IGMG HADSCH-UMRA REISEN GmbH

advertisement
Perspektif
APRIL / NİSAN 2011 • Jg./Yıl: 17, Nr./Sayı: 196
İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Yayın Organı
editör
Selamların en güzeli ile
FRANSA ve İSLAM
Almanya’nın ardından, İngiltere ve nihayet Fransa da
“çok kültürlülük iflas etmiştir” sloganı ile yola çıkarak, ülkelerinde yaşayan Müslümanlarla ilgili çeşitli tartışmalar başlattılar. Fransa biraz daha ileri bir adım atarak, Cumhurbaşkanı Nicaolas Sarkozy’nin partisi olanHalkın Birliği Hareketi (UMP) öncülüğünde “Laiklik ve İslam” tartışmasını Nisan ayında, tüm siyasal ve sosyal katmanlara yaymayı planlıyor.
Ancak, Fransa’daki “Laiklik ve İslam” tartışması, ilk
kurbanını, Sarkozy’nin Müslüman danışmanlarından
Abdurrahman Dahmane’nin görevden uzaklaştırılması
ile almış oldu. Fakat tartışma daha sonra, Müslüman yazar Prof.Dr. Tarık Ramazan’ın “Nouvel Observateur ve
Respect Mag” dergilerinin “İslam tartışmalarına Hayır”
kampanyasına Prof. Dr. Olivier Roy gibi ünlülerle birlikte
imza atması üzerine Sosyalist Parti’yi de karıştırdı. Partinin lider kadrolarından Laurent Fabius und Martine Aubry
imzalarını geri çektiler.
Bu sayımızda Filiz Kışlak, Fransa’daki “İslam” tartışmalarını anlama bakımından “laik” Fransız devletinin İslam’a bakış açısını çeşitli yönleriyle ele alan bir yazısıyla karşımızda.
Öte yandan Yunus Mert, Friedrich Ebert Vakfı’nın,
Avrupa’da İslam Düşmanlığı ve Önyargıları inceleyen araştırmasından çıkan sonuçları değerlendiriyor.
Almanya’da da, Alman İslam Konferansı, zaten devam
eden, ancak Müslüman cemaatler nezdinde pek de itibar
edilmeyen tartışmalara yeniden başlayacak. Bununla
doğrudan ilgisi olmasa da, yine aynı bağlamda kabul edebileceğimiz, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin resmî okullarda İslam din dersleri vermesi ile ilgili gelişmeler üzerine İlhan Bilgü bir değerlendirmede bulunuyor.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet
olun.
• Oğuz ÜÇÜNCÜ
Perspektif
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI
APRIL / NİSAN 2011 Yıl/Jg.: 17, Sayı/Nr.: 196
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0
Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de
E-Mail: [email protected]
YAYINCI • HERAUSGEBER
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V.
Amtsgericht Bonn, VR 6621
Vertreten durch den Vorstand:
Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü,
Generalsekretär; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender
Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur:
Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P)
Dizgi-Layout: İlhan BİLGÜ
Baskı · Druck: Yavuzsöhne-Duisburg
Yayınlanan makale ve fikir yazılarının
sorumlulukları yazarlarına aittir.
Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen
binden die Autoren, nicht die IGMG
İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE:
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555
E-Mail: [email protected]
ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT:
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Lastschriftabteilung:
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
E-Mail: [email protected]
Yıllık abone ücreti: 59,-EURO
Jahresabonnement: 59,-EURO
IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos
Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten
HESAP NO · BANKVERBINDUNG:
BANK AUSTRIA:
IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01
SWIFT: BKAUATWW
içindek i le r
gündem
Olağan Kongremiz 14 Mayıs’ta Yapılıyor
5
Fransa Devleti ve Müslümanlar
6
Öteki’nin Hor Görülmesi
10
Milliyetçilik ve Onun Hizmetindeki Sinema
12
Yine İslam Din Dersi
14
Dış İlişkiler Eğitim Kursu başladı
16
IGMG Libya ve Japonya’ya Yardım Yapıyor
18
KGT İdareciler Günü 28 Mayıs’ta Yapılıyor
19
teşkilat
islam ve hayat
Hadis Literatürü’nün Oluşumu
20
Cenazesi Türkiye'yi Birleştirdi
22
“Kent Dindarlığı”
24
Nahçıvan
28
Sa’di-î Şirazî
30
Die Entstehung der Hadithliteratur
32
Wieder der Islamische Religionsunterricht
34
toplum
dünya
kültür
islam und leben
aktuell
verband
Kurs für Öffentlichkeitsarbeit hat begonnen
aktuell
Delegiertenversammlung der IGMG am 14. Mai
6
FRANSA DEVLETİ
VE MÜSLÜMANLAR
16
DIŞ İLİŞKİLER EĞİTİM
KURSU BAŞLADI
22
CENAZESİ
TÜRKİYE'Yİ BİRLEŞTİRDİ
36
38
Kongre tarihi, Genel Başkan Yavuz Çelik Karahan’ın başkanlık ettiği Bölge Başkanları toplantısında belirlendi
Olağan Kongremiz 14 Mayıs’ta Yapılıyor
İslam Toplumu Milli Görüş olağan kongresi, delegelerin katılımı ile 14 Mayıs 2011 tarihinde yapılacak. Kerpen’de
yapılan Bölge Başkanları Toplantıs’ında kongre hazırlıklarının başladığını ifade eden IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan ‘‘Göçün 50. Yılını idrak ettiğimiz şu günler, bize, en azından gelecek 50 yıl sonrası için de sorumluluklar
yüklüyor’’ dedi.
İslam Toplumu Millî Görüş Bölge Başkanları Toplantısı Kerpen’deki IGMG Genel Merkezinde yapıldı. Toplantıda
olağan kongrenin, tüm delegelerin katılımı ile 14 Mayıs 2011
tarihinde yapılması kararlaştırıldı.
IGMG Genel Başkan Yavuz Çelik Karahan toplantıda
yaptığı konuşmada , “Göçün 50. yılını idrak ettiğimiz şu günler, bize, en azından gelecek 50 yıl sonrası için de sorumluluklar yüklüyor. Artık kalıcılığımız da kesinleştiğine göre, kalıcılık kurumsallaşmamızın daha da yaygınlaşmasını gerektiriyor” dedi. Karahan konuşmasına şöyle devam etti:
“Bizim için gelecek nesillerimiz önemlidir. Bu yüzden
de, teşkilat projelerimizi gelecek nesillerimizin toplumsal uyumunu, Müslüman kimlikleri ile toplumsal katılımını teşvik
edecek ve geliştirecek biçimde şekillendirmek zorundayız.
Toplumdan uzaklaşmayacak, aksine toplumu kucaklayacağız.
En büyük zenginliğimiz: İnandığımız din İslamdır. Ve
İslam bize, başkalarının bizden emin olmasını emrediyor.
Bunun için, insanımızın hayatını zorlaştırmayacak, Peygamberimizin “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız” emrini düstur edineceğiz. Teşkilat olarak, kardeşliğimizi daha da kuvvetlendirecek, birlik
ve dayanışmamızı devam ettireceğiz. ”
Avrupa’daki Müslümanların geleceği için bu teşkilatın
önemi çok büyüktür. Bu da bize, sırf Allah rızasını hedefleyerek Kur’an ve Sünnet’e dayalı İslam anlayışımızdan hareketle daha da büyük bir güven ve heyecanla çalışma sorumluluğu yüklüyor. Burada, Ra’d Sûresi’nin “Bir topluluk
kendisini değiştirmeden, Allah o toplumu değiştirmez”
mealindeki 11. ayetini hatırlatıp, Allah’ın inayet ve yardımını
ancak O’nun rızasına uygun davranarak bekleyebileceğimize
vurgu yapmak istiyorum. Allah, kendi yolunda çalışan ve hizmet verenlerin yâr ve yardımcısı olsun.”
Ayrıca, kongrede genel başkanlığa yeniden aday olmayacağını açıklayan Karahan, ileride de teşkilat çalışmalarına aynı heyecan ve ruhla katılacağını belirtti. “27 yılı Avrupa’daki teşkilatımızda olmak üzere, ömrümün toplam 42 yılını, sizler gibi kardeşlerimle çalışarak geçirdim. Bundan sonra da, genel kurulda seçilecek yeni yönetime yardımcı olacağım” diyen IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan,
IGMG Genel Kurulu’nun uyum, kardeşlik ve beraberlik ilkesi ile geçmesi için de yardımcı olacağını ifade etti. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 5
gündem
Fransa Devleti ve Müslümanlar
Filiz Kışlak • [email protected]
Fransa’da Müslüman nüfus tarafından ifade edilen demokratik
katılımcı taleplerin yanısıra, Müslümanların günlük yaşamlarına, inançlarının gereğini yansıtmaları/yansıtmak istemeleri ve
dinî ilkelerine sadık bir yaşam tarzı benimseleri/benimsemek istemeleri, Fransız siyasetçiler tarafından uzun zamandır bir tehdit unsuru olarak tanımlanmakta ve kaygıyla karşılanmaktadır.
Fransa’nın dinî-etnik yapısını ve sosyo-kültürel dokusunu
yenileyen yaklaşık 5,5 milyon Müslüman nüfusun farklı meşru taleplerine siyasetçilerin kuşku ile yaklaşmaları ve farklı tartışmalar oluşturarak kimliksel endişeleri istismar etmeleri,
Müslümanların bu taleplerini, güvenlikçi bir yaklaşımı öngören bir siyasî anlayış ile ele aldıklarını göstermektedir.
Paternalist 1 yaklaşım ile Müslümanların iç işlerine kendine müdahale etme hakkını tanıması ve siyasî hedeflerin gerçekleştirilmesi için yerel düzeyde kliantelist (clientéliste/clientelistic/klientelistishe) ilişkiler kurma teşebbüsünde bulunması,
Fransa devletinin, çelişkili ve karmaşık uygulamalara başvurarak Müslümanları araçsallaştıran bir tutum sergilediğini göstermektedir.
Fransa devletinin Müslümanlara yönelik bu tutumu, sözkonusu
vatandaşların ihtiyaçlarına ve taleplerine “otantik (hakikî) cumhuriyetçi” yanıtlar ve cumhuriyet ilkelerin ruhuna sadık kalabilen çözümler verme konusunda siyasilerin başarısız oldu. Bu başarısızlık, çıkarılan dışlayıcı yasalar ile “çoğulculuk, hoşgörü, din
ve vicdan hürriyetini öngören” evrensel hukukî ilkeleri gözardı
ve son olarak tüm dinleri eşit konuma yerleştiren ve Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış ve buradan bütün dünyaya yayılmış olan
“laiklik prensibini” suistimal etmeleri ile ortaya çıkmaktadır.
Siyasîler tarafından suistimal edilen Cumhuriyet ilkeleri
Fransa’da 90’lı yıllardan bu yana, İslâmî “Cemaatleşme’nin”2 (communautarisme, communitarianism, Kommunitarismus) farklı siyasî figürler tarafından suçlayıcı nitelikte gündeme getirilmesi ve her fırsatta Fransa cumhuriyetinin laik, tek
ve bölünmez bir rejim olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyulması, bunun Fransız siyasî söyleminin önemli bir “leitmotivini”
oluşturduğunu göstermektedir.
Bu anlamda, siyasî rekabetin yoğun olduğu dönemlerde,
hangi siyasî görüş ve partiye mensup olursa olsun, her Fransız
politikacının kendisini “Fransız cumhuriyet modeli”nin ve “cumhuriyetin evrensel ilkelerinin” en iyi savunucusu olduğunu ispatlayabilmek için, Müslümanların “Cumhuriyet Rejimine” karşı bir tehdit unsuru oluşturduğunu iddia eden ifadelere başvurmaları
ve Müslümanların “uyumuna” dair ısrarla gündemde tutulan
tartışmalar meydana getirmeleri, siyasî hedeflerin gerçekleşti-
sayfa 6 • Perspektif
rilmesi için gelenek haline gelmiş, vazgeçilmez bir seçim stratejisi olarak karşımıza çıkıyor.
Fransa’da yaşayan Müslümanları karalayan ve araçsallaştıran bu siyasî tavrın ve anlayışın rutin haline geldiğini belirten, Arap
ve Müslüman Dünyası Siyasal Bilimler ve Sosyolojik Araştırma
Enstitüsü’nde (IREMAM) araştırmacı olan, Sosyolog ve Siyasetbilimci Vincent Geisser ve Gazeteci Aziz Zemouri’nin, birlikte yazmış oldukları “Marianne et Allah les politiques français face à la “question musulmane” adlı kitapta, “Devletin ajandasında
öncelikli gündem maddeleri arasında yer alan ‘İslam olgusu’ ve ‘İslamî cemaatleşmeye’ karşı, sözde mücadele politikasının gerçek amacının, ‘İslâmî cemaatleşmeyi’ yıkmak olmadığı, aksine; farklı ve özel
muameleler ve tüm dışlayıcı yasalar gibi, başvurulan tüm uygulamaların, içine kapanık ve toplumdan soyutlanmış bu ‘cemaatleşmeyi’,
esasında siyasilerin kendilerinin oluşturmak ve muhafaza etmek istedikleri ” açıkça belirtiliyor.
Fransız Cumhuriyetini “İslamîleştirme”yi amaçlayan ve cumhuriyetin tüm değerlerine karşı çıkan; “İslamî aktivist ve kuruluşların”, “radikal ve fundamentalist” grupların oluşturduğu “İslamî
cemaatleşmenin” her fırsatta suçlayıcı nitelikte gündeme taşınması;
Cumhuriyet ilkelerini gereğince tatbik etme konusunda ve yasalar önünde eşit muamele prensibine uyma husunda, Müslümanların bir istisna oluşturduğunu gösterebilmek ve akabinde farklı
uygulama ve özel muamele gerektiğini ispatlayabilmek için, siyasilerce kullanılan etkili bir strateji olduğu vurgulanıyor.
Siyasî pratiklerde “Cezayir Sendromu”
Bu “çok özel muamele” ile devlet eliyle Müslümanları yönetme
ve idare etme girişimlerinin kaynağını, tarihin derinliklerinde bulmanın mümkün olduğu bir çok tarihçi ve siyasetbilimci tarafından
ifade edilmiştir. Müslümanlara yönelik Fransa’nın siyasî uygulamalarını tetkik eden Franck Frégosi, Pascal Le Pautremat, Pascal Blanchard, Vincent Geisser ve Aziz Zemouri gibi farklı tarihçi,
gazeteci ve siyasetbilimci, farklı anket ve araştırmalarında ortak
bir noktaya varmışlardır.
Bu yazar ve araştırmacılar, gerek İslam algısında ve gerekse
siyasî pratiklerde, Fransa’nın sömürgeci döneminden kalan bir
çok izleri bulmanın mümkün olduğunu ve özellikle “Cezayir Sömürgesi” (1830-1962) tecrübesinin bu bağlamda siyasîlerin, entellektüellerin ve Fransız elitlerinin zihinlerinde çok önemli bir
yer işgal ettiğini tespit ediyorlar. Gerek ulusal ve gerekse yerel
düzeyde, bu farklı ve çok özel muameleyi öngören değişik siyasî pratiklerin “cezayir sendromundan”etkilendiğini belirtiyorlar.
Bu bağlamda araştırmacılar, ilginç tesbitler de bulunuyorlar.
Örneğin, devlet Müslümanlara ilişkin atama prosedürlerini gerçekleştirirken; devletin muhatap aldığı “Müslümanlar” terfi ediyor; “bağımsız” ve “hür” İslamî kuruluşlarla, teşkilat ve grupları ise
gözetlemeye yönelik tertibatlar düzeniyor. İslamî ibadetlerin ne
ve nasıl olduğuna karar verirlerken, Müslüman alimlere müraca-
at ederken, Müslüman kadının statüsünü tartışırken,Cezayir sömürge döneminden
miras kalan, özel bir uygulama ve algılama biçimi ile davranıyorlar. Yani devlet,
herşeye kendisi karar veriyor ve bu karara uyulmasını istiyor. Araştırmacılar, bu
sömürgeci reflekslerin muhafazasının,
hukuk devletinde kutsal olarak nitelendirilen “eşit muamele” ilkesine sadık kalmaları noktasında önemli bir engel oluşturduğunu da açıklıyorlar.
yasî elitlerin” bugün; toplumda yer alan
ve görünür olan, fikirlerini açıkça beyan
eden, aktif rol oynayan, bu toprakların vatandaşı olduğunu kabul ederek kendini
topluma karşı sorumlu hisseden, özellikle
ikinci ve üçüncü Müslüman nesillere
yönelik çok farklı bir siyaset izlediklerini; bu potansiyele karşı harekete geçme
ve kontrol etme ihtiyacı duyarak farklı insiyatiflere başvurduklarını farkediyoruz.
‘‘La gestion publique de l’Islam en
France: enjeux géopolitiques, héritage coMüslümanları gözetlemek, kontrol
lonial et/ou logique républicaine’’adlı maetmek, temsil etmek
kalesinde ,devletin İslamî ibadete ilişkin
Cezayir sömürgeci döneminde, Şeyh
uygulamış
olduğu çeşitli müdahale biSarkozy’nin “İslam” politikası, danışmanı
Abdülhamit İbn Badis gibi bağımsızlık ve
çimlerini
özetleyen
Siyasal Bilimler UzAbdurrahmane Dahmene’in kovulmasına yol
özgürlük savaşı veren Müslüman şahsimanı
Franck
Freckosi,
devletin doğrudan
açtı
yetlerin/alimlerin önderliğinde; kolonmüdahalesi (interventionnisme d’Etat )ve
yal gücün karşısında direnç göstererek, metçekimser politikası (abstentionnisme
ropoldan gelen baskıcı politikalara karşı çıkan ve asimile edici did’Etat) olmak üzere, iki önemli eğilimi gözlemlemektedir. Bu iki
rektiflere uymayı reddeden Panislamist hareketlerin müthiş baeğilim arasındaki salınım Fransa’da,İslam/devlet ilişkilerin tarihsel
şarıları, bir çok bağımsız Müslüman grupların ve reformist kurusüreci olarak Fransız siyasetini temsil ettiğini açıklıyor.
luşların, Fransa’nın gizli istihbarat kurumları tarafından bastırılması
Freckosi, İslamî ibadete devletin doğrudan müdahalesini, Müsve gözetim altında tutulmasına neden olmuştur.
lümanların kendilerini organize etme konusunda aciz olduklarını ve
Cezayir’de uygulanan bu baskıcı siyasî anlayışın, bugün metbu sorunun çözümünü ancak devletin verebileceğini ima eden bir
ropole taşındığını ve Müslüman göçmenler üzerinde uygulananlayış sözkonusu olduğunu belirtirken; ilgili vatandaşların devledığını açıklayan Vincent Geisser; devletin Müslümanlara yönetin rehberliğine ihtiyacı olduğuna inanan bu paternalist tutumun,
lik izlediği “resmî siyasete”, bir yandan işbirlikçi şahsiyetlerden
Müslümanları çocuk statüsüne indirgediğini açıklıyor. Freckosi, bu
“destek ararken” diğer yandan, kamu otoritesine ve direktiflerigirişimin ve idare etme teşebbüsünün, devletin dinlere karşı tarafne karşı gelebilecek muhtemel ‘‘bağımsız” ve “hür”şahsiyet ve kusız olmasını öngören ve her dine kendi geleneklerine göre serbestruluşları marjinalize edebilmek ve mümkünse ortadan kaldırmak
çe organize olma hakkını tanıyan “laiklik” prensibi ile çeliştiğini ve
için seferber olduğunu açıklıyor.
aynı zamanda çoğulculuk ruhuna da aykırı olduğu vurguluyor.
