Adem APAK Giriş Asabiyet kelimesi asb kökünden

advertisement
KABİLE ASABİYETİNİN MAHİYETİ ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER
Adem APAK*
Giriş
Asabiyet kelimesi a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe
ism-i fâil
sigasından âsıb’ın çoğulu olup kısaca saran, kuşatan anlamlarına gelir. Terim olarak asabe, baba
tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk demektir.1 Asabe aynı zamanda
İslâm hukukunda miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan vârisler için
kullanılan bir fıkıh ıstılahıdır. Bu kelimeyle İslâm öncesi dönemde baba tarafından gelen erkek
yakınlar ve erkek çocuklar kastedilmiş, akraba olmaları sebebiyle birbirlerini destekledikleri için
onlara birbirini saran ve kuşatan anlamında asabe denilmiştir.2 Eğer kişinin akrabası (asabe) onun
etrafında toplanır, ona bağlanırsa, bu takdirde o şahsın asabesi olmaktadır.3 Asabeden türeyen
asabiyet ise, kişinin (özellikle baba tarafından) akrabasını, yani asebesini yardıma çağırması
neticesinde, onların ister haklı ister haksız olsun, rekabet ettiği kişi ve gruplara karşı çağrı sahibiyle
birlikte hareket etmesidir.4 Başka bir tarifle asabiyet, aralarında kan yakınlığı bulunan bir
topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike anında onları karşı
koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin
tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur.5 Asabesi adına harekete
geçen kişiye de asabî denilir. Taassup ise, asabiyette aşırılık göstermek anlamına gelir.6 Asabiyetle
ilgili özgün bir tanım ortaya koyan ve asabiyeti toplumun maddî-manevî bütün dinamiklerinin
temeli olarak kabul eden İbn Haldûn asabiyetin kan bağı üzerine inşa edilmiş olmasını şu şekilde
izah eder: Kan bağı insanlık için tabiî ve gerçek bir bağdır ve çok az istisna olmak üzere, yakınlara
herhangi bir haksızlık yapıldığında etkisini gösterir. Öyle ki, akraba olan kişi, yakınının bir zulme
*
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, e-mail:
[email protected]
1
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 605-506; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 384.
2
Karaman, Hayrettin, “Asabe”, DİA, III, 452.
3
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 605; Firûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, s. 148.
4
Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 384.
5
Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I, 663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, III, 453.
6
Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 384.
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
uğraması durumunda ona karşı kalbinde bir yumuşaklık hissederek akrabasının derhal bu
durumdan kurtulmasını arzu eder ki, bu tavır insanî tabiî bir temayüldür.7
A. İbn Haldûn’a Göre Asabiyet
İbn Haldûn’un siyaset, mülk, hatta amme hukuku görüşlerinin temelini asabiyet
nazariyesi oluşturur. Hatta ona göre dinî hadiselerin temelinde de önemli derecede asabiyet
vardır.8 İbn Haldûn’un asabiyetten kastettiği mana çok net olmadığı için, bu kavram hakkında
farklı izah ve yorumlar yapılmıştır. Bundan dolayı, bir kasım araştırmacılar asabiyetin
Mukaddime’de dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı terimlerinden
biri veya bir kaçı karşılığında kullanıldığını iddia etmişlerdir.9 Ancak bu izahlarda mahiyet değil,
derece farkı bulunmaktadır. Araştırmacıların asabiyeti farklı değerlendirmelerini, asabiyet
kavramının tam karşılığı olarak değil de, tesir ve tezahürlerini ifade ve tasvirleri olarak anlamak
gerekir. 10
İbn Haldûn’a göre, asabiyetin temeli olan hısım ve akrabalık bağı (neseb), insanlarda
tabiî olarak yaratılıştan gelen bir hâldir. Binâenaleyh herhangi bir akraba saldırıya maruz kaldığı
zaman, onun yakınları, kendilerindeki bu his sebebiyle akrabalık hakkını savunmak üzere tabiî
olarak derhal harekete geçerler. Asabiyetin kaynağı olan neseb, gerçek olmaktan ziyade
itibarîdir, vehmî ve hükmîdir. Buna göre kabileler, nesebin mutlak olduğunu bilmek yerine, onun
gerçekliğine inanarak akrabalık bağı oluşturmuşlardır. 11
Asabiyetin en güçlü olduğu yerler, insanların birbirlerine muhtaç ve dayanışmaya şiddetle
bağımlı oldukları çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyalardır. Dolayısıyla bu tür bölgelerde
yaşayan insan topluluklarının nesebleri, onlar diğer kavimlerle bir arada olmadıkları için karışık
değildir. Nitekim Kureyş, Kinâne, Sakîf, Benî Esed, Huzeyl gibi kabileler, ekim yapılmayan
çöllerde yaşamaları sebebiyle neseblerinin safiyetinden emindirler. Hâlbuki, Himyer ve Kehlân
soyundan gelen Cüzâm, Lahm, Tay, Kudâa gibi verimli arazilerde yerleşik hayat süren Güney
Arapları’nın, komşuları olan başka kavimlerle karışmış olmaları nedeniyle neseblerindeki safiyet
ortadan kalkmıştır.12 Bununla birlikte, hem çölde yaşayan (bedevî), hem de yerleşik hayatı tercih
eden (hadarî) kabilelerin mutlak anlamda neseblerinin safiyetini korumaları mümkün olmaz.
Zira, evlenme, ittifak, himaye gibi sebeplerle başka kabileler ile irtibatlar gerçekleşir ki, bunlar
kabileye yeni neseb unsurlarının katılmasına vesile olur. Yeni katılanların nesebleri zamanla
7
8
9
10
11
12
İbn Haldûn, Mukaddime, II, 484.
Uludağ, Süleyman, Mukaddime Terümesi, I, 129.
Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, III, 454.
Uludağ, Süleyman, Mukaddime I, 120-121.
İbn Haldûn, Mukaddime, II, 484.
İbn Haldûn, Mukaddime, II, 485-486.
2
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
unutulur, dışarıdan gelenler iltihak ettikleri soyun adıyla anılırlar. Böylece kabiledeki ilk safiyet
ortadan kalkmış olur.13 Zamanla katılanların intisapları akrabalığın yerini tutar, artık onlar dahil
oldukları kişilere yardım etme konusunda sanki asıl soydanmış gibi davranmaya başlarlar.14
Bununla birlikte, özellikle başlangıç sürecinde, yeni nesebe katılanların intisaptan dolayı
kazanmış oldukları şeref, ne kadar yüksek olursa olsun, onlar intisap ettikleri soya göre daima
daha aşağı derecede kabul edilmişlerdir.15
İbn Haldûn’a göre coğrafî şartlar sebebiyle göçebelik, kahramanlık ve cesaretin sebebi ve
âmili olduğu için, göçebe bir kavmin şehir ve kasabalarda yaşayanlara üstünlük sağlaması,
galebe çalarak onların yurtlarını ellerinden alması tabiîdir. Bedevîlerin bu başarıları ancak bir
araya toplanmalarına sebep olan birlik ruhları, asabiyetleriyle mümkün olur. Çünkü asabiyetin
nihaî hedefi hâkimiyettir, mülktür ve devlettir.16 Hükümranlık, kahr ve şiddetle galebe çalmak ve
başkalarını hüküm altına almak demektir. Devlet ancak kuvvet, kudret ve üstün gelmekle
kurulur. Bu da ancak asabiyet ve asabiyet düşüncesi etrafında toplanmakla gerçekleşir.17
Asabiyet sayesinde gerek asıl nesebden gelenler, gerekse hilf, himaye vs. gibi sebeplerle katılan
yardımcılardan müteşekkil toplumu bir araya getiren kimse, bu güç yardımıyla idareyi eline
alabilir. İktidara ulaşan soy veya kişi, elindeki iktidarını devamını da yine asabiyet gücüyle
sürdürebilir.18
Göçebeliğin terk edilip sakin hayata (hadarîlik) geçilmesi, bu hayatın sadeliğinin ve
dayanışma ruhunun kaybolmasına sebep olur. Neseb safiyeti de ortadan kalktığı için, asabiyet
zamanla güç kaybetmeye yüz tutar. Çünkü bolluk ve rahatlığın arızaları, asabiyetin şiddet ve
keskinliğini kırar. Hâlbuki, üstünlük ancak asabiyetin gücü ve canlılığı ile mümkündür.
