Ahmed el-Kâtib`in sesine kulak vermek

advertisement
On5yirmi5.com
Ahmed el-Kâtib'in sesine kulak vermek
“Müslüman toplumlarda vahdet olmadan kuvvet, adalet olmadan vahdet,
demokrasi/şûrâ olmadan da adalet sağlanamaz. Yönetimin barışçıl şekilde el
değiştirmesi ve adaletin tüm topluma teşmili sağlanmadan da demokrasi/şûrâ modeli
tesis edilmiş olmaz."
Yayın Tarihi : 16 Mayıs 2016 Pazartesi (oluşturma : 10/20/2017)
Doç. Dr.Fethi Güngör Diriliş Postasındaki yazısında Malatya 5. Anadolu Kitap Fuarı'na konuk olan
İran'lı Müslüman düşünür Ahmed el-Kâtib'in görüşlerini aktarıyor.Katib, Şia, 12 imam, laiklik,İslami
yönetim konularında ufuk açıcı görüşler ortaya koyuyor. İşte o yazı...
Malatya’da devam etmekte olan 5. Anadolu Kitap Fuarı’nın, 375 yayınevinin katılımını sağlaması,
Arap dünyasından bazı yayınevlerinin de iştirak etmesi, bu sene bilge lider Aliya İzzetbegoviç’i ana
tema olarak benimsemesi gibi güzellikler yanında, henüz beş yaşında olmasına rağmen üçyüz kadar
seminer, söyleşi, okur yazar buluşması gibi etkinliği de fuarla eş zamanlı olarak organize edebilmiş
olması açısından takdire şayan bir performans ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle,
Anadolu insanını kitap, kültür, yazar ve düşünür ile buluşturan bu organizasyonda emeği geçenleri,
katılanları, katkıda bulunanları tebrik ve takdir ediyorum.
Ahmed el-Kâtib
Müslüman toplumlarda vahdet olmadan kuvvet, adalet olmadan vahdet, demokrasi/şûrâ olmadan da
vahdet sağlanamaz.
Fuarın davetli konuşmacılardan biri de, tarihî temel problemlerimize ilişkin düşünceleri ve eserleri
Türkiye’de de dikkat çekmeye başlayan ve üç yılda dört eseri çevrilip yayınlanan Ahmed el-Kâtib idi.
12 Mayıs Perşembe sabahı kentin sivil toplum önderlerine hitap eden düşünür, Arap yayınevlerince
basılan beş eseri ile yeni tamamladığı ancak henüz yayınlanmamış bir eserinin toplu bir detaylı
fihristi niteliğinde özlü bir konuşma gerçekleştirdi. Eşzamanlı çevirisi şahsıma tevdi edilen bu önemli
konuşmayı siz muhterem okurlarımla da paylaşmakta yarar görüyorum.
Ahmed el-Kâtib: Mezhebin Katı Çemberini Kırabilmek
Kayıp imam hiç doğmamıştır, hayali bir figür olarak Şia tarafından ‘oluşturulmuş’tur.
1953 yılında Irak’ın Kerbela bölgesinde doğan ve Şii medreselerinde eğitim görmüş olan el-Kâtib,
imamet ve İmam Hüseyin konulu ilk kitaplarını gençlik döneminde kaleme aldı. Daha sonra
düşüncelerinden dolayı idama mahkum edilince ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Lübnan’da ve
Kuveyt’te bir süre yaşadı, ilmî faaliyetlerini oralarda sürdürdü. İslam inkılabından sonra Tahran’a
inen ilk uçakla geldiği İran’da 10 yıl kalabildi. Bir yıl boyunca radyo yayıncılığı yaparak, İran devrimini
Irak’a ihraç etmek isteyen el-Kâtib’in yayınları iki ülke arasında gerginliğe yol açmıştı. Sürekli
sorgulayan ve üreten bir insan olarak bu düşünsel faaliyetini İran’da da sürdürdü.
İran Meclisi’nde yaşanan bir olay, el-Kâtib’in sistemi sorgulamasına yol açtı. İşçilerin hukukuna ilişkin
bir yasal düzenleme yedi kez Nigehbân Meclisi tarafından İslam’a aykırı bulunarak geri çevrildikten
sonra İmam Humeyni’nin Veliyy-i Fakih olarak duruma el koymasından sonra yürürlüğe girebildi. Bu
süreç el-Kâtib’in velâyet-i fakih sistemini sorgulamasına yol açtı.
