Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
26 Kasım 2010
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Peygamberimiz (a.s.v)'in amcası Hz. Abbas'ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz? .................4
Kur'an-ı Kerim'de sadece Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv) ile ilgili olan ayetler
hangileridir?..................................................................................................................................... 6
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asv)´in şahsiyeti hakkında neler söyleyebilirsiniz? ...10
Bir sınıf öğretmeninin sınıfındaki çocuklara (kız erkek karışık) şarkı söyletmesi, flüt
çaldırması, resim çizdirmesi dinen caiz midir? Öğretmenin onunla kazandığı para helal
midir?.............................................................................................................................................. 14
Bir işe başvururken iş için gerekli donanımlara sahibiz, fakat bizde bulunan kronik bir
hastalığı sorulduğu halde beyan etmezsek bir sorumluluğu olur mu?....................................... 15
Borç olarak alınan bir altını, ödeme gününde aynı değere takabül eden para ile ödemek
mümkün müdür?........................................................................................................................... 15
Hastalığından dolayı saçlarını kaybeden bir bayan, protez saçlarının üstüne mesh edebilir
mi? Abdest ve gusülde ne yapmalıdır?......................................................................................... 15
“Ben Allah’a inanıyorum, fakat bütün dinlere eşit mesafedeyim.” demenin bir sakıncası var
mıdır? Dinlerin çok gönderilme sebebi nedir?............................................................................. 16
Adn cenneti ile Firdevs cenneti arasındaki fark nedir? Adn cennetine kimler girer, Firdevs
cennetine kimler? .......................................................................................................................... 18
Kur'an'daki kelimelerin başka dillerde bir çok anlamı var. Bunlar Peygamber zamanında var
mıydı? Yoksa zamanımıza kadar bir Arapça kelimeye daha fazla anlamlar mı eklendi?........20
Hz. Muhammed (asm) miraçta Allah’tan üç şey istediği söyleniyor, bu doğru mu? Bu konuyu
açıklar mısınız?............................................................................................................................... 22
Bazı Hristiyanların, tanrının Hz. İsa’nın içine girmesi veya ona hulul etmesi, tanrının
mekandan münezzeh olmasına aykırı olmaz, anlayışını nasıl değerlendirirsiniz? Ayrıca, bizim
inanışımıza göre Allah mekandan münezzehtir; bu ne demektir? ............................................ 24
Kur’an’da o dönemki Araplara has bir uygulama olan zıhardan bahsedilmesinin hikmeti
nedir? Arkasından köle azad etmekten bahsedilmektedir. Kur´an ebedi mesaj olduğuna göre,
bu tür ayetler günümüz insanına hangi manalarla hitap etmektedir?....................................... 25
İnsan etinin haram olmasına delil olarak ayet veya hadis var mıdır? İnsan eti neden
haramdır?....................................................................................................................................... 26
Sayılar sonsuz tanedir, denmesinden ne anlamalıyız? Sonsuzluk sadece Allah'a ait bir özellik
olduğu halde, sayıların da sonsuz tane olmasını açıklar mısınız?...............................................27
Bilimsel gerçeklere, inançsızlığını dayandırdığı yorumları katarak öğrencilerin zihnini
bulandıran hocalara karşı tavrımız ve cevap şeklimiz nasıl olmalıdır?..................................... 29
“Ben yaşlılara azap etmekten,..” veya “Yaşlıların duasını geri çevirmekten haya ediyorum.”
anlamına gelen bir kudsi hadis var mıdır?................................................................................... 30
İnsan bir arkadaşını ya da -peygamberler hariç- bir büyüğünü, anne babasından daha çok
sevebilir mi? Bu doğal mıdır yoksa şeytanın kandırması mıdır?............................................... 31
Kıyamet günü yeniden dirildiğimizde, cennette müminlerin ruhsal durumları, beşeri
zaaflarımız, yaşımız, konuşacağımız dil, fiziksel ve bedensel durumlarımız, insanın hürriyeti
nedir?.............................................................................................................................................. 32
"Şu beş şeyi dilinizden düşürmeyin: Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber, La ilahe
illallah, La havle vela kuvvete illa billah.'' anlamında bir hadis var mıdır? ..............................33
2
Bazı kimselerin hastalıklarının iyileşmesi veya işlerinin iyi gitmesi niyetiyle papazlardan dua
etmelerini istemelerinin bir sakıncası var mıdır? ........................................................................ 34
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), Ramazan ve Kurban bayramlarından başkasını
kutlamayı yasak etmiş mi? Ramazan ve Kurban bayramlarından başka bayram kutlamak
caiz mi?........................................................................................................................................... 35
3
Peygamberimiz (a.s.v)'in amcası Hz. Abbas'ın hayatı hakkında bilgi
verir misiniz?
HZ. ABBÂS İBN ABDULMUTTALİB (r.anh)
Hz. Peygamber (asv)'in amcası. Künyesi Ebu'l-Fazl. Babası Abdulmuttalib, annesi
Nuteyle'dir. Abbas Rasûlullah (asv)'dan bir iki yaş büyüktü.
Abbas, çocukluğunda kaybolmuştu. Annesi onu bulunca Kâbe'nin örtülerini ipeklilerle
yenilemişti. Rasûlullah (asv) çocukken annesi ölünce dedesi Abdulmuttalib'in himayesine
geçtikten sonra Abbas'la çocuklukları beraber geçti. Gençliğinde Hz. Abbas ticaretle uğraşıp,
zengin oldu.
Araplar arasında Kâbe'ye hizmet büyük bir şeref sayılırdı. Kâbe hizmetleri Kureyş'in ileri
gelenleri arasında bölüşülmüştü. Hz. Abbas da sikâye görevini yapıyordu. Hac günlerinde
Abbas ile kardeşleri Zemzem kuyusundan su çekerek hacılara dağıtırlardı. Hz. Abbas su
dağıtma görevini İslâm'dan sonra da sürdürdü. Peygamberimiz (asv) Veda Haccı'nda Zemzem
kuyusunun başına gelip Hz. Abbas'tan su istemiştir.
Hz. Abbas, Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm'ı yaymaya başladığında tarafsız bir tavır takınmıştı.
Ne iman etmiş, ne de karşı koymuştu. Hatta kabul etmemesine rağmen İslâm davetinde Hz.
Peygamber (asv)'e yardımcı olmuştur. Medineliler Akabe'de Hz. Peygamber (asv)'e bey'at
ettiklerinde Hz. Abbas da orada bulunmuştu. Bey'at sırasında Rasûlullah (asv)'ın elini tutmuş,
Medinelilerle bey'atin gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hz. Abbas, Müslüman
görünmese de, ticârî ve idârî nüfûzundan Hz. Peygamber (asv)'i yararlandırmıştır. Öte yandan
hanımı Ümmü'l Fazl ise, ilk Müslümanlardandır. Müşrikler Bedir'e giderken zorla Hz. Abbas'ı
da götürdüler. Hz. Abbas'ın kerhen müşriklerle Bedir savaşına katılması üzerine Rasûlullah
(asv) şöyle dedi:
"Abbas'a her kim rastgelirse sakın öldürmesin. O, müşriklerin zoru ile yurdundan
gönülsüz çıkmıştır."
Fakat Hz. Abbas, Bedir'de esir düştü ve Rasûlullah (asv)'ın huzuruna çıkarıldı. Rasûlullah
(asv) ona kendisi, kardeşleri ve müttefiki olan Utbe b. Amr için fidye vermesini söyledi. O ise
yalnız kendisi için yüz, Akil için seksen ukiyye -takriben yedi bin dirhem- altın vermekle
yetindi. Ötekiler kendi mallarından fidye verip kurtuldular. Abbas, fidyeleri verdikten sonra
Rasûlullah (asv)'a şöyle dedi:
"Beni Kureyş'in fakiri dedirtecek hâle koydun. Hayatım boyunca ötekine berikine avuç
açacak hâle getirdin."
Rasûlullah (asv) da cevaben şöyle buyurdu:
"Peki Ümmü'l-Fazl'e emanet ettiğin mallar ne oldu? Buraya gelirken, 'Şayet kazaya
uğrarsam işte bunları oğullarım Fazl, Abdullah ve Kusem için sakla, seni kendimden sonra
zengin bırakıyorum.' diyerek gösterip gömdüğün altınlar ne oldu?"
Abbas şaşırdı ve "Vallahi senin Rasûlullah olduğuna şehadet ederim. Bunu benden, bir
de Ümmü'l- Fazl'dan başka hiçbir kimse bilmiyordu." dedi ve o anda hemen iman etti.
4
Daha sonra Hz. Abbas Mekke'ye döndü. Müslümanlığını gizledi ve Mekke'deki Müslümanları
korudu; Mekke ve müşriklerle ilgili Peygamberimiz (asv)'e haberler yolluyordu. Hz. Abbas,
Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce Medine'ye hicret etti. Hatta yolda Mekke'yi fethe
gelmekte olan Hz. Peygamber (asv) ile karşılaştığında Rasûlullah ona, "Ben peygamberlerin
sonuncusu, sen de muhacirlerin sonuncususun." demiştir.
Abbas Mekke'nin fethinden sonra Peygamber (asv)'in yanında yer aldı; Huneyn'de İslâm
ordusu dağılıp çok az kişi kalmışken Abbas, Peygamberimiz (asv)'in atının dizginlerini tutmuş
ve çağrısıyla Müslümanları çözülmekten kurtararak tekrar toplanmalarını sağlamış ve savaşın
kazanılmasına sebep olmuştur. Böylelikle onun gür sesi sayesinde büyük bir bozgun önlenmiş
oldu .
Hz. Peygamber (asv), Vedâ Hutbesi'nde, "fâizin her türlüsünün ayağı altında olduğunu ve
ilk kaldırdığı fâizin amcası Abbas'a ait olan fâiz borçları olduğunu" söylemiştir. Hz.
Abbas çok zengindi ve faizle borç para veriyor, yani tefecilik yapıyordu; ancak fâizin
kaldırılmasından sonra bir daha fâiz alış-verişiyle uğraşmamıştır. Bizans seferlerinde
Müslüman orduların silah ve teçhizatının mâli kaynağını da Hz. Abbas karşılamıştır.
Hz. Abbas üç halife zamanında da yaşadı. Hicretin otuzikinci yılında Medine'de seksen sekiz
yaşında vefat etti. Cenâze namazını Hz. Osman kıldırdı. 653 yılında öldüğünde arkasında on
erkek çocuk ile bir çok kız çocuğu bırakmıştır. Hudeybiye barışı sırasında Hz. Abbas'la
görüşen Hz. Peygamber (asv) onun baldızı Meymûne ile evlenmişti. Hz. Abbas'ın soyundan
gelenler sonradan Abbâsîler devletini kurdular.
