişkenliği konusundaki tüm çalışmalarla ilgili bir inceleme yayımladılar. Vardıkları sonuca göre, değişkenliği çoğaltan her şey sağlık açısından pek çok yararla ilişkilidir. Özellikle de şunlarla: —bağışıklık sisteminin daha iyi işlemesi —iltihabın azalması —kan şekeri düzeylerinin daha iyi denetlenmesi Bunlar, kanserin gelişmesini engelleyen üç temel faktördür. Tüm Meditasyonlar Birleşiyor En eski içsel farkındalık öğretisi yogadır. Sanskritçede “yoga”, birlik ve iç huzuru uğruna bedenle zihni birleştirme amaçlı bir çalışmalar kümesi —her kişide doğuştan var olan “üst varlık”a giden, yol— demektir. Bu gelenek, tek bir yol olmadığı ilkesini öne çıkarır. Aksine, her kültür ve her birey kendine en iyi uyan yolu bulmalıdır. Bu alıştırmaların merkezindeki ortak nokta, dikkati geçici olarak dış dünyadan koparıp seçilmiş meditasyon konusuna yeniden odaklanmaktır. Anahtar unsur, dikkatin kontrolüdür. Dikkatin titizce denetlenmesi sayesinde, bu yolların her biri bedenin biyolojik ritimlerinin entegrasyonunu ve uyumlu işleyişini destekleyen aynı iç tutarlılık haline girme olanağını sunar. İşin püf noktası ne belirli bir tekniktir, ne de belirli bir uygulama biçimi. Kanseri iyileştirebilecek bir sır, büyülü bir parola yoktur. Tantrik yogada bedenin tüm enerjisini tam olarak hizaya getirebilecek bir pozisyon bulunmamaktadır. Bedenin kuvvetlerini seferber etmek için elzem görünen şey, içimizde sürekli titreşen yaşam gücüyle temasımızı her gün —içtenlikle, cömertçe ve sükunetle— yenilemek ve onu saygıyla selamlamaktır. Korkuyu Etkisiz Hale Getirmek Kanserle savaşmayı öğrenmek, içimizdeki yaşamı beslemeyi öğrenmek demektir. Ama bunun ille de ölüme karşı bir savaş olması gerekmez. Bu öğrenimi başarmak; hayatın özüne dokunmak, onu daha da güzelleştiren bir tamama ermişlik ve huzur bulmaktır. Yaşamak Bugün “kanser” sözcüğü ölümle eşanlamlı değil artık. Ama gölgesini çağrıştırıyor. Benim için olduğu gibi, birçok başka hasta için de bu gölge hayatımızı ve hayatta ne yapmak istediğimizi, düşünme fırsatıdır. Ölüm günümüzde geriye haysiyetle, dürüstçe bakabileceğimiz şekilde yaşamaya başlama fırsatıdır. O gün huzur içinde veda edebileceğimiz şekilde... Bu gerçekçi tutuma, kansere yakalandıktan sonra kendilerine verilen istatistiklerin çok ötesinde hayatta kalmış olan hemen herkeste rastladım: “Evet, öngörülenden önce ölebilirim. Ama daha uzun yaşamam da mümkün. Ne olursa olsun, bundan böyle hayatımı olabildiğince iyi yaşayacağım. Olacaklara hazırlanmanın en iyi yolu bu.” Anti-kanser Beden Birkaç çok basit sır, bedenimizle bu yeni ilişkiye geçişi kolaylaştıracaktır. Düzenli olarak ve her yerde egzersiz yapın. İlk adım, çok fazla egzersize ihtiyacımız olmadığını kabul etmektir; önemli olan onu alışkanlık haline getirmektir. Meme kanseri araştırmaları, haftada iki ila beş saat normal hızda bir yürüyüşün nüksetmeyi önlemekte güçlü bir etkisi olduğunu gösteriyor. Kolay faaliyetleri deneyin. Yoga ya da tai çi gibi bedeni yavaşça uyaran egzersizler, durumları ne olursa olsun neredeyse tüm kanser hastaları tarafından yapılabilir. Daha zorlayıcı faaliyetler kadar etkili olduklarını gösteren bir inceleme yoktur, ama bedenle ve onun enerjileriyle özenli bir teması korurlar. Sonuç Kanser tehdidi altındaki kişilere yardım etmek, bize artık sağlığımızı destekleyecek bir çevre sağlayamayan yaralı gezegenimizi kurtarmak için hangi esasları aklımızda tutmalıyız? Bu kitapta sunduğum ve kendimi korumak için her gün kullandığım fikirler, üç noktada özetlenebilir: — içimizdeki “arazi”nin önemi — bilincin etkileri — doğal güçlerin sinerjisi İçimizdeki “Arazi”nin Önemi Tibetli meslektaşlarım, belirli bir hastalığı belirli bir müdahale ya da ilaçla tedavi eden Batı tıbbının bir kriz durumunda son derece etkili olduğunu gönülden kabul ediyorlar. Apandisit için ameliyat, verem için penisilin, akut alerjik reaksiyon için epinefrin sayesinde, bu tıp her gün pek çok hayat kurtarıyor.Ama kronik bir hastalıkla uğraşırken de sınırlarını hemen belli ediyor. Kanserin gelişme mekanizmalarına ilişkin son keşifler de bizi benzer bir sonuca götürmektedir. Kanser tam anlamıyla kronik bir hastalıktır. Tüm çabalarımızı tümörlerin taranıp tedavi edilmesine odaklayarak kanseri yok etmemiz pek olası değildir. Burada da “arazi”yle ilgilenmemiz gerekir. Dünya Kanser Araştırmaları Fonu’nun 2007 raporunda vurgulandığı gibi, bedenin savunma mekanizmalarını güçlendiren yaklaşımlar, aynı zamanda önleyici ve tedavi edici temel katkılardır. Doğal süreçlere dayandıkları için, önlem ile tedavi arasındaki sınırı yok ederler. Bir yandan hepimizin içinde taşıdığı mikro tümörlerin gelişmesini engellerler (önlem); diğer yandan ameliyat, kemoterapi ya da radyoterapinin kanserin nüksetmesini önlemekteki yararlarını artırırlar (tedavi). Bu açıdan bakıldığında, bizler paradoksal olarak Batı tıbbının muhteşem başarılarının kurbanıyız. Ameliyat, antibiyotikler, radyoterapi olağanüstü ilerlemelerdir; ama bunlar bizi bedenin kendi şifa gücünü hafife almaya yöneltiyor. Yine de hem tıbbi ilerlemelerden hem de bedenin doğal savunmalarından yararlanmak —sizi ikna etmiş olduğumu umuyorum— mümkündür. Bilincin Etkileri Her birimiz korunmak ve kendimize bakmak için kanser konusundaki bu bilgi devriminden yararlanabiliriz. Ama bunun için ilk olarak bir bilinç devrimi gereklidir. Her şeyden önce, içimizdeki yaşamın değeriyle güzelliğinin bilincine varmalıyız. Ona dikkat edip, bize emanet edilen bir çocuğa bakıyormuş gibi ilgi göstermeliyiz. Bu bilinç fizyolojimize zarar verip kanseri teşvik etmekten kaçınmamıza yardımcı olur. Yaşam gücümüzü besleyen ve destekleyen her şeyi benimsememizi sağlar.