Perspektif APRIL / NİSAN 2011 • Jg./Yıl: 17, Nr./Sayı: 196 İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Yayın Organı editör Selamların en güzeli ile FRANSA ve İSLAM Almanya’nın ardından, İngiltere ve nihayet Fransa da “çok kültürlülük iflas etmiştir” sloganı ile yola çıkarak, ülkelerinde yaşayan Müslümanlarla ilgili çeşitli tartışmalar başlattılar. Fransa biraz daha ileri bir adım atarak, Cumhurbaşkanı Nicaolas Sarkozy’nin partisi olanHalkın Birliği Hareketi (UMP) öncülüğünde “Laiklik ve İslam” tartışmasını Nisan ayında, tüm siyasal ve sosyal katmanlara yaymayı planlıyor. Ancak, Fransa’daki “Laiklik ve İslam” tartışması, ilk kurbanını, Sarkozy’nin Müslüman danışmanlarından Abdurrahman Dahmane’nin görevden uzaklaştırılması ile almış oldu. Fakat tartışma daha sonra, Müslüman yazar Prof.Dr. Tarık Ramazan’ın “Nouvel Observateur ve Respect Mag” dergilerinin “İslam tartışmalarına Hayır” kampanyasına Prof. Dr. Olivier Roy gibi ünlülerle birlikte imza atması üzerine Sosyalist Parti’yi de karıştırdı. Partinin lider kadrolarından Laurent Fabius und Martine Aubry imzalarını geri çektiler. Bu sayımızda Filiz Kışlak, Fransa’daki “İslam” tartışmalarını anlama bakımından “laik” Fransız devletinin İslam’a bakış açısını çeşitli yönleriyle ele alan bir yazısıyla karşımızda. Öte yandan Yunus Mert, Friedrich Ebert Vakfı’nın, Avrupa’da İslam Düşmanlığı ve Önyargıları inceleyen araştırmasından çıkan sonuçları değerlendiriyor. Almanya’da da, Alman İslam Konferansı, zaten devam eden, ancak Müslüman cemaatler nezdinde pek de itibar edilmeyen tartışmalara yeniden başlayacak. Bununla doğrudan ilgisi olmasa da, yine aynı bağlamda kabul edebileceğimiz, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin resmî okullarda İslam din dersleri vermesi ile ilgili gelişmeler üzerine İlhan Bilgü bir değerlendirmede bulunuyor. Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun. • Oğuz ÜÇÜNCÜ Perspektif IGMG AYLIK YAYIN ORGANI APRIL / NİSAN 2011 Yıl/Jg.: 17, Sayı/Nr.: 196 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: [email protected] YAYINCI • HERAUSGEBER Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. Amtsgericht Bonn, VR 6621 Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü, Generalsekretär; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur: Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P) Dizgi-Layout: İlhan BİLGÜ Baskı · Druck: Yavuzsöhne-Duisburg Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 E-Mail: [email protected] ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 E-Mail: [email protected] Yıllık abone ücreti: 59,-EURO Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten HESAP NO · BANKVERBINDUNG: BANK AUSTRIA: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW içindek i le r gündem Olağan Kongremiz 14 Mayıs’ta Yapılıyor 5 Fransa Devleti ve Müslümanlar 6 Öteki’nin Hor Görülmesi 10 Milliyetçilik ve Onun Hizmetindeki Sinema 12 Yine İslam Din Dersi 14 Dış İlişkiler Eğitim Kursu başladı 16 IGMG Libya ve Japonya’ya Yardım Yapıyor 18 KGT İdareciler Günü 28 Mayıs’ta Yapılıyor 19 teşkilat islam ve hayat Hadis Literatürü’nün Oluşumu 20 Cenazesi Türkiye'yi Birleştirdi 22 “Kent Dindarlığı” 24 Nahçıvan 28 Sa’di-î Şirazî 30 Die Entstehung der Hadithliteratur 32 Wieder der Islamische Religionsunterricht 34 toplum dünya kültür islam und leben aktuell verband Kurs für Öffentlichkeitsarbeit hat begonnen aktuell Delegiertenversammlung der IGMG am 14. Mai 6 FRANSA DEVLETİ VE MÜSLÜMANLAR 16 DIŞ İLİŞKİLER EĞİTİM KURSU BAŞLADI 22 CENAZESİ TÜRKİYE'Yİ BİRLEŞTİRDİ 36 38 Kongre tarihi, Genel Başkan Yavuz Çelik Karahan’ın başkanlık ettiği Bölge Başkanları toplantısında belirlendi Olağan Kongremiz 14 Mayıs’ta Yapılıyor İslam Toplumu Milli Görüş olağan kongresi, delegelerin katılımı ile 14 Mayıs 2011 tarihinde yapılacak. Kerpen’de yapılan Bölge Başkanları Toplantıs’ında kongre hazırlıklarının başladığını ifade eden IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan ‘‘Göçün 50. Yılını idrak ettiğimiz şu günler, bize, en azından gelecek 50 yıl sonrası için de sorumluluklar yüklüyor’’ dedi. İslam Toplumu Millî Görüş Bölge Başkanları Toplantısı Kerpen’deki IGMG Genel Merkezinde yapıldı. Toplantıda olağan kongrenin, tüm delegelerin katılımı ile 14 Mayıs 2011 tarihinde yapılması kararlaştırıldı. IGMG Genel Başkan Yavuz Çelik Karahan toplantıda yaptığı konuşmada , “Göçün 50. yılını idrak ettiğimiz şu günler, bize, en azından gelecek 50 yıl sonrası için de sorumluluklar yüklüyor. Artık kalıcılığımız da kesinleştiğine göre, kalıcılık kurumsallaşmamızın daha da yaygınlaşmasını gerektiriyor” dedi. Karahan konuşmasına şöyle devam etti: “Bizim için gelecek nesillerimiz önemlidir. Bu yüzden de, teşkilat projelerimizi gelecek nesillerimizin toplumsal uyumunu, Müslüman kimlikleri ile toplumsal katılımını teşvik edecek ve geliştirecek biçimde şekillendirmek zorundayız. Toplumdan uzaklaşmayacak, aksine toplumu kucaklayacağız. En büyük zenginliğimiz: İnandığımız din İslamdır. Ve İslam bize, başkalarının bizden emin olmasını emrediyor. Bunun için, insanımızın hayatını zorlaştırmayacak, Peygamberimizin “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız” emrini düstur edineceğiz. Teşkilat olarak, kardeşliğimizi daha da kuvvetlendirecek, birlik ve dayanışmamızı devam ettireceğiz. ” Avrupa’daki Müslümanların geleceği için bu teşkilatın önemi çok büyüktür. Bu da bize, sırf Allah rızasını hedefleyerek Kur’an ve Sünnet’e dayalı İslam anlayışımızdan hareketle daha da büyük bir güven ve heyecanla çalışma sorumluluğu yüklüyor. Burada, Ra’d Sûresi’nin “Bir topluluk kendisini değiştirmeden, Allah o toplumu değiştirmez” mealindeki 11. ayetini hatırlatıp, Allah’ın inayet ve yardımını ancak O’nun rızasına uygun davranarak bekleyebileceğimize vurgu yapmak istiyorum. Allah, kendi yolunda çalışan ve hizmet verenlerin yâr ve yardımcısı olsun.” Ayrıca, kongrede genel başkanlığa yeniden aday olmayacağını açıklayan Karahan, ileride de teşkilat çalışmalarına aynı heyecan ve ruhla katılacağını belirtti. “27 yılı Avrupa’daki teşkilatımızda olmak üzere, ömrümün toplam 42 yılını, sizler gibi kardeşlerimle çalışarak geçirdim. Bundan sonra da, genel kurulda seçilecek yeni yönetime yardımcı olacağım” diyen IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, IGMG Genel Kurulu’nun uyum, kardeşlik ve beraberlik ilkesi ile geçmesi için de yardımcı olacağını ifade etti. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 5 gündem Fransa Devleti ve Müslümanlar Filiz Kışlak • [email protected] Fransa’da Müslüman nüfus tarafından ifade edilen demokratik katılımcı taleplerin yanısıra, Müslümanların günlük yaşamlarına, inançlarının gereğini yansıtmaları/yansıtmak istemeleri ve dinî ilkelerine sadık bir yaşam tarzı benimseleri/benimsemek istemeleri, Fransız siyasetçiler tarafından uzun zamandır bir tehdit unsuru olarak tanımlanmakta ve kaygıyla karşılanmaktadır. Fransa’nın dinî-etnik yapısını ve sosyo-kültürel dokusunu yenileyen yaklaşık 5,5 milyon Müslüman nüfusun farklı meşru taleplerine siyasetçilerin kuşku ile yaklaşmaları ve farklı tartışmalar oluşturarak kimliksel endişeleri istismar etmeleri, Müslümanların bu taleplerini, güvenlikçi bir yaklaşımı öngören bir siyasî anlayış ile ele aldıklarını göstermektedir. Paternalist 1 yaklaşım ile Müslümanların iç işlerine kendine müdahale etme hakkını tanıması ve siyasî hedeflerin gerçekleştirilmesi için yerel düzeyde kliantelist (clientéliste/clientelistic/klientelistishe) ilişkiler kurma teşebbüsünde bulunması, Fransa devletinin, çelişkili ve karmaşık uygulamalara başvurarak Müslümanları araçsallaştıran bir tutum sergilediğini göstermektedir. Fransa devletinin Müslümanlara yönelik bu tutumu, sözkonusu vatandaşların ihtiyaçlarına ve taleplerine “otantik (hakikî) cumhuriyetçi” yanıtlar ve cumhuriyet ilkelerin ruhuna sadık kalabilen çözümler verme konusunda siyasilerin başarısız oldu. Bu başarısızlık, çıkarılan dışlayıcı yasalar ile “çoğulculuk, hoşgörü, din ve vicdan hürriyetini öngören” evrensel hukukî ilkeleri gözardı ve son olarak tüm dinleri eşit konuma yerleştiren ve Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış ve buradan bütün dünyaya yayılmış olan “laiklik prensibini” suistimal etmeleri ile ortaya çıkmaktadır. Siyasîler tarafından suistimal edilen Cumhuriyet ilkeleri Fransa’da 90’lı yıllardan bu yana, İslâmî “Cemaatleşme’nin”2 (communautarisme, communitarianism, Kommunitarismus) farklı siyasî figürler tarafından suçlayıcı nitelikte gündeme getirilmesi ve her fırsatta Fransa cumhuriyetinin laik, tek ve bölünmez bir rejim olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyulması, bunun Fransız siyasî söyleminin önemli bir “leitmotivini” oluşturduğunu göstermektedir. Bu anlamda, siyasî rekabetin yoğun olduğu dönemlerde, hangi siyasî görüş ve partiye mensup olursa olsun, her Fransız politikacının kendisini “Fransız cumhuriyet modeli”nin ve “cumhuriyetin evrensel ilkelerinin” en iyi savunucusu olduğunu ispatlayabilmek için, Müslümanların “Cumhuriyet Rejimine” karşı bir tehdit unsuru oluşturduğunu iddia eden ifadelere başvurmaları ve Müslümanların “uyumuna” dair ısrarla gündemde tutulan tartışmalar meydana getirmeleri, siyasî hedeflerin gerçekleşti- sayfa 6 • Perspektif rilmesi için gelenek haline gelmiş, vazgeçilmez bir seçim stratejisi olarak karşımıza çıkıyor. Fransa’da yaşayan Müslümanları karalayan ve araçsallaştıran bu siyasî tavrın ve anlayışın rutin haline geldiğini belirten, Arap ve Müslüman Dünyası Siyasal Bilimler ve Sosyolojik Araştırma Enstitüsü’nde (IREMAM) araştırmacı olan, Sosyolog ve Siyasetbilimci Vincent Geisser ve Gazeteci Aziz Zemouri’nin, birlikte yazmış oldukları “Marianne et Allah les politiques français face à la “question musulmane” adlı kitapta, “Devletin ajandasında öncelikli gündem maddeleri arasında yer alan ‘İslam olgusu’ ve ‘İslamî cemaatleşmeye’ karşı, sözde mücadele politikasının gerçek amacının, ‘İslâmî cemaatleşmeyi’ yıkmak olmadığı, aksine; farklı ve özel muameleler ve tüm dışlayıcı yasalar gibi, başvurulan tüm uygulamaların, içine kapanık ve toplumdan soyutlanmış bu ‘cemaatleşmeyi’, esasında siyasilerin kendilerinin oluşturmak ve muhafaza etmek istedikleri ” açıkça belirtiliyor. Fransız Cumhuriyetini “İslamîleştirme”yi amaçlayan ve cumhuriyetin tüm değerlerine karşı çıkan; “İslamî aktivist ve kuruluşların”, “radikal ve fundamentalist” grupların oluşturduğu “İslamî cemaatleşmenin” her fırsatta suçlayıcı nitelikte gündeme taşınması; Cumhuriyet ilkelerini gereğince tatbik etme konusunda ve yasalar önünde eşit muamele prensibine uyma husunda, Müslümanların bir istisna oluşturduğunu gösterebilmek ve akabinde farklı uygulama ve özel muamele gerektiğini ispatlayabilmek için, siyasilerce kullanılan etkili bir strateji olduğu vurgulanıyor. Siyasî pratiklerde “Cezayir Sendromu” Bu “çok özel muamele” ile devlet eliyle Müslümanları yönetme ve idare etme girişimlerinin kaynağını, tarihin derinliklerinde bulmanın mümkün olduğu bir çok tarihçi ve siyasetbilimci tarafından ifade edilmiştir. Müslümanlara yönelik Fransa’nın siyasî uygulamalarını tetkik eden Franck Frégosi, Pascal Le Pautremat, Pascal Blanchard, Vincent Geisser ve Aziz Zemouri gibi farklı tarihçi, gazeteci ve siyasetbilimci, farklı anket ve araştırmalarında ortak bir noktaya varmışlardır. Bu yazar ve araştırmacılar, gerek İslam algısında ve gerekse siyasî pratiklerde, Fransa’nın sömürgeci döneminden kalan bir çok izleri bulmanın mümkün olduğunu ve özellikle “Cezayir Sömürgesi” (1830-1962) tecrübesinin bu bağlamda siyasîlerin, entellektüellerin ve Fransız elitlerinin zihinlerinde çok önemli bir yer işgal ettiğini tespit ediyorlar. Gerek ulusal ve gerekse yerel düzeyde, bu farklı ve çok özel muameleyi öngören değişik siyasî pratiklerin “cezayir sendromundan”etkilendiğini belirtiyorlar. Bu bağlamda araştırmacılar, ilginç tesbitler de bulunuyorlar. Örneğin, devlet Müslümanlara ilişkin atama prosedürlerini gerçekleştirirken; devletin muhatap aldığı “Müslümanlar” terfi ediyor; “bağımsız” ve “hür” İslamî kuruluşlarla, teşkilat ve grupları ise gözetlemeye yönelik tertibatlar düzeniyor. İslamî ibadetlerin ne ve nasıl olduğuna karar verirlerken, Müslüman alimlere müraca- at ederken, Müslüman kadının statüsünü tartışırken,Cezayir sömürge döneminden miras kalan, özel bir uygulama ve algılama biçimi ile davranıyorlar. Yani devlet, herşeye kendisi karar veriyor ve bu karara uyulmasını istiyor. Araştırmacılar, bu sömürgeci reflekslerin muhafazasının, hukuk devletinde kutsal olarak nitelendirilen “eşit muamele” ilkesine sadık kalmaları noktasında önemli bir engel oluşturduğunu da açıklıyorlar. yasî elitlerin” bugün; toplumda yer alan ve görünür olan, fikirlerini açıkça beyan eden, aktif rol oynayan, bu toprakların vatandaşı olduğunu kabul ederek kendini topluma karşı sorumlu hisseden, özellikle ikinci ve üçüncü Müslüman nesillere yönelik çok farklı bir siyaset izlediklerini; bu potansiyele karşı harekete geçme ve kontrol etme ihtiyacı duyarak farklı insiyatiflere başvurduklarını farkediyoruz. ‘‘La gestion publique de l’Islam en France: enjeux géopolitiques, héritage coMüslümanları gözetlemek, kontrol lonial et/ou logique républicaine’’adlı maetmek, temsil etmek kalesinde ,devletin İslamî ibadete ilişkin Cezayir sömürgeci döneminde, Şeyh uygulamış olduğu çeşitli müdahale biSarkozy’nin “İslam” politikası, danışmanı Abdülhamit İbn Badis gibi bağımsızlık ve çimlerini özetleyen Siyasal Bilimler UzAbdurrahmane Dahmene’in kovulmasına yol özgürlük savaşı veren Müslüman şahsimanı Franck Freckosi, devletin doğrudan açtı yetlerin/alimlerin önderliğinde; kolonmüdahalesi (interventionnisme d’Etat )ve yal gücün karşısında direnç göstererek, metçekimser politikası (abstentionnisme ropoldan gelen baskıcı politikalara karşı çıkan ve asimile edici did’Etat) olmak üzere, iki önemli eğilimi gözlemlemektedir. Bu iki rektiflere uymayı reddeden Panislamist hareketlerin müthiş baeğilim arasındaki salınım Fransa’da,İslam/devlet ilişkilerin tarihsel şarıları, bir çok bağımsız Müslüman grupların ve reformist kurusüreci olarak Fransız siyasetini temsil ettiğini açıklıyor. luşların, Fransa’nın gizli istihbarat kurumları tarafından bastırılması Freckosi, İslamî ibadete devletin doğrudan müdahalesini, Müsve gözetim altında tutulmasına neden olmuştur. lümanların kendilerini organize etme konusunda aciz olduklarını ve Cezayir’de uygulanan bu baskıcı siyasî anlayışın, bugün metbu sorunun çözümünü ancak devletin verebileceğini ima eden bir ropole taşındığını ve Müslüman göçmenler üzerinde uygulananlayış sözkonusu olduğunu belirtirken; ilgili vatandaşların devledığını açıklayan Vincent Geisser; devletin Müslümanlara yönetin rehberliğine ihtiyacı olduğuna inanan bu paternalist tutumun, lik izlediği “resmî siyasete”, bir yandan işbirlikçi şahsiyetlerden Müslümanları çocuk statüsüne indirgediğini açıklıyor. Freckosi, bu “destek ararken” diğer yandan, kamu otoritesine ve direktiflerigirişimin ve idare etme teşebbüsünün, devletin dinlere karşı tarafne karşı gelebilecek muhtemel ‘‘bağımsız” ve “hür”şahsiyet ve kusız olmasını öngören ve her dine kendi geleneklerine göre serbestruluşları marjinalize edebilmek ve mümkünse ortadan kaldırmak çe organize olma hakkını tanıyan “laiklik” prensibi ile çeliştiğini ve için seferber olduğunu açıklıyor. aynı zamanda çoğulculuk ruhuna da aykırı olduğu vurguluyor. 2004 yılında kurulmuş ve İçişleri Bakanlığı bünyesinde örBu idare etme girişimleri 1990 yılında Sosyalist Parti İçisleri gütlenmiş olan INHES (L’Institut National des Hautes Etudes Bakanı Pierre Joxe tarafından kurulan CORIF (Conseil de Refde Sécuirité) (UlusalYüksekGüvenlikAraştırmaları Enstitüsü)’nün lexion sur l’İslam en France) konseyi ile başlamış, fakat fiyasko ile yayınlamış olduğu araştırmalar arasında özellikle Müslümanlaneticelenmiştir. Ve bundan sonra gelen tüm hükümetler, bu ra ilişkin binlerce uzman raporunun bulunması; bu güvenlik kutemsil meselesini ele alarak, devletin kontrolünden çıkmayacak ve rumunun “Müslüman olgusunu” gerçekten ciddî bir risk ve önemdevlet ile uyum içerisinde olacak bir temsil kurumunu yapılandırmak li bir tehdit olarak algıladığını ispat etmektedir. “Fransız gençistemişlerdir. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde,2003’te lerinin İslama yönelişi”, “banliyölerin İslâmileşmesi”, “Fransız cakurulan Fransa İslam Konseyi de (CFCM: Conseil Français du milerinde verilen hutbe içeriklerinin analizleri” gibi, ayrıca iki yüzculte musulman) beklenildiği kadar etkin olamamıştır. lü davranmakla suçlanan, çok “zeki” ve “kurnaz” olarak tanımlanan Tariq Ramadan hakkındaki tüm raporlar, bu kurumun gerDevletin aradığı muhatap: “İyi bir Müslüman” çekleştirdiği araştırmalar arasında yer almakta ve devletin güvenlikçi Figaro-Magazine gazetesinde, 1999 yılından bu yana gazete siyasetinin çok ciddî boyutlara ulaştığını göstermektedir. muhabiri olan ve Fransa’da İslam olgusu üzerine uzmanlaşan Aziz Bir yandan bağımsız ve hür Müslüman teşkilat ve kuruluşZemouri, verdiği bir demeçte kendisine yöneltilen “Sizce, Müsları gözetlemeye yönelik tertibatlar kurarken diğer yandan, lümanlar arasından muhatap arayan Fransa devletinin ‘‘iyi MüslüMüslümanları daha etkili bir şekilde kontrol edebilmek ve yönmantasavurru nedir?’’sorusuna ironik bir şekilde şu yanıtı veriyor: lendirebilmek adına, siyasî elitlerin, Müslümanları temsil ve ida“Devlet kabinelerinde, Fransız siyasîler tarafından kararlaştırıre etme girişimlerinde bulunarak, ilgili nüfusu yönetmek istediklerini lan ve profili çizilen “iyi bir Müslüman”, her şeyden önce ılımlı olmagözlemleyebiliriz. lıdır (musulman modéré), cumhuriyet normlarına göre, “kusursuz olBir zamanlar, Fransa topraklarında kendilerini “yabancı” hisduğunu ve tehlike arz etmediğini” ispatlaması gerektiği için, zamasettikleri için kamusal alanda fazla görünür olmamaya itina gösnı geçmiş dinsel pratiklerden (ibadet) vazgeçmiş, kamusal alanda mümteren (discretion/diskretion), meşru taleplerini ifade etme nokkün mertebe en az görünür olmalıdır (invisible),Fransızların hassassiyetine tasında sessiz kalmayı tercih eden (veya taleplerini ifade edemedokunacak dinî simgeleri taşımaması gerekmektedir. Tütörleri/vasiyen) ilk Müslümanların ihtiyaçlarına kayıtsız kalan, ilgili toplululeri ile her zaman ve her şartta hemfikir olmalı, verilen kararlara biğu muhatap almak istemeyen ve sorunları ile başbaşa bırakan “siat etmeli, hiçbir zaman fikirsel ayrılığa düşmemelidir;düşünce bağımsızlığını A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 7 gündem talep etmemeli ve kritik analitik bakış açısına sahip olmamalıdır. Özgürleşmiş bir kadın, dinî geleneklerinden kaçmış ve Müslüman erkeklerin egemenliğinden kurtulmuş olmalıdır.Bunun yanı sıra “tabii ki”kültürel kimliklerini muhafaza etmelerini sağlayacak uygulamalar da mevcuttur, “oryantal egzotizme” merak saran Fransız burjuvalara yönelik tanıtıcı, folklorik ve egzotik etkinler düzenlemelerinde, hamamlar ve çay salonları açmalarında hiçbir sakınca görülmemektedir. İşte size devletin algıladığı uyumlu bir müslüman profili!” Vincent Geisser’in de ifade ettiği gibi siyasîlerin “Cumhuriyetçi puritanizm” misyonu ve evrensel ödevi, pedagojik ve aşamalı olarak Müslüman toplulukları, “İslam’ın karanlığından, laik ve cumhuriyetçi aklın aydınlığına doğru”sevk ederek, ümmet esaretinden kurtarmak olduğunu belirtiyor. Sarkosy, Nisan . ayında “Laiklik ve İslam” tartışması başlatıyor Siyasîler tarafından suistimal edilen laiklik prensibi, laikliğin ideolojik yorumu (interprétation idéologique tendancieuse) ve entegrist (köktenci) uygulaması Laiklik sosyolojisinin kurucusu ve uzmanı olarak tanınan Jean Baubérot, Fransa laikliğini tanımlarken, din olgusuna ve dinî pratiklere yönelik “laikçi” değil “tarafsız” olduğunu belirtiyor. Müslümanların kamusal alandaki görünürlüğünün ve dinî taleplerinin artmasıyla beraber, her fırsatta laiklik prensibine başvurarak Fransız rejiminin laik olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyan sîyasilerin, bu prensibi suistimal ettiklerini vurguluyor. Tartışma konusu üreterek gündemi sürekli meşgul eden bu kavramı etraflıca izah edebilmek için, bir üçgen olarak ele alınmasını gerektiğini belirten Baubérot, üçgenin bir köşesinde “din ve vicdan özgürlüğü” prensibi olduğunu, bir diğer köşesinde “din ve devletin ayrılığı” prensibi bulunduğunu, daha açık bir ifade ile dinin devlete tahakküm etmemesi ve devletin de dini serbest bırakmasını öngören bir prensip sözkonusu olduğunu, üçgenin son köşesinde, “hukuk önünde tüm dinlerin eşit konumda kabul edildiğini” öngören prensibin yer aldığını ifade ediyor. Fransız Devrimi ile vuku bulan, din/devlet (Kilise/devlet) faaliyet alanlarını ayıran laiklik prensibinin hedefinin, dinlere karşı savaş açmak olmadığını belirten Baubérot, tarih boyunca, Kilise ve devlet arasındaki iktidar mücadelesinin sonucu olarak karşımıza çıkan bu kavramın, Kilisenin kontrolünde olan “devletsi güçleri” (pouvoirs publics) elinden alarak ulus/devletin, yönetici tek merkezî güç olarak kalmayı amaçladığını açıklıyor. 9 Aralık 1905 tarihli kanunun felsefî ruhunu inceleyen Baubérot, dinî çoğulculuğu hoşgören, “din ve vicdan özgürlüğünü” tanıyan ve bu hakkı koruyan bir laiklik anlayışının sözkonusu olduğunu ve bu yasanın, din ve vicdan hürriyetini sadece kişilerin bireysel alanı ile sınırlamadığını, aynı zamanda, kamusal alanda da ifadesini bulmasına izin verdiğini hatırlatıyor.2003 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın isteği üzerine kurulan ve okullarda dinî simgeler üzerine rapor hazırlamakla görevlenen STASI komisyonunda yer alan Baubérot, “L’intégrisme Républicain sayfa 8 • Perspektif Contre La Laïcité”, “Laikliğe karşı cumhuriyetçi köktencilik (entegrism)”adlı kitabında ifade ettiği gibi, bu komisyonda yer alan uzmanların okullarda başörtüsü yasağından yana tavır alarak, 1905 yasasını değiştirme ihtiyacı duymaları, laiklik kavramının felsefî ve hukukî yorumunun çok ötesinde, ideolojik ve “jakoben” bir yorumdan kaynaklandığını belirtiyor. Böylelikle okullarda başörtüsünü yasaklayan, 15 Mart 2004 tarihli yasanın laik değil, laikçi olduğunu ifade eden Baubérot, bir uzman olarak kendisinin bu dışlayıcı yasa tasarısını kesinlikle onaylayamayacığını bildiriyor. Kimseyi kendi dinlerinden ve dinî geleneklerinden “kurtarmayı” ve “özgürleştirmeyi”amaçlamayan; insanların dinî seçim ve tercihlerine saygılı olan ve tamamen inançlarını bireylerin özgür iradelerine bırakan, 1905 tarihli yasanın ruhuna sadık kalmak istediğini vurguluyor. Siyasî arenada “Le Pen’leşen” zihinler L’Islam, La République et le Monde. Lepénisation des esprits? adlı kitabında, Le monde diplomatiquegazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Alain Gresh, son yıllarda merkez sağın siyasî söylemlerini incelerken, bir zemin kaymasına işaret ederek siyasî platformda “Le Pen’leşen zihinleri” (lepénisation des esprits) gözler önüne seriyor. Gresh, onyıllarca “göçmenlik, İslam ve Müslüman olgusu “ırkçı parti Ulusal Cephe’nin (Front National ) tekelinde kalarak, tarihî lideri Jean Marie Le Pen tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. 2002 yılında gerçekleşen seçimlerde yüksek popülarite kazanan aşırı sağın oylarını delmek ve kendi tarafına çekmek adına, iktidar partisi UMP (Halkın Birliğı Hareketi ) “popülist bir yaklaşım” ile göçmenleri ve özellikle Müslümanları karalayan çeşitli tartışmalar meydana getirerek, Ulusal Cephe’nin savunduğu farklı argümanları kendine uyarladığını ve seçmene sunduğunu açıklıyor. Gresh daha sonra, kamuoyuna sunularak ırkçı söylemleri meşrulaştırılmasına ve özgürce ifade edilmesine neden olan ve toplumun bir parçasını ötekileştiren bu tartışmaların, hararetli ve öfkeli tepkiler ile ele alınmasının, siyasî ve medyatik manevraların bir parçasını oluşturduğunu, indirgeyeci tutumların ve kültüralist yaklaşımların alt sınıflara da yansıyarak, genel bir İslamofobik atmosfer yarattığını açıklıyor. Merkez sağın bu tutumu, aşırı sağcı siyasî hareket ve örgütlerin ciddî anlamda radikalleşmesine yol açmaktadır. Sağ eğilimli seçmenlerin oylarını muhafaza etmek adına, aşırı sağcı siyasîlerin, özellikle Müslümanları hedef alarak, nefret ve kini körükleyici demeçler verdiklerini ve kimliksel endişeleri sömürmeye yönelik programlar düzenlediklerini gözlemleyebiliz. Bu çarpıcı demeçler arasında Fransa sokaklarında namaz kılan Müslümanlar için “Topraklarımızı işgal ettiler” diyerek Müslümanların Fransa’daki varlığını Nazi işgaline benzeten ve 16 Ocak 2011 tarihinde Ulusal Cephe partisinin liderlik bayrağını, babası Jean Marie Le Pen’den devralan Marine Le Pen’ in son çıkışı bu gelişmeleri teyid etmektedir. Gündemde yer alan bir diğer örnek ise, 18 Aralık 2010 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris’te, “Bloc Identitaire” (Kimlik Bloğu) ve “Riposte Laique” (Laik Missilleme) olmak üzere, aşırı sağcı ve cumhuriyetçi solcu gruplar tarafından düzenlenen “Ülkelerimizin İslamlaşmasına Karşı Uluslararası Kurultay”ın kimliksel endişeleri sömürerek Müslümanları Fransa’nın iç düşmanları olarak lanse etmeleri, siyasî arenada önemli bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor. Müslümanların siyasîler tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılmasının bir ilk olmadığı, Fransız siyasî pratiklerinde bir gelenek haline geldiği ve bu tutumun büyük bir olasılık ile 2012 yılında gerçekleşecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar devam edeceği düşünülüyor. Sonuç Yeni bir araştırmacı nesil tarafından yapılan sosyolojik anketlere göre (Sadek Sellam, Abdellali Hajjat) kamusal alandaki dinî unsurların ve görünürlüğün artması ve aynı zamanda Müslüman teşkilatların farklı ve çok yönlü sosyal faaliyetlerive entellektüel alanda bilimsel üretimlerinin hızla yaygınlaşması, siyasî ve medyatik söylemlerin aksine, bütün bu gelişmelerin Fransız cumhuriyet modeline ve ilkelerine bir tehdit unsuru oluşturmadığını, bilakis, Müslüman nüfus ve vatandaşların ilgili evrensel ilkeleri benimsediklerini ve bu doğrultuda her alanda topluma ciddî ve özverili katkılar sağladıklarını ispat ediyor. Union des Jeunes Musulmans (FranParis Merkez Camii, .devletin tercih ettiği sa Genç Müslümanlar Birliği) kurucusu “İslamî Cemaat” örneğini oluşturuyor olan Yamin Makri,Quelle contribution ci“L’identité nationale ”Ulusal kimtoyenne des associations musulmanes de Franlik” özellikle bu tartışmaya karşı France? (Fransa Müslüman Teşkilatların hansa toplumun tepkisi ve direnci gi sivil katkıları var?) adlı makalesinde, Müslümanların toplumun Üç yıl önce Nicolas Sarkozy tarafından kurulan ve İçişleri Badışında değil, içinde olduğunu, toplumun çok önemli bir parçakanlığı’na bağlı bir kurum olarak kabul edilen, Göç ve Ulusal Kimsını oluşturduğunu, bu ülkenin sorumlu ve bilinçli vatandaşlarılik Bakanlığı’nın, üç yıl boyunca Müslümanların ve göçmenlerin nın arasında yer aldıklarını ifade ederken, artık “uyum” ve “entegrasyon” hayatını zorlaştıracak uygulamalara imza atması, devletin ayrımkavramlarının geçersiz ve “zamanı geçmiş” terimler olduğunu, her cı ve indirgeyici tutumunu sergilemektedir. Bu anlamda ulusal kimfırsatta kasıtlı olarak “Müslümanların entegrasyonunu” gündeme likten sorumlu Devlet Bakanı Eric Besson tarafından ortaya atıtaşımanın kabul edilir olmadığını bildiriyor. Göçmen statüsünden lan ve altı ay boyunca göçmenleri ve Müslümanları hedef alarak, çoktan çıkmış, çoğu Fransa’da doğmuş ve büyümüş olan ikinci ve bu topluluklara sıkıntılı damgalama süreci yaşattıran, “ulusal kimüçüncü nesiller için, siyasîlerin bu kavramları hatırlatmasının malik” tartışması, birçok entellektüel, akademisyen, aktivist ve öğrenciler sum ve mânâsız olmadığını vurguluyor. Devletin kendi vatandaşlarının tarafından tepki almıştır. Fransa’nın gerçek ve öncelikli sosyal ve bir kısmını bütünleşmiş görmemesinin, çok dinli ve çok kültürlü ekonomik sorunlarına makûl ve kayda değer çözümler getiremetoplumunun bu yeni yapısını kabul etmekte zorluk çektiğini gösyen hükümet, bu sıkıntıları ikinci plana atmak için bu tartışmayı terdiğini belirtiyor. Artık entegrasyondan değil, Müslümanların etkin bir yöntem olarak kullanabileceğini düşünmüştür. katılımından ve üretiminden bahsetmeleri gerektiğini vurguluyor. Haksız uygulamaları meşrulaştırmak ve kendi çıkarları doğVe her bilinçli vatandaş gibi Müslümanların da,her türlü ayrımrultusunda kamuoyunu etkilemek adına hükümetin, sorun olmayan cılıkları ihbar etmek, her türlü haksızlıklara karşı direnç göstermek yerlerde tartışma konuları çıkarması, küçük siyasî hesaplar peşinve sosyal dayanışma anlayışını öngören bir vatandaşlık bilincinin de koştuğunu belirgin bir şekilde gösterdi.Yerli olmayan toplumları gelişimine katkı sağlamak için, Müslümanların devlet kurumlahedef gösteren bu kimlik tartışması; göçmenleri ve Müslümanlarında ve karar organlarında artık yer almaları gerektiğini bildiriyor. rı dışlayan ve araçsallaştıran çok basit bir seçim stratejisi olarak yoMakri ayrıca, dinî ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklılıkrumlandı ve verilen tüm tepkiler ve göstergeler bu tip dışlayıcı selara saygı ve hoşgörü ilkesine ters düşen politikalar geliştirerek Cumçim stratejilerinin eskisi kadar etkili olmadığını, Göç ve Ulusal Kimhuriyetin değerlerine sadakatlı olmamakla direnen siyasîlerin lik Bakanlığı’nın istismar ettiği klişelerin ve kalıpyargıların çok ötekarşısında olduklarını açıklarken, ilgili ilkelere sadık kalarak çok dinsinde Fransızların, etnik (ethnicité), kimlik (identité) ve millî duyli ve çok kültürlü yeni Fransız toplumunun ihtiyaçlarına cevap veguların (sentiment national)manipülasyonuna karşı belli bir direnç rebilecek bir siyasî anlayışın oluşumunda ve gelişiminde Müslüve mukavemat geliştirmiş olduğunu gösterdi. manların son derece önemli bir rol oynadıklarını ve oynamaya deİnsan Hakları Ulusal Komisyonu tarafından sürdürülen ve hevam edeceklerini açıklıyor. nüz yayınlanmamış olan yirmi yıllık anketin elde ettiği verilere, Fransa toplumunun, kendi bünyesinde barındırdığı çeşitliliğiartık kabul 1 Sorunların çözümünde, hiyerarşik devlet yapısını öneren, dolayolunda olduğunu ve git gide artan bir oranla bunu benimsediğini yısıyla devletin toplum için alacağı kararların, fertlerin zararına göstermektedir.2000 yılında yapılan ankete katılanlardan %60’ı, Franda olsa, meşru olduğunu kabullenen siyasal-toplumsal düşünce. sa’da “fazla göçmen” olduğunu düşünürken, bugün bu oran % 39’a 2 Burada cemaatleşmeden, Kiliseler gibi, devletin muhatap alacadüşmüştür. Buna paralel olarak, 1992’de Fransızların sadece % 42’si ğı ve kamu organı niteliği taşıyan dinî bir cemaat kastedilmekgöçmenlerin “bir kültürel zenginlik kaynağı” oluşturduğunu söylütedir. yorken, bugün bunu ifade edenlerin oranı %72’e yükselmiştir. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 9 gündem Öteki’nin Hor Görülmesi Friedrich Ebert Vakfı’nın, Avrupa’da İslam Düşmanlığı ve Önyargıları İnceleyen Araştırması Üzerine Yunus Mert • [email protected] Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, modern toplumların en büyük problemlerinden biri olarak hâlâ değişik biçimlerde varlığını korumaktadır. Globalleşen dünyada Doğu- Batı ve Kuzey-Güney arasındaki ilişkiler yeni bir boyut kazanmış, kapitalizmin etkisiyle artan gelir adaletsizliği nedeniyle çevreden merkeze doğru göç artmıştır. Uluslararası göç, yeni bir durum olmamasına rağmen, ulus devletle birlikte ulusal kimlikler de (national identity) kurgulanmış ve halklar arasındaki farklar daha belirgin hale gelmiştir. Modernizmin ürettiği bilim; toplumlar, ırklar ve kültürler arasında temel (essential) farklar olduğunu vaaz etmiş ve bu farkların değiştirilemez olduğunu iddia etmiştir.