Rasûlullah (asv), amcası Hz. Abbas'a saygı gösterir, onu övücü sözler söylerdi.
"Abbas bendendir, ben de ondanım."
Bir gün sarhoşun biri yakalanmış götürülürken Abbas'ın evine kaçmıştı. Tekrar yakalandıktan
sonra olay Rasûlullah (asv)'a anlatılınca o gülümsemiş ve bir şey söylememişti. Rasûlullah,
"Abdulmuttalib oğlu Abbas, bu Kureyş'in en cömerdi ve akrabalık bağlarına en
saygılısı."
demişti. Hz. Abbas köle azâd etmeyi çok severdi. Devlet işlerinde halifeler onun fikrini
alırlardı. Hz. Ömer onu yağmur dualarına alır götürürdü. Dürüst, geniş düşünceli, cömert,
yardımsever bir sahabeydi. Nesli alabildiğine çoğalmıştır. Buhârî ve Müslim'de ondan otuzbeş
hadis rivayet edilmektedir. Hz. Abbas Medine'de el-Bakî kabristanında medfundur.
(bk. Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/2-3.)
5
Kur'an-ı Kerim'de sadece Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv) ile
ilgili olan ayetler hangileridir?
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamdan bahseden ayetler
çoktur. Bunların tamamını verme imkanımız yoktur. Ancak Onun (asm) özeliklerini
anlatan bazı ayetlerle, peygamberliğinden bahseden ayetlerden bir kısmını vermeye
çalışacağız. (Ayetlerin sonunda verilen rakamlardan ilki sure numarası ikincisi de o
sureye ait ayet numarasıdır):
Hz. Muhammed’in Özelliklerini açıklayan bazı ayetler:
Kur’an-ı Kerim’de bir peygamber olarak Hz.Muhammed (asv) ile ilgili sayılan başlıca
özellikler; Allah’ın elçisi, son peygamber, evrensel peygamber, âlemlere rahmet, yüce
ahlâk sahibi ve güzel örnek oluşu özellikleridir.
Allah Elçisi
Hz. Muhammed (s.a.v), Yüce Allah’ın peygamber olarak seçtiği ve doğru yol üzere olan
elçilerden biridir:
“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi
Kur'an ve hak din ile gönderen Allah’tır. Şahit olarak Allah yeter.
Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara
karşı sert, birbirlerine ise merhametlidirler.” (48/29);
“Yâ, Sîn. Kur'an-ı Hakim’e and olsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş
peygamberlerdensin. Bu, babaları uyarılmadığından gâfil kalmış bir milleti
uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah’ın indirdiği Kur'an’dır.” (36/14)
Son Peygamber
Hz. Muhammed’in (s.a.v) Kur’an-ı Kerim’de belirtilen ikinci önemli özelliği, son peygamber
oluşudur:
“Muhammed, içinizden herhangi bir adamın babası değildir. O, Allah’ın
elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” (33/40)
Bu hususu, Hz.Peygamber (s.a.v) kendisi de belirtmiştir:
“Benden sonra artık gelecek olan peygamber yoktur.” (Müslim, fedâilü’ssahâbe, 30)
Evrensel Peygamber
Önceki peygamberler, kendi kavimlerine veya belirli bölgelere gönderilmiştir. Hz.
Muhammed’in (s.a.v) peygamberliği ise, bütün insanlık içindir:
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir;
fakat insanların çoğu bilmez.” (34/28)
Bütün insanlar için peygamber olduğunu ve buna inanmak gerektiğini duyurmak, onun Yüce
Allah tarafından verilmiş görevidir:
6
“De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O’ndan
başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın, hepiniz için gönderdiği
peygamberiyim. Allah’a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren
peygamberine -ki o da Allah’a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki
doğru yolu bulasınız.” (7/158);
”Öyleyse Allah’a, Peygamberine ve indirdiğimiz nûra, Kur'an’a inanın;
Allah işlediklerinizden haberdardır.” (64/8);
“Allah’a ve Peygamberine kim inanmamışsa bilsin ki, şüphesiz Biz,
inkârcılar için çılgın alevli cehennemi hazırlamışızdır.” (48/13)
Alemlere Rahmet
Son ve evrensel peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v), âlemlere rahmet olarak
gönderilmiştir:
“Doğrusu bu Kur'an’da, kulluk eden kimselere bildiri vardır. Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21/106-7)
Bu niteliklerinin bir gereği olarak, insanlara Yüce Allah’ın buyruklarını ve yasaklarını iletti,
hak dini öğretti, ebedî kurtuluş yolunu gösterdi.
Yüce Ahlâk Sahibi ve Güzel Örnek
Hz.Muhammed’in (s.a.v) başlıca özelliklerinden bir başkası, onun üstün ahlâk sahibi
oluşudur:
“Şüphesiz sen, büyük bir ahlâka sahipsindir.” (68/4)
Böyle yüce ahlâk sahibi bir peygamber, bütün insanlığın bağlanacağı güzel bir örnektir:
“Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı
umanlara ve Allah’ı çok anan kimselere Rasûlullah (Allah’ın Elçisi) en güzel
örnektir.”(33/21)
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Muhammed'in (asm) Peygamberliğinden bahsedilen Ayetler.
"Şüphesiz biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak hak (Kur'an) ile
gönderdik. Sen cehennemin halkından sorumlu tutulmayacaksın." (2/119)
"İşte bunlar Allah'ın ayetleridir; onları sana bir hak olarak okuyoruz. Sen de
gönderilen elçilerdensin." (2/252)
"Şüphesiz Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz
sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) Hainlerin savunucusu olma."
(4/105)
"Ey peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini)
yapmayacak olursan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni
insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah kafir olan bir topluluğu hidayete
erdirmez." (5/67)
7
"De ki "Ey insanlar ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi
(peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan
başka ilah yoktur O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamber
olan elçisine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. Ona
iman edin ki hidayete ermiş olursunuz." (7/158)
"Biz elçileri müjde vericiler ve uyarıp-korkutucular olmaktan başka (bir
nedenle) göndermiyoruz. Şu halde kim iman ederse ve (davranışlarını)
düzeltirse artık onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır."
(6/48)
"De ki: "O gökleri ve yeri yaratırken ve O (hep) besleyen (hiç) beslenmezken
ben Allah'tan başkasını mı veli edineceğim?" De ki: "Bana gerçekten
Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın müşriklerden olma."
(denildi.)" (6/14)
"Öyle ki Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben sizi O'nun
tarafından uyaran ve müjdeleyenim." (11/2)
"İnkâr edenler derler ki: "Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya."
Sen yalnızca bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderisin." (13/7)
"Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz
gün seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana her
şeyin açıklayıcısı Müslümanlara bir hidayet bir rahmet ve bir müjde olarak
indirdik." (16/89)
"Sizi en iyi Rabbiniz bilir; dilerse size merhamet eder dilerse sizi
azablandırır. Biz seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik." (17/54)
"De ki: "Şüphesiz ben ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana
sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı
umuyorsa artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi
ortak tutmasın." (18/110)
"Biz seni alemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik." (21/107)
"De ki: "Ey insanlar gerçekten ben sizin için yalnızca bir uyarıcıyım."
(22/49)
"Biz seni yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik."
(25/56)
"(De ki) "Ben ancak bu şehrin Rabbine ibadet etmekle emrolundum ki O
burasını kutlu ve saygıdeğer kıldı. Her şey O'nundur. Ve Müslümanlardan
olmakla emrolundum. Ve Kur'an'ı okumakla da (emrolundum). Artık kim
hidayete gelirse kendi nefsi için hidayete gelmiştir; kim sapacak olursa de ki:
"Ben yalnızca uyarıcılardanım." (27/91-92)
8
"Ey Peygamber gerçekten biz seni bir şahid bir müjde verici ve bir uyarıcı
olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çerağ
olarak (gönderdik). Mü'minlere müjde ver; gerçekten onlar için Allah'tan
büyük bir fazl vardır." (33/45-47)
"Biz seni ancak bütün insanlara bir müde verici ve uyarıcı olarak gönderdik.
Ancak insanların çoğu bilmiyorlar." (34/28)
"Şüphesiz biz seni hak ile bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
hiçbir ümmet yoktur ki içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın." (35/24)
"Andolsun hikmetli Kur'an'a, Gerçekten sen gönderilen (elçi)lerdensin.
Dosdoğru bir yol üzerinde(sin). (Kur'an) Güçlü ve üstün olan esirgeyen
(Allah')ın indirmesidir. Babaları uyarılmamış böylece kendileri de gafil
kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin)." (36/2-6)
"Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; (bu) ona yakışmaz da. O (kendisine
indirilen Kitap) yalnızca bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır." (36/69)
"De ki: "Ben, yalnızca bir uyarıcıyım. Bir olan, kahreden Allah'tan başka bir
ilah yoktur." "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstün
ve güçlü olan, bağışlayandır." De ki: "Bu (Kur'an), büyük bir haberdir."
Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz. "Mele-i Ala (yüce topluluk) tartışıp
dururken, benim hiçbir bilgim yoktur." "Bana ancak, yalnızca apaçık bir
uyarıcı olduğum vahyolunmaktadır." (38/65-70)
"Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise; Allah onların üzerinde
gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." (42/6)
"De ki: "Ben elçilerden bir türedi değilim bana ve size ne yapılacağını da
bilemiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben
apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim." (46/9)
"Şüphesiz biz seni bir şahid bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak
gönderdik." (48/8)
"Ki Allah'a ve Resûlü'ne iman etmeniz O'nu savunup-desteklemeniz O'nu en
içten bir saygıyla-yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu (Allah'ı) tesbih etmeniz
için." (48/9)
İnsanlığın büyük ahlâk örneğine, binlerce salât, selâm ve rahmet olsun.
9
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asv)´in şahsiyeti hakkında
neler söyleyebilirsiniz?
Hazret-i Peygamberin (asm) halleri ve vasıfları, hayatını anlatan eserlerde ve tarih
kitaplarında çokça bahsedilmiştir. Fakat o vasıfların ve hallerin büyük çoğunluğu, Hz.
Peygamberin (ASM) insan yönüne bakmaktadır ve anlatılanlar Hz. Peygamberin (asm)
sadece maddi şahsına bakmakta, manevi şahsına bakmamaktadır. Hz. Peygamber
(asm)'in manevi şahsiyeti ve kudsi mahiyeti o derece yüksektir ki, tarih kitaplarında
anlatılan maddi şahsiyetiyle alakalı vasıfları, O'nun (asm) yüksek kıymetini tam olarak
anlatmaktan çok uzaktır.
