1 İçindekiler "Allah'ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini istemeyin. Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir." (Nahl, 16;1) Ayeti açıklar mısınız? ..............................3 Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda kocakarı gibi inanın hadisleri sahih midir? İlimle imanı elde etmek insana zarar verir mi? Delil bilmeden iman etmenin daha doğru olduğunu söyleyenlere nasıl yaklaşmalıyız? ...........................................................4 Açılıp saçılmayı moderncilik, dindarlığı gericilik olarak görenlere nasıl cevap vermeliyiz?....7 Faizli işlemlerde aracılık etmek caiz midir? ................................................................................9 Kredi kartlarının sigortalanması caiz midir? ..............................................................................9 Allah'ın kuluna verdiği nimetler ve lütufların bir hikmeti var mıdır veya olması gerekir mi? .....................................................................................................................................................10 Gizli tutulup söylenmemesi gereken ameller nelerdir. Riya olmaması için farz namazların da gizli kılınması gerektiğini söyleyenler vardır. Bu düşünce doğru mudur? ..............................11 Cennet, güneşin boynuzlarındadır, anlamında bir hadis var mıdır? .......................................12 Kuran, doğruyla eğriyi iyilikle kötüyü ayıran ahlaki bir yorum mudur? Kavramlar arasına net bir çizgi çizmek mi ya da 'ortasını bulmayı' mı öğütler? ....................................................13 Zariyat suresi 48.ayette yerin yayılıp döşendiği anlatılır. Burada dünya düz anlamı çıkmaz mı?...............................................................................................................................................14 Ey bütün nurlardan önce var olan nur, duasını nasıl anlamalıyız? Nurun maddi bir karşılığı var mıdır?....................................................................................................................................15 Hz. Ömer (r.a) kabrine koyulduktan sonra münker ve nekir meleklerine "Bir daha da Hz. Muhammed'in ümmetinden birine bu şekilde (korkunç) gelemeyeceksiniz!" diye sitemde bulunduğu ve meleklerin de kabul ettikleri rivayeti doğru mudur? .........................................16 Erkeklerin renksiz, kadınların da kokusuz esans kullanması nasıl açıklanabilir? .................17 2 "Allah'ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini istemeyin. Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir." ﴾Nahl, 16;1﴿ Ayeti açıklar mısınız? "Allah'ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini istemeyin. Allah, onların ortak koĢtukları Ģeylerden uzaktır, yücedir." ﴾Nahl, 16;1﴿ Sözlükte emir kelimesi hem “buyruk, hüküm, yasa, yönetim” hem de “iş, olgu, olay” anlamına gelir. Burada hangi anlamda kullanıldığı ve ne kastedildiği konusunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Taberî, ilk anlamına göre Allah‟ın farzlarının ve hükümlerinin, ikincisine göre de kıyamet olayının ve inkârcıların hak ettikleri azap vaktinin kastedildiğine dair iki görüş aktardıktan sonra kendi tercihini şöyle açıklamaktadır: “Âyet, Allah ve resulünü inkâr edenlere karĢı Allah tarafından bir tehdittir; onlara cezalandırılacakları, yıkıma (helâk) uğrayacakları vaktin yaklaĢtığına dair bir duyurudur. Nitekim devamında gelen „Allah onların ortak koĢtuklarından uzaktır ve yücedir‟ Ģeklindeki ifadeden de bu (muhatabın inkârcılar olduğu) anlaĢılıyor” (XIV, 75-76). Bir yoruma göre Mekke‟de müşriklerin inkârcı ve baskıcı tutumlarından bıkan müslümanlar, onların bir an önce hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını yahut sonlarının gelmesini istiyorlardı; âyette müslümanların beklentilerinin muhakkak gerçekleşeceği bildirilmektedir. Daha çok benimsenen diğer bir yoruma göre ise putperestler, “ġayet gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit hani ne zaman gerçekleĢecek!” (Yâsîn 36/48); “Allahım! Eğer bu kitap senin katından gelmiĢ bir hakikatse gökten üzerimize taĢ yağdır veya bize acı veren bir azap gönder!” (Enfâl 8/32) gibi alay kabilinden sözlerle, yapılan uyarıları ciddiye almadıklarını, bu uyarılara aldırış etmedikleri takdirde sonlarının geleceğine, dünyada ve âhirette cezalandırılacaklarına en küçük bir ihtimal vermediklerini ima ediyorlardı. Âyet buna bir cevap teşkil etmektedir. Aslında o sırada henüz inkârcılar için bir ceza ve yıkım gerçekleşmediği halde âyette geçmiş zaman kullanılmasının sebebi, bu haberde, “Bir Ģeyin olacağını Allah bildirmiĢse artık o olmuĢ demektir” anlamında bir kesinlik bulunmasıdır (Kurtubî, X, 70). Şu halde metindeki “gelmiştir” anlamındaki kelimeyi “gelmiş bilin” şeklinde anlamak gerekir. (Bk. Diyanet Tefsiri, Kuran Yolu) 3 Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda kocakarı gibi inanın hadisleri sahih midir? İlimle imanı elde etmek insana zarar verir mi? Delil bilmeden iman etmenin daha doğru olduğunu söyleyenlere nasıl yaklaşmalıyız? İslam dini, aklı olmayanı sorumlu tutmaz. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla, iman kesin bir bilgiye dayanmak zorundadır. Kesin bilginin olması için aklın devreye girmesi gerekir. Tebarani‟deki hadisin tashihine rastlayamadık. Şayet sahih ise, manası şöyledir: Kişi, her konuda aklını tatmin etmediği sürece İslam‟ın hükümlerine boyun eğmezse bu kişi çok zarar eder. Çünkü, İman emniyeti, aklın kabul ettiği deliller doğrultusunda kesin bilgiyi istediği gibi, İslamiyet teslimiyeti, aklının almadığı hükümler konusunda tereddüt etmeden boyun eğmesini gerektirir. İman esaslarının hepsi, kesin bilgiyle ancak tahakkuk eder. Kesin bilgi ise ancak akılla bilinebilir. Ancak, temel referans olacak kaynağı akılla kabul ettikten sonra detayların hepsinde aklı kullanmak her zaman isabetli olmayabilir. Mesela. Hz. Peygamberin peygamberliğini veya Kur‟an‟ın Allah‟ın sözü olduğunu aklıyla kesin olarak kabul ettikten sonra, artık Kur‟an‟ın her meselesini, Hz. Peygamberin her sözünü kendi aklının ölçülerine göre yorumlarsa, kabul veya reddederse, buradan kişi çok zararlı çıkar. “KiĢiyi ayakta durduran aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur”(Deylemi, 3/217; no:4629) hadisinde de bu gerçeği görmek mümkündür. Ebu Said el-Hudri‟nin rivayetine göre, peygamberimiz şöyle buyurdu: Her şeyin bir temel esası/bir dayanağı vardır; müminin dayanağı ise aklıdır. Kişi ibadetiyle değil, aklı ile değerlendirilir. (Ayette ifade ediliği üzere; “Sizi uyaran bir peygamber daveti size ulaşmadı mı?” şeklindeki soruya muhatap olunca) kâfir olan kimsenin -meal olarak-“Şayet biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!”(Mülk, 68/10) demesi aklın dindeki önemini göstermektedir(Deylemi, 3/333/no:4999) Şunu belirtelim ki, bu hadisler senede bakımından şayet zayıf dahi olsalar, manalarının sahih olduğunda şüphe yoktur. Deylemi‟deki hadisin manası şöyledir: “Ahir zamanda değişik heva ve hevesler/düşüncelerinançlar ortaya çıktığında çölde yaşayanların (bedevilerin/kırsal kesimdekilerin) dinlerine uyun”(Deylemi, 1/256; no:996) Bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiştir(bk. Kenzu‟l-Ummal, 1/179 / no: 904). Diğer bir rivayette: meal olarak “ Ahir zamanda değişik düşünceler/inançlar ortaya çıkınca, kocakarıların dinine uyun” ifadesine yer verilmiştir. Bu rivayetin de sened bakımından sahih bir kaynağı bulunamamıştır(bk. Aclunî, 2/83). Ancak ahir zamanda dindar köylü kadınların, özellikle yaşlı olanlarının sağlam inançlarına dikkat çekilmesi, anlam bakımından doğruluğunu gösteren pek çok misaller vardır. 4 Akıl meselesine bir daha bakalım: İslam alimleri tarafından kabul edilen kurala göre, bir bilginin doğruluğunu kesin olarak belirleyen üç yol vardır. 1) Akıl. 2) Havass-ı selime/sağlam duyu organları. 3) Doğru haber. Lafı fazla uzatmamak için detaylara girmeden şunu söylemeliyiz ki akıl, bu üç yolun en kuvvetli olanıdır. Çünkü, aklı olmadan doğru haberin doğru kaynağını bulamayız. Mesela, doğru haberlerin başında gelen vahyin geçekten vahiy olup olmadığını bilmek için yine akla ihtiyaç vardır. Keza, göz, kulak ve diğer duyu organlarımızın algıladıkları şeylerin doğru olup olmadıklarını da ancak akıl ile idrak edebiliriz. Nitekim, bu duyu organlarımızın bazen yanıldıkları da yine aklımızla bilebiliyoruz. Açık misaller gerekirse, gözümüzle güneşin hacminin bir avuç kadar olduğunu algılıyoruz. Ancak aklımızla öğrendiğimiz bilgilerimiz bunun doğru olmadığı bize söylüyor. Keza, tevatür yoluyla gelen doğru haberin “tevatür” kriterini tespit emek yine aklın işidir. Yani doğruluğunun kanıtı olarak ortaya konulan “TEVATÜR” yoluyla gelen kimselerin yalan üzere birleşmelerinin mümkün olmadığı hükmü de ancak akıl ile anlaşılır. Dünyada herhangi bir delinin çok harika işler başardığı elbette görülmemiştir. Bu da aklın önemini göstermektedir. Kur‟an‟da, hakikatlerinin anlaşılması için, insanın aklını kullanarak, tefekkür ederek bir yargıya varması istenmektedir. Bu da iman ile akıl arasındaki ilişkinin boyutunu göstermektedir. Akıl olmadan ilim olmaz, ilim olmadan kesin bilgi olmaz, kesin bilgi olmadan iman olmaz. Aşağıdaki ayetlerden akıl ile iman ilişkisini çok açık bir şekilde görebiliyoruz: “Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.”