Allah`ın kuluna verdiği nimetler ve lütufların bir hikmeti var mıdır veya

advertisement
1
İçindekiler
"Allah'ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini istemeyin. Allah, onların ortak
koştukları şeylerden uzaktır, yücedir." (Nahl, 16;1) Ayeti açıklar mısınız? ..............................3
Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda kocakarı gibi inanın hadisleri
sahih midir? İlimle imanı elde etmek insana zarar verir mi? Delil bilmeden iman etmenin
daha doğru olduğunu söyleyenlere nasıl yaklaşmalıyız? ...........................................................4
Açılıp saçılmayı moderncilik, dindarlığı gericilik olarak görenlere nasıl cevap vermeliyiz?....7
Faizli işlemlerde aracılık etmek caiz midir? ................................................................................9
Kredi kartlarının sigortalanması caiz midir? ..............................................................................9
Allah'ın kuluna verdiği nimetler ve lütufların bir hikmeti var mıdır veya olması gerekir mi?
.....................................................................................................................................................10
Gizli tutulup söylenmemesi gereken ameller nelerdir. Riya olmaması için farz namazların da
gizli kılınması gerektiğini söyleyenler vardır. Bu düşünce doğru mudur? ..............................11
Cennet, güneşin boynuzlarındadır, anlamında bir hadis var mıdır? .......................................12
Kuran, doğruyla eğriyi iyilikle kötüyü ayıran ahlaki bir yorum mudur? Kavramlar arasına
net bir çizgi çizmek mi ya da 'ortasını bulmayı' mı öğütler? ....................................................13
Zariyat suresi 48.ayette yerin yayılıp döşendiği anlatılır. Burada dünya düz anlamı çıkmaz
mı?...............................................................................................................................................14
Ey bütün nurlardan önce var olan nur, duasını nasıl anlamalıyız? Nurun maddi bir karşılığı
var mıdır?....................................................................................................................................15
Hz. Ömer (r.a) kabrine koyulduktan sonra münker ve nekir meleklerine "Bir daha da Hz.
Muhammed'in ümmetinden birine bu şekilde (korkunç) gelemeyeceksiniz!" diye sitemde
bulunduğu ve meleklerin de kabul ettikleri rivayeti doğru mudur? .........................................16
Erkeklerin renksiz, kadınların da kokusuz esans kullanması nasıl açıklanabilir? .................17
2
"Allah'ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini
istemeyin. Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır,
yücedir." ﴾Nahl, 16;1﴿ Ayeti açıklar mısınız?
"Allah'ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini istemeyin. Allah, onların ortak
koĢtukları Ģeylerden uzaktır, yücedir." ﴾Nahl, 16;1﴿
Sözlükte emir kelimesi hem “buyruk, hüküm, yasa, yönetim” hem de “iş, olgu, olay” anlamına
gelir. Burada hangi anlamda kullanıldığı ve ne kastedildiği konusunda değişik açıklamalar
yapılmıştır.
Taberî, ilk anlamına göre Allah‟ın farzlarının ve hükümlerinin, ikincisine göre de kıyamet
olayının ve inkârcıların hak ettikleri azap vaktinin kastedildiğine dair iki görüş aktardıktan
sonra kendi tercihini şöyle açıklamaktadır: “Âyet, Allah ve resulünü inkâr edenlere karĢı
Allah tarafından bir tehdittir; onlara cezalandırılacakları, yıkıma (helâk) uğrayacakları
vaktin yaklaĢtığına dair bir duyurudur. Nitekim devamında gelen „Allah onların ortak
koĢtuklarından uzaktır ve yücedir‟ Ģeklindeki ifadeden de bu (muhatabın inkârcılar
olduğu) anlaĢılıyor” (XIV, 75-76).
Bir yoruma göre Mekke‟de müşriklerin inkârcı ve baskıcı tutumlarından bıkan müslümanlar,
onların bir an önce hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını yahut sonlarının gelmesini istiyorlardı;
âyette müslümanların beklentilerinin muhakkak gerçekleşeceği bildirilmektedir.
Daha çok benimsenen diğer bir yoruma göre ise putperestler, “ġayet gerçekten doğru
söylüyorsanız, bu tehdit hani ne zaman gerçekleĢecek!” (Yâsîn 36/48); “Allahım! Eğer bu
kitap senin katından gelmiĢ bir hakikatse gökten üzerimize taĢ yağdır veya bize acı veren
bir azap gönder!” (Enfâl 8/32) gibi alay kabilinden sözlerle, yapılan uyarıları ciddiye
almadıklarını, bu uyarılara aldırış etmedikleri takdirde sonlarının geleceğine, dünyada ve
âhirette cezalandırılacaklarına en küçük bir ihtimal vermediklerini ima ediyorlardı. Âyet buna
bir cevap teşkil etmektedir. Aslında o sırada henüz inkârcılar için bir ceza ve yıkım
gerçekleşmediği halde âyette geçmiş zaman kullanılmasının sebebi, bu haberde, “Bir Ģeyin
olacağını Allah bildirmiĢse artık o olmuĢ demektir” anlamında bir kesinlik bulunmasıdır
(Kurtubî, X, 70).
Şu halde metindeki “gelmiştir” anlamındaki kelimeyi “gelmiş bilin” şeklinde anlamak gerekir.
(Bk. Diyanet Tefsiri, Kuran Yolu)
3
Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda
kocakarı gibi inanın hadisleri sahih midir? İlimle imanı elde
etmek insana zarar verir mi? Delil bilmeden iman etmenin
daha doğru olduğunu söyleyenlere nasıl yaklaşmalıyız?
İslam dini, aklı olmayanı sorumlu tutmaz. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla, iman kesin bir
bilgiye dayanmak zorundadır. Kesin bilginin olması için aklın devreye girmesi gerekir.