2004 yılında kurulmuş ve İçişleri Bakanlığı bünyesinde örBu idare etme girişimleri 1990 yılında Sosyalist Parti İçisleri
gütlenmiş olan INHES (L’Institut National des Hautes Etudes
Bakanı Pierre Joxe tarafından kurulan CORIF (Conseil de Refde Sécuirité) (UlusalYüksekGüvenlikAraştırmaları Enstitüsü)’nün
lexion sur l’İslam en France) konseyi ile başlamış, fakat fiyasko ile
yayınlamış olduğu araştırmalar arasında özellikle Müslümanlaneticelenmiştir. Ve bundan sonra gelen tüm hükümetler, bu
ra ilişkin binlerce uzman raporunun bulunması; bu güvenlik kutemsil meselesini ele alarak, devletin kontrolünden çıkmayacak ve
rumunun “Müslüman olgusunu” gerçekten ciddî bir risk ve önemdevlet ile uyum içerisinde olacak bir temsil kurumunu yapılandırmak
li bir tehdit olarak algıladığını ispat etmektedir. “Fransız gençistemişlerdir. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde,2003’te
lerinin İslama yönelişi”, “banliyölerin İslâmileşmesi”, “Fransız cakurulan Fransa İslam Konseyi de (CFCM: Conseil Français du
milerinde verilen hutbe içeriklerinin analizleri” gibi, ayrıca iki yüzculte musulman) beklenildiği kadar etkin olamamıştır.
lü davranmakla suçlanan, çok “zeki” ve “kurnaz” olarak tanımlanan Tariq Ramadan hakkındaki tüm raporlar, bu kurumun gerDevletin aradığı muhatap: “İyi bir Müslüman”
çekleştirdiği araştırmalar arasında yer almakta ve devletin güvenlikçi
Figaro-Magazine gazetesinde, 1999 yılından bu yana gazete
siyasetinin çok ciddî boyutlara ulaştığını göstermektedir.
muhabiri olan ve Fransa’da İslam olgusu üzerine uzmanlaşan Aziz
Bir yandan bağımsız ve hür Müslüman teşkilat ve kuruluşZemouri, verdiği bir demeçte kendisine yöneltilen “Sizce, Müsları gözetlemeye yönelik tertibatlar kurarken diğer yandan,
lümanlar arasından muhatap arayan Fransa devletinin ‘‘iyi MüslüMüslümanları daha etkili bir şekilde kontrol edebilmek ve yönmantasavurru nedir?’’sorusuna ironik bir şekilde şu yanıtı veriyor:
lendirebilmek adına, siyasî elitlerin, Müslümanları temsil ve ida“Devlet kabinelerinde, Fransız siyasîler tarafından kararlaştırıre etme girişimlerinde bulunarak, ilgili nüfusu yönetmek istediklerini
lan ve profili çizilen “iyi bir Müslüman”, her şeyden önce ılımlı olmagözlemleyebiliriz.
lıdır (musulman modéré), cumhuriyet normlarına göre, “kusursuz olBir zamanlar, Fransa topraklarında kendilerini “yabancı” hisduğunu ve tehlike arz etmediğini” ispatlaması gerektiği için, zamasettikleri için kamusal alanda fazla görünür olmamaya itina gösnı geçmiş dinsel pratiklerden (ibadet) vazgeçmiş, kamusal alanda mümteren (discretion/diskretion), meşru taleplerini ifade etme nokkün mertebe en az görünür olmalıdır (invisible),Fransızların hassassiyetine
tasında sessiz kalmayı tercih eden (veya taleplerini ifade edemedokunacak dinî simgeleri taşımaması gerekmektedir. Tütörleri/vasiyen) ilk Müslümanların ihtiyaçlarına kayıtsız kalan, ilgili toplululeri ile her zaman ve her şartta hemfikir olmalı, verilen kararlara biğu muhatap almak istemeyen ve sorunları ile başbaşa bırakan “siat etmeli, hiçbir zaman fikirsel ayrılığa düşmemelidir;düşünce bağımsızlığını
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 7
gündem
talep etmemeli ve kritik analitik bakış açısına sahip olmamalıdır. Özgürleşmiş bir kadın, dinî geleneklerinden kaçmış ve Müslüman erkeklerin egemenliğinden kurtulmuş
olmalıdır.Bunun yanı sıra “tabii ki”kültürel
kimliklerini muhafaza etmelerini sağlayacak uygulamalar da mevcuttur, “oryantal
egzotizme” merak saran Fransız burjuvalara yönelik tanıtıcı, folklorik ve egzotik etkinler düzenlemelerinde, hamamlar ve
çay salonları açmalarında hiçbir sakınca
görülmemektedir. İşte size devletin algıladığı uyumlu bir müslüman profili!”
Vincent Geisser’in de ifade ettiği gibi siyasîlerin “Cumhuriyetçi puritanizm”
misyonu ve evrensel ödevi, pedagojik ve
aşamalı olarak Müslüman toplulukları,
“İslam’ın karanlığından, laik ve cumhuriyetçi aklın aydınlığına doğru”sevk ederek,
ümmet esaretinden kurtarmak olduğunu belirtiyor.
Sarkosy, Nisan
. ayında
“Laiklik ve İslam” tartışması başlatıyor
Siyasîler tarafından suistimal edilen laiklik prensibi, laikliğin
ideolojik yorumu (interprétation idéologique tendancieuse)
ve entegrist (köktenci) uygulaması
Laiklik sosyolojisinin kurucusu ve uzmanı olarak tanınan Jean Baubérot, Fransa laikliğini tanımlarken, din olgusuna ve dinî
pratiklere yönelik “laikçi” değil “tarafsız” olduğunu belirtiyor. Müslümanların kamusal alandaki görünürlüğünün ve dinî taleplerinin
artmasıyla beraber, her fırsatta laiklik prensibine başvurarak Fransız rejiminin laik olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyan sîyasilerin,
bu prensibi suistimal ettiklerini vurguluyor.
Tartışma konusu üreterek gündemi sürekli meşgul eden bu
kavramı etraflıca izah edebilmek için, bir üçgen olarak ele alınmasını
gerektiğini belirten Baubérot, üçgenin bir köşesinde “din ve vicdan özgürlüğü” prensibi olduğunu, bir diğer köşesinde “din ve devletin ayrılığı” prensibi bulunduğunu, daha açık bir ifade ile dinin
devlete tahakküm etmemesi ve devletin de dini serbest bırakmasını öngören bir prensip sözkonusu olduğunu, üçgenin son köşesinde, “hukuk önünde tüm dinlerin eşit konumda kabul edildiğini”
öngören prensibin yer aldığını ifade ediyor.
Fransız Devrimi ile vuku bulan, din/devlet (Kilise/devlet) faaliyet alanlarını ayıran laiklik prensibinin hedefinin, dinlere karşı savaş açmak olmadığını belirten Baubérot, tarih boyunca, Kilise ve
devlet arasındaki iktidar mücadelesinin sonucu olarak karşımıza
çıkan bu kavramın, Kilisenin kontrolünde olan “devletsi güçleri”
(pouvoirs publics) elinden alarak ulus/devletin, yönetici tek merkezî güç olarak kalmayı amaçladığını açıklıyor.
9 Aralık 1905 tarihli kanunun felsefî ruhunu inceleyen Baubérot, dinî çoğulculuğu hoşgören, “din ve vicdan özgürlüğünü” tanıyan ve bu hakkı koruyan bir laiklik anlayışının sözkonusu olduğunu ve bu yasanın, din ve vicdan hürriyetini sadece kişilerin bireysel alanı ile sınırlamadığını, aynı zamanda, kamusal alanda da
ifadesini bulmasına izin verdiğini hatırlatıyor.2003 yılında dönemin
Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın isteği üzerine kurulan ve
okullarda dinî simgeler üzerine rapor hazırlamakla görevlenen STASI komisyonunda yer alan Baubérot, “L’intégrisme Républicain
sayfa 8 • Perspektif
Contre La Laïcité”, “Laikliğe karşı cumhuriyetçi köktencilik (entegrism)”adlı kitabında ifade ettiği gibi, bu komisyonda
yer alan uzmanların okullarda başörtüsü yasağından yana tavır alarak, 1905 yasasını değiştirme ihtiyacı duymaları, laiklik kavramının felsefî ve hukukî yorumunun çok ötesinde, ideolojik ve “jakoben”
bir yorumdan kaynaklandığını belirtiyor.
Böylelikle okullarda başörtüsünü yasaklayan, 15 Mart 2004 tarihli yasanın laik
değil, laikçi olduğunu ifade eden Baubérot, bir uzman olarak kendisinin bu dışlayıcı yasa tasarısını kesinlikle onaylayamayacığını bildiriyor. Kimseyi kendi dinlerinden ve dinî geleneklerinden “kurtarmayı” ve “özgürleştirmeyi”amaçlamayan; insanların dinî seçim ve tercihlerine saygılı olan ve tamamen inançlarını bireylerin özgür iradelerine bırakan,
1905 tarihli yasanın ruhuna sadık kalmak
istediğini vurguluyor.
Siyasî arenada “Le Pen’leşen” zihinler
L’Islam, La République et le Monde. Lepénisation des esprits? adlı kitabında, Le monde diplomatiquegazetesinin Genel Yayın Yönetmeni
Alain Gresh, son yıllarda merkez sağın siyasî söylemlerini incelerken, bir zemin kaymasına işaret ederek siyasî platformda “Le Pen’leşen zihinleri” (lepénisation des esprits) gözler önüne seriyor.
Gresh, onyıllarca “göçmenlik, İslam ve Müslüman olgusu “ırkçı parti Ulusal Cephe’nin (Front National ) tekelinde kalarak, tarihî lideri Jean Marie Le Pen tarafından propaganda malzemesi
olarak kullanılmıştır. 2002 yılında gerçekleşen seçimlerde yüksek
popülarite kazanan aşırı sağın oylarını delmek ve kendi tarafına
çekmek adına, iktidar partisi UMP (Halkın Birliğı Hareketi ) “popülist bir yaklaşım” ile göçmenleri ve özellikle Müslümanları karalayan çeşitli tartışmalar meydana getirerek, Ulusal Cephe’nin savunduğu farklı argümanları kendine uyarladığını ve seçmene
sunduğunu açıklıyor. Gresh daha sonra, kamuoyuna sunularak ırkçı söylemleri meşrulaştırılmasına ve özgürce ifade edilmesine neden olan ve toplumun bir parçasını ötekileştiren bu tartışmaların,
hararetli ve öfkeli tepkiler ile ele alınmasının, siyasî ve medyatik
manevraların bir parçasını oluşturduğunu, indirgeyeci tutumların
ve kültüralist yaklaşımların alt sınıflara da yansıyarak, genel bir İslamofobik atmosfer yarattığını açıklıyor.
Merkez sağın bu tutumu, aşırı sağcı siyasî hareket ve örgütlerin
ciddî anlamda radikalleşmesine yol açmaktadır. Sağ eğilimli seçmenlerin oylarını muhafaza etmek adına, aşırı sağcı siyasîlerin,
özellikle Müslümanları hedef alarak, nefret ve kini körükleyici demeçler verdiklerini ve kimliksel endişeleri sömürmeye yönelik programlar düzenlediklerini gözlemleyebiliz. Bu çarpıcı
demeçler arasında Fransa sokaklarında namaz kılan Müslümanlar
için “Topraklarımızı işgal ettiler” diyerek Müslümanların
Fransa’daki varlığını Nazi işgaline benzeten ve 16 Ocak 2011
tarihinde Ulusal Cephe partisinin liderlik bayrağını, babası Jean Marie Le Pen’den devralan Marine Le Pen’ in son çıkışı bu
gelişmeleri teyid etmektedir.
Gündemde yer alan bir diğer örnek
ise, 18 Aralık 2010 tarihinde Fransa’nın
başkenti Paris’te, “Bloc Identitaire” (Kimlik Bloğu) ve “Riposte Laique” (Laik
Missilleme) olmak üzere, aşırı sağcı ve cumhuriyetçi solcu gruplar tarafından düzenlenen
“Ülkelerimizin İslamlaşmasına Karşı
Uluslararası Kurultay”ın kimliksel endişeleri sömürerek Müslümanları Fransa’nın iç düşmanları olarak lanse etmeleri,
siyasî arenada önemli bir gelişme olarak
karşımıza çıkıyor. Müslümanların siyasîler tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılmasının bir ilk olmadığı, Fransız siyasî pratiklerinde bir gelenek haline
geldiği ve bu tutumun büyük bir olasılık
ile 2012 yılında gerçekleşecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar devam
edeceği düşünülüyor.
Sonuç
Yeni bir araştırmacı nesil tarafından
yapılan sosyolojik anketlere göre (Sadek
Sellam, Abdellali Hajjat) kamusal alandaki dinî unsurların ve görünürlüğün
artması ve aynı zamanda Müslüman teşkilatların farklı ve çok yönlü sosyal faaliyetlerive entellektüel alanda bilimsel üretimlerinin hızla yaygınlaşması, siyasî ve
medyatik söylemlerin aksine, bütün bu
gelişmelerin Fransız cumhuriyet modeline ve ilkelerine bir tehdit unsuru oluşturmadığını, bilakis, Müslüman nüfus
ve vatandaşların ilgili evrensel ilkeleri
benimsediklerini ve bu doğrultuda her alanda topluma ciddî ve özverili katkılar sağladıklarını ispat ediyor.
Union des Jeunes Musulmans (FranParis Merkez Camii, .devletin tercih ettiği
sa Genç Müslümanlar Birliği) kurucusu
“İslamî Cemaat” örneğini oluşturuyor
olan Yamin Makri,Quelle contribution ci“L’identité nationale ”Ulusal kimtoyenne des associations musulmanes de Franlik” özellikle bu tartışmaya karşı France? (Fransa Müslüman Teşkilatların hansa toplumun tepkisi ve direnci
gi sivil katkıları var?) adlı makalesinde, Müslümanların toplumun
Üç yıl önce Nicolas Sarkozy tarafından kurulan ve İçişleri Badışında değil, içinde olduğunu, toplumun çok önemli bir parçakanlığı’na bağlı bir kurum olarak kabul edilen, Göç ve Ulusal Kimsını oluşturduğunu, bu ülkenin sorumlu ve bilinçli vatandaşlarılik Bakanlığı’nın, üç yıl boyunca Müslümanların ve göçmenlerin
nın arasında yer aldıklarını ifade ederken, artık “uyum” ve “entegrasyon”
hayatını zorlaştıracak uygulamalara imza atması, devletin ayrımkavramlarının geçersiz ve “zamanı geçmiş” terimler olduğunu, her
cı ve indirgeyici tutumunu sergilemektedir. Bu anlamda ulusal kimfırsatta kasıtlı olarak “Müslümanların entegrasyonunu” gündeme
likten sorumlu Devlet Bakanı Eric Besson tarafından ortaya atıtaşımanın kabul edilir olmadığını bildiriyor. Göçmen statüsünden
lan ve altı ay boyunca göçmenleri ve Müslümanları hedef alarak,
çoktan çıkmış, çoğu Fransa’da doğmuş ve büyümüş olan ikinci ve
bu topluluklara sıkıntılı damgalama süreci yaşattıran, “ulusal kimüçüncü nesiller için, siyasîlerin bu kavramları hatırlatmasının malik” tartışması, birçok entellektüel, akademisyen, aktivist ve öğrenciler
sum ve mânâsız olmadığını vurguluyor. Devletin kendi vatandaşlarının
tarafından tepki almıştır. Fransa’nın gerçek ve öncelikli sosyal ve
bir kısmını bütünleşmiş görmemesinin, çok dinli ve çok kültürlü
ekonomik sorunlarına makûl ve kayda değer çözümler getiremetoplumunun bu yeni yapısını kabul etmekte zorluk çektiğini gösyen hükümet, bu sıkıntıları ikinci plana atmak için bu tartışmayı
terdiğini belirtiyor. Artık entegrasyondan değil, Müslümanların
etkin bir yöntem olarak kullanabileceğini düşünmüştür.
katılımından ve üretiminden bahsetmeleri gerektiğini vurguluyor.
Haksız uygulamaları meşrulaştırmak ve kendi çıkarları doğVe her bilinçli vatandaş gibi Müslümanların da,her türlü ayrımrultusunda kamuoyunu etkilemek adına hükümetin, sorun olmayan
cılıkları ihbar etmek, her türlü haksızlıklara karşı direnç göstermek
yerlerde tartışma konuları çıkarması, küçük siyasî hesaplar peşinve sosyal dayanışma anlayışını öngören bir vatandaşlık bilincinin
de koştuğunu belirgin bir şekilde gösterdi.Yerli olmayan toplumları
gelişimine katkı sağlamak için, Müslümanların devlet kurumlahedef gösteren bu kimlik tartışması; göçmenleri ve Müslümanlarında ve karar organlarında artık yer almaları gerektiğini bildiriyor.
rı dışlayan ve araçsallaştıran çok basit bir seçim stratejisi olarak yoMakri ayrıca, dinî ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklılıkrumlandı ve verilen tüm tepkiler ve göstergeler bu tip dışlayıcı selara saygı ve hoşgörü ilkesine ters düşen politikalar geliştirerek Cumçim stratejilerinin eskisi kadar etkili olmadığını, Göç ve Ulusal Kimhuriyetin değerlerine sadakatlı olmamakla direnen siyasîlerin
lik Bakanlığı’nın istismar ettiği klişelerin ve kalıpyargıların çok ötekarşısında olduklarını açıklarken, ilgili ilkelere sadık kalarak çok dinsinde Fransızların, etnik (ethnicité), kimlik (identité) ve millî duyli ve çok kültürlü yeni Fransız toplumunun ihtiyaçlarına cevap veguların (sentiment national)manipülasyonuna karşı belli bir direnç
rebilecek bir siyasî anlayışın oluşumunda ve gelişiminde Müslüve mukavemat geliştirmiş olduğunu gösterdi.
manların son derece önemli bir rol oynadıklarını ve oynamaya deİnsan Hakları Ulusal Komisyonu tarafından sürdürülen ve hevam edeceklerini açıklıyor. nüz yayınlanmamış olan yirmi yıllık anketin elde ettiği verilere, Fransa toplumunun, kendi bünyesinde barındırdığı çeşitliliğiartık kabul
1
Sorunların çözümünde, hiyerarşik devlet yapısını öneren, dolayolunda olduğunu ve git gide artan bir oranla bunu benimsediğini
yısıyla devletin toplum için alacağı kararların, fertlerin zararına
göstermektedir.2000 yılında yapılan ankete katılanlardan %60’ı, Franda olsa, meşru olduğunu kabullenen siyasal-toplumsal düşünce.
sa’da “fazla göçmen” olduğunu düşünürken, bugün bu oran % 39’a
2 Burada cemaatleşmeden, Kiliseler gibi, devletin muhatap alacadüşmüştür. Buna paralel olarak, 1992’de Fransızların sadece % 42’si
ğı ve kamu organı niteliği taşıyan dinî bir cemaat kastedilmekgöçmenlerin “bir kültürel zenginlik kaynağı” oluşturduğunu söylütedir.
yorken, bugün bunu ifade edenlerin oranı %72’e yükselmiştir.
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 9
gündem
Öteki’nin Hor Görülmesi
Friedrich Ebert Vakfı’nın, Avrupa’da İslam Düşmanlığı ve
Önyargıları İnceleyen Araştırması Üzerine
Yunus Mert • [email protected]
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, modern toplumların en büyük problemlerinden biri olarak hâlâ değişik biçimlerde varlığını korumaktadır. Globalleşen dünyada Doğu- Batı ve Kuzey-Güney arasındaki ilişkiler yeni bir boyut kazanmış, kapitalizmin etkisiyle artan gelir adaletsizliği nedeniyle çevreden
merkeze doğru göç artmıştır. Uluslararası göç, yeni bir durum
olmamasına rağmen, ulus devletle birlikte ulusal kimlikler de
(national identity) kurgulanmış ve halklar arasındaki farklar
daha belirgin hale gelmiştir.