İşte bugün de Müslümanlarınkültürve dinleri nedeniyle Avrupa toplumlarına entegre olamayacağı kabul edilmektedir. Bu saptama ile, toplumsal problemler sadece bir tarafa yüklenmekte ve sorunu çözmekten ziyade, suçu devamlı göçmenlerde arayan bir anlayış hâkim olmaktadır. Aşağıda detaylı analizini yapacağımız rapor, aslında hakikatin çok farklı olduğunu göstermekte, önyargıların toplumsal ilişkileri belirleyici olduğu Avrupa ülkelerinde problemin öteki boyutunu ortaya koymaktadır. Bu kısa makalede 2011 yılın başında Fridrich-Ebert Vakfı tarafından yayınlanan “Ötekinin hor görülmesi. Hoşgörüsüzlük, önyargılar ve ayrımcılık üzerine bir durum değerlendirmesi” 1 adlı raporu incelemeye çalışacağız. Önce, ırkçılık derken ne demek isteğimizi ve ırkçılığın ne anlama geldiğini kısaca açıklayalım. Irkçılığın en önemli özelliği, toplumlar, etnik kökenler, kültürler, kadın-erkek vs. arasında köklü (esential) biyolojik, genetik farklar olduğu ve bu farklar arasında doğal üstünlüklerin (natural superiority) varolduğu anlayışıdır. Beyazın siyaha, erkeğin kadına, batının doğuya üstünlüğü gibi. Stuart Hall’a göre ırkçılık, farklılıklara (renk, din, dil, etnik köken vs.) vurgu yaparak kişinin kendini diğerlerinden ayırmasıdır. Tabiî, bu şekilde bir sınırlama beraberinde hiyerarşik bir ilişkiyi ve kendini üstün görmeyi getirir. Bu farklar gerçek olabileceği gibi fiktiv (kurgusal) da olabilir.2 Burada bilgi ve güç ilişkisi önemli rol oynamaktadır. Ötekini kurgularken, bilimsel bilgi önemli bir araç olarak bu ayrıştırmayı bilimsel verilerle desteklemektedir. sayfa 10 • Perspektif Klasik Kolonyalizm zamanını hatırlayacak olursak, siyah halkların sömürülmesi ve milyonlarca özgür insanın köleleştirilmesinin temeli, bilimsel argümanlarla meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Buna göre, siyah insan ilkeldi ve Avrupa ile karşılaştırıldığında geri kalmıştı; bu yüzden Avrupa’nın görevi, o topraklara medeniyeti götürmek ve orada yaşayan “ilkel” insanları medenîleştirmekti. Nazi Almanya’sını hatırlayacak olursak, aslında Alman toplumuna iyi bir şekilde entegre olmuş, sanat ve bilim dünyasında önemli görevler üstlenmiş Yahudilerin soykırıma uğramasının temelinde pozitivist bilimin ürettiği bilgi ve tarihsel düşmanlık yatmaktadır. Onlara göre Yahudiler farklıydılar ve Alman toplumu için bir tehlike arzediyorlardı. Ari ırkının en üstün ırk olduğuna inanan Hitler Almanyası, saf ari ırkına ulaşmak ve karışımı engelleyebilmek için kendi vatandaşı olan Yahudileri soykırıma uğratmaktan geri durmamıştır. Avrupa’da yaşanan dünya tarihinin belkide en acı veren kıyımı, aslında ırkçılığın ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ve sonuçlarının nerelere varacağını göstermektedir. Zamanımızda aşırı sağcıların dışında pek de kabul görmeyen bilimsel ırkçılığın (scientific racism), aydınlanma döneminin pozitif biliminin ürünü olarak hâlâ etkileri mevcuttur. Her ne kadar bu anlayış kabul görmese de, ırkçılık değişik formlarıyla varlığını devam ettirmektedir. Fransız Bilimadamı Etienne Balibar’in 90’lı yıllarda ortaya attığı “Kültürel Irkçılık” terimi ırkçılığın dönüşümünü tesbit eder. Irkçılık 80’lerden sonra göçün artışıyla beraber yeni bir boyut kazanmış ve kültürel farklara vurgu yaparak azınlıkların (göçmenlerin) ötekileştirilmesi meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. İdeolojik olarak ırkçılık bugün “Irksız Irkçılık” (Rassismus ohne Rassen) bağlamında anlaşılabilir. Yaşam biçimleri ve kültürlerin farklılıklar ırkçılığın temel ayrım noktasıdır.3 Bunun temelinde Batı medeniyetinin dünyadaki diğer medeniyetlere olan üstünlüğü düşüncesidir. Avrupamerkezci bir anlayışla dünyaya Avrupa’dan bakan batı medeniyeti gelişmişliğin merkezinde batı tipi giyinme, bir batılı gibi yaşama gibi normları önemser. Bu kısa girişten sonra Friedrich-Ebert Vakfı tarafından yayınlanan rapora dönecek olursak yukarıda özetlemeye çalıştığımız durumun çarpıcı örneklerini görebiliriz. Araştırmanın sonuçları Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İtalya, Portekiz, Polonya ve Ukranya gibi sekiz Avrupa ülkesinden elde edilen verilere dayanıyor. Her ülkeden 1000 kişiyle telefon lumunda yaklaşık her iki kişiden biri Müslümanların sayılagörüşmesi yöntemiyle insanların yabancılara, siyahlara, Müsrının çok fazla olduğunu düşünüyor ve bundan rahatsızlık hislümanlara, Yahudilere karşı olan önyargıları araştırılıyor. sediyor. Portekiz haricinde araştırmaya katılanların çoğunluğu Araştırma, Avrupa toplumlarının birçoğunda var olan ırkçı“ Müslümanların talepleri çok fazla” ifadesini doğru buluyor. lığın ne oranda yaygın olduğunu ve hangi toplumsal gruplaAlmanya’da bu oran %54,1 iken İtalya’da %64,7’ye varıyor. rı kapsadığını detaylı bir şekilde belirliyor. Araştırmaya konu Müslümanların İslam dininin en önemli özelliğinin hoşgörü olan gruplar aslında Avrupa toplumlarının normlarına uymayan, olduğu inancının aksine Avrupa’lıların çoğunluğu İslam’ın bir yaşam şekilleri bir şekilde çoğunluktan farklı ve “öteki, yabancı, hoşgörüsüzlük dini olduğu düşüncesini taşıyor. Bu yanlış fikbaşka, normal olmayan” (S.14) olarak algılanan gruplar. rin temeli esasında tarihsel olarak varolan önyargıların günümüz Araştırmaya katılanların yaklaşık yüzde ellisi Avrupa’da çok Avrupa toplumlarına yansımasıdır. Bir bütün olarak İslam’ı fazla göçmen olduğu düşüncesinde. Bu bir ırkçılık olarak dübu şekilde yargılamak gerçeklerden ziyade oryantalizmin de şünülmese de yabancılara karşı varolan önyargıların bir gösürettiği kurgusal bilginin bir ürünüdür. Medya da bu imajı kuvtergesi olarak dikkate değerdir. Ayrıca yaklaşık elli yıl önce başvetlendirmek için ziyadesiyle çaba göstermektedir. Buna gölayan göçle beraber artan göçmen nüfusu hâlâ Avrupa topre “İslam, bir hoşgörüsüzlük dinidir” ifadesini Hollanda halumlarının bir parçası olarak görülmemekte ve yabancı olaricinde diğer yedi ülkeden araştırmaya katılanların çoğunlurak algılanmaktadır. Bu esasında çokça lâfı edilen entegrasğu doğru buluyor. Bu ifadeyi doğru bulanların oranları Holyonun önündeki en önemli engellerden biridir. Kendilerinin landa’da % 46,7 iken, Almanya’da %52,5, İtalya’da %60,4, Poryaşadıkları çoğunluk toplumu tarafından kabullenilmedikletekiz’de %62,2’ye kadar varmaktadır. Araştırmaya katılanlarini gören göçmenler günlük hayatta uğradıkları ayrımcılığında rın genel olarak verdikleri cevaplar Avrupa’lı toplumların Müsetkisiyle bir tepki olarak gettolaşmaklümanları gerçekten tanımadıklarının ta, kendini huzurlu hissedeceği mekânlar da bir kanıtı. Örneğin “Birçok Müslüman, aramaktadır. Daha vahim bir sonuç ise teröristleri kahraman olarak görüyor” araştırmaya katılanların üçte biri farkifadesini sekiz Avrupa ülkesinden kalı etnik kökenler arasında hiyerarşik farktılanların yaklaşık %30’u doğru bulular olduğu inancıdır. Bu da modası geçyor. (Almanya: %27,9, İngiltere % miş olmasına rağmen hâlâ pozitivist, 37,6, Macaristan: %39,3) (S.70) bilimsel ırkçılığın Avrupa toplumlarıAraştırmanın yazarlarından Profesör nın “öteki”ni algılayışında ki etkisini gösAndreas Zick, Avrupa’da özellikle İstermesi açısından önemli bir göstergedir. lam düşmanlığının ve AntisemitizAraştırmanın en çarpıcı sonuçlamin büyük oranda yayıldığını belirtiDie Abwertung der Anderen. rından biri de ırkçılığın düşünce aşayor. Avrupa’nın gelecekte ki beraber Eine europäische Zustandsbeschreibung masında kalmayabileceği tespiti. Öteyaşama tecrübesi açısından aslında zu Intoleranz, Vorurteilen und Diskriminierung ki olarak algılanan göçmenlere karşı var tehlikeli bir durumun tesbitidir bu. Deolan önargılar zararsız bir düşünce ğişik kültürlerin ve halkların birarada olmaktan ziyade düşmanlıkları da beyaşabilmesi için farklılıkların değil orraberinde getirmekte ve şiddet olaytak noktaların öne çıkarılması gereklarıyla da karşılaşılmaktadır. Özelliklidir. Toleranstan ziyade karşılıklı sayle araştırmaya katılanlardan göçmenleri küçük görenler, göçgı (respect) esasına dayanması gereken ilişkiler Avrupa’da yamenlerin entegrasyonuna da karşı çıkıyorlar ve gerektiğinde şayan bütün kültürel grupların beraber yaşayabilmesini sağşiddete başvurabileceklerini de belirtiyorlar. (S.15) layacaktır. Bu genel özetten sonra,araştırmanın özellikle Müslümanları yakından ilgilendiren yanına, yani İslam düşmanlığı sonuç1 Araştırmanın orjinali adı: Abwertung der Anderen. Eine europäische larına bakmakta yarar var. Belirttiğimiz gibi ırkçılık çeşitli formZustandsbeschreibung zu Intoleranz, Vorurteilen und Diskriminierung larla ortaya çıkmakta ve zamanın ruhuna uygun olarak topBahse konu olan araştırmanın detaylarına buradan ulaşılabilir: lumun belli kesimlerini ötekileştirmektedir. Son zamanlarda http://www.uni-bielefeld.de/ikg/zick/Islam_GFE_zick.pdf 2 yükselen İslam düşmanlığı da ırkçılığın değişik bir yansımaBkz. Hall, Stuart (2004): Ideologie Identität Repräsentation. Aussıdır. Araştırmada İslam düşmanlığı (İslamfeindlichkeit)4 olgewählte Schriften IV. Hamburg. 3 Balibar, Etienne/Wallerstein, Immanuel (1990): Rasse – Klasgusu üç ifadeye verilen cevaplarla ölçülmeye çalışılıyor. Örse – Nation. Ambivalente Identitäten. neğin, “Bu ülkede çok fazla Müslüman var” ifadesini doğru Hamburg/Berlin. bulan katılımcıların sayısı %27,1 ve %60,7 arasında değişiyor. 4 Bu ifadenin doğru biçimi „Muslimfeindlichkeit“, yani Müslüman düş(Portekiz: %27.1, Almanya: %46.1) Bu oran Macaristan’da manlığı olarak da düşünülebilir. İslamofobi terimi daha çok Anglosakson %60,7 ye kadar ulaşıyor. Bu bir tesbitten ziyade bir rahatsızülkelerinde yaygın olmasına rağmen, hep aslında bir durumu işaret lığın açıklaması olarak görülebilir esasında. Yani Alman topeder. Andreas Zick, Beate Küpper, Andreas Hövermann A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 1 gündem Milliyetçilik ve Onun Hizmetindeki Sinema madan, milliyetçilik politikalarını meşrulaştırıcı etken olarak görülen sinema üzerinde durulacaktır. İfade edildiği gibi, millet nedir, kimler millet olur veya milletleşmenin tarihi nedir gibi sorular cevaplanması en çetrefilli sorulardır. Önemli sosyal bilimcilerden Benedict Anderson (Imagined Communities, 1991) ‘millet’i egemenliğe dayalı ve sınırlandırılarak tasavvur edilMilliyetçilik uzun dönemdir sosyal bilimcilerin üzemiş siyasî cematler olarak tanımlar. Aderson’nın tarifirinde durduğu, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı ni deşifre edecek olursak şöyle söyleyebiliriz: Toplumkompleks, çetrefilli kavramlardan birisidir. Anlamlandırma lar uluslaşma sürecinde tahdit edilmiştir. Çünkü, bir uluzorluğu sadece meselenin siyasî, sosyal ve kültürel bağsun veya milletin var olabilmesi için diğer ulusların ve larının kuvvetli olmasından değil, milliyetçilik olgusumilletlerin de var olması gerekmektedir. Bir ulus coğrafyasıyla nun milyonlar tarafından hergün heryerde yaşanıyor, payve tarihiyle sınırlıdır. laşılıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Başka bir deİkincisi egemenliğe dayalıdır, çünkü, tarihsel süreci içeğişle, milliyetçilik toplumların ve bireylerin yok sayamayacağı risinde ulus, egemenliğin kaynağı olarak süregelen kadim kadar her zaman ve yerde var olan bir mefhum, olgu ve imparatorlukların yerini alma iddiasıyla tedavüle girmişgündelik seçimdir. Bu olgusallık ve seçim bazen toplumları, tir (bkz. 1648 Vestfalya Anlaşması sonuçlarına). Üçüncüsü, bireyleri birbirine bağlarken zaman zaman da onları birulus, horizontal bir topluluk, cemaat olarak tasavvur edilbirinden ayırır, onları birbirlerinin alternatifi haline somiştir. Her ne kadar bu ulusu oluşturan bireyler hayatlakar. Peki nedir bu toplumlara ve bireylere bu kadar nürında hiç yüz yüze gelmemiş, görüşmemiş, tanışmamış olfuz edebilen, onları mobilize eden şey? Dahası, toplumlar salar da yinede kendilerini kader, kültür, dil, tarih, davra‘millet’ olmayı, ‘milliyetçi’ davranmayı nasıl öğrenir ve nış ve inanç düzleminde aynı veya yakın düşüncelere sane işe yarar bu ‘milliyetçilik’? hip olan bireyler topluluğu olarak göreceklerdir. DolayıBu konu, elbette üzerinde onsıyla bir milletin millet olabilmesi için larca akademisyenin ve düşüzarurî olarak tarih, yani, ‘geçmiş’ birlinürün yıllardır yazıp çizdiği bir ğinin olması gerekmektedir. Böylece, taHer ne kadar ulusu oluşturan konudur. Bu yazıda, bu konu haksavvur edilmiş ‘geçmiş’, bir ulusa milkında yazılanlara ve yazarlara tület olma yolunu açacaktır. Bu milletleşme bireyler hayatlarında hiç yüz müyle ve teferruatıyla değinil(ulus bilincinin ihyası) durumu, Anyüze gelmemiş, görüşmemiş, meden sadece millet ve bir milderson’da tamamen toplumların sözlü tanışmamış olsalar da yinede letleştirme politikası olarak miledebiyattan yazılı edebiyata geçmelekendilerini kader, kültür, dil, liyetçilik üzerinde durulacak. riyle mümkün olacaktır. Mesela Anderson, tarih, davranış ve inanç düzleBuna ilaveten, milletleştirme matbaanın yaygınlaştırılmasını, ulusal politikasının zihinsel oluşumutakvimlerin kullanımını, müzelerin kuminde aynı veya yakın düşünna lojistik destek sağlayan ve toprulmasını, ulusal haritaların yapımını, celere sahip olan bireyler toplumların düşünce ve eylem düngazete ve televizyon gibi iletişim tekluluğu olarak göreceklerdir. yasında sosyolojik şok yaratnolojisinin gelişimini bir milletin kenNecati Anaz • [email protected] sayfa 12 • Perspektif dini millet olarak tahayyül etmesindeki en önemli etkileyici faktörler olarak görecektir. Böylece, iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla (kurumsallaşmasıyla) egemen milletin zamansal ve mekânsal sınırları görülebilir, algılanabilir, ve ‘ben’i ‘öteki’nden ayırt edilebilir hale gelecektir. Bir diğer ifadeyle, egemen kuvvet, önce ‘ulus’u, sonra da o ulusun mekânsal ve zamansal imajinasyonunu üretecektir. Ernest Gellner’in de savunduğu gibi ‘ulus’ değildir devleti ortaya çıkaran; devlettir kendisine bir ‘ulus’ üreten. Türkiye örneğine baktığımızda, cumhuriyetle birlikte yoğunlaşan siyasî-sosyal-kültürel reformların temelinde yatan mantığın, yeni baştan bir ulus oluşturma mantığı ve halka sunulan reformların yeni bir geçmiş zaman üretme projesi olduğunu görürüz. Güneş-dil teorisinden (1930), Türk Tarih Kurumu’ndan (1931) tutun da Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na (1964) kadar devletin resmî her organı, yeni bir ulus oluşturma politikasıyla çalışmıştır. Çünkü cumhuriyetin kurucuları da çok iyi bilmekteydiler ki, Osmanlı gibi heterojen bir siyasî-sosyal yapıdan homojen bir siyasî-sosyal yapıya geçmek kolay olmayacaktı. Öngörülmüştü ki, belki ulus yaratılabilinirdi ancak üretilen ulusun devamlılığı ve egemen kemalist elitin kontrolündeki resmî ideolojinin milletin nazarında meşrulaştırılması ayrı bir ihtisaslaşmanın ve kurumsallaşmanın varlığını gerekli kılacaktı. İşte bu noktada kültür ve eğlence endüstrisinin en önemlilerinden olan sinemanın ikna edici, meşrulaştırıcı ve hatırlatıcı (hatırlatırken unutturucu, eğitirken cahilleştirici) işlevi devreye girecektir. Bağımsızlıklarını yeni kazandığı dönemlerdeki Güney Afrika, Sri Lanka, ve Hindistan gibi Afrika ve uzakdoğu ülkelerinin sinemalarına bakıldığında da görülecek olan şey bunun benzeridir: Elit kültür ve bu elitin kontrolünde yeni bir ulus ve -ulusal sinema üzerindenbu ulus için oluşturulmaya çalışılan efsanelerle, sembollerle dolu bir ‘geçmiş’. Elbette ulusal ve uluslarası çapta neşriyatına başlanılan bu resmî öykülerin halk nezdinde de anlaşılabilir ve hazmedilebilir yönünün olabilmesi için edebiyat, tarih, coğrafya ve vatandaşlık gibi temel bilgilerin de yeniden yapılandırılması ve yazılması gerekecektir. İşte sinema, görsel fonksiyonu ve ikna edici yapısıyla ulus oluşturucuların en önemli ikna edici aygıtı oluverecektir. Gramsci, bir argümanında, toplumların sadece fiziksel güç kullanılarak hegemonya altına alınamayacağını, asıl ve en tehlikeli hegomonyanın ‘ikna’ edilme yoluyla olduğunu savunur. Sinemanın yanında, diğer kitle iletişim araçları (televizyon, radyo, gazete, internet, vb.), okul müfredatları, kültürel etkinlikler, zafer kutlamaları, resmî törenler ve bayramlar, ulusal yaş ve anma günleri, asker alma ve yemin törenleri gibi kitlesel eylemler de ulus olma bilincini aşılayan, yoğunlaştıran ve pekiştiren toplumu ikna edici en önemli faaliyetler arasında yer almaktadır. Örneğin Gramsci, elit sınıfın ürettiği ideolojilerin birbirine benzer sinema filmlerinin ve yukarıda belirtilen kitlesel eylemlerin tekrarıyla toplum nezdinde kemikleşen bir ‘sağduyu’ oluşumundan bahseder. Tekrar edilen ideolojik söylemler, artık genel geçer doğrular oluşturmaya başlar. Bu yüzden, okuma yazma oranının düşük düzeyde olduğu Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin halkına, geniş kitlelere ulaşabilen sinema kültürü gibi etkileyici eğitim ve öğretim aracının pompalanması boşuna değildir. Bundan dolayıdır ki taze rejimler hiçbir zaman sinema gibi alternatif paradigmalarda sunabilen muhalif sinema yapımlarına izin vermezler. Türkiye de Yılmaz Güney filimleri bu yüzden hep yasaklanmış ve sürgünde izlenmiştir. Çünkü “Yol” veya “Minyeli Abdullah” gibi filimler, insanlara resmî ideolojinin ürettiği ulusal nostaljiyi aktarmaktan öte, unutulan ‘öteki’yi hatırlatması bâbından tehlikeliydiler ve yasaklanmalıydılar. Bu bağlamda sinema sadece oturma odalarında veya karanlık tiyatro salonlarında hayatın gerçeklerinden kaçamak olsun diye izlenilen hızlandırılmış fotoğraflar gösterimi olarak değil, bir ulusun siyasal ve kültürel projesinin hikayeleştirilerek -efsaneleştirilerek- beyaz perdeye aktarımı olarak ta okunmalıdır. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 3 gündem Yine İslam Din Dersi sı’nda ve 2008 yılında aynı bakanlık ile yapılan görüşmelerde de gündeme gelmiş, fakat Müslüman temsilciler böyle bir uygulamayı kabullenemeyeceklerini açıkça bildirmişlerdi. Zira bu konsept, Welt am Sonntag gazetesinde Till-R. Stoldt’un da yazdığı gibi, İslamî kuruluşların, anayasada tarif edilen bir “dinî cemaat” olarak kabul edilmesini öngörmüyor. Stoldt, NRW ile İslamî cemaatler arasındaki görüşme sonrasında böyle bir kabulün gerçekleşmeyeceği Almanya, göçmenlikten çıkarak artık yerleşik hale gelkonusunda siyasal partilerin hepsinin de görüş birliğinmiş milyonlarca Müslümanın varlığına rağmen, İslam’ın de olduklarına vurgu yapıyor.1 Almanya’yaait olup olmadığını tartışırken, devletin resİslamî kuruluşları endişelendiren ana konu, NRW mî okullarında İslam din dersleri verme yarışına girmekeyaletinin, anayasal çerçevede İslam din dersleri verilmesine ten de çekinmiyor. Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları imkân tanımak için, din derslerini düzenleyen NRW eyaletler, varlığını bir türlü kabullenemedikleri Müslümanların Okul Kanunu’nun 31. maddesinin yanına geçiçi bir madçocuklarına dinlerini öğretme çabasında bulunuyor. Bu de ekleyerek, eyaletteki okullarda Müslüman çocuklara bağlamda, Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Eyaleti, Şubat ayınİslam din dersleri vermek istemesidir. İslamî kuruluşda, mevcut uygulamayı biraz daha ileriye götürmek istelar (KRM üyeleri) devletin yürüttüğü politika bağlayen bir program açıkladı. Bu programla ilgili bir bildiri Müsmında siyaseten henüz bir dinî cemaat olarak kabul edillümanları temsilen Müslümanlar Koordinasyon Konsemedikleri için, oluşturulacak olan bir Danışma Kuruyi (KRM) üyelerinin de imzasıyla yayınlandı. lu (Beirat)devletle muhatap olacak. Bu geçici süreç sonEğitim Bakanı Sylvia Löhrmann’ın imza attığı bildiri rasında ise KRM üyelerinin fiiliyatta var olan dinî cesonrasında kamuoyundaki algı ile gerçekler arasında ise maat statüsünün devlet tarafından kabullenilmesi ise önemli farklar var. Kamuoyu bildiriyi, Kuzey Ren Vestbelirsiz. Bu da, verilecek olan din derslerinin anayasal falya’da “Anayasa’nın öngördüğü ilkeler” çerçevesinde atıtemellerini, Müslümanları razı ederek by-pass etme anlan önemli bir adım olarak değerlendirmeye başladı. Falamına geliyor. Bu anayasal dayanağın böylece aşılması kat yine de, bildiriye imza atıp programı destekleyecekise, pratikte, devlet kurumlarının lerini bildirmelerine rağmen KRM dini şekillendirmeye çalıştığı bir duüyelerinin endişeleri de bertaraf rumu ortaya koyacaktır. Ki bu da, edilmiş değil. Aslında ortak imzalı İslamî kuruluşları endişelendiönemli bir anayasa hukuku probaçıklama, konu ile ilgili olarak Müsren ana konu, NRW eyaletinin, lemi doğuracaktır. lüman cenah ile bakanlık arasındaanayasal çerçevede İslam din Almanya Anayasası’na göre, ki ihtilafı tesbit ediyor. dersleri verilmesine imkân taokullarda verilecek olan din dersleAslına bakılırsa, Kuzey Ren nımak için, din derslerini dürinin içeriği, dinî cemaatlerin düsVestfalya Eyaleti’ndeki Sosyal Dezenleyen NRW Okul Kanuturlarına göre belirleniyor. NRW’de nu’nun 31. maddesinin yanına mokrat-Yeşiller koalisyonunun bu planlanan geçici bir düzenleme ile geçiçi bir madde ekleyerek, yeni çalışması Hristiyan Demoeyaletteki okullarda Müslüman bu ilke, Müslümanlar için askıya alıkratlar’ın programının yalnızca günçocuklara İslam din dersleri nıyor. Dolayısıyla, dinler karşısında dem takvimine alınmış olmasınvermek istemesidir. tarafsız olması gereken devlet, İslam dan ibaret. Dahası, bu yöndeki bir dini söz konusu olunca, taraf haline çalışma 1. Alman İslam Konferanİlhan Bilgü • [email protected] sayfa 14 • Perspektif KRM üyeleri ve Bakanlık ortak bir açıklama yaptı gelmiş oluyor. Kısacası İslam, hukuken diğer dinlerle eşit görülmüyor. Hâlbuki, devletin dinler karşısındaki tarafsızlığı/nötraliteliği İslam dini ve Müslümanlar için de geçerli olmak durumundadır.2 Anayasanın dinler arasındaki bu eşitlik ilkesinin siyaseten ve fiilen kabullenilmemesinden dolayı, Müslümanların, İslam din dersleri konusundaki endişeleri de ortadan kalkmayacaktır. Zaten aynı eyalet, çok sayıdaki okulda Müslüman çocuklara, anayasaya tam ters bir şekilde geçici proje adı altında on senedir İslam din dersi vermektedir. Her ne kadar, hükümetle muhatap olmak üzere NRW’de oluşturulacak olan Danışma Kurulu üyelerinin KRM onayı ile tesbit edileceği ortak açıklamada vaad edilmiş olsa da, anayasal güvenceden yoksun olacak bir uygulama, devletin, Müslümanların din anlayışına müdahale imkânını da kolaylaştıracaktır. Müslümanların endişelerini izah etme bakımından, bu arada, devlet okullarındaki din dersleri uygulamasındaki geçerli kuralları da değerlendirmekte fayda vardır. Almanya’da din dersleri, aynı dinî anlayışa sahip üyelerin oluşturduğu dinî cemaatler ile birlikte verilir. Öğretmenler de öğrenciler de, dinî cemaatin dinî anlayışına sahip biri olarak bu dersleri verir ve katılırlar. Müfredat bakanlık ile dinî cemaatin prensiplerine göre düzenlenir; fakat, burada devlet, dinî konuların içeriğine müdahale etmez. Dolayısıyla, devlet veya okul, müdahil taraf değil, anayasaya göre verilecek olan din derslerine uygulama imkânlarını sunan ve icrasını yapan bir organdır. NRW’nin yeni programında, devletin İslamî kuruluşları dinî bir cemaat olarak kabullenmesi söz konusu olmadığına gö- re, burada sayılan geçerli kuralların pratiğe dökülmesinde oluşacak olan problemlerde, devleti kurallara uymaya zorlayacak hukukî bir dayanak da söz konusu olmayacaktır. Üstelik Bakanlık, KRM üyesi İslamî cemaatlerin, din derslerinin verilebilmesi için zorunlu şart olan dinî cemaatlik statüsünü de kabullenmek istemiyor. Bakanlık bu kuruluşları sadece, dinî cemaat olma yolunda olan kuruluşlar olarak görüyor. Bu da, okullardaki din derslerinde Müslümanların din algısının dikkate alınmayacağı yönündeki endişelerimizi artırıyor. Bu şekilde derin anayasal problemlerin yaşanma ihtimali olan bir projenin uygulanması, Müslümanların da devlete olan güvenini sarsacaktır. Zira Müslümanlar, devletin gerekli görmesi halinde, ileride daha hangi alanlarda ne kadar istisnaî bir hukukî zemin hazırlayıp hazırlamayacağından emin değildir. Çünkü, yabancılar, güvenlik politikaları, helâl et kesimi ve hayvanları koruma yasası gibi pek çok alanda, genel geçer hukukî kuralların Müslümanlar aleyhine hükümler getirecek şekilde değiştirilmesi örnekleri ortada iken, Müslümanların bu ülkeye ait olduğunu kabullenemeyen CDU’nun programının uygulunmasından öteye gitmeyen bu yeni programın Müslümanlara güven telkin etmesi mümkün değildir. 1 http://www.welt.de/print/wams/nrw/article12798175/EineChance-fuer-den-Islam.html 2 http://www.faz.net/s/RubCF3AEB154CE64960822FA54 29A182360/Doc~EB5E4E252433E45E9BCADAE2F6002BCA 7~ATpl~Ecommon~Scontent.html A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 5 teşkilat Dış İlişkiler Eğitim Kursu başladı gulamaların yapılacağını, ayrıca 3 çalışma grubu oluşturularak uygulamalı derslerin de yapılacağını belirtti. Kurs, IGMG Gençlik Teşkilatı ve IGMG Kadınlar Gençlik Teşkilatı ile işbirliği içerisinde organize ediliyor. Bu sebeple, Gençlik Teşkilatı Başkanı Mesud Gülbahar ve Kadınlar Gençlik Teşkilatı Başkanı Nurcan Ulupınar da yaptıkları kısa konuşmalarla katılımcıları selamladılar. İslam Toplumu Milli Görüş’ün yeni başlattığı Dış İlişEğitim seminerinde DİEK organizesinde görev alan Gençkiler Eğitim Kursu’nun (DİEK) ilk toplantısı geçtiğimiz lik Teşkilatı ve Kadınlar Gençlik Teşkilatlarından Oshafta sonu yapıldı. Almanya’nın farklı bölgelerinden yakman Yusuf ve Ayşe Aslan da yer aldı. laşık 50 katılımcı ve misafir dinleyicinin hazır bulunduğu Hafta sonu gerçekleştirilen kursun programda, İslam’ın kaynaklakonusu, “Kaynaklar Sorunu: Kaynakrı ve bu kaynakları anlama soların Işığında İslam” idi. Bu bölümde runları üzerinde duruldu. Kurs, IGMG Gençlik Teşkilatı Sebahat Köse, Kur’an’ın vahyi ve SünDİEK’in Genel Sekreterlik net’in toplanma sürecini anlatan bir bünyesindeki sorumlularından ve IGMG Kadınlar Gençlik sunum yaptı. Genel anlamda vahyin Ali Mete, katılımcılara, bir yıl süTeşkilatı ile işbirliği içerisinbaşlangıcı ve gönderilme şekillerinin recek olan kursun içeriği ve de organize ediliyor. Bu seele alınmasının ardından, özel olarak amacı hakkında bilgi verdi. Mebeple, Gençlik Teşkilatı Başda Kur’an’ın vahyedilmesi üzerinde dute, buna göre 10 haftasonu kanı Mesud Gülbahar ve Karuldu. Köse, bu bağlamda, Kuran’ın Peyprogramı yapılacağını, fikhî ve gamberimize üç şekilde vahyedildiğini, akidevî konuların yanı sıra Avdınlar Gençlik Teşkilatı Başbunların ise rüyada, kalbe doğrudan rupa’da İslam’ın tarihî gelişimikanı Nurcan Ulupınar da biindirilmesi ve Cebrail’in gelerek Peynin değerlendirileceğini, hitabet rer konuşma yaptı. gamberimize vahyi bizzat iletmesi iletişim gibi bazı konular da uy- sayfa 16 • Perspektif şeklinde olduğunu anlattı. Köse, “Özellikle okuma ve yazma bilmeyen bir toplumda sözlü olarak aktarım çok önemliydi” şeklinde konuştu. İlk konu Kuran’ın toplanması ve biraraya getirilmesinin anlatımı ile son buldu. İkinci bölüm ise hadislerin sözlü olarak aktarımı ve toplanması ile ilgili idi. Daha sonra ise Hadis ilimlerinin çok dikkatli bir araştırma sonucunda geliştirilmesi konusunda bir sunum yapıldı. Toplantı, Amina Erbakan’ın “İslam Kaynaklarının Farklı Yorumları” başlıklı sunumu ile devam etti. Erbakan, Allah’ın birliğini (Tevhid) anlatan bir girişin ardından, insanın yaratılmış (mahluk) olması özelliği ve Kur’an’da hidayet düşüncesini anlattı. Özellikle İslam toplumunun içerisindeki fikir ayrılıklarının bir eksiklik değil, zenginlik olarak görülmesi gerektiğine değinen Erbakan, “Kur’an’ın kendisinin tek ve çok anlamlı ayetler ihtiva ettiğine” vurgu yaparak, tefsir yapma ve anlam verme yetkisinin sadece kendinde olduğunu öne sürmenin tehlikeli olduğunu, farklı yorumların yararlı ve gerekli olduğunu anlattı. Toplantının son bölümünde ise Mehmet Genç’in İslam’da mezhepler konusunda yer yer karşılıklı müzakere şeklinde gelişen bir sunumu oldu. Bu bölümde Şeriat ve Fıkıh gibi temel kavramların ne anlama geldiği anlatıldı. “Şeriat kanun kitabı değildir. Mesela, belli maddelerin aranıp bulunabileceği Medeni Kanun Kitabına benzemez” diyen Genç, “Şeriat kelimesini duyanın aklına hemen ceza geliyor. Halbuki Şeriat çok daha geniş bir alanı ihtiva ediyor” dedi. Konuşmasının devamında Mehmet Genç, mezheplerin oluşum sebepleri ve faydalarını anlatırken, konunun bu bölümünde karşılıklı olarak, bir kısmının taraf, bir kısmının da muhalif olduğu aktif bir münazara gerçekleştirildi. Bunun üzerine katılımcılardan biri “bir mezhebe mensup olmanın, Müslümanın günlük hayatını kolaylaştırdığını” hatırlattı. Sunumların sona ermesinin ardından, DİEK toplantısının ikinci gününde katılımcılar, “Camide Dış İlişkiler Çalışması”, “Dış İlişkiler Çalışması ve Medya” ve “Dış İlişkiler Çalışmalarında Metin Yazma” başlıkları altında oluşturulan üç çalışma grubundan birini tercih ederek uygulama yapma imkânı buldular. Dopdolu geçen bir haftasonunun ardından katılımcılar memnun bir şekilde evlerine döndüler. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 7 teşkilat Deprem ve Tsunami Japonya’yı sarstı IGMG Libya ve Japonya’ya Yardım Yapıyor IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Japonya’da deprem ve tsunami felaketleri, Libya’da iç çatışmalar nedeniyle mağdur duruma düşen insanlara nakdî yardım yapılacağını açıkladı. Karahan, ‘‘Japonya’da yaşanan deprem ve tsunami felaketlerinin yol açtığı can ve mal kaybına dünya kamuoyu yakından tanık olmuştur. IGMG olarak Japon halkının acısını paylaşıyor, geçmiş olsun ve başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz’’ dedi. Fukushima Nükleer Santrali’nde felaket sonrası yaşanan radyasyon sızıntısına da dikkat sayfa 18 • Perspektif çeken Karahan, hasarın bir an önce giderilmesini beklediklerini belirterek IGMG’nin deprem ve tsunami mağdurlarına nakdî yardımda bulunacağını belirtti. Açıklamasında Libya’daki iç çatışmalara da değinen Yavuz Çelik Karahan, çatışma nedeniyle bölgeyi terketmeye çalışan insanların sınırlarda yaşamaya başladığını hatırlattı. Karahan, ‘‘Mağdur duruma düşen bu insanlara yardım elini uzatmamız gerekir. Bu sebepten dolayı IGMG camiası olarak bölgeye nakdî yardımda bulunacağız‘‘ dedi. gündem KGT İdareciler Günü 28 Mayıs’ta Yapılıyor IGMG Kadınlar Gençlik Teşkilatı İdareciler Günü 2011 hazırlıkları devam ediyor. ‘‘Ümit Sizlerin İçinde! Ümit Sizsiniz!’’ sloganı altında IGMG Kadınlar Gençlik Teşkilatı 28 Mayıs 2011 tarihinde Essen’de, İdareciler Günü’nü gerçekleştirecek ve yüzlerce genç idareci bayanı bir araya getirecek. Paris, Berlin, Brüksel, İtalya ve Viyana gibi onlarca IGMG bölgelerinden topluma hizmete gönül veren genç idareci bayanlar İdareciler Günü’nde bir araya gelecek. Gönüllü bayan gençler, “Ümit Sizlerin İçinde! Ümit Sizsiniz!’’ söyleminden hareketle ümidin her bir ferdin kendi içinde olduğunu ve ümitvar tutumla birçok güzel hedeflere varılabilineceği mesajını yeniden hatırlamak ve genç idarecilere yeni vizyon ve motivasyon vermek için buluşacaklar. Fransa, Avusturya, İngiltere, İtalya ve Norveç gibi farklı Avrupa ülkelerinden davet edilen genç idareciler aynı heyecanı paylaşacak ve birbirlerinin tecrübe ve bilgi- lerinden istifade etme imkânı bulacak. Çok dinli ve çokkültürlü toplumlarda yaşayan gençlerimiz, Avrupa toplumunun birer ferdi olarak topluma ne gibi katkılarda bulunabilecekleri ve gençlere nasıl faydalı olabileceklerini konuşacaklar. Ayrıca bu büyük buluşma için ‘Hayırda Yarışın’ hadisi doğrultusunda Kadınlar Gençlik Teşkilatı, IGMG Sosyal Yardım Derneği aracılığı ile bir hayır kampanyası da başlatmıştır. Bu kampanya ‘Katarakt’ göz ameliyatı kampanyasıdır. 50 Euroluk bir bağış ile fakir ülkelerde görme özürlülere göz ameliyatı imkânı sağlanacaktır. En fazla katarakt bağışı toplayan ilk üç bölge, İdareciler Günü’nde ödüllendirilecektir. Program çerçevesinde tiyatro, kum sanatı ve farklı fotoğraf sergileri de olacaktır. Programa ayrıca siyaset ve bilim dünyasından farklı konuşmacılar katılacaklardır. Geniş bilgi için www.igmg.kgt-ida.org sitesine bakılabilir. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 9 irşad Hadis Literatürü’nün Oluşumu (sav) bu tavrıyla kendi sözlerinin henüz sona ermemiş vahiy ile karıştırılmasını da engellemek istemiştir. Vefatının ardından Peygamberimizin (sav) ashabından bazıları O’nun sözlerini, davranışlarını, hatta sadece tasdik ettiği bazı konuları da kaydetmişlerdir. Peygamberimizin hayatı ile ilgili rivayetler üzerinden bize ulaşan “bilgilere” Arapça’da “Hadis” adı verilmiştir. Peygamİslam dininin temel ve en önemli iki kaynağı Kur’an berimizin (sav) hayatının hiçbir dönemi yoktur ki, ve Sünnet’tir. Kaynakların birincisi Allah’ın (cc) vahyi Müslümanlar o dönemle ilgili hadis rivayet etmemiş ol(Kelamullah) olan Kur’an, Peygamberimize (sav) 23 sesunlar. Bununla birlikte, kednisinden sadece ailesinin rine zarfında indirilmiştir. Allah’ın kelamı olarak Kur’an, vayet ettiği hadisler de vardır. insanlara hidayet yolunu göstermek için indirilmiş ve güHadis rivayetleri ile daha geniş bir şekilde kavrayanümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan ulaşmıştır. bildiğimiz Peygamberimizin (sav) Sünneti, İslam’ın Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’inde, Peygamberimizi (sav) ikinci kaynağıdır. Sahihliği tartışılmaz olan Kur’an’dan bizlere örnek olarak bizzat kendisi göstermektedir.1 Bu farklı olarak, bazı hadislerin sahihliği meselesi yüzyıllar anlamda Peygamberimizi, “yüboyunca bu alanda ilim dallarının rüyen Kur’an” ya da “yaşayan Vaoluşmasına vesile olmuştur. Bu ilimhiy” olarak görmekte bir beis yokler rivayet edilen her hadisin sahihlitur. Peygamberimizin (sav) Sünğini araştırma ve onları konularına göPeygamberimizin (sav) örre sınıflandırma amacı ile yola çıkneti, Müslümanların hayanek hayatı, Müslümanların hamışlardır. tında birçok açıdan büyük yatı için bir ölçü olmuştur. Bu açıPeygamberimizin (sav) Sünneti, önem arzetmektedir. Örnedan bakıldığında PeygamberiMüslümanların hayatında birçok açığin ibadetlerin ayrıntılarına mizin (sav) hayatı ile ilgili dan büyük önem arzetmektedir. Örmümkün olduğunca çok şey bilneğin ibadetlerin ayrıntılarına ilişkin ilişkin bilgilerin çoğunu sameye, bildiklerimiz yaşamaya bilgilerin çoğunu sadece hadislerde buldece hadislerde bulmak ve aktarmaya çalışmak çok domak mümkündür. Namazların nasıl kımümkündür. Namazların nağal bir hedeftir. lınacağını, abdestin alınma şeklini sıl kılınacağını, abdestin Peygamberimiz (sav), haPeygamberimizin (sav) hayatından öğalınma şeklini Peygamberiyatta olduğu dönemde sözlerireniyoruz. Peygamberimizin (sav) nin yazıya geçirilmesine izin vefatının ardından, gerekli görülerek, mizin (sav) hayatından öğrevermemiştir. Buna o dönemde küçük boyutta da olsa hadisler topniyoruz. gerek de yoktu, sözlü aktarım yelanmıştır. Biraraya getirilen bu hadisler terliydi. Ayrıca Peygamberimiz 9. yüzyıla gelindiğinde büyük hadis külMehmet Genç • [email protected] sayfa 20 • Perspektif Kütüb-ü Sitte esasen, yüzbinlerce hadis arasından seçilmiş ve belli bazı kriterlere göre sınıflandırılarak oluşturulmuş binlerce hadisi ihtiva eden altı tane kitaptır. Sünnîler bu kitapta yer alan hadisleri sahih olarak kabul ederler. liyatlarının oluşmasına kaynaklık ettiler. Hadis külliyatları da biraraya getirilirken farklı hadislerin içerikleri dikkate alınarak belli konularda farklı bölümler oluşturuldu. Bu da sözkonusu eserlerin kullanımını kolaylaştırdı. Sünnetin öneminin farkında olan İslam alimleri, İslam’ın yayılması ile de ortaya çıkan sorulara, kaynaklarda cevaplar bulma sürecinde, dağınık bir manzara arzeden hadisleri düzenli bir şekilde, konularına ayırarak biraraya getirme çabasına giriştiler. Bu verimli çalışmaların sonucunda en meşhur Hadis Külliyatı olan ve altı kitap anlamında “Kütüb-ü Sitte” meydana gelmiştir. Kütüb-ü Sitte esasen, yüzbinlerce hadis arasından seçilmiş ve belli bazı kriterlere göre sınıflandırılarak oluşturulmuş binlerce hadisi ihtiva eden altı tane kitaptır. Sünnîler bu kitapta yer alan hadisleri sahih olarak kabul ederler. “Kütüb-ü Sitte” kavramsallaştırması muhtemelen ilk olarak 10. yy’da bilmeyenlere hadislere ulaşmak için sahih kaynak olarak tavsiye edebilmek için kullanılmıştır. Bu ad zamanla “sahih hadis”in eşanlamlısı haline gelecektir. Kütüb-ü Sitte’nin içindeki altı kitaptan en tanınmış ve güvenilir olanı Buharî’ye (öl.869) ait olanıdır. Eserin kendisi çoğunlukla yazarın ismi ile anılmaktadır. Buharî, eserine sahihliği en kesin olan hadis rivayetlerini almaya gayret göstermiştir. Almanca’da da bu eserin tercümeleri kısmen de olsa vardır. Hadis rivayetleri, iman, namaz, oruç, zekat gibi, farklı bölümlere ayrılmıştır ve bu okuyuculara aradıkları konulara kolayca ulaşabilme imkânı sağlamaktadır. Buharî’nin her konuda rivayetleri ihtiva eden bu kap- samlı eserinin yanı sıra, sadece belli konulara dair hadis külliyatları da hazırlanmıştır. Örneğin Heraitî (öl. 939) sevgi ve muhabbet konularındaki hadisleri biraraya getiren bir eser hazırlamıştır. Heraitî eserine sadece Peygamberimizden gelen rivayetleri değil, O’nun ashabı ile ilgili rivayetleri, hatta meşhur alimlerle ilgili rivayetleri de almıştır. Kendisi farklı Arap şairlerinin şiirlerine de eserinde yer verilmiştir. Sözkonusu hadis külliyatları Müslümanlara, hem Peygamberimizin hayatını ve hem de yaşadığı dönemi tasavvur edebilme imkânı vermektedir. Bu külliyatların çoğunun hali hazırda farklı dillerde baskıları da mevcuttur. İlgilenen herkes geniş bir önbilgiye sahip olmaksızın bu eserlerden istifade edebilir. Bize göre şimdiye kadar bu eserlere yönelmeyenler, gayret edip hadis külliyatlarından istifade etmelidirler. 1 “Kim Resûl´e itaat ederse Allah´a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisa Suresi, [4:80]), “Bunlar, Allah´ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah´a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur” (Nisa Suresi, [4:13]), “Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini ayırdeder. O halde Allah´a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder, takvâ sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır” (Ali İmran Suresi, [3:179]) A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 1 toplum Cenazesi Türkiye’yi Birleştirdi Muhalefetinden iktidarına, devletin en üst düzey katılımı ile milyonlar Prof. Dr. Erbakan’ı dualarla uğurladı 27 Şubat 2011 Pazar günü bu dünyaya veda ettiğinde herkesin dilinden “İnna li’llahi ve innâ ileyhi raciun” ayeti döküldü: “Şüphesiz, Allah’tan geldik ve mutlaka ona geri döneceğiz.” Hüzün içinde, ama tevekkülle. Çünkü, “Küllü nefsin zaikatü’l Mevt: Her canlı ölümü tadacaktır” emri ilâhîsi karşısında, her insanın, tesbit edilmiş ecelinden öte gidemeyeceği hakikati ile o da yüzleşmişti. Dillerden dökülen ikinci cümle ise: “Allah rahmet eylesin!” duası olmuştu; bir Müslümanın “kardeşi”ne yapacağı en son vazifenin ilk adımı olarak. Cenazesi için, devlet töreni istemediğini vasiyet etmişti. Yakınları ve sevenleri bu vasiyete uyulacağını bildirince, daha önce görev yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Başbakanlık da bu vasiyete uydu. Protokol gereği, Cum- sayfa 22 • Perspektif hurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Milletvekilleri, muhalefet partilerinin liderleri. Genel Kurmay Başkanı ise özel törenli bu cenazede yer almayacaktı. Nitekim, Ankara’da böyle bir “tören” olmadı. Onun yerine, millet indinde büyük bir gönül sultanı olan Hacı Bayram Camii’inde, sabah namazını müteakiben cenaze namazı kılındı. Defnedileceği İstanbul’daki Merkezefendi Kabristanı’na götürülmeden önce de Fatih Camii önünde cenaze namazı kılınacaktı. Dünyanın pek çok beldesinde de gıyabî cenazı kılındı. Asıl son görev, Fatih Camii önündeydi. Fakat, Fatih Camii avlusu doldukça çevre sokaklar ve caddeler de doluyor, millet “Hoca”sına karşı son görevini yerine getirmek için akın akın gelirken, devlet de cenaze namazında saf tutuyor, yerini alıyordu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Milletvekilleri, muhalefet partilerinin liderle- Milleti ile olmak istedi; millet de son yolculuğunda onu yalnız bırakmadı ri, Genel Kurmay’ı temsilen 1. Ordu Komutanı, Bakanlar, üst düzey bürokratlar da “resmî tören”e değil de, milletin arasına girerek, birer fert halinde son görevlerini eda ediyordu. Böylece o, devlet töreni istememekle, devleti, milleti ile kaynaştırıp, onları, kendisine karşı milletin son görevine dahil etmiş oluyordu. Muhalefetiyle, iktidarıyla, sağcısı, solcusuyla, tüm siyasal partiler, yazarlar, çizerler artık bir noktada birleşmiş, merhum Erbakan, devleti ve milleti birleştirdiği gibi farklı partileri de bir noktaya çekerek, hayır ve dualarla anıldı. Cenaze öncesi ve sonrasında askerî kanadın, başka bir siyasal lidere göstermeyip Erbakan Hoca’ya gösterdiği bu son vefa örneği, Hoca’nın, neredeyse bir askerî darbe ile devrilmek istendiği, ülkenin bir kaosa sürüklendiği ve başbakanlığı bırakmak zorunda kaldığı 28 Şubat sürecindeki “mâkul” tutumunu da ibra etmiş oldu. Hele, vefatından bir gün sonrasının ve defin gününden bir gün öncesinin “28 Şubat” diye bilinen o kaos günlerinin yıldönümü olması, Genel Kurmay’ın başsağlığı yayınlaması ve cenazeye 1. Ordu Komutanı’nı göndermesi, Hoca’nın en muhaliflerince dahî takdir edildiğini göstermekteydi. Hayatta iken siyasî rakipleri olan tüm siyasal parti liderleri, taziyelerini sundu; çoğu partiler, programlarını yarıda kesip, aileye ve camiaya başsağlığına geldi.Herkes, artık onu gerçekten de hayırla anıyordu. Uzun yıllar çok ateşli tartışma ve konuşmalarını yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi partisi Meclis’te olmasa bile onun için tarihinde rastlanmayacak şekilde özel anma oturu- mu düzenliyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Barış ve Demokrasi Partisi mensupları bu oturumda, onu hep hayırla yad etti. Cenazeye, Türkiye’deki tüm siyasal parti liderleri katılarak, vefa örneği gösterdi. Katılmayan yalnızca iki parti lideri vardı. Birisi Cumhuriyet Halk Partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu, diğeri ise, Barış ve Demokrasi Partisi lideri Selahattin Demirtaş. Kılıçdaroğlu yurt dışında idi, ama, temsilcisi ve eski başkanı ve Hoca’nın Bakanlar Kurulu’ndan arkadaşı Deniz Baykal vardı. Kılıçdaroğlu Hoca’nın vefatını, “Türk siyasetinden bir çınar devrildi” şeklinde değerlendirmişti. Selahattin Demirtaş ise yine bir temsilci göndermiş, fakat Meclis konuşmasında, “Sayın Erbakan’ı millet selamlıyor, millet uğurluyor. Ama ona, özellikle 28 Şubat’ta çektirenlerin ise adı sanı anılmıyor” diyerek anmıştı. Basın ve medya dünyasının ünlüleri, “Hoca’yı gerçekten de özleyeceğiz” derken, bu arada yalnızca bir kaçı, milletin ve devletin Erbakan Hoca’yı takdir etmesine şaşmaktan da uzak kalmadı. Fakat bunu, tahttan indirilen Abdulhamid’in cenazesine benzetenler de oldu. “Öyle bir hazîn cenaze merasimi tertib olunmuştu ki, yüzbinlerin, milyonların katılımı karşısında onu deviren İttihadçı’lar bile şaşırmışlardı.. Hattâ, onlardan Tal’at Paşa’nın, karşılaştığı bu müthiş ilgi karşısında görüşlerini etrafına, ‘Halkın sevgisi böyle idiyse, o zaman bizim yerimiz neresidir?’ dediği nakledilmiştir,” hatırlatması yapanlar da. Allah, Hoca’mıza ganî ganî rahmet eylesin! A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 3 toplum “Kent Dindarlığı” tan’da… Ve İslam’ın ortaya çıktığı dönemde, daha ziyade şehirliler, medeniler tarafından kabul gördüğü bilinen bir gerçekti (?). Bu göçler sonucunda, din (diğer ideolojiler gibi) tutunamayanların hayata tutunma aracı oluyor ve akabinde din siyasallaşıyor. Yani dinin daha önce siyasal herhangi bir yönü yok iken, 1950’li yıllarda bu göçler ve dine bir araç olarak bakılması sonucunda din siyasallaşıyor. (Yeri gelmişken, kitabın ileriki bölümlerinde zikredilen, Mehmet Altan’ın, 1950’lerden sonra ve zoraki göç laik Cumhuriyet’in, tıpkı Batı gibi Müslümanlığı bilmediği sonucu doğan varoşların ve varoş kültürünün ortaya çıve tanımadığı için dine ve dindarlara karşı takındığı ürkardığı sorunların, dini doğru anlama ve yaşamada teşkek tutumu ve bu tutumun ortada hiçbir şey yokken, dikil ettiği engelleri merkeze aldığı ve dini nasıl doğru annin siyasallaşmasına nasıl da gereksiz yere katkıda bulayıp yaşayacağımıza dair önerilerini sunduğu kitabı Kent lunduğu eşsiz tespitini(?) hatırlatalım). Yazara göre çöDindarlığı, yazımızın (eleştirilerimizin) konusunu oluşzüm ise, dini siyaset dışına çıkarmak ya da dindeki siyasal turuyor. Yazarın Türkiye özelinde ele aldığı sorun ya da kimi öğeleri ayıklayıp onu bir kültür olarak algılamak ve sorunların, 1960’lardan sonra başlayan yurtdışına göç ve onu bireysel bir iç aydınlanma aracı kılmak, ki yazara göberaberinde getirdiği sorunlarla büyük ölçüde paralelre din zaten özünde budur. Kemalizm artık hatasının farlik arz ediyor olması konunun Avrupa’daki (ya da Avkına varıp, aslında olmadığı halde ona siyasal bir kurummuş rupalı) Türkler açısından da ele alınmasını elzem kılıgibi muamele etmeyi bırakırsa ve dindar köylüleri yor. ‘‘adam’’ yerine koyarsa, kimse dini siyasallaştırmayacak, Yazar sosyolojik analizine (?), İslamiyetin, Şeyh onu siyasi rant aracı olarak görmeyecek, sıkıntılarını din Galip’ten Taliban’a nasıl geldiği sorusuyla başlıyor. üzerinden ifade etmeyecek, din normalleşecek ve olması Bulduğu cevap ise, ‘‘eskiden Müslümanların ağırlığı kentgereken yere tekrar geri dönecektir. Burada yapılan ve lerdeyken zamanla kırlara kayması’’ oluyor. Bu nasıl bir kitap boyunca tekrarlanan temel hatalardan biri, ‘‘köysoru, İslamiyetin Şeyh Galip’ten Taliban’a gelmesi ne delülerin’’ dinlerine daha sıkıca sarılmalarının sosyolojik mek diyecek oluyoruz, yazar maksadını müteakip cümya da sosyal psikolojik sebepleri ve sonuçları üzerinde lelerde daha açık kılmaya çalışıyor; Müslümanların şegerektiği kadar (ve gerektiği gibi) durulmadan, böylehirlerden köylere/kırsala (geri) göç etmesiyle (olsa gesi bir pozisyon alışın dinin siyasallaşması olarak yaftarek?), Müslümanlık da Şeyh lanması. Galip ince(lmiş)liğinden Taliİçerikleri tam anlaşılmayan, Külban hoyratlığına kayıyor. İlerleyen türel İslam-Siyasal İslam karşıtlığı sayfalarda İngiltere, Almanya, (tıpkı ya Taliban ya da Şeyh Galip anTürkiye gibi ülkelerin kronololayışı karşıtlığı gibi) kitap boyunca karjik olarak şehirleşme oranları, şeİçerikleri tam anlaşılmayan, şımıza çıkıyor. O yüzden burada bir hir nüfusları veriliyor ve anlıyoruz parantez açıp, siyaset ile İslam’ın yan Kültürel İslam-Siyasal İslam ki, Türkiye’de ancak 1950’lerden yana getirilerek bir tamlama oluştukarşıtlığı (tıpkı ya Taliban ya sonra Müslüman ağırlığı tekrar rulabilip oluşturulamayacağı ve İsda Şeyh Galip anlayışı karşıt(?) şehirlere kayıyor, tıpkı eskilam’ın kültürel ve siyasal kategorilelığı gibi) kitap boyunca karşıden olduğu gibi (?), zira yazara rine ayrılıp, o şekilde anlaşılıp anlaşıgöre eskiden Müslümanların lamayacağı üzerinde düşünmeye çamıza çıkıyor. ağırlığı kentlerdeydi, Arabislışacağız. Yunanca politiká en geniş antan’da, Türkiye’de, Afganislamıyla, birlikte yaşayan (yaşamak Ahmet Faruk Çağlar • [email protected] sayfa 24 • Perspektif zorunda olan insanların), birlikte Protestan ahlâkının sadece içsel ayyaşayabilmek için metodik, teodınlanmayı önemseyen, dünyevi çırik, pratik bir takım kurallar koyması kar (ya da kâr)dan uzak, kültürel Hıolarak tanımlanıyor. Bizdeki kulristiyanlık anlayışıyla mümkün ollanımıyla siyaset, (Arapça s-y-s kömuştur... Benzeri karşılaştırmalar künden) yine toplumsal işlerin dükitap boyunca devam ediyor: Kilizenlenme ve yürütülmesi anlamıse mensubu din adamları bunca na geliyor. Bu noktada sorulması geönemli buluşa imza atmışken, bireken sorular; İslam’ın toplumsal zimkiler hâlâ, sözgelimi Darwin’e işlere/sorunlara yönelik metodik, karşı kesin bir tavır almaktadırlar teorik ya da pratik kimi düzenlevs. (Kilise, Darwin’i hem yaşadığı meler/çözümler vazedip etmediği? dönemde hem şu anda bağrına baİslam’ın tüm önerilerinin (ya da emirsıyormuş gibi). Darwin’in saf bilimsel lerinin) sadece bireye ve onun iç aybilgiye ulaşmak amacındaki, kedınlanmasına ilişkin olup olmadışiflerine sadece bizim dindarlarımız ğı? Ve İslam’ın sadece bir kültür olakatı bir dindarlık anlayışıyla ve gerak algılanıp algılanamayacağı olrici bir tutumla karşı çıkarlar. (Halmalıdır. Sayın Altan için cevap aşibuki din başka, bilim başka bir kârdır. Din bir kültürdür ve Türkiye, şeydir ve Kilise ulaşılan bütün ‘bidini bir kültür olduğunu kabul etse, limsel’ sonuçların arkasındadır). kültür olarak dine sahip çıksa norVe yazar, artık içinde daha fazYazar Batı’nın gelişim(?) şekmal bir Müslüman ülkenin gereklela tutamaz ve muradını tüm açıkri ve sakin duruşu içinde olacaktır. lığıyla dile getirir; Keşke İslam lini esas aldığından, insanlı(Normal bir Müslüman ülke nasıldır? toplumları da dinlerinde gerekli ğı ileriye götüren, keşiş-paVe birkaç normal Müslüman ülke reformları yapıp, şu ‘‘bir lokma, bir paz-halk bütünleşmesinin örneği verilse biz de sakin bir duhırka’’ anlayışını bir kenara bırakıp dostça el ele verip yaptıkları ruş içine gireceğiz aslında). zenginleşerek, Protestanlardakine teknolojik keşiflerin, o zamaYazar Batı’nın gelişim(?) şeklini benzer bir anlayışla ticaret yapaesas aldığından, insanlığı ileriye göbilseydiler. Ama ne yazık ki bu na kadar ‘medeniyet’in beşitüren, keşiş-papaz-halk bütünleşmümkün değildi, çünkü içtihat kaği olan Doğu’lu İslam topmesinin dostça el ele verip yaptıkpısı 10. yüzyıldan itibaren kapalıydı. lumlarındaki (artık yetersiz ları teknolojik keşiflerin, o zamana Üstelik insanlar (Talibanlaşmanın kaldıkları bir sanayileşme kadar ‘medeniyet’in beşiği olan da nedenlerinin başında gelen) sonucunda ortaya çıktığına Doğu’lu İslam toplumlarındaki Kur’an’ı kendi dillerinde okuya(artık yetersiz kaldıkları bir sanamıyorlardı.