"...Hüküm vermek ancak Allah`a aittir..." (Yusuf

advertisement
1
İçindekiler
2
"...Hüküm vermek ancak Allah'a aittir..." (Yusuf 12/40)
ayetini nasıl anlamalıyız? Seçimlerde oy kullanmak bu
ayete ters düşmüyor mu?
"...Hüküm vermek ancak Allah'a aittir; kendisinden başkasına değil, O'na tapmanızı
emretmiştir..." (Yusuf 12/40)
Hakiki olarak hüküm vermek ancak Allah'a aittir. Hüküm, hâkimiyyet, yönetim başkasına
değil, ancak