Kulluk yönü itibariyle bile "Bir işe sebep olan, o işi bizzat yapan gibidir." sırrınca, her
gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir muazzam ibadet, O'nun (asm)
sevaplarına eklenmektedir. Cenab-ı Allah'ın nihayetsiz rahmetine, nihayetsiz bir
surette, nihayetsiz bir kabiliyetiyle mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin
hadsiz duasına mazhar olmaktadır.
"Levlake levlake, lema halektul eflak" kudsi hadisi sırrınca şu kâinatın yaratılışının asıl
gayesi, tarihlerin şahitliği doğrultusunda en mükemmel insan , Kâinatın Hâlık' ı olan
yaratıcımızın tercümanı olan mübarek şahsiyetini ve mahiyetini tam olarak anlamak
için kitaplardaki vasıfları ve halleri kâfi gelmemektedir.
Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız gibi Bedir Savaşı'nda yanında bulunan,
Hz. Cebrail'i geride bırakarak Mi'raç'da Cenab-ı Allah ile görüşecek kadar yüksek
makamlara erişen manevi mahiyetini bir kenara bırakıp; savaşta zırh giyen, yara alan,
hasta olan, açlık çeken, ticaret yapan, sahabeleri ile bir arkadaş gibi sohbet eden, bir aile
reisi olarak eşleri ve çocukları ile ilgilenen, torunları ile oynayan,.. vb. insani yönleri ile
değerlendirmeye kalkmak hata olacaktır.
İşte, yukarıda anlatıldığı gibi Efendimizin (asm) insani yönü ile alakalı duyulanlar
karşısında hata yapmamak için, bir de başımızı kaldırıp hakikî mahiyetine ve
peygamberlik vazifesi ile Cenab-ı Hakk'ın elçisi ve Rehber Kitabının tercümanı olan asıl
nuranî manevi şahsiyetine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye
düşer.
Anlatılanların daha iyi anlaşılması için şöyle iki misal verilebilir:
Örneğin bir hurma çekirdeğini düşünelim. O hurma çekirdeği toprak altına bırakılıp, zamanla
büyüyerek koca meyveli bir ağaç olur. Hem gittikçe her tarafa dal ve budak verir büyür.
Veya bir tavus kuşu yumurtası düşünelim. Zamanı gelince o yumurtadan yavru bir tavus kuşu
çıkar. Sonra, mükemmel olarak yaratılmış ve her bir tüyünde bir sanat eseri gibi nakışlar
işlenmiş bir tavus kuşu olacaktır.
Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın kendilerine has basit yapıları ve sıradan halleri vardır.
Ancak sonradan ortaya çıkan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın son hallerine
nispeten çok mükemmel özellikleri vardır.
Şimdi, sıradan bir insana o çekirdek ve o yumurtanın özelliklerini ağaç ve kuşun özellikleri ile
irtibatlandırıp anlattığımız zaman olması gereken, çekirdekten ağaca kadar veya yumurtadan
mükemmel bir tavus kuşu oluncaya kadar olan mertebelere bakarak o ağaç veya yumurtaya
bakmalıdır. Yoksa, “Küçük bir çekirdekten yüzlerce hurma çıktı.” veya “Şu yumurta,
10
kuşların sultanı olabilecek güzellikte yaratılan bir tavus kuşudur.” denilse aklı almadığından
inkâr edecek, yalanlayıp inanmayacaktır.
İşte, misaldeki gibi, Peygamber Efendimizin (asm) insan olmasının gerektirdiği hallerini, o
çekirdek veya o yumurtaya benzetirsek, peygamberlik vazifesi ile parlayan nurani şahsiyeti
de, cennetin bir tûbâ ağacı veya hümayun kuşuna benzeyecektir. Hem de bu manevi yönü
daima daha da yükselmeye devam etmektedir. Çünkü yukarıda da bahsedildiği gibi
ümmetinin her zaman yaptığı ibadetlerinin, amellerinin ve dualarının bir misli O'nun (asm)
sevaplarına eklenmekte ve manevi mertebesinin her geçen zaman daha da artmasını
sağlamaktadır. Onun için, insan olmasının gereği olan yönleri duyulduğu zaman diğer
taraftan, Refref’e binip, Hz. Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne çıkarak Cenab-ı Allah'a
muhatap olan nurani manevi şahsiyetine de hayal gözümüzü kaldırıp bakmamız
gerekmektedir. Yoksa ya hürmetsizlik ederiz veya nefsimizin ve şeytanımızın da yardımı ile
inkâr ederiz.
Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve Ahlakı
Peygamber Efendimiz (asv), bedenen olduğu kadar ahlak ve şahsiyeti itibariyle de insanların
en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlak üzeresin." (Kalem, 68/4).
Bizzat Hz. Peygamber (asv); "Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim."
buyurmuştur (Muvatta', Husnü'1-Hulk, 8).
Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz (asv) çocukluğundan beri Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve
murakabesi altında idi. Bu sebeple O; "Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti."
buyurmuş (Süyüti, el-Ca-miu's-Sağîr 1/14); hayatı boyunca gayri İslamî ve gayri insanî hiç bir
söz, davranış ve fiil ondan sadır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü,
dürüstlüğü, ahde vefası, yardım severliği ve her türlü güzel ahlakı ile takdirler kazanan ve
KureyşIiler tarafından "el-Emîn = güvenilir kişi" ünvanına layık görülen Hz. Muhammed
(asv), peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur'an'la mü'minlere ve bütün insanlara emrettiği
tüm ahlakî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine
getirmiştir. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha)'ye Ashab-ı kiram'dan birisi Hz.
Peygamber (asv)'in ahlakını sorduğu zaman, Hz. Aişe; "O'nun ahlakı Kur'an idi." diye
cevap vermişti (Müslim, Müsafirîn 136).
Peygamber Efendimiz (asv), Allah'ın Rasulü ve İslam devletinin başkanı olarak yönetimi
elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevazî ve samimi idi. Daima sade bir hayatı
tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm yaşayışı sade idi. Zengin-fakir, küçükbüyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir müracaatı boş
çevirmez, meşru istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç
kimseye kötülük yapmaz, kimsenin kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez,
kimsenin gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet
kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu
şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecaat, sabır, azim ve ümit, müsamaha ve
iltifat, şefkat ve merhamet, O'nun belirgin ahlakî özellikleri idi.
Hz. Muhammed (asv), peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekaya,
keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhakeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine
sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun
davranışı uygular ve Cenab-ı Hakk'a tevekkül ederdi.
11
Hz. Muhammed'in Kişiliği
o Daima düşünceliydi...
o Susması, konuşmasından uzun sürerdi...
o Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı...
o Dünya işleri için kızmazdı...
o Kötü söz söylemezdi...
o Affediciliği tabii idi...
o İntikam almazdı...
o Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi...
o Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi. Çok konuşmazdı. Boş şeylerle
uğraşmazdı...
o İmanı, umutsuzluğa düşürmezdi...
o Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı...
o Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı...
o Kimsenin kusurunu araştırmazdı...
o Kimseye, hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi...
o Yanında en son konuşanı, ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi...
o Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler; bir şeye hayret ederlerse, o
da onlara uyarak hayret ederdi...
o Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi...
o Her zaman ağırbaşlıydı...
o Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı...
o Kelimeleri, parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı...
o Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü; ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına
salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve
sükunetle rahatça yürürdü...
o Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi...
12
o Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen
dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!"
o Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu...
o Adet üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı...
o Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı...
o Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi...
o Önüne ne konulursa yerdi...
o Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı...
o Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere
oturmazdı...
o Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi: “İlahi, doğru yoldan sapmaktan ve
saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan,
saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.”
o Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı.
o O, Hz. Peygamber'di. Efendimizdi.
Binlerce Salat ve Selam olsun İki Cihan Güneşine ...
13
Bir sınıf öğretmeninin sınıfındaki çocuklara (kız erkek karışık) şarkı
söyletmesi, flüt çaldırması, resim çizdirmesi dinen caiz midir?
Öğretmenin onunla kazandığı para helal midir?
İslam Dini müzik konusunda ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine, genel ilke ve
amaçları belirlemekle yetinmiştir. Bu itibarla aslen mubah görülmekle birlikte
dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmaması, haramların işlenmesine
götürmemesi, başkalarının haklarını ihlal etmemesi gibi şartlar göz önüne alınarak,
milli ve manevi duyguları coşturan müziğin çalınmasında ve dinlenmesinde bir sakınca
yoktur.
Sonuç olarak dinimizce yasaklanan unsurlara yer verilmediği sürece şarkı söylenmesinde /
söylettirilmesinde veya resim çizilmesinde / çizdirilmesinde sakınca yoktur. Bu yolla
kazanılan para da helaldir.
Not: Bu şartlara uygun olarak yapılmasının caiz olması, ergenlik çağına gelmemiş çocuklar
içindir. Ergenlik çağına gelmiş gençler için sınırlamalar vardır.
14
Bir işe başvururken iş için gerekli donanımlara sahibiz, fakat bizde
bulunan kronik bir hastalığı sorulduğu halde beyan etmezsek
bir sorumluluğu olur mu?
Sorulara doğru cevap vermek şarttır. Gizlerseniz caiz olmaz ve başkalarının hakkına da
tecavüz olur.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman
Borç olarak alınan bir altını, ödeme gününde aynı değere takabül
eden para ile ödemek mümkün müdür?
Borçlu, alacaklıya olan altın borcunu vereceği zaman; aldığı şekliyle altın olarak
verebileceği gibi, alacaklının razı olması durumunda borcun ödeneceği günkü
değerinden de verebilir.
Hastalığından dolayı saçlarını kaybeden bir bayan, protez saçlarının
üstüne mesh edebilir mi? Abdest ve gusülde ne yapmalıdır?
Saçlarınız kolayca çıkıp giren, çıkarılıp takılan şekilde ise, gusül (dince yıkanmanız
gereken durumda bütün abdest) alırken çıkarıp altını yıkarsınız, normal abdest alırken
üstünden meshedebilirsiniz.
Eğer saçlar yapışık, kolay çıkarılamayan bir şekilde yapılmış ise gusülde de üstünden
yıkamak yeterli olur.
15
“Ben Allah’a inanıyorum, fakat bütün dinlere eşit mesafedeyim.”
demenin bir sakıncası var mıdır? Dinlerin çok gönderilme
sebebi nedir?