Asabiyetin zafiyete düşmesiyle, soyun hâkimiyetini sürdürmesi, hatta kendisini koruması
imkânsız hale gelir. Bundan dolayı soy/kavim/devlet, asabiyeti daha şiddetli ve yoğun olan başka
kavimler tarafında kolayca itaat altına alınır.19 İbn Haldûn, sadece dünyevî iktidarın değil, dinî
davetin de ancak asabiyetin desteğiyle gerçekleşebileceğini ileri sürer. Dini ve mezhebi yaymak
ve korumak, halkı bu düşünce etrafında toplamak için de asabiyete, yani birlik ruhuna sahip,
kuvvetli, kudretli bir kavme ihtiyaç vardır. İbn Haldûn, bu görüşünü, “Allah kavimleri doğru
13
14
15
16
17
18
19
Mukaddime, II, 487.
Mukaddime,II, 493-494.
Mukaddime, II, 494.
Mukaddime, II, 497-498, 499-500.
Mukaddime, II, 526.
Mukaddime, II, 500.
Mukaddime, II, 501.
3
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
yola çağırmak üzere bir peygamberi ancak kendisini koruyacak ve davetini yayacak olan
kudretli kavmi bulunanlar arasından seçerek göndermiştir” hadisi ile temellendirir.20
İbn Haldûn’a göre hâkimiyetin gerçekleşmesi ve devletin kurulması, yani soyun veya
kavmin birlik düşüncesi etrafında toplanması, bunun sonucunda da hâkimiyet ve kudret sahibi
olması ve bu özelliklerini muhafazası için asabiyet gerekli bir şarttır; ancak yeterli şart değildir,
yani bunların gerçekleşmesinde asabiyet tek başına yeterli değildir. Bununla birlikte hâkimiyeti
ele geçiren hükümdarın veya kavmin, güzel ahlâk ve bunun gibi meziyetlere de sahip olması,
iktidarını dindarlık, hak, adalet, yardımseverlik gibi hasletlerle tamamlaması gerekir. Ona göre
asabiyet bir devletin gövdesi ise, güzel ahlâk ve dindarlık da onun kolları mesabesindedir. Başka
bir ifadeyle, devlet kurmayı hedefleyen asabiyetin tamamlayıcı unsurları, güzel ahlâk ve Allah’ın
emirlerine uymaktır. Mülk için tamamlayıcı unsurları oluşturan ahlâk gibi övülen özellikler
hesaba katılmadığı takdirde devlet, azaları kesilmiş olan bir bedene, yahut insanlar arasında
çırılçıplak dolaşan bir kimseye benzer. Hâsılı güzel ahlâk, güzel gelenek ve göreneklere sahip
olmayan asabiyet toplumu, kusurlu ve eksik olur. Güzel hasletlerin bilhassa ululuk ve şerefin
temsilcisi olması gereken devlet yöneticilerinde bulunmaması daha büyük bir eksikliktir. Bir
kimsede asabiyetle birlikte Allah’ın hüküm ve emirlerini mahlukatına tatbik edeceği ahlâk ve
adalet gibi hayırlı meziyetler mevcut olursa, o kişi yeryüzünde Allah’ın halifesi olur, bu
özellikleriyle halkın idaresini üstlenmeye layık olduğunu ispat eder. Eğer böyle davranmazsa,
sonuçta bu iktidarın Allah’ın koyduğu kanun gereği yıkılması müstehak olur.21 Bu ifadelerden,
devletin kurulması ve özellikle de varlığını sürdürebilmesi için neseb dayanışması kadar, manevî
hususiyetlere de ihtiyaç duyulduğu ortaya konulmaktadır. Zikredilen bu unsurlar (asabiyetahlâk) olmadan mülk, yani devlet ortaya çıkmaz. Bu teoride din, asabiyete toparlayıcı ve
kaynaştırıcı bir özellik kazandırmakta, ilkel şekliyle sadece maddî menfaati hedefleyen asabiyet
yerine, din tarafından kontrol altına alınan ve terbiye edilen bir asabiyet görüşü ileri
sürülmektedir. İbn Haldûn, hâkimiyet ve iktidarın devamı için, siyasî ahlâka riayet edilmesinin
ve idareyi elinde bulunduranların ahlâkî erdemlerle donanmalarının gereğine işaret ederek,
sisteminin temelini oluşturduğu asabiyet diyalektiğini, ahlâkî ve manevî unsurlarla ıslaha ve
idealize etmeye çalışmıştır. Ona göre en iyi siyaset, Allah’ın hükmünü uygulamakla
gerçekleşir.22 Dikkat edildiğinde İbn Haldûn, teorisinde asabiyetin sadece olumlu ve faydalı
yönlerinden bahsetmiş, olumsuz taraf ve tesirlerini dikkate almamıştır. Nitekim müellife göre,
İslâmiyet’in yayılması esnasında asabiyetin büyük faydası görülmüştür ki, bu doğrudur. Gerek
20
21
22
Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 533.
Mukaddime, II, 505-506.
Çağrıcı, “Asabiyet” , III, 454.