12-Kayıp imamın hiç doğmadığını, hayali bir imam olarak Şia tarafından ‘oluşturulduğu’nu savunan
el-Kâtib, kendi coğrafyasında yaşama imkânı bulamayınca İngiltere’ye hicret etti. 25 yıldır orada
yaşıyor. Kitap, makale ve konferanslarını şahsi internet sitesinden de paylaşıyor
(https://www.facebook.com/ahmad.alkatib1/books).
Sünni-Şii ayrımını tarihte kalmış bir ayrılık sebebi olarak gören el-Kâtib, eserlerinde bu ayrılığa yol
açan fırkaların nasıl ortaya çıktığını, esasında siyasi olan ihtilaflara nasıl din kisvesi giydirildiğini,
siyasal düşüncenin Ehl-i Sünnette ve Şiada nasıl geliştiğini, İslam toplumunun insanlığın temel
sorunlarına ilişkin kuşatıcı söylemler geliştirebilmesinin önündeki engellerin başında mezhepçiliğin
geldiğini anlatıyor.
Kuvvet için vahdet, vahdet için adalet, adalet için şûrâ esasını benimsemek
Yıkılışın temel sebebi adaletin sağlanamaması ve sultanların insanların hakları üzerinde çok büyük
yetkiler kullanmasıdır.
“Müslüman toplumlarda vahdet olmadan kuvvet, adalet olmadan vahdet, demokrasi/şûrâ olmadan
da adalet sağlanamaz. Yönetimin barışçıl şekilde el değiştirmesi ve adaletin tüm topluma teşmili
sağlanmadan da demokrasi/şûrâ modeli tesis edilmiş olmaz.
Müslümanlar uzun asırlar boyunca, meşruiyet kaynağını şeriatin oluşturduğu İslami bir ortamda
yaşadı. Ancak, buna rağmen ihtilafa düştüler, çeşitli sorunlar yaşadılar, birbirlerini öldürdüler. Bu
durum sahabe-i kiram dönemine kadar uzanmaktadır. Halife Osman bin Affân öldürüldü, peşinden
Halife Ali bin Ebî Tâlib öldürüldü. O arada Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşları yaşandı. Ardından Hz.
Hüseyin öldürüldü.
Muaviye güç kullanarak iktidara el koydu. Şûrâ sistemini lağvedip Kisra ve Kayser’in baskıcı
sistemini benimsedi. Böylece iktidar babadan oğula geçmeye başladı. Emevilerle başlayan bu düzen
Abbasiler ve Osmanlılar döneminde de aynı şekilde devam etti.
Tarih boyunca yaşanan bu siyasi kargaşa ve katillerin sebebi, yönetimin barışçıl şekilde el
değiştirmesi ve şûrâ prensiplerinin terk edilmesidir. Zira, iktidarın barışçıl yöntemlerle el
değiştirmesi ve adaletin tesis edilmesi, yöneticilerin zulme meyletmesine ve dolayısıyla halkların
ayaklanmasına mahal bırakmaz.
Yıkılışın Sebeplerini Doğru Teşhis Edebilmek
Görevimiz Müslümanların birliğini sağlamak ve İslam şeriatini uygulayacak yönetimi geri getirmek
olmalıdır, eskilerin yanlışlarını günümüze taşımak değil!
İslam devletlerinin ve toplumlarının tarihlerini okuduğumuzda ve yıkılışlarının sebeplerini
incelediğimizde, temel sebebin adaletin sağlanamaması ve sultanların insanların hakları üzerinde çok büyük yetkiler kullanması olduğunu görürüz. Yöneticiler halkın mallarını gasp etmişler, kimseye
danışma gereği duymadan iç ve dış savaşlar çıkarmışlar, insanların maddi ve manevi birikimini heba
etmişler, ümmeti paramparça eden diğer uygulamalarını fütursuzca gerçekleştirmişlerdir. Bu
zulümler dayanılmaz bir hal alınca yine güç kullanarak düşürülen zalim sultanın yerine geçen de
adalet ve şûrâ ile toplumu yönetme yerine öncekilerin yöntemini benimsemiştir.
İslam toplumunu oluşturan tüm halklar ve gruplar/partiler, bildikleri ve güvendikleri bir anayasa
ortada olmadığı sürece bu tarihî hataları tekrar etmekten öteye gidemeyecektir. Böylece, adı halife
bile olsa kendi elimizle mutlak iktidar sahibi yaptığımız yeni diktatörler çıkarmaktan başka bir
neticeye ulaşamayacağız. Nitekim, Abbasiler gelince Emevilerin, Fatımiler gelince Abbasilerin,
Osmanlılar gelince Memluklerin kökünü kazımak için ellerinden geleni yapmışlardır.