Allah’a inanmak, Allah’ın indirdiği vahiylerde kendini tanıttığı gibi inanmak demektir.
Bu vahiyler içerisinde -hiç şüphesiz- en kapsamlı, en muhtevalı, en detaylı ilahî
sıfatlardan bahseden, tahriften korunmuş, Allah’ın korunmasına alınmış bir kitap olan
Kur’an’dır.
Kur’an’ın kabul etmediği bir Allah tasavvuru elbette geçersizidir. Kureyş müşrikleri de
kendi tasavvurlarında bir Allah’a inanıyorlardı, taptıkları putları da ona ulaşmak için
bir aracı olarak görüyorlardı. Güneşe, aya, yıldızlara tapanlarda da bu nevi yanlış Allah
inancı vardır.
İnsanların kendi aklıyla -faraza- kâinatı yaratan bir gücün varlığına inansa bile, onun
bütün sıfatlarına isabetli bir şekilde inanması mümkün değildir. Nitekim, insanlık
camiasında akıl cihetiyle birer yıldız sayılan filozoflarda bile Allah inancı isabetli bir
noktada olmamıştır. Bu konuda Allah’a inanmakla meşhur olan Dekart, Pascal,
Newton, Leibnz gibi filozoflarda bile O’nun sıfatlarının bazısında yanlışları söz
konusudur. İmam Rabbanî vahyin verilerine dayanmadan kendi başlarına hakikatleri
öğrenme iddiasında olan filozofları ahmaklıkla suçlamıştır.
Bu işin bir tarafı.
İkinci önemli bir nokta ise, İslam’da kabul edilen imanın altı temel esaslarının -imanın
bütününden- ayrılmaz birer paça olduğu gerçeğidir.
Bu esaslardan birine iman etmemek diğerlerini de inkâr etmek manasına gelir. Çünkü,
biz Allah’ı Kur’an ile tanıyoruz, Kur’anın belirttiği şekilde iman ediyoruz. Kur’an‘a
inanmayan bir kimsenin doğru bir şekilde Allah’a inanması mümkün olmadığı gibi,
diğer iman esaslarına da inanmak imkânsız olur. Çünkü Kur’an onların da kaynağıdır.
Hz. Peygamber (asv) için de aynı şey söz konusudur. Biz bir yandan içinde barındırdığı
mucizelerine bakarak Kur’an’a iman ettiğimiz gibi, bir yandan da yüzlerce mucize
nişanlarıyla donanmış, okuma-yazması olmayan ümmî bir zat olan Hz. Muhammed
(asv)’in şahsına ve şahsiyetine bakarak ona iman ediyoruz. Bunlardan birine iman
etmemek, imanın bütün şartlarını kabul etmemek anlamına gelir. Çünkü, ahiret, melek,
diğer peygamberler ve semavî kitaplara inanmamız, ancak Kur’an’a ve peygambere
olan imanımız sayesinde söz konusudur. Onlara iman etmediğimiz zaman bunlara
inanmamız asla mümkün olmaz.
Gerçek manada Allah’a iman eden kimsenin, Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmesi,
hayatını ona göre düzenlemesi, Onun razı olduğu, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyleri
öğrenip kendini ona göre ayarlaması akl-ı selimin gereğidir. Bunları öğrenmenin yegâne
yolu Kur’an ve Hz. Muhammed (asv)’in öğretileridir.
Bu sebeple, İslam dininin mesajlarını duyan herkes bu dini araştırmak ve aklını
kullanarak iman etmekle mükelleftir. Bu durumdaki bir kimse sadece kendi kafasına
göre varlığına inandığı Allah’a iman etmekle kurtulamaz.
16
***
Hz. Adem (as)’den Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselama kadar gönderilen dinlerin ayrı
ayrı olmasının çok hikmetleri vardır. En önemli hikmetlerinden biri, insanların farklı
zamanlarda farklı seviyelerde, farklı görgülerde olmasıdır.
İnsanlık bir açıdan bir eğitim kurumu gibidir. İster bir önceki kitap tahrif olsun, ister olmasın,
Allah’ın hikmetinin uygun gördüğü zamanlarda farklı kitaplar, farklı şeriatler gelir.
Bütün kitaplar, Allah’ın uygun gördüğü hak dinin temel maksatları olan iman esasları
konusunda hiç değişmeden devam ede gelmişlerdir. Şu var ki, her zamanın anlayış
kabiliyetine uygun olarak, farklı üsluplar kullanılmış, farklı tasvirler yapılmış, farklı detaylar
verilmiştir. Aynı matematik dersi olsa da, ilk okul çocuklarına verilen ders ile, üniversite
öğrencilerine verilen dersin üslubu, tasviri ve detayları elbette değişik şekillerde olur.
Dinlerde iman esasları aynı kalmakla beraber, füruat denilen şer’î hükümler ve muamelelerin
zamanın şartlarına göre yeniden düzenlenmesi hikmetin gereğidir. Kış elbisesi ile yaz elbisesi
farklı olduğu gibi, hak dinlerin insanlara giydirdiği şer’î elbiseler de farlıdır.
İslam dini, Tevrat’ın kıyamete kadar uygulanabilirliği olan evrensel bazı hükümlerini de
içine almıştır; uygulanabilirliği olmayanları ise, rafa kaldırmıştır.
Eski peygamberler, bütün insanlara değil, sırf içinde bulundukları topluluğa gönderilmiştir.
Yalnız, Hz. Muhammed (a.s.m) son peygamber olarak, hem kıyamete kadar bütün zamanlara,
hem bütün bölgelere, hem de bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir.
17
Adn cenneti ile Firdevs cenneti arasındaki fark nedir? Adn
cennetine kimler girer, Firdevs cennetine kimler?
Hangi cennete hangi şahısların ve şahsiyetlerin gireceğini söyleyecek durumda değiliz.
Bunu ancak Allah bilir.
Kur’an’da yaklaşık 170 defa tekil veya çoğul olarak cennetten söz edildiği halde, Firdevs
cennetinden iki defa, Adn cennetinden ise on bir defa bahsedilmiştir. Bu da gösteriyor
ki, Kur’an’da mükâfat yeri olarak nazara verilen “sekiz adet” cennettir. Bunların hepsi
de çok güzeldir.
“Allah mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, ebedî kalmak üzere
girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler vaad etti. Hem Adn
cennetlerinde hoş hoş konaklar! Hepsinden âlâsı ise Allah’ın kendilerinden
razı olmasıdır. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur.”(Tevbe, 9/72)
mealindeki ayette, genel cennetlerle Adn cennetlerinin aynı kategoride sayılması, cennete
gidenlerin ayırıcı vasıflarına değinilmeden ifade edilmesi, bu söylediklerimizin kanıtıdır.
Adn cennetine girenlerin vasıfları belki de en geniş şekliyle Rad suresinin 19-24. ayetlerinde
yer almıştır. Bu konudaki anahtar kelime “Ulu’l-elbab” (akıllı kimseler)dir. Akıllı
kimselerin özellikleri olarak da; “Allah’a verdikleri sözü tutan, emirlerini yerine getiren,
O’ndan korkan, kötü hesapla karşılaşmaktan endişe eden, Allah’ın rızasını esas alan,
namaz kılan, gizliden ve açıktan Allah yolunda harcayan, kötülüğü iyilikle savmaya
çalışan...” kimseler söz konusu edilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu özellikler sadece ADN cennetine girenlerin değil, aynı zamanda genel
olarak cennete gidenlerin temel özellikleridir.
Firdevs cennetine gidenlerin özellikleri de genel olarak cennete gidenlerin aynı özellikleridir.
“İman edip makbul ve güzel işler yapanlara gelince, onlara da konak olarak
Firdevs cennetleri hazırlandı.”(Kehf, 18/107),
mealindeki ayette bu gerçeğe işaret etmektedir.
İkinci kez tekrarlanan Firdevs cennetinin geçtiği yerde (Müminun, 23/1-11) ise, anahtar
kelime olarak “iman” esas alınmıştır. Ve iman eden / müminlerin vasıfları da yaklaşık ADN
cennetine girenler için kullanılan aynı vasıflardır.
Bu iki ayrı cennetin sakinleri için referans verilen anahtar kelimeler ve vasıflar dikkate
değerdir. ADN cenneti için “Akıl”, Firdevs cenneti için “İman” nın zikredilmesi, akıl-iman
ilişkisine de ışık tutmaktadır. Demek ki gerçekten akl-ı selime sahip insanlar mutlaka iman
edeceklerdir. Çünkü İslam’da genel olarak bütün davalar, hükümler akla tasdik
ettirilmektedir. Bu yüzdendir ki, “Aklı olmayanın dini de olmaz” denilmiştir. Geriye kalan
ortak vasıflar ise, “amel-i salih” kavramıyla ifade edilir ki, Allah’ın emirlerine riayet,
yasaklarından uzak durmak demektir.
Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs-i şerife göre, Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Allah'a ve elçisine îmân eder, namazı kılar, zekâtı verir ve ramazânı
oruçlu geçirirse; ister Allah yolunda hicret etsin, isterse doğduğu yerde
otursun; Allah'ın onu cennete koyması kendisi için bir haktır.”
18
"Ey Allah'ın Rasûlü, bunu insanlara müjdelemeyelim mi?" diye sordular. Allah Rasûlü şöyle
buyurdu:
"Cennette yüz derece vardır ki; Allah Teâlâ bunları Allah yolunda cihad
edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arasında gökle yer arası kadar
mesafe vardır. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Muhakkak ki
o, cennetin ortası ve en yüksek yeridir. Onun üstü Rahmanın arşıdır ki
cennet ırmakları oradan kaynar.”(Buharî, Tavhid, 22; Müslim, İmare, 46).
Hadiste “Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz...” ifadesi her mümin için
geçerlidir. Herkes isteyebilir ve Allah’ın lütfüyle oraya girebilir.
Hz. Peygamber (a.s.m)’in ümmetine Firdevs cennetini istemelerini salık vermesi ise,
ümmetine karşı gösterdiği vefakârlığın bir örneğidir. Ayrıca, Efendimiz (a.s.m) zaten, kendisi
dahil hiç kimsenin kendi ameliyle cennete gidemeyeceğini öğretmiştir. Onun cennetin hangi
bölümü olursa olsun, ilahî bir lütuf olacağını ders vermiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Cennetten istifade farklı mı olacaktır?
Cennetin tabakaları hakkında bilgi verir misiniz?
19
Kur'an'daki kelimelerin başka dillerde bir çok anlamı var. Bunlar
Peygamber zamanında var mıydı? Yoksa zamanımıza kadar bir
Arapça kelimeye daha fazla anlamlar mı eklendi?