4
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
kendisinden önce, gerekse sonraki alimler ise, onun tam tersi bir anlayışla asabiyetin müsbet
özelliklerini zikretmek bir yana, bu âmilden bahsettikleri zaman genelde zararlı yönlerinin öne
çıkarmışlar, asabiyeti, İslâm birliğinin gerçekleşmesini engelleyen, cemaati tehdit eden, tefrika,
fitne-fesat, zulüm ve haksızlığın sebebi, nihayet devletlerin yıkılmalarının asıl âmili olarak
görmüşlerdir.23 Onlar, Müslümanlar adına üzücü hadiseler meydana geldiğinde veya
izah
edilmesi zor, içinden çıkılması güç olayların bahsinde, asabiyeti kolayca suçlu ilân etmişler,
neredeyse bütün kötülüklerin anası kabul etmişlerdir. Bu durumda bir taraftan onsuz devletin
kurulamadığı ve yaşatılamadığı, hatta dinî davetin yapılamadığı, diğer taraftan da onun yüzünden
Müslümanlar’ın tefrikaya düşüp, devletlerin yıkıldığı şeklinde birbirine taban tabana zıt iki
asabiyet tasviriyle karşı karşıya kaldığımız ortaya çıkar ki, gerçekten bu tanımlamaların
birbirleriyle telifi mümkün değildir, başka bir ifadeyle İslâm tarihi hadiselerinde çok derinden
etkinliği olan asabiyet kavramını bu şekilde birbirleriyle tenakuz halinde olan tanım ve
özelliklerle izah etmek zordur. Bu durumda asabiyet, bir taraftan aile/kabile/toplum enerjisini
birleştirip devletin kurulmasında ve dinin yayılmasında müspet rol oynayan, diğer taraftan da
bünyesinde taşıdığı rekabet ve üstün gelme hissiyle toplumu birbirine düşürüp dağıtma ve
parçalama gibi menfî özellikleri birlikte potansiyel olarak içinde barındıran çift yönlü faaliyete
yatkın, neseb temelli birlik ruhu olarak kabul edilebilir. Bu ruhtan olumlu manada faydalanmak
veya onun sebebiyle yıkıma uğramak, asabiyeti yönlendiren insanların niyetleri ile onların aklîsiyasî kabiliyet ve becerilerine bağlıdır.
İbn Haldûn’un zikrettiği kan bağına dayalı asabiyetin, yani hakikî asabiyetin yanında bir de
hükmî veya itibarî olarak nitelenebilecek bir asabiyet çeşidi daha vardır ki bu asabiyet, gerçekte
kan bağı irtibatına dayanmayıp hilf, velâ gibi diğer kabile veya fert katılımlarından (ilhak) neş’et
eder.24 Dolayısıyla asabiyete temel teşkil eden neseb bilgisi, yakîn bir hakikatten ziyade, farazî ve
vehmî (sembolik) hakikat kategorisinde değerlendirilir.25 Bu tür asabiyetin ortaya çıkmasının
nedeni, tabiî çevrenin zorlaması neticesinde başka soylardan gelen şahıs ve grupların kabile
topluluğuna katılmış olmalarıdır.
Arap kabile sisteminde farklı soydan gelenlerin de kabilenin nesebine dahil edildiği dikkate
alındığında, asabiyetin, aynı soya mensup olanların birbiriyle dayanışması şeklinde tanımlanması
eksik bir tarif olur. Ayrıca neseb cetvelleri üzerinde bir çok şüphe ve uydurma iddialarının
bulunduğu da göz önüne alınırsa, asabiyet terimine soy birliğini aşan daha şümullü bir tanım
getirmek gerekir. Bu durumda soy ilişkisine de vurgu yapmak suretiyle asabiyeti şu şekilde tarif
23
24
25
Uludağ, Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 120.
İbn Haldûn, Mukaddime, II, 487. Ayrıca bk. Çağrıcı, “Asabiyet”, III, 453; Uludağ, Mukaddime Giriş, I, 119;
Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 108-109.
Nasrî, Hâni Yahya, Asabiyye Lâ Tâifiyye, s. 49-50.
5
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
etmek mümkündür: Asabiyet, hakikatte nesebleri bir olsun veya olmasın, neseb cetvellerindeki
kabile ilişkilendirmeleri ister doğru ister yanlış veya eksik olsun, kabile üyelerinin kendilerinin bir
asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, onların her şartta birbirlerine destek olmalarını
sağlayan manevî güç ve dayanışma duygusudur. Dolayısıyla asabiyette aslolan kriter, biyolojik
değil, psikolojiktir; yakınlık gerçek akrabalık yerine, akraba olduğuna inanmayla gerçekleşir.26
Tanımda da ifade edildiği gibi, asabiyetin temeli olan nesebte bilgiden ziyade inanç asıldır; buna
göre asabiyette aynı soydan gelindiğini bilmek yerine, aynı soydan gelindiğine inanmak esastır.
Araplar’da akrabalık ve akrabalığa bağlanma bir inanç olarak vardır ve bu inanç kabileyi yaşayan
bir bütün haline getirmektedir.27 Bu durumda neseb çizelgeleri, kabilenin bilinen gerçekleri değil,
doğruluğu konusunda hiç tereddüt edilmeyen kabile inanç esaslarının önemli bir kısmı olarak
kabul edilmektedir. Kabileye duyulan bu sarsılmaz inanç sebebiyledir ki asabiyet, kabile üyelerine
kutsal nitelik taşıyan görev ve sorumluluklar yüklemekte, onlara her şartta yardımlaşma ve
dayanışma ruhu ilham etmektedir. Nitekim küçük bir topluluğun, büyük bir kabileye katıldıktan
sonra -aslında nesebinin farklı olduğunu bilmesine rağmen- zamanla ilk nesebini unutup yeni
kabilenin asıl üyesi gibi davranmaya başlaması, o topluluğun ancak kendisinin yeni katıldığı
kabileden geldiğine inanmasıyla mümkündür. Bu gerçek, özellikle Emevî asrındaki neseb
cetvellerinin düzenlenmesinde kendini gösterir. Bu dönemde Arap kabileleri, tertip edilen soy
şecerelerinin doğruluğunu kesin olarak bilmiyorlar, hatta gerçeği bulmak için özel gayret
göstermiyorlar28, sadece onların doğruluğuna kesin olarak inanıyorlar ve ona göre kabilelerinin
siyasî tavırlarını belirliyorlardı.29
“Bir topluluğu harekete geçiren mantıktır. Topluluğun mantığı epistemolojik ölçülere değil,
inanç ve imanı oluşturan hayalî sembollere dayanır. İnsan akıl yürütme ve karar almadan bağımsız
olarak inanır. Kişi bilgi meselelerine fazla aldırmayabilir, ama inancına dokunmayı kabul etmez.
İnancı için hayatını feda edebilir, ama bir bilgi sorununun doğruluğuna kanıt getirme uğruna asla
şehit olmaz”.30
B. Asabiyetin Kavmiyetçilikle İlişkisi
Kabile, kadim insan topluluklarının yaşadıkları ve tanıdıkları en önemli içtimaî görünüm
iken, asabiyet ise kabilenin bütünlüğünü ayakta tutan ana unsur ve toplumsal nizamın esasıdır.
26
27
28
29
30
Nasrî, Asabiyye, s. 127.
Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sukutu, s. 2.
Nitekim bazı kabilelerin soy temelinin nereye dayandığı hususu, bizzat o kabile mensuplarınca değil, onları
siyasî yandaşı haline getirmek isteyen büyük kabileler tarafından inceleme araştırma, hatta manipülasyon konusu
yapılmıştır.
Nass, İhsan, el-Asabiyye, s. 107.
Câbirî, Muhammed Âbid, İslâm’da Siyasal Akıl, s. 95.