(Bakara, 2/21-22). “Bunun üzerine dedik ki: «Kestiğiniz sığırın bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun» (Vurulunca da o diriliverdi.) İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir. Aklınızı iyice kullanasınız diye ayetlerini size gösterir.”(Bakara, 2/73) “Kur‟ân‟ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?Eğer Kur‟ân Allah‟tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı”(Nisa, 4/82) “Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.”(Araf, 7/179) “ Bunlar Kur‟ân‟ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin(akıllarının) üzerinde üst üste kilitler mi var?”(Muhammed, 47/24). “ De ki: “Eğer Allah dileseydi ben Kur‟ân‟ı size okuyamazdım, hiçbir suretle de size onu bildirmezdi. Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım. Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?”(Yunus, 10/16) “Öyleyse insan neden yaratıldığını bir düşünsün. O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. Onu ilkin yaratan Allah, elbette onu diriltmeye kadirdir.”(Tariık, 86/5-8) 5 Hülasa: “İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır(hadiste iman yetmiş küsur şübeden meydana geldiği bildirilmiştir. bk. Mecmau‟z-Zevaid, h. no: 103).Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez. (Sözler, 749.) Şu ifadeleri de tekrarla okumalıyız: “Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î iz'an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.” (Sözler, 93 ) 6 Açılıp saçılmayı moderncilik, dindarlığı gericilik olarak görenlere nasıl cevap vermeliyiz? Cevap 1: Asıl mesele bir şeyin mahiyeti ve hakikati itibariyle ortaya koyduğu değerdir. Bu sebeple, eğer gericilik iyi, moderncilik kötü bir şey ise o zaman gerici olmak aklın gereğidir. Yok eğer gerçek bunun tersi ise, değer yargısı da bunun tersi olmak durumundadır. Çünkü, bir konunun iyi ve kötü olması, insanlar tarafından ona verilen/veya yakıştırılan isimle ilgili değildir. O halde bu iki kavrama bakmak gerekir. Moderncilik şayet, bu çağda içki içmek, zina etmek, kadını her türlü aşağılık nesnelere reklam malzemesi yapmak ise, böyle bir anlayışa taraftar olmak her vicdan sahibinin kalbini zedeler. Buna mukabil, şayet gericilik Asr-ı saadete geri gitmek, İslam‟ın asli safvetiyle/ilk duruş haliyle algılayıp yaşamak ise, bu gericilik cennete kadar götürecek bir ilericiliktir. Eğer Modernlik, akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılması anlamında kullanılıyorsa, bir kadının başının açık olması veya olmaması buna herhangi bir katkı sağlamaz. Şunu da unutmayalım ki, her eski kötü olmadığı gibi, her yeni de güzel değildir. Kadını bir anne olarak gören ve cenneti onun ayakları altına koyan, saygın konumuna bir halel gelmemesi için onu kemgözlerden sakındıran bir zihniyet gerçek anlamda hiç bir zaman eskimez. Buna mukabil, kadını bisiklet ve ciklet reklamı olarak kullanan yeni çıkma bir algı her zaman eskimeye mahkumdur. Aslında bu konuda, çağdaş insanın aldığı ölçü, Avrupa medeniyetidir. Avrupanın nefse, heva ve hevese hitap eden zihniyeti modernlik olarak kabul eden ve bu ölçüyü de artık bir insanlık kodu olarak ön gören bir yargı vardır. Buna karşılık, İslam medeniyetini kendi heva ve hevesine hitap etmediğini düşünerek onu GERĠCĠLĠK damgasıyla mahkum etmek isteyen oldukça gafil bir Müslüman kitlesi de var. Bunlar, sadece Avrupa uygarlığından geldiğini hayal ettikleri ve insanlığın yararına olan teknik ve teknoloji ile ilgilenmezler. Çünkü bunlar çaba gerektiren işlerdir. Ve üstelik bunlar da nefsani arzularına fazla hitap etmez. Buna karşılık, ne kadar pespayelik, aşağılık, insanlık için manevi bozulma olan bayağı işler varsa, hepsine modernlik damgasını vurarak reklamını yaparlar. Özetlersek; Allah‟ın hayvanları tabii bir post ile yaratması, insanları ise, elbise giymeye muhtaç bir şekilde yaratması, insanların soğuktan ve sıcaktan korunması gibi, yeryüzü halifesi olmanın bir gereği olarak da elbise giymesinin gereğine ve bunun bir hilafet payesi olduğuna açık bir referanstır. Ayrıca insanların medeni bir varlık olarak yerini almaları için hayvanlardan farklı olarak örtünmelerinin gereğine bir işarettir. İlginçtir erkekler, uygar dünyanın her yerinde belli elbiselere bürünmekte ve bunu bir şeref şiarı olarak değerlendirmektedir. Sıra kadınlara gelince onları açılıp saçılmaya teşvik etmekte ve kadının ağırbaşlılığını zedeleyen ve alçak bazı erkeklerin göz banyosu hatırına o büyük annelik hatıralarını buharlaştıran bir yaklaşımla, MODERNLĠK-ÇAĞDAġLIK-UYGARLIK gibi sahte unvanlar altında kadınları fıtrata aykırı olan bir yanlış yola sürüklemektedir. 