Bir dilin zaman içerisinde yeni manalara açık olması, kelimelerin yeni anlamlar kazanması bir
gerçektir. Bu konuyu araştıran "semantik" (anlam bilimi) adıyla bir bilim dalı da vardır.
Arapça da bu kuraldan istisna değildir. Yüz yıllar önce bu konuya dikkat çeken alimler vardır.
Şatıbî de el-Muvafakat adlı eserinde ilmî tefsir anlayışına karşı çıkarken bu gerekçeyi öne
sürmüştür.
Ancak, Kur’an gibi sonsuz ilahî ilmi yansıtan ezelî ve ebedî bir kitaba bakarken, o sonsuz
ilmin ön gördüğü hikmetli ifadeleri ve o hikmetli ifadelerin ön gördüğü kelimelerin tercihini
aklın gözünden ırak tutmamak gerekir.
Zaman ve mekân üstü bir konuma sahip olan Kur’an’da kullanılan ifadelerin ve kelimelerin
bir çok mana ifade etmesi, onun mucizeliğinin bir gereğidir. Çünkü, Kur’an yalnız o zamanın
insanlarına ve onların anlayışlarına hitap eden bir kitap olamaz. Her asra hitab eden ilahî bir
kitap olan Kur’an-ı Hakîm'in o günkü insanlara hitap ettiği aynı cümlede bin yıl sonra gelecek
insanları da tatmin edecek bir üslubu kullanması hikmetinin bir gereğidir.
Bu sebeple, kullanılan ifade ve kelimelerin zaman içerisinde ilmî keşiflere işaret edecek
olması da onların özellikle kullanılmasının önemli bir tercih sebebidir. (Geniş bilgi için bk.
Niyazî Beki,“Kur’an’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri, Risale-i Nur)
İlmî keşiflere işaret eden ayetlerde, sadece söz konusu semantik gelişmelere paralel olarak
farklı manalar kazanmış olan kelimelerin kullanılmasından ibaret değildir. Saadet asrından
beri Kur’an’ın tefsiri yapılmış ve daha sonra yazılan binlerce tefsirlerin de en önemli
dayanakları yine sahabelerdir. Özellikle Abdullah b . Abbas ve onun talebelerinin görüşleri
tefsirlerin her tarafında yaygındır. Son zamanlarda tefsirlerde yer alan ilmî keşiflerle alakalı
bilgiler, o klasik tefsirlerde yer alan bilgilere ters düşen bilgiler değil, onlardan güç alan
bilgilerdir. Buna göre, Kur’an’da -doğru anlaşılmış- eski ve yeni bilgiler arasında bir zıtlık
değil, destek ve pekiştirme vardır. Bu da son derece normal bir ilmî kuraldır. Çünkü, ilim ilme
güç verir.
Yeni keşiflerin işaretinde dayanak kabul edilen Kur’an’ın ifadelerindeki kelimelerin sözlük
anlamı, yaklaşık bin sene önce yazılmış lügatlerde de vardır. İlmî keşiflerin doğru olarak
tespit ettikleri gerçeklere işaret eden ayetlerde konuyla ilgili anahtar kelimelerden çok anahtar
ifadeler vardır. İfadeler ise soruda söz konusu edilen endişelere mahal bırakmayacak kadar
açıktır.
Örneğin, eşyanın çift yaratılması, her canlının sudan yaratılması, ceninin anne rahminde
geçirdiği safhalar vs. gibi bir çok önemli ilmî işaretler çok açık ifade edilmiştir. Yer ile
göklerin “önce bitişik iken ayırıverildiği” gerçeğinin anahtar kelimeleri olan “Retk-Fetk”
sözcüklerin manası ise, saadet asrından beri hiç değişikliğe uğramadan gelen kelimelerdir.
Eski zamanda, bu “bitişiklik-ayrışıklık” kavramları, gök ile yerin daha önce bitkileri
bitirecek bir kabiliyete sahip olmadıkları, daha sonra atmosfer yaratılarak gökten / yukarıdan /
buluttan yağmur, yerden ise bitkiler bitmeye başladığı manasında anlaşılmıştır ki, bu mana
tamamen doğrudur. Ancak aynı kelimlerden ve ifade tarzından göklerin ve yerin daha önce
bitişik bir cevher halinde olup, daha sonra bunların birbirinden ayrılarak değişik yerlerde ve
değişik yörüngelerde yerleştirilmesi husus da anlaşılmıştır.
20
Big-bang teorisine de uygun olan bu anlayış doğru olmakla beraber, semantik açısından
kelimelerin zamanla yüklendiği bir manadan istifade cihetine gidilmemiş ve buna gerek de
kalmamıştır.
Cevabı bir ayet mealiyle bitirelim:
“O yarattığı mahlûkunu hiç bilmez olur mu? (İlmi her şeye nüfuz eden, her
şeyden haberi olan) latîf ve habîr O'dur.” (Mülk, 67/14)
21
Hz. Muhammed (asm) miraçta Allah’tan üç şey istediği söyleniyor,
bu doğru mu? Bu konuyu açıklar mısınız?
Peygamberimiz (asv)'in Allah’tan istediği üç şeyi Miraç’ta değil başka zamanlarda vuku
bulmuş bir husustur.
İlgili hadisin meali şöyledir: Hz. Peygamber (a.s.m) diyor ki;
“Ben Rabbimden üç şey istedim; istediklerimden ikisini verdi, birisini ise
benden esirgedi: Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim;
bu isteğimi yerine getireceğine dair söz verdi. Bir de kendisinden ümmetimi
suda boğmakla helak etmemesini istedim, bu isteğimi de yerine getireceğine
dair söz verdi. Sonra ümmetimin kendi aralarında kavga edip dövüşmelerine
izin vermemesini istedim, bunu benden esirgedi.”(Müslim, Fiten, 20).
Miraç’ta ise “üç şey istedi” yerine “üç şey verildi” demek daha doğrudur. Abdullah b. Mesud
anlatıyor:
“…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e şu üç şey verildi: Beş vakit namaz
verildi, Bakara Suresinin son kısmı (Amenerresul) verildi ve bu ümmetten
Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı hususu (söz
verildi)” (bk. Müslim, İman, 279).
Miraç vasıtasıyla insanlara ve meleklere yani, yer ve gök sekenelerine verilen mesaj ve
yeryüzünün en kıymetli varlığı insana Resulullah (sas)'ın Rabbimizden getirdiği gök
hediyelerini ve ilahi ikramları kısaca açıklamak uygun olacaktır.
Miraçtan getirilen ve hediye tabir ettiğimiz olgular, insanın dünya ve ahiretini yakından
ilgilendirmektedir.
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü.
Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti.
Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan, mümin ruhlara
manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat
gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece müminler
sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan her şeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki
Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.
Mü'minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz
bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden
ne istiyor, anlasaydık.” derken, İki Cihan Serveri (asv) yetmiş bin perde arkasından ezel ve
ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi, beşere hediye etti. Bu
hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp
getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz (asv) kendi gözüyle
Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber
vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray
verilse ne kadar sevinir. Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu
sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.
22
Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz (asv) Miraçta Cenab-ı Hakk'ın cemalini görme nimetini
tattı. Bu manevi nimetin Cennette müminlere de nasip olacağı müjdesini verdi.
“Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle
Cennette apaçık göreceksiniz.”
buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi
olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan, bu
meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı.
Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir...
Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve
baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin." dendiğinde, o
insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde,
akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakk'ın ebedi mülkünde seyir ve seyahate
erecektir. Cenab-ı Hakk'ın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb
ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük
arzu ve hedefidir.
Buna göre;
İman ile insan... Alay-ı illiyin dediğimiz maneviyatın ve yaradılışın en yüksek derecesine
çıkıyor.
İman ile insan... Eşref-i Mahlûkat dediğimiz tüm yaratılanların en şereflisi rütbesine çıkıyor.
İman ile insan... Sahib-i Kâinat dediğimiz Rabbulaleminin direkt muhatabı olma makamına
çıkıyor.
İman ile insan... Yeryüzünün halifesi ve mahlûkatın Allah katında temsilcisi olma derecesine
çıkıyor.
İman ile insan... Şu dünyada Cenab-ı Hakk'ın aziz ve muhterem bir misafiri konumuna çıkmış
oluyor.
İşte bu hakikat Miraç'ta Peygamberimize (asv) bildiriliyor ve imanın bize neler kazandırdığını
ve kazandıracağını bize haber vererek, Ehl-i İmanı bunlarla müjdeleyerek haberdar ediyor.
Bize düşen görev ise Rabbimizin bize verdiği kıymeti, değeri ve önemi kavramak ve Allah
katında kıymetli ve değerli olmanın ancak Allah'a iman ve itaat ile olduğunu bilerek yaşamak
ve hayatımızı mutlaka helal dairede kalarak ve haramlardan da sakınarak yaşamak ile
olduğunu bilmek!.. (bk. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz.)
23
Bazı Hristiyanların, tanrının Hz. İsa’nın içine girmesi veya ona hulul
etmesi, tanrının mekandan münezzeh olmasına aykırı olmaz,
anlayışını nasıl değerlendirirsiniz? Ayrıca, bizim inanışımıza
göre Allah mekandan münezzehtir; bu ne demektir?
"Allah mekândan münezzehtir." demek, hiçbir yerde olmaması, hiçbir yeri mekân
edinmemesi, hiçbir mekâna muhtaç olmaması demektir.
“Allah’ın hiçbir benzeri yoktur.”(Şura, 42/11)
mealindeki ayette de bu gerçeğe işaret vardır. Çünkü, mekânda yer almak demek, başka
varlıklara benzemek anlamına gelir.
“Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.”(Kenzu’l-ummal, h. No: 29850)
mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış
varlıktan hiç bir eser yokken Allah vardı.
Ehl-i sünnetin bu konudaki akidesi / inancı budur: “Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey
yoktu.” Ne gök vardı, ne de yer vardı ve ne de Hz. İsa (as) vardı. Allah, zamanın, mekanın,
göklerin ve yerin olmadığı vakitte neredeyse yine oradadır. Orada ne zaman ve ne de mekân
vardır. Demek ki, Allah zaman ve mekândan münezzehtir.
Şunu da unutmayalım ki, Allah ilim ve kudret sıfatlarıyla her yerde hazır ve nazırdır; yoksa,
kendi Zat-ı Akdesiyle hiçbir yerde değildir, çünkü, Allah zaman ve mekândan münezzehtir.