6
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
Kabile asabiyeti ise günümüzdeki aşırı kavmiyetçiliğin (ırkçılık) belli bazı yönlerini yansıtır
mahiyettedir. Gerçekte aşırı kavmiyetçilik31, kendi ırkına taassup derecesinde bağlı olmayı, ırkının
diğer ırklardan mutlak olarak üstün olduğuna inanmayı gerektirir. Kabile asabiyetinde de benzer
bir inanç vardır. Asabiyet, kabileyi diğer kabilelerden farklı ve üstün tutma düşüncesini
barındırırken, ırkçılık belli bir ırka üstünlük tanımak, o ırkın diğerlerine göre tabiatından gelen bir
üstünlüğe sahip olduğuna inanmak ve o inanç doğrultusunda hareket etmektir. Hem asabiyette hem
de ırkçılıkta asıl çıkış noktası neseb, yani kan bağıdır. Bu sebeple asabiyeti bir yönüyle ırkçılığın
ilk basamağı, ya da bir çeşidi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Ancak bununla birlikte kabile
asabiyeti, ırkçılıkla çelişen bir hususiyet de arz eder. Bir ırkı üstün kabul edip, o ırka mensup
olanları bir araya getirmeyi, bütünleştirmeyi hedefleyen ırkçılığın aksine asabiyette aynı ırka
mensup olanları birleştirmek yerine onları farklı gruplara (kabile, cizm, fâsıla vs) bölme, parçalama
ve onlar arasından düşmanlık meydana getirme ön plândadır. Başka bir ifadeyle farklı aşiretlerin
ortak yol takip etmelerini gerekli kılan umumî bir şuur olan kavmiyet düşüncesi, esas olarak bir
bütünlük faaliyetini akla getirirken, asabiyet ise ayrışmayı ve dağınıklığı çağrıştırır.32 Buna göre bir
Arap, kendi asabiyetinden olan zenci bir mevâlîyi, başka asabeden olan bir araba karşı korumak
zorundadır. Dolayısıyla aynı ırktan gelen küçük insan grupları arasındaki menfaat, hâkimiyet tesisi
veya hayatta kalma mücadelesi anlamındaki asabiyeti ırkçılıkla aynı kategoride değerlendirmek
doğru olmaz.33
Asabiyete göre kabilelerden her topluluk kendi başına yaşamakta ve ancak dar kabile
menfaati doğrultusunda hareket etmektedir. İki kabile veya kabile federasyonları hilf yoluyla bir
araya geldiklerinde dahi bu birlik, ortak bir kavmî şuur hassasiyetine dönüşmemekte, sunî
birliktelik, ancak başka kabilelere karşı olmak amacıyla ortak cephede birleşme ihtiyacının
zorlamasıyla meydana gelmektedir.34 Herhangi bir saldırı veya savunma durumunda dahi kabileler
müstakil gruplar halinde yer aldıkları için, onların organik ve düzenli bir bütünlüğünden bahsetmek
mümkün değildir. En geniş sınırı bir kabileye mensubiyetin meydana getirdiği kabile asabiyetinde
bütünlük değil, ayrışma ve çatışma esastır. Asabiyet, barış sebebiyle kabilelerin bir araya
gelmelerini ve bütünleşmelerini hedeflemez. Kabile ittifakları ancak siyasî-içtimaî şartların ve
kabile menfaatinin zorlamasıyla gönülsüz bir şekilde ve sınırlı bir zaman diliminde istisnaî olarak
gerçekleşir. Asabiyette birlik ve barış yerine, “bizden olmayan ancak bizim düşmanımızdır”
31
32
33
34
Kavmiyetçiliğin aşırı yönü ırkçılık (şövenizm) olarak isimlendirilmektedir. Aşırı olmayan kavmiyetiçiliği ise,
günümüzde de kullanılan milliyetçilikle benzer anlamda kabul etmek mümkündür. Zaten XIX. yüzyılın
ortalarından itibaren bu günkü anlamıyla milliyetçilik için kavmiyetçilik kelimesi kullanılmıştır. (bk. Sosyal
Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, I-IV, İstanbul 1990, III, 34-35.
Nasrî, Asabiyye, s. 11-12, 154-155.
Gedikli, Ahmet Ercüment, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, s. 64.
Nass, İhsan, el-Asabiyye,s. 106-108.
7
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
prensibi geçerlidir. Bu nedenle asabiyeti, kavmiyetçilik veya şovenizmin bazı özelliklerini
taşımakla birlikte, esasında çok farklı bir dayanışma ruhu olarak değerlendirmek gerekir.
Asabiyet kavramı, şovenizm, ırkçılık kavramlarının yanında bazen milliyetçiliğin farklı bir
ifadesi olarak da kullanılmıştır. Meselâ T. Khemiri, Von Kramer, Salahattin Hudâ Bahş gibi
araştırmacılar, asabiyetle milliyetçiliğin aynı anlama geldiğini iddia etmişlerdir. Buna karşılık F.
Gabrieli ise asabiyetin milliyetçilikten farklı olduğunu ileri sürer.35 Milliyetçilik, genel anlamıyla,
toplumda millî kültürü hâkim kılmak ve başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık
kazanmak için uyanan kültür ve siyaset eğilimi olarak tanımlanabilir.36 Bir milletin
bünyesindebirden fazla kabile ve kabileler içinde de daha dar kapsamlı gruplar ve asabiyetler
bulunur. Bu nedenle asabiyet, ferdi çok dar bir daire içinde hapseder. Hâlbuki milliyetin dairesi
çok daha geniştir; bu topluluğun içinde birbirleriyle yakın akrabalık ve menfaat ilişkisi
bulunmayan insanlar da daire içinde kendilerine yer bulabilirler.37 Sonuç olarak asabiyetle anlam
ilişkisi kurulan kavramlar dar çerçeveden geniş çerçeveye göre derecelendirilmek istendiğinde
şöyle bir sıralama ortaya çıkar: Asabiyet, Şövenizm (Irkçılık, Aşırı kavmiyetçilik), Milliyetçilik
(Kavmiyetçilik). Burada dikkat edilmesi gereken husus, son iki kategoride aynı soydan gelenleri
birleştirme asıl hedef iken, asabiyette ise aynı soydan gelenlerin kabilelere ayrışması ve
parçalanmasının esas olduğudur.38
Câhiliye dönemi ve İslâmî tebliğin başlangıcındaki şartlar dikkate alındığında Araplar’ın
asabiyet sınırını aşarak kavmiyet şuuruna erişemedikleri görülür. Başka bir ifadeyle Araplar o
dönemde kabileler halinde yaşadıkları için, onlarda millet bilinci gelişmemiştir. Bu bilincin
meydana gelmesi için onların başka milletler ile karşılaşmaları ve bir bütün halinde onlarla
hesaplaşmaya girmeleri gerekmiştir. Esasında Arap yarımadasına komşu olan Fars, Rum ve Habeş
milletleriyle Araplar arasında zaman zaman savaşlar meydana gelmiştir. Ancak bunlar hiçbir
zaman topyekün bir Arap-Fars/Arap-Rum/Arap-Habeş savaşına dönüşmemiş, çatışmalar bu
milletlerin orduları ile onlara komşu bazı Arap kabileleri arasında gerçekleşmiştir. Bu nedenle ilk
dönemlerdeki Araplar’da millet (kavmiyet) şuurundan bahsetmek mümkün değildir. Araplar millet
şuuruna ancak başka milletler ile bir bütün halinde mücadeleye/rekabete giriştikleri zamanda
ulaşabilmişlerdir ki, bu da ancak Emevîler’in son dönemi ile Abbasîler’in ilk asrına tekabül eder.
