Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
03 Eylül 2010
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Allah'a ve ahiret gününe inandığımız halde, neden dünya işlerine bu kadar çok ehemmiyet
veriyoruz? Ebedi hayatı bildiğimiz halde, haramı helali bildiğimiz halde, cenneti cehennemi
bildiğimiz halde niye bu kadar dünyaya dalıyoruz?...................................................................... 3
Birden fazla evlenen kişi Cennette hangi eşi ile evlenecektir? Eşi vefat ettikten sonra baldızı
ile evlenen erkek, cennette ikisi ile evlenebilecek midir? ............................................................... 4
Yıkılmadıkça bu medreseler, bu minareler/ Kalenderlik gelişemez hiç bir zaman. İman küfür
olmadıkça küfürde iman / Olamaz bir tanrı kulu gerçek Müslüman. Yunus Emre bu şiirinde
neyi anlatmak istemiştir?................................................................................................................. 5
Ahir zamanda sadece Muhammed ismi kalacak, sözü hadis midir? Ahir zamanla ilgili bu
hadisler mecazi midir?..................................................................................................................... 6
Zekat olarak ayrılan para ile ilmihal kitabı alarak dağıtmak caiz midir? Böylece zekat
verilmiş olur mu?............................................................................................................................. 7
Bir tartışma gördüm, Tanrı mı insanı yarattı insan mı tanrıyı?.. Sümerlerin yazıtlarında
kutsal kitaplardaki kıssaların olduğu iddiasını nasıl yorumlamalıyız? .......................................8
Muharrem ayının birinci gününde, her birinde besmele çekerek 1000 ihlas okursa Allah'ın
huzuruna kul hakkı ile gitmeyecektir, deniliyor. Bu söz doğru mudur? ...................................10
Tabutu sekine ve onu gün ışığına çıkaracak Mehdi hakkında bligi verir misiniz? ...................11
Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri Hakkında Bilgi Verir misiniz? ......................................13
Nurlu dolunay zamanında, niçin polisiye suçlar artış göstermektedir? Kur'an-ı Kerim'de
nurlu olduğu ifade edilen dolunaylı gecelerde, insanların nurdan isfifade etmesi ve hayırların
da buna paralel olarak çoğalması gerekmez miydi?.................................................................... 15
"Bildikleriyle amel edene bilmedikleri öğretilir" hadisine dayanarak çok ilim öğrenmek
yerine çok amel edilmesi gerektiğini söyleyenler var. Çok amel etmek, çok ilim yapmaktan
üstün müdür?................................................................................................................................. 16
Fahruddin Er-Razi'nin tefsiri hangi tür tefsirdir; Ehl-i sünnete uygun mudur? ......................18
Çocuğun başının bir kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmanın nehyedildiği hadisi açıklar
mısınız?........................................................................................................................................... 19
Kiramen katibin melekleri helaya (tuvalete) giderken ve cinsî yakınlık esnasında insandan
ayrılırlar. Bu esnada işlene günahları nasıl yazarlar?................................................................. 20
Mut'a nikahını Hz. Ömer (ra)'in yasakladığı hakkındaki rivayetleri değerlendirir misiniz? . .22
Müslüman olarak yaşayan birisi ömrünün son anında imanını kaybetmesi Allah'ın rahmet ve
adaletiyle nasıl bağdaşır? Allah neden bu kuluna yardım etmiyor?..........................................24
Cinlerin var edildiği dumansız ateşten yaratılan başka şuursuz canlılar -hayvan, böcek, bitki
gibi- var mıdır?............................................................................................................................... 25
Zina eden sahabeyi ilk etapta recm etmek istemeyen Peygamberimiz (asv) tövbe etmesini
istemiştir. Hırsızlık eden kadının ise elinin kesilmesini emretmiştir. İki farklı hadiseyi nasıl
yorumlamalıyız?............................................................................................................................. 26
Allah´a şirk koşmak neden yedi büyük günah içinde zikredilmiştir? Şirk koşmak küfür değil
midir? "Şirk karıncanın ayak sesinden bile gizlidir." hadisi ne anlatmaktadır? ......................27
Sakal bırakmanın ne gibi faydaları vardır ki, Müslümanların sakal bırakması isteniyor?
Peygamberimiz (asv) niye bunu önerdi bize?............................................................................... 28
Hz. Peygamber (asv)'in Malik b. Avfı rüşvet vererek Müslüman yapması olayı doğru mudur?
......................................................................................................................................................... 29
2
Allah'a ve ahiret gününe inandığımız halde, neden dünya işlerine bu
kadar çok ehemmiyet veriyoruz? Ebedi hayatı bildiğimiz halde,
haramı helali bildiğimiz halde, cenneti cehennemi bildiğimiz halde
niye bu kadar dünyaya dalıyoruz?
İnsan da kör hissiyatlar bulunmaktadır. Kör hissiyat mertebesi adeta mazi ve müstakbelden
habersizdir. Geleceği düşünmez, anlık lezzeti düşünür. Nefis ve heva gibi duygular, hazır
zamandaki lezzetleri düşünür.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle açıklamaktadır:
"Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve
vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet
büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir
azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi
görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i ımân olan
kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek
imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin
mağlûbiyetinden ileri gelir."(Lem'alar, s. 70).
3
Birden fazla evlenen kişi Cennette hangi eşi ile evlenecektir? Eşi
vefat ettikten sonra baldızı ile evlenen erkek, cennette ikisi ile
evlenebilecek midir?
1. Önce şunu belirtelim ki, Kur’an ve ayetlerde özel olarak bu meseleye dair bir bilgiye
rastlayamadık. Fakat hadislerde, prensip olarak eşler cennete girdikleri takdirde orada da bu
birliktelikleri devam edecğine dair hadisler vardır. Eğer bütün o kadınlar, kız olarak bu
adamla ilk evliliklerini yapmışlarsa orada da bunlarla hayatını devam ettirmesi yukarıda
arzedilen prensibe uygundur. Şayet o kadınlardan bazıları dul olarak alınmışsa, o takdirde ilk
kocasına mı, ikinci kocasına mı varacağına dair farklı görüşler vardır. Daha çok muteber
olarak görünen görüşe göre, bu kadının rızasına bağlıdır. Dünyada evlendiği hangi kocasını
tercih ederse ona varır.
2. Bu meseleyi de (baldızla evlenme) kaynaklarda bulamadık. Kanaatimizce dünyada iki kız
kardeşin aynı kocayla evlenmesine izin vermeyen ilahî hikmet, öbür dünyada da bu hikmeti
yürürlüğe koyması daha uygun görülmektedir. Her şeyi en iyi bilen Allah’tır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Cennette kadınlar dünyadaki eşiyle evlenmek zorunda mıdır?
4
Yıkılmadıkça bu medreseler, bu minareler/ Kalenderlik gelişemez
hiç bir zaman. İman küfür olmadıkça küfürde iman / Olamaz bir tanrı
kulu gerçek Müslüman. Yunus Emre bu şiirinde neyi anlatmak
istemiştir?
Önce şunu net olarak söyleyelim ki, İslam dinini Yunus Emre’den daha iyi bilen yüzbinlerce
İslam alimi vardır.
İkincisi; İslam’da Kur’an ve Sünnete aykırı hiçbir kimsenin sözüne kulak asılmaz. Kur’an
konuştuğunda herkes susmak zorundadır.
Üçüncüsü: Yunus Emre hayatı boyunca akranlarından daha fazla ibadet eden bir velidir.
Kendisi hiçbir zaman namazı, orucu terk etmemiştir.
Dördüncüsü: Yunus Emre’ye ait olmayan bir çok şiirin zaman içerisinde ona isnat edildiği
bilinmektedir. Bu şiir de onlardan biri olabilir. Bir Bektaşî bunu yazıp da ona mal etmiş
olabilir.
Beşincisi: Tasavvuf ehlinin sözleri istiare, teşbih, mecaz üzere döner. Bu sebeple bu şiirin de
bilmediğimiz bir manası olabilir. Bununla beraber, bu şiirin açıklaması şudur:
"Yıkılmadıkça bu medreseler, bu minareler / Kalenderlik gelişemez hiç bir
zaman"
Yani insan kendi iç dünyasındaki nefsin gururuna vesile olan alametleri silmedikçe, tam
kalender bir kişiliğe sahip olamaz. “Ben Medrese ilimlerini bilirim...”, “Benim minare gibi
imtiyazlarımı ilan eden meziyetlerim var...” dediği sürece ve bu kibir ve gururdan
sıyrılmadığı sürece, kalender bir kişilik kazanamaz.
"İman küfür olmadıkça küfürde iman / Olamaz bir tanrı kulu gerçek
Müslüman."