Tebarani‟deki hadisin tashihine rastlayamadık. Şayet sahih ise, manası şöyledir: Kişi, her
konuda aklını tatmin etmediği sürece İslam‟ın hükümlerine boyun eğmezse bu kişi çok zarar
eder. Çünkü, İman emniyeti, aklın kabul ettiği deliller doğrultusunda kesin bilgiyi istediği gibi,
İslamiyet teslimiyeti, aklının almadığı hükümler konusunda tereddüt etmeden boyun eğmesini
gerektirir.
İman esaslarının hepsi, kesin bilgiyle ancak tahakkuk eder. Kesin bilgi ise ancak akılla
bilinebilir. Ancak, temel referans olacak kaynağı akılla kabul ettikten sonra detayların hepsinde
aklı kullanmak her zaman isabetli olmayabilir. Mesela. Hz. Peygamberin peygamberliğini veya
Kur‟an‟ın Allah‟ın sözü olduğunu aklıyla kesin olarak kabul ettikten sonra, artık Kur‟an‟ın her
meselesini, Hz. Peygamberin her sözünü kendi aklının ölçülerine göre yorumlarsa, kabul veya
reddederse, buradan kişi çok zararlı çıkar.
“KiĢiyi ayakta durduran aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur”(Deylemi, 3/217; no:4629)
hadisinde de bu gerçeği görmek mümkündür.
Ebu Said el-Hudri‟nin rivayetine göre, peygamberimiz şöyle buyurdu: Her şeyin bir temel
esası/bir dayanağı vardır; müminin dayanağı ise aklıdır. Kişi ibadetiyle değil, aklı ile
değerlendirilir. (Ayette ifade ediliği üzere; “Sizi uyaran bir peygamber daveti size ulaşmadı
mı?” şeklindeki soruya muhatap olunca) kâfir olan kimsenin -meal olarak-“Şayet biz gerçeği
işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden
olmazdık!”(Mülk, 68/10) demesi aklın dindeki önemini göstermektedir(Deylemi,
3/333/no:4999)
Şunu belirtelim ki, bu hadisler senede bakımından şayet zayıf dahi olsalar, manalarının sahih
olduğunda şüphe yoktur.
Deylemi‟deki hadisin manası şöyledir: “Ahir zamanda değişik heva ve hevesler/düşüncelerinançlar ortaya çıktığında çölde yaşayanların (bedevilerin/kırsal kesimdekilerin) dinlerine
uyun”(Deylemi, 1/256; no:996)
Bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiştir(bk. Kenzu‟l-Ummal, 1/179 / no: 904).
Diğer bir rivayette: meal olarak “ Ahir zamanda değişik düşünceler/inançlar ortaya çıkınca,
kocakarıların dinine uyun” ifadesine yer verilmiştir. Bu rivayetin de sened bakımından sahih
bir kaynağı bulunamamıştır(bk. Aclunî, 2/83). Ancak ahir zamanda dindar köylü kadınların,
özellikle yaşlı olanlarının sağlam inançlarına dikkat çekilmesi, anlam bakımından doğruluğunu
gösteren pek çok misaller vardır.
4
Akıl meselesine bir daha bakalım:
İslam alimleri tarafından kabul edilen kurala göre, bir bilginin doğruluğunu kesin olarak
belirleyen üç yol vardır.
1) Akıl.
2) Havass-ı selime/sağlam duyu organları.
3) Doğru haber.
Lafı fazla uzatmamak için detaylara girmeden şunu söylemeliyiz ki akıl, bu üç yolun en
kuvvetli olanıdır. Çünkü, aklı olmadan doğru haberin doğru kaynağını bulamayız. Mesela,
doğru haberlerin başında gelen vahyin geçekten vahiy olup olmadığını bilmek için yine akla
ihtiyaç vardır. Keza, göz, kulak ve diğer duyu organlarımızın algıladıkları şeylerin doğru olup
olmadıklarını da ancak akıl ile idrak edebiliriz. Nitekim, bu duyu organlarımızın bazen
yanıldıkları da yine aklımızla bilebiliyoruz.
Açık misaller gerekirse, gözümüzle güneşin hacminin bir avuç kadar olduğunu algılıyoruz.
Ancak aklımızla öğrendiğimiz bilgilerimiz bunun doğru olmadığı bize söylüyor. Keza, tevatür
yoluyla gelen doğru haberin “tevatür” kriterini tespit emek yine aklın işidir. Yani doğruluğunun kanıtı olarak ortaya konulan “TEVATÜR” yoluyla gelen kimselerin yalan üzere
birleşmelerinin mümkün olmadığı hükmü de ancak akıl ile anlaşılır.
Dünyada herhangi bir delinin çok harika işler başardığı elbette görülmemiştir. Bu da aklın
önemini göstermektedir.
Kur‟an‟da, hakikatlerinin anlaşılması için, insanın aklını kullanarak, tefekkür ederek bir
yargıya varması istenmektedir. Bu da iman ile akıl arasındaki ilişkinin boyutunu
göstermektedir.
Akıl olmadan ilim olmaz, ilim olmadan kesin bilgi olmaz, kesin bilgi olmadan iman olmaz.
Aşağıdaki ayetlerden akıl ile iman ilişkisini çok açık bir şekilde görebiliyoruz:
“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle
yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir
döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli
mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.”(Bakara,
2/21-22).
“Bunun üzerine dedik ki: «Kestiğiniz sığırın bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun»
(Vurulunca da o diriliverdi.) İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir. Aklınızı
iyice kullanasınız diye ayetlerini size gösterir.”(Bakara, 2/73)
“Kur‟ân‟ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?Eğer Kur‟ân Allah‟tan başkasına ait olsaydı, elbette
içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı”(Nisa, 4/82)
“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır
ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla
işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar
onlardır.”(Araf, 7/179)
“ Bunlar Kur‟ân‟ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin(akıllarının) üzerinde üst üste kilitler
mi var?”(Muhammed, 47/24).