Emevîler döneminde Arap-Mevâlî ilişkileri merkezinde görünürleşmeye başlayan ve erken
35
36
37
38
Uludağ, Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 121-122; Gabrieli, F. “Asabiyya”, EI², I, 681.
Ülken, Hilmi Ziya, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969.
Gedikli, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, s. 64.
Hanî Yahya Nasrî, asabiyet kavramıyla Tâife kavramını karşılaştırmış, asabiyeti soya dayalı ferdî ve ictimaî
dayanışma ruhu olarak nitelerken, Tâifeyi ise asabiyetle çatışan manevî birliktelik olarak tanımlamıştır. Ona göre
Tâife, neseb temelli asabiyete karşı ideolojik cemaat demektir. (Nasrî, Asabiyye, s. 146). krş. Kabbânî, elAsabiyye, s. 91, 148-149, 204, 212.
8
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
Abbasîler safhasında tekemmül eden Şuubiyye39 hareketi Araplar’da kavmî şuurun, başka bir
ifadeyle kavmî asabiyetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Araplar ancak bundan sonra kabile
sınırlarını aşarak daha üst derecede yer alan Şa‘b birliği şuuruna erişebilmişlerdir. Yine bu
dönemden itibaren onların nefsindeki kabile taassubunun yerini kavmî taassup, yani kavmî (millî)
asabiyet almıştır. Bütün bu değerlendirmeler dikkate alındığında, ilk dönem Arap sosyal hayatı için
en uygun içtimaî birliğin kabile, en anlamlı kabile dayanışmasının da asabiyet olduğunu ileri
sürmek mümkün olur.
C. Kabile İçin Asabiyetin Ehemmiyeti
Kabile toplumunda asabiyet, çöl sosyal hayatının zorunlu ve tabiî neticelerinden biridir.
Zira kabile, ancak asabiyet sayesinde ayakta durabilmekte, asabiyet ile varlığını ve güvenliğini
sağlayabilmekte, yine asabiyet sebebiyle hayatta kalmak için mücadele kuralının geçerli olduğu
kabileler toplumunda geçim vasıtalarını elde edebilmektedir.40 Aynı şekilde, siyasî ve hukukî
alanlardaki otorite boşluğunu doldurarak kabile fertlerinin mal, can ve ırz güvenliğinin sağlanması
da asabiyet sayesinde mümkün olmaktadır.41 Hulâsa asabiyet, sosyal alanda kendi içinde tutarlı bir
sistem ortaya koymakta, sonuçta insanlar bu sistemin sağladığı nizamla hayatlarını
sürdürebilmektedirler.42 Burada yola çıkarak asabiyeti, Arap sosyal hayatının kurulması ve
korunması için vazgeçilmez bir kitle enerjisi ve birlik ruhu, Arap toplumumun coğrafî, sosyolojik
ve psikolojik gerçeği kabul etmek mümkün olur.43 Kabileyi insanın bedeni olarak değerlendirmek
mümkün olursa, asabiyeti de bedene can veren, onun her türlü maddî ve manevî faaliyetlerini
düzenleyen, canlılığını sağlayan manevî dinamik olarak kabul etmek gerekir.44 Ruhsuz bedenin bir
anlamının kalmadığı gibi, bu durumda asabiyet olmaksızın da kabileden bahsetmek neredeyse
mümkün değildir.
Kabile asabiyeti, kabile mensuplarını manevî/sanal bir daire içinde toplayıp, üyelerine
mensubiyet şuuru ilham ederek onlara bağlılık ruhu kazandırır. Yine asabiyet sayesindedir ki,
kabilede yaşayan her fert, kendisinin bütün bir cemaatten mes‘ul olduğu bilincine ulaşır, aynı
şekilde bir bütün olarak kabile topluluğu da kendine bağlı fertlerden her birinin sorumluluğunun
39
40
41
42
43
44
Şuûbiyye başlangıçta fetihler neticesinde Araplar’ın idaresine giren Arap asıllı olmayanlarla Araplar arasındaki
eşitlik meselesini dile getiren, ancak daha sonra zamanla Araplar’a karşı -onların mevâlîye gösterdikleri tavırlara
tepki olarak- mutaassıp davranarak Arap soyuna düşman olan ve Arap olmayan kavimleri Araplar’dan üstün
tutan siyasî fırka, düşünce ve edebiyat akımıdır. (bk. Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, s. 71-75).
Ayrıca bk. Zâhiye Karrûra, eş-Şuûbiyye, s. 65-172; Apak, Adem, “Şuûbiyye”, DİA, XXXIX, 244-246.
Nass, İhsan, el-Asabiyye, s. 108.
Câbirî, Muhammed Âbid, Fikru İbn Haldûn, s. 294; Çağrıcı, Çağrıcı,“Asabiyet”, DİA, III, 453; Uludağ,
Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 11.
Kabbânî, el-Asabiyye, s. 15, 69.
Câbirî, Fikru İbn Haldûn, s. 254.
Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I, 663.
9
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
idraki içinde olur. Sonuçta kabile için fert, fert için kabile kuralı gerçekleşir; fert küçük bir kabile,
kabile de büyük bir insan haline gelerek, kabile-fert ayrılmazlığına ulaşılır, “ben” yerine “biz”
duygusu hâkim olur.45 Diğer taraftan asabiyet, Arabın nefsinde, uğruna yaşadığı bir ideale bağlılık
şuurunun da temelini oluşturur. Asabiyeti kutsal hale getiren ve onu bilgiden inanç ve değer
seviyesine yükselten de bu özelliğidir. Zamanımızda mezhep, siyasî parti, ideoloji, devlet, vatanmillet unsurlarına bağlılık gibi, insanların uğrunda her türlü fedakârlığı göze aldığı, hatta canını
vermeye hazır olduğu değerlere benzer şekilde asabiyet de kabile mensubu için hayatın gayesi olan
ve adına kan akıtılan kutsal değerler manzumesini oluşturmaktadır.46
Günümüzde siyasî partiler, mezhep-tarikat benzeri ideolojik gruplaşmalar da zaman
zaman asabiyet kavramıyla tanımlanmaya çalışılmaktadır. Buna göre asabiyet, grup hissi, hizip
birliği, cemaat ve meslek dayanışması şeklinde belli hedefleri olan grup üyelerini birbirine
bağlayan manevî rabıta ve bütünlük şuuru anlamında kullanılmaktadır.47 Aynı şekilde bir kısmı
asrımızda da etkinliğini sürdüren Şia, Haricîlik ve Mutezile gibi mezhepler, Nakşîlik, Mevlevîlik
gibi tarikatlarda görülen birlik, dayanışma ve fedakârlık ruhu da asabiyetle izah edilmektedir.48
Hatta buna dinî cemaatlerin kendi aralarında gerçekleştirdikleri dayanışmayı da eklemek
mümkündür. Bu gruplaşmalar, şekil olarak asabiyet izlenimi vermekle birlikte, kabile ruhu
anlamındaki asabiyet kavramıyla esasta farklıdır. Çünkü daha önce de bahsedildiği gibi,
asabiyette asıl olan, aynı soydan gelmek veya aynı soydan geldiğine inanmaktır, yani birlik
ruhunun temeli kan bağıdır, hakikî olsun, hükmî olsun nesebtir. Dolayısıyla sadece inanç veya
menfaat ortaklığı sebebiyle bir araya gelip dayanışma gösteren toplulukları asabiyetle
tanımlamak doğru olmaz. Parti asabiyeti, mezhep/meşrep/meslek asabiyeti, taraftarlık asabiyeti
gibi ifadeler, olsa olsa gerçek asabiyetin birlik ruhu sağlama özelliğinden mülhem ödünç alınmış
isimlendirmeler olarak kabul edilebilir. Halbuki klâsik anlamdaki asabiyette soy/neseb esastır.