7 Bugün dünyanın bir çok ülkesinde kadına reva görülen açık-saçıklık pozisyonu, bir erkek için söz konusu olsa, erkeler asla bunu kabul etmez ve böyle bir şeyi insanlık dışı bir konum olarak kabul ederler. Sonuç olarak, açık saçıklık, İslam öncesi cahiliye devrine geri gitmek olduğu için gerçek bir gericiliktir. Tesettür ise, İslam medeniyetinin zirvesi ve gerçek istikbali kabul edilen asr-ı saadete uzandığı için hakiki ilericiliktir. Kanaatimizce, bu konuda tesettürün ne kadar fıtri ve güzel olduğu, açık-saçıklığın ne kadar fıtrata aykırı ve kötü olduğunu görmek için Bediüzzaman hazretlerinin TESETTÜR risalesini dikkatle okumak yeterlidir. Cevap 2: Her dinin kendisine has bir medeniyeti ve onu diğerlerinden ayıran farklı nitelikleri vardır. Ancak bu vasıflarla başka dinler arasında varlığını muhafaza eder. Bir toplumun -özelliklediğer milletlerle ilişkilerinde kendi kimliğinin unsurları, âidiyeti açıkça belli olur. İslâm da müslüman olan kimseye en mükemmel şekliyle kimlik ve âidiyet vermektedir. Dolayısıyla Müslüman kimliğinden ve aidiyetinden İslâm unsurunu çıkarmak ve onu, dini devreye sokmadan tanımlamak mümkün değildir. Çünkü bu hem eşyanın tabiatına, hem de dinin talimatına aykırıdır. Eşyanın tabiatına aykırıdır; çünkü müslüman, bu vasfını, bu nitelikle varoluşunu İslâm‟dan almaktadır. Fert hem müslüman olsun, hem İslâmsız tanıtılsın, cemiyet hem müslüman olsun, hem de İslâm‟ı devreden çıkararak kimlik ve âidiyet arasın, bu mümkün değildir ve varoluş şartlarına aykırıdır. Resûlullah‟ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), yeni müslüman olan bir kimseye yapması gerekenleri öğretmesi (Abdurrezzak, Musannef X, 317, 318; Ebû Dâvûd, Tahâret 129) ve bunların içinde şekle ait tarafların da olması, İslâm‟ın her bakımdan farklı olmayı gerektirdiğini göstermektedir. İslâm, kimlik kazandırmaya önem verdiği gibi kimliği korumaya da önem vermiştir.“Hangi kavme benzerseniz ondansınız” (Ahmed b. Hanbel II, 50; Ebû Dâvûd, Libas 4) “Bizden baĢkasına benzeyen bizden değildir. Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyin” (Tirmizî, Isti‟zân 7) hadisleri kimliğin korunması gerektiğini belirtir. Taklit, bir özümsemedir. Dolayısıyla başka dinden olanlara benzemek dine zarar verir. Taklit krizine giren bir toplumun kendi benliğini yitirerek taklit ettiği kitlenin bir parçası durumuna düşmüş olur. Başka âdetleri ve hayat tarzım taklit etmek, git gide onların eşyaya bakış noktasını da almaya mecbur bırakır. Dış görünüşü taklit etmek, yavaş yavaş ona uygun olan fikrî meyli de kabullenmeye götürür. Hz. Peygamber‟in ehl-i kitaba benzemenin karış karış başlayıp sonra artacağını haber vermesi, taklidin bir yerde kalmayıp azdan çoğa doğru giderek arttığını ve bir sınırı olmadığım göstermektedir. “And olsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin sünnetlerine (yoluna) kulacı kulacına, arĢını arĢınına ve karıĢı karıĢına muhakkak uyacaksınız. Hatta onlar (daracık) bir keler deliğine girseler, siz de o deliğe gireceksiniz”(Ahmed b. Hanbel II, 325; Buhârî, İ‟tisâm 14) 8 Yabancı kültürlere karşı gösterilen bu hassasiyetin haklılığını ve önemini, kültür emparyalizminin, modanın mahvedici etkileri altında olan günümüz müslümanları daha çok hissetmektedirler. Bazı kesimlerce İslamdan uzaklaşmanın, açık giyinmenin modern olma ile özdeş kabul edilmesi Müslümanları kendi kimliğinden uzaklaştırmayı hedefleyen sinsi bir planın sloganı haline gelmiştir. Bazı Müslümanlar da bilmeden bu sinsi planın söylemcisi olmuştur. Bu taklit maalesef Kuran ve sünnetten uzak bir hayatın insana ve topluma verdiği yıkımın boyutlarını bizlere göstermektedir. Bir zamanlar modernizme uyarak hızla açılan Amerika gibi ülkeler şimdi tesettürün çarelerini arıyorlar. Amerikalılar bir zaman çıplaklıkta sınır tanımayarak çıplaklar kampı bile kurdu. Sonra baktılar ki soyunmak felaket getiriyor, hiç faydası yok, babasız çocukların sayısı her geçen gün artıyor; şimdi de müstehcenlikle mücadeleye başladılar. Müslümanların uyanışı için daha ne kadar dini, ahlaki ve kültürel yıkım olmalıdır. (bk. Dr. Aynur Uraler, Sünnete Uymanın Önündeki Engeller) İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberimizin doğduğu sosyal çevre ile kendi yaşadığımız sosyal çevre.. Faizli işlemlerde aracılık etmek caiz midir? Faizli işlemde ödemeye aracılık yapmak caiz değildir. Kredi kartlarının sigortalanması caiz midir? Borçlu ölen bir müminin borcu, varisleri tarafından, ölenin malı bölüşülmeden bu maldan ödenir. Eğer mal yoksa veya varislerin ödemeyeceklerinden korkuluyorsa borçlu gitmemek için böyle bir sigorta yapılabilir. "Borçlu ölürsem borcumu ödeyin" anlamında. Ama, ölmediği takdirde belli bir süreden sonra primlerden daha fazla parayı kendine ödemek üzere sigorta yapılamaz. 