“ De ki: “Eğer Allah dileseydi ben Kur‟ân‟ı size okuyamazdım, hiçbir suretle de size onu
bildirmezdi. Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada
bulunmadım. Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?”(Yunus, 10/16)
“Öyleyse insan neden yaratıldığını bir düşünsün. O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir
sudan yaratıldı. O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. Onu ilkin
yaratan Allah, elbette onu diriltmeye kadirdir.”(Tariık, 86/5-8)
5
Hülasa:
“İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır(hadiste iman
yetmiş küsur şübeden meydana geldiği bildirilmiştir. bk. Mecmau‟z-Zevaid, h. no: 103).Taklidî
bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî
iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve
İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti
karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz
feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez. (Sözler, 749.)
Şu ifadeleri de tekrarla okumalıyız:
“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle
olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle
zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î
iz'an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor.
Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.”
(Sözler, 93 )
6
Açılıp saçılmayı moderncilik, dindarlığı gericilik olarak
görenlere nasıl cevap vermeliyiz?
Cevap 1:
Asıl mesele bir şeyin mahiyeti ve hakikati itibariyle ortaya koyduğu değerdir. Bu sebeple, eğer
gericilik iyi, moderncilik kötü bir şey ise o zaman gerici olmak aklın gereğidir. Yok eğer
gerçek bunun tersi ise, değer yargısı da bunun tersi olmak durumundadır. Çünkü, bir konunun
iyi ve kötü olması, insanlar tarafından ona verilen/veya yakıştırılan isimle ilgili değildir.
O halde bu iki kavrama bakmak gerekir. Moderncilik şayet, bu çağda içki içmek, zina etmek,
kadını her türlü aşağılık nesnelere reklam malzemesi yapmak ise, böyle bir anlayışa taraftar
olmak her vicdan sahibinin kalbini zedeler.
Buna mukabil, şayet gericilik Asr-ı saadete geri gitmek, İslam‟ın asli safvetiyle/ilk duruş
haliyle algılayıp yaşamak ise, bu gericilik cennete kadar götürecek bir ilericiliktir.
Eğer Modernlik, akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılması
anlamında kullanılıyorsa, bir kadının başının açık olması veya olmaması buna herhangi bir
katkı sağlamaz.
Şunu da unutmayalım ki, her eski kötü olmadığı gibi, her yeni de güzel değildir. Kadını bir
anne olarak gören ve cenneti onun ayakları altına koyan, saygın konumuna bir halel gelmemesi
için onu kemgözlerden sakındıran bir zihniyet gerçek anlamda hiç bir zaman eskimez.
Buna mukabil, kadını bisiklet ve ciklet reklamı olarak kullanan yeni çıkma bir algı her zaman
eskimeye mahkumdur.
Aslında bu konuda, çağdaş insanın aldığı ölçü, Avrupa medeniyetidir. Avrupanın nefse, heva
ve hevese hitap eden zihniyeti modernlik olarak kabul eden ve bu ölçüyü de artık bir insanlık
kodu olarak ön gören bir yargı vardır.
Buna karşılık, İslam medeniyetini kendi heva ve hevesine hitap etmediğini düşünerek onu
GERĠCĠLĠK damgasıyla mahkum etmek isteyen oldukça gafil bir Müslüman kitlesi de
var. Bunlar, sadece Avrupa uygarlığından geldiğini hayal ettikleri ve insanlığın yararına olan
teknik ve teknoloji ile ilgilenmezler. Çünkü bunlar çaba gerektiren işlerdir. Ve üstelik bunlar da
nefsani arzularına fazla hitap etmez. Buna karşılık, ne kadar pespayelik, aşağılık, insanlık için
manevi bozulma olan bayağı işler varsa, hepsine modernlik damgasını vurarak reklamını
yaparlar.
Özetlersek; Allah‟ın hayvanları tabii bir post ile yaratması, insanları ise, elbise giymeye muhtaç
bir şekilde yaratması, insanların soğuktan ve sıcaktan korunması gibi, yeryüzü halifesi olmanın
bir gereği olarak da elbise giymesinin gereğine ve bunun bir hilafet payesi olduğuna açık bir
referanstır. Ayrıca insanların medeni bir varlık olarak yerini almaları için hayvanlardan farklı
olarak örtünmelerinin gereğine bir işarettir.
İlginçtir erkekler, uygar dünyanın her yerinde belli elbiselere bürünmekte ve bunu bir şeref şiarı
olarak değerlendirmektedir. Sıra kadınlara gelince onları açılıp saçılmaya teşvik etmekte ve
kadının ağırbaşlılığını zedeleyen ve alçak bazı erkeklerin göz banyosu hatırına o büyük annelik
hatıralarını buharlaştıran bir yaklaşımla, MODERNLĠK-ÇAĞDAġLIK-UYGARLIK gibi
sahte unvanlar altında kadınları fıtrata aykırı olan bir yanlış yola sürüklemektedir.
7
Bugün dünyanın bir çok ülkesinde kadına reva görülen açık-saçıklık pozisyonu, bir erkek için
söz konusu olsa, erkeler asla bunu kabul etmez ve böyle bir şeyi insanlık dışı bir konum olarak
kabul ederler.
Sonuç olarak, açık saçıklık, İslam öncesi cahiliye devrine geri gitmek olduğu için gerçek bir
gericiliktir. Tesettür ise, İslam medeniyetinin zirvesi ve gerçek istikbali kabul edilen asr-ı
saadete uzandığı için hakiki ilericiliktir.
Kanaatimizce, bu konuda tesettürün ne kadar fıtri ve güzel olduğu, açık-saçıklığın ne kadar
fıtrata aykırı ve kötü olduğunu görmek için Bediüzzaman hazretlerinin TESETTÜR risalesini
dikkatle okumak yeterlidir.
Cevap 2:
Her dinin kendisine has bir medeniyeti ve onu diğerlerinden ayıran farklı nitelikleri vardır.