Çeşitli sebeplerle oluşan her cemaat halini asabiyet ile nitelemek, bu kavramı çok geniş bir
anlamlandırma sebebiyle belirsiz hale getireceği için, böyle bir bakış açısı özellikle ilk dönem
İslâm tarihi hadiselerinde asabiyetin rolü ve etkinliğinin tespitini güçleştirir.
Kabileden bahsedilirken, bu sosyal yapıyı oluşturan unsurlar; asıl üyeler, mevâlî ve köleler
şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutulmuş; bunların hak ve sorumlulukları arasında farklılık olduğu
ifade edilmişti. Benzer derecelendirmenin bir kabile içinde veya kabile federasyonları arasındaki
asabiyet şiddeti konusunda da bulunduğunu ileri sürmek mümkündür. Buna göre, asabiyetin
45
46
47
48
Câbirî, Fikru İbn Haldûn, s. 257.
Nass, İhsan, el-Asabiyye, s.105, 139; Kabbânî, el-Asabiyye, s. 11.
Nasrî, Asabiyye, s. 10, 55; Kabbânî, el-Asabiyye, s. 11, 56; Ergin, Murat, Siyasi ve İtikadi Mezheplerin
Doğuşunda Kabile Asabiyetinin Rolü, (Basılmamış Doktora Tezi), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Şanlıurfa 2000, s. 21, 100).
Uludağ, Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 125.
10
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
şiddeti yakınlık (akrabalık) derecesine göre farklılık gösterir; soy bakımından en yakın olanın
asabiyeti daha uzakta olana göre daha kuvvetlidir. Bundan da intikam almak, diyet ödemek gibi
asabiyetin zorunlu kıldığı karşılıklı sorumluluk ve bağlılığın akrabalık derecesiyle paralellik arz
ettiği anlaşılır.49 Bununla birlikte soy uzaklığı sebebiyle asabiyet şiddetinin azalması, kabile
birliğini kesinlikle bozmaz, bu halde de hükmî asabiyet de hakikî asabiyet gibi fonksiyon icra
eder.50
D. Asabiyetin Gücü
Arap sosyal hayatında asabiyet sevgi, muhabbet gibi diğer fıtrî duygu ve hislerle
karşılaştırıldığında bunların hepsinden daha güçlüdür. Gerçekte asabiyet, her işinde kendi ruhunu
aksettirecek kadar Arabın nefsinde mutlak bir otoriteye sahiptir. Bu his Araplar üzerinde sadece
siyasî yönden tesir icra etmekle kalmaz, aynı şekilde içtimaî, fikrî ve edebî hayatta da derin izler
bırakır.51
Asabiyet her şeyden önce toplumun parçalanmasına, bir belde insanlarını birbirlerine
bağlayan organların işlevsiz hale gelmesine sebep olur. Yine asabiyet nedeniyle en yakın
dostluklar birden düşmanlığa dönüşebilir, hatta cemiyetler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
gelebilirler. Asabiyet öyle güçlü bir duygudur ki, muhalif kabilelere mensup karı-kocayı dahi
hemen birbirinden ayırabilir. Nitekim önceden çok sıkı dost olan iki kişi, kabileleri arasında
çekişme başlayınca karşılıklı düşmana dönüşerek birbirlerini boğazlayacak hale gelebilirler.
Araplar dostlarını asabiyet kavgası sebebiyle öldürdükten sonra vicdan azabıyla onun arkasında
göz yaşı dökmekten de kendilerini alamazlar.52 Asabiyet o derecede tesir gücü yüksek bir âmildir
ki, kabile mensubuna kendi kabilesiyle cehennemde olmayı, başkalarıyla cennette olmaya tercih
ettirmiştir.53
Asabiyet gerek hükmî, gerekse itibarî olsun baba cihetinden akrabalığın bir tezahürü olarak
görülür. Bununla birlikte baba asabiyeti kadar tesirli olmasa da, evlilikler neticesinde ortaya çıkan
analık veya dayılık asabiyetinden de söz etmek gerekir. Bu asabiyet de tarihî hadiselerde etkin rol
oynamıştır. Zira insanlar fıtratları gereği anne tarafı akrabalarına da yakınlık duyarlar. Eğer
annenin kabilesi babanın kabilesinden ayrı ise, çocukların nefsinde annelerinin mensubu olduğu
kabilenin asabiyetini de taşımaları mümkündür. Anne ile babalarının asabiyetleri arasında herhangi
bir çekişme veya düşmanlık yoksa, her iki asabiyet de çocuklarda potansiyel olarak varlığını
49
50
51
52
53
Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, s. 3; Kabbânî, el-Asabiyye, s. 40, 58.
Nasrî, Asabiyye, s. 136.
Kabbânî, el-Asabiyye, s. 7-10.
Nass, İhsan, el-Asabiyye, s.5, 113, 114.
Belâzürî, Ensâb, II, (thk. Muhammed Bâkır), Beyrut 1974, s. 100.
11
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
sürdürür. Bu durumda kişinin anne tarafından akrabasını himaye etmesi, ona destek olması, onunla
birlikte düşmanlarına karşı hareket etmesi kolaydır.54 Bu tür asabiyetin İslâm tarihinin her
döneminde etkinliğini sürdürdüğünü söylemek mümkün olsa da, en bariz örnekleri Emevîler
asrında görülür. Evlilikler neticesinde ortaya çıkan ana yoluyla asabiyet asabiyet sebebiyle
Emevîler döneminde halifelerin bir kısmı Mudarî, bir kısmı ise Yemenî asabiyetinin yanında yer
almış, bu da dönemin siyasî hadiselerinin seyrinde belirleyici olmuştur.55 Bazen ana asabiyetinin
geçersiz olduğu haller de yaşanmıştır ki, bu genellikle ana ve baba kabilesinin, dolayısıyla ana ve
baba asabiyetinin karşı karşıya geldikleri zamanlarda gerçekleşmiştir. Böyle durumlarda öncelik
baba asabiyetinindir. Aynı şekilde karı-koca farklı soylardan olduklarında, onların kabileleri
arasında bir husumet meydana geldiği takdirde, koca hayat arkadaşını unutup derhal kendi
asabiyetine meyletmeye hazırdır. Bunun tersi durum, yani kocanın eşinin kabilesini kendi
kabilesine tercih etmesi ise ancak istisnaî bir mahiyet arzeder.56
İslâm tarihi hadiselerine bakıldığında baba asabiyeti ve ana asabiyeti kadar etkin olmasa da
olayların şekillenmesinde sınırlı bir etkinlik gösteren üçüncü bir asabiyet türünden bahsedilebilinir
ki, buna vatan (bölge) asabiyeti adını vermek mümkündür. Bu asabiyet, günümüzde yaygın olarak
bilinen hemşehrilik (coğrafî bağ) dayanışmasına benzer özellikler taşımaktadır. Burada asıl olan
kan akrabalığı veya sıhrî bağ değil, vatan ortaklığıdır. Ancak burada da aynı şehirde yaşayanların
uzak da olsa birbirleriyle akraba oldukları inancını taşıdıkları düşünülebilir. Ayrıca ortak kaderi
paylaşmaları sebebiyle aynı şehir sakinlerinin aralarında bir yakınlık hissetmeleri de tabiîdir.57
Bununla birlikte göçlerle mekânın değişmesi ve kabile bağlantılarının her zaman daha öne çıkması
gibi sebeplerle hemşehrilik dayanışmasının çok etkin ve sürekli olması mümkün değildir. İstisnaî
nitelikte de olsa bu tür dayanışmanın İslâm tarihinde örneklerini görmek mümkündür.58
54
55
56
57
58
Nitekim Mekke site devleti kurucusu kabul edilen Kusay b. Kilab, Mekke idaresini ele geçirme mücadelesinde
Uzreoğulları’ndan olan dayılarının desteğini almıştır. Aynı şekilde Medine’ye hicretinden sonra Hz.