( Halbuki ilk Kur’an inandığı) sorunlara da meryileşme sonucunda ortaya çıktığıtercümeleri, Müslümanların en gehem olacağını düşünüyor. na inandığı) sorunlara da merhem ri(?) bırakıldıkları son bir asır içinolacağını düşünüyor. Ve söz Prode filan ortaya çıkmamış, sanayi devtestanlığa geliyor. Protestanlıktaki rimine kadar medeniyetin beşiği olan ‘‘protesto’’yu (artık kime ve nikentlerde insanlar Kur’an’ı asıryeyse) es geçip, Hıristiyanlık’ın ‘gerekli’ ve yeni bir yolarca hep kendi dillerinden okumuşlardır). Dinin doğrumu olan bu mezhebi sadece sanayileşmenin bir sonucu ru anlaşılmasını sağlayacak, onu normalleştirecek, herolarak niteliyor. Akabinde, İslam ile Hıristiyanlık benkesin güvenilirliği konusunda emin olduğu Türkçe bir zer kabul edip (en nihayetinde ikisi de birer din) geç de meal hazırlansa dinin ortak bir kültür olarak algılanmaolsa (bizdeki kentleşmenin daha geç gerçekleşmesinden sı nasıl da kolaylaşacaktı(r). dolayı), Müslümanların da mevcut bağnaz yapıyı artık proSayın Altan ayrıca, iş yaşamındaki kariyer yapma çatesto edip, reform yapmalarını istiyor. Zira yazara göre basının, rekabetin vs. dinin özüyle çelişmeyeceğini de kent dindarlığı, ancak insanların dinden dünyevi bir çıkar iddia ediyor ki, sadece İslam değil, neredeyse bütün dinelde etmemesiyle oluşabilir(miş). Tam da Protestanlık’ta ler bu dünyanın geçiciliğini vurgulayıp insanın bu dünolduğu gibi. Nitekim Protestanların ya da Protestan ahyaya (mala, mülke, mevkiye) hasredeceği çabanın anlamsız lâkının dünyevi bir çıkar elde etmek gibi bir gayesi yokolduğunu ve önemsemesi gereken daha asli ‘şey’lerin oltur, asla da olmamıştır. Kapitalizmin gelişimi ve yaygınlaşması duğunu hatırlatır. (Her ne kadar, artık Kentli/Köylü dinA P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 5 toplum Yazar Prof. Dr. Mehmet Altan darlar da Sayın Altan gibi düşünmeye sının yanı sıra) dinlerini kendilerimeyletseler dahî). Yazarın kendinin seçmesi yazarın önerileri arasında. Yine Altan’a göre, dindar kisi de, bir yandan dini bireysel bir iç Sayın Altan’ın tutumu aslında çok şinin dindarlığını bir başkaaydınlanma aracı olarak algılamada alışkın olmadığımız bir tutum desına bildirmesine gerek olmız gerektiğinden dem vuruyor, Şeyh ğil. Bizi şaşırtan, yazarın sadece diGalib’i yetiştiren tasavvuf kültürüne ni konularda gösterdiği cehaletin bomamalıdır, o Tanrı ile onun övgüler yağdırıyor, (tabii ki bu tayutu değil, sosyolojik ve psikolojik arasındadır. Dinini alenen savvuf kültürünün ‘bir lokma bir hıryargılarının da acemiliği ve temeltebliğ etmesi gerekmediği ka’ anlayışıyla bir ilgisi olamaz), disizliği. Örneğin çocukların din kogibi, kimsenin içkisine filan ğer yandan kariyeri önemseyip, nusunda kendi kararlarını vermelerini rekabetçi bir tutumla sermaye bibeklemek, ebeveynlerin (ve tuda karışmamalıdır.. riktiremediğimiz için yakınıp, katumlarının) çocuklarının karakter riyerin, rekabetin, üretimin vs. bioluşumlarındaki birincil etkisi bir yazi mutlu günlere ulaştıracağını idna, çocukların hayatlarının başlandia ediyor. (Ve fakat bu iddia ya da gıcında özdeşleşecekleri, idealleştemenni, herhangi bir dinin ‘doğtirecekleri örneklere sahip olmak zoru’ yorumlanmasıyla değil, bu herhangi dinin (Hıristirunda oldukları hatırlandığında gülünçleşir. Böylesi öryanlık’ta olduğu gibi) kısmen ‘bir kenara’ konulmasıyneklerin ve gerekli idealleştirme ve özdeşleşmelerin ekla mümkün olabilir.) sikliği çocuğun ruhunda onarılması güç yaralar bırakır, Yine Altan’a göre, dindar kişinin dindarlığını bir başçocuğun ruh sağlığı tehlikeye girer. Çocuk, ebeveynleri kasına bildirmesine gerek olmamalıdır, o Tanrı ile onun olarak siz din konusunda ne kadar liberal davrandığınıarasındadır. Dinini alenen tebliğ etmesi gerekmediği gizı düşünürseniz düşünün, tutumunuzu içselleştirecek, o bi, kimsenin içkisine filan da karışmamalıdır. Diğer inda dine karşı benzer bir kayıtsızlığı çok muhtemelen hasanların inançlarına (ya da inanmayışlarına) saygı gösyatının sonuna kadar koruyacaktır. Yani, 18 yaşından sonterilmeli, mesela ramazanda hastalar, yaşlılar dikkate alıra kararını verip, namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitnıp bangır bangır davul gümbürdetilmemeli, bunun yerimeye vs. başlamayacaktır. (Sayın Altan’ın çocukları da ne oruç tutan insanlar arasındaki tılsımlı mesajlaşma fısılmuhtemelen, Kur’an’daki kıssaları, mitolojilere benzer tısı benimsenmelidir. (Neyse ki, şimdilik her gün defaathikayeler olarak ve keyif almak için okuyorlardır ya da okule ezan okunmasına karışmıyor.) Benzer şekilde, çocukyacaklardır.) larımızın nüfus cüzdanlarındaki (ve zihinlerindeki) din Yazar İmam-Hatip liselerine ve İlahiyat fakültelerihanesini boş bırakmamız (mümkünmüş gibi) ve çocukne dair yorum ve kıyaslamalarında ise göz ardı edilemeyecek ların 18 yaşından sonra (giyecekleri blue jean’in markakadar haklıdır ve bir zamanlar bu topraklardaki din an- sayfa 26 • Perspektif ‘‘Köylülerin’’ daha dindar olduğu, cemaatlerin ve siyasi partilerin hedef kitlesi olduğu da kısmen doğrudur (yazarın söylediği gibi bir insanın, hele de köyünden yeni ayrılmış bir insanın kentte birey olarak var olması kolay değildir). Ancak sorun istatistiklere ve kimi anket sonuçlarına bir göz atıp, tek başına ekonomik iyileştirmelerle (sözgelimi, insanları meslek sahibi yaparak) ortadan kaldırılacak kadar basit ve tek boyutlu da değildir. Din daha önceleri kentliler tarafından sahiplenilirken, şu anda köylüler tarafından sahipleniliyor da değildir. Sadece İslam’ın değil, neredeyse bütün dinlerin (ya da ideolojilerin) ilk mensupları, Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te vs. mevcut (eski) düzen tarafından mağdur edilen kişilerdir. Ancak bu mağduriyetin giderilmesi, mağduriyetleri sebebiyle dine yakınlaşan o insanları ne dinden uzaklaştırır ne de dini hayatlarında daha az belirleyici kılar. layışının çok daha komplekssiz, kendinden emin bir duruşa sahip olduğu konusundaki hatırlatmaları ziyadesiyle yerindedir. Ayrıca, ‘‘köylülerin’’ daha dindar olduğu, cemaatlerin ve siyasi partilerin hedef kitlesi olduğu da kısmen doğrudur (yazarın söylediği gibi bir insanın, hele de köyünden yeni ayrılmış bir insanın kentte birey olarak var olması kolay değildir). Ancak sorun istatistiklere ve kimi anket sonuçlarına bir göz atıp, tek başına ekonomik iyileştirmelerle (sözgelimi, insanları meslek sahibi yaparak) ortadan kaldırılacak kadar basit ve tek boyutlu da değildir. Din daha önceleri kentliler tarafından sahiplenilirken, şu anda köylüler tarafından sahipleniliyor da değildir. Sadece İslam’ın değil, neredeyse bütün dinlerin (ya da ideolojilerin) ilk mensupları, Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te vs. mevcut (eski) düzen tarafından mağdur edilen kişilerdir. Ancak bu mağduriyetin giderilmesi, mağduriyetleri sebebiyle dine yakınlaşan o insanları ne dinden uzaklaştırır ne de dini hayatlarında daha az belirleyici kılar. Siyaset ve İslam (ya da yazarın ifadesiyle Siyasal İslam) sadece bu topraklarda değil, dünyanın pek çok coğrafyasında, kimilerince bir sorun olarak görülür ve birbirlerinden mümkün olduğunca uzak tutulmaya çalışılır. (Dolayısıyla bu, dinin aslında siyaset ile bir ilgisi yoktur, o bir kültürdür vs. yaklaşımıyla halledilemeyecek, daha ciddi düşünsel çaba gerektiren bir meseledir). Sayın Altan’ın, bu uzak tutma çabasına matuf önerileri, Batı’daki gelişimi örnek (ve ideal olarak) aldığından, tıpkı Batı’daki Protestanlık tecrübesinde olduğu gibi, dinden önce ekonomik gelişim yönünde faydalanıp, akabinde kültür olarak hayatlarımızın bir köşesinde tutmak noktasında yoğunlaşıyor ki bu, sorunun hiç anlaşılmadığını ve hem İslam hem de Hıristiyanlık hakkında derin bir cehalete sahip olunduğunu ortaya koyar. Farklı toplumların farklı gerçekleri, dinamikleri, sorunları ve bu sorunları dair çözüm yolları olduğunun, olması gerektiğinin unu- tulmaması gerekir. Ve fakat, (sebepler ve çözüm önerileri hakkındaki yetersizliklerine rağmen) Sayın Altan’ın da sezdiği ve ifade etmeye çalıştığı, dinin (ya da dindarların) modern kentlerde, tarihte daha önce karşılaşmadıkları kimi yeni durumlarla (ve sorunlarla) karşı karşıya oldukları aşikârdır. Sorunun pek çok cephesinin olması (coğrafi, tarihsel, siyasi, dini, psikolojik, sosyolojik...) bu pek çok cephe hakkında uzmanlık ve düşünsel çaba gerektirir. Bütün bu sorunları derhal çözemesek de, çözümlemeye çalışmak artık daha fazla ertelemeye hakkımızın olmadığı bir ihtiyaç, ve dahi bir zorunluluktur. Ve bu zorunluluk topraklarını geçim endişesiyle terk etmiş, artık terk ettikleri topraklarına ‘‘kesin dönüş’’ yapma ihtimallerinin giderek azaldığı (biz) Avrupalı Türkler için de kendini ziyadesiyle hissettirmektedir. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 7 dünya Nahçıvan Yusuf Ziya Altıntaş • [email protected] Resmî adıyla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Azerbaycan’a bağlı başkenti tarihi Nahçıvan şehri olan özerk bir cumhuriyettir. 5.363 km2’lik yüzölçümü ile İstanbul şehri sınırlarından daha küçük bir kara parçasına sahip olan Nahçıvan’ın Kuzeyi ve doğusu Ermenistan, güneyi ve batısı da İran topraklarıyla çevrilidir. Azerbaycan’a bağlı olmakla birlikte bu ülkeyle fizikî bağlantısı bulunmayan Nahçıvan, Türk Cumhuriyetleri arasında Türkiye ile fizikî bağlantısı bulunan tek toprak parçasıdır. Nahçıvan’ın Türkiye ile sadece on üç kilometrelik bir sınırı bulunur. Bu anlamda Türkiye’nin en kısa kara sınırına sahip olduğu komşusudur. Türkiye ile Nahçıvan’ı birbirine bağlayan bu sınır bölgesi Türkiye tarafından Dilucu olarak adlandırılmakta olup, Aras Nehri üzerine inşa edilen Hasret Köprüsü iki ülke arasında gerçek bir “köprü” görevini görmektedir. 1995 tarihinde halk oylaması ile kabul edilen Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası’na göre, içişlerinde özerk, savunma ve dış politikada ise Azerbaycan’a bağımlı bir statüye Başkent Nahçıvan sayfa 28 • Perspektif sahip olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Nahçıvan şehri ile buna bağlı yedi ilçeden oluşmaktadır. Bu ilçeler nüfus yoğunluğuna göre sırasıyla Şerur, Sederek, Babek, Şahbuz, Culfa, Kengerli ve Ordubat’dır. Bağlı bulunduğu Azerbaycan ile sınırının bulunmayışı, Ermenistan ile çok uzun ve kapalı sınırlara sahip oluşu ve İran ile ticari münasebetlerinin azlığı nedenleriyle ekonomik açıdan sıkıntılı bir konumda bulunan Nahçıvan, bu sıkıntılarını ekonomik ve ticari ilişkilerinin en iyi olduğu ülke olan Türkiye üzerinden aşmaya çalışmaktadır. Nüfus, Etnik ve Dini Yapı Toplam Nüfusu 2009 yılı verilerine göre 400.000 civarında olan Nahçıvan’ın resmi dili Azeri Türkçesidir. Etnik yapısına bakıldığında nüfusun yüzde 99’luk çok büyük çoğunluğunu Azeri Türkleri oluştururken, geriye kalan azınlık içerisinde Kürt, Rus ve Ukraynalılar bulunmaktadır. Nahçıvan nüfusunun %99’unu Müslüman Azeri Türkleri oluşturur. Kısa Tarihçesi Nahçıvan, coğrafî konumu bakımından tarih boyunca doğu ile batı arasındaki önemli geçiş ve irtibat noktalarından biri olmuştur. İran’da kurulan Sasani Devleti ve Bizans arasındaki mücadelelere sahne olan Nahçıvan, tarihi süreç içerisinde Arap Valileri, Selçuklular, Atabey İldeniz Devleti, Timurlar, Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi hükümdarlıkların idaresinde bulunmuştur. Osmanlı-Safevî mücadeleleri boyunca da hâkimiyetin sürekli el değiştiği bölgede 1747’de Nadir Şah’ın ölümünden sonra Azerbaycan bölgesi çeşitli Hanlıklara bölünmüştür. 