Yani, insan kendi kabiliyeti itibariyle “küfür ile imana” karşı, aynı mesafede olduğunu, imana
gelmiş olması kendisinin mahareti sayesinde olmadığını, kâfir olan bir çok kimsenin
kendisinden daha akıllı, daha zeki olduğunu, kendisinin de her zaman şeytan ve nefsin
telkiniyle küfre girebileceğini, dolayısıyla sahip olduğu imanı Allah’ın bir lutfu olarak
görmedikçe gerçek manada Müslüman / Allah’a teslim olmuş olamaz.
Önemli bir not: Eğer “kalbin temizliği” Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeye gerek
bırakmasaydı, meleklerin kalbinden daha temiz kalbe sahip olan Hz. Muhammed (a.s.m) ve
“Perde-i gayb açılsa artık imanım fazlalaşmaz.” diyen Hz. Ali (ra)’in herkesten daha evvel
ibadeti terk etmeye hakları olacaktı. Eşsiz bir iç temizliğe sahip olan bu iki gönül sahiplerinin
hayatları boyunca herkesten daha fazla Kur’an’ın zahirî emirleri çerçevesinde kulluk etmeleri,
aksi iddianın cezası çok büyük bir vebale gebe olduğunun göstergesidir.
Son olarak şairin şu şiiri ile de kulaklarımızın pasını silelim istiyoruz:
“Namaz kılmaz, oruç tutmaz, bunca kuru laf elverir / Sen kalbe bak diye
diye kirli kalbini gösterir.”
Allah, kıyamet günü bizi rezil rüsvay edecek her türlü yanlış kuruntulardan muhafaza
buyursun. AMİN!
5
Ahir zamanda sadece Muhammed ismi kalacak, sözü hadis midir?
Ahir zamanla ilgili bu hadisler mecazi midir?
Kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlayamadık. Şayet sahih bir hadis rivayeti varsa bunun
manası şu olabilir: Ahir zamanda Hz. İsa (as) indiği zaman ve Hz. Mehdi (as) ile birlik olup
Deccalı öldürdükleri zaman, yeryüzünde bir süre Hz. Muhammed (asv)’in getirdiği dinin
hakikatleri hâkim olacaktır. Hz. İsa (as) Hz. Muhammed (asv)’in diniyle amel edecektir.
O dönemde Din-i Muhammedî’nin ortaya koyduğu hakikî tevhitten başka bir akideye izin
verilmeyecektir. Yani, Yahudilerin millî din anlayışı, Hristiyanların teslis akidesi genel olarak
ortadan kalkacaktır. Adeta, herkes artık İslam’ın hakikatlerini kabul etmekle adeta gönül
yazılarıyla “Hz. Muhammed” diye ilan edeceklerdir.
6
Zekat olarak ayrılan para ile ilmihal kitabı alarak dağıtmak caiz
midir? Böylece zekat verilmiş olur mu?
Zekatın sarf yerleri Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiştir. (Tevbe, 9/60) Bu yerler, fakirler,
düşkünler, esaretten kurtulacaklar, borçlu düşenler, Allah yolunda cihada koyulanlar, yolda
kalmış olanlar, zekat toplamakla görevlendirilen memurlar ve kalpleri İslam'a ısındırılmak
istenen yeni Müslüman olmuş kimselerdir.
Borcu ve zarurî ihtiyaçları dışında nisab miktarı (80,18 gr. altın karşılığı) mal varlığı olmayan
kimse, dinen fakir sayılır.
Bir malın zekâtı kendi cinsinden verilebileceği gibi, bedeli olan başka mallardan veya nakit
olarak da verilebilir. Buna göre kişi zekâtını, fakirlere vermek kaydıyla, kitap dağıtarak
ödeyebilir. Ancak uygun olan, zekât verirken fakirin ihtiyacı olan şeyi gözetmektir.
7
Bir tartışma gördüm, Tanrı mı insanı yarattı insan mı tanrıyı?..
Sümerlerin yazıtlarında kutsal kitaplardaki kıssaların olduğu
iddiasını nasıl yorumlamalıyız?
Bu tartışma, ne Müslümanları ne de ateistleri tatmin eder. Her aklı başındaki insan gibi
Müslümanlar da bütün kâinatı yoktan var eden bir yaratıcıya iman ederler. Bir ateist ise,
Allah’a inanmadığı için ister istemez başka varsayımlara baş vuracaktır. İlim ve mantık
açısından evrenin kendiliğinden var olduğunu veya sebepler / elementler tarafından inşa
edildiğini, yahut tabiat kanunları tarafından icat edildiğini ispat etmek asla mümkün değildir.
Çünkü, bugün ilim evrenin bütün elementleri, atomları ve barındırdığı tabiat kanunlarıyla
sonradan var edildiğini kabul etmek zorunda kalmıştır. İhtilaf sadece bu sürenin
belirlemesindedir. Beş milyar, on beş milyar, yirmi beş milyar vs. yıl önce var olduğuna / var
edildiğine dair farklı görüşler vardır. Madem sonradan var olmuş, elbette onun bir var edeni
vardır, bunun başka izahı olamaz. Her akıl sahibi şunu çok iyi biliyor ki, ne bir harf yazarsız
olabilir, ne bir bina ustasız olabilir ve ne de bir ülke idarecisiz olabilir. Öyleyse, bu kâinat
kitabının bir yazarı, bu evren binasının bir ustası ve bu yer-gök ülkesinin bir idarecisi vardır.
İlk yazının Sümerlere ait olduğu hususu, insanların bilebildiği tarihi gerçeklere göredir.
Bu, Sümerlerden önce hiçbir yazının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü, böyle bir yazının
olmadığını ispat etmek için İlk İnsan Hz. Adem (as) devrine kadar doğru bir şekilde tarihî
kaynaklara dayanarak gidip oraları gezmek gerekir. Halbuki, tarih ancak milattan üç bin yıl
öncesine kadar doğru gidebiliyor. Ondan önceki dönemlere, özellikle Hz. İbrahim (as)
devrinden önceki zamanlara ait muntazam bir şekilde doğru bilgilere ulaşması oldukça
zordur.(bk. B. Said Nursi, Lem'alar, s. 108-109). Daha önce Sümer yazısının varlığından da
insanların haberi yoktu. İnsanların bir şeyi bilmemesi, onun olmadığını göstermez. Kur’an’da
Hz. Adem (as)’in, Hz. İdris (as)’in nübüvvetinden, Hz. Nuh (as)’ın risaletinden söz
edilmektedir.
Yine bir çok alime göre, ilk defa kalem kullanıp yazı yazan, ilk defa Astronomi ve matematik
ilmi üzerinde düşünen, kendisinden önce insanlar hayvan postları giydikleri halde o, ilk defa
elbise dikmeyi icat ederek dikişli elbise giyen kimse, Hz. Nuh’un atalarından biri olan Hz.
İdris’dir. Kendisine Allah tarafından 30 sayfalık vahiy gönderilmiştir (bk. Zemahşerî, III/24;
Beydâvî, IV/165; Savî,III/41).
Bazı inançsız insanlar, bu tür yazıtları, dinleri çürütmeye yönelik olarak kullanmaktadır.
“Hammurabi kanunları, Sümer yazıtları vs... ihtiva ettikleri bilgilerin Tevrat, İncil ve
Kur’an’dan çok önce vardı. Demek ki…” deyip mal bulmuş mağribi gibi peşinen müşteri
oldukları ve satın aldıkları dinsizliğin o çürük mallarını satmak için koşuşturup duruyorlar.
Halbuki, Kur’an bize bildiriyor ki, hiçbir millet peygambersiz, uyarıcısız ve mürşitsiz
bırakılmamıştır. İnsanlık tarihinin bu gibi tabloları tamamen Kur’an’ın bu haberlerini
doğrulamaktadır.
Cahiliye dönemi Araplarda, binlerce yıl önceden kalma Hz. İbrahim (as)’in Hanif dinine ait
kalıntıların dimdik ayakta olduğu bilinmektedir. Beytullah’ın varlığı, o devirde de Arapların
orayı kutsal tanımaları, onu tavaf etmeleri ve benzeri ibadet şekilleri, din-dışı kaynaklı
göstermek imkânsız olduğu gibi, insanlığın onuruna yakışacak kanunların veya geçmiş tarihi
kıssalara dair yazıtların varlığı, dinin lehine olan birer delil olmasına rağmen, bu materyalist
ve Deccalcı materyaller kullanan ateistlerin tersyüz ettikleri tarihî fenomenlerdir.