Çünkü, zaman ve mekân yok iken de o vardı. Onun Zat-ı Akdesini idrak edemediğimiz gibi,
onun ezelde nerede olduğunu da idrak edemeyiz. Ezelde nerdeyse şimdi de oradadır. Orası
zaman ve mekânın olmadığı vücup dairesidir.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Allah’ın -haşa- Hz. İsa (as)’ın vücuduna hulul ettiğine dair
iddialarını Müslümanlarca kabul edilen “Allah her yerde hazır ve nazırdır.” prensibiyle
karşılaştırmaları son derece yanlıştır. Çünkü bu ikisi arasında dağlar kadar fark vardır.
Öyle zannediyoruz ki, "Hulul" iddiasında bulunanlar, Hristiyanların cahil olan avam
tabakasıdır. Bilenler bunu böyle anlamıyorlar. Yalnız Hz. İsa (as)’ın Allah’ın tekvinî bir sözü
olarak farklı bir vahiy şeklinde olduğunu söylüyorlar. Amerika’da bazı papazlarla yaptığımız
sohbetlerde bunu dediğimiz şekilde seslendirdiklerini algılamıştık.
Bir keresinde doktora ve mastır eğitimini veren bir fakültede bir papaz, “üçleme itikadının
aklî olmadığını, bunu yeniden yorumlamak gerektiğini ve bunun öncülüğünü de kiliselerin
yapmasının zorunlu olduğunu.” söylemişti. Bu konuşmasından sonra -dışarıya çıktığımızdabiz de kendisini tebrik etmiştik.
Gerçek şudur ki, ilah olan Allah bütün kainatın yaratıcısıdır. Hz. İsa (as) da diğer insanlar gibi
bir beşerdir; diğer peygamberler gibi Allah’ın kuludur ve elçisidir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Hz. İsa’ya (a.s.) veya bir başka insana “İlâh” demenin hükmü nedir?
Hristiyanların Hz.İsa (as) hakkında "Allah'ın oğlu derken, onunla aynı özden olduğunu
kastediyoruz." demelerine cevap verirseniz sevinirim...
Kur'an-ı Kerim’de Hz. İsa (as)’a kelam ismi verildiğine göre, Hz. İsa (as) da mahluk değildir,
denilebilir mi? Kur'an'da geçen Kelimetullah kavramı ne demektir?
24
Kur’an’da o dönemki Araplara has bir uygulama olan zıhardan
bahsedilmesinin hikmeti nedir? Arkasından köle azad etmekten
bahsedilmektedir. Kur´an ebedi mesaj olduğuna göre, bu tür
ayetler günümüz insanına hangi manalarla hitap etmektedir?
İslam’da hükümler iki şekilde ortaya konmuştur:
Biri, daha önce insanlar tarafından da kullanılan bazı hükümlerdir ki, İslam’da bunlar
kıyamete kadar insanlık camiasında uygulanabilir bir hüviyete kavuşturularak tanzim
edilmiştir. Bu gibi hükümlere “Şeriat-ı muaaddile = eskide var olmakla beraber yeniden tadil
edilerek tanzim edilen hükümler” adı verilir.
Diğeri ise eskiden olmayan İslam’ın ilk defa ortaya koyduğu hükümlerdir ki, bunlara “Şeriatı muhteria = İslam dininde ilk defa ortaya konan hükümler” denir.
Zıhar konusu bir şeriat-ı muaddiledir. Araplar, istemedikleri eşlerini zıhar prensibiyle
kendilerinden uzaklaştırırlar, başkasıyla da evlenmemesi için bunu istedikleri kadar tekrar
ederler, uzatırlardı. Hatta bu zihar aynı zamanda bir nevi talak olarak da hükmünü icra ederdi.
İslam ise, bu zıharın talak olmadığını ortaya koymuş, talakı / boşanmayı da üç sayıyla
sınırlandırmıştır. Yani Zihar sadece Araplar tarafından kullanılan İslam öncesi bir hüküm
değil, artık Müslümanlar tarafından da kullanılan bir hükümdür. Ancak, Kur’an bu hükmün
talak fonksiyonunu ortadan kaldırdığı gibi, bunun süresini dört ay on gün olarak tespit edip,
zamanının belirsizliğini de ortadan kaldırmıştır.
Kölenin azat edilmesi meselesi ise, İslam tarihi boyunca İslam aleminde uygulanmış bir
realitedir. Vakıa, köleliği İslam getirmemiştir. İslam’dan çok öncelerinden beri var olan bir
kurumdur kölelik. Fakat bütün dünyada hükmünü icra ettiği için İslam bu vahşi adeti birden
ortadan kaldırmamıştır. Ancak, bunun yerine iyileştirmeler getirmiş, efendilerine
giydiklerinden kölelerine de giydirmelerini, yediklerinden yedirmelerin, onlara kardeşim
demelerini salık vermiş, hürriyetlerine kavuşturulmaları için her fırsatı değerlendirmiştir.
Kefaretlerin başında köle azat etmenin hikmeti budur.
Hükümler çoğunluğa bakar. İslam, tarihin büyük çoğunluğunda hükmünü sürdüren kölelik
konusunda İslam’ın suskun durması beklenemezdi. Kur’an’da ve İslam şeriatında bunun söz
konusu olması, kölelerin aleyhine değil lehlerine olan bir tutumdur. İslam bu konuyu adalet
ölçüleri içerisinde, hatta kölelere -imkân nispetinde eskiye nazaran- tarihte görülmemiş
şekilde pozitif ayrımcılık getirmiştir. Patron müşriklerin bazılarının “Muhammed bizi
kölelerimizle eşit tutuyor… böyle bir dine nasıl gireceğiz..” şeklindeki yakınmaları bu
gerçeği açık belgesidir.
25
İnsan etinin haram olmasına delil olarak ayet veya hadis var mıdır?
İnsan eti neden haramdır?
Bu konu çok açık olduğu için Kur’an veya hadislerde açıkça zikredilmemiş olabilir. Bununla
beraber, Kur’an’ın işaretlerinden bunun haram olduğunu bulmak mümkündür:
a. “Kendilerine nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: “Bütün temiz ve iyi
rızıklar size helâl kılınmıştır. Allah’ın size öğrettiğinden öğrenip eğittiğiniz avcı
hayvanların sizin için tutup getirdiklerini yiyiniz ve üzerlerine Allah’ın adını anınız.
Allah’a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah hesabı çabuk görür.” (Maide, 5/4)
mealindeki ayette helal olan yiyecekler Tayyıbat / temiz, iyi, sağlıklı olarak
vasıflandırılmıştır. İnsanın etinin hoş, çekici değil, yenmesi söz konusu olduğunda bile insanı
tiksindiren bir unsur olması, onun helal olmadığının delili olabilir.
b. “O Peygamber kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar, kendilerine
güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları,
sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.”(Araf, 7/157) mealindeki ayette de İslam dininde hoş
güzel şeylerin helal, hoş olmayan, murdar gibi tiksindirici şeylerin haram kılındığını
göstermektedir. Bu insan etinin harama dahil olduğuna bir işaret sayılabilir.
c. “Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini
dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından
korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun.”(Hucurat, 49/12) mealindeki ayette insanı
gıybet etmenin çok çirkin bir şey olduğu ifade edilmiş ve bu çirkinlik “ölmüş insanın cesedini
dişlemek” olarak tasvir edilmiştir. Bu da insan etinin haram olduğuna “bi tariki’l-evla /
öncelikle” delalet etmektedir.
d. İnsanı mükerrem kabul eden, yeryüzü halifesi olarak tanıtan, adeta her şeyi ona hizmetkâr
ettiğini ilan eden, onu çekiştirmeyi bile haram kılan bir din, onun etinin yenmesine izin verir
mi? İnsanın ırzına, şerefine, malına, canına kast etmeyi haram sayan bir çok hadis vardır.
İnsanın etinin yenmesinin haram kılınması çok daha önem arzetmektedir.
26
Sayılar sonsuz tanedir, denmesinden ne anlamalıyız? Sonsuzluk
sadece Allah'a ait bir özellik olduğu halde, sayıların da sonsuz
tane olmasını açıklar mısınız?
Sadece sayılar değil, bizim için evrendeki varlıklar, atomlar da sonsuzdur. Çünkü, bu günkü
ilmin ifade ettiği kâinat ucu-bacağı olmayan bir genişliktedir ki, bu sonsuz, sınırsız bir
yargının ifadesidir. Bu sonsuzluk, bizim hayalimizin tasavvurunda yer alan bir sonsuzluktur.
Gerçekte kâinatın bir sınırı vardır ve kâinat sonludur. Bundan anlaşılıyor ki;
Sonsuzluk kavramını hakîkî, izafî ve hayalî olmak üzere üç çeşit olarak değerlendirmek
mümkündür. Hakikî sonsuzluk Allah’a aittir. Diğer ikisi ise kâinattaki varlıklara aittir. İzafî
sonsuzluk, göreceliği olan bir sonsuzluktur.
Örneğin, insan idrakine göre kâinatın atomları, hatta parçaları sonsuzdur. Yani sayılarla ifade
edilemeyecek kadardır. Şunu da belirtelim ki, bu ifadede bile sayıların sonsuz, sınırsız
olmadığının seslendirildiğini görmekteyiz.
Oysa kâinat Allah’ın sonsuz ilminde kuşatılmış, sınırlandırılmış sonsuzluğu olmayan bir
varlıktır. Kainat ve içindeki her şey mahluk olduğu için onun da bir sonu vardır. Ancak
insanlar açısından büyüklüğü anlaşılamadığından sonsuz denilmiştir.
Hayalî sonsuzluk ise, bizim “sayılar sonsuzdur” ifadesinde kullandığımız bir kurgudur.
Evvela bizim aklımız gibi, hayalimiz de gerçek manada sonsuzluğu kuşatmaktan âcizdir.
Buna mantıkta (aklî değil) “zihnî ihtimal” denir. Zihnî ihtimal -elle tutulur bir delile
dayanmadığı sürece- hiçbir değeri ve önemi yoktur.
Örneğin, bu zihnî / vehmî / hayalî ihtimal ile “Yarın sabah kalktığımızda, Kara Deniz’in
tamamen suyu çekilmiş kara parçasına döndüğünü veya şeker havzasına dönüşüverdiğini
göreceğimizi...” düşünebiliriz. Fakat bu hayalî ve zihnî olan ihtimalin hiç bir değeri yoktur.
Sonsuzluk kavramı iki şekilde algılanabilir. Birisi, bir varlığın hacim bakımından
sonsuzluğu, diğeri özellikleri, vasıfları, sıfatları itibariyle sonsuzluğu ifade eder.