9 Allah'ın kuluna verdiği nimetler ve lütufların bir hikmeti var mıdır veya olması gerekir mi? Evvela Kerim olduğu için ikramlarda bulunuyor. Kendisine hiç de teşekkür etmeyen kâfirlere de verdiği nimetler, bunun açık delilidir. Zaten “Rahmetim her Ģeyi kuĢatmıĢtır” (Araf, 7/156) mealindeki ayette zikredilen ve Rahman isminin sonsuz rahmetini ilan eden ilahî beyan da bunu gösteriyor. Nimetlerin veriliş hikmetlerinin önemli gerekçelerinden biri de şüphesiz insanların imtihanına yöneliktir. Şükredenlerle nankör olanların birbirinden temyiz edilmesi için bu test çok önemlidir. Rahman suresinde Allah‟ın bir kısım nimetlerinden söz edildiği her defasında, ardından “O halde Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edebilirsiniz?” mealindeki ifadeye yer verilmesi ve bunun 31 defa tekrar edilmesi, şükürle ilgili imtihanın önemini göstermesi bakımından çok manidardır. Allah‟ın hiç bir işi gayesiz, sebepsiz, hikmetsiz değildir. Bunda nimetlerin verilişi de dahildir. Allah‟ın bir ismi HAKÎM‟dir. Kur‟an‟da defalarca zikredilen bu isim, Allah‟ın hiç bir şeyi lüzumsuz, boş yere, sebepsiz, gayesiz yapmadığını gösterir. Bu sebeple, şayet sebepsiz bir nimet düşünürsek, Allah‟ın -haşa- abesle iştigal ettiğini söylemiş oluruz. Bu sebeple, “Süleyman, Kraliçenin tahtının yanı baĢında durduğunu görünce: Bu, Rabbimin lütuflarındandır. Bu Ģükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım, diye beni sınamak içindir.” (Neml, 27/40) mealindeki ayette anlatıldığı gibi, biz de Hz. Süleyman gibi her nimeti bir imtihan için verildiğini düşünebiliriz. Ancak bizim düşündüğümüz bir gerekçenin söz konusu nimetin gerçekten bir sebebi olup olmadığını kesin olarak kestiremeyiz. Bu sebeple, nimetleri düşünürken, mutlak doğru olan sebebinden ziyade, Kur‟an ve Sünnet merkezli bir perspektiften bakmak ve Allah‟a şükretmemizi sağlayacak şekilde bir algılamaya gitmek daha uygundur. Önemli bir nokta da şudur: Allah‟ın bize lütfettiği nimetlerini, bizim yaptıklarımız bazı iyi şeylerin bir karşılığı olarak değerlendirmek hatadır, şımarıklığa yol açabilir. Şayet aradaki ilişki çok açık ise, bu durumda yine bizi aynı güzel işleri devam ettirmemize, yani gelecekte yapacağımız işler için bir teşvik olarak görmek gerekir. En doğrusu, verilen nimetlerin Allah‟ın sonsuz rahmetinden gelen bir lütuf, bir ikram olarak bakmak ve bunların aynı zamanda bir imtihan sorusu olduğunu, karşılığında mükemmel bir şükür gerektiğini, Ģükrün ise genel olarak Allah‟ın emir ve yasaklarına riayet etmekle kendini göstereceğini düĢünmek en uygun bir metottur. 10 Gizli tutulup söylenmemesi gereken ameller nelerdir. Riya olmaması için farz namazların da gizli kılınması gerektiğini söyleyenler vardır. Bu düşünce doğru mudur? Sizin de işaret ettiğiniz gibi gizli yapılmasının çok faziletli olduğu bildirilen amellerin başında saka gelir. Sağ elin verdiğini sol elin fark etmeyecek şekilde gizli olması.. Farz namazların gizlilik tarafı olmaz. Cemaatle kılınması emredilen ve yirmi yedi kat sevap kazandıracağı bildirilen böyle bir namazın açıktan kılınmasından başka bir şansı yoktur. Ancak, kuşluk, Evvabin, abdest sünneti, teheccüd gibi nafile namazların gizli kılınması, nafile oruçların gizli tutulması riya virüsüne bulaşmamaları bakımından çok büyük önem arz etmektedir. Keza, kişinin günde okuyacağı Kur‟an‟ı, okuma miktarını, yaptığı zikirleri gizlemeleri riyadan uzak olacağından çok daha sevaplıdır. Keza, kişinin hastaları ziyaret etmesi, hastaneleri dolaşması, mağdurlara teselli vermek amacıyla hapishanelerdeki mahpusları ziyaret etmesini gizli tutması, rastgele yerlerde bunları seslendirmemesi de bu tür nafile ibadetler türündendir. Tabii ki bu tür hayırlı işlerin bir kısmının tamamen gizlenmesi mümkün olmayabilir. Fakat niyet önemlidir. Kişi, ister istemez kendisini görenler dışındaki bazı kimselere bilerek yaptıklarını bildirmemektir, “SÜM‟A” kavramıyla ifade edilen, riyakar bir tavırla başkasına duyurmamaktır. Amellerin gizli veya açıktan yapılmasının değeri şartlara ve kişinin niyetine göre de değişir. Mesela: ”Bir insanın, yerine göre- başkalarını teşvik etmek maksadıyla- sadakayı açıktan vermesi gizli vermekten daha sevaplıdır. Savaş için sahabenin verdiklerini açıktan vermeleri, hatta Hz. Peygamberin özellikle Ebu Bekir, Ömer ve Osman‟ın verdikleri sadakaları açıklamalarını sağlaması böyle bir teşvike yöneliktir. Vazife-i diniye itibariyle, nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfüruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer o adam, o vazifeyi kendi enaniyetine tâbi' edip istimal ede. Evet bir imam imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, isma' eder; hiç bir cihetle riya olamaz. Fakat vazife haricinde, o tesbihatları aşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.” (Kastamonu Lahikası ,185 ) Prensip olarak farz ve vaciplere riya girmez. Çünkü herkes aynı işi yapmaktadır. Riyakârlığa sevkeden bir “meziyet, ayrıcalık” özelliği sözkonusu olmuyor. Onun için farz namazlara bağlı olarak kılınan ratip sünnetlerde de riyakarlık olmaz, olmamalıdır. Fakat fazladan ayrı kılınan nafileler öyle değildir. Şeytan o noktadan bir fitne, bir gösteriş damarını uyandırabilir. Son olarak, bu konudaki prensibe işaret eden Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine yer vermekte fayda vardır: “Farz ve vâciblerde ve şeair-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez. İzharı riya olamaz. Meğer gayet za'f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.” (Kastamonu Lahikası, 184 ) 11 Cennet, güneşin boynuzlarındadır, anlamında bir hadis var mıdır? Müminlerin ruhlarının yeşil kuşlar hadisini Taberani rivayet etmiştir. Biraz uzun bir rivayetteki ilgili bilgi şöyledir: “Müminlerin ruhları cennette asılı yeĢil bir kuĢun içindedir. Nihayet kıyamet vakti geldiğinde Allah o ruhları alıp cesetlerine gönderecektir.” (Taberanî, elKebir, 19/64) Bu konumlandırma şehitlerin ruhları için de söz konusudur. (bk. Taberani, 19/66) Sorudaki şekliyle söz konusu hadis rivayetinin manası şöyledir: Abdullah b. Amr anlatıyor: “Cennet, dürülmüĢ bir halde güneĢin boynuzlarına asılıdır. Yılda bir defa yayılırlar/açılırlar (dürülmüĢ vaziyetten açılmıĢ duruma getirilirler). Müminlerin ruhları da kargaya benzer yeĢil bir kuĢun içindedir. Birbiriyle tanıĢırlar ve cennetin ürünlerinden rızıklanırlar.” (Ebu Nuaym, Sıfetu‟l-Cennet, 1/153) Beyhakî‟dki rivayette ise, “yılda iki defa yayılırlar” ifadesine yer verilmiş ve “birbiriyle tanıĢırlar“ ifadesine de yer verilmemiştir. (bk. Beyhakî, el-Ba‟su ve‟n-Nüşur, 1/154) Bu rivayet mevkuftur. Yani, Hz. Peygamberin (asm) değil, Abdullah b. Amr‟ın sözüdür. Bununla beraber, İbn Kayım‟ın konuyla ilgili yorumunu aktarmakta fayda vardır. Ona göre; “Cennet, dürülmüş bir halde güneşin boynuzlarına asılıdır” ifadesinden maksat, her yıl bildiğimiz güneş vesilesiyle dünyada yaratılan ürünler, meyvelerdir. Bu ifadeyle, asıl cennetin nimetlerine işaret edilmiştir. Nitekim dünyadaki ateşle de asıl ateşlerin her türlüsünün bulunduğu cehnneme işaret edilmiştir. Bunu böyle bilmek gerekir. Yoksa gerçek cennet güneşin çok üstünde ve güneşten çok büyük bir konumdadır. Genişliği yer ve gökler kadardır. Nitekim Buhari ve Müslim‟de: “cennette yüz derece bulunduğu, her iki derece arası, yer ile gök arası kadar olduğu” belirtilmiĢtir.” (bk. İbn Kayyım, Hadi‟l-Ervah, 1/66-67) İbn Kayım, hadisin ruhlar kısmına değinmemiştir. Bu yeşil kuşların ne anlama geldiği, nasıl bir varlık olduğu konusu bizce meçhuldür. Bilinebilen yönü, mümin veya şehitlerin ruhlarının -tabir caiz ise- havada seyahat etmek için bindikleri bazı -cennete ait- tayyarelerin bulunduğudur. 12 Kuran, doğruyla eğriyi iyilikle kötüyü ayıran ahlaki bir yorum mudur? Kavramlar arasına net bir çizgi çizmek mi ya da 'ortasını bulmayı' mı öğütler? Kur‟an‟daki iyi ve kötü unsurları, fert ve toplumu ilgilendiren, her türlü söz, fiil, ibadet, ahlak ve muamelatı kapsayan geniş birer kavramdır. Diğer bir ifadeyle, Allah‟ın bütün emirleri iyi, bütün yasakları kötü kavramına dahildir. Allah‟ın emir ve yasaklarına riayet etmek iyi, bunları çiğnemek ise kötüdür. Bu sebeple, Kur‟an‟da neyin iyi neyin kötü olduğu net bir şekilde belirtilmiştir. Ancak belirtilmeyen hususlar konusunda farklı yaklaşımlar olabilir. Çünkü bu alan içtihadın yerdir. Bununla beraber, Peygamberimiz bu konuya da dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “Helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında (helal mı, haram mı belli olmayan bir takım) şüpheli şeyler vardır ki, çoğu kimseler bunları bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa, ırzını da, dinini de tertemiz tutmuş olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa, (içine girmek yasak olan) koruluk etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi, çok sürmez içeriye dalabilir. Haberiniz olsun, her devlet başkanının kendine mahsus bir koruluğu olur. Dikkat edin ki; Allah'ın yeryüzündeki koruluğu da haram ettiği şeylerdir. Haberiniz olsun ki, bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o(et parçası) kalbdir” (Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107,108). Kur‟an‟da iyi kimseler “EBRAR” olarak; kötü kimseler de “FÜCCAR” olarak isimlendirilmiştir. Bu iki kavramın “iman” dahil, Allah‟ın bütün emir ve yasaklarını içine aldığını, bir nevi takvayı ifade ettiğini yine Kur‟an‟ın -meal olarak-şu ifadesinden anlıyoruz: “EBRAR olanlar/İyi ve hayırlı insanlar naîm cennetinde, nimetler içindedirler. FÜCCAR olanlar/ yoldan sapanlar ise ateştedirler.”