Hz. Eyyup(as) gibi bazı kıssalar -eğer doğruysa- Onun yaşadığı devirden çok önce hikaye
edilmişse, bunun anlamı şudur: Tarih içerisinde, Hz. Eyyup (as) gibi, başından büyük
imtihanlar geçmiş bir çok insan vardır. Kur’an’ın tespitleri, bu gibi külli hadiselerin ucunu
8
göstermek ve insanlık camiasında meydana gelmiş ve gelecek o gibi sabır kahramanlarının
hayatını canlı bir örnek olarak sunmaya ve kıssadan hisse alınmaya yöneliktir. Bu husus, Hz.
Yunus (as), Hz. Musa (as), hatta Firavun gibi menfi adamlar için de geçerlidir.
Özetle; Kur’an’ın bahsettiği olaylar ve olayların kahramanları kesinlikle bir tarihî vaka olarak
vardır... Ancak o olayların benzerleri de var olabilir. Çünkü tarih tekerrürden ibarettir.
9
Muharrem ayının birinci gününde, her birinde besmele çekerek 1000
ihlas okursa Allah'ın huzuruna kul hakkı ile gitmeyecektir, deniliyor.
Bu söz doğru mudur?
Sahih kaynaklarda -Muharrem ayı ile ilgili- böyle bir bilgiye rastlayamadık. Bunun kaynağını
verirseniz daha iyi bir tahlil yapma imkanımız olur.
İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre Hac ibadeti, şehitlik bile kul hakkı olan günahları
kaldırmaz. Durum bu merkezde iken, 1000 ihlas okumakla kul hakkından kurtulma arasında
bir ilişki kurmak, isabetli bir görüş olmadığı ortadadır. Bu gibi hadis rivayetleri –sahih olursabüyük sevap kazandırmaktan kinâye olarak yapılan bir teşvik ifadesi şeklinde anlamak
gerekir.
Bu konuda farklı iki rivayeti aşağıda sunuyoruz:
Hz. Huzeyfe anlatıyor; Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:
“Bir kimse sabahladığında bin defa “Kul Huvellahu Ahad / İhlas suresini”
okursa, kendini Allah’tan satın almış olur.”(Kenzu’l-Ummal, h. No: 2664).
Abdullah b. Abbas anlatıyor; Hz.peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:
“Bir kimse sabahladığında bin defa “subhanellahi ve bihamdihi” duasını
okursa, kendini Allah’tan satın almış olur.”(Mecmau’z-Zevaid, 10/113).
“Kendini Allah’tan satın almak” ifadesi mecaz bir ifadedir. Günahları sebebiyle insanlar,
Allah’a hesap vermek zorundadır. Suçun karşılığı ise cezadır. Bu gibi duaları okuyan kimse,
öyle bir sevap kazanır ki, “Allah’ın affına mazhar olur, cezadan kurtulur” gerçeğinden
kinaye olarak “Kendini Allah’tan satın alır” ifadesi kullanılmıştır.
“Herkes / her nefis kazançları / yaptıkları işler karşılığında bir rehindir.”(Tur, 52/21;
Müddessir, 74/38) mealindeki ayetlerde ifade edildiği üzere, herkes yaptıklarından ve elde
ettiği nimetlerden hesap vermediği sürece onun karşılığında rehin olmaya devam edecektir.
Rehin olmaktan kurtulmak, “kendini Allah’tan satın almak” anlamına gelir. Hadislerde
kullanılan bu gibi ifadeler, söz konusu duanın / virdin / zikrin / ayetin kazandırdığı sevabın
çok fazla olduğundan kinayedir.
“Kim Arafe gecesinde bin defa “Kul Huvellahu Ahad / İhlas suresini”
okursa, Allah kendisine istediğini verir.” (Kenzu’l-ummal, h. No: 2737).
Arefe günü bin defa İhlas suresini okuma rivayet, diğer rivayetler gibi -zayıf hadis
kaynaklarında yer alsa bile- eskiden beri selef-i salihinden devam edip gelen bir adettir.
Bediüzzaman Hazretleri de “Arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslamiyeye binaen Sure-i
İhlası yüzer defa tekrar ederek okuyup...”(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü
Mesele) demek suretiyle bu geleneğe işaret etmiştir. Bu sayının bin olduğunu da şu sözlerle
ifade etmiştir: “ Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlas-ı şerif okurduk...”(Şualar,
On Üçüncü Şua, s.299)
10
Tabutu sekine ve onu gün ışığına çıkaracak Mehdi hakkında bligi
verir misiniz?
Tefsirlerde bu tabutun maddî bir sandık olduğu bildirilmektedir.
“Peygamberleri devamla şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alâmeti, size
içinde Rabbinizden bir sekîne ile Mûsâ ve Harun’un manevî mirasından bir
bakiyyenin bulunduğu ve meleklerce taşınan bir sandığın gelmesidir. Eğer
iman etmeye niyetli iseniz bunda, elbette sizin için delil vardır.”(Bakara,
2/248)
Yukarıda mealini verdiğimiz ayetin tasviri de Tabut’un maddî olduğunu göstermektedir.
Kaynaklarda Tabut hakkında çok farklı rivayetler vardır. Hepsindeki ortak nokta şudur ki;
Hz. Musa (as)’ın vefatından sonra, Yahudiler Allah’a isyan etmeye, hak yoldan çıkmaya
başladılar. Bu sebeple Allah Amalikaları onlara musallat etti ve sandığı onlardan aldılar.
Nihayet Talut’un melikliğine bir alamet olarak geri geldi.(bk. Alusî, Bakar, 248. ayetin
tefsiri).
Eski Ahitteki bilgiye göre, Sandık Yahudilerle savaşan Filistinliler tarafından alınıp
götürülmüş, fakat onların elinde sadece yedi ay kalmıştır. Allah’ın başlarına getirdiği değişik
musibetlerin sebebi olarak gördükleri sandığı tekrar götürüp yerine (Beytu’ş-şems’e) teslim
etmek zorunda kalmışlardır.(bk. Samvail el-evvel, el-Eshah: 6/1).
Bu açıklamalar da Tabut’un maddî bir sandık olduğunu göstermektedir.
Akdu’d-dürer fi Ahbari’l-Muntazar (1/34-şamile) adlı eserde, söz konusu tabutun Hz. Mehdi
zamanında Taberiye göletinden çıkarılacağına dair bilgi yer almaktadır.
Eğer söz konusu hadis rivayeti sahih ise, bu durumda ilgili ayetle bir paralellik kurulabilir. O
takdire, söz konusu tabutun kaybolması özellikle o devirde İsrailoğulları için bir hezimet
alameti olduğu gibi, onun yeniden bulunması, onların zaferlerinin nişanesi oldu.
Onun Hz. Mehdi devrinde yeniden bulunması da inkarcılar karşısında hezimete uğrayan
Müslümanların da hâkimiyetine bir alamet olabilir. Bu gibi bilgiler genellikle yorum olarak
karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Mehdi kelimesinin “Antakya’daki sandığı bulacağı”
anlamında olduğuna dair açıklama, ilgili rivayet doğrultusunda yapılan bir yorumdur.
Mehdi kelimesinin maddî bir sandukçayı bulmaktan çok, manevî bir sandukça olan Allah’ın
rızasına götüren hazineye ulaşan kimseyi ifade etmektedir. Bu maddî sandık, o manevî
sandığın bir nişanesi gibi görülebilir.
Mehdi, Allah tarafından -Fatiha suresinde işaret edilen- sırat-ı müstakime hidayet edilmiş /
dosdoğru yola iletilmiş kimse demektir. Nitekim, hadiste dört raşit halife için de “sünnetü’lhulefai’r-raişidine’l-mehdiyyin=hidayete erdirilmiş raşid halifeler yolu” ifadesi
kullanılmaktadır(bk. Ahmed b. Hanbel, 4/126).
Bize göre, Hz. Mehdi -genel olarak istikamet yolunu takip eden bir zat olması yanında, bir
gece gibi çok kısa bir zaman diliminde -harikulade bir şekilde- özel bir lütufla, takvayla,
ferasetle dopdolu, yepyeni bir şahsiyete kavuşturulduğu için kendisine bu unvan verilmiştir.
Nitekim bir hadiste Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
“Mehdi, Ehl-i beyttendir, Allah onu bir gecede ıslah eder.”(Kenzu’l-Ummal,
h. No: 38664).
11
Burada yer alan “ıslah” kavramı, ifade ettiğimiz gibi yepyeni bir şahsiyete kavuşturmak
anlamındadır. Yoksa, halk arasında bilinen “ıslah” manasında değildir, olamaz da.
12
Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri Hakkında Bilgi Verir misiniz?