Kâinatın varlığının hayalî sonsuzluğu hacim bakımından düşünülmektedir. Şunu hemen
belirtelim ki, Allah’ın sonsuzluğu, cismanî değil, hacim bakımından algılamak büyük bir
vebaldir. Allah’ın sonsuzluğu sıfatları bakımındandır. Örneğin Allah bâkîdir, ebedîdir...
Sonsuz ilim ve kudret sahibidir. Bunun gibi bütün sıfatları hem beka bakımından hem ihata
bakımından sonsuz-sınırsızdır, ezeli ve ebedidir.
Sayıların hayalî sonsuzluğu ise, hacim bakımından değil, hayalî sonsuzluğu olan sayılabilen
bir varlığın özelliği olarak veya sayaç özelliğiyle zincirleme bir teselsülü vardır.
Sayıların -sıfırlar veya rakamlar ekleyerek- hayal ettiğimiz sonsuzluğunun gerçek olmadığını
şununla da anlayabiliriz ki, herhangi bir rakamın sonuna eklediğimiz sıfır veya rakam bir
önceki rakamın tekrarından ibarettir. Çünkü sayıları gösteren –birden dokuza kadar- rakamlar
bellidir. Sıfır ise bir tanedir. Bunlara ekleyeceğimiz bütün rakamlar bir önceki rakamların
tekrarlarıdır. Rakamların sembolü olduğu sayılar ise, sayılanların durumuyla sınırlı olmak
zorundadır. Kâinat sonsuz olmadığına göre, onun parçalarını sayan sayılar da sonsuz
olamaz…
Şunu tekrar edelim ki, rakamlar ile sayılar aynı şey değildir. Rakamlar, sayıların simgeleridir.
Sayılar ise, bağımsız varlığı olmayan, sayılanlara göre bir değer ifade eden kavramlardır.
27
Sayılar cevher değil, arazdır, renkler gibidir. Bir maddenin rengini kırmızı, beyaz, sarı olarak
ifade ettiğimiz gibi, sayılabilen bir nesnenin adedini de belli sayılarla ifade ederiz.
Bir manayı ifade etmek veya yazmak için ona uygun sözcükler kullandığımız gibi, bir sayıyı
ifade etmek veya yazmak için de belli rakamları kullanırız.
Varlıklar sayılabilenler olarak sonsuz olmadığına göre, onları ifade eden sözcükler olan
sayılar da sonsuz değildir. Rakamlar ise, zaten sıfırla beraber aslî unsurları itibariyle sadece
on adettir. Diğerleri ise bunların tekrarlarıdır.
Demek ki Allah’ın sıfatları dışındaki varlıklar için ortada herhangi bir sonsuzluk söz konusu
değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Sonsuzluk anlaşılabilir mi?
28
Bilimsel gerçeklere, inançsızlığını dayandırdığı yorumları katarak
öğrencilerin zihnini bulandıran hocalara karşı tavrımız ve cevap
şeklimiz nasıl olmalıdır?
Hocalarla cedelleşmekten kaçınmak doğru bir tavır olur. Çünkü, böyle cedelleşme İslamî
hakikatlerin kabul edilmesine hizmet etmediği gibi, öğretmenlik makamının kullanılmasıyla
susturulmanız halinde diğer öğrenciler üzerinde olumsuz bir etki yapabilir. Ve hakikatin
hakkına saygısızlık edilmiş olur.
Genel prensip olarak hocanın yanında değil de, dışarıdaki sohbetleri yakalayıp öğretmenin
yanlışlarını ilmî olarak ortaya koymak gerekir. Bu da her şeyden önce bizim konuya hakim
olmamızı gerektirir.
İkinci bir önemli husus ise, karşılıklı tartışma zemininde akıl ve vicdanlardan ziyade hisler,
egolar konuşur. Bu sebeple, meseleyi bir üstün gelme imajına sokmadan bir antitez şeklinde
değil, normal bir tez olarak gerçekleri ifade etmek daha etkili olur.
Karşıdaki muhatabın ön yargısını kırmak çok önemlidir. Bunu da ancak samimî bir niyet,
halis bir amaç, sağlam bir duruş sergilemekle olur. Bu ise, karşı tarafa güven verecek bir
diyalogdan geçer. Bu da, insanî boyuttaki ilişkilerin geliştirmesine bağlıdır.
Hal dilinin / davranış biçiminin, kal dilinden / sözlü ifadelerden daha kuvvetli olduğunu
unutmamak gerekir.
Dinde taassup imajını oluşturmak, karşı tarafın uzaklaşmasına vesile olabilir. Bu sebeple,
karşı tarafa toleranslı olduğunuzu ima eden söz ve davranışları göstermeye gayret etmekte
yarar vardır.
Bununla beraber, yeri geldiğinde, bir etkisi olacağını düşündüğünüzde, öğretmen üzerinde
olumsuz bir etki oluşturmayacağına inandığınızda, savunacağınız düşünceyi ispat edip
insanları ikna edebileceğinize güvendiğinizde, sınıfta da hoca-öğrenci adabını zedelemeden
güzel bir üslupla fikrinizi söyleyebilirsiniz. Öğretmen veya öğrenciler tarafından kabul
görmediği takdirde işi fazla uzatmadan, cedelleşme içine girmeden bir şekilde sözü kesmekte
yarar vardır.
Daha sonraki diyaloga kapıyı açık tutmak için veya müşteriyi kaçırmamak için kalenize gol
atılmasına direnç göstermemekte bir sakıncanın olduğunu düşünmüyoruz. Zira her şeyin bir
rövanşı vardır, her günün bir de yarını vardır. Bazen bir esinti bir çok gönlü fethedebilir..
Gayret, azimet ve samimiyet bizden, rahmet, şefkat ve inayet Rabbimizin lütfundendir. Allah
yar ve yardımcımız olsun.
İlave bilgi için tıklayınız:
Tebliğ metodu nasıl olmalıdır? Nelere dikkat etmek gerekir?
Peygamberimiz (asv)'in tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır?..
29
“Ben yaşlılara azap etmekten,..” veya “Yaşlıların duasını geri
çevirmekten haya ediyorum.” anlamına gelen bir kudsi hadis
var mıdır?
İbn Neccar’ın Hz. Enes’den yaptığı rivayete göre Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:
“Allah, İslam dininde yaşlanmış kadın veya erkek kullarına azap etmekten
haya eder.” (Kenzu’l-Ummal, 15/672).
Bir hadis rivayetine göre Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:
“Allah -sünnete / İslam’a sımsıkı sarılan bir yaşlının yaptığı duayı geri
çevirmekten haya eder.”(Kenzu’l-Ummal, 15/666).
Bu gibi hadislerin manasını şöyle anlayabiliriz:
Allah, kendisine saygılı olan yaşlı kullarını genç kullarından daha fazla korumaya almıştır.
Çünkü, onlar daha güçsüzdür, kabre daha yakındır, ümit verilmeye daha muhtaçtır, şefkat
gösterilmeye daha layıktır. Bu Allah’ın kullarına olan şefkatinin bir yansımasıdır.
Bu hadislerin ifadeleri, aynı zamanda ümitsizlikle karşı karşıya bulunan ve işledikleri
günahların ezikliğini iliklerine kadar hisseden yaşlılar içi bir ümit kapısını açmaktadır.
Diğer taraftan, saçlarına düşen aklarla iyice nurlanmış, o nur sayesinde günahlarından
arınmış ve manevî derecesi yükselmiş bir ihtiyar, hâlis bir gönülle dua için ellerini açarsa,
Cenâb-ı Hakk'ın onun duasına hemen cevap vereceği ve hatta böyle birinin duasını
reddetmekten haya edeceği müjdelenmiştir. Allah, kendi yolunun ak saçlılarına azap
etmeyeceği muştusunu da bize ulaştıran Yaratılışın Gayesi Peygamber Efendimiz (asv),
böylece rahmete çok muhtaç olan ihtiyarlara en büyük bir rahmanî teselli kaynağı
göstermiştir.
Öyleyse, hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir, seçendir. O, Resûlullah (asv)'ı,
yârânlarını ve bütün ihtişamıyla âhiret bahçelerini seçen gönlü genç Hak eridir. O, heva ve
hevesi tahrik eden bütün gelip geçici şeylerden sıyrılmış, her varlıkta İlahî isimlerin
yansımalarını müşahedeye koyulmuş ve bu maddiyât ülkesini bütün bütün öte hesabına
işletmeye durmuş bir bahtiyardır. O, kalbinin ziyası sayesinde sürçmeden yürüyen, imanının
derecesine göre önündeki pek çok durağı uçarak geçmeye azmeden, dostların buluştukları
diyara özlem ateşiyle yanıp tutuşan, Allah'ın rahmetine bağladığı ümidinin elmas kılıcıyla
ye'sin ve ümitsizliğin bütün heykelciklerini parçalayan ve hep bir adım ötede bildiği ölüme
tebessümlerle kucak açan, kabre gülerek koşan bir iman âbidesidir.
30
İnsan bir arkadaşını ya da -peygamberler hariç- bir büyüğünü, anne
babasından daha çok sevebilir mi? Bu doğal mıdır yoksa
şeytanın kandırması mıdır?
Anne-babayı sevmek, saymak insanın yaratılışında var olan bir duygudur. Allah, bu sevgi ve
saygıyı hem insanın fıtratına koymuş, hem de Kur’an’ında bunu tavsiye etmiştir. İyiliğin kulu
kölesi olan insanın varlığının en büyük vesilesi olan, küçükken hayatlarını hayatına feda
etmeye hazır olan, onların güzel bir hayat yaşamaları için her türlü sıkıntıya göğüs geren
ebeveyne / anne babaya karşı kul-köle olmamak bu fıtratın bozulduğunun göstergesidir.
İnsan olarak bazı zamanlarda hislerine kapılarak geçici bir tarzda -vebal olduğunu bile bilebu sevgi ve saygıyı askıya alacak şekilde davranmak mümkündür. Çünkü, insan her zaman
vicdanının sesine göre hareket etmeyebilir. Bu arızaların bulunduğu zaman diliminin süresine
ve yanlış söz veya davranış biçiminin küçüklüğü ve büyüklüğüne göre vebalin oranı
değişebilir.