Ancak bu vasıflarla başka dinler arasında varlığını muhafaza eder. Bir toplumun -özelliklediğer milletlerle ilişkilerinde kendi kimliğinin unsurları, âidiyeti açıkça belli olur. İslâm da
müslüman olan kimseye en mükemmel şekliyle kimlik ve âidiyet vermektedir. Dolayısıyla
Müslüman kimliğinden ve aidiyetinden İslâm unsurunu çıkarmak ve onu, dini devreye
sokmadan tanımlamak mümkün değildir. Çünkü bu hem eşyanın tabiatına, hem de dinin
talimatına aykırıdır. Eşyanın tabiatına aykırıdır; çünkü müslüman, bu vasfını, bu nitelikle
varoluşunu İslâm‟dan almaktadır. Fert hem müslüman olsun, hem İslâmsız tanıtılsın, cemiyet
hem müslüman olsun, hem de İslâm‟ı devreden çıkararak kimlik ve âidiyet arasın, bu mümkün
değildir ve varoluş şartlarına aykırıdır.
Resûlullah‟ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), yeni müslüman olan bir kimseye yapması
gerekenleri öğretmesi (Abdurrezzak, Musannef X, 317, 318; Ebû Dâvûd, Tahâret 129) ve
bunların içinde şekle ait tarafların da olması, İslâm‟ın her bakımdan farklı olmayı gerektirdiğini
göstermektedir.
İslâm, kimlik kazandırmaya önem verdiği gibi kimliği korumaya da önem vermiştir.“Hangi
kavme benzerseniz ondansınız” (Ahmed b. Hanbel II, 50; Ebû Dâvûd, Libas 4) “Bizden
baĢkasına benzeyen bizden değildir. Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyin” (Tirmizî,
Isti‟zân 7) hadisleri kimliğin korunması gerektiğini belirtir.
Taklit, bir özümsemedir. Dolayısıyla başka dinden olanlara benzemek dine zarar verir. Taklit
krizine giren bir toplumun kendi benliğini yitirerek taklit ettiği kitlenin bir parçası durumuna
düşmüş olur. Başka âdetleri ve hayat tarzım taklit etmek, git gide onların eşyaya bakış noktasını
da almaya mecbur bırakır. Dış görünüşü taklit etmek, yavaş yavaş ona uygun olan fikrî meyli
de kabullenmeye götürür.
Hz. Peygamber‟in ehl-i kitaba benzemenin karış karış başlayıp sonra artacağını haber vermesi,
taklidin bir yerde kalmayıp azdan çoğa doğru giderek arttığını ve bir sınırı olmadığım
göstermektedir. “And olsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin sünnetlerine (yoluna)
kulacı kulacına, arĢını arĢınına ve karıĢı karıĢına muhakkak uyacaksınız. Hatta onlar
(daracık) bir keler deliğine girseler, siz de o deliğe gireceksiniz”(Ahmed b. Hanbel II, 325;
Buhârî, İ‟tisâm 14)
8
Yabancı kültürlere karşı gösterilen bu hassasiyetin haklılığını ve önemini, kültür
emparyalizminin, modanın mahvedici etkileri altında olan günümüz müslümanları daha çok
hissetmektedirler. Bazı kesimlerce İslamdan uzaklaşmanın, açık giyinmenin modern olma ile
özdeş kabul edilmesi Müslümanları kendi kimliğinden uzaklaştırmayı hedefleyen sinsi bir
planın sloganı haline gelmiştir. Bazı Müslümanlar da bilmeden bu sinsi planın söylemcisi
olmuştur. Bu taklit maalesef Kuran ve sünnetten uzak bir hayatın insana ve topluma verdiği
yıkımın boyutlarını bizlere göstermektedir.
Bir zamanlar modernizme uyarak hızla açılan Amerika gibi ülkeler şimdi tesettürün çarelerini
arıyorlar. Amerikalılar bir zaman çıplaklıkta sınır tanımayarak çıplaklar kampı bile kurdu.
Sonra baktılar ki soyunmak felaket getiriyor, hiç faydası yok, babasız çocukların sayısı her
geçen gün artıyor; şimdi de müstehcenlikle mücadeleye başladılar. Müslümanların uyanışı için
daha ne kadar dini, ahlaki ve kültürel yıkım olmalıdır. (bk. Dr. Aynur Uraler, Sünnete Uymanın
Önündeki Engeller)
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimizin doğduğu sosyal çevre ile kendi yaşadığımız sosyal çevre..
Faizli işlemlerde aracılık etmek caiz midir?
Faizli işlemde ödemeye aracılık yapmak caiz değildir.
Kredi kartlarının sigortalanması caiz midir?
Borçlu ölen bir müminin borcu, varisleri tarafından, ölenin malı bölüşülmeden bu maldan
ödenir. Eğer mal yoksa veya varislerin ödemeyeceklerinden korkuluyorsa borçlu gitmemek
için böyle bir sigorta yapılabilir. "Borçlu ölürsem borcumu ödeyin" anlamında. Ama, ölmediği
takdirde belli bir süreden sonra primlerden daha fazla parayı kendine ödemek üzere sigorta
yapılamaz.
9
Allah'ın kuluna verdiği nimetler ve lütufların bir hikmeti var
mıdır veya olması gerekir mi?
Evvela Kerim olduğu için ikramlarda bulunuyor. Kendisine hiç de teşekkür etmeyen kâfirlere
de verdiği nimetler, bunun açık delilidir. Zaten “Rahmetim her Ģeyi kuĢatmıĢtır” (Araf,
7/156) mealindeki ayette zikredilen ve Rahman isminin sonsuz rahmetini ilan eden ilahî beyan
da bunu gösteriyor.