Modernizmin ürettiği bilim; toplumlar, ırklar ve kültürler arasında temel (essential) farklar olduğunu vaaz etmiş ve
bu farkların değiştirilemez olduğunu iddia etmiştir.İşte bugün
de Müslümanlarınkültürve dinleri nedeniyle Avrupa toplumlarına
entegre olamayacağı kabul edilmektedir. Bu saptama ile, toplumsal problemler sadece bir tarafa yüklenmekte ve sorunu
çözmekten ziyade, suçu devamlı göçmenlerde arayan bir anlayış hâkim olmaktadır. Aşağıda detaylı analizini yapacağımız rapor, aslında hakikatin çok farklı olduğunu göstermekte, önyargıların toplumsal ilişkileri belirleyici olduğu Avrupa
ülkelerinde problemin öteki boyutunu ortaya koymaktadır.
Bu kısa makalede 2011 yılın başında Fridrich-Ebert Vakfı tarafından yayınlanan “Ötekinin hor görülmesi. Hoşgörüsüzlük, önyargılar ve ayrımcılık üzerine bir durum değerlendirmesi” 1 adlı raporu incelemeye çalışacağız. Önce, ırkçılık
derken ne demek isteğimizi ve ırkçılığın ne anlama geldiğini
kısaca açıklayalım.
Irkçılığın en önemli özelliği, toplumlar, etnik kökenler, kültürler, kadın-erkek vs. arasında köklü (esential) biyolojik, genetik farklar olduğu ve bu farklar arasında doğal üstünlüklerin (natural superiority) varolduğu anlayışıdır. Beyazın siyaha, erkeğin
kadına, batının doğuya üstünlüğü gibi. Stuart Hall’a göre ırkçılık, farklılıklara (renk, din, dil, etnik köken vs.) vurgu yaparak kişinin kendini diğerlerinden ayırmasıdır. Tabiî, bu şekilde bir sınırlama beraberinde hiyerarşik bir ilişkiyi ve kendini üstün görmeyi getirir. Bu farklar gerçek olabileceği gibi fiktiv (kurgusal)
da olabilir.2 Burada bilgi ve güç ilişkisi önemli rol oynamaktadır.
Ötekini kurgularken, bilimsel bilgi önemli bir araç olarak bu ayrıştırmayı bilimsel verilerle desteklemektedir.
sayfa 10 • Perspektif
Klasik Kolonyalizm zamanını hatırlayacak olursak, siyah
halkların sömürülmesi ve milyonlarca özgür insanın köleleştirilmesinin temeli, bilimsel argümanlarla meşrulaştırılmaya
çalışılmıştır. Buna göre, siyah insan ilkeldi ve Avrupa ile karşılaştırıldığında geri kalmıştı; bu yüzden Avrupa’nın görevi,
o topraklara medeniyeti götürmek ve orada yaşayan “ilkel” insanları medenîleştirmekti.
Nazi Almanya’sını hatırlayacak olursak, aslında Alman toplumuna iyi bir şekilde entegre olmuş, sanat ve bilim dünyasında önemli görevler üstlenmiş Yahudilerin soykırıma uğramasının temelinde pozitivist bilimin ürettiği bilgi ve tarihsel düşmanlık yatmaktadır. Onlara göre Yahudiler farklıydılar ve Alman toplumu için bir tehlike arzediyorlardı. Ari ırkının en üstün ırk olduğuna inanan Hitler Almanyası, saf ari
ırkına ulaşmak ve karışımı engelleyebilmek için kendi vatandaşı olan Yahudileri soykırıma uğratmaktan geri durmamıştır. Avrupa’da yaşanan dünya tarihinin belkide en acı veren
kıyımı, aslında ırkçılığın ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ve sonuçlarının nerelere varacağını göstermektedir. Zamanımızda aşırı sağcıların dışında pek de kabul görmeyen bilimsel ırkçılığın (scientific racism), aydınlanma döneminin
pozitif biliminin ürünü olarak hâlâ etkileri mevcuttur. Her ne
kadar bu anlayış kabul görmese de, ırkçılık değişik formlarıyla
varlığını devam ettirmektedir. Fransız Bilimadamı Etienne Balibar’in 90’lı yıllarda ortaya attığı “Kültürel Irkçılık” terimi ırkçılığın dönüşümünü tesbit eder.
Irkçılık 80’lerden sonra göçün artışıyla beraber yeni bir boyut kazanmış ve kültürel farklara vurgu yaparak azınlıkların
(göçmenlerin) ötekileştirilmesi meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. İdeolojik olarak ırkçılık bugün “Irksız Irkçılık”
(Rassismus ohne Rassen) bağlamında anlaşılabilir. Yaşam biçimleri ve kültürlerin farklılıklar ırkçılığın temel ayrım noktasıdır.3 Bunun temelinde Batı medeniyetinin dünyadaki diğer medeniyetlere olan üstünlüğü düşüncesidir. Avrupamerkezci bir anlayışla dünyaya Avrupa’dan bakan batı medeniyeti
gelişmişliğin merkezinde batı tipi giyinme, bir batılı gibi yaşama gibi normları önemser.
Bu kısa girişten sonra Friedrich-Ebert Vakfı tarafından yayınlanan rapora dönecek olursak yukarıda özetlemeye çalıştığımız durumun çarpıcı örneklerini görebiliriz. Araştırmanın
sonuçları Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İtalya, Portekiz, Polonya ve Ukranya gibi sekiz Avrupa ülkesinden elde
edilen verilere dayanıyor. Her ülkeden 1000 kişiyle telefon
lumunda yaklaşık her iki kişiden biri Müslümanların sayılagörüşmesi yöntemiyle insanların yabancılara, siyahlara, Müsrının çok fazla olduğunu düşünüyor ve bundan rahatsızlık hislümanlara, Yahudilere karşı olan önyargıları araştırılıyor.
sediyor. Portekiz haricinde araştırmaya katılanların çoğunluğu
Araştırma, Avrupa toplumlarının birçoğunda var olan ırkçı“ Müslümanların talepleri çok fazla” ifadesini doğru buluyor.
lığın ne oranda yaygın olduğunu ve hangi toplumsal gruplaAlmanya’da bu oran %54,1 iken İtalya’da %64,7’ye varıyor.
rı kapsadığını detaylı bir şekilde belirliyor. Araştırmaya konu
Müslümanların İslam dininin en önemli özelliğinin hoşgörü
olan gruplar aslında Avrupa toplumlarının normlarına uymayan,
olduğu inancının aksine Avrupa’lıların çoğunluğu İslam’ın bir
yaşam şekilleri bir şekilde çoğunluktan farklı ve “öteki, yabancı,
hoşgörüsüzlük dini olduğu düşüncesini taşıyor. Bu yanlış fikbaşka, normal olmayan” (S.14) olarak algılanan gruplar.
rin temeli esasında tarihsel olarak varolan önyargıların günümüz
Araştırmaya katılanların yaklaşık yüzde ellisi Avrupa’da çok
Avrupa toplumlarına yansımasıdır. Bir bütün olarak İslam’ı
fazla göçmen olduğu düşüncesinde. Bu bir ırkçılık olarak dübu şekilde yargılamak gerçeklerden ziyade oryantalizmin de
şünülmese de yabancılara karşı varolan önyargıların bir gösürettiği kurgusal bilginin bir ürünüdür. Medya da bu imajı kuvtergesi olarak dikkate değerdir. Ayrıca yaklaşık elli yıl önce başvetlendirmek için ziyadesiyle çaba göstermektedir. Buna gölayan göçle beraber artan göçmen nüfusu hâlâ Avrupa topre “İslam, bir hoşgörüsüzlük dinidir” ifadesini Hollanda halumlarının bir parçası olarak görülmemekte ve yabancı olaricinde diğer yedi ülkeden araştırmaya katılanların çoğunlurak algılanmaktadır. Bu esasında çokça lâfı edilen entegrasğu doğru buluyor. Bu ifadeyi doğru bulanların oranları Holyonun önündeki en önemli engellerden biridir. Kendilerinin
landa’da % 46,7 iken, Almanya’da %52,5, İtalya’da %60,4, Poryaşadıkları çoğunluk toplumu tarafından kabullenilmedikletekiz’de %62,2’ye kadar varmaktadır. Araştırmaya katılanlarini gören göçmenler günlük hayatta uğradıkları ayrımcılığında
rın genel olarak verdikleri cevaplar Avrupa’lı toplumların Müsetkisiyle bir tepki olarak gettolaşmaklümanları gerçekten tanımadıklarının
ta, kendini huzurlu hissedeceği mekânlar
da bir kanıtı. Örneğin “Birçok Müslüman,
aramaktadır. Daha vahim bir sonuç ise
teröristleri kahraman olarak görüyor”
araştırmaya katılanların üçte biri farkifadesini sekiz Avrupa ülkesinden kalı etnik kökenler arasında hiyerarşik farktılanların yaklaşık %30’u doğru bulular olduğu inancıdır. Bu da modası geçyor. (Almanya: %27,9, İngiltere %
miş olmasına rağmen hâlâ pozitivist,
37,6, Macaristan: %39,3) (S.70)
bilimsel ırkçılığın Avrupa toplumlarıAraştırmanın yazarlarından Profesör
nın “öteki”ni algılayışında ki etkisini gösAndreas Zick, Avrupa’da özellikle İstermesi açısından önemli bir göstergedir.
lam düşmanlığının ve AntisemitizAraştırmanın en çarpıcı sonuçlamin büyük oranda yayıldığını belirtiDie Abwertung der Anderen.
rından biri de ırkçılığın düşünce aşayor. Avrupa’nın gelecekte ki beraber
Eine europäische Zustandsbeschreibung
masında kalmayabileceği tespiti. Öteyaşama tecrübesi açısından aslında
zu Intoleranz, Vorurteilen und Diskriminierung
ki olarak algılanan göçmenlere karşı var
tehlikeli bir durumun tesbitidir bu. Deolan önargılar zararsız bir düşünce
ğişik kültürlerin ve halkların birarada
olmaktan ziyade düşmanlıkları da beyaşabilmesi için farklılıkların değil orraberinde getirmekte ve şiddet olaytak noktaların öne çıkarılması gereklarıyla da karşılaşılmaktadır. Özelliklidir. Toleranstan ziyade karşılıklı sayle araştırmaya katılanlardan göçmenleri küçük görenler, göçgı (respect) esasına dayanması gereken ilişkiler Avrupa’da yamenlerin entegrasyonuna da karşı çıkıyorlar ve gerektiğinde
şayan bütün kültürel grupların beraber yaşayabilmesini sağşiddete başvurabileceklerini de belirtiyorlar. (S.15)
layacaktır. Bu genel özetten sonra,araştırmanın özellikle Müslümanları
yakından ilgilendiren yanına, yani İslam düşmanlığı sonuç1
Araştırmanın orjinali adı: Abwertung der Anderen. Eine europäische
larına bakmakta yarar var. Belirttiğimiz gibi ırkçılık çeşitli formZustandsbeschreibung zu Intoleranz, Vorurteilen und Diskriminierung
larla ortaya çıkmakta ve zamanın ruhuna uygun olarak topBahse konu olan araştırmanın detaylarına buradan ulaşılabilir:
lumun belli kesimlerini ötekileştirmektedir. Son zamanlarda
http://www.uni-bielefeld.de/ikg/zick/Islam_GFE_zick.pdf
2
yükselen İslam düşmanlığı da ırkçılığın değişik bir yansımaBkz. Hall, Stuart (2004): Ideologie Identität Repräsentation. Aussıdır. Araştırmada İslam düşmanlığı (İslamfeindlichkeit)4 olgewählte Schriften IV. Hamburg.
3
Balibar, Etienne/Wallerstein, Immanuel (1990): Rasse – Klasgusu üç ifadeye verilen cevaplarla ölçülmeye çalışılıyor. Örse – Nation. Ambivalente Identitäten.
neğin, “Bu ülkede çok fazla Müslüman var” ifadesini doğru
Hamburg/Berlin.
bulan katılımcıların sayısı %27,1 ve %60,7 arasında değişiyor.
4
Bu ifadenin doğru biçimi „Muslimfeindlichkeit“, yani Müslüman düş(Portekiz: %27.1, Almanya: %46.1) Bu oran Macaristan’da
manlığı olarak da düşünülebilir. İslamofobi terimi daha çok Anglosakson
%60,7 ye kadar ulaşıyor. Bu bir tesbitten ziyade bir rahatsızülkelerinde yaygın olmasına rağmen, hep aslında bir durumu işaret
lığın açıklaması olarak görülebilir esasında. Yani Alman topeder.
Andreas Zick, Beate Küpper, Andreas Hövermann
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 1
gündem
Milliyetçilik ve
Onun Hizmetindeki Sinema
madan, milliyetçilik politikalarını meşrulaştırıcı etken olarak görülen sinema üzerinde durulacaktır.
İfade edildiği gibi, millet nedir, kimler millet olur veya milletleşmenin tarihi nedir gibi sorular cevaplanması en çetrefilli sorulardır. Önemli sosyal bilimcilerden Benedict Anderson (Imagined Communities, 1991) ‘millet’i egemenliğe dayalı ve sınırlandırılarak tasavvur edilMilliyetçilik uzun dönemdir sosyal bilimcilerin üzemiş siyasî cematler olarak tanımlar. Aderson’nın tarifirinde durduğu, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı
ni deşifre edecek olursak şöyle söyleyebiliriz: Toplumkompleks, çetrefilli kavramlardan birisidir. Anlamlandırma
lar uluslaşma sürecinde tahdit edilmiştir. Çünkü, bir uluzorluğu sadece meselenin siyasî, sosyal ve kültürel bağsun veya milletin var olabilmesi için diğer ulusların ve
larının kuvvetli olmasından değil, milliyetçilik olgusumilletlerin de var olması gerekmektedir. Bir ulus coğrafyasıyla
nun milyonlar tarafından hergün heryerde yaşanıyor, payve tarihiyle sınırlıdır.
laşılıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Başka bir deİkincisi egemenliğe dayalıdır, çünkü, tarihsel süreci içeğişle, milliyetçilik toplumların ve bireylerin yok sayamayacağı
risinde ulus, egemenliğin kaynağı olarak süregelen kadim
kadar her zaman ve yerde var olan bir mefhum, olgu ve
imparatorlukların yerini alma iddiasıyla tedavüle girmişgündelik seçimdir. Bu olgusallık ve seçim bazen toplumları,
tir (bkz. 1648 Vestfalya Anlaşması sonuçlarına). Üçüncüsü,
bireyleri birbirine bağlarken zaman zaman da onları birulus, horizontal bir topluluk, cemaat olarak tasavvur edilbirinden ayırır, onları birbirlerinin alternatifi haline somiştir. Her ne kadar bu ulusu oluşturan bireyler hayatlakar. Peki nedir bu toplumlara ve bireylere bu kadar nürında hiç yüz yüze gelmemiş, görüşmemiş, tanışmamış olfuz edebilen, onları mobilize eden şey? Dahası, toplumlar
salar da yinede kendilerini kader, kültür, dil, tarih, davra‘millet’ olmayı, ‘milliyetçi’ davranmayı nasıl öğrenir ve
nış ve inanç düzleminde aynı veya yakın düşüncelere sane işe yarar bu ‘milliyetçilik’?
hip olan bireyler topluluğu olarak göreceklerdir. DolayıBu konu, elbette üzerinde onsıyla bir milletin millet olabilmesi için
larca akademisyenin ve düşüzarurî olarak tarih, yani, ‘geçmiş’ birlinürün yıllardır yazıp çizdiği bir
ğinin olması gerekmektedir. Böylece, taHer ne kadar ulusu oluşturan
konudur. Bu yazıda, bu konu haksavvur edilmiş ‘geçmiş’, bir ulusa milkında yazılanlara ve yazarlara tület olma yolunu açacaktır. Bu milletleşme
bireyler hayatlarında hiç yüz
müyle ve teferruatıyla değinil(ulus bilincinin ihyası) durumu, Anyüze gelmemiş, görüşmemiş,
meden sadece millet ve bir milderson’da tamamen toplumların sözlü
tanışmamış olsalar da yinede
letleştirme politikası olarak miledebiyattan yazılı edebiyata geçmelekendilerini kader, kültür, dil,
liyetçilik üzerinde durulacak.
riyle mümkün olacaktır. Mesela Anderson,
tarih,
davranış
ve
inanç
düzleBuna ilaveten, milletleştirme
matbaanın yaygınlaştırılmasını, ulusal
politikasının zihinsel oluşumutakvimlerin kullanımını, müzelerin kuminde aynı veya yakın düşünna lojistik destek sağlayan ve toprulmasını, ulusal haritaların yapımını,
celere sahip olan bireyler toplumların düşünce ve eylem düngazete ve televizyon gibi iletişim tekluluğu olarak göreceklerdir.
yasında sosyolojik şok yaratnolojisinin gelişimini bir milletin kenNecati Anaz • [email protected]
sayfa 12 • Perspektif
dini millet olarak tahayyül etmesindeki en önemli etkileyici faktörler olarak görecektir. Böylece, iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla (kurumsallaşmasıyla) egemen milletin zamansal ve mekânsal sınırları görülebilir, algılanabilir, ve ‘ben’i ‘öteki’nden ayırt edilebilir hale gelecektir.
Bir diğer ifadeyle, egemen kuvvet, önce ‘ulus’u, sonra da
o ulusun mekânsal ve zamansal imajinasyonunu üretecektir.
Ernest Gellner’in de savunduğu gibi ‘ulus’ değildir devleti ortaya çıkaran; devlettir kendisine bir ‘ulus’ üreten.
Türkiye örneğine baktığımızda, cumhuriyetle birlikte
yoğunlaşan siyasî-sosyal-kültürel reformların temelinde yatan mantığın, yeni baştan bir ulus oluşturma mantığı ve halka sunulan reformların yeni bir geçmiş zaman
üretme projesi olduğunu görürüz. Güneş-dil teorisinden
(1930), Türk Tarih Kurumu’ndan (1931) tutun da Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na (1964) kadar devletin resmî her organı, yeni bir ulus oluşturma politikasıyla çalışmıştır. Çünkü cumhuriyetin kurucuları da
çok iyi bilmekteydiler ki, Osmanlı gibi heterojen bir siyasî-sosyal yapıdan homojen bir siyasî-sosyal yapıya geçmek kolay olmayacaktı. Öngörülmüştü ki, belki ulus yaratılabilinirdi ancak üretilen ulusun devamlılığı ve egemen kemalist elitin kontrolündeki resmî ideolojinin milletin nazarında meşrulaştırılması ayrı bir ihtisaslaşmanın ve kurumsallaşmanın varlığını gerekli kılacaktı. İşte bu noktada kültür ve eğlence endüstrisinin en önemlilerinden olan sinemanın ikna edici, meşrulaştırıcı ve hatırlatıcı (hatırlatırken unutturucu, eğitirken cahilleştirici)
işlevi devreye girecektir.
Bağımsızlıklarını yeni kazandığı dönemlerdeki Güney Afrika, Sri Lanka, ve Hindistan gibi Afrika ve uzakdoğu ülkelerinin sinemalarına bakıldığında da görülecek olan şey bunun benzeridir: Elit kültür ve bu elitin
kontrolünde yeni bir ulus ve -ulusal sinema üzerindenbu ulus için oluşturulmaya çalışılan efsanelerle, sembollerle
dolu bir ‘geçmiş’.