Sevgi, insanın iradesi dışlında gelişen bir unsurdur. Anne-babaya karşı gösterilmesi gereken
sevgi ve saygıdan asıl maksat, onların helal ve meşru olan emirlerini yerine getirmek, onları
incitmemek, onlara “Of!” bile dememek, onlara karşı tevazu kanatlarını germek manasına
gelir:
"Yüce Rabb'ın şöyle emretti; Yalnız Allah'a ibadet edeceksiniz, anababalarınıza iyilik yapacaksınız. Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin
yanında ihtiyarlarsa sakın onlara "öf " dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara
tatlı söz söyle. Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, "Ya
Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et."
de." (İsrâ, 17/23-24)
Aslında anne-babaya karşı gösterilmesi gereken, sevgiden daha geniş bir daireye sahip olan
şefkat göstermektir. Bu sebeple, bir insan eşini, çocuklarını -bilinen sevgi itibariyleebeveyninden daha fazla sevebilir. Bu irade dışıdır, insanın bundan sorumlu olduğunu
düşünemiyoruz. Fakat iradeye bağlı olan sevgi ve saygının gereğini yapmak bakımından
anne-babasını hep ön planda tutmak gerekir.
Bir arkadaşla olan münasebetlerimiz ile anne-babamızla olan münasebetlerimiz çok farklı
olabilir. Özellikle, bazı ailelerde bu mesafe oldukça fazladır. Bu açıdan insan arkadaşı
yanında daha rahat, daha keyifli, daha neşeli, daha mutlu olabilir. Bu husus, psikolojik
olduğu kadar sosyolojik bir vakadır da. Arkadaşlarımızla olan bu keyfiyet ve münasebet,
anne-babamıza karşı bir zarar vermediği sürece bunu da normal karşılamak mümkündür.
Çünkü, ortama bağlı olarak gelişen duygular iradimizin dışında gelişmektedir.
İslam’a göre, amca ve hala baba yerindedir, dayı ve teyze de anne yerindedir. Ebeveynden
sonra en fazla saygı ve sevgi gösterilmeye layık bunlardır.
Şüphesiz, insanın eşini, çocuklarını sevmesi de Allah’ın hem vicdanlara yerleştirdiği tekvînî /
fıtrî bir emir, hem de Kur’an ve sünnette yerini alan teşriî bir emirdir.
İlave bilgi için tıklayınız:
ANNE-BABA
Çocuğun anne baba üzerindeki hakları nelerdir?..
31
Kıyamet günü yeniden dirildiğimizde, cennette müminlerin ruhsal
durumları, beşeri zaaflarımız, yaşımız, konuşacağımız dil,
fiziksel ve bedensel durumlarımız, insanın hürriyeti nedir?
Cennette, herkes otuz üç yaşında olacaktır.
Kin, haset, kıskançlık, kibir, gurur gibi insanî zaaflardan eser kalmayacaktır.
Ruhsal durum, ulvî duygularla bezenmiş olacak ve ulvîyeti nispetinde ulvî şeylerle meşgul
olacaktır. Örneğin bazıları güzel yemeklerden fazla lezzet alırken, bazıları ondan bin kat
lezzeti, Zat-ı Akdesin cemalini müşahede etmekten alacaktır.
Bazı rivayetlere göre, cennette Arapça konuşulacaktır. Arapçanın yanında ikinci dil olarak
Farsça’ya işaret eden bazı rivayetler de söz konusudur.
İnsan nefsin, şeytanın ve kör hissiyatın esaretinden kurtulduğu için, hürriyetin zirvesine
çıkmış bulunacaktır. Dünyada olduğu gibi elbette hayvanî bir özgürlük değil, insana yakışan
bir özgürlük söz konusu olacaktır.
Güzel olan, meşru olan bütün duygularımız, latifelerimiz, akıl ve idrakimiz, dünyadan bin kat
daha yükseklere terfi edecek ve arzu ettiği lezzeti alacaktır.
Hülasa, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin aklındanhayalinden geçirmediği; nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet aldığı her şey; bütün harika
güzellikler, nimetler ve lezzetler -süresiz olarak- cennette olacaktır.
İlave bilgiler için tıklayınız:
MAHŞER
Cennet hayatının özellikleri
Cennet nasıl olacak?
32
"Şu beş şeyi dilinizden düşürmeyin: Sübhanallah, Elhamdülillah,
Allahuekber, La ilahe illallah, La havle vela kuvvete illa billah.''
anlamında bir hadis var mıdır?
Adı geçen beş zikrin fazileti birçok hadislerde yer almıştır:
- Taberanî’nin Ebu Musa el-Eşarî’den naklettiğine göre, Peygamberimiz (asv) şöyle buyurdu:
“Şu beş şeyi dilinizden düşürmeyin: ‘Suhenallahi ve’l-hamdulillahi ve la ilah
illellahu vellahu ekber ve la havle ve la kuvvete ilah billah.' ”(Zevaid, 10/90).
- Taberanî’de ye alan başka bir rivayet göre, Ebu Hureyre şunları söylemiştir: “Resulullah
(a.s.m) ‘Korunmak için bir zırh kullanın.” diye buyurduğunda, oradakiler: ‘Şu anda
karşımıza çıkacak bir düşmandan mı korunmayı kast ettiniz?’ diye sordular. O da:
‘Cehennem ateşinden korunmak için; Suhenallahi ve’l-hamdulillahi ve la ilah
illellahu vellahu ekber ve la havle ve la kuvvete ilah billah” duasını okuyun.
Şüphesiz bunlar kıyamet günü takdim edicidir (insanları cennete girmelerine
öncülük ederler), tehir edicidir (okumayanların cennete girmelerini
geciktirenlerdir), müncidir (cehennemden kurtarırlar), bunlar bakî olan
salih amellerdir.’ buyurdu."(Taberanî, Sağir-şamile- 1/443).
- Abdullah b. Mesud anlatıyor: Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurdu:
“Ben Miraca çıktığım gecede İbrahim Halilullah (a.s) ile karşılaştım. Bana:
‘Ya Muhammed! Ümmetine benden selam söyle ve onlara de ki: Cennetin
toprağı çok güzeldir, suyu pek tatlıdır. Fakat arazisi münbit değildir. Orada
ekilecekler ise ‘Suhenallahi ve’l-hamdulillahi ve la ilah illellahu vellahu ekber
ve la havle ve la kuvvete ilah billah’ duasıdır' dedi.”(Taberanî, a.g.e, 2/142;
Mecmau’z-Zevaid, 10/91).
- Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (a.s.m) gece teheccüd namazı için kalkarken, önce on defa
tekbir (Allahu ekber), on defa tahmid (elhamdulillah), on defa tesbih
(subhanellah), on defa tehlil (la ilahe ilellah) ve on defa istiğfar çekerek
başlardı. Ardından on defa “Allah’ım! Beni bağışla, beni doğru yolda sabit
kıl ve bana rızk ver.” (mealindeki) duayı okurdu. Sonra da “Allah’ım! Hesap
gününde sıkıntıya düşmekten sana sığınırım.” (mealindeki) duayı okurdu.”
Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel ve Taberanî’nin rivayet ettiği bu hadis sahih olarak
değerlendirilmiştir.(bk. Mecmau’z-Zevaid, 2/263).
33
Bazı kimselerin hastalıklarının iyileşmesi veya işlerinin iyi gitmesi
niyetiyle papazlardan dua etmelerini istemelerinin bir sakıncası
var mıdır?
Ayet veya hadislerde -şifa niyetiyle- papaza gitmenin haram olduğunu gösteren bir ifadenin
olacağını düşünmüyoruz. Çünkü, İslam dinine girenlerin bir papazdan şifa beklemesi adeti
ancak 20. asrın cahiliyetinde ortaya çıkmış bir saplantıdır.
İslam’a göre, genel prensip olarak Kur’an ayetleri ve hadislerde gösterilen Allah’ın isim ve
sıfatları dışında bir muska veya okumakla şifa beklemenin caiz olmadığı bilinmektedir. (bk.
İbn Hacer el-Heytemî, el- Fetava’l-hadisiye, s.48) Bir papazın bunları okumadığında şüphe
yoktur.
Özel olarak bu konuda alimler, şifa niyetiyle bir kiliseye, bir papaza gitmenin caiz
olmadığı hususunda açıkça fetva vermişlerdir.(bk. Fetava’l-lecneti’d-daime, rakam: 8122).
Bir hadis rivayetine göre Peygamberimiz (asv) şöylebuyurmuştur:
“Şirk içermediği sürece rukye yapmak / okumak, üflemekle tedavi etmek
veya tedavi olmakta bir sakınca yoktur.”(Müslim, Selam,64).
Teslis şirkinin içine düşmüş bir papazın okumasında bu teslis şirkinin bulaşmadığını kim
garanti edebilir?!..
34
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), Ramazan ve Kurban
bayramlarından başkasını kutlamayı yasak etmiş mi? Ramazan
ve Kurban bayramlarından başka bayram kutlamak caiz mi?
Hz. Peygamber (asv)’den, Ehl-i kitap ve Mecusilere ait bir takım bayramları kutlamayı
yasakladığına dair rivayetler vardır.
Ahmed b. Hanbel ve Nesaî’nin rivayet ettiklerine göre Hz. Enes şunları söylemiştir:
Resulullah (a.s.m) Medine’ye hicret ettiğinde Medine halkının kutladığı, oynadığı / şenlikler
düzenlediği iki bayramları vardı. Peygamberimiz (asv) bu iki günün nereden geldiğini sordu.
Onlar da ‘Bu iki gün cahiliye devrinden kalma geleneklerimizdir.’ dediler. Bunun üzerine
Resulullah (asv): ‘Allah bu iki gün yerine daha hayırlı iki günü; Kurban ve Fıtır /
Ramazan bayramlarını size verdi.” dedi( Ahmed b. Hanbel, 3/250, 103, 235; Nesaî,
salatu’l-Îdeyn, 19)
İbn Teymiye gibi bazı alimler bu hadise dayanarak, Müslümanların -dinî bayramlar dışındaherhangi bir bayram günü icat etmelerinin caiz olmadığını savunmuşlardır.(bk. İktıdau’ssiratı’l-mütakîm)
Fakat, muasırlardan Şeyh İbn Beyye gibi bazı alimler millî-bayram günlerinin de
olabileceğini söylüyorlar.(bk. Mecceletu’l-uluke).
Denilebilir ki, her konuda olduğu gibi bu konuda niyetlerin rolü çok büyüktür. Millî
bayramları dinî bayramların yerine ikame etmek isteyen, onlara da bir nevi kutsallık vermeye
gayret edenlerin elbette vebali vardır. Adı bayram da olsa, maksat onu kutsiyet ifade eden dinî
bir bayram gibi değil de, ilgili bir olayın hatırasını tazelemek, insanların nazarı dikkatlerini
oraya çekmek, halkı bir süreliğine “kurtuluş, bağımsızlık” gibi hamasî duyguların coştuğu
bir atmosfere sokmak ise bunda bir sakıncanın olmaması gerektiğini düşünüyoruz.
35
Download