(İnfitar, 82/13-14). Bunun sade bir Türkçe ile manası şudur: “iyi insanlar cennete, kötü insanlar ise cehenneme gider” Burada asıl iyi mümini, asıl kötü kâfir kimse olmakla beraber, müminlerden de amel bakımından kötü kavramına giren kimselerin bulunduğu ve bunların da bir süreliğine cehenneme gidecekleri konusu ehl-i sünnet akidesinin merkezinde yer alan bir husustur. Bediüzzaman hazretlerinin “namaz kılmayan haindir” şeklindeki sözünden anlaşılıyor ki, onun nazarında, yalan söyleyen, insanları aldatan, hırsızlık yapanlar gibi namaz kılmayan da ahlaki eksiklik içindedir. 13 Zariyat suresi 48.ayette yerin yayılıp döşendiği anlatılır. Burada dünya düz anlamı çıkmaz mı? Şu anda biz yeryüzünü düz bir tepsi içi gibi rahat kullanmıyor muyuz? Ektiklerimiz ovalar, yer yüzünün düz olduğunu göstermiyor mu? Şehirlerimizin önemli bir kısmı düz ovalarda yerleşmemiş mi? Bu ve benzeri bir çok hakikat, dünyanın bir döşek gibi yayıldığını, düz bir yatak gibi döşendiğini göstermektedir. O halde burada bir hakikatı iyi anlamak gerekir. O hakikat da şudur: Yeryüzü bir küredir, lakin düz bir yüzeye sahip bir küredir. Genellikle ovaları düz, denizleri düz, meraları düzdür. İnsanın yaşaması, üzerinde yatıp istirahat etmesi için elverişli bir düz satıha/yüzeye sahiptir. İşte Kur‟an‟da, yeryüzünün bu nimet cihetini, hayata elverişli cihetini göstermek için, onun döşek, beşik, satıh gibi özelliklerine işaret edilmiştir. Bununla beraber, yerin gerçekten bir küre olduğunu göstermek için de zamanla önem arz edecek olan bu meselenin doğru anlaşılması için de bir ayette yerküresinin yuvarlak hatta elips şekline de vurgu yapılmıştır. Yerin düzenlenmesiyle ilgili Naziat suresinin 30. ayetinde meal olarak şu ifadeye yer verilmiştir: “Sonra da yeri döşeyip yerleşmeye hazırladı”. Bu ayette “döşeme” sözcüğüyle ifade edilen kelimenin Arapça aslı “Deha”dır. Bu kelime, “udhiyye/udhuvve” kökünden gelmektedir ki, deve yumurtası anlamına gelip yuvarlaklığı ifade etmektedir. Aynı kökten gelen “medha” kelimesi deve kuşunun yumurtasını bıraktığı yuva anlamına gelir. Deve kuşu yumurtası, tam yuvarlak olmayı elips şeklindedir. İşte, bu ayette kullanılan “deha” kelimesi, diğer ayetlerin müteşabih manalarını vuzuha kavuşturmaktadır. Yaklaşık 15 asır önce yerküresinin yuvarlaklığını bu kadar ince bir detayına kadar tasvir eden bir kelimenin kullanılması elbette Kur‟an‟ın Allah‟ın sözü olduğunun belgesidir. Şunu da unutmamak gerekir ki, -yukarıda vurguladığımız gibi-yerküresinin yuvarlaklığı, onun “döşek, sergi, beşik” olma özelliğine aykırı değildir. 14 Ey bütün nurlardan önce var olan nur, duasını nasıl anlamalıyız? Nurun maddi bir karşılığı var mıdır? Nur ayetinde “Allah göklerin ve yerin nuru” olduğu bildirilmiştir. (Nur, 24/35) Bu ayeti açıklayan alimler, Nur kavramı ve dolayısıyla “Allah göklerin ve yerin nurudur” mealindeki ifadenin manası hakkında şu yorumlara yer vermişlerdir: a) Allah göklerdeki ve yerdeki nurun, aydınlığın yaratıcısıdır, malikidir, sahibidir. (Zemahşeri) b) Allah göklerin ve yerin müdebbirdir, yönlendiricisidir, aydınlatıcısıdır. (Tebari, Razî) c) Taberi‟nin ve Razî‟nin tercihi: “Allah gök ve yer ahalisinin hâdisidir/hidayet edicisidir. (Taberî, Razî) Çünkü hidayete erdirmek, yol göstermek ve doğru yolu aydınlatmak, nurlandırmak anlamına gelir. Burada daha geniş bir kapsamı algılamak ve ona göre bir mana vermek de mümkündür. Buna göre denilebilir ki; Allah göklerin, yerin /bütün kâinatın ve içindekilerin nurudur, hâdisidir. Yani bütün varlıkları onların varlık gayelerine uygun istihdam eder, onları fıtri vazifelerine yönlendirir, varlıkta devam etmeleri için gereken şartlara uyumlarını sağlar, yollarını aydınlatır, Nur isminin tecellisi doğrultusunda her şeyi nurlandırır. d) Nur kavramı biri maddi, biri manevi olmak üzere iki manada kullanılır. Mesela basarın(gözün) görmesi bir nurdur, kaynağı güneş ışığıdır. Basiret (aklı gözü) de bir nurdur, kaynağı ise ilimdir. Hakiki ilimden doğru olarak elde edilen bilgi nuru, gözün güneşin ışığı altında gördüğü nurdan daha kuvvetlidir. Çünkü göz bazen yanılabilir. Yanılgısını tespit etmek ise ancak basiret ve akılla mümkündür. Buna göre, bir ismi Nur olan Allah hakiki nurdur ki, maddeden münezzeh, zaman ve