Elbette ulusal ve uluslarası çapta neşriyatına başlanılan
bu resmî öykülerin halk nezdinde de anlaşılabilir ve hazmedilebilir yönünün olabilmesi için edebiyat, tarih, coğrafya
ve vatandaşlık gibi temel bilgilerin de yeniden yapılandırılması ve yazılması gerekecektir. İşte sinema, görsel fonksiyonu ve ikna edici yapısıyla ulus oluşturucuların en
önemli ikna edici aygıtı oluverecektir. Gramsci, bir argümanında, toplumların sadece fiziksel güç kullanılarak hegemonya altına alınamayacağını, asıl ve en tehlikeli hegomonyanın ‘ikna’ edilme yoluyla olduğunu savunur. Sinemanın yanında, diğer kitle iletişim araçları (televizyon, radyo, gazete, internet, vb.), okul müfredatları, kültürel etkinlikler,
zafer kutlamaları, resmî törenler ve bayramlar, ulusal yaş
ve anma günleri, asker alma ve yemin törenleri gibi kitlesel eylemler de ulus olma bilincini aşılayan, yoğunlaştıran
ve pekiştiren toplumu ikna edici en önemli faaliyetler arasında yer almaktadır. Örneğin Gramsci, elit sınıfın ürettiği ideolojilerin birbirine benzer sinema filmlerinin ve yukarıda belirtilen kitlesel eylemlerin tekrarıyla toplum nezdinde kemikleşen bir ‘sağduyu’ oluşumundan bahseder. Tekrar edilen ideolojik söylemler, artık genel geçer doğrular oluşturmaya başlar. Bu yüzden, okuma yazma oranının düşük
düzeyde olduğu Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin halkına, geniş kitlelere ulaşabilen sinema kültürü gibi etkileyici eğitim ve öğretim aracının pompalanması boşuna değildir. Bundan dolayıdır ki taze rejimler hiçbir zaman sinema
gibi alternatif paradigmalarda sunabilen muhalif sinema yapımlarına izin vermezler. Türkiye de Yılmaz Güney filimleri bu yüzden hep yasaklanmış ve sürgünde izlenmiştir. Çünkü “Yol” veya “Minyeli Abdullah” gibi filimler, insanlara resmî ideolojinin ürettiği ulusal nostaljiyi aktarmaktan öte, unutulan ‘öteki’yi hatırlatması bâbından tehlikeliydiler ve yasaklanmalıydılar. Bu bağlamda sinema sadece oturma odalarında veya karanlık tiyatro salonlarında hayatın gerçeklerinden kaçamak olsun diye izlenilen hızlandırılmış fotoğraflar
gösterimi olarak değil, bir ulusun siyasal ve kültürel projesinin hikayeleştirilerek -efsaneleştirilerek- beyaz perdeye aktarımı olarak ta okunmalıdır. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 3
gündem
Yine İslam Din Dersi
sı’nda ve 2008 yılında aynı bakanlık ile yapılan görüşmelerde de gündeme gelmiş, fakat Müslüman temsilciler böyle bir uygulamayı kabullenemeyeceklerini açıkça bildirmişlerdi. Zira bu konsept, Welt am Sonntag gazetesinde
Till-R. Stoldt’un da yazdığı gibi, İslamî kuruluşların, anayasada tarif edilen bir “dinî cemaat” olarak kabul edilmesini
öngörmüyor. Stoldt, NRW ile İslamî cemaatler arasındaki
görüşme sonrasında böyle bir kabulün gerçekleşmeyeceği
Almanya, göçmenlikten çıkarak artık yerleşik hale gelkonusunda siyasal partilerin hepsinin de görüş birliğinmiş milyonlarca Müslümanın varlığına rağmen, İslam’ın
de olduklarına vurgu yapıyor.1
Almanya’yaait olup olmadığını tartışırken, devletin resİslamî kuruluşları endişelendiren ana konu, NRW
mî okullarında İslam din dersleri verme yarışına girmekeyaletinin,
anayasal çerçevede İslam din dersleri verilmesine
ten de çekinmiyor. Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları
imkân tanımak için, din derslerini düzenleyen NRW
eyaletler, varlığını bir türlü kabullenemedikleri Müslümanların
Okul Kanunu’nun 31. maddesinin yanına geçiçi bir madçocuklarına dinlerini öğretme çabasında bulunuyor. Bu
de ekleyerek, eyaletteki okullarda Müslüman çocuklara
bağlamda, Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Eyaleti, Şubat ayınİslam din dersleri vermek istemesidir. İslamî kuruluşda, mevcut uygulamayı biraz daha ileriye götürmek istelar (KRM üyeleri) devletin yürüttüğü politika bağlayen bir program açıkladı. Bu programla ilgili bir bildiri Müsmında siyaseten henüz bir dinî cemaat olarak kabul edillümanları temsilen Müslümanlar Koordinasyon Konsemedikleri için, oluşturulacak olan bir Danışma Kuruyi (KRM) üyelerinin de imzasıyla yayınlandı.
lu (Beirat)devletle muhatap olacak. Bu geçici süreç sonEğitim Bakanı Sylvia Löhrmann’ın imza attığı bildiri
rasında ise KRM üyelerinin fiiliyatta var olan dinî cesonrasında kamuoyundaki algı ile gerçekler arasında ise
maat statüsünün devlet tarafından kabullenilmesi ise
önemli farklar var. Kamuoyu bildiriyi, Kuzey Ren Vestbelirsiz. Bu da, verilecek olan din derslerinin anayasal
falya’da “Anayasa’nın öngördüğü ilkeler” çerçevesinde atıtemellerini, Müslümanları razı ederek by-pass etme anlan önemli bir adım olarak değerlendirmeye başladı. Falamına geliyor. Bu anayasal dayanağın böylece aşılması
kat yine de, bildiriye imza atıp programı destekleyecekise, pratikte, devlet kurumlarının
lerini bildirmelerine rağmen KRM
dini şekillendirmeye çalıştığı bir duüyelerinin endişeleri de bertaraf
rumu ortaya koyacaktır. Ki bu da,
edilmiş değil. Aslında ortak imzalı
İslamî kuruluşları endişelendiönemli bir anayasa hukuku probaçıklama, konu ile ilgili olarak Müsren ana konu, NRW eyaletinin,
lemi doğuracaktır.
lüman cenah ile bakanlık arasındaanayasal çerçevede İslam din
Almanya Anayasası’na göre,
ki ihtilafı tesbit ediyor.
dersleri verilmesine imkân taokullarda
verilecek olan din dersleAslına bakılırsa, Kuzey Ren
nımak için, din derslerini dürinin içeriği, dinî cemaatlerin düsVestfalya Eyaleti’ndeki Sosyal Dezenleyen NRW Okul Kanuturlarına göre belirleniyor. NRW’de
nu’nun 31. maddesinin yanına
mokrat-Yeşiller koalisyonunun bu
planlanan geçici bir düzenleme ile
geçiçi
bir
madde
ekleyerek,
yeni çalışması Hristiyan Demoeyaletteki okullarda Müslüman
bu ilke, Müslümanlar için askıya alıkratlar’ın programının yalnızca günçocuklara İslam din dersleri
nıyor. Dolayısıyla, dinler karşısında
dem takvimine alınmış olmasınvermek
istemesidir.
tarafsız olması gereken devlet, İslam
dan ibaret. Dahası, bu yöndeki bir
dini söz konusu olunca, taraf haline
çalışma 1. Alman İslam Konferanİlhan Bilgü • [email protected]
sayfa 14 • Perspektif
KRM üyeleri ve Bakanlık ortak bir açıklama yaptı
gelmiş oluyor. Kısacası İslam, hukuken diğer dinlerle eşit
görülmüyor. Hâlbuki, devletin dinler karşısındaki tarafsızlığı/nötraliteliği İslam dini ve Müslümanlar için de geçerli olmak durumundadır.2 Anayasanın dinler arasındaki
bu eşitlik ilkesinin siyaseten ve fiilen kabullenilmemesinden
dolayı, Müslümanların, İslam din dersleri konusundaki endişeleri de ortadan kalkmayacaktır. Zaten aynı eyalet, çok
sayıdaki okulda Müslüman çocuklara, anayasaya tam
ters bir şekilde geçici proje adı altında on senedir İslam
din dersi vermektedir.
Her ne kadar, hükümetle muhatap olmak üzere
NRW’de oluşturulacak olan Danışma Kurulu üyelerinin
KRM onayı ile tesbit edileceği ortak açıklamada vaad edilmiş olsa da, anayasal güvenceden yoksun olacak bir uygulama, devletin, Müslümanların din anlayışına müdahale
imkânını da kolaylaştıracaktır.
Müslümanların endişelerini izah etme bakımından,
bu arada, devlet okullarındaki din dersleri uygulamasındaki
geçerli kuralları da değerlendirmekte fayda vardır. Almanya’da din dersleri, aynı dinî anlayışa sahip üyelerin
oluşturduğu dinî cemaatler ile birlikte verilir. Öğretmenler
de öğrenciler de, dinî cemaatin dinî anlayışına sahip biri olarak bu dersleri verir ve katılırlar. Müfredat bakanlık
ile dinî cemaatin prensiplerine göre düzenlenir; fakat,
burada devlet, dinî konuların içeriğine müdahale etmez.
Dolayısıyla, devlet veya okul, müdahil taraf değil, anayasaya göre verilecek olan din derslerine uygulama imkânlarını sunan ve icrasını yapan bir organdır. NRW’nin
yeni programında, devletin İslamî kuruluşları dinî bir
cemaat olarak kabullenmesi söz konusu olmadığına gö-
re, burada sayılan geçerli kuralların pratiğe dökülmesinde oluşacak olan problemlerde, devleti kurallara uymaya zorlayacak hukukî bir dayanak da söz konusu olmayacaktır. Üstelik Bakanlık, KRM üyesi İslamî cemaatlerin,
din derslerinin verilebilmesi için zorunlu şart olan dinî cemaatlik statüsünü de kabullenmek istemiyor. Bakanlık bu kuruluşları sadece, dinî cemaat olma yolunda olan kuruluşlar olarak görüyor. Bu da, okullardaki
din derslerinde Müslümanların din algısının dikkate alınmayacağı yönündeki endişelerimizi artırıyor.
Bu şekilde derin anayasal problemlerin yaşanma ihtimali olan bir projenin uygulanması, Müslümanların da
devlete olan güvenini sarsacaktır. Zira Müslümanlar,
devletin gerekli görmesi halinde, ileride daha hangi alanlarda ne kadar istisnaî bir hukukî zemin hazırlayıp hazırlamayacağından emin değildir. Çünkü, yabancılar, güvenlik
politikaları, helâl et kesimi ve hayvanları koruma yasası
gibi pek çok alanda, genel geçer hukukî kuralların Müslümanlar aleyhine hükümler getirecek şekilde değiştirilmesi örnekleri ortada iken, Müslümanların bu ülkeye ait
olduğunu kabullenemeyen CDU’nun programının uygulunmasından öteye gitmeyen bu yeni programın Müslümanlara güven telkin etmesi mümkün değildir. 1
http://www.welt.de/print/wams/nrw/article12798175/EineChance-fuer-den-Islam.html
2
http://www.faz.net/s/RubCF3AEB154CE64960822FA54
29A182360/Doc~EB5E4E252433E45E9BCADAE2F6002BCA
7~ATpl~Ecommon~Scontent.html
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 5
teşkilat
Dış İlişkiler Eğitim Kursu başladı
gulamaların yapılacağını, ayrıca 3 çalışma grubu oluşturularak
uygulamalı derslerin de yapılacağını belirtti.
Kurs, IGMG Gençlik Teşkilatı ve IGMG Kadınlar Gençlik Teşkilatı ile işbirliği içerisinde organize ediliyor. Bu
sebeple, Gençlik Teşkilatı Başkanı Mesud Gülbahar ve
Kadınlar Gençlik Teşkilatı Başkanı Nurcan Ulupınar da
yaptıkları kısa konuşmalarla katılımcıları selamladılar.
İslam Toplumu Milli Görüş’ün yeni başlattığı Dış İlişEğitim seminerinde DİEK organizesinde görev alan Gençkiler Eğitim Kursu’nun (DİEK) ilk toplantısı geçtiğimiz
lik Teşkilatı ve Kadınlar Gençlik Teşkilatlarından Oshafta sonu yapıldı. Almanya’nın farklı bölgelerinden yakman Yusuf ve Ayşe Aslan da yer aldı.
laşık 50 katılımcı ve misafir dinleyicinin hazır bulunduğu
Hafta sonu gerçekleştirilen kursun
programda, İslam’ın kaynaklakonusu, “Kaynaklar Sorunu: Kaynakrı ve bu kaynakları anlama soların Işığında İslam” idi. Bu bölümde
runları üzerinde duruldu.
Kurs,
IGMG
Gençlik
Teşkilatı
Sebahat Köse, Kur’an’ın vahyi ve SünDİEK’in Genel Sekreterlik
net’in toplanma sürecini anlatan bir
bünyesindeki sorumlularından
ve IGMG Kadınlar Gençlik
sunum yaptı. Genel anlamda vahyin
Ali Mete, katılımcılara, bir yıl süTeşkilatı ile işbirliği içerisinbaşlangıcı ve gönderilme şekillerinin
recek olan kursun içeriği ve
de organize ediliyor. Bu seele alınmasının ardından, özel olarak
amacı hakkında bilgi verdi. Mebeple, Gençlik Teşkilatı Başda Kur’an’ın vahyedilmesi üzerinde dute, buna göre 10 haftasonu
kanı
Mesud
Gülbahar
ve
Karuldu. Köse, bu bağlamda, Kuran’ın Peyprogramı yapılacağını, fikhî ve
gamberimize üç şekilde vahyedildiğini,
akidevî konuların yanı sıra Avdınlar Gençlik Teşkilatı Başbunların ise rüyada, kalbe doğrudan
rupa’da İslam’ın tarihî gelişimikanı Nurcan Ulupınar da biindirilmesi ve Cebrail’in gelerek Peynin değerlendirileceğini, hitabet
rer konuşma yaptı.
gamberimize vahyi bizzat iletmesi
iletişim gibi bazı konular da uy-
sayfa 16 • Perspektif
şeklinde olduğunu anlattı. Köse, “Özellikle okuma ve yazma bilmeyen bir toplumda sözlü olarak aktarım çok önemliydi” şeklinde konuştu. İlk konu Kuran’ın toplanması ve
biraraya getirilmesinin anlatımı ile son buldu. İkinci bölüm ise hadislerin sözlü olarak aktarımı ve toplanması
ile ilgili idi. Daha sonra ise Hadis ilimlerinin çok dikkatli
bir araştırma sonucunda geliştirilmesi konusunda bir sunum yapıldı.
Toplantı, Amina Erbakan’ın “İslam Kaynaklarının Farklı Yorumları” başlıklı sunumu ile devam etti. Erbakan, Allah’ın birliğini (Tevhid) anlatan bir girişin ardından, insanın yaratılmış (mahluk) olması özelliği ve Kur’an’da
hidayet düşüncesini anlattı. Özellikle İslam toplumunun
içerisindeki fikir ayrılıklarının bir eksiklik değil, zenginlik
olarak görülmesi gerektiğine değinen Erbakan,
“Kur’an’ın kendisinin tek ve çok anlamlı ayetler ihtiva ettiğine” vurgu yaparak, tefsir yapma ve anlam verme yetkisinin sadece kendinde olduğunu öne sürmenin tehlikeli olduğunu, farklı yorumların yararlı ve gerekli olduğunu anlattı.
Toplantının son bölümünde ise Mehmet Genç’in İslam’da mezhepler konusunda yer yer karşılıklı müzakere
şeklinde gelişen bir sunumu oldu. Bu bölümde Şeriat ve
Fıkıh gibi temel kavramların ne anlama geldiği anlatıldı. “Şeriat kanun kitabı değildir. Mesela, belli maddelerin
aranıp bulunabileceği Medeni Kanun Kitabına benzemez” diyen Genç, “Şeriat kelimesini duyanın aklına hemen
ceza geliyor. Halbuki Şeriat çok daha geniş bir alanı ihtiva ediyor” dedi.
Konuşmasının devamında Mehmet Genç, mezheplerin oluşum sebepleri ve faydalarını anlatırken, konunun bu bölümünde karşılıklı olarak, bir kısmının taraf,
bir kısmının da muhalif olduğu aktif bir münazara gerçekleştirildi. Bunun üzerine katılımcılardan biri “bir
mezhebe mensup olmanın, Müslümanın günlük hayatını
kolaylaştırdığını” hatırlattı.
Sunumların sona ermesinin ardından, DİEK toplantısının ikinci gününde katılımcılar, “Camide Dış İlişkiler Çalışması”, “Dış İlişkiler Çalışması ve Medya” ve “Dış
İlişkiler Çalışmalarında Metin Yazma” başlıkları altında
oluşturulan üç çalışma grubundan birini tercih ederek
uygulama yapma imkânı buldular. Dopdolu geçen bir haftasonunun ardından katılımcılar memnun bir şekilde evlerine döndüler. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 7
teşkilat
Deprem ve Tsunami Japonya’yı sarstı
IGMG Libya ve Japonya’ya
Yardım Yapıyor
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Japonya’da deprem ve tsunami felaketleri, Libya’da iç çatışmalar
nedeniyle mağdur duruma düşen insanlara nakdî yardım
yapılacağını açıkladı.
Karahan, ‘‘Japonya’da yaşanan deprem ve tsunami felaketlerinin yol açtığı can ve mal kaybına dünya kamuoyu yakından tanık olmuştur. IGMG olarak Japon halkının acısını paylaşıyor, geçmiş olsun ve başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz’’ dedi. Fukushima Nükleer Santrali’nde
felaket sonrası yaşanan radyasyon sızıntısına da dikkat
sayfa 18 • Perspektif
çeken Karahan, hasarın bir an önce giderilmesini beklediklerini belirterek IGMG’nin deprem ve tsunami mağdurlarına nakdî yardımda bulunacağını belirtti.
Açıklamasında Libya’daki iç çatışmalara da değinen
Yavuz Çelik Karahan, çatışma nedeniyle bölgeyi terketmeye çalışan insanların sınırlarda yaşamaya başladığını hatırlattı. Karahan, ‘‘Mağdur duruma düşen bu
insanlara yardım elini uzatmamız gerekir. Bu sebepten
dolayı IGMG camiası olarak bölgeye nakdî yardımda
bulunacağız‘‘ dedi. gündem
KGT İdareciler Günü
28 Mayıs’ta Yapılıyor
IGMG Kadınlar Gençlik Teşkilatı İdareciler Günü
2011 hazırlıkları devam ediyor.
‘‘Ümit Sizlerin İçinde! Ümit Sizsiniz!’’ sloganı altında
IGMG Kadınlar Gençlik Teşkilatı 28 Mayıs 2011 tarihinde Essen’de, İdareciler Günü’nü gerçekleştirecek ve yüzlerce genç idareci bayanı bir araya getirecek.
Paris, Berlin, Brüksel, İtalya ve Viyana gibi onlarca IGMG bölgelerinden topluma hizmete gönül veren genç idareci bayanlar İdareciler Günü’nde bir araya gelecek.
Gönüllü bayan gençler, “Ümit Sizlerin İçinde! Ümit
Sizsiniz!’’ söyleminden hareketle ümidin her bir ferdin kendi içinde olduğunu ve ümitvar tutumla birçok
güzel hedeflere varılabilineceği mesajını yeniden
hatırlamak ve genç idarecilere yeni vizyon ve motivasyon
vermek için buluşacaklar. Fransa, Avusturya, İngiltere, İtalya ve Norveç gibi farklı Avrupa
ülkelerinden davet edilen genç idareciler aynı heyecanı paylaşacak ve birbirlerinin tecrübe ve bilgi-
lerinden istifade etme imkânı bulacak.
Çok dinli ve çokkültürlü toplumlarda yaşayan
gençlerimiz, Avrupa toplumunun birer ferdi olarak
topluma ne gibi katkılarda bulunabilecekleri ve
gençlere nasıl faydalı olabileceklerini konuşacaklar.
Ayrıca bu büyük buluşma için ‘Hayırda Yarışın’
hadisi doğrultusunda Kadınlar Gençlik Teşkilatı, IGMG Sosyal Yardım Derneği aracılığı ile bir hayır
kampanyası da başlatmıştır. Bu kampanya ‘Katarakt’
göz ameliyatı kampanyasıdır. 50 Euroluk bir bağış ile
fakir ülkelerde görme özürlülere göz ameliyatı imkânı
sağlanacaktır. En fazla katarakt bağışı toplayan ilk üç
bölge, İdareciler Günü’nde ödüllendirilecektir.