1795 yılında Ağa Muhammed Şah komutasındaki İran kuvvetleri Azerbaycan’da hâkimiyeti ele geçirmiş, ancak onun ölümünden sonra Azerbaycan üzerinde girdikleri nüfuz mücadelesinde İran’ın, üstünlüğü Rusya’ya kaptırmasıyla Nahçıvan Rus- lar tarafından işgal edilmiştir. Rusve Kafkaslarda meydana gelen lar bölgede nüfus dengesini Hıriboşluktan yararlanılarak, Rustiyanlar ve Ermeniler lehine çesya’nın ve İngiltere’nin desteği ile virecek bir iskân siyaseti uygularkurulmuş bir devlet olan Ermeken, Erivan’dan Zengezur’a doğru nistan’a verilen, stratejik açıdan Rus himayesindeki Ermenileri son derece önemli bir kara parçası yerleştirmek suretiyle, Azerbaycan vardır. Bu kara parçası Azerbayile Nahçıvan’ın irtibatını İran sınırına can ve Nahçıvan’ı, dolayısıyla dayanacak şekilde kesmişlerdir. Türkiye ile Müslüman Türk düOsmanlı Devleti’nin Birinci nyası arasındaki bağlantının koDünya Savaşı’ndaki mağlubiyeti ve parılmaya çalışıldığı bölgedir. Mondros Antlaşması’nın şartları, “Ermenistan adeta bir bıçak giKafkas Ordularının daha önce bi, Azerbaycan ile Nahçıvan araRus ihtilali sonrasında kurtarmış sına bir kama gibi saplanmış olsa oldukları Nahçıvan’dan çıkarılda, Nahçıvan yalnız bırakılmaya çamalarına sebep olmuş, Azerbaycan lışılsa da şunu bilin ki tarih boyunca bölgesi 1920’de Ruslar tarafınTürkiye, Nahçıvan’ı hiç yalnız bıdan işgal edilirken, bu işgalden sonrakmadı ve asla da yalnız bırakra Nahçıvan’da da Sovyet Hükümayacaktır”. Türkiye Cumhumeti kurulmuştur.Türkiye ile riyeti Devlet Bakanının geçtiğimiz Sovyetler Birliği arasında 1921’de aylarda bölgeye yaptığı ziyaret esimzalanan Moskova Antlaşması ile nasında söylediği bu sözler NahNahçıvan, özerk bir yapıya sahip çıvan’ın bölgede yalnız olmaolması ve başka bir devlete terk edildığının önemli bir göstergesi ve bölMümine Hatun Kümbeti memesi şartıyla Azerbaycan’ın hige açısından da ümit vericidir. mayesine bırakılmıştır. Sovyetler Birliği’nin bünyesindeki Azerbaycan’ın 1991 yılında Mümine Hatun Kümbeti bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana Nahçıvan da Azer12’nci yüzyılda Selçuklu Devleti Valisi Şemsettin İldeniz baycan Cumhuriyeti’ne bağlı özerk cumhuriyet statüsütarafından eşi Mümine Hatun adına yaptırılmış Mümine nü muhafaza etmektedir. Hatun Kümbeti, Nahçıvan’ın ve Türk kadınının en önemli simgelerinden biri ve Azerbaycan mimarisinin muhteşem Müslüman Türk Dünyasına Açılan Kapı bir örneği olarak kabul edilir. Dış sütunlarına Yasin SureBugünkü Kafkasya ve çevresini gösteren bir haritaya si nakşedilmiş olan Türbenin üst kısmında kûfi hattıyla yabakıldığında; Nahçıvan ve Azerbaycan’ın Türkiye ile zılan, “Biz gedirik, ancak kalır ruzigar. Biz ölürük, eser kaMüslüman Türk Dünyası arasındaki bağlantıyı sağlayacak lır yadigâr” sözü de oldukça etkileyicidir. Nahçıvan mimarları son derece stratejik bir konumda yer aldığı görülecektir. tuğladan inşa ettikleri saray, köprü, cami, mescid, kervansaray, Hele de Azerbaycan toprakları bir bütün olarak düşünültürbelerle ve bu eserlere yansıtmış oldukları farklı üslûplarıyla düğünde, Çin Seddi’ne kadar kesintisiz büyük bir Türkkendine özgü Nahçıvan mimarisini oluşturmuşlardır. İslâm Dünyasının varlığı gözlenir. Ancak Nahçıvan ile AzerNahçıvan’da, herkesin kutsal kabul ettiği, dualar edibaycan arasına çekilmiş olan Ermenistan Koridoru Müslerek adakların kesildiği Ashab-ı Kehf mağaraları ve Nuh lüman Türk Dünyasını ayıran bir set konumundadır. Peygamber’in Türbesi ise bölgenin diğer önemli tarihi mekânlarındandır. Nahçıvanlılar arasında Nuh Tufanı’nın bu Nahçıvan ve Azerbaycan arasına saplanan kama: Erbölgede gerçekleştiğini düşünenler ve Nahçıvan’daki yer menistan adlarının Nuh Peygamber tarafından konulduğuna ve hatNahçıvan ile bağlı olduğu Azerbaycan Cumhuriyeti arata Nahçıvan kelimesinin “Nuh çıkan” anlamına geldiğine sında günümüzde hiç bir kara yolu bağlantısı bulunmazinananlar bulunur. ken ulaşım genel olarak havayolu ile sağlanır. Karayolu ile gitmek isteyenler için ise, yolu birkaç katı uzunluğuna çıKaynaklar kararak İran üzerinden Azerbaycan’a geçmek dışında “Nahcıvan”, TDV İslam Ansiklopedisi, 32. Cilt, s.294-297 şimdilik bir alternatif bulunmamaktadır. Nahçıvan ile “Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Hakkında Genel Bilgiler”, Azerbaycan arasında İran’a kadar uzanan ve Sovyetler Birhttp://naxcivan.cg.mfa.gov.tr/ “İslâm Dünyası’ndan”, Dr. İhsan Yaşar, Altınoluk Dergisi, Sayı: 091 liği döneminde, Birinci Dünya Harbinin sonunda Anadolu A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 9 kültür Sa’di-î Şirazî Şark’ın Klasik Eserleri Bostan ve Gülistan Müellifi sin, demiş” mealinde bir kıssa anlattığı vakit, dersimizi almıştık. Sonraları benzer bir hikayeye Sa’di-î Şirazî’nin Bostan adlı eserinde tesadüf edecektim. Kesin tarihi bilinmemekle beraber 1200’li yılların başında doğan Sa’di-î Şirazî’nin (öl. 1292) bugüne, kültürümüze olan etkisinin sürekliliği bu açıdan bakıldığında dikkati celbediyor. Fars edebiyatının en büyük şairlerinden olan Sa’di’nin Klasik kültürümüzün nasihat üzerine bina edildiğini söyhayatı ile bilgiler muhteliftir, kesin bilgilere sahip değiliz. lesek hakikatten çokta sapmış olmayız sanırım. Asırlar boHayatı hakkındaki bilgilere daha çok eserlerinde kendisi yu insanımız, kolayca söylenivermiş, yazılmış göründüğü hakkında verdiği bilgilerden ulaşılmaktadır. İlk dinî ve edehalde, taklidi ve benzerinin söylenmesi zor olan anlamınbî bilgileri Şiraz’da alan Sa’di, oradan Bağdat’a giderek Nida “sehl-i mümteni” tabir edilen eserlerden beslendi. Buzamiye Medresesi’nde dersler aldı. Bağdat’ta tahsilini nun izlerini hâlen çeşitli meclislerde yapılan sohbetlerde, 1257’de tamamlayan Sa’di, Şiraz’a geri döndü ve Fars bölhutbelerde, yazılan eserlerde ve hatta davranışlardaki begesi hükümdarlarının yakınında bulunan şahsiyetlerden ollirleyiciliğini görmek mümkündür. Mesneviden, Gülistan du. Kendi eserleri ve ondan bahseden eserlerden anlaşılve Bostan’da anlatılan hikayelerin kollektif hafızamızda yer dığına göre hayatı boyunca Hicaz, Şam, Lübnan ve Anaettiğini kim inkâr edebilir. Güngörmüş büyüklerimiz, indolu’ya yolu düşmüştür. Sa’di, henüz hayatta iken büyük sanların hatalarını gördükleri vakit, edeben, doğrudan söybir şöhret kazanmıştır. Döneminin diğer şairleri onun üslemezler, anlayana ders verebilmek için konuyla irtibatılûbundan çokça etkilenmişler, benzer türde şiirler yazmışlardır. nı hemen ya da hiç kuramadığımız hikayeler anlatırlar. Bir Manzum ve mensur eserlerinde farsçada eskiden beri yayzaman saydığımız bir büyüğümüzün huzuruna varmış, bir gın olarak kullanılan atasözlerinden faydalanmış, bunun ricalarını, çok gecikmiş olma neyanı sıra kendisinin kaleminden çıkma deniyle utanarak, fakat yerine ve toplumun düşünce ve isteklerine tergetirmenin keyfi ile de kendisine cüman olan özlü sözleri atasözü haline takdim etmiştik. Büyüğümüz, gelerek günümüze kadar kullanılagelSa’di-î Şirazî’nin, Gül Bahçesi “Birisi görmüş geçirmiş birinin yamiştir. Sa’di; Türk, Urdu ve Batı edeanlamına gelen Gülistan adlı nınan varmış, efendim, çok meşbiyatlarında da önemli izler bırakmışmensur eseri 1258 yılında, o gul ediliyorum, insanlara hürtır. Sa’di’nin manzum ve mensur eserdönemlerde Doğu ve Batı’da metten kusur etmekten korkuleri Külliyat adı altında toplanmış olmakla yorum ama, işime de engel oluberaber bunu kimin topladığı bilinda adet olduğu üzere, Salgurnuyor kabilinden sözler ile ne yapmemektedir. Ancak, Gülistan ve Boslu hanedanından Ebubekr ması gerektiği konusunda nasihat tan adlı eserlerini bizzat Sa’di’nin biraSa’d b. Zengi’ye ithaf edilerek istemiş. O kişi ise tavsiye kabilinden raya getirdiği sabittir. yazılmıştır. zengin olandan borç iste, fakir olaGül Bahçesi anlamına gelen Gülisna da borç ver, o zaman rahat edertan adlı mensur eseri 1258 yılında, o döÖmer Faruk Altıntaş • [email protected] sayfa 30 • Perspektif nemlerde Doğu ve Batı’da da adet olduğu üzere, Salgurlu hanedanından Ebubekr Sa’d b. Zengi’ye ithaf edilerek yazılmıştır. Klasik eserlerde bulunan münâcât, na’t ve yazılış sebebini anlatan bir önsözün ardından, padişahların hâl ve hareketlerini, dervişlerin ahlâkını, kanaatin faziletini, susmanın faydalarını, aşk ve gençliği, güçsüzlük ve ihtiyarlığı, terbiyenin etkisini ve sohbet âdâbını konu alan sekiz bölüm halinde düzenlenmiştir. Bölümlerde, çok defa günlük hayatta karşılaşılan olaylar dikkate alınarak, buralardan ahlâkî ve edebî sonuçlar çıkarılabilen hikâyeler, nükteler ve beyitlerle süslenmiştir. Sa’di eserinde, Farsça ve Arapça şiirler yanında ayetler, hadisler ve atasözlerine de yer vermiştir. Eser, üslûp bakımından olduğu kadar, tertip açısından da mükemmeldir. Bölümler sıralanırken, birbirleri ile olan irtibatları gözönünde tutulmuş, mensur ve manzum kısımları arasında irtibat sağlanmış ve fikirler kısa ve veciz şekilde ifade edilmiştir. Yazıldığı zamandan beri büyük rağbet gören Gülistan’ın hali hazırda dünya kütüphânelerinde binlerce yazma nüshası bulunmaktadır. Gülistan’ın Avrupa’da ilk Latince tercümesi (1651) G. Gentius tarafından yayımlanmıştır. Sa’di’nin diğer meşhur eserine bizzat kendisinin isim vermediği bundan dolayı, ilk kaynaklarda Sadinâme, daha sonraları Gülistan ile bağlantılandırılarak “güzel kokulu çiçek bahçesi” anlamında Bostan olarak adlandırıldığı görülmektedir. Manzum olarak kaleme alınmıştır. Eserde adalet, ihsan, aşk, tevâzû, rıza, kanâat, terbiye, şükür, tövbe ve münacat gibi mevzuları içine alan on bölüm mev- cuttur. Bostan yaklaşık olarak 5000 beyit ihtiva eder. Sa’di, çeşitli kaynaklardan derlediği hikâyeler, bizzat şahit olduğu olaylar ve başkalarından duyduğu rivayetlerle edindiği bilgi ve tecrübelerini hikâye ve fıkralar halinde anlatırken sade, çekici ve anlaşılır bir üslûp kullanmış, bazen tarihi şahsiyetlerden de söz etmiştir. Adalet, siyaset, yönetenyönetilen münasebetleri, iyi ve kötü ahlâk, Allah’a karşı kulluk, terbiye, aşk, muhabbet ve benzeri konuları eğitici ve öğretici bir şekilde işlemiştir. Çeşitili nasihatler ve ibretli cümlelerle sona erdirdiği hikâye ve sözlerini hep bu amaç için kullanmıştır. Bostan bu özellikleri ile dünyanın birçok yerinde haklı şöhrete nail olmuş, birçok İslam ülkesinde sürekli okunmuş, okutulmuştur. Bostan’ın bilinen ilk Türkçe tercümesi Hoca Mes’ud b. Ahmed tarafından 1354 yılında yapılmıştır. Bostan’ın Almanca, İngilizce ve Fransızca’ya da tercümeleri mevcuttur. Bostan’ın Türkçe tercümelerinden günümüzde en yaygın olanları, Kilisli Rifat Bilge ve Hikmet İlaydın’ın tercümeleridir. Bostan da, Gülistan gibi asırlarca İslam aleminde büyük rağbet görmüş, medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, bir çok şerh ve tercümeleri yapılmıştır. Kaynaklar: - TDV İslam Ansiklopedisi, Sadi, Bostan ve Gülistan maddeleri - MEB İslam Ansiklopedisi, Sadi maddesi - Gülistan, Şeyh Sadi, Niğdeli Hakkı Eroğlu, Risale Yay., 1996 Sa’di-î Şirazî’den Hikayeler Biri, Sincariyye mescidinde vazifesi olmayarak müezzinlik ederdi. Sesi, nefreti mucip olacak derecede çirkindi. Mescidin sahibi temiz kalpli bir zattı, adamcağızın kalbini kırmak istemezdi. Bununla beraber cemaatin rahatsız olmasını da arzu etmezdi. Bir gün ona dedi ki: ‘Azizim! Bu mescidin vazifeli müezzinleri vardır ki, her biri beşer lira maaş alıyor sana on lira vereyim, git! Ezanını başka yerde oku!’ Zavallı adam bu teklifi memnun olarak kabul etti ve gitti. Fakat çok geçmeden geri geldi, dedi ki: ‘Efendim, siz bana gadrettiniz: Bana orada başka yere gitmem için yirmi lira veriyorlar da ben razı olmuyorum.’ Mescidin sahibi güldü ve dedi ki: ‘Sakın razı olma, onlar elli liraya da mum olurlar.’ Beyit: Sert taşı kazma ile tırmalayan bir kimse Ruh-ı insanı senin ses kadar etmez tahriş Bir müneccim, geldi, evine girdi. Ailesinin yanında yabancı bir erkek görerek hiddetle sövüp saymaya başladı. Öteki de boş durmadı. Derken kavga kızıştı. Etraftan gelip toplananlar arasında zarif bir adam vardı. İşi anlayınca dedi ki: Ne ararsın semâda sersem adam Haberin yok evinde kim vardır Hatırımdadır ki: Daha çocukken ibadeti sever, gece kalkar namaz kılardım, aynı derecede günahtan sakınırdım. Bir gece babamın hizmetinde bulunuyordum. Bütün gece uyumadım ve Kur’an’ı Kerim’i elimden bırakmadım. Etrafımızda bir sürü halk horul horul uyuyorlardı. Babama dedim ki: Ne olur, şunlardan bir tanesi olsun başını kaldırıp da iki rekat namaz kılsa..sanki ölürler. Babam dedi ki: “Evlâdım, keşke sen de uyusaydın da onların gıybetinde bulunmasaydın!”. Gene böyle, yolculardan biri, geniş bir sahrada yolunu kaybetmişti. Yiyeceği de kalmamış, açlıktan tâkatsiz bir hale gelmişti. Kemerinde parası da vardı, fakat neye yarar? Ne kadar döndü, dolaştıysa da bir tarafa yol bulup çıkamadı. Nihayet öldü. Birkaç gün sonra tesadüfen oradan geçen bir kafile, zavallıyı o halde buldular ki, yüzünü yere, altınlarını da gözünün önüne koyarak ölmüş, kum üzerine de şu beyitleri yazmıştı: Olsa çöl yolcusunun hep yükü hâlis altın Azığı yoksa, bununla olamaz nâil-i kâm Öyle bir sâhada bîtab kalan insâna Ham gümüşten daha kıymetli gelir bir şalgam A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 1 islam und leben Die Entstehung der Hadithliteratur Aussprüche zu verschriftlichen. Es gab auch keinen wirklichen Anlass dazu, denn die damals übliche mündliche Überlieferung war ausreichend. Zudem wollte der Prophet vermeiden, dass seine Worte mit der bis dahin noch nicht abgeschlossene Offenbarung Gottes, also dem Koran vermischt werden könnten. In späterer Zeit schrieben einige seiner Gefährten die Worte und Taten, aber auch seiDie islamische Religion schöpft ihr Selbstverständnis ne bloße Zustimmung in verschiedensten Situationen des aus zwei wichtigen Quellen: Koran und Sunna. Die erste Lebens auf. Diese einzelnen „Informationen“ zu den verist das Wort Gottes (Kalâmullâh), welches dem Propheschiedenen Anlässen im Leben des Propheten werden im ten Muhammad (saw) in einer Zeitspanne von 23 Jahren arabischen „Hadith“ genannt. Es gibt eigentlich keinen herabgesandt wurde. So ist das Wort Gottes, also der KoAbschnitt des Lebens Muhammads (saw), zu dem die ran als eine Rechtleitung für die Menschheit bis in unseMuslime nicht solche Hadithe überliefert haben. Ja es gibt re Tage überliefert worden. Gott selbst verweist an mehsogar Bereiche seines Lebens, zu denen nur seine eigene reren Stellen im Koran auf den Propheten Muhammad Familie Hadithe tradieren konnte. (saw) und ermahnt die Gottesfürchtigen, sich ein BeiDie Sunna (Praxis, Tradition) des Propheten, die sich spiel an ihm zu nehmen.1 So kann gewissermaßen von in der Gesamtheit der überlieferten Hadithe widerspiedem Propheten als dem Koran „auf zwei Beinen“ gegelt, ist die zweite Quelle des Islams, aus ihr schöpft sie ihr sprochen werden und ihn als gelebte Version der OffenSelbstverständnis. Im Unterschied zum Koran, dessen barung (Wahy) Gottes verstehen. Authentizität gesichert ist, führte die Frage der Authentizität Durch diese herausragende der einzelnen Hadithe im Laufe der Stellung des Gesandten Allahs folgenden Jahrhunderte dazu, dass sich war seine Persönlichkeit jeher eine eigene Wissenschaft zu diesem Die Sunna des Propheten spielt in Gegenstand von Nachahmung Bereich herausbildete. Diese Wissenschaft vielerlei Hinsichten eine wichtige und diente als Maßstab für das hat sich zum Ziel erklärt, die einzelnen Rolle im Leben eines Muslims. Es eigene Leben. Es ist nur natürHadithe nach ihrer Authentizität hin sind z. B. viele „Details“ der Gotlich, wenn die Muslime darauf zu überprüfen und sie dementspretesdienste (Ibadât) nur in der bedacht sind, soviel wie nur chend zu klassifizieren. Sunna wiederzufinden. So ist z. B. möglich über das Leben ihres Die Sunna des Propheten spielt in der genaue Ablauf des täglichen Propheten zu erfahren, dies umvielerlei Hinsichten eine wichtige Rolle Gebets oder die dafür notwendizusetzen und das Wissen schließim Leben eines Muslims. Es sind z. B. ge Waschung (Wudû) erst mit lich an andere weiterzugeben. viele „Details“ der Gottesdienste (Ibadem Beispiel des Propheten umDer Prophet selbst hatte zu dât) nur in der Sunna wiederzufinden. fassend überliefert worden. Lebzeiten nicht gestattet, seine So ist z. B. der genaue Ablauf des täglichen Mehmet Genç • [email protected] sayfa 32 • Perspektif Gebets oder die dafür notwendige macht, nur solche Überlieferungen Waschung (Wudû) erst mit dem Beiin sein Werk aufzunehmen, die einen spiel des Propheten umfassend überhohen Grad an Authentizität besaliefert worden. Aufgrund der Notßen. Auch in deutscher Sprache wendigkeit, die riesige Menge an Haexistieren mittlerweile auszugsweidithen in einer angemessenen Art se Übersetzungen aus diesem Werk. und Weise zu erfassen, entstanden Die Überlieferungen sind in viele schon kurz nach dem Propheten kleiverschiedene Kapitel wie etwa Glaunere Hadith-Sammlungen. Diese Zube, Gebet, Fasten, Almosen usw. sammenstellung der Hadithe entwiunterteilt und ermöglichen dem Leckelte sich fortan und mündeten in ser somit einen schnellen Zugang Die sogenannten „Sechs Büden großen Hadith-Zusammenstelzu dem jeweiligen Thema. lungen des 9. Jahrhunderts. Die ErNeben diesem umfassendem cher“ bezeichnen sechs Werfassung der Hadithe geschah dann Werk von Buchârî, der Überliefeke, die Tausende von Überlieauch in der Form, dass der Inhalt der rungen aus allen Bereichen mit aufferungen umfassen, welche verschiedenen Hadithe berücksichnahm, entstanden auch Werke, die wiederum aus Hunderttautigt wurde und dementsprechend sich speziell einem einzelnen Thesenden heraussortiert und verschiedene Kapitel zu einzelnen ma widmeten. So hat beispielsweiThemen zusammengestellt wurden, se Harâitî (gest. 939) eine Sammanhand verschiedener Kritewas die Benutzung dieser Werke erlung von Überlieferungen zum Therien klassifiziert wurden. heblich erleichterte. ma Liebe und Leidenschaft in seiDie Tatsache der enormen nem Werk vereint. Harâitî belässt Wichtigkeit der Sunna, aber auch es aber nicht nur bei der Sammlung neue Fragestellungen, die mit der von Prophetenüberlieferungen, Ausweitung des Islams auf die Gesondern nimmt auch Überlieferunmeinschaft zukamen und für die gen von den Gefährten (Ashâb) man Referenzen in den Quellen Muhammads (saw) sowie auch von suchte, veranlassten verschiedene bekannten Gelehrten in sein Werk Gelehrte, sich mit der Sammlung, auf. Weiterhin fügt er noch verKlassifizierung und der Zusamschiedene Gedichte arabischer menstellung der noch relativ unDichter ein. übersichtlichen Menge an Hadithen Diese Sammlungen ermöglizu beschäftigen. Die Frucht dieser aufchen den Muslimen sowohl einen opfernden Arbeiten sollte etwa die authentischen Einblick in das Zeitwahrscheinlich bekannteste Hadithalter als auch in das Leben des ProSammlung „Kutub as-sitta“ (Sechs pheten. Viele dieser Sammlungen Bücher) werden. stehen heute in verschiedenen Ausgaben und Sprachen Die sogenannten „Sechs Bücher“ bezeichnen sechs zur Verfügung. Jeder Interessierte kann ohne große VorWerke, die Tausende von Überlieferungen umfassen, welkenntnisse von den Inhalten dieser Bücher profitieren. che wiederum aus Hunderttausenden heraussortiert und So sollte jeder, der noch nicht in den Genuss dieser Liteanhand verschiedener Kriterien klassifiziert wurden. Im sunraturgattung gekommen ist, davon Gebrauch machen. nitischen Islam gelten die Hadithe dieser sechs Bücher im Allgemeinen als zuverlässig. Die Bezeichnung des Be1 Vgl. „Wer dem Gesandten gehorcht, der gehorcht Allah. Doch wer griffs „Kutub as-sitta“ wurde wahrscheinlich Mitte des 10. den Rücken kehrt – Wir haben dich nicht als ihren Aufpasser entJahrhunderts zum ersten Mal verwendet, um Unkundisandt.