(1865-1943) Nakşibendî-Hâlidî şeyhi. Van'ın Başkale kazasında doğdu. Babası Seyyid
Mustafa Efendi'dir. Soyu anne tarafından Abdülkâdir-i Geylânî'ye ulaşır. Hülâgû Bağdat'ı
istilâ ettiğinde (1258) Musul'a hicret eden ataları daha sonra Urfa ve Bitlis'e, oradan da Mısır'a
gitmişlerdi. Ailenin büyük oğlu Molla Muhammed bir süre sonra Van'a gelip şehrin
güneyinde yüksek dağlar arasında bir köy kurmuş, bu köyde büyük bir dergâh ve iki katlı bir
cami inşa ederek oraya Arvas adını vermişti. Kâdirî tarikatına mensup olarak faaliyet gösteren
ve “Arvas seyyidleri” diye tanınan aile, altı yüz elli yıl varlığını devam ettirerek bugüne
ulaşmıştır.
Abdülhakim Arvâsî, ibtidâî ve rüşdiyeyi Başkale'de okudu. Daha sonra Irak'ın çeşitli
bölgelerindeki tanınmış âlimlerden icazet alarak Başkale'ye döndü (1882). Kendisine miras
kalan servetle bir medrese yaptırdı ve zengin bir kütüphane kurdu. Bu medresede yirmi yıla
yakın ders okuttu. 1880 yılında intisap ettiği Hâlidiyye tarikatı şeyhlerinden Seyyid Fehim'den
Nakşibendiyye, Kübreviyye. Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çiştiyye tarikatlarından hilâfet
aldı (1889). Tarikat silsilesi Seyyid Fehim. Seyyid Tâhâ vasıtasıyla Nakşibendiyye'nin
Hâlidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi'ye ulaşır.
Abdülhakim Arvâsî, 1. Dünya Savaşı'nın başlarında Ruslar'ın Başkale'yi istilâ etmesi ve
Ermenilerin silâhlanarak Müslüman halkın mallarını yağmalamaya başlamaları üzerine,
hükümetin emriyle, yüz elli kişilik ailesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda
kaldı. Bağdat'a yerleşmek amacıyla yola çıkan aile, Revândiz-Erbil yoluyla Musul'a ulaştı.
Burada iki yıla yakın bir süre kaldı, İngilizler Bağdat'ı işgal edince oraya gidemeyip
ailesinden sag kalan altmış altı kişiyle birlikte Adana'ya geldi. Adana'nın da düşman eline
geçmesi ihtimaline karşı Eskişehir'e göç etti. Nisan 1919'da İstanbul'a geldi. Bir süre Evkaf
Nezâreti'nce Eyüp'teki Yazılı Medrese'de misafir edildikten sonra yine Eyüp'teki Kâşgari
Dergâhı şeyhliğine tayin edildi.(Ekim 19I9) Medresetü'l-mütehassisîn'de tasavvuf tarihi dersi
okuttu. Dergâh şeyhliğinin yanı sıra ayrıca Kâşgarî Camii'nin imamlık ve vaizlik görevi de
kendisine verildi.
Tekkeler kapatılana kadar bu görevlere devam etti. Daha sonra tarikat faaliyetlerini bırakarak
eve dönüştürdüğü dergâh binasında tasavvuf sohbetlerle meşgul oldu. Menemen
hadisesi (Aralık 1930) ile alâkalı görülerek tutuklandı ve Menemen'e gönderildi. Ancak olayla
ilgisi olmadığı anlaşıldı. Soyadı kanunu kabul edilince Üçışık soyadını aldı.
Beyoğlu Ağa Camii ve Beyazıt Camii'nde dersler verdi. Cumhuriyet döneminin önemli fikir
ve sanat adamlarından Necip Fazıl Kısakürek'in kendisiyle tanışıp sohbetlerinde bulunması,
aydın çevrelerde de tanınmasını sağladı. Eylül 1943'te sıkıyönetimin emriyle İzmir'e
gönderildi. Bir süre sonra Ankara'ya gitmesine izin verildi. 27 Kasım 1943'te vefat etti.
Kabri Ankara'da Bağlum Mezarlığındadır.(Nihat Azamat, Türkiye Diyanet Vakfı
Ansiklopedisi, İstanbul, 1988: 1/211.)
Eserleri:
1. Rûbıta-i Şerife; “Mübtedîler için tarikat-ı Nakşibendiyye'nin âdabını mübeyyin bir mektup
sureti” adlı ilâve ile birlikte 2 baskısı, İstanbul 1342. Râbıta'nın mahiyeti ve uygulanması
hakkında özlü bilgiler veren eser, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek
yayımlanmıştır.(3. baskı, İstanbul 1981).
2. er-Riyâzü't-tasavvufiyye; Tasavvuf, tasavvuf tarihi ve ıstılahları hakkında bilgi veren eseri,
Medresetü'l-mütehassisînde hocalık yaptığı sırada kaleme almıştır. Eser, Tasavvuf Bahçeleri adıyla Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Bu iki eserin
dışında tasavvufî ve dinî konularda kendisine sorulan sorulara cevap olarak yazdığı
mektuplar, Tam İlmihal-Seâdet-i Ebediyye adlı kitapta yer almaktadır.
13
14
Nurlu dolunay zamanında, niçin polisiye suçlar artış
göstermektedir? Kur'an-ı Kerim'de nurlu olduğu ifade edilen
dolunaylı gecelerde, insanların nurdan isfifade etmesi ve hayırların
da buna paralel olarak çoğalması gerekmez miydi?
Bu konuda aydınlatıcı birkaç noktaya parmak basmakta yarar vardır:
Evvela, mübarek bir yerde kötülüklerin olmayacağına dair bir ayet veya hadis yoktur. Bilakis
realiteler mübarek yerlerde de kötülüklerin olabileceğini göstermektedir. Örneğin, Kur’an’da
Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs, mübarek bir mekân olarak tanıtılmaktadır.(İsra, 17/1).
Buna rağmen yıllardır Siyonistlerin Müslümanlara her türlü zulüm ve ezayı reva gördükleri
bir işkence kampına dönmüştür.
Kur’an’da ay, güneş, yer, incir, zeytin gibi bir çok nesneye yemin edilmiştir. Bu yeminlerin
ana hedefi, bu nesnelerin sanat ve taşıdıkları harika nizama işaret etmek, barındırdıkları
faydalara vurgu yapmak ve böylece -tesadüflerin pençesine esir düşmüş olan- gafil insanların
başını gafletten kaldırıp Allah’ın sonsuz ilim, hikmet ve kudretine bakmasını sağlamaya
yöneliktir.
İkincisi, Ay için “nurlu” sözcüğünün kullanılması, onun mübarek bir mekân olduğu
anlamına gelmez. Bilakis, bu sözcüğün kullanılması, Ay’da ışığın olmadığını, yansıttığı
ışığını güneşten aldığını göstermek içindir. Çünkü Arapça’da “ziya” kelimesi ışığın kaynağı
olan nesneler için; “Nur” sözcüğü ise -ışık kaynağı olmayan- ışığını başka kaynaktan alan
nesneler için kullanılır. Bu gerçeğe işaret etmek içindir ki, Kur’an’da prensip olarak güneş
için “ziya” ve türevleri kullanılırken, ay için “nur” ve türevleri kullanılır. İlmin daha birkaç
yıl önce keşfettiği bu gerçeğin on dört asır önce Kur’an’da yer alması şüphesiz bir ilmî i’caz
parıltısıdır.
Ayın, belli periyotlarında denizler üzerinde med-cezir olayına sebebiyet verdiği gibi,
insanların hissiyat denizleri üzerinde de “gel-git”lere sebebiyet vermesi ihtimal dahilindedir.
Bu bir imtihan sırrı ve her zaman diliminde insanların daha dikkatli olmalarını sağlamaya
yönelik bir med-cezir olayı olabilir.
İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve daha başkaları Hz. Aişe (ra)'den şöyle rivayet etmişlerdir:
Demiştir ki: Bir gün Resulullah (s.a.v.) Ay'a baktı da: "Ey Âişe! Bunun şerrinden Allah'a
sığın çünkü bu, o karanlığı çöktüğü zaman şerrinden korunması gereken nesnedir."
buyurdu. Tirmizî demiştir ki, bu hadis, hasen sahihtir.(bk. İbn Kesir, Felek,113/3. ayetin
tefsiri).
Tefsirlerde genel olarak bu ayette yer alan “Çöktüğü zaman karanlığın” mealindeki ifade şu
farklı yorumlara sahne olmuştur: “gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin”, “tutulduğu
zaman Ay'ın”, “battığı zaman Güneş'in”, “taştığı zaman şehvetin”, “soktuğu zaman
yılanın”, “ümit kırdığı zaman musibetin şerrinden!”(bk.Taberî, Razî, İbn Kesir, Alusî,
ilgili ayetin tefsiri).