Program çerçevesinde tiyatro, kum sanatı ve farklı fotoğraf sergileri de olacaktır. Programa ayrıca
siyaset ve bilim dünyasından farklı konuşmacılar
katılacaklardır. Geniş bilgi için www.igmg.kgt-ida.org
sitesine bakılabilir. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 1 9
irşad
Hadis Literatürü’nün Oluşumu
(sav) bu tavrıyla kendi sözlerinin henüz sona ermemiş
vahiy ile karıştırılmasını da engellemek istemiştir. Vefatının ardından Peygamberimizin (sav) ashabından bazıları O’nun sözlerini, davranışlarını, hatta sadece tasdik ettiği bazı konuları da kaydetmişlerdir. Peygamberimizin hayatı ile ilgili rivayetler üzerinden bize ulaşan
“bilgilere” Arapça’da “Hadis” adı verilmiştir. Peygamİslam dininin temel ve en önemli iki kaynağı Kur’an
berimizin (sav) hayatının hiçbir dönemi yoktur ki,
ve Sünnet’tir. Kaynakların birincisi Allah’ın (cc) vahyi
Müslümanlar o dönemle ilgili hadis rivayet etmemiş ol(Kelamullah) olan Kur’an, Peygamberimize (sav) 23 sesunlar. Bununla birlikte, kednisinden sadece ailesinin rine zarfında indirilmiştir. Allah’ın kelamı olarak Kur’an,
vayet ettiği hadisler de vardır.
insanlara hidayet yolunu göstermek için indirilmiş ve güHadis rivayetleri ile daha geniş bir şekilde kavrayanümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan ulaşmıştır.
bildiğimiz Peygamberimizin (sav) Sünneti, İslam’ın
Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’inde, Peygamberimizi (sav)
ikinci kaynağıdır. Sahihliği tartışılmaz olan Kur’an’dan
bizlere örnek olarak bizzat kendisi göstermektedir.1 Bu
farklı olarak, bazı hadislerin sahihliği meselesi yüzyıllar
anlamda Peygamberimizi, “yüboyunca bu alanda ilim dallarının
rüyen Kur’an” ya da “yaşayan Vaoluşmasına vesile olmuştur. Bu ilimhiy” olarak görmekte bir beis yokler rivayet edilen her hadisin sahihlitur.
Peygamberimizin (sav) Sünğini araştırma ve onları konularına göPeygamberimizin (sav) örre sınıflandırma amacı ile yola çıkneti, Müslümanların hayanek hayatı, Müslümanların hamışlardır.
tında birçok açıdan büyük
yatı için bir ölçü olmuştur. Bu açıPeygamberimizin (sav) Sünneti,
önem arzetmektedir. Örnedan bakıldığında PeygamberiMüslümanların hayatında birçok açığin ibadetlerin ayrıntılarına
mizin (sav) hayatı ile ilgili
dan büyük önem arzetmektedir. Örmümkün olduğunca çok şey bilneğin ibadetlerin ayrıntılarına ilişkin
ilişkin bilgilerin çoğunu sameye, bildiklerimiz yaşamaya
bilgilerin çoğunu sadece hadislerde buldece hadislerde bulmak
ve aktarmaya çalışmak çok domak mümkündür. Namazların nasıl kımümkündür. Namazların nağal bir hedeftir.
lınacağını, abdestin alınma şeklini
sıl kılınacağını, abdestin
Peygamberimiz (sav), haPeygamberimizin (sav) hayatından öğalınma şeklini Peygamberiyatta olduğu dönemde sözlerireniyoruz. Peygamberimizin (sav)
nin yazıya geçirilmesine izin
vefatının ardından, gerekli görülerek,
mizin (sav) hayatından öğrevermemiştir. Buna o dönemde
küçük boyutta da olsa hadisler topniyoruz.
gerek de yoktu, sözlü aktarım yelanmıştır. Biraraya getirilen bu hadisler
terliydi. Ayrıca Peygamberimiz
9. yüzyıla gelindiğinde büyük hadis külMehmet Genç • [email protected]
sayfa 20 • Perspektif
Kütüb-ü Sitte esasen, yüzbinlerce hadis arasından seçilmiş ve belli bazı kriterlere
göre sınıflandırılarak oluşturulmuş binlerce hadisi ihtiva
eden altı tane kitaptır. Sünnîler bu kitapta yer alan hadisleri sahih olarak kabul
ederler.
liyatlarının oluşmasına kaynaklık ettiler. Hadis külliyatları da biraraya
getirilirken farklı hadislerin içerikleri dikkate alınarak belli konularda farklı bölümler oluşturuldu.
Bu da sözkonusu eserlerin kullanımını kolaylaştırdı.
Sünnetin öneminin farkında
olan İslam alimleri, İslam’ın yayılması ile de ortaya çıkan sorulara, kaynaklarda cevaplar bulma sürecinde,
dağınık bir manzara arzeden hadisleri düzenli bir şekilde, konularına ayırarak biraraya getirme çabasına giriştiler. Bu verimli çalışmaların sonucunda en meşhur Hadis
Külliyatı olan ve altı kitap anlamında
“Kütüb-ü Sitte” meydana gelmiştir.
Kütüb-ü Sitte esasen, yüzbinlerce
hadis arasından seçilmiş ve belli bazı kriterlere göre sınıflandırılarak oluşturulmuş binlerce hadisi ihtiva
eden altı tane kitaptır. Sünnîler bu kitapta yer alan hadisleri sahih olarak kabul ederler. “Kütüb-ü Sitte” kavramsallaştırması muhtemelen ilk olarak 10. yy’da bilmeyenlere hadislere ulaşmak için sahih kaynak olarak tavsiye edebilmek için kullanılmıştır. Bu ad zamanla “sahih
hadis”in eşanlamlısı haline gelecektir.
Kütüb-ü Sitte’nin içindeki altı kitaptan en tanınmış
ve güvenilir olanı Buharî’ye (öl.869) ait olanıdır. Eserin kendisi çoğunlukla yazarın ismi ile anılmaktadır. Buharî, eserine sahihliği en kesin olan hadis rivayetlerini
almaya gayret göstermiştir. Almanca’da da bu eserin tercümeleri kısmen de olsa vardır. Hadis rivayetleri, iman,
namaz, oruç, zekat gibi, farklı bölümlere ayrılmıştır ve
bu okuyuculara aradıkları konulara kolayca ulaşabilme
imkânı sağlamaktadır.
Buharî’nin her konuda rivayetleri ihtiva eden bu kap-
samlı eserinin yanı sıra, sadece
belli konulara dair hadis külliyatları da hazırlanmıştır. Örneğin Heraitî (öl. 939) sevgi ve muhabbet
konularındaki hadisleri biraraya
getiren bir eser hazırlamıştır. Heraitî eserine sadece Peygamberimizden gelen rivayetleri değil,
O’nun ashabı ile ilgili rivayetleri, hatta meşhur alimlerle ilgili rivayetleri de almıştır. Kendisi farklı Arap şairlerinin şiirlerine de eserinde yer
verilmiştir.
Sözkonusu hadis külliyatları
Müslümanlara, hem Peygamberimizin hayatını ve hem de yaşadığı
dönemi tasavvur edebilme imkânı
vermektedir. Bu külliyatların çoğunun hali hazırda farklı dillerde baskıları da mevcuttur. İlgilenen herkes geniş bir önbilgiye sahip olmaksızın bu eserlerden istifade
edebilir. Bize göre şimdiye kadar bu
eserlere yönelmeyenler, gayret edip hadis külliyatlarından istifade etmelidirler. 1
“Kim Resûl´e itaat ederse Allah´a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisa Suresi, [4:80]), “Bunlar, Allah´ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah´a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar;
işte büyük kurtuluş budur” (Nisa Suresi, [4:13]), “Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah,
size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini ayırdeder. O halde Allah´a ve peygamberlerine iman
edin. Eğer iman eder, takvâ sahibi olursanız sizin için de çok
büyük bir ecir vardır” (Ali İmran Suresi, [3:179])
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 1
toplum
Cenazesi Türkiye’yi Birleştirdi
Muhalefetinden iktidarına, devletin en üst düzey katılımı
ile milyonlar Prof. Dr. Erbakan’ı dualarla uğurladı
27 Şubat 2011 Pazar günü bu dünyaya veda ettiğinde
herkesin dilinden “İnna li’llahi ve innâ ileyhi raciun” ayeti döküldü: “Şüphesiz, Allah’tan geldik ve mutlaka ona geri döneceğiz.”
Hüzün içinde, ama tevekkülle. Çünkü, “Küllü nefsin
zaikatü’l Mevt: Her canlı ölümü tadacaktır” emri ilâhîsi karşısında, her insanın, tesbit edilmiş ecelinden öte gidemeyeceği hakikati ile o da yüzleşmişti. Dillerden dökülen ikinci cümle ise: “Allah rahmet eylesin!” duası olmuştu; bir Müslümanın “kardeşi”ne yapacağı en son vazifenin ilk adımı
olarak.
Cenazesi için, devlet töreni istemediğini vasiyet etmişti.
Yakınları ve sevenleri bu vasiyete uyulacağını bildirince,
daha önce görev yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi ve
Başbakanlık da bu vasiyete uydu. Protokol gereği, Cum-
sayfa 22 • Perspektif
hurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Milletvekilleri,
muhalefet partilerinin liderleri. Genel Kurmay Başkanı ise
özel törenli bu cenazede yer almayacaktı. Nitekim, Ankara’da
böyle bir “tören” olmadı. Onun yerine, millet indinde büyük bir gönül sultanı olan Hacı Bayram Camii’inde, sabah
namazını müteakiben cenaze namazı kılındı. Defnedileceği İstanbul’daki Merkezefendi Kabristanı’na götürülmeden
önce de Fatih Camii önünde cenaze namazı kılınacaktı.
Dünyanın pek çok beldesinde de gıyabî cenazı kılındı. Asıl son görev, Fatih Camii önündeydi. Fakat, Fatih Camii avlusu doldukça çevre sokaklar ve caddeler de doluyor, millet “Hoca”sına karşı son görevini yerine getirmek
için akın akın gelirken, devlet de cenaze namazında saf tutuyor, yerini alıyordu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Milletvekilleri, muhalefet partilerinin liderle-
Milleti ile olmak istedi; millet de son yolculuğunda onu yalnız bırakmadı
ri, Genel Kurmay’ı temsilen 1. Ordu Komutanı, Bakanlar,
üst düzey bürokratlar da “resmî tören”e değil de, milletin arasına girerek, birer fert halinde son görevlerini eda
ediyordu. Böylece o, devlet töreni istememekle, devleti,
milleti ile kaynaştırıp, onları, kendisine karşı milletin son
görevine dahil etmiş oluyordu. Muhalefetiyle, iktidarıyla,
sağcısı, solcusuyla, tüm siyasal partiler, yazarlar, çizerler artık bir noktada birleşmiş, merhum Erbakan, devleti ve milleti birleştirdiği gibi farklı partileri de bir noktaya çekerek,
hayır ve dualarla anıldı.
Cenaze öncesi ve sonrasında askerî kanadın, başka bir
siyasal lidere göstermeyip Erbakan Hoca’ya gösterdiği bu
son vefa örneği, Hoca’nın, neredeyse bir askerî darbe ile
devrilmek istendiği, ülkenin bir kaosa sürüklendiği ve başbakanlığı bırakmak zorunda kaldığı 28 Şubat sürecindeki
“mâkul” tutumunu da ibra etmiş oldu. Hele, vefatından bir
gün sonrasının ve defin gününden bir gün öncesinin “28
Şubat” diye bilinen o kaos günlerinin yıldönümü olması,
Genel Kurmay’ın başsağlığı yayınlaması ve cenazeye 1. Ordu Komutanı’nı göndermesi, Hoca’nın en muhaliflerince
dahî takdir edildiğini göstermekteydi.
Hayatta iken siyasî rakipleri olan tüm siyasal parti liderleri, taziyelerini sundu; çoğu partiler, programlarını
yarıda kesip, aileye ve camiaya başsağlığına geldi.Herkes,
artık onu gerçekten de hayırla anıyordu. Uzun yıllar çok
ateşli tartışma ve konuşmalarını yaptığı Türkiye Büyük
Millet Meclisi, kendi partisi Meclis’te olmasa bile onun
için tarihinde rastlanmayacak şekilde özel anma oturu-
mu düzenliyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Barış ve
Demokrasi Partisi mensupları bu oturumda, onu hep hayırla yad etti.
Cenazeye, Türkiye’deki tüm siyasal parti liderleri katılarak, vefa örneği gösterdi. Katılmayan yalnızca iki parti lideri vardı. Birisi Cumhuriyet Halk Partisi lideri Kemal
Kılıçdaroğlu, diğeri ise, Barış ve Demokrasi Partisi lideri
Selahattin Demirtaş. Kılıçdaroğlu yurt dışında idi, ama, temsilcisi ve eski başkanı ve Hoca’nın Bakanlar Kurulu’ndan
arkadaşı Deniz Baykal vardı. Kılıçdaroğlu Hoca’nın vefatını, “Türk siyasetinden bir çınar devrildi” şeklinde değerlendirmişti. Selahattin Demirtaş ise yine bir temsilci göndermiş, fakat Meclis konuşmasında, “Sayın Erbakan’ı millet selamlıyor, millet uğurluyor. Ama ona, özellikle 28 Şubat’ta
çektirenlerin ise adı sanı anılmıyor” diyerek anmıştı.
Basın ve medya dünyasının ünlüleri, “Hoca’yı gerçekten de özleyeceğiz” derken, bu arada yalnızca bir kaçı, milletin ve devletin Erbakan Hoca’yı takdir etmesine şaşmaktan
da uzak kalmadı. Fakat bunu, tahttan indirilen Abdulhamid’in cenazesine benzetenler de oldu. “Öyle bir hazîn cenaze merasimi tertib olunmuştu ki, yüzbinlerin, milyonların
katılımı karşısında onu deviren İttihadçı’lar bile şaşırmışlardı..
Hattâ, onlardan Tal’at Paşa’nın, karşılaştığı bu müthiş ilgi
karşısında görüşlerini etrafına, ‘Halkın sevgisi böyle idiyse, o
zaman bizim yerimiz neresidir?’ dediği nakledilmiştir,” hatırlatması yapanlar da.
Allah, Hoca’mıza ganî ganî rahmet eylesin! A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 3
toplum
“Kent Dindarlığı”
tan’da… Ve İslam’ın ortaya çıktığı dönemde, daha ziyade şehirliler, medeniler tarafından kabul gördüğü bilinen
bir gerçekti (?).
Bu göçler sonucunda, din (diğer ideolojiler gibi) tutunamayanların hayata tutunma aracı oluyor ve akabinde
din siyasallaşıyor. Yani dinin daha önce siyasal herhangi bir yönü yok iken, 1950’li yıllarda bu göçler ve dine
bir araç olarak bakılması sonucunda din siyasallaşıyor.
(Yeri gelmişken, kitabın ileriki bölümlerinde zikredilen,
Mehmet Altan’ın, 1950’lerden sonra ve zoraki göç
laik Cumhuriyet’in, tıpkı Batı gibi Müslümanlığı bilmediği
sonucu doğan varoşların ve varoş kültürünün ortaya çıve tanımadığı için dine ve dindarlara karşı takındığı ürkardığı sorunların, dini doğru anlama ve yaşamada teşkek tutumu ve bu tutumun ortada hiçbir şey yokken, dikil ettiği engelleri merkeze aldığı ve dini nasıl doğru annin siyasallaşmasına nasıl da gereksiz yere katkıda bulayıp yaşayacağımıza dair önerilerini sunduğu kitabı Kent
lunduğu eşsiz tespitini(?) hatırlatalım). Yazara göre çöDindarlığı, yazımızın (eleştirilerimizin) konusunu oluşzüm ise, dini siyaset dışına çıkarmak ya da dindeki siyasal
turuyor. Yazarın Türkiye özelinde ele aldığı sorun ya da
kimi öğeleri ayıklayıp onu bir kültür olarak algılamak ve
sorunların, 1960’lardan sonra başlayan yurtdışına göç ve
onu bireysel bir iç aydınlanma aracı kılmak, ki yazara göberaberinde getirdiği sorunlarla büyük ölçüde paralelre din zaten özünde budur. Kemalizm artık hatasının farlik arz ediyor olması konunun Avrupa’daki (ya da Avkına varıp, aslında olmadığı halde ona siyasal bir kurummuş
rupalı) Türkler açısından da ele alınmasını elzem kılıgibi muamele etmeyi bırakırsa ve dindar köylüleri
yor.
‘‘adam’’ yerine koyarsa, kimse dini siyasallaştırmayacak,
Yazar sosyolojik analizine (?), İslamiyetin, Şeyh
onu siyasi rant aracı olarak görmeyecek, sıkıntılarını din
Galip’ten Taliban’a nasıl geldiği sorusuyla başlıyor.
üzerinden ifade etmeyecek, din normalleşecek ve olması
Bulduğu cevap ise, ‘‘eskiden Müslümanların ağırlığı kentgereken yere tekrar geri dönecektir. Burada yapılan ve
lerdeyken zamanla kırlara kayması’’ oluyor. Bu nasıl bir
kitap boyunca tekrarlanan temel hatalardan biri, ‘‘köysoru, İslamiyetin Şeyh Galip’ten Taliban’a gelmesi ne delülerin’’ dinlerine daha sıkıca sarılmalarının sosyolojik
mek diyecek oluyoruz, yazar maksadını müteakip cümya da sosyal psikolojik sebepleri ve sonuçları üzerinde
lelerde daha açık kılmaya çalışıyor; Müslümanların şegerektiği kadar (ve gerektiği gibi) durulmadan, böylehirlerden köylere/kırsala (geri) göç etmesiyle (olsa gesi bir pozisyon alışın dinin siyasallaşması olarak yaftarek?), Müslümanlık da Şeyh
lanması.
Galip ince(lmiş)liğinden Taliİçerikleri tam anlaşılmayan, Külban hoyratlığına kayıyor. İlerleyen
türel İslam-Siyasal İslam karşıtlığı
sayfalarda İngiltere, Almanya,
(tıpkı ya Taliban ya da Şeyh Galip anTürkiye gibi ülkelerin kronololayışı karşıtlığı gibi) kitap boyunca karjik olarak şehirleşme oranları, şeİçerikleri tam anlaşılmayan,
şımıza çıkıyor. O yüzden burada bir
hir nüfusları veriliyor ve anlıyoruz
parantez açıp, siyaset ile İslam’ın yan
Kültürel İslam-Siyasal İslam
ki, Türkiye’de ancak 1950’lerden
yana getirilerek bir tamlama oluştukarşıtlığı (tıpkı ya Taliban ya
sonra Müslüman ağırlığı tekrar
rulabilip oluşturulamayacağı ve İsda Şeyh Galip anlayışı karşıt(?) şehirlere kayıyor, tıpkı eskilam’ın kültürel ve siyasal kategorilelığı
gibi)
kitap
boyunca
karşıden olduğu gibi (?), zira yazara
rine ayrılıp, o şekilde anlaşılıp anlaşıgöre eskiden Müslümanların
lamayacağı üzerinde düşünmeye çamıza çıkıyor.
ağırlığı kentlerdeydi, Arabislışacağız. Yunanca politiká en geniş antan’da, Türkiye’de, Afganislamıyla, birlikte yaşayan (yaşamak
Ahmet Faruk Çağlar • [email protected]
sayfa 24 • Perspektif
zorunda olan insanların), birlikte
Protestan ahlâkının sadece içsel ayyaşayabilmek için metodik, teodınlanmayı önemseyen, dünyevi çırik, pratik bir takım kurallar koyması
kar (ya da kâr)dan uzak, kültürel Hıolarak tanımlanıyor. Bizdeki kulristiyanlık anlayışıyla mümkün ollanımıyla siyaset, (Arapça s-y-s kömuştur... Benzeri karşılaştırmalar
künden) yine toplumsal işlerin dükitap boyunca devam ediyor: Kilizenlenme ve yürütülmesi anlamıse mensubu din adamları bunca
na geliyor. Bu noktada sorulması geönemli buluşa imza atmışken, bireken sorular; İslam’ın toplumsal
zimkiler hâlâ, sözgelimi Darwin’e
işlere/sorunlara yönelik metodik,
karşı kesin bir tavır almaktadırlar
teorik ya da pratik kimi düzenlevs. (Kilise, Darwin’i hem yaşadığı
meler/çözümler vazedip etmediği?
dönemde hem şu anda bağrına baİslam’ın tüm önerilerinin (ya da emirsıyormuş gibi). Darwin’in saf bilimsel
lerinin) sadece bireye ve onun iç aybilgiye ulaşmak amacındaki, kedınlanmasına ilişkin olup olmadışiflerine sadece bizim dindarlarımız
ğı? Ve İslam’ın sadece bir kültür olakatı bir dindarlık anlayışıyla ve gerak algılanıp algılanamayacağı olrici bir tutumla karşı çıkarlar. (Halmalıdır. Sayın Altan için cevap aşibuki din başka, bilim başka bir
kârdır. Din bir kültürdür ve Türkiye,
şeydir ve Kilise ulaşılan bütün ‘bidini bir kültür olduğunu kabul etse,
limsel’ sonuçların arkasındadır).
kültür olarak dine sahip çıksa norVe yazar, artık içinde daha fazYazar
Batı’nın
gelişim(?)