Nimetlerin veriliş hikmetlerinin önemli gerekçelerinden biri de şüphesiz insanların imtihanına
yöneliktir. Şükredenlerle nankör olanların birbirinden temyiz edilmesi için bu test çok
önemlidir. Rahman suresinde Allah‟ın bir kısım nimetlerinden söz edildiği her defasında,
ardından “O halde Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edebilirsiniz?” mealindeki
ifadeye yer verilmesi ve bunun 31 defa tekrar edilmesi, şükürle ilgili imtihanın önemini
göstermesi bakımından çok manidardır.
Allah‟ın hiç bir işi gayesiz, sebepsiz, hikmetsiz değildir. Bunda nimetlerin verilişi de dahildir.
Allah‟ın bir ismi HAKÎM‟dir. Kur‟an‟da defalarca zikredilen bu isim, Allah‟ın hiç bir şeyi
lüzumsuz, boş yere, sebepsiz, gayesiz yapmadığını gösterir. Bu sebeple, şayet sebepsiz bir
nimet düşünürsek, Allah‟ın -haşa- abesle iştigal ettiğini söylemiş oluruz.
Bu sebeple, “Süleyman, Kraliçenin tahtının yanı baĢında durduğunu görünce: Bu,
Rabbimin lütuflarındandır. Bu Ģükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım,
diye beni sınamak içindir.” (Neml, 27/40) mealindeki ayette anlatıldığı gibi, biz de Hz.
Süleyman gibi her nimeti bir imtihan için verildiğini düşünebiliriz.
Ancak bizim düşündüğümüz bir gerekçenin söz konusu nimetin gerçekten bir sebebi olup
olmadığını kesin olarak kestiremeyiz. Bu sebeple, nimetleri düşünürken, mutlak doğru olan
sebebinden ziyade, Kur‟an ve Sünnet merkezli bir perspektiften bakmak ve Allah‟a
şükretmemizi sağlayacak şekilde bir algılamaya gitmek daha uygundur.
Önemli bir nokta da şudur: Allah‟ın bize lütfettiği nimetlerini, bizim yaptıklarımız bazı iyi
şeylerin bir karşılığı olarak değerlendirmek hatadır, şımarıklığa yol açabilir. Şayet aradaki ilişki
çok açık ise, bu durumda yine bizi aynı güzel işleri devam ettirmemize, yani gelecekte
yapacağımız işler için bir teşvik olarak görmek gerekir.
En doğrusu, verilen nimetlerin Allah‟ın sonsuz rahmetinden gelen bir lütuf, bir ikram olarak
bakmak ve bunların aynı zamanda bir imtihan sorusu olduğunu, karşılığında mükemmel bir
şükür gerektiğini, Ģükrün ise genel olarak Allah‟ın emir ve yasaklarına riayet etmekle
kendini göstereceğini düĢünmek en uygun bir metottur.
10
Gizli tutulup söylenmemesi gereken ameller nelerdir. Riya
olmaması için farz namazların da gizli kılınması gerektiğini
söyleyenler vardır. Bu düşünce doğru mudur?
Sizin de işaret ettiğiniz gibi gizli yapılmasının çok faziletli olduğu bildirilen amellerin başında
saka gelir. Sağ elin verdiğini sol elin fark etmeyecek şekilde gizli olması..
Farz namazların gizlilik tarafı olmaz. Cemaatle kılınması emredilen ve yirmi yedi kat sevap
kazandıracağı bildirilen böyle bir namazın açıktan kılınmasından başka bir şansı yoktur. Ancak,
kuşluk, Evvabin, abdest sünneti, teheccüd gibi nafile namazların gizli kılınması, nafile
oruçların gizli tutulması riya virüsüne bulaşmamaları bakımından çok büyük önem arz
etmektedir.
Keza, kişinin günde okuyacağı Kur‟an‟ı, okuma miktarını, yaptığı zikirleri gizlemeleri riyadan
uzak olacağından çok daha sevaplıdır.
Keza, kişinin hastaları ziyaret etmesi, hastaneleri dolaşması, mağdurlara teselli vermek
amacıyla hapishanelerdeki mahpusları ziyaret etmesini gizli tutması, rastgele yerlerde bunları
seslendirmemesi de bu tür nafile ibadetler türündendir.
Tabii ki bu tür hayırlı işlerin bir kısmının tamamen gizlenmesi mümkün olmayabilir. Fakat
niyet önemlidir. Kişi, ister istemez kendisini görenler dışındaki bazı kimselere bilerek
yaptıklarını bildirmemektir, “SÜM‟A” kavramıyla ifade edilen, riyakar bir tavırla başkasına
duyurmamaktır.
Amellerin gizli veya açıktan yapılmasının değeri şartlara ve kişinin niyetine göre de değişir.
Mesela: ”Bir insanın, yerine göre- başkalarını teşvik etmek maksadıyla- sadakayı açıktan
vermesi gizli vermekten daha sevaplıdır. Savaş için sahabenin verdiklerini açıktan vermeleri,
hatta Hz. Peygamberin özellikle Ebu Bekir, Ömer ve Osman‟ın verdikleri sadakaları
açıklamalarını sağlaması böyle bir teşvike yöneliktir.
Vazife-i diniye itibariyle, nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve
vaziyetler, hodfüruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer o adam, o vazifeyi kendi
enaniyetine tâbi' edip istimal ede. Evet bir imam imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder,
isma' eder; hiç bir cihetle riya olamaz. Fakat vazife haricinde, o tesbihatları aşikâre halklara
işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.” (Kastamonu Lahikası ,185 )
Prensip olarak farz ve vaciplere riya girmez. Çünkü herkes aynı işi yapmaktadır. Riyakârlığa
sevkeden bir “meziyet, ayrıcalık” özelliği sözkonusu olmuyor. Onun için farz namazlara bağlı
olarak kılınan ratip sünnetlerde de riyakarlık olmaz, olmamalıdır. Fakat fazladan ayrı kılınan
nafileler öyle değildir. Şeytan o noktadan bir fitne, bir gösteriş damarını uyandırabilir.