Razî, ilgili hadiste geçen ifadeleri göz önünde bulundurarak ayette geçen “Gasık” ifadesini
ayın bir ışık kaynağı olmadığına işaret ettiğini de belirtmiştir.(Razî, ilgili ayetin tefsiri).
15
"Bildikleriyle amel edene bilmedikleri öğretilir" hadisine dayanarak
çok ilim öğrenmek yerine çok amel edilmesi gerektiğini söyleyenler
var. Çok amel etmek, çok ilim yapmaktan üstün müdür?
İslam’ın ilk emri “oku”dur. Böyle bir dinin ilmî çalışmaları önemsememesi mümkün müdür?
Dinin iki temel esası vardır; İman-amel. İman ilimdir. Bilmeden iman edemezsiniz.
Özellikle çağımızda aileden gelen taklidî imanı korumak çok zorlaşmıştır. Çünkü bu gün
dalalet ve küfür cehalette çok fen-felsefeden geliyor. Bunlara karşı mücadele etmek için
onların kullandığı ilim silahını kullanmak zorundayız.
Şunu da unutmamak gerekir ki, ilme dayanmadan yapılan ameller -yanlış olacağından- bir
değer ifade etmezler. Fakat, ilim -halis bir niyetle olduğunda- tek başına bir ibadettir. Çünkü,
ilim ameli gerektiren ciheti olduğu gibi, amel gerektirmeyen yönü de vardır. Örneğin en
büyük ilim olan marifetullah, başka herhangi bir amelle ilişki içinde olmaksızın bir sevap
hazinesi ve en büyük bir ibadettir.
Şunu unutmamak gerekir ki, bu gün okullarda öğretilen ilimlerin bir kısmı -ne dinî ne de
dünyevî hayatta- fazlaca bir faydası olmayan türlerden şeylerdir. En azından bir lüzumsuz
işlerle meşguliyet gibi bir şeydir. Halbuki İslam’a zaman israfı olmaması için kişinin o anki
hayatında rolü olmayan ibadetleri öğrenmesini tavsiye etmez. Örneğin namaz ibadeti günlük
olduğu için onunla ilgili ilmi öğrenmeyi herkese bir görev olarak yüklediği halde, hac, zekât
gibi sadece zenginleri ilgilendiren ibadetlerle ilgili bilgiyi yalnız ilgili şahıslara tavsiye
etmektedir.
“Bildikleriyle amel edene bilmedikleri öğretilir." hadisin manası şudur: "Eğer insanoğlu
bildiği ilmiyle yapılması gereken ibadeti, ameli yaparsa, -kesbe/şahsî gayrete değil- takvaya
dayalı vehbî ilim verilir.”
Bu hadisi ilme karşı kullanmak son derece yanlıştır. Evvela, “takvasıyla böyle vehbî bir ilim
beklentisi içine giren kimse” ta baştan kaybetmiştir. Çünkü, kendini böyle bir makamda gören
kimse benlik ve gururdan kurtulamaz. İkincisi, ne zaman olacağı ne kadar verileceği belli
olmayan böyle bir hayale kapılarak ilmi terk etmek, şeytana oyuncak olmak demektir. Kaldı
ki, Allah rızası için değil de böyle bir ilme kavuşmak için amel etmek, bu amelini değerini
sıfıra düşürür.
İman ve İslam’ın hakikatlerinin anlaşılmasına hizmet eden her nevi ilim büyük bir ibadettir.
Yeter ki niyetler halis olsun. Bu çerçevede tahsil edilen bir ilmin amelden üstün olduğu hem
ayet hem de hadislerle sabittir.
“Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler, hak ve
âdâletten ayrılmayan ilim sahipleri de O’ndan başka ilâh olmadığına şahitlik
ettiler.”(Ali İmran, 3/18),
“Kulları içinde Allah’tan hakkıyla korkan ancak âlimlerdir.”(Fetır, 35/28),
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer, 39/9), “…Kalkın!”
denilince de kalkıverin ki Allah sizin gibi iman, hele hele bir de ilim nasib
edilenlerin derecelerini yükseltsin”(Mücadele, 58/11).
İlmin fazileti kosunda pek çop hadis vardır. Numune olarak bir tanesini arz edeceğiz:
Ebû Umâme el Bâhîlî (r.a.)’nin bildirdiğine göre, “Rasûlullah (s.a.v.)’a biri âbid (ibadetçi)
diğeri âlim olan iki kimseden bahsedildi de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
16
“Âlim kimsenin âbid kimseye karşı üstünlüğü benim sizin en aşağı mertebede
olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir.” Sonra Rasûlullah (s.a.v.) şöyle devam etti:
"Allah ve Melekleri, göklerin ve yerlerin halkı, hatta yuvasındaki karıncalar
hatta balıklar, insanlara hayır ve faydalı şeyler öğreten (âlim) kimseye dua
ederler.”(Tirmizî, İlim, 19; Dârimî, Mukaddime: 17).
Son olarak Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuyla alakalı bir değerlendirmesini arz etmekte
fayda mülahaza etmekteyiz:
“Gülistan sahibi Şeyh Sa'di-i Şirâzî naklediyor, der:
"Ben bir ehl-i kalbi tekkede, seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç
gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi
terk edip, bu medreseye geldin, dedim. O da dedi ki: Orada(Tekkede) herkes
kendi nefsini-eğer muvaffak olursa-kurtarabilir. Burada(Medresede) ise bu
âlî-himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Uluvv-ü cenâb, uluvv-ü himmet bunlardadır. Fazîlet ve himmet bunlardadır.
Onun için buraya geldim."
17
Fahruddin Er-Razi'nin tefsiri hangi tür tefsirdir; Ehl-i sünnete uygun
mudur?
Fahreddin er Razi kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanındaki çalışmalarıyla tanınan
Eş'arî alimlerindendir. Meşhur tefsirin ismi "Mefâtîhu'l-ğayb"dır. "et-Tefsîrü'l-Kebîr"
diye de bilinir. Râzi'nin tefsire dair en önemli eseri olup otuz iki cilt halinde yayımlanmıştır.
Razinin tefsiri, dirayet tefsirlerindendir.
Er-Razî, tefsirinde kelâma dair mantıkî deliller getirme hususunda ilahiyatçı filozofların
metodunu takibeder. Kevnî konularla özellikle ilgilenir. Tefsiri üzerinde durduğu âyet veya
âyetler topluluğunu birkaç meseleye ayırır. Sonra Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâatin akidesini
savunarak uzun uzadıya izahat verir. (bk. Subhi Es Salih, Kuran İlimleri)
18
Çocuğun başının bir kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmanın
nehyedildiği hadisi açıklar mısınız?
Hadislerde, o dönemde daha çok Hristiyanlar arasında yaygın olan bazı saç tıraşı şekilleri,
muhtemelen İslâm ümmetinin kişilik zaafına uğramaması, onur ve izzetini koruması gibi
amaçlarla tasvip edilmemiştir. (bk. Müslim, "Libâs", 113; Ebû Dâvûd, "Tereccül", 14).
Müslimde geçen hadis şöyledir: Ömer b, Nâfi', babasından, o da İbni Ömer'den naklen haber
verdi ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yarım tıraştan nehiy buyurmuş. Râvi demiş
ki: Nâfi'e: "Bu yarım tıraş nedir?" diye sordum: "Çocuğun başının bir kısmını tıraş edip, bir
kısmını bırakmaktır." cevâbını verdi.(Müslim, Libas, 113)
Ulemâ başın muhtelif yerlerini tıraş edip, geri kalanını bırakmanın mekruh olduğunda
müttefiktirler. Meğer ki : Tedavi maksadıyle yapıla, o takdirde kerahet yoktur. İmam Mâlik
kız ve oğlan çocukların yarım tıraş yapılmalarını mutlak surette kerih görmüştür. Diğer
ulemânın görüşleri de budur. Bu kerahetin hikmeti bilkati çirkinleştirmektir. Bâzılarına göre
ezâ olduğu için, bir takımlarına göre de Yahûdî kıyafeti olduğu için mekruh olmuştur. Çünkü
o devirde kakül bırakmanın Yahudiler, müşrikler ve bazı fasıklar arasında adet olup, bunun
çocuklar için töhmete yol açmasıdır.
Hadis, Müslümanların, Müslüman olmayanlara zihnen olduğu gibi şeklen de benzemeye
çalışmalarının doğru olmadığını belirtmektedir.