şekmal bir Müslüman ülkenin gereklela tutamaz ve muradını tüm açıkri ve sakin duruşu içinde olacaktır.
lığıyla dile getirir; Keşke İslam
lini esas aldığından, insanlı(Normal bir Müslüman ülke nasıldır?
toplumları da dinlerinde gerekli
ğı ileriye götüren, keşiş-paVe birkaç normal Müslüman ülke
reformları yapıp, şu ‘‘bir lokma, bir
paz-halk bütünleşmesinin
örneği verilse biz de sakin bir duhırka’’ anlayışını bir kenara bırakıp
dostça el ele verip yaptıkları
ruş içine gireceğiz aslında).
zenginleşerek, Protestanlardakine
teknolojik
keşiflerin,
o
zamaYazar Batı’nın gelişim(?) şeklini
benzer bir anlayışla ticaret yapaesas aldığından, insanlığı ileriye göbilseydiler. Ama ne yazık ki bu
na kadar ‘medeniyet’in beşitüren, keşiş-papaz-halk bütünleşmümkün değildi, çünkü içtihat kaği olan Doğu’lu İslam topmesinin dostça el ele verip yaptıkpısı 10. yüzyıldan itibaren kapalıydı.
lumlarındaki (artık yetersiz
ları teknolojik keşiflerin, o zamana
Üstelik insanlar (Talibanlaşmanın
kaldıkları bir sanayileşme
kadar ‘medeniyet’in beşiği olan
da nedenlerinin başında gelen)
sonucunda ortaya çıktığına
Doğu’lu İslam toplumlarındaki
Kur’an’ı kendi dillerinde okuya(artık yetersiz kaldıkları bir sanamıyorlardı.( Halbuki ilk Kur’an
inandığı) sorunlara da meryileşme sonucunda ortaya çıktığıtercümeleri, Müslümanların en gehem olacağını düşünüyor.
na inandığı) sorunlara da merhem
ri(?) bırakıldıkları son bir asır içinolacağını düşünüyor. Ve söz Prode filan ortaya çıkmamış, sanayi devtestanlığa geliyor. Protestanlıktaki
rimine kadar medeniyetin beşiği olan
‘‘protesto’’yu (artık kime ve nikentlerde insanlar Kur’an’ı asıryeyse) es geçip, Hıristiyanlık’ın ‘gerekli’ ve yeni bir yolarca hep kendi dillerinden okumuşlardır). Dinin doğrumu olan bu mezhebi sadece sanayileşmenin bir sonucu
ru anlaşılmasını sağlayacak, onu normalleştirecek, herolarak niteliyor. Akabinde, İslam ile Hıristiyanlık benkesin güvenilirliği konusunda emin olduğu Türkçe bir
zer kabul edip (en nihayetinde ikisi de birer din) geç de
meal hazırlansa dinin ortak bir kültür olarak algılanmaolsa (bizdeki kentleşmenin daha geç gerçekleşmesinden
sı nasıl da kolaylaşacaktı(r).
dolayı), Müslümanların da mevcut bağnaz yapıyı artık proSayın Altan ayrıca, iş yaşamındaki kariyer yapma çatesto edip, reform yapmalarını istiyor. Zira yazara göre
basının, rekabetin vs. dinin özüyle çelişmeyeceğini de
kent dindarlığı, ancak insanların dinden dünyevi bir çıkar
iddia ediyor ki, sadece İslam değil, neredeyse bütün dinelde etmemesiyle oluşabilir(miş). Tam da Protestanlık’ta
ler bu dünyanın geçiciliğini vurgulayıp insanın bu dünolduğu gibi. Nitekim Protestanların ya da Protestan ahyaya (mala, mülke, mevkiye) hasredeceği çabanın anlamsız
lâkının dünyevi bir çıkar elde etmek gibi bir gayesi yokolduğunu ve önemsemesi gereken daha asli ‘şey’lerin oltur, asla da olmamıştır. Kapitalizmin gelişimi ve yaygınlaşması
duğunu hatırlatır. (Her ne kadar, artık Kentli/Köylü dinA P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 5
toplum
Yazar Prof. Dr. Mehmet Altan
darlar da Sayın Altan gibi düşünmeye
sının yanı sıra) dinlerini kendilerimeyletseler dahî). Yazarın kendinin seçmesi yazarın önerileri arasında.
Yine Altan’a göre, dindar kisi de, bir yandan dini bireysel bir iç
Sayın Altan’ın tutumu aslında çok
şinin dindarlığını bir başkaaydınlanma aracı olarak algılamada alışkın olmadığımız bir tutum desına bildirmesine gerek olmız gerektiğinden dem vuruyor, Şeyh
ğil. Bizi şaşırtan, yazarın sadece diGalib’i yetiştiren tasavvuf kültürüne
ni konularda gösterdiği cehaletin bomamalıdır, o Tanrı ile onun
övgüler yağdırıyor, (tabii ki bu tayutu değil, sosyolojik ve psikolojik
arasındadır. Dinini alenen
savvuf kültürünün ‘bir lokma bir hıryargılarının da acemiliği ve temeltebliğ etmesi gerekmediği
ka’ anlayışıyla bir ilgisi olamaz), disizliği. Örneğin çocukların din kogibi, kimsenin içkisine filan
ğer yandan kariyeri önemseyip,
nusunda kendi kararlarını vermelerini
rekabetçi bir tutumla sermaye bibeklemek, ebeveynlerin (ve tuda karışmamalıdır..
riktiremediğimiz için yakınıp, katumlarının) çocuklarının karakter
riyerin, rekabetin, üretimin vs. bioluşumlarındaki birincil etkisi bir yazi mutlu günlere ulaştıracağını idna, çocukların hayatlarının başlandia ediyor. (Ve fakat bu iddia ya da
gıcında özdeşleşecekleri, idealleştemenni, herhangi bir dinin ‘doğtirecekleri örneklere sahip olmak zoru’ yorumlanmasıyla değil, bu herhangi dinin (Hıristirunda oldukları hatırlandığında gülünçleşir. Böylesi öryanlık’ta olduğu gibi) kısmen ‘bir kenara’ konulmasıyneklerin ve gerekli idealleştirme ve özdeşleşmelerin ekla mümkün olabilir.)
sikliği çocuğun ruhunda onarılması güç yaralar bırakır,
Yine Altan’a göre, dindar kişinin dindarlığını bir başçocuğun ruh sağlığı tehlikeye girer. Çocuk, ebeveynleri
kasına bildirmesine gerek olmamalıdır, o Tanrı ile onun
olarak siz din konusunda ne kadar liberal davrandığınıarasındadır. Dinini alenen tebliğ etmesi gerekmediği gizı düşünürseniz düşünün, tutumunuzu içselleştirecek, o
bi, kimsenin içkisine filan da karışmamalıdır. Diğer inda dine karşı benzer bir kayıtsızlığı çok muhtemelen hasanların inançlarına (ya da inanmayışlarına) saygı gösyatının sonuna kadar koruyacaktır. Yani, 18 yaşından sonterilmeli, mesela ramazanda hastalar, yaşlılar dikkate alıra kararını verip, namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitnıp bangır bangır davul gümbürdetilmemeli, bunun yerimeye vs. başlamayacaktır. (Sayın Altan’ın çocukları da
ne oruç tutan insanlar arasındaki tılsımlı mesajlaşma fısılmuhtemelen, Kur’an’daki kıssaları, mitolojilere benzer
tısı benimsenmelidir. (Neyse ki, şimdilik her gün defaathikayeler olarak ve keyif almak için okuyorlardır ya da okule ezan okunmasına karışmıyor.) Benzer şekilde, çocukyacaklardır.)
larımızın nüfus cüzdanlarındaki (ve zihinlerindeki) din
Yazar İmam-Hatip liselerine ve İlahiyat fakültelerihanesini boş bırakmamız (mümkünmüş gibi) ve çocukne dair yorum ve kıyaslamalarında ise göz ardı edilemeyecek
ların 18 yaşından sonra (giyecekleri blue jean’in markakadar haklıdır ve bir zamanlar bu topraklardaki din an-
sayfa 26 • Perspektif
‘‘Köylülerin’’ daha dindar olduğu, cemaatlerin ve siyasi
partilerin hedef kitlesi olduğu
da kısmen doğrudur (yazarın
söylediği gibi bir insanın, hele
de köyünden yeni ayrılmış bir
insanın kentte birey olarak
var olması kolay değildir). Ancak sorun istatistiklere ve kimi anket sonuçlarına bir göz
atıp, tek başına ekonomik iyileştirmelerle (sözgelimi, insanları meslek sahibi yaparak) ortadan kaldırılacak kadar basit ve tek boyutlu da değildir. Din daha önceleri kentliler tarafından sahiplenilirken, şu anda köylüler tarafından sahipleniliyor da değildir.
Sadece İslam’ın değil, neredeyse bütün dinlerin (ya da
ideolojilerin) ilk mensupları,
Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te
vs. mevcut (eski) düzen tarafından mağdur edilen kişilerdir. Ancak bu mağduriyetin
giderilmesi, mağduriyetleri
sebebiyle dine yakınlaşan o
insanları ne dinden uzaklaştırır ne de dini hayatlarında daha az belirleyici kılar.
layışının çok daha komplekssiz,
kendinden emin bir duruşa sahip
olduğu konusundaki hatırlatmaları ziyadesiyle yerindedir. Ayrıca,
‘‘köylülerin’’ daha dindar olduğu,
cemaatlerin ve siyasi partilerin hedef kitlesi olduğu da kısmen doğrudur (yazarın söylediği gibi bir insanın, hele de köyünden yeni ayrılmış
bir insanın kentte birey olarak var
olması kolay değildir). Ancak sorun istatistiklere ve kimi anket sonuçlarına bir göz atıp, tek başına ekonomik iyileştirmelerle (sözgelimi,
insanları meslek sahibi yaparak) ortadan kaldırılacak kadar basit ve tek
boyutlu da değildir. Din daha önceleri kentliler tarafından sahiplenilirken, şu anda köylüler tarafından sahipleniliyor da değildir. Sadece İslam’ın değil, neredeyse bütün dinlerin (ya da ideolojilerin) ilk mensupları, Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te vs. mevcut (eski) düzen tarafından
mağdur edilen kişilerdir. Ancak bu mağduriyetin giderilmesi, mağduriyetleri sebebiyle dine yakınlaşan o insanları ne dinden uzaklaştırır ne de dini hayatlarında daha az belirleyici kılar.
Siyaset ve İslam (ya da yazarın ifadesiyle Siyasal İslam) sadece bu topraklarda değil, dünyanın pek çok coğrafyasında, kimilerince bir sorun olarak görülür ve birbirlerinden mümkün olduğunca uzak tutulmaya çalışılır. (Dolayısıyla bu, dinin aslında siyaset ile bir ilgisi yoktur, o bir kültürdür vs. yaklaşımıyla halledilemeyecek, daha ciddi düşünsel çaba gerektiren bir meseledir). Sayın
Altan’ın, bu uzak tutma çabasına matuf önerileri, Batı’daki gelişimi örnek (ve ideal olarak) aldığından, tıpkı Batı’daki Protestanlık tecrübesinde
olduğu gibi, dinden önce ekonomik
gelişim yönünde faydalanıp, akabinde
kültür olarak hayatlarımızın bir
köşesinde tutmak noktasında yoğunlaşıyor ki bu, sorunun hiç anlaşılmadığını ve hem İslam hem de
Hıristiyanlık hakkında derin bir
cehalete sahip olunduğunu ortaya
koyar. Farklı toplumların farklı
gerçekleri, dinamikleri, sorunları ve
bu sorunları dair çözüm yolları olduğunun, olması gerektiğinin unu-
tulmaması gerekir.
Ve fakat, (sebepler ve çözüm önerileri hakkındaki yetersizliklerine rağmen) Sayın Altan’ın da sezdiği ve ifade etmeye çalıştığı, dinin (ya da dindarların) modern kentlerde, tarihte daha önce karşılaşmadıkları kimi yeni durumlarla (ve sorunlarla) karşı karşıya oldukları aşikârdır. Sorunun pek çok cephesinin olması (coğrafi, tarihsel, siyasi, dini, psikolojik, sosyolojik...) bu pek çok cephe hakkında uzmanlık ve düşünsel çaba gerektirir. Bütün bu sorunları derhal çözemesek de, çözümlemeye çalışmak artık daha fazla ertelemeye hakkımızın olmadığı bir ihtiyaç, ve dahi bir zorunluluktur. Ve bu zorunluluk topraklarını geçim endişesiyle terk etmiş, artık terk
ettikleri topraklarına ‘‘kesin dönüş’’ yapma ihtimallerinin giderek azaldığı (biz) Avrupalı Türkler için de kendini ziyadesiyle hissettirmektedir. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 7
dünya
Nahçıvan
Yusuf Ziya Altıntaş • [email protected]
Resmî adıyla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Azerbaycan’a bağlı başkenti tarihi Nahçıvan şehri olan özerk bir
cumhuriyettir. 5.363 km2’lik yüzölçümü ile İstanbul şehri sınırlarından daha küçük bir kara parçasına sahip olan
Nahçıvan’ın Kuzeyi ve doğusu Ermenistan, güneyi ve batısı da İran topraklarıyla çevrilidir. Azerbaycan’a bağlı olmakla birlikte bu ülkeyle fizikî bağlantısı bulunmayan Nahçıvan, Türk Cumhuriyetleri arasında Türkiye ile fizikî bağlantısı bulunan tek toprak parçasıdır. Nahçıvan’ın Türkiye ile
sadece on üç kilometrelik bir sınırı bulunur. Bu anlamda
Türkiye’nin en kısa kara sınırına sahip olduğu komşusudur. Türkiye ile Nahçıvan’ı birbirine bağlayan bu sınır bölgesi Türkiye tarafından Dilucu olarak adlandırılmakta olup,
Aras Nehri üzerine inşa edilen Hasret Köprüsü iki ülke arasında gerçek bir “köprü” görevini görmektedir.
1995 tarihinde halk oylaması ile kabul edilen Azerbaycan
Cumhuriyeti Anayasası’na göre, içişlerinde özerk, savunma ve dış politikada ise Azerbaycan’a bağımlı bir statüye
Başkent Nahçıvan
sayfa 28 • Perspektif
sahip olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Nahçıvan şehri ile buna bağlı yedi ilçeden oluşmaktadır. Bu ilçeler nüfus yoğunluğuna göre sırasıyla Şerur, Sederek, Babek, Şahbuz, Culfa, Kengerli ve Ordubat’dır. Bağlı bulunduğu Azerbaycan ile sınırının bulunmayışı, Ermenistan ile çok uzun
ve kapalı sınırlara sahip oluşu ve İran ile ticari münasebetlerinin
azlığı nedenleriyle ekonomik açıdan sıkıntılı bir konumda bulunan Nahçıvan, bu sıkıntılarını ekonomik ve ticari
ilişkilerinin en iyi olduğu ülke olan Türkiye üzerinden aşmaya
çalışmaktadır.
Nüfus, Etnik ve Dini Yapı
Toplam Nüfusu 2009 yılı verilerine göre 400.000 civarında olan Nahçıvan’ın resmi dili Azeri Türkçesidir. Etnik yapısına bakıldığında nüfusun yüzde 99’luk çok büyük çoğunluğunu Azeri Türkleri oluştururken, geriye kalan
azınlık içerisinde Kürt, Rus ve Ukraynalılar bulunmaktadır. Nahçıvan nüfusunun %99’unu Müslüman Azeri
Türkleri oluşturur.
Kısa Tarihçesi
Nahçıvan, coğrafî konumu bakımından tarih boyunca doğu ile batı arasındaki önemli geçiş ve irtibat noktalarından biri olmuştur. İran’da kurulan Sasani Devleti ve
Bizans arasındaki mücadelelere sahne olan Nahçıvan, tarihi süreç içerisinde Arap Valileri, Selçuklular, Atabey İldeniz
Devleti, Timurlar, Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi hükümdarlıkların idaresinde bulunmuştur.
Osmanlı-Safevî mücadeleleri boyunca da hâkimiyetin
sürekli el değiştiği bölgede
1747’de Nadir Şah’ın ölümünden sonra Azerbaycan
bölgesi çeşitli Hanlıklara bölünmüştür. 1795 yılında Ağa
Muhammed Şah komutasındaki İran kuvvetleri Azerbaycan’da hâkimiyeti ele geçirmiş,
ancak onun ölümünden sonra Azerbaycan üzerinde girdikleri nüfuz mücadelesinde
İran’ın, üstünlüğü Rusya’ya
kaptırmasıyla Nahçıvan Rus-
lar tarafından işgal edilmiştir. Rusve Kafkaslarda meydana gelen
lar bölgede nüfus dengesini Hıriboşluktan yararlanılarak, Rustiyanlar ve Ermeniler lehine çesya’nın ve İngiltere’nin desteği ile
virecek bir iskân siyaseti uygularkurulmuş bir devlet olan Ermeken, Erivan’dan Zengezur’a doğru
nistan’a verilen, stratejik açıdan
Rus himayesindeki Ermenileri
son derece önemli bir kara parçası
yerleştirmek suretiyle, Azerbaycan
vardır. Bu kara parçası Azerbayile Nahçıvan’ın irtibatını İran sınırına
can ve Nahçıvan’ı, dolayısıyla
dayanacak şekilde kesmişlerdir.
Türkiye ile Müslüman Türk düOsmanlı Devleti’nin Birinci
nyası arasındaki bağlantının koDünya Savaşı’ndaki mağlubiyeti ve
parılmaya çalışıldığı bölgedir.
Mondros Antlaşması’nın şartları,
“Ermenistan adeta bir bıçak giKafkas Ordularının daha önce
bi, Azerbaycan ile Nahçıvan araRus ihtilali sonrasında kurtarmış
sına bir kama gibi saplanmış olsa
oldukları Nahçıvan’dan çıkarılda, Nahçıvan yalnız bırakılmaya çamalarına sebep olmuş, Azerbaycan
lışılsa da şunu bilin ki tarih boyunca
bölgesi 1920’de Ruslar tarafınTürkiye, Nahçıvan’ı hiç yalnız bıdan işgal edilirken, bu işgalden sonrakmadı ve asla da yalnız bırakra Nahçıvan’da da Sovyet Hükümayacaktır”. Türkiye Cumhumeti kurulmuştur.Türkiye ile
riyeti Devlet Bakanının geçtiğimiz
Sovyetler Birliği arasında 1921’de
aylarda bölgeye yaptığı ziyaret esimzalanan Moskova Antlaşması ile
nasında söylediği bu sözler NahNahçıvan, özerk bir yapıya sahip
çıvan’ın bölgede yalnız olmaolması ve başka bir devlete terk edildığının önemli bir göstergesi ve bölMümine Hatun Kümbeti
memesi şartıyla Azerbaycan’ın hige açısından da ümit vericidir.
mayesine bırakılmıştır. Sovyetler
Birliği’nin bünyesindeki Azerbaycan’ın 1991 yılında
Mümine Hatun Kümbeti
bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana Nahçıvan da Azer12’nci yüzyılda Selçuklu Devleti Valisi Şemsettin İldeniz
baycan Cumhuriyeti’ne bağlı özerk cumhuriyet statüsütarafından eşi Mümine Hatun adına yaptırılmış Mümine
nü muhafaza etmektedir.