Son olarak, bu konudaki prensibe işaret eden Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine yer
vermekte fayda vardır:
“Farz ve vâciblerde ve şeair-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların
terkinde riya giremez. İzharı riya olamaz. Meğer gayet za'f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr
ola. Belki şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha
sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sair
nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında
ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı
izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.” (Kastamonu
Lahikası, 184 )
11
Cennet, güneşin boynuzlarındadır, anlamında bir hadis var
mıdır?
Müminlerin ruhlarının yeşil kuşlar hadisini Taberani rivayet etmiştir. Biraz uzun bir rivayetteki
ilgili bilgi şöyledir: “Müminlerin ruhları cennette asılı yeĢil bir kuĢun içindedir. Nihayet
kıyamet vakti geldiğinde Allah o ruhları alıp cesetlerine gönderecektir.” (Taberanî, elKebir, 19/64)
Bu konumlandırma şehitlerin ruhları için de söz konusudur. (bk. Taberani, 19/66)
Sorudaki şekliyle söz konusu hadis rivayetinin manası şöyledir:
Abdullah b. Amr anlatıyor: “Cennet, dürülmüĢ bir halde güneĢin boynuzlarına asılıdır.
Yılda bir defa yayılırlar/açılırlar (dürülmüĢ vaziyetten açılmıĢ duruma getirilirler).
Müminlerin ruhları da kargaya benzer yeĢil bir kuĢun içindedir. Birbiriyle tanıĢırlar ve
cennetin ürünlerinden rızıklanırlar.” (Ebu Nuaym, Sıfetu‟l-Cennet, 1/153)
Beyhakî‟dki rivayette ise, “yılda iki defa yayılırlar” ifadesine yer verilmiş ve “birbiriyle
tanıĢırlar“ ifadesine de yer verilmemiştir. (bk. Beyhakî, el-Ba‟su ve‟n-Nüşur, 1/154)
Bu rivayet mevkuftur. Yani, Hz. Peygamberin (asm) değil, Abdullah b. Amr‟ın sözüdür.
Bununla beraber, İbn Kayım‟ın konuyla ilgili yorumunu aktarmakta fayda vardır. Ona göre;
“Cennet, dürülmüş bir halde güneşin boynuzlarına asılıdır” ifadesinden maksat, her yıl
bildiğimiz güneş vesilesiyle dünyada yaratılan ürünler, meyvelerdir. Bu ifadeyle, asıl cennetin
nimetlerine işaret edilmiştir. Nitekim dünyadaki ateşle de asıl ateşlerin her türlüsünün
bulunduğu cehnneme işaret edilmiştir. Bunu böyle bilmek gerekir.
Yoksa gerçek cennet güneşin çok üstünde ve güneşten çok büyük bir konumdadır. Genişliği yer
ve gökler kadardır. Nitekim Buhari ve Müslim‟de: “cennette yüz derece bulunduğu, her iki
derece arası, yer ile gök arası kadar olduğu” belirtilmiĢtir.” (bk. İbn Kayyım, Hadi‟l-Ervah,
1/66-67)
İbn Kayım, hadisin ruhlar kısmına değinmemiştir.
Bu yeşil kuşların ne anlama geldiği, nasıl bir varlık olduğu konusu bizce
meçhuldür. Bilinebilen yönü, mümin veya şehitlerin ruhlarının -tabir caiz ise- havada seyahat
etmek için bindikleri bazı -cennete ait- tayyarelerin bulunduğudur.
12
Kuran, doğruyla eğriyi iyilikle kötüyü ayıran ahlaki bir yorum
mudur? Kavramlar arasına net bir çizgi çizmek mi ya da
'ortasını bulmayı' mı öğütler?
Kur‟an‟daki iyi ve kötü unsurları, fert ve toplumu ilgilendiren, her türlü söz, fiil, ibadet, ahlak
ve muamelatı kapsayan geniş birer kavramdır. Diğer bir ifadeyle, Allah‟ın bütün emirleri iyi,
bütün yasakları kötü kavramına dahildir. Allah‟ın emir ve yasaklarına riayet etmek iyi, bunları
çiğnemek ise kötüdür. Bu sebeple, Kur‟an‟da neyin iyi neyin kötü olduğu net bir şekilde
belirtilmiştir. Ancak belirtilmeyen hususlar konusunda farklı yaklaşımlar olabilir. Çünkü bu
alan içtihadın yerdir. Bununla beraber, Peygamberimiz bu konuya da dikkat çekmiş ve şöyle
buyurmuştur:
“Helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında (helal mı, haram mı belli olmayan bir takım)
şüpheli şeyler vardır ki, çoğu kimseler bunları bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa,
ırzını da, dinini de tertemiz tutmuş olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa, (içine girmek yasak
olan) koruluk etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi, çok sürmez içeriye dalabilir.
Haberiniz olsun, her devlet başkanının kendine mahsus bir koruluğu olur. Dikkat edin ki;
Allah'ın yeryüzündeki koruluğu da haram ettiği şeylerdir. Haberiniz olsun ki, bedenin içinde
bir lokmacık et parçası vardır ki iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden
bozulur. İşte o(et parçası) kalbdir” (Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107,108).
Kur‟an‟da iyi kimseler “EBRAR” olarak; kötü kimseler de “FÜCCAR” olarak
isimlendirilmiştir. Bu iki kavramın “iman” dahil, Allah‟ın bütün emir ve yasaklarını içine
aldığını, bir nevi takvayı ifade ettiğini yine Kur‟an‟ın -meal olarak-şu ifadesinden anlıyoruz:
“EBRAR olanlar/İyi ve hayırlı insanlar naîm cennetinde, nimetler içindedirler. FÜCCAR
olanlar/ yoldan sapanlar ise ateştedirler.”(İnfitar, 82/13-14). Bunun sade bir Türkçe ile manası
şudur: “iyi insanlar cennete, kötü insanlar ise cehenneme gider” Burada asıl iyi mümini, asıl
kötü kâfir kimse olmakla beraber, müminlerden de amel bakımından kötü kavramına giren
kimselerin bulunduğu ve bunların da bir süreliğine cehenneme gidecekleri konusu ehl-i sünnet
akidesinin merkezinde yer alan bir husustur.