Şeklî benzeme, ilk bakışta, önemsiz gibi görünebilir; ama aslında, insanların davranışları,
giyinişleri, düşünce tarzları bir kültür eseridir. Toplumları değiştirmek, onlara yeni kültür ve
düşünceler enjekte etmek isteyenler, insanlann kılık kıyafetlerini hiçbir zaman İhmal
etmemişlerdir. İslâmi düşünce ile mücadelede de kılık ve kıyafet değişimi her zaman önde
tutulmuştur. Yeni bir kıyafete bürünen kişi kendisini o kıyafetin mensubu oian camiadan
hissetmeye, onlar gibi yaşamaya ve hatta onlar gibi düşünmeye başlar. Düşüncenin ve inancın
değişmesi de, dinî düşünce tarzının değişmesi sonucunu doğurur.
İslâmiyet, mensuplarının inanç ve dini gayretlerini korumak için her türlü tedbiri almıştır.
Dolayısıyla çocukları yabancılara benzeyecek şekilde tıraş etmek mekruhtur.
19
Kiramen katibin melekleri helaya (tuvalete) giderken ve cinsî
yakınlık esnasında insandan ayrılırlar. Bu esnada işlene günahları
nasıl yazarlar?
Melekler "irade" sıfatından gelen, "tekvini şeriat" olarak bilinen ve kâinatta işleyen Cenabı Hakk'ın icraatlarının hamelesi ve mümessilleridir. Hakiki irade ve tesir sahibi Kudret-i
İlâhiyenin emirlerine tâbi olarak çalışır, iş görürler.
Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetlerinde bu meleklerin bu kısmından bahsedilir. Meselâ Ra'd
Sûresinin 11. âyetinde meâlen;
"Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçi bekçiler
vardır."
buyurulur ki, bu âyetin tefsirinde şöyle denilmektedir:
İnsanın yanından hiç ayrılmayan sekiz tane vazifeli melek vardır. Bunların dördü gündüz,
dördü de gece vazife görürler. Bu dört melekten ikisi hafaza meleği, diğer ikisi de kirâmen
kâtibindir. Hafaza melekleri insanı korumakla görevlidir, diğer ikisi de insanın sevap ve
günahlarını yazar.
Hafaza melekleri hakkında meşhur Müfessir İmam Mücahid şöyle der:
"Allah'ın insanı korumakla vazifeli melekleri vardır. Bunlar insanı uykuda ve
uyanıkken, cin, insan ve diğer mahlukların şerrinden korurlar."
Bu melekler her zaman insanla beraberdirler. Ancak bazı anlarda ayrılırlar, geride dururlar.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asv) bu hususu şöyle ifade ederler:
"Sizinle beraber bulunan ve hiç ayrılmayan melekler vardır. Bunlar ancak
helaya giderken ve cinsî yakınlık esnasında ayrılırlar. Öyle ise onlara karşı
hayalı davranın ve hürmette bulunun." (Muhtasar İbni Kesîr, 2: 273.)
İnfitar Sûresinde ise "kirâmen kâtibin" meleklerinden şu şekilde bahsedilir:
"Üzerinizde işlediklerinizi hıfzedip kaydeden melekler vardır. Onlar
mükerrem yazıcılardır. Az çok ne yaparsanız bilirler."(İnfitar Sûresi, 10-12).
Bunların nasıl çalıştıklarını bir hadis-i şeriften öğreniyoruz. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle
buyururlar:
"İşlediklerinizi kaydeden melekler her gün Allah'ın huzuruna çıkarlar.
Yazdıktan, sayfanın ön yüzündedir. Arka tarafında da kulun ettiği istiğfarlar
vardır. Cenab-ı Hak meleklerine bu sayfada bulunan günahların hepsini
affettim, buyurur." (Rûhü’l-Meânî, 30: 65.)
Bunun için işlenen bir günah ve hatanın peşine istiğfarı yetiştirmek çok büyük ehemmiyet arz
etmektedir. Bu âyetlerin tefsirinde ise Âlûsî şu izahları yapar: "Yazıcı meleklerin sevapları
kaydedeni insanın sağ omuzu üzerinde, günahları yazan da sol omuzunda yer alır.
Sağdaki soldakinden emindir." Yani kul günah işleyip aradan altı saat geçtiği halde tövbe
istiğfar etmezse günahları yazmasına müsaade eder. Bunlar ancak insandan helaya giderken
ve cinsî yakınlık esnasında ayrılırlar. Ancak bu meleklerin insandan ayrı kalmaları o anda
insanın işlediklerini bilip kaydetmesine mâni olmaz. Cenab-ı Hak kulun içinden geçenleri
bilip hissedecek bir işareti melekler için yaratır. Onlar ölünceye kadar kuldan ayrılmazlar.
Öldükten sonra da kabrinin başında dururlar. Onun için kıyamete kadar teşbih, tehlil, tekbir
20
getirirler ve sevaplarını yazarlar. Demek ki, meleklerin belli zamanlarda insandan ayrı
kalmaları onların günah ve sevaplarını yazmaya mâni olmamaktadır.
21
Mut'a nikahını Hz. Ömer (ra)'in yasakladığı hakkındaki rivayetleri
değerlendirir misiniz?
1) “İki muta (hac mutası ve nikah mutası) Resûlullâh (asv)’ın döneminde serbest idi.
Ben bu iki mutayı da yasaklıyorum ve onları yapanı da cezâlandıracağım.”(Ebu Salih
Katibu’l-leys ve Tahavî bu rivayete yer vermiştir, bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: 45715).
Araştırmamızda Tahavî’nin “Müşkilu’l-âsâr”ın da bu rivayete rastlayamadık. Ebu Salih
hakkında ise alimler tarafından farklı değerlendirmeler yapılmıştır.
İbn Hanbel’deki rivayete göre, Hz. Cabir şöyle demiştir: “Biz Hz. Peygamber (a.s.m)
devrinde muta yapardık. Sonra Ömer bize bunu yasakladı, biz de vazgeçtik.”(İbn
Hanbel, 3/325).
İbn Hanbel’deki diğer bir rivayete göre Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir:
“Kur’an aynı Kur’an’dır, Resulullah aynı resulullahtır. Resulullah (a.s.m)
devrinde şu iki muta vardı; bir Hac mutası, diğeri kadın mutası."(İbn Hanbel,
1/52).
Görüldüğü üzere, bu iki rivayet birbirine taban tabana zıttır. Bu ikinci rivayetin sahih
olduğunu gösteren başka rivayetler vardır. Örneğin, İbnu’l-Munzir ve Beyhak’ı’nin
rivayetlerine göre Abdullan b. Ömer şöyle demiştir: Ömer minbere çıktı, Allah’a hamd-u sena
ettikten sonra şöyle dedi:
“Resulullah kadınlarla muta nikahını yasakladıktan sonra, bazı kimselere ne
oluyor ki, bu muta nikahına tevessül ediyorlar?.." (İbn Hacer, 9/173).
İbn Mace de Abdullah b. Ömer’den şunu nakletmiştir: Ömer halife olduktan sonra bir hutbe
irat etti ve şunu söyledi:
“Resulullah (a.s.m) bize üç gün için muta nikahına izin verdi, sonra onu
haram kıldı.”(a.g.e, 9/172).
Tenbih:
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, sorudaki rivayet kuvvetli bir ihtimalle zayıftır. Şayet sahih
ise bunun manası şudur:
Hz. Cabir gibi bazıları bunun Resulullah (asv) tarafından yasaklandığını duymadıkları için,
Hz. Ömer (ra)’den bunu duyunca kendisinin bunu içtihadıyla yasakladığını sandıkları
kuvvetle muhtemeldir. Nitekim, ilk zamanlarda mutayı caiz görenlerden biri de Hz. Cabir’dir.
2) İbn Hacer’in de belirttiği gibi muta nikahının yasaklanması Hz. Peygamber (asv) tarafından
emredilmiştir. Dolayısıyla, Hz. Ömer (asv)’in mutayla alakalı olarak seslendirdiği “yasak”
onun bir içtihadı değil, Hz. Peygamber (asv)'in sünnetini / yolunu izlemek ve onu yeniden
halka duyurmak manasındadır.(bk. Fethu’l-Bârî, 9/172).
“Ömer’e Allah rahmet etsin, eğer -Allah’ın kullarına merhametinin bir eseri olan- mut’ayi
yasaklamasaydı, asla kimse zina yapmaya ihtiyaç duymazdı / ona yeltenmezdi.” sözü
Abdullah b. Abbas’a aittir.(bk. Neylu’l-Evtar, 6/547). İbn Abbas, muta hükmünün
neshedildiğini duymadığı için bu yasağı Hz. Ömer (ra)’in bir içtihadı olarak değerlendirmiştir.
Bu ifadeleriyle demek istemiştir ki, “Eğer Ömer muta nikahını yasaklamasaydı,
insanlar/gençler, bekârlar cinsel ilişkiye ihtiyaç duydukları zaman hemen bir muta nikahı
kıyıp cinsel ihtiyaçlarını tatmin eder ve artık zinaya yeltenmezlerdi…”
22
Ancak, -aşağıdaki ek bilgilerde yer aldığı üzere- İbn Abbas’ın daha sonra- mutanın Hz.