Abbasi ve Osmanlı halifeleri çoğu zaman yönetim işini vezirlerine hattâ bazen hanımlarına
bırakıyorlardı. Saltanatı eline geçirmek ya da elinde tutmak için öz babalarını, öz oğullarını, öz
kardeşlerini öldürüyorlardı. Mesela, Me’mun da kardeşi Emin’i öldürtmüştü.
Eskilerin Hatalarını Kutsamamak
Batı’da demokrasinin gelişmesinden sonra İslam dünyasından Avrupa’ya gidip durumu müşahede
eden Rifâ’a et-Tahtavî, Cemaleddin Afgânî, Reşid Rıza ve Muhammed Abduh gibi mütefekkir ve
âlimler, demokrasi ya da şûrâ sistemine çağrı yapmışlardır.
Müslümanların zaafa düşmesi ve otoriter yapının sürdürülme ısrarı üzerine Osmanlı devletinin
Hıristiyan halkları ayaklandı. Batı’nın desteklediği bu demokrasi talepleri neticesinde Balkanlardaki
Hıristiyan halklar Osmanlı’dan ayrıldı. Gayrımüslimlerin ve Müslümanların haklarını teminat altına
almak maksadıyla 1876 yılında kabul edilen Kânûn-ı Esâsî ve seçimle iş başına gelen ve bir yıl
geçmeden feshedilen Meclis-i Mebûsân dağılmayı engelleyemedi. Zira, bu yeni demokratik süreci
Batı’nın Osmanlı Devleti’ni nüfuzu altına almak için giriştiği bir entrika olarak değerlendiren Sultan
II. Abdülhamid, Meclis’i dağıttı. Müslüman halkların kopmasını engellemek için “İttihad-ı İslam”
söylemini geliştirmiş olsa da Sultan II. Abdülhamid çöküşü durduramadı. Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra devlet yıkıldı, hilafet de 1924 yılında lağvedildi.
Osmanlı Devleti çöktükten sonra iki ayrı kulvarda hilafeti geri getirme çabaları ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birincisi, Sünni anlayışa dayanan ve tarihteki yanlış örnekleri tekrar eden, halifeye
mutlak otorite tanıyan, iktidarın güç kullanarak elde edildiği ve babadan oğula intikal ettiği hilafet
modeli. Suudi Arabistan, Taliban ve Daiş örnekleri bu tür hilafet talebinin örnekleri olarak verilebilir.
Halifeye mutlak otorite tanıyan bu anlayışa göre devletin meşruiyet kaynağı, Kur’an ve Sünnettir.
Anayasa vazetmek ve ümmetin görüşüne başvurmak bu yaklaşım sahiplerine göre Batı’nın bidatine
uymak demek olup haramdır, İslam’a aykırıdır.
İkinci grup, Osmanlı Devleti’nin yıkılışının sebeplerini incelemeye davet ederek, devletin yıkılmasına
yol açan; diktatörlük, baskı, zulüm, adaleti ikame edememek, şeriat ahkâmını tatbik edememek,
şûrâ/demokrasi çerçevesinde ümmetin birlik ve beraberliğini sağlayamamak gibi problemleri tespit
etmişlerdir.
Şûrâya dayalı demokratik bir anayasal sistem kurabilmek
Demokrasi İslam’la çelişmemektedir. Zira, yöneten-yöneten ilişkisi, İslam’ın insanın aklına ve
toplumun örfüne bıraktığı manevra alanına ait bir konudur. Kur’an’a ve sünnete baktığımızda
yönetim tarzına ilişkin bir model ve öneri göremeyiz.
Demokrasi Batı’da belli gerekçelerle ortaya çıkmış olsa da; eşitlik ve adaleti temin etmesi, kuvvetler
ayrılığını getirerek yasama, yürütme ve yargı erklerini ayırmış olması, dördüncü bir erk olarak ortaya
çıkardığı medya aracılığıyla bu üç erk arasındaki ilişkileri denetlemesi, böylece zulüm ve yolsuzluğa
mahal bırakmaması, erkler arasındaki anlaşmazlıkları Anayasa mahkemesi marifetiyle çözüme
kavuşturması insanlık adına önemli bir gelişmedir.