Peygamber’e (sav) Neccaroğulları’ndan dayıları kucak açmışlardır. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 124, 136, II, 140; İbn
Sa‘d, et-Tabakât, I, 68).
Bu konuda örnekler için bk. Apak, Adem, Anahatlarıyla İslâm Tarihi III (Emevîler Dönemi), Ensar Neşriyat,
İstanbul 2014, s. 187-197, 208-215, 239-263.
Buna Ebû Leheb’in Hz. Peygamber’e (sav) karşı takındığı tavrı örnek göstermek mümkündür. Ebû Leheb, Hz.
Peygamber’i (sav) himaye konusunda yardımlaşmayı tercih eden kabilesi Hâşimoğulları’nı terk ederek, Ebû
Süfyân ve onun kız kardeşi olan eşi Ümmü Cemil’in kabilesi ve Hâşimîler’in tarihî düşmanı Ümeyyeliler
tarafında yer almıştır. Bu tercihte Ebû Leheb’in kayınbiraderi Ebû Süfyân ile olan ticarî ilişkilerinin önemli bir
payı olsa gerekir. (Kapar, M. Ali, “Ebû Leheb”, DİA, X, 178).
Kabbânî, el-Asabiyye, s. 212.
Meselâ, Emevî iktidarının baskısından bunalan Iraklılar, kabile ayrılıklarına ve aralarındaki iç rekabete rağmen,
bir bütün halinde hemşehrileri olan Iraklı bir kişiyi hilâfete geçirmek ve Irak’ı ülkenin merkezi haline getirmek
için İbn Eş’as’ın Şam idaresine karşı başlatmış olduğu isyanı desteklemişlerdir. (Taberî, Tarih, VI, 334-350,
375-383, 389-393). Bununla birlikte onlar, kabile istiklâllerini koruma kaygısıyla organize bir bütünlük
sağlayamayıp parçalı bir şekilde mücadele etmeleri sebebiyle, kısa sürede dağılmışlar, neticede yine Emevîler’in
hâkimiyetine boyun eğmek zorunda kalmışlardır.
12
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
Asabiyette öncelikli hedef, genelde kabilenin özelde de ferdin menfaatini korumaktır. Bu
nedenle bazen kabilenin yakın menfaati, kabileyi, yakın akrabayla değil, rakip soyun kabileleriyle
ittifaka zorlayabilir. Teorik planda asabiyet düşüncesine ters gibi görünen bu tür ittifakları,
özellikle
Horasan’da
gerçekleşen
Mudar=Rebia+Ezd
kabile
gruplaşmalarında
görmek
mümkündür. Emevîler döneminde Adnânî kabilelerinden olan Rebialılar, bölgede kendileriyle
birlikte yaşayan soydaşları Mudar kabileleri yerine, asabiyete göre Mudarlılar’la ortak rakipleri
olması gereken Yemenîler’le birlikte hareket etmiştir.
E. Asabiyetin Kabile Mensubuna Yüklediği Sorumluluklar
Asabiyet, kabile mensuplarına müşterek görevler, mükellefiyetler, yakalarını kurtarma
imkânı bulamayacakları sorumluluklar yükler. Her şeyden önce asabiyet, kabile üyeleri arasında
birleşmeyi ve yardımlaşmayı zorunlu hale getiren yazılı olmayan bir sözleşme mesabesindedir.
Kabilenin asıl üyeleri sürekli olarak, çeşitli sebeplerle kabile toplumuna sonradan katılanlar ise
kabile himayesine girdikleri andan itibaren bu manevî sözleşmenin tüm şartlarını tereddütsüz kabul
etmiş sayılırlar. Asabiyet ister zalim ister mazlum olsun kişinin gerek aslî, gerekse hükmî tüm
soydaşlarına çağrı geldiğinde tereddütsüz yardım etmesini şart koşarak, kabile üyesine şu ana
prensibi benimsetir; ferd kabilenin yoluna, kabile de ferdin yoluna kurban olur.59 Bu genel asabiyet
kuralı, Arap şiirinde de sedasını bulmuştur. Cündeb b. Anber et-Temîmî bunu şöyle dile getirir:
“İster zalim, ister mazlum olsun kardeşine yardım et”.60 Başka bir şair Asleb b. Abdullah
“Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca, ben ona yardım etmeyeceksem, haksızlığa
uğrayınca da yardım etmem”61, sözleriyle asabiyetin temel düsturunu ortaya koyar. “Senin gerçek
kardeşin, seninle birlikte hareket eder, zalim olsan da seninle birlikte olur”62 Arap atasözü de ana
kuralın bir başka şekildeki ifadesidir.
Asabiyet düşüncesine göre kabile üyelerinden biri öldürüldüğü zaman, öldürülenin
yakınları başta olmak üzere bütün kabile, maktulün intikamını almakla mükellef olur. Aynı şekilde
kabile mensuplarından biri, başka kabile mensubunu öldürürse, katilin kabilesinin tamamı,
öldürülen şahsın diyetini ödemek başta olmak üzere, öldürme hadisesinin diğer bütün sonuçlarını
üstlenmek zorundadır. Çünkü asabiyet, suç ve cezanın ferdiliği esasını kabul etmeyip, kabile
üzerine kollektif sorumluluk yükler.63 Ancak yine de intikam almada düşman kabilenin herhangi
bir şahsının değil, bizzat gerçek suçlunun cezalandırılması da esas asılmıştır. Şair bu hususu
dizeleriyle şöyle dile getirir:
59
60
61
62
63
Nass, İhsan, el-Asabiyye, s. 108.
Meydânî, Mecmaü’l-Emsâl, II, 384.
Şeybî, Ebu’l-Mehâsin, Timsâlü’l-Emsâl, I, 325.
Askerî, Ebû Hilâl, Cemheretü’l-Emsâl, I, 58-59.
Câbirî, Fikru İbn Haldûn, s. 265-266.