Hatun Kümbeti, Nahçıvan’ın ve Türk kadınının en önemli simgelerinden biri ve Azerbaycan mimarisinin muhteşem
Müslüman Türk Dünyasına Açılan Kapı
bir örneği olarak kabul edilir. Dış sütunlarına Yasin SureBugünkü Kafkasya ve çevresini gösteren bir haritaya
si nakşedilmiş olan Türbenin üst kısmında kûfi hattıyla yabakıldığında; Nahçıvan ve Azerbaycan’ın Türkiye ile
zılan, “Biz gedirik, ancak kalır ruzigar. Biz ölürük, eser kaMüslüman Türk Dünyası arasındaki bağlantıyı sağlayacak
lır yadigâr” sözü de oldukça etkileyicidir. Nahçıvan mimarları
son derece stratejik bir konumda yer aldığı görülecektir.
tuğladan inşa ettikleri saray, köprü, cami, mescid, kervansaray,
Hele de Azerbaycan toprakları bir bütün olarak düşünültürbelerle ve bu eserlere yansıtmış oldukları farklı üslûplarıyla
düğünde, Çin Seddi’ne kadar kesintisiz büyük bir Türkkendine özgü Nahçıvan mimarisini oluşturmuşlardır.
İslâm Dünyasının varlığı gözlenir. Ancak Nahçıvan ile AzerNahçıvan’da, herkesin kutsal kabul ettiği, dualar edibaycan arasına çekilmiş olan Ermenistan Koridoru Müslerek adakların kesildiği Ashab-ı Kehf mağaraları ve Nuh
lüman Türk Dünyasını ayıran bir set konumundadır.
Peygamber’in Türbesi ise bölgenin diğer önemli tarihi mekânlarındandır. Nahçıvanlılar arasında Nuh Tufanı’nın bu
Nahçıvan ve Azerbaycan arasına saplanan kama: Erbölgede gerçekleştiğini düşünenler ve Nahçıvan’daki yer
menistan
adlarının Nuh Peygamber tarafından konulduğuna ve hatNahçıvan ile bağlı olduğu Azerbaycan Cumhuriyeti arata Nahçıvan kelimesinin “Nuh çıkan” anlamına geldiğine
sında günümüzde hiç bir kara yolu bağlantısı bulunmazinananlar bulunur. ken ulaşım genel olarak havayolu ile sağlanır. Karayolu ile
gitmek isteyenler için ise, yolu birkaç katı uzunluğuna çıKaynaklar
kararak İran üzerinden Azerbaycan’a geçmek dışında
“Nahcıvan”, TDV İslam Ansiklopedisi, 32. Cilt, s.294-297
şimdilik bir alternatif bulunmamaktadır. Nahçıvan ile
“Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Hakkında Genel Bilgiler”,
Azerbaycan arasında İran’a kadar uzanan ve Sovyetler Birhttp://naxcivan.cg.mfa.gov.tr/
“İslâm Dünyası’ndan”, Dr. İhsan Yaşar, Altınoluk Dergisi, Sayı: 091
liği döneminde, Birinci Dünya Harbinin sonunda Anadolu
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 2 9
kültür
Sa’di-î Şirazî
Şark’ın Klasik Eserleri Bostan ve Gülistan Müellifi
sin, demiş” mealinde bir kıssa anlattığı vakit, dersimizi almıştık. Sonraları benzer bir hikayeye Sa’di-î Şirazî’nin Bostan adlı eserinde tesadüf edecektim.
Kesin tarihi bilinmemekle beraber 1200’li yılların başında doğan Sa’di-î Şirazî’nin (öl. 1292) bugüne, kültürümüze
olan etkisinin sürekliliği bu açıdan bakıldığında dikkati celbediyor. Fars edebiyatının en büyük şairlerinden olan Sa’di’nin
Klasik kültürümüzün nasihat üzerine bina edildiğini söyhayatı ile bilgiler muhteliftir, kesin bilgilere sahip değiliz.
lesek hakikatten çokta sapmış olmayız sanırım. Asırlar boHayatı hakkındaki bilgilere daha çok eserlerinde kendisi
yu insanımız, kolayca söylenivermiş, yazılmış göründüğü
hakkında verdiği bilgilerden ulaşılmaktadır. İlk dinî ve edehalde, taklidi ve benzerinin söylenmesi zor olan anlamınbî bilgileri Şiraz’da alan Sa’di, oradan Bağdat’a giderek Nida “sehl-i mümteni” tabir edilen eserlerden beslendi. Buzamiye Medresesi’nde dersler aldı. Bağdat’ta tahsilini
nun izlerini hâlen çeşitli meclislerde yapılan sohbetlerde,
1257’de tamamlayan Sa’di, Şiraz’a geri döndü ve Fars bölhutbelerde, yazılan eserlerde ve hatta davranışlardaki begesi hükümdarlarının yakınında bulunan şahsiyetlerden ollirleyiciliğini görmek mümkündür. Mesneviden, Gülistan
du. Kendi eserleri ve ondan bahseden eserlerden anlaşılve Bostan’da anlatılan hikayelerin kollektif hafızamızda yer
dığına göre hayatı boyunca Hicaz, Şam, Lübnan ve Anaettiğini kim inkâr edebilir. Güngörmüş büyüklerimiz, indolu’ya yolu düşmüştür. Sa’di, henüz hayatta iken büyük
sanların hatalarını gördükleri vakit, edeben, doğrudan söybir şöhret kazanmıştır. Döneminin diğer şairleri onun üslemezler, anlayana ders verebilmek için konuyla irtibatılûbundan çokça etkilenmişler, benzer türde şiirler yazmışlardır.
nı hemen ya da hiç kuramadığımız hikayeler anlatırlar. Bir
Manzum ve mensur eserlerinde farsçada eskiden beri yayzaman saydığımız bir büyüğümüzün huzuruna varmış, bir
gın olarak kullanılan atasözlerinden faydalanmış, bunun
ricalarını, çok gecikmiş olma neyanı sıra kendisinin kaleminden çıkma
deniyle utanarak, fakat yerine
ve toplumun düşünce ve isteklerine tergetirmenin keyfi ile de kendisine
cüman olan özlü sözleri atasözü haline
takdim etmiştik. Büyüğümüz,
gelerek günümüze kadar kullanılagelSa’di-î Şirazî’nin, Gül Bahçesi
“Birisi görmüş geçirmiş birinin yamiştir. Sa’di; Türk, Urdu ve Batı edeanlamına gelen Gülistan adlı
nınan varmış, efendim, çok meşbiyatlarında da önemli izler bırakmışmensur eseri 1258 yılında, o
gul ediliyorum, insanlara hürtır. Sa’di’nin manzum ve mensur eserdönemlerde Doğu ve Batı’da
metten kusur etmekten korkuleri Külliyat adı altında toplanmış olmakla
yorum ama, işime de engel oluberaber bunu kimin topladığı bilinda adet olduğu üzere, Salgurnuyor kabilinden sözler ile ne yapmemektedir. Ancak, Gülistan ve Boslu hanedanından Ebubekr
ması gerektiği konusunda nasihat
tan adlı eserlerini bizzat Sa’di’nin biraSa’d b. Zengi’ye ithaf edilerek
istemiş. O kişi ise tavsiye kabilinden
raya getirdiği sabittir.
yazılmıştır.
zengin olandan borç iste, fakir olaGül Bahçesi anlamına gelen Gülisna da borç ver, o zaman rahat edertan adlı mensur eseri 1258 yılında, o döÖmer Faruk Altıntaş • [email protected]
sayfa 30 • Perspektif
nemlerde Doğu ve Batı’da da adet olduğu üzere, Salgurlu hanedanından Ebubekr Sa’d b. Zengi’ye ithaf edilerek
yazılmıştır. Klasik eserlerde bulunan münâcât, na’t ve yazılış sebebini anlatan bir önsözün ardından, padişahların
hâl ve hareketlerini, dervişlerin ahlâkını, kanaatin faziletini, susmanın faydalarını, aşk ve gençliği, güçsüzlük ve ihtiyarlığı, terbiyenin etkisini ve sohbet âdâbını konu alan
sekiz bölüm halinde düzenlenmiştir. Bölümlerde, çok
defa günlük hayatta karşılaşılan olaylar dikkate alınarak,
buralardan ahlâkî ve edebî sonuçlar çıkarılabilen hikâyeler, nükteler ve beyitlerle süslenmiştir. Sa’di eserinde, Farsça ve Arapça şiirler yanında ayetler, hadisler ve atasözlerine de yer vermiştir. Eser, üslûp bakımından olduğu kadar, tertip açısından da mükemmeldir. Bölümler sıralanırken,
birbirleri ile olan irtibatları gözönünde tutulmuş, mensur
ve manzum kısımları arasında irtibat sağlanmış ve fikirler
kısa ve veciz şekilde ifade edilmiştir. Yazıldığı zamandan
beri büyük rağbet gören Gülistan’ın hali hazırda dünya kütüphânelerinde binlerce yazma nüshası bulunmaktadır. Gülistan’ın Avrupa’da ilk Latince tercümesi (1651) G. Gentius tarafından yayımlanmıştır.
Sa’di’nin diğer meşhur eserine bizzat kendisinin isim
vermediği bundan dolayı, ilk kaynaklarda Sadinâme, daha sonraları Gülistan ile bağlantılandırılarak “güzel kokulu çiçek bahçesi” anlamında Bostan olarak adlandırıldığı
görülmektedir. Manzum olarak kaleme alınmıştır. Eserde
adalet, ihsan, aşk, tevâzû, rıza, kanâat, terbiye, şükür, tövbe ve münacat gibi mevzuları içine alan on bölüm mev-
cuttur. Bostan yaklaşık olarak 5000 beyit ihtiva eder.
Sa’di, çeşitli kaynaklardan derlediği hikâyeler, bizzat şahit
olduğu olaylar ve başkalarından duyduğu rivayetlerle
edindiği bilgi ve tecrübelerini hikâye ve fıkralar halinde anlatırken sade, çekici ve anlaşılır bir üslûp kullanmış, bazen
tarihi şahsiyetlerden de söz etmiştir. Adalet, siyaset, yönetenyönetilen münasebetleri, iyi ve kötü ahlâk, Allah’a karşı kulluk, terbiye, aşk, muhabbet ve benzeri konuları eğitici ve
öğretici bir şekilde işlemiştir. Çeşitili nasihatler ve ibretli
cümlelerle sona erdirdiği hikâye ve sözlerini hep bu amaç
için kullanmıştır. Bostan bu özellikleri ile dünyanın birçok
yerinde haklı şöhrete nail olmuş, birçok İslam ülkesinde
sürekli okunmuş, okutulmuştur. Bostan’ın bilinen ilk
Türkçe tercümesi Hoca Mes’ud b. Ahmed tarafından 1354
yılında yapılmıştır. Bostan’ın Almanca, İngilizce ve Fransızca’ya da tercümeleri mevcuttur. Bostan’ın Türkçe tercümelerinden günümüzde en yaygın olanları, Kilisli Rifat
Bilge ve Hikmet İlaydın’ın tercümeleridir. Bostan da,
Gülistan gibi asırlarca İslam aleminde büyük rağbet görmüş, medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, bir çok şerh
ve tercümeleri yapılmıştır. Kaynaklar:
- TDV İslam Ansiklopedisi, Sadi, Bostan ve Gülistan maddeleri
- MEB İslam Ansiklopedisi, Sadi maddesi
- Gülistan, Şeyh Sadi, Niğdeli Hakkı Eroğlu, Risale Yay., 1996
Sa’di-î Şirazî’den Hikayeler
Biri, Sincariyye mescidinde vazifesi
olmayarak müezzinlik ederdi. Sesi,
nefreti mucip olacak derecede çirkindi. Mescidin sahibi temiz kalpli bir
zattı, adamcağızın kalbini kırmak istemezdi. Bununla beraber cemaatin rahatsız olmasını da arzu etmezdi. Bir gün
ona dedi ki: ‘Azizim! Bu mescidin vazifeli müezzinleri vardır ki, her biri beşer lira maaş alıyor sana on lira vereyim, git! Ezanını başka yerde oku!’ Zavallı adam bu teklifi memnun olarak
kabul etti ve gitti. Fakat çok geçmeden
geri geldi, dedi ki: ‘Efendim, siz bana
gadrettiniz: Bana orada başka yere gitmem için yirmi lira veriyorlar da ben
razı olmuyorum.’ Mescidin sahibi güldü ve dedi ki: ‘Sakın razı olma, onlar
elli liraya da mum olurlar.’
Beyit:
Sert taşı kazma ile tırmalayan bir kimse
Ruh-ı insanı senin ses kadar etmez tahriş
Bir müneccim, geldi, evine girdi. Ailesinin yanında yabancı bir erkek görerek hiddetle sövüp saymaya başladı. Öteki de boş durmadı. Derken kavga kızıştı. Etraftan gelip toplananlar
arasında zarif bir adam vardı. İşi anlayınca dedi ki:
Ne ararsın semâda sersem adam
Haberin yok evinde kim vardır
Hatırımdadır ki: Daha çocukken
ibadeti sever, gece kalkar namaz kılardım, aynı derecede günahtan sakınırdım. Bir gece babamın hizmetinde
bulunuyordum. Bütün gece uyumadım
ve Kur’an’ı Kerim’i elimden bırakmadım. Etrafımızda bir sürü halk horul horul uyuyorlardı. Babama dedim ki: Ne
olur, şunlardan bir tanesi olsun başını kaldırıp da iki rekat namaz kılsa..sanki ölürler. Babam dedi ki: “Evlâdım, keşke sen de uyusaydın da onların gıybetinde bulunmasaydın!”.
Gene böyle, yolculardan biri, geniş
bir sahrada yolunu kaybetmişti.
Yiyeceği de kalmamış, açlıktan
tâkatsiz bir hale gelmişti. Kemerinde
parası da vardı, fakat neye yarar?
Ne kadar döndü, dolaştıysa da bir
tarafa yol bulup çıkamadı.
Nihayet öldü. Birkaç gün sonra tesadüfen oradan geçen bir kafile, zavallıyı o halde buldular ki, yüzünü yere, altınlarını da gözünün önüne koyarak ölmüş, kum üzerine de şu beyitleri yazmıştı:
Olsa çöl yolcusunun hep yükü hâlis altın
Azığı yoksa, bununla olamaz nâil-i kâm
Öyle bir sâhada bîtab kalan insâna
Ham gümüşten daha kıymetli gelir bir şalgam
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 1
islam und leben
Die Entstehung der Hadithliteratur
Aussprüche zu verschriftlichen. Es gab auch keinen wirklichen Anlass dazu, denn die damals übliche mündliche Überlieferung war ausreichend. Zudem wollte der Prophet vermeiden, dass seine Worte mit der bis dahin noch nicht
abgeschlossene Offenbarung Gottes, also dem Koran vermischt werden könnten. In späterer Zeit schrieben einige seiner Gefährten die Worte und Taten, aber auch seiDie islamische Religion schöpft ihr Selbstverständnis
ne bloße Zustimmung in verschiedensten Situationen des
aus zwei wichtigen Quellen: Koran und Sunna. Die erste
Lebens auf. Diese einzelnen „Informationen“ zu den verist das Wort Gottes (Kalâmullâh), welches dem Propheschiedenen Anlässen im Leben des Propheten werden im
ten Muhammad (saw) in einer Zeitspanne von 23 Jahren
arabischen „Hadith“ genannt. Es gibt eigentlich keinen
herabgesandt wurde. So ist das Wort Gottes, also der KoAbschnitt des Lebens Muhammads (saw), zu dem die
ran als eine Rechtleitung für die Menschheit bis in unseMuslime nicht solche Hadithe überliefert haben. Ja es gibt
re Tage überliefert worden. Gott selbst verweist an mehsogar Bereiche seines Lebens, zu denen nur seine eigene
reren Stellen im Koran auf den Propheten Muhammad
Familie Hadithe tradieren konnte.
(saw) und ermahnt die Gottesfürchtigen, sich ein BeiDie Sunna (Praxis, Tradition) des Propheten, die sich
spiel an ihm zu nehmen.1 So kann gewissermaßen von
in der Gesamtheit der überlieferten Hadithe widerspiedem Propheten als dem Koran „auf zwei Beinen“ gegelt, ist die zweite Quelle des Islams, aus ihr schöpft sie ihr
sprochen werden und ihn als gelebte Version der OffenSelbstverständnis. Im Unterschied zum Koran, dessen
barung (Wahy) Gottes verstehen.
Authentizität gesichert ist, führte die Frage der Authentizität
Durch diese herausragende
der einzelnen Hadithe im Laufe der
Stellung des Gesandten Allahs
folgenden Jahrhunderte dazu, dass sich
war seine Persönlichkeit jeher
eine eigene Wissenschaft zu diesem
Die Sunna des Propheten spielt in
Gegenstand von Nachahmung
Bereich herausbildete. Diese Wissenschaft
vielerlei Hinsichten eine wichtige
und diente als Maßstab für das
hat sich zum Ziel erklärt, die einzelnen
Rolle im Leben eines Muslims. Es
eigene Leben. Es ist nur natürHadithe nach ihrer Authentizität hin
sind z. B. viele „Details“ der Gotlich, wenn die Muslime darauf
zu überprüfen und sie dementspretesdienste (Ibadât) nur in der
bedacht sind, soviel wie nur
chend zu klassifizieren.
Sunna wiederzufinden. So ist z. B.
möglich über das Leben ihres
Die Sunna des Propheten spielt in
der genaue Ablauf des täglichen
Propheten zu erfahren, dies umvielerlei
Hinsichten eine wichtige Rolle
Gebets oder die dafür notwendizusetzen und das Wissen schließim Leben eines Muslims. Es sind z. B.
ge Waschung (Wudû) erst mit
lich an andere weiterzugeben.
viele „Details“ der Gottesdienste (Ibadem Beispiel des Propheten umDer Prophet selbst hatte zu
dât) nur in der Sunna wiederzufinden.
fassend überliefert worden.
Lebzeiten nicht gestattet, seine
So ist z. B. der genaue Ablauf des täglichen
Mehmet Genç • [email protected]
sayfa 32 • Perspektif
Gebets oder die dafür notwendige
macht, nur solche Überlieferungen
Waschung (Wudû) erst mit dem Beiin sein Werk aufzunehmen, die einen
spiel des Propheten umfassend überhohen Grad an Authentizität besaliefert worden. Aufgrund der Notßen. Auch in deutscher Sprache
wendigkeit, die riesige Menge an Haexistieren mittlerweile auszugsweidithen in einer angemessenen Art
se Übersetzungen aus diesem Werk.
und Weise zu erfassen, entstanden
Die Überlieferungen sind in viele
schon kurz nach dem Propheten kleiverschiedene Kapitel wie etwa Glaunere Hadith-Sammlungen. Diese Zube, Gebet, Fasten, Almosen usw.
sammenstellung der Hadithe entwiunterteilt und ermöglichen dem Leckelte sich fortan und mündeten in
ser somit einen schnellen Zugang
Die
sogenannten
„Sechs
Büden großen Hadith-Zusammenstelzu dem jeweiligen Thema.
lungen des 9. Jahrhunderts. Die ErNeben diesem umfassendem
cher“ bezeichnen sechs Werfassung der Hadithe geschah dann
Werk
von Buchârî, der Überliefeke, die Tausende von Überlieauch in der Form, dass der Inhalt der
rungen aus allen Bereichen mit aufferungen umfassen, welche
verschiedenen Hadithe berücksichnahm, entstanden auch Werke, die
wiederum aus Hunderttautigt wurde und dementsprechend
sich speziell einem einzelnen Thesenden
heraussortiert
und
verschiedene Kapitel zu einzelnen
ma widmeten. So hat beispielsweiThemen zusammengestellt wurden,
se Harâitî (gest. 939) eine Sammanhand verschiedener Kritewas die Benutzung dieser Werke erlung von Überlieferungen zum Therien klassifiziert wurden.
heblich erleichterte.
ma Liebe und Leidenschaft in seiDie Tatsache der enormen
nem Werk vereint. Harâitî belässt
Wichtigkeit der Sunna, aber auch
es aber nicht nur bei der Sammlung
neue Fragestellungen, die mit der
von Prophetenüberlieferungen,
Ausweitung des Islams auf die Gesondern nimmt auch Überlieferunmeinschaft zukamen und für die
gen von den Gefährten (Ashâb)
man Referenzen in den Quellen
Muhammads (saw) sowie auch von
suchte, veranlassten verschiedene
bekannten Gelehrten in sein Werk
Gelehrte, sich mit der Sammlung,
auf. Weiterhin fügt er noch verKlassifizierung und der Zusamschiedene Gedichte arabischer
menstellung der noch relativ unDichter ein.