Bediüzzaman hazretlerinin “namaz kılmayan haindir” şeklindeki sözünden anlaşılıyor ki, onun
nazarında, yalan söyleyen, insanları aldatan, hırsızlık yapanlar gibi namaz kılmayan da ahlaki
eksiklik içindedir.
13
Zariyat suresi 48.ayette yerin yayılıp döşendiği anlatılır.
Burada dünya düz anlamı çıkmaz mı?
Şu anda biz yeryüzünü düz bir tepsi içi gibi rahat kullanmıyor muyuz?
Ektiklerimiz ovalar, yer yüzünün düz olduğunu göstermiyor mu?
Şehirlerimizin önemli bir kısmı düz ovalarda yerleşmemiş mi?
Bu ve benzeri bir çok hakikat, dünyanın bir döşek gibi yayıldığını, düz bir yatak gibi
döşendiğini göstermektedir. O halde burada bir hakikatı iyi anlamak gerekir. O hakikat da
şudur: Yeryüzü bir küredir, lakin düz bir yüzeye sahip bir küredir. Genellikle ovaları düz,
denizleri düz, meraları düzdür. İnsanın yaşaması, üzerinde yatıp istirahat etmesi için elverişli
bir düz satıha/yüzeye sahiptir.
İşte Kur‟an‟da, yeryüzünün bu nimet cihetini, hayata elverişli cihetini göstermek için, onun
döşek, beşik, satıh gibi özelliklerine işaret edilmiştir. Bununla beraber, yerin gerçekten bir küre
olduğunu göstermek için de zamanla önem arz edecek olan bu meselenin doğru anlaşılması için
de bir ayette yerküresinin yuvarlak hatta elips şekline de vurgu yapılmıştır. Yerin
düzenlenmesiyle ilgili Naziat suresinin 30. ayetinde meal olarak şu ifadeye yer verilmiştir:
“Sonra da yeri döşeyip yerleşmeye hazırladı”. Bu ayette “döşeme” sözcüğüyle ifade edilen
kelimenin Arapça aslı “Deha”dır. Bu kelime, “udhiyye/udhuvve” kökünden gelmektedir ki,
deve yumurtası anlamına gelip yuvarlaklığı ifade etmektedir. Aynı kökten gelen “medha”
kelimesi deve kuşunun yumurtasını bıraktığı yuva anlamına gelir. Deve kuşu yumurtası, tam
yuvarlak olmayı elips şeklindedir. İşte, bu ayette kullanılan “deha” kelimesi, diğer ayetlerin
müteşabih manalarını vuzuha kavuşturmaktadır.
Yaklaşık 15 asır önce yerküresinin yuvarlaklığını bu kadar ince bir detayına kadar tasvir eden
bir kelimenin kullanılması elbette Kur‟an‟ın Allah‟ın sözü olduğunun belgesidir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, -yukarıda vurguladığımız gibi-yerküresinin yuvarlaklığı, onun
“döşek, sergi, beşik” olma özelliğine aykırı değildir.
14
Ey bütün nurlardan önce var olan nur, duasını nasıl
anlamalıyız? Nurun maddi bir karşılığı var mıdır?
Nur ayetinde “Allah göklerin ve yerin nuru” olduğu bildirilmiştir. (Nur, 24/35)
Bu ayeti açıklayan alimler, Nur kavramı ve dolayısıyla “Allah göklerin ve yerin nurudur”
mealindeki ifadenin manası hakkında şu yorumlara yer vermişlerdir:
a) Allah göklerdeki ve yerdeki nurun, aydınlığın yaratıcısıdır, malikidir, sahibidir. (Zemahşeri)
b) Allah göklerin ve yerin müdebbirdir, yönlendiricisidir, aydınlatıcısıdır. (Tebari, Razî)
c) Taberi‟nin ve Razî‟nin tercihi: “Allah gök ve yer ahalisinin hâdisidir/hidayet edicisidir.
(Taberî, Razî) Çünkü hidayete erdirmek, yol göstermek ve doğru yolu aydınlatmak,
nurlandırmak anlamına gelir.
Burada daha geniş bir kapsamı algılamak ve ona göre bir mana vermek de mümkündür. Buna
göre denilebilir ki; Allah göklerin, yerin /bütün kâinatın ve içindekilerin nurudur, hâdisidir.
Yani bütün varlıkları onların varlık gayelerine uygun istihdam eder, onları fıtri vazifelerine
yönlendirir, varlıkta devam etmeleri için gereken şartlara uyumlarını sağlar, yollarını aydınlatır,
Nur isminin tecellisi doğrultusunda her şeyi nurlandırır.
d) Nur kavramı biri maddi, biri manevi olmak üzere iki manada kullanılır. Mesela
basarın(gözün) görmesi bir nurdur, kaynağı güneş ışığıdır. Basiret (aklı gözü) de bir nurdur,
kaynağı ise ilimdir. Hakiki ilimden doğru olarak elde edilen bilgi nuru, gözün güneşin ışığı
altında gördüğü nurdan daha kuvvetlidir. Çünkü göz bazen yanılabilir. Yanılgısını tespit etmek
ise ancak basiret ve akılla mümkündür.
Buna göre, bir ismi Nur olan Allah hakiki nurdur ki, maddeden münezzeh, zaman ve mekândan
müberra, hudûs ve imkândan mualla, öyle manevi bir nurdur ki, bütün maddi ve manevi bütün
nurların yaratıcısıdır, NURUDUR/MÜNEVVİRİDİR. İslam akidesinin gereği olarak Allah‟a
maddi bir nur nazarıyla bakmak mümkün değildir. (Krş. Razi, İbn Aşur)
Bu açıklamaların ışığında Cevşenin söz konusu 46. fıkrasını şöyle anlamak gerekir:
- Allah Nur‟dur, fakat hiç bir nura benzemez.