“ (Sure Nisâ, [4:80]); „Allah erwählt als seinen Gesandgen authentische Quellen empfehlen zu können. Somit ten, wen er will; so glaubt an Allah und seinem Gesandten; und entwickelte sich diese Bezeichnung als ein Synonym für wenn ihr glaubt und gottesfürchtig seid, wird euch großer Lohn „authentische Überlieferungen“. zuteil.“ (Sure Âli Imrân, [3:179]); „Dies sind Allahs Anordnungen. Das sowohl bekannteste als auch zuverlässigste Werk Und wer Allah und seinem Gesandten gehorcht, den führt er in der „Sechs Bücher“ ist das des Gelehrten Buchârî (gest. 869). Gärten ein, durcheilt von Bächen, ewig darin zu verweilen; und dies ist die große Glückseligkeit.“ (Sure Nisâ, [4:13]) Das Werk selbst wird meistens auch mit dem Namen des Autors bezeichnet. Buchârî hatte sich zur Aufgabe geA P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 3 aktuell Wieder der Islamische Religionsunterricht Im Grunde geht diese Entwicklung nicht auf die Arbeit der rot-grünen Koalition in NRW zurück, sondern stellt die Wiederaufnahme der von der CDU erarbeiteten Pläne. Zuvor war dieses Vorhaben auf der 1. Islamkonferenz 2008 diskutiert und von den muslimischen VerWährend man einerseits immer noch die Zugehötretern abgelehnt worden. Denn das Konzept setzt nicht rigkeit des Islams zu Deutschland diskutiert, wird auf die staatliche Anerkennung der islamischen Gemeinder anderen Seit unbeirrt an der Einführung des Islaschaften als eine Religionsgemeinschaft voraus, wie mischen Religionsunterrichts an staatlichen Schulen auch Till-R. Stoldt in der Welt am Sonntag schrieb. weitergearbeitet. Die Bundesländer mit einem hohen Stoldt betonte, dass alle Parteien nach den Gesprächen Anteil muslimischer Einwohner sind nun bestrebt, den zwischen dem Bundesland NRW und den islamischen Kindern von Menschen, die sie bis dato nicht ganz akGemeinschaften sich über die Nicht-Anerkennung eizeptieren konnten, ihre Religion beizubringen. Nordrheinnig waren.1 Westfalen legte im Februar ein Die Hauptsorge der Muslime ist neues Programm vor. Die Erdas Vorhaben eine vorübergehende klärung der Schulministerin Die Hauptsorge der Muslime Änderung am Grundgesetz vorzuSylvia Löhrmann wurde stellist das Vorhaben eine vorünehmen, um die Einführung des islavertretend für die Muslime vom mischen Religionsunterrichts in den bergehende Änderung am Koordinationsrat der Muslime Schulen zu ermöglichen. Da keine der Grundgesetz vorzunehmen, (KRM) unterzeichnet. islamischen Gemeinschaften (des Die gemeinsame Erklärung um die Einführung des islaKRM) als Religionsgemeinschaft anwurde in der Öffentlichkeit unmischen Religionsuntererkannt wurden, wird dem Staat ein terschiedlich bewertet. Die Merichts in den Schulen zu erBeirat als Ansprechpartner dienen. dien bezeichneten dies als eiOb die Mitglieder des KRM nach diemöglichen. Da keine der islanen wichtigen Schritt in NRW, sem Prozess als Religionsgemeinder im Einklang mit dem mischen Gemeinschaften schaft anerkannt werden, ist jedoch Grundgesetz geschah. Der (des KRM) als Religionsgemeungewiss. Damit würde der Staat die KRM hat jedoch die Erklärung inschaft anerkannt wurden, grundgesetzlichen Bestimmungen für zwar unterschrieben, aber zudas Erteilen von Religionsunterricht wird dem Staat ein Beirat als gleich Bedenken und Einwänumgehen. Das birgt wiederum die Ansprechpartner dienen. de geäußert, die nicht behoben Gefahr in sich, dass der Staat bei der werden konnten. İlhan Bilgü • [email protected] sayfa 34 • Perspektif NRW Schulministerin Löhrmann und KRM Mitglieder inhaltlichen Gestaltung des islamischen Religionsunterrichts mitwirkt. Dies führt jedoch zu einem Konflikt mit dem Grundgesetz. Dem deutschen Grundgesetz zufolge wird der Inhalt des schulischen Religionsunterrichts von den Religionsgemeinschaften bestimmt. Mit einer befristeten Übergangsregelung wird in NRW nun versucht, dieses Prinzip in Bezug auf den Islamischen Religionsunterricht aufzuheben. Der Staat, der Religionen gegenüber zur Neutralität gezwungen ist, ergreift somit im Falle des Islams Partei. Eine Gleichstellung des Islams mit anderen Religionen in Deutschland liegt nicht vor, obwohl der Staat auch dem Islam und den Muslimen gegenüber zu Neutralität verpflichtet ist. 2 Solange dies nicht umgesetzt wird, werden die Bedenken der Muslime nicht ausgeräumt werden. Im Grunde wird bereits seit zehn Jahren Islamischer Religionsunterricht in NRW erteilt, der jedoch die Anforderungen des Grundgesetzes nicht erfüllt. Obwohl dem KRM ein Mitspracherecht bei der Bestimmung der Beiratsmitglieder zugesprochen wurde, wird die Art und Weise der Umsetzung, die nicht dem Grundgesetz entspricht, den Eingriff des Staates in die Religionsangelegenheiten vereinfachen. Dass die Bedenken der Muslime berechtigt sind, wird bei näherer Betrachtung der Regelungen des Religionsunterrichts in Deutschland deutlich. Der Religionsunterricht wird in Zusammenarbeit mit den jeweiligen Religionsgemeinschaften erteilt. Sowohl Lehrer und Schüler müssen der jeweiligen Konfession angehören. Aufgrund der Neutralitätspflicht des Staates ist der Religionsunterricht „gemeinsame Angelegenheit“ von Staat und Religionsgemeinschaften. Auf den Inhalt des Unterrichts hat der Staat keinen Einfluss. Er ist lediglich für die Umsetzung zuständig. Da die islamischen Gemeinschaften noch keinen Körperschaftsstatus haben, ist der Staat nicht an diese gesetzlichen Bestimmungen gebunden. Darüber hinaus will das Land die Anerkennung der KRM-Mitglieder als Religionsgemeinschaften nicht, sondern begrüßt lediglich die Bemühungen und die Entwicklung auf Seiten des KRM. Das steigert die Bedenken der Muslime, dass die muslimischen Sensibilitäten bei der Erteilung des Islamischen Religionsunterrichts nicht genügend beachtet werden. Die Umsetzung eines Vorhabens, das in eine Missachtung des Grundgesetzes führen könnte, wird das Vertrauen der Muslime an den Staat schwächen. Denn die Muslime können sich nicht sicher sein, in welchen Bereichen weitere Ausnahmeregelungen zum Nachteil der Muslime durchgesetzt werden. Angesichts der Beispiele wie in der Sicherheitspolitik oder bezüglich der Halal-Fleisch-Schächtung und des Tierschutzgesetzes, in denen gemeingültige Gesetze zum Nachteil der Muslime geändert wurden, ist das Vorhaben einer Partei, die den Islam nicht als einen Teil Deutschlands ansieht, wenig vertrauensstiftend. Übersetzung. Fatma Yılmzer 1 http://www.welt.de/print/wams/nrw/article12798175/EineChance-fuer-den-Islam.html 2 http://www.faz.net/s/RubCF3AEB154CE64960822FA54 29A182360/Doc~EB5E4E252433E45E9BCADAE2F6002BCA 7~ATpl~Ecommon~Scontent.html A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 5 verband Kurs für Öffentlichkeitsarbeit hat begonnen Der Kurs für Öffentlichkeitsarbeit (KFÖ) der IslaGülbahar (Vorsitzender der Jugendorganisation) und mischen Gemeinschaft Milli Görüş hat begonnen. Rund Nurcan Ulupınar (Vorsitzende der der Frauen-Ju50 reguläre Teilnehmer und Teilnehmerinnen aus ungendorganisation) die Teilnehmer. Ebenfalls anwesend terschiedlichen Regionalverbänden ganz Deutschlands waren die Mitorganisatoren des KFÖ Osman Yusuf (Jusowie zahlreiche Gasthörer nahmen an dem ausgefüllgendorganisation) und Ayse Aslan (Frauen-Jugendorten Wochenende teil. Thema waren die Quellen des Isganisation). lams sowie deren Verständnismöglichkeiten. Das Thema des Wochenendes war die „QuellenfraDie Kursteilnehmer wurden von Ali Mete (Genege: Der Islam im Lichte seiner Quellen“. Demnach wurden ralsekretariat), einem der Verantwortlichen des KFÖ, die Teilnehmer durch ein Impulsreferat von Sebahat begrüßt. Mete erläuterte die Ziele und Inhalte der knapp Köse in die Entstehungsgeschichte des Korans und der einjährigen Veranstaltung und Sunna eingeführt. Dabei ging es zustellte das Konzept vor. Demnächst um den Beginn und die Form nach wurden theologische, hider göttlichen Eingebung im AllgeDa es sich bei dem Kurs um ein storische und praktische meinen, später um die explizite Form Kooperationsprojekt handelt, Schwerpunkte gesetzt, welche der Herabsendung des Korans „Es begrüßten auch Mesud Gülbahar in insgesamt zehn Wochengibt im koranischen Kontext drei Formen (Vorsitzender der Jugendorganiendveranstaltungen anhand der Offenbarung an die Propheten“, so sation) und Nurcan Ulupınar einzelner Themenfelder beKöse, „nämlich die Inspiration in ei(Vorsitzende der der Frauen-Juhandelt werden sollen. Danenem Traum, die verborgene Sprache gendorganisation) die Teilnehben werden drei Workshops anund Gottes Offenbarung in Form der mer. Ebenfalls anwesend waren die Mitorganisatoren des KFÖ Osgeboten. Sendung eines Gesandten wie den Engel man Yusuf (Jugendorganisation) Da es sich bei dem Kurs um Gabriel (as).“ Der Koran ist in letzund Ayse Aslan (Frauen-Jugenein Kooperationsprojekt hanterer Form herabgesandt worden. Andorganisation). delt, begrüßten auch Mesud schließend verdeutlichte Köse die sayfa 36 • Perspektif Übermittlung dieser Offenbarung (Wahy). „Vor allem die mündliche Tradierung ist bei einem Volk, das des Lesens und Schreibens nicht mächtig war, unabdingbar gewesen.“ bemerkte die Referentin. Der erste Themenbereich endete mit den Stadien der Sammlung und Zusammenstellung des Korans. Der zweite Themenbereich des Referats behandelte die Tradierung des Hadith. Hier wurde die Präzisionsarbeit in den Hadithwissenschaften betont. Daraufhin folgte ein Vortrag von Amina Erbakan über „Unterschiedliche Interpretationen der Quellen des Islams“. Nach einem Einstieg über die Einheit (Tawhîd) Gottes, dem Menschen in seiner Geschöpflichkeit und der Bedeutung der Rechtleitung (Hidâya) ging die Referentin auf das Koranverständnis ein. Dabei appellierte sie vor allem daran, Meinungsverschiedenheiten auch innerhalb der islamischen Gemeinde nicht als Nachteil, sondern als Bereicherung zu sehen. „Selbst der Koran sagt von sich selbst, dass er eindeutige und mehrdeutige Verse hat“, so Erbakan, die daraus folgerte, dass es gefährlich sei, sich selbst als Deutungshoheit anzusehen. Die Referentin betonte vielmehr die Selbstverständlichkeit und Notwendig- keit unterschiedlicher Interpretationen. Anschließend gab es einen interaktiven Vortrag von Mehmet Genç über die Geschichte und Unterschiede der Rechtsschulen im Islam. Zunächst wurden Grundbegriffe wie „Scharia“ und „Fikh“ geklärt. „Die Scharia ist kein Gesetzesbuch. Sie ähnelt nicht dem BGB, in dem man bestimmte Paragraphen suchen kann“, erklärte Genç. „Wenn der Begriff ‚Scharia‘ fällt, denkt jeder an Strafen, dabei ist sie sehr viel breiter gefächert“. Danach ging es um die Gründe der Entstehung und Nützlichkeit von Rechtsschulen. „Einer Rechtsschule anzugehören erleichtert dem Muslim seinen Alltag“, merkte einer der Teilnehmer an, die durch eine Pro-Contra-Diskussion aktiv in den Vortrag eingebunden wurden. Nach dem von Vorträgen bestimmten ersten Tag des KFÖ-Treffens knüpften am Folgetag drei Workshops an. Die Teilnehmer hatten die Wahl zwischen dem Workshop „Öffentlichkeitsarbeit in der Moschee“, „Medien in der Öffentlichkeitsarbeit“ und „Texte in der Öffentlichkeitsarbeit“. Alles in allem wurde den Kursteilnehmern ein sehr ausgefülltes Wochenende geboten. Sie kehrten zwar erschöpft, aber höchstzufrieden heim. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 7 aktuell Delegiertenversammlung der IGMG am 14. Mai Anlässlich der Delegiertenversammlung der Islamischen Gemeinschaft Milli Görüş werden die Delegierten der IGMG am 14. Mai 2011 zusammenkommen. Der Vorsitzende der IGMG, Yavuz Çelik Karahan, gab bei der Versammlung der Regionalverbandsvorsitzenden bekannt, dass die Vorbereitungen für die Generalversammlung begonnen haben und fügte hinzu: „Diese Tage, in denen wir auf eine 50jährige Migrationsgeschichte zurückblicken, bedeuten für uns mindestens weitere 50 Jahre verantwortungsbewusste Arbeit.“ Bei der Versammlung der Vorsitzenden der IGMGRegionalverbände wurde beschlossen, die Delegiertenversammlung im Mai einzuberufen. Demnach sollen die Delegierten am 14. Mai 2011 zusammenkommen. In seiner Rede sagte der Vorsitzende der IGMG, Yavuz Çelik Karahan: „Diese Tage, in denen wir auf eine 50jährige Migrationsgeschichte zurückblicken, bedeuten für uns mindestens weitere 50 Jahre verantwortungsbewusste Arbeit. Da nun klar ist, dass wir in diesem Land heimisch geworden sind, ist eine Institutionalisierung umso mehr vonnöten.“ Karahan fügte hinzu: „Für uns sind die kommenden Generationen von großer Bedeutung. Daher müssen wir unsere Arbeit so ausrichten, dass sie die gesellschaftliche Teilhabe sowie die Partizipation der kommenden Generationen mit ihrer muslimischen Identität fördert und stärkt. Wir dürfen uns nicht außerhalb der Gesellschaft sehen, sondern mitten in ihr. sayfa 38 • Perspektif Gemäß unserer Religion müssen die Muslime Vertrauen erwecken. Wir folgen dem Ausspruch des Gesandten Allahs „Erleichtert, erschwert nicht.“ So werden wir als Gemeinschaft unsere Geschwisterlichkeit noch weiter stärken. Unsere Gemeinschaft ist für die Zukunft der Muslime in Europa von großer Bedeutung. Dies bestärkt uns umso mehr, unseren Weg gemäß den Prinzipien des Korans und der Sunna mit noch größerem Elan weiterzugehen. An dieser Stelle möchte ich an den 11. Vers der Sure Râd erinnern: „Gewiss, Allah verändert die Lage eines Volkes nicht, solange sie sich nicht selbst innerlich verändern.“ Demgemäß können wir Allahs Hilfe nur dann erwarten, wenn wir uns nach Kräften um sein Wohlwollen bemühen. Möge Allah denen helfen, die seinem Weg folgen und Gutes verrichten. Karahan gab bekannt, dass er auf der Delegiertenversammlung nicht erneut für die Aufgabe als Vorsitzender der IGMG kandidieren wird. Jedoch möchte er sich auch weiterhin in der Gemeinschaft engagieren und den neuen Vorstand in allen Belangen unterstützen. „42 Jahre meines Lebens, davon 27 in unserer Gemeinschaft in Europa, habe ich gemeinsam mit Geschwistern wie euch gearbeitet. Von nun an möchte ich den neu zu wählenden Vorstand unterstützen“, so Karahan, der sich für einen reibungslosen Ablauf der Delegiertenversammlung einsetzen will. IGMG HADSCH-UMRA REISEN GmbH Bosch Str. 61-65, 50171 Kerpen Tel.: (02237) 656-310 • Fax: (02237) 656 319 Internet: www.igmghacumre.com Mail: [email protected] BANKA: KREISSPARKASSE KÖLN BLZ: 370 502 99 • Hesap-Nr. 149277781