übersichtlichen Menge an Hadithen
Diese Sammlungen ermöglizu beschäftigen. Die Frucht dieser aufchen den Muslimen sowohl einen
opfernden Arbeiten sollte etwa die
authentischen Einblick in das Zeitwahrscheinlich bekannteste Hadithalter als auch in das Leben des ProSammlung „Kutub as-sitta“ (Sechs
pheten. Viele dieser Sammlungen
Bücher) werden.
stehen heute in verschiedenen Ausgaben und Sprachen
Die sogenannten „Sechs Bücher“ bezeichnen sechs
zur Verfügung. Jeder Interessierte kann ohne große VorWerke, die Tausende von Überlieferungen umfassen, welkenntnisse von den Inhalten dieser Bücher profitieren.
che wiederum aus Hunderttausenden heraussortiert und
So sollte jeder, der noch nicht in den Genuss dieser Liteanhand verschiedener Kriterien klassifiziert wurden. Im sunraturgattung gekommen ist, davon Gebrauch machen. nitischen Islam gelten die Hadithe dieser sechs Bücher
im Allgemeinen als zuverlässig. Die Bezeichnung des Be1 Vgl. „Wer dem Gesandten gehorcht, der gehorcht Allah. Doch wer
griffs „Kutub as-sitta“ wurde wahrscheinlich Mitte des 10.
den Rücken kehrt – Wir haben dich nicht als ihren Aufpasser entJahrhunderts zum ersten Mal verwendet, um Unkundisandt.“ (Sure Nisâ, [4:80]); „Allah erwählt als seinen Gesandgen authentische Quellen empfehlen zu können. Somit
ten, wen er will; so glaubt an Allah und seinem Gesandten; und
entwickelte sich diese Bezeichnung als ein Synonym für
wenn ihr glaubt und gottesfürchtig seid, wird euch großer Lohn
„authentische Überlieferungen“.
zuteil.“ (Sure Âli Imrân, [3:179]); „Dies sind Allahs Anordnungen.
Das sowohl bekannteste als auch zuverlässigste Werk
Und wer Allah und seinem Gesandten gehorcht, den führt er in
der „Sechs Bücher“ ist das des Gelehrten Buchârî (gest. 869).
Gärten ein, durcheilt von Bächen, ewig darin zu verweilen; und
dies ist die große Glückseligkeit.“ (Sure Nisâ, [4:13])
Das Werk selbst wird meistens auch mit dem Namen des
Autors bezeichnet. Buchârî hatte sich zur Aufgabe geA P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 3
aktuell
Wieder der Islamische
Religionsunterricht
Im Grunde geht diese Entwicklung nicht auf die Arbeit der rot-grünen Koalition in NRW zurück, sondern
stellt die Wiederaufnahme der von der CDU erarbeiteten Pläne. Zuvor war dieses Vorhaben auf der 1. Islamkonferenz 2008 diskutiert und von den muslimischen VerWährend man einerseits immer noch die Zugehötretern abgelehnt worden. Denn das Konzept setzt nicht
rigkeit des Islams zu Deutschland diskutiert, wird auf
die staatliche Anerkennung der islamischen Gemeinder anderen Seit unbeirrt an der Einführung des Islaschaften als eine Religionsgemeinschaft voraus, wie
mischen Religionsunterrichts an staatlichen Schulen
auch Till-R. Stoldt in der Welt am Sonntag schrieb.
weitergearbeitet. Die Bundesländer mit einem hohen
Stoldt betonte, dass alle Parteien nach den Gesprächen
Anteil muslimischer Einwohner sind nun bestrebt, den
zwischen dem Bundesland NRW und den islamischen
Kindern von Menschen, die sie bis dato nicht ganz akGemeinschaften sich über die Nicht-Anerkennung eizeptieren konnten, ihre Religion beizubringen. Nordrheinnig waren.1
Westfalen legte im Februar ein
Die Hauptsorge der Muslime ist
neues Programm vor. Die Erdas
Vorhaben eine vorübergehende
klärung der Schulministerin
Die Hauptsorge der Muslime
Änderung am Grundgesetz vorzuSylvia Löhrmann wurde stellist das Vorhaben eine vorünehmen, um die Einführung des islavertretend für die Muslime vom
mischen Religionsunterrichts in den
bergehende Änderung am
Koordinationsrat der Muslime
Schulen zu ermöglichen. Da keine der
Grundgesetz vorzunehmen,
(KRM) unterzeichnet.
islamischen Gemeinschaften (des
Die gemeinsame Erklärung
um die Einführung des islaKRM) als Religionsgemeinschaft anwurde in der Öffentlichkeit unmischen Religionsuntererkannt wurden, wird dem Staat ein
terschiedlich bewertet. Die Merichts in den Schulen zu erBeirat als Ansprechpartner dienen.
dien bezeichneten dies als eiOb die Mitglieder des KRM nach diemöglichen. Da keine der islanen wichtigen Schritt in NRW,
sem Prozess als Religionsgemeinder im Einklang mit dem
mischen Gemeinschaften
schaft anerkannt werden, ist jedoch
Grundgesetz geschah. Der
(des KRM) als Religionsgemeungewiss. Damit würde der Staat die
KRM hat jedoch die Erklärung
inschaft anerkannt wurden,
grundgesetzlichen Bestimmungen für
zwar unterschrieben, aber zudas Erteilen von Religionsunterricht
wird dem Staat ein Beirat als
gleich Bedenken und Einwänumgehen. Das birgt wiederum die
Ansprechpartner dienen.
de geäußert, die nicht behoben
Gefahr in sich, dass der Staat bei der
werden konnten.
İlhan Bilgü • [email protected]
sayfa 34 • Perspektif
NRW Schulministerin Löhrmann und KRM Mitglieder
inhaltlichen Gestaltung des islamischen Religionsunterrichts mitwirkt. Dies führt jedoch zu einem Konflikt
mit dem Grundgesetz. Dem deutschen Grundgesetz
zufolge wird der Inhalt des schulischen Religionsunterrichts von den Religionsgemeinschaften bestimmt.
Mit einer befristeten Übergangsregelung wird in NRW
nun versucht, dieses Prinzip in Bezug auf den Islamischen Religionsunterricht aufzuheben. Der Staat, der
Religionen gegenüber zur Neutralität gezwungen ist,
ergreift somit im Falle des Islams Partei. Eine Gleichstellung
des Islams mit anderen Religionen in Deutschland liegt
nicht vor, obwohl der Staat auch dem Islam und den
Muslimen gegenüber zu Neutralität verpflichtet ist. 2
Solange dies nicht umgesetzt wird, werden die Bedenken der Muslime nicht ausgeräumt werden. Im Grunde
wird bereits seit zehn Jahren Islamischer Religionsunterricht in NRW erteilt, der jedoch die Anforderungen
des Grundgesetzes nicht erfüllt.
Obwohl dem KRM ein Mitspracherecht bei der Bestimmung der Beiratsmitglieder zugesprochen wurde,
wird die Art und Weise der Umsetzung, die nicht dem
Grundgesetz entspricht, den Eingriff des Staates in die
Religionsangelegenheiten vereinfachen.
Dass die Bedenken der Muslime berechtigt sind,
wird bei näherer Betrachtung der Regelungen des Religionsunterrichts in Deutschland deutlich. Der Religionsunterricht wird in Zusammenarbeit mit den jeweiligen Religionsgemeinschaften erteilt. Sowohl Lehrer
und Schüler müssen der jeweiligen Konfession angehören. Aufgrund der Neutralitätspflicht des Staates ist
der Religionsunterricht „gemeinsame Angelegenheit“
von Staat und Religionsgemeinschaften. Auf den Inhalt
des Unterrichts hat der Staat keinen Einfluss. Er ist lediglich für die Umsetzung zuständig. Da die islamischen
Gemeinschaften noch keinen Körperschaftsstatus haben, ist der Staat nicht an diese gesetzlichen Bestimmungen gebunden. Darüber hinaus will das Land die
Anerkennung der KRM-Mitglieder als Religionsgemeinschaften nicht, sondern begrüßt lediglich die Bemühungen und die Entwicklung auf Seiten des KRM. Das
steigert die Bedenken der Muslime, dass die muslimischen
Sensibilitäten bei der Erteilung des Islamischen Religionsunterrichts nicht genügend beachtet werden.
Die Umsetzung eines Vorhabens, das in eine Missachtung des Grundgesetzes führen könnte, wird das
Vertrauen der Muslime an den Staat schwächen. Denn
die Muslime können sich nicht sicher sein, in welchen
Bereichen weitere Ausnahmeregelungen zum Nachteil
der Muslime durchgesetzt werden. Angesichts der Beispiele wie in der Sicherheitspolitik oder bezüglich der
Halal-Fleisch-Schächtung und des Tierschutzgesetzes,
in denen gemeingültige Gesetze zum Nachteil der Muslime geändert wurden, ist das Vorhaben einer Partei,
die den Islam nicht als einen Teil Deutschlands ansieht,
wenig vertrauensstiftend. Übersetzung. Fatma Yılmzer
1
http://www.welt.de/print/wams/nrw/article12798175/EineChance-fuer-den-Islam.html
2
http://www.faz.net/s/RubCF3AEB154CE64960822FA54
29A182360/Doc~EB5E4E252433E45E9BCADAE2F6002BCA
7~ATpl~Ecommon~Scontent.html
A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 5
verband
Kurs für Öffentlichkeitsarbeit
hat begonnen
Der Kurs für Öffentlichkeitsarbeit (KFÖ) der IslaGülbahar (Vorsitzender der Jugendorganisation) und
mischen Gemeinschaft Milli Görüş hat begonnen. Rund
Nurcan Ulupınar (Vorsitzende der der Frauen-Ju50 reguläre Teilnehmer und Teilnehmerinnen aus ungendorganisation) die Teilnehmer. Ebenfalls anwesend
terschiedlichen Regionalverbänden ganz Deutschlands
waren die Mitorganisatoren des KFÖ Osman Yusuf (Jusowie zahlreiche Gasthörer nahmen an dem ausgefüllgendorganisation) und Ayse Aslan (Frauen-Jugendorten Wochenende teil. Thema waren die Quellen des Isganisation).
lams sowie deren Verständnismöglichkeiten.
Das Thema des Wochenendes war die „QuellenfraDie Kursteilnehmer wurden von Ali Mete (Genege: Der Islam im Lichte seiner Quellen“. Demnach wurden
ralsekretariat), einem der Verantwortlichen des KFÖ,
die Teilnehmer durch ein Impulsreferat von Sebahat
begrüßt. Mete erläuterte die Ziele und Inhalte der knapp
Köse in die Entstehungsgeschichte des Korans und der
einjährigen Veranstaltung und
Sunna eingeführt. Dabei ging es zustellte das Konzept vor. Demnächst um den Beginn und die Form
nach wurden theologische, hider göttlichen Eingebung im AllgeDa es sich bei dem Kurs um ein
storische und praktische
meinen, später um die explizite Form
Kooperationsprojekt handelt,
Schwerpunkte gesetzt, welche
der Herabsendung des Korans „Es
begrüßten auch Mesud Gülbahar
in insgesamt zehn Wochengibt im koranischen Kontext drei Formen
(Vorsitzender der Jugendorganiendveranstaltungen anhand
der Offenbarung an die Propheten“, so
sation) und Nurcan Ulupınar
einzelner Themenfelder beKöse, „nämlich die Inspiration in ei(Vorsitzende der der Frauen-Juhandelt werden sollen. Danenem Traum, die verborgene Sprache
gendorganisation) die Teilnehben werden drei Workshops anund Gottes Offenbarung in Form der
mer. Ebenfalls anwesend waren
die Mitorganisatoren des KFÖ Osgeboten.
Sendung eines Gesandten wie den Engel
man Yusuf (Jugendorganisation)
Da es sich bei dem Kurs um
Gabriel (as).“ Der Koran ist in letzund
Ayse
Aslan
(Frauen-Jugenein Kooperationsprojekt hanterer Form herabgesandt worden. Andorganisation).
delt, begrüßten auch Mesud
schließend verdeutlichte Köse die
sayfa 36 • Perspektif
Übermittlung dieser Offenbarung (Wahy). „Vor allem
die mündliche Tradierung ist bei einem Volk, das des Lesens und Schreibens nicht mächtig war, unabdingbar gewesen.“ bemerkte die Referentin. Der erste Themenbereich endete mit den Stadien der Sammlung und Zusammenstellung des Korans. Der zweite Themenbereich des Referats behandelte die Tradierung des Hadith.
Hier wurde die Präzisionsarbeit in den Hadithwissenschaften betont.
Daraufhin folgte ein Vortrag von Amina Erbakan
über „Unterschiedliche Interpretationen der Quellen des
Islams“. Nach einem Einstieg über die Einheit (Tawhîd) Gottes, dem Menschen in seiner Geschöpflichkeit und der Bedeutung der Rechtleitung (Hidâya)
ging die Referentin auf das Koranverständnis ein. Dabei appellierte sie vor allem daran, Meinungsverschiedenheiten auch innerhalb der islamischen Gemeinde nicht als Nachteil, sondern als Bereicherung
zu sehen. „Selbst der Koran sagt von sich selbst, dass er
eindeutige und mehrdeutige Verse hat“, so Erbakan, die
daraus folgerte, dass es gefährlich sei, sich selbst als
Deutungshoheit anzusehen. Die Referentin betonte
vielmehr die Selbstverständlichkeit und Notwendig-
keit unterschiedlicher Interpretationen.
Anschließend gab es einen interaktiven Vortrag von
Mehmet Genç über die Geschichte und Unterschiede
der Rechtsschulen im Islam. Zunächst wurden Grundbegriffe wie „Scharia“ und „Fikh“ geklärt. „Die Scharia
ist kein Gesetzesbuch. Sie ähnelt nicht dem BGB, in dem man
bestimmte Paragraphen suchen kann“, erklärte Genç.
„Wenn der Begriff ‚Scharia‘ fällt, denkt jeder an Strafen, dabei ist sie sehr viel breiter gefächert“. Danach ging es um
die Gründe der Entstehung und Nützlichkeit von
Rechtsschulen. „Einer Rechtsschule anzugehören erleichtert dem Muslim seinen Alltag“, merkte einer der Teilnehmer an, die durch eine Pro-Contra-Diskussion aktiv in den Vortrag eingebunden wurden.
Nach dem von Vorträgen bestimmten ersten Tag
des KFÖ-Treffens knüpften am Folgetag drei Workshops an. Die Teilnehmer hatten die Wahl zwischen
dem Workshop „Öffentlichkeitsarbeit in der Moschee“,
„Medien in der Öffentlichkeitsarbeit“ und „Texte in der
Öffentlichkeitsarbeit“.
Alles in allem wurde den Kursteilnehmern ein sehr
ausgefülltes Wochenende geboten. Sie kehrten zwar erschöpft, aber höchstzufrieden heim. A P R I L • N İ S A N 2 0 1 1 • s ay f a 3 7
aktuell
Delegiertenversammlung der IGMG am 14. Mai
Anlässlich der Delegiertenversammlung der Islamischen Gemeinschaft Milli Görüş werden die Delegierten
der IGMG am 14. Mai 2011 zusammenkommen. Der
Vorsitzende der IGMG, Yavuz Çelik Karahan, gab bei
der Versammlung der Regionalverbandsvorsitzenden
bekannt, dass die Vorbereitungen für die Generalversammlung begonnen haben und fügte hinzu: „Diese Tage, in denen wir auf eine 50jährige Migrationsgeschichte zurückblicken, bedeuten für uns mindestens weitere
50 Jahre verantwortungsbewusste Arbeit.“
Bei der Versammlung der Vorsitzenden der IGMGRegionalverbände wurde beschlossen, die Delegiertenversammlung im Mai einzuberufen. Demnach sollen die
Delegierten am 14. Mai 2011 zusammenkommen.
In seiner Rede sagte der Vorsitzende der IGMG, Yavuz Çelik Karahan: „Diese Tage, in denen wir auf eine 50jährige Migrationsgeschichte zurückblicken, bedeuten für
uns mindestens weitere 50 Jahre verantwortungsbewusste Arbeit. Da nun klar ist, dass wir in diesem Land
heimisch geworden sind, ist eine Institutionalisierung
umso mehr vonnöten.“
Karahan fügte hinzu: „Für uns sind die kommenden
Generationen von großer Bedeutung. Daher müssen wir
unsere Arbeit so ausrichten, dass sie die gesellschaftliche Teilhabe sowie die Partizipation der kommenden
Generationen mit ihrer muslimischen Identität fördert
und stärkt. Wir dürfen uns nicht außerhalb der Gesellschaft sehen, sondern mitten in ihr.
sayfa 38 • Perspektif
Gemäß unserer Religion müssen die Muslime Vertrauen
erwecken. Wir folgen dem Ausspruch des Gesandten
Allahs „Erleichtert, erschwert nicht.“ So werden wir als
Gemeinschaft unsere Geschwisterlichkeit noch weiter
stärken.
Unsere Gemeinschaft ist für die Zukunft der Muslime
in Europa von großer Bedeutung. Dies bestärkt uns umso
mehr, unseren Weg gemäß den Prinzipien des Korans und
der Sunna mit noch größerem Elan weiterzugehen.
An dieser Stelle möchte ich an den 11. Vers der Sure Râd erinnern:
„Gewiss, Allah verändert die Lage eines Volkes nicht,
solange sie sich nicht selbst innerlich verändern.“ Demgemäß können wir Allahs Hilfe nur dann erwarten, wenn
wir uns nach Kräften um sein Wohlwollen bemühen.
Möge Allah denen helfen, die seinem Weg folgen und
Gutes verrichten.
Karahan gab bekannt, dass er auf der Delegiertenversammlung nicht erneut für die Aufgabe als Vorsitzender der IGMG kandidieren wird. Jedoch möchte er
sich auch weiterhin in der Gemeinschaft engagieren und
den neuen Vorstand in allen Belangen unterstützen. „42
Jahre meines Lebens, davon 27 in unserer Gemeinschaft
in Europa, habe ich gemeinsam mit Geschwistern wie
euch gearbeitet. Von nun an möchte ich den neu zu wählenden Vorstand unterstützen“, so Karahan, der sich für
einen reibungslosen Ablauf der Delegiertenversammlung einsetzen will. IGMG HADSCH-UMRA REISEN GmbH
Bosch Str. 61-65, 50171 Kerpen
Tel.: (02237) 656-310 • Fax: (02237) 656 319
Internet: www.igmghacumre.com
Mail: [email protected]
BANKA: KREISSPARKASSE KÖLN
BLZ: 370 502 99 • Hesap-Nr. 149277781
Download