13
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
“O, kinini içinde saklamış, kardeşinin öcünü alma planını kimseye açıklamadan tetikte
beklemişti.
O, ölümün yükünü indirdiği yerde çok sayıda evi korkuya düşürmeden (yalnızca kardeşinin
katiline) saldırdı”.64
Asabiyet, kabilenin her ferdine kabile nizamı ve örfüne boyun eğmeyi, başka kabilelerle
yapılmış olan anlaşma kurallarına uymayı, kabile reisi ve komutanların emirlerine tereddütsüz itaat
etmeyi zorunlu kılar. Kabile üyesi kabilenin aldığı kurallarına uymak zorundadır. Çünkü kabile, bu
itaatın karşılığında kendisine kabile vatandaşlığını kazandıran himayeyi sunmaktadır ki, himaye ise
bir kabile üyesi için hayat sigortası mesabesindedir. Ferdin aşiretine olan tam teslimiyetini
Muavvidü’l-Hukemâ olarak meşhur olan Muaviye b. Mâlik b. Ca’fer şu şekilde dile getirir:
“Aşiretimizin hakkını veririr, kusurunu bağışlarız ve yüceliriz.
“Aşiretimiz bize (diyet ödemek, öc almak, mali yardımda bulunmak vb) bir yük
yüklediğinde onu taşırız. Bu isterleri tekrarlansa biz yine aynı tavrı sergilemeyi sürdürürüz”.65
Sonuç
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse asabiyet, kabile asabiyeti veya Arap asabiyeti, genelde
kabile cemaati, özelde de Arap toplumu için marazî, anormal, ve içtimaî bünyeden atılması
gereken bir unsur değil, bilakis çeşitli sebeplerden etkilenerek tesir gücü artan veya azalan, tabiî ve
fıtrî bir insan ve toplum gerçeğidir. Nitekim asabiyet kavramını reel ve rasyonel çerçevede
açıklayan İbn Haldûn, asabiyeti ferdin ve toplumun hastalıklı yönü bir tarafa, beşerin fıtrî bir
özelliği olduğunu dile getirmekte, onu, en küçük sosyal birlik kabul edilen aileden başlayarak
büyük imparatorluklara kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında önemli rol
oynayan bir kitle enerjisi olarak kabul etmekte ve öfke, sevgi, nefret benzeri psikolojik kabiliyetler
gibi asabiyetin de insan hayatında müspet ve menfî tarafları bulunan manevî enerji olduğunu ileri
sürmektedir. Asabiyeti toplumu oluşturan çeşitli güçler arasında bir dengenin sağlanmasında,
insanların birbirleriyle savunulmasında, haklarının gözetilmesi ve hayatlarının korunmasında çok
güçlü bir etkendir. Hâsılı asabiyetin, toplumu felâkete sürükleyip parçalamakla birlikte, aynı anda
bütünleştirmek gibi birbirine tamamen zıt fonksiyonları içinde barındırdığı söylenebilir. Tarihin
şahitliği de şunu göstermektedir ki, asabiyet bir taraftan toplayıcı ve birleştiricidir, aynı zamanda
da ayırıcı ve parçalayıcıdır. Asabiyet sebebiyle kabile, birlik içinde çokluk, yarış ve rekabet
dairesinde dayanışma üzerine kurulmuş bir cemaat olur. O zaman asabiyeti müspet veya menfî
yöne sevk etmek, ondan fayda elde etmek ve bu sayede toplumun güvenliğini sağlamak, yahut
64
65
Zevzenî, Şerhu Muallakâti’s-Seb’, s. 83.
Mufaddal ed-Dabbî, el-Mufaddaliyyât, s. 348.
14
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
onun sebebiyle felâkete sürüklenmek gerek fertlerin, gerekse toplumları yönetenlerin niyet,
kabiliyet ve davranışlarına bağlıdır.
Kaynakça
Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî, (241/855), Müsned, I-V,
Beyrut ty.
Apak, Adem, Anahatlarıyla İslâm Tarihi III (Emevîler Dönemi), İstanbul 2014.
………, “Şuûbiyye”, DİA, XXXIX, 244-246.
Askerî, Ebû Hilâl, Hasen b. Abdullah b. Sehl (400/1009), Cemheretü’l-Emsâl, (nşr.
Muhammed Ebu’l-Fazl-Abdülmecid Katâmiş), I-II, Kahire 1964.
Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I, 663.
Belâzürî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Ensâb, II, (thk. Muhammed
Bâkır), Beyrut 1974.
Câbirî, Muhammed Âbid, İslâm’da Siyasal Akıl, (çev. Vecdi Akyüz), İstanbul 1997.
………, Fikru İbn Haldûn el-Asabiyye ve’d-Devle, yy 1984.
Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, III, 453-455.
Ergin, Murat, Siyasi ve İtikadi Mezheplerin Doğuşunda Kabile Asabiyetinin Rolü,
(Basılmamış Doktora Tezi), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa
2000.
Gabrieli, F. “Asabiyya”, EI², I, 681.
Gedikli, Ahmet Ercüment, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, Ankara 1990.
Günaltay, M. Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, (sad. M. Mahfuz SöylemezMustafa Hizmetli), Ankara 1997.
İbn Haldûn, Abdurrahman b. Muhammed (808/1405-1406), Mukaddime, (thk. Ali Abdülvâhid
el-Vâfî), I-III, Mısır 1957.
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk.
Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ty.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükrim (771/1369), Lisânü’l-Arab, IXV, Beyrut ty.
İbn Sa’d, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Beyrut ty.
Kabbânî, Abdülaziz, el-Asabiyye Bünyetü’l-Müctema‘i’l-Arabiyye, Beyrut 1997.
Kapar, M. Ali, “Ebû Leheb”, DİA, X, 178.
Karaman, Hayrettin, “Asabe”, DİA, III, 452.
15
İslam Tarihi Araştırmaları Dergisi
Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, İstanbul 1992.
Meydânî, Ebu’l-Fazl Ahmed b. Muhammed b. Ahmed en-Nisaburî (518/1124), Mecmaü’lEmsâl, (nşr. Muhyiddin Abdülhamid), I-II, Dimaşk 1972.
Mufaddal ed-Dabbî, Ebü’l-Abbâs Mufaddal b. Muhammed b. Ya’lâ el-Kûfî (178/794), elMufaddaliyyât, (nşr. Ömer Fârûk et-Tabbâ), Beyrut 1998.
Nasrî, Hâni Yahya, Asabiyye Lâ Tâifiyye, Beyrut 1983.
Nass, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi’ri’l-Emeviyye, Beyrut 1964.
Şeybî, Ebu’l-Mehâsin, Timsâlü’l-Emsâl, (nşr. Esad Zibyat), I-II, Beyrut 1982.
Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ty.
Uludağ, Süleyman, Mukaddime Terümesi I-II, İstanbul 1988.
Ülken, Hilmi Ziya, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969.
Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sukutu, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1963.
Zâhiye Karrûra, eş-Şuûbiyye, Beyrut 1988.
Zebîdî, Seyyid Muhammed Murtaza (1205/1790), Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ty.
Zevzenî, Ebû Abdillâh Hüseyn b. Ahmed (486/1093), Şerhu Muallakâti’s-Seb’, Beyrut ty.
16
Download