Peygamber (asv) tarafından yasaklandığını işitip bu eski düşüncesinden vazgeçtiğine dair
rivayetler vardır.
EK BİLGİLER:
İlk zamanlarda muta nikahına cevaz verilmiş, daha sonra neshedilmiş olduğundan, sahabeler
arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber (a.s.m)’in buna dair ruhsat verdiğini
bilen, ama daha sonra neshedildiğinden haberi olamayan sahabîler, bunun cevazına
hükmetmişler. Ancak, neshedilip hükmünün ortadan kaldırıldığını öğrenen sahabiler ise
bunun haram olduğu yönünde görüş beyan etmişlerdir.
Bazı sahabilerin daha sonra bu nikahın yasaklandığını öğrenince eski fikrinden vazgeçtiği
bilinmektedir. Bunlardan biri de İbn Abbas olduğuna dair rivayetler vardır.(bk. el-Fıkhu’lİslamî, VII/64-70).
Mut’a nikahına iznin verildiği yerlerin hepsinde bir zorunluluk söz konusudur. Buharî ve
Müslim’in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu göstermektedir. Abdullah b. Mesud anlatıyor:
“Biz Resulüllah (a.s.m) ile birlikte -yanımızda kadınlar olmadığı haldegazada bulunuyorduk. Hz. Peygamber (a.s.m)’e ‘Kendimizi hadım edelim
mi?’ dedik, buna izin vermedi. Sonra bir elbise karşılığında belli bir süreye
kadar kadınlarla evlenmemize müsaade etti.’ İbn Mesud daha sonra “Ey
iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı tertemiz şeyleri kendinize haram
kılmayın.”(Maide, 5/87) mealindeki ayeti okudu.”(Neylu’l-Evtar, 6/545).
Mut’a nikahının neshedildiğine dair bir çok rivayet vardır. Buharî ve Müslim’in Hz. Ali
(ra)’den yaptığı rivayet göre, “Peygamberimiz (a.s.m) Hayber’de ehlî eşeklerin etini ve
mut’â nikahını yasakladı.”(Neylu’l-Evtar, 6/546). Bu neshin Mekke fethinde, Veda
haccında yasaklandığına dair rivayetler de vardır(a.g.y).
İbn Münzir’in belirttiği gibi, İlk zamanlarda -yukarıda açıkladığımız sebeplerden ötürü- mut’a
nikahının caiz olduğunu gösteren alimler olmakla beraber, daha sonra bu nikahın haram
olduğu hususunda -Şialar hariç- İslam alimleri arasında icma hasıl olmuştur.(Neylu’l-Evtar,
6/548). Mut’a nikahı konusunda geniş bilgi için.(bk.İbn Hacer, Fethu’l-Bârî,9/166-174).
İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre, daha önce izin verilen muta
nikahı daha sonra neshedilip cevaz hükmü ortadan kaldırılmış ve kıyamete kadar kesin olarak
haram kılınmıştır. Durum böyle olunca, artık ilk zamanlardaki cevaz şartı gibi görünen
“zorunluluk” üzerinde durmanın bir anlamı yoktur. Çünkü bu gün hiçbir zorunluluk böyle bir
yolu açamaz.
23
Müslüman olarak yaşayan birisi ömrünün son anında imanını
kaybetmesi Allah'ın rahmet ve adaletiyle nasıl bağdaşır? Allah
neden bu kuluna yardım etmiyor?
Bu konuda şu noktalar önem arz etmekte olduğunu düşünüyoruz:
İslam’ın, Kur’an’ın bize öğrettiğine göre, Allah asla haksızlık yapmaz, adaletten ayrılmaz. O
halde, her konuda olduğu gibi, şayet hayatını ibadetle geçiren bir kimsenin imansız kabre
girmesi söz konusu olursa, bunda da mutlaka -bizim bilmediğimiz- bir adalet ve ihkak-ı hak
ciheti olduğuna inanmak gerekir. “Allah kullarına asla zulmedecek değildir.” mealindeki
ayete iman eden, bu hususa da iman etmek zorundadır.
İmam Gazalî’nin de belirttiği gibi, hayatı boyunca Allah’a kulluk edip de son nefesinde
imansız gidenlerin sayısı, diğer madenler arasında bulunan “kibrit-i ahmer” / kırmızı kibrit
elementi kadar azdır. Yani, hayat boyu samimî olarak kulluk edenlerin imansız gitmeleri yok
hükmündedir. Böyle bir yaşayış görüntüsünü verdiği halde imansız kabre girmişse, -Allah’ın
adaletini değil- söz konusu kişinin samimiyetini sorgulamak gerekir. Her şeyi gören ve bilen
Allah, kullarının neyi hakkettiklerini en iyi bilir.
Allah’a iman etmek, Zat-ı Akdes’in varlığı yanında, Kur’an ve sünnetin bize öğrettiği O’nun
güzel isim ve sıfatlarına da iman etmeyi gerektirir. Özellikle, her şeyin hakkını vermek
manasına gelen dengeler, ölçüler üzerine kurulan kâinat nizamında varlığı açıkça görülen
adalet sıfatına iman etmemek şüphesiz çok büyük bir dinî risk taşımaktadır.
Beynimizin, aklımızın yaratıcısı olan Allah’ın sonsuz ilmi ile, kıt kanaat ilmimizi
karşılaştırmak, Onunla adalet yarışına girmek, antika bir cehaletin sahnelendiği bir komediden
öte muvakkat bir cinnettir. Başkasının imanla kabre girmesini savunmaya çalışırken, o kötü
akıbete biz düşmeyelim. Bu işin şakası da yok ve Allah’tan başka bizim hiçbir yardımcımız
da yoktur.
Ziya paşanın bu ziyalı / nurlu / ışıklı şiiri bizim için de geçerlidir:
“İdrak-i meâli bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez”
24
Cinlerin var edildiği dumansız ateşten yaratılan başka şuursuz
canlılar -hayvan, böcek, bitki gibi- var mıdır?
Ayet ve hadislerde böyle bir bilgiye rastlayamadık. Ancak değişik canlıların dumansız ateşten
yaratılmış olması her zaman imkân dahilindedir. Fakat özellik itibariyle bunların bildiğimiz
böcek, bitkilerin olmaması gerekir diye düşünüyoruz. Çünkü, dumansız ateşten yaratılan
cinler, insanların görme alanının dışında kalma, gizlenme özelliğine sahiptir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözleri de konuya ışık tutacağını düşünmekteyiz:
“Madem Allah, çok kesif, adi maddelerden -bilmüşahede- ruh sahibi canlılar
yaratıyor, elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın ve münasip olan diğer bazı
latif, ince, seyyal/akıcı maddeleri hayatsız, camit, şuursuz bırakmaz. Bilakis,
nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten/karanlıktan, sesten, kokudan, hatta esir
maddesinden; elektrikten, hatta manalardan, havadan, hatta kelimelerden
canlı, şuur sahibi varlıkları yaratır ki, onların bir kısmı, melek, bir kısmı
ruhanî bir kısmı cin taifesindendir.” (bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci
Esas).
25
Zina eden sahabeyi ilk etapta recm etmek istemeyen
Peygamberimiz (asv) tövbe etmesini istemiştir. Hırsızlık eden
kadının ise elinin kesilmesini emretmiştir. İki farklı hadiseyi nasıl
yorumlamalıyız?
Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber (asv)'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber (asv)
"Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri
döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber (asv) aynı sözlerle üç defa
daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu.
Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber (asv) "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu.
Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam
kalkıp içki kontrolü yaptı; onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber (asv) tekrar
"Sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz
recmedildi.
Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk
olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım
üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin"
buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurdu:
"Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi."
(Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314
vd.).
Peygamberimiz (asv)'in zina eden sahabeye hemen ceza vermemesinin şu hikmetleri vardır.
- Maiz "Beni temizle" demiştir. Zina ettiğini ilk başta belirtmemiştir. Dördüncü ikrarında
"Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi.
- İslam’da recim gibi hükümler caydırıcı ağır bir ceza müeyyidesidir. Şüphe olunca bu had ve
kısas cezaları düşer. "Gücünüz yettiği kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz." (Ebû
Davûd, Salât, 14; Tirmiz, Hudûd, 2). Bunu beşeri hukuklar "Şüpheden sanık yararlanır"
biçiminde ifade etmiştir. Peygamberimiz (asv) zina ettiğini itiraf eden bu sahabenin şüpheye
mahal verecek bir durumunun olup olmadığını araştırmış ve sonra hüküm vermiştir.