- Allah, -ister güneş gibi maddi olsun, ister akıl ve ilim gibi manevi olsun-, bütün nurları
yaratandır.
- Allah bütün merhametlilerin en merhametlisi olduğu gibi, bütün nurluların da en nurlusudur.
Mesela, hiç bir ilim nuru, onun ilim nuruna ulaşmaz. Hiç bir varlık maddeden uzaklıkla
kazandığı nuru, onun maddeden uzak olan nuru ile kıyaslanmaz.
- “Allah‟ın hiç bir benzeri yoktur” mealindeki ayette ifade edildiği gibi, hiç bir nur, onun nur
sıfatına benzemez. Onun nuru ezeli, ebedi, sermedi olduğu için, bütün nurlardan daha önce de
vardır, daha sonra da vardır. Bütün nurlardan daha latiftir.
Bilgi için tıklayınız:
Allah nur mudur? Nur Allah'ın mahlukudur ne demektir?
15
Hz. Ömer (r.a) kabrine koyulduktan sonra münker ve nekir
meleklerine "Bir daha da Hz. Muhammed'in ümmetinden
birine bu şekilde (korkunç) gelemeyeceksiniz!" diye sitemde
bulunduğu ve meleklerin de kabul ettikleri rivayeti doğru
mudur?
Bu bilgi halk arasında var olmakla beraber sahih kaynaklarda rastlayamadık.
Böyle bir tavır İslam‟ın ruhuna uygun görülmemektedir. Çünkü, İslam ümmetinden de
cehenneme giden nice insan vardır. Bir de Allah‟ın memuru olan meleklerin Hz. Ömer‟in
talimatına uymaları asla sözkonusu olamaz. Çünkü Kur‟an‟da yer alan “Ey iman edenler!
Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında
kaba yapılı, sert ve şiddetli melekler olup onlar asla Allah‟a isyan etmez ve kendilerine verilen
bütün emirleri tam yerine getirirler” mealindeki ayetin ifadesi, böyle bir ihtimale imkân
vermemektedir.
Kaldı ki, Hz. Ömer‟in böyle bir şey söylediğine dair kimin keşfettiği veya rüyada gördüğüne
dair herhangi bir bilgi yoktur.
Bu konuda değişik rivayetlerin toplamından ibaret olan bilginin doğru olduğu bildirilen bir
rivayetin özeti şöyledir: “Peygamber Efendimiz, Hz. Ömere hitaben: „ İnsanlar seni kabre
koyduktan sonra, Münker ve Nekir adında iki meleğin gelip sana soru sorduklarında ne
durumda olacaksın?‟ diye sordu. Hz. Ömer: “Ya Resulellah! O zaman benim şimdiki aklım
yine benimle beraber olur mu?‟ diye sorunca, Peygamberimiz „Evet‟ diye cevap verdi. Bunun
üzerine Hz. Ömer : “O halde ben onlara yeteceğim/sorularına cevap verebilirim‟ dedi.”(Gazali,
İhya, 4/503).
Zeynu‟l-Iraki, İbn Ebi Dünya‟nın rivayet ettiği bu hadisin mürsel olduğu, ancak senedinin sahih
olduğunu belirtmiştir(bk. el-Irakî, Tahricu Aahadi‟l-İhya-birlikte- a.g.y).
16
Erkeklerin renksiz, kadınların da kokusuz esans kullanması
nasıl açıklanabilir?
Bazı alimlerin bildirdiklerine göre, erkekler için tavsiye edilen ve “kokusu fark edilen fakat
rengi olmayan” kokudan maksat, gül suyu, misk, amber ve kâfur adındaki kokulardır.
Kadınlar için tavsiye edilen ve “kokusu fark edilmeyen, fakat rengi olan” kokudan maksat
da Zaferan(Safran) dır. (bk. Tuhfetu‟l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi)
Bazı alimlere göre, kadın için ön görülen “kokusu fark edilmeyen, fakat rengi olan koku, kadın
dışarı çıktığı zaman söz konusudur. Şayet evde olursa, kokusu farkedilen kokuyu da
sürünebilir, bunda sakınca yoktur. (bk. Tuhfe, a.y)
Bu hadisin geçtiği yerden önceki bölümde, kadının koku sürünmüş olarak dışarı çıkmasını
mekruh kılan hadis rivayeti de bu görüşü desteklemektedir.
Bizim bildiğimiz kadarıyla, “gül suyu, misk, amber ve kâfur”un da rengi vardır. Ancak, belli
bir maddenin karıştırılmasıyla belki bu renk görülmez olabilir.
Bu hadiste söz konusu olan koku ayırımı, kesin bir çizgiyle yapılan bir sınırlama değildir. Yani
erkek mutlak böyle, kadın mutlaka öyle bir koku kollanır manasına gelmez.
Tavsiye edilen şey, erkekler için olan kokunun renkli olmamasıdır. Çünkü renkler bir süstür.
Süsleme ise erkeklere yakışmaz. Bu sebeple, onların kullanacağı koku renksiz ve kokusu fazla
olmalıdır.
Buna mukabil kadınlarda ise, süslü olan renkler olmalıdır. Bu renkler zaten tesettür gereği
dışarıya yansımamaktadır. Sadece kocası ve kendine nikah düşmeyen yakınları görebilir. Ama
kokusu güçlü olmamalıdır ki, dışarıya çıktığı zaman kendine nikah düşen erkeklerin dikkatini
çekmesin.
O halde, erkek ve kadın aynı kokuyu kullanabilir. Ancak bir koku artık tamamen kadına
mahsus bir hal almışsa, onu kullanmak doğru olmaz. Çünkü bu durumda -yasaklanmış olankadına benzemek söz konusu olur. (krş. Munavi, Feyzu‟l-Kadir, 4/284)
17
Download