mekândan müberra, hudûs ve imkândan mualla, öyle manevi bir nurdur ki, bütün maddi ve manevi bütün nurların yaratıcısıdır, NURUDUR/MÜNEVVİRİDİR. İslam akidesinin gereği olarak Allah‟a maddi bir nur nazarıyla bakmak mümkün değildir. (Krş. Razi, İbn Aşur) Bu açıklamaların ışığında Cevşenin söz konusu 46. fıkrasını şöyle anlamak gerekir: - Allah Nur‟dur, fakat hiç bir nura benzemez. - Allah, -ister güneş gibi maddi olsun, ister akıl ve ilim gibi manevi olsun-, bütün nurları yaratandır. - Allah bütün merhametlilerin en merhametlisi olduğu gibi, bütün nurluların da en nurlusudur. Mesela, hiç bir ilim nuru, onun ilim nuruna ulaşmaz. Hiç bir varlık maddeden uzaklıkla kazandığı nuru, onun maddeden uzak olan nuru ile kıyaslanmaz. - “Allah‟ın hiç bir benzeri yoktur” mealindeki ayette ifade edildiği gibi, hiç bir nur, onun nur sıfatına benzemez. Onun nuru ezeli, ebedi, sermedi olduğu için, bütün nurlardan daha önce de vardır, daha sonra da vardır. Bütün nurlardan daha latiftir. Bilgi için tıklayınız: Allah nur mudur? Nur Allah'ın mahlukudur ne demektir? 15 Hz. Ömer (r.a) kabrine koyulduktan sonra münker ve nekir meleklerine "Bir daha da Hz. Muhammed'in ümmetinden birine bu şekilde (korkunç) gelemeyeceksiniz!" diye sitemde bulunduğu ve meleklerin de kabul ettikleri rivayeti doğru mudur? Bu bilgi halk arasında var olmakla beraber sahih kaynaklarda rastlayamadık. Böyle bir tavır İslam‟ın ruhuna uygun görülmemektedir. Çünkü, İslam ümmetinden de cehenneme giden nice insan vardır. Bir de Allah‟ın memuru olan meleklerin Hz. Ömer‟in talimatına uymaları asla sözkonusu olamaz. Çünkü Kur‟an‟da yer alan “Ey iman edenler! Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında kaba yapılı, sert ve şiddetli melekler olup onlar asla Allah‟a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler” mealindeki ayetin ifadesi, böyle bir ihtimale imkân vermemektedir. Kaldı ki, Hz. Ömer‟in böyle bir şey söylediğine dair kimin keşfettiği veya rüyada gördüğüne dair herhangi bir bilgi yoktur. Bu konuda değişik rivayetlerin toplamından ibaret olan bilginin doğru olduğu bildirilen bir rivayetin özeti şöyledir: “Peygamber Efendimiz, Hz. Ömere hitaben: „ İnsanlar seni kabre koyduktan sonra, Münker ve Nekir adında iki meleğin gelip sana soru sorduklarında ne durumda olacaksın?‟ diye sordu. Hz. Ömer: “Ya Resulellah! O zaman benim şimdiki aklım yine benimle beraber olur mu?‟ diye sorunca, Peygamberimiz „Evet‟ diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer : “O halde ben onlara yeteceğim/sorularına cevap verebilirim‟ dedi.”(Gazali, İhya, 4/503). Zeynu‟l-Iraki, İbn Ebi Dünya‟nın rivayet ettiği bu hadisin mürsel olduğu, ancak senedinin sahih olduğunu belirtmiştir(bk. el-Irakî, Tahricu Aahadi‟l-İhya-birlikte- a.g.y). 16 Erkeklerin renksiz, kadınların da kokusuz esans kullanması nasıl açıklanabilir? Bazı alimlerin bildirdiklerine göre, erkekler için tavsiye edilen ve “kokusu fark edilen fakat rengi olmayan” kokudan maksat, gül suyu, misk, amber ve kâfur adındaki kokulardır. Kadınlar için tavsiye edilen ve “kokusu fark edilmeyen, fakat rengi olan” kokudan maksat da Zaferan(Safran) dır. (bk. Tuhfetu‟l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi) Bazı alimlere göre, kadın için ön görülen “kokusu fark edilmeyen, fakat rengi olan koku, kadın dışarı çıktığı zaman söz konusudur. Şayet evde olursa, kokusu farkedilen kokuyu da sürünebilir, bunda sakınca yoktur. (bk. Tuhfe, a.y) Bu hadisin geçtiği yerden önceki bölümde, kadının koku sürünmüş olarak dışarı çıkmasını mekruh kılan hadis rivayeti de bu görüşü desteklemektedir. Bizim bildiğimiz kadarıyla, “gül suyu, misk, amber ve kâfur”un da rengi vardır. Ancak, belli bir maddenin karıştırılmasıyla belki bu renk görülmez olabilir. Bu hadiste söz konusu olan koku ayırımı, kesin bir çizgiyle yapılan bir sınırlama değildir. Yani erkek mutlak böyle, kadın mutlaka öyle bir koku kollanır manasına gelmez. Tavsiye edilen şey, erkekler için olan kokunun renkli olmamasıdır. Çünkü renkler bir süstür. Süsleme ise erkeklere yakışmaz. Bu sebeple, onların kullanacağı koku renksiz ve kokusu fazla olmalıdır. Buna mukabil kadınlarda ise, süslü olan renkler olmalıdır. Bu renkler zaten tesettür gereği dışarıya yansımamaktadır. Sadece kocası ve kendine nikah düşmeyen yakınları görebilir. Ama kokusu güçlü olmamalıdır ki, dışarıya çıktığı zaman kendine nikah düşen erkeklerin dikkatini çekmesin. O halde, erkek ve kadın aynı kokuyu kullanabilir. Ancak bir koku artık tamamen kadına mahsus bir hal almışsa, onu kullanmak doğru olmaz. Çünkü bu durumda -yasaklanmış olankadına benzemek söz konusu olur. (krş. Munavi, Feyzu‟l-Kadir, 4/284) 17