Hırsızlık yapan kadının elinin kesilmesine gelince; "Mahzum kabilesine mensub bir
kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat)
için konuşacak' dediler. Bir kısmı da: "Bu işe Rasûlullah'ın sevgili (sahabî)si Üsâme b.
Zeyd'den başkası cesaret edemez' dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem (asv) ile
konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in
yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti. Daha
sonra buyurdu:
"Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı.
(Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah'a and olsun
ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim." (EşŞevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,' 131, 136).
Bu olayda suçu sabit olan kadının cezasının kaldırılması istenmektedir. İslam’ın temel
prensibi olan “Adalet önünde herkes eşittir.” hükmü en güzel şekilde uygulanmıştır.
Kişi hangi kabileden olursa olsun, makamı ne olursa olsun şayet suçu sabit olmuşsa ceza
tatbik edilir. Adalet bunu gerektirir.
26
Allah´a şirk koşmak neden yedi büyük günah içinde zikredilmiştir?
Şirk koşmak küfür değil midir? "Şirk karıncanın ayak sesinden bile
gizlidir." hadisi ne anlatmaktadır?
Şirk, yedi helak edici günahların başına konulmuş bir günah olmakla beraber, o bir küfürdür.
Bu sebeple, “Bu yedi günah insanı dinden çıkarmaz ama fasık olur.” isabetli değildir. Bu
ifade daha çok şirkin dışındaki günahlar için kullanılır.
“Büyük günah işleyenler imandan çıkmaz.” şeklindeki ehl-i sünnetin kabul ettiği prensip,
şirk yani küfrün dışındaki büyük günahlar için geçerlidir. Küfür ve şirk de bir günahtır, ama
“günah” kavramı bunları tanıtmaya yetersiz kalacağı için, bunlar kendi özel kavramlarıyla
anılır.
“Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez.” mealindeki ayet, şirkin bir büyük günah
gibi değil, bir küfür gibi muamele göreceğini göstermektedir.
"Şirk, karıncanın ayak sesinden bile gizlidir." mealindeki hadiste gösteriş ve riyakârlığa
dikkat çekilmektedir. Şirk iki çeşittir; biri şirk-i celî / açık şirk, diğeri şirk-i hafî / gizli şirktir.
Açık şirk, insanların dış dünyada herhangi bir nesneyi Allah’a açıkça ortak koşmak manasına
gelir. Gizli şirk ise, insanların iç dünyalarında -küfür manasında olmazsa da- yine de ona
benzeyen hissî bir ortak koşmak manasına gelir. İbadetlerde gösteriş yapmak, başkasının
iltifatını arzu etmek, başka dünyevî menfaatleri gözetmek, maddî-manevî makamları
kazanmayı hedefleme gibi hususlar bu tür gizli şirklerdendir.
Söz konusu hadiste “nefs-i emmarenin gizli hilelerine, şeytanın gizli tuzaklarına” dikkat
çekilmiştir.
27
Sakal bırakmanın ne gibi faydaları vardır ki, Müslümanların sakal
bırakması isteniyor? Peygamberimiz (asv) niye bunu önerdi bize?..
Peygamberimiz (a.s.m) kendisi bizzat sakal bıraktığı gibi, “Bıyıkları kısaltın, sakalı ise
bırakın” mealindeki ifadeleriyle de sakalın bırakılmasını emretmiştir. Alimlerin bir kısmına
göre, bu emir vücubu ifade eder ve dolayısıyla sakal bırakmak vaciptir. Diğer bir kısım
alimlere göre ise, bu bir emr-i istihbabîdir / müstehap olmayı ifade eder, dolayısıyla sakal
bırakmak vacip değil, sünnettir. Durum ne olursa olsun, sakal bırakmak için Efendimiz
(asv)'in bu emri, bir mümin için yeterli bir gerekçedir.
Sakal bırakmak, aynı zamanda fıtrat kanununa/yaratılıştaki ilahî hikmetin uygun gördüğü
prensibe tevfik-i hareket etmek demektir. Bilindiği üzere, kadınların, kızların hatta kız
bebeklerin saçları uzun, Erkeklerin, erkek bebeklerin saçları kısadır. Bu demektir ki, ilahî
hikmet kızlara, kadınlara uzun saçlı, erkeklerin saçlarının ise kısa olmalarını uygun
görmüştür. Bunun gibi, erkekleri sakallı, kadınları ise sakalsız yaratmıştır. Demek ki,
erkeklerin süsü ve ayırıcı bir özelliği de sakalıdır. Kadınların ki ise yüzlerinin tüysüz
olmasındadır.
Hadiste, sakal fıtrattan sayılmıştır. Buradaki “fıtrat” sözcüğü, bir yandan peygamberlerin
takip ettiği yol manasına geldiği gibi, bir yandan da yaratılış kanunu olarak algılanmaya
müsait bir kelimedir. İşte sakal bırakmak, hem -başta Hz. Muhammed (asv) olarakpeygamberlerin yolunu takip etmek, hem de fıtrat / yaratılış prensiplerine uygun hareket
etmek manasına gelir.
İster vacip ister sünnet diyelim; sakal bırakmak Hz. Peygamberi (asv) taklit etmek, ona
benzemenin bir yoludur. Her mümin Hz. Muhammed (a.s.m)’i sever; onu malından da,
canından da fazla sever ve sevmelidir. Seven sevdiğini taklit etmek ve ona benzemekle derin
bir haz duyar ve büyük bir huzura kavuşur. Elbette bu taklit ve benzemenin ilk basamağı ve
en önemli yansıması, onun manevî hayatına, kulluk hayatına, ahlakî hayatına uymakla
gerçekleşir. Tâli derecede bir değere sahip de olsa sakal bırakmak gibi, fizikî, maddî hayatına
benzemek de bir feyizden boş değildir.
Soruda işaret edildiği gibi, sakal aynı zamanda Müslümanların bir ayırıcı vasfı olarak da
önemlidir. Gayri müslimlerde de sakal olmakla beraber, şekil itibariyle yine de –müminlerin
sakalı- farklı bir simge konumundadır. Şüphesiz, fizikî benzeyiş, manevî benzeyişe göre çok
aşağı bir derecedir.
28
Hz. Peygamber (asv)'in Malik b. Avfı rüşvet vererek Müslüman
yapması olayı doğru mudur?
İlgili kaynakta / ilgili yerde “rüşvet”le ilgili bir bilgiye rastlayamadık.
Aynı konuyu İbn Kesir (tevbe, 9/25-27) işlemiş ve şu bilgilere yer vermiştir:
“...Müslümanlar Huneyn / Hevazin zaferini kazandıktan sonra. Hz. Peygamber (a.s.m) -daha
birkaç gün önce yeni Müslüman olmuş- ve Hz. Peygamber (asv) tarafından “Tuleka” olarak
adlandırılan bazı kimselere gönüllerini İslam’a ısındırmak için -elde edilen ganimetten- yüzer
deve verdi. Kendisine yüz deve verilenlerden biri de Hevazin kabilesinin reisi Malik b. Avf
idi. Müslüman olan bu zat tekrar kabilesinin başında bırakıldı.”
Kur’an’da(Tevbe, 9/60) kendilerine zekât ve benzeri yardımlarla desteklenecek olan bir kesim
de “müellefe-i kulub = kalpleri İslam’a ısındırılacak kimseler” denilen gruptur. Hz.
Peygamber (a.s.m)’in Huneyn savaşında yaptığı tasarruf Kur’an’ın bu ayetine dayanmaktadır.
İslam literatüründe ne tefsir ve ne de herhangi bir başka kaynakta buna “rüşvet” diyen bir tek
Allah’ın kulu yoktur. Çünkü, buna rüşvet demek, doğrudan Allah’ı hedef almak, onun
sözlerinde çelişki olduğunu iddia etmek manasına gelir ki, bu kişiyi dinin dışına atar. Bu
konuyu dillerine dolayanlar rüşvetin en anlama geldiğini de bilmiyorlar.
Rüşvet; haksız yere bir menfaat sağlamak için birisine -bir emek karşılığı olmaksızın- verilen
bir mal veya sağlanan bir yarardır. Allah’ın dinini öğrenip içten Müslüman olmaları için ilk
etapta bazı kimselere yardımda bulunmanın rüşvetle ne alakası vardır?
Bunu iddia eden kişi, Taberî’nin hangi ayetin tefsirinde böyle bir ifadeye yer verdiğini
göstermek için ilgili kaynağın “basım yeri, yılı, sayfası veya ayetin numarasını” göstermesi
gerekir. Şunu belirtelim ki, gerek verilen sayfada ve gerek Taberî’nin ilgili ayetlerin tefsirinde
böyle bir bilgiye rastlayamadık.
29
Download