Batı demokrasisi kilisenin ağır baskısını kırmak maksadıyla ortaya çıktığından dolayı temel olarak
laikliğe dayanmaktadır. İki türlü laiklik vardır. Birincisi, hayatın tüm alanını kapsayan, kuşatıcı
laikliktir ki, bu küfürdür, çünkü sadece insanı meşruiyet kaynağı olarak alır, din ve inançlara itibar
etmez. İkincisi ise, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin, temel erklerin ayırımını ifade eden cüz’i
laikliktir. Prof.Dr. Abdulvehhab el-Mesîrî, “Parçacı Laiklik ve Kapsamlı Laiklik” isimli eserinde bu
meseleyi gayet açık şekilde anlatmıştır.
Kuşatıcı laiklik, alternatif bir din olarak sunulan ve İslam’a bütünüyle aykırı bir sistemdir. Kilise;
siyaset, ibadet, kültür gibi hayatın tüm alanlarını tahakkümü altına almıştı. Papazı araya koymadan tevbe etmek, Allah’tan af dilemek bile kabul edilmez kilise sisteminde. Kiliseye gidip izin ve onay
almadan iki insan evlenemez. İslam’da bunlar yoktur. İsteyen dilediği zaman Allah’a dua da eder,
tevbe de… Camide tayin edilmiş bir imam da yoktu ilk dönemlerde, o vakit namazına gelen cemaat
arasında en layık olan birisi imamlığı deruhte ederdi.
İslam dini ne imamet ne de hilafet sistemini vazetmiştir. İslam, ahlakı, temel ilkeleri vazeder,
aklımızı kullanmamızı ister, yönetim tarzını bize bırakır. Allah Rasulü kendisinden sonra uygulanmak
üzere bir yönetim modeli önermemiştir. Bölgelerin şartlarına, zamanın şartlarına, toplumun
ihtiyaçlarına uygun olarak yönetim modellerini insanlar kendileri belirleyebilirler. Sivil, medeni bir
yönetim tarzının belirlenmesinde, siyaset, kültür, ibadet gibi hayatın çeşitli alanlarında özgür bir
muamele sistemi oluşturulmasında cüz’i laiklik kullanılabilecek bir modeldir.
Burada temel görev; Müslümanların birliğini sağlamak, vahdeti tesis etmek, İslam şeriatini
uygulayacak İslami yönetimi geri getirmek olmalıdır. Yoksa, maziyi çağa taşıyarak, eskilerin baskıcı
modellerini güncelleyerek, Suud ya da Daiş benzeri diktatörlükler oluşturarak İslami bir neticeye
ulaşamayız. Yapmamız gereken şûrâya dayalı demokratik bir anayasal sistem kurmaktır.
İstibdadın olduğu yerde adalet, zulmün olduğu yerde vahdet olmaz. Zulmün ve kural tanımazlığın
olduğu yerde İslam’dan ve şeriatten söz edilemez!”
Malatya’da gerçekleşen konuşmasına katılan, sorularıyla konuları açan tüm katılımcılara teşekkür
eden ve fikirlerin bütün açıklığıyla ortaya konduğu ve özgürce tartışıldığı mevcut demokratik
ortamın kadrini bilmenin önemine dikkat çeken muhterem Ahmed el-Kâtib’e, İslam dünyasının temel
sorunlarını anlamaya ve kalıcı çözümler önermeye yönelik samimi, uzun soluklu ve cesur
çabalarından dolayı ben de kendilerine gönülden şükranlarımı sunuyorum. Rabbim sağlık ve afiyet
ihsan eylesin, çabalarını selam yurdunun inşasında amel-i salih olarak kabul buyursun.
Ahmed el-Kâtib’in Türkçeye Çevrilen Eserleri:
Çağdaş İslam Siyaset Sisteminde ANAYASAL MEŞRUİYET -Suudi Arabistan Krallığı ve İran İslam
Cumhuriyeti Karşılaştırmalı İncelemesi-, Mana Yayınları, İstanbul 2013, 288 s.
Nedenleri Tarihte Kalmış SÜNNİLİK ŞİİLİK -İslam Birliği-, Mana Yayınları, İstanbul 2015, 280 s.
Sünnî Siyasal Düşüncenin Gelişimi DEMOKRATİK HİLAFETE DOĞRU, Mana Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul 2016, 496 s.
ŞİADA SİYASAL DÜŞÜNCENİN GELİŞİMİ -Şûrâdan Velâyet-i Fakîhe-, Otto Yayınları, Ankara 2016,
584 s.
Bu dökümanı orjinal adreste göster
Ahmed el-Kâtib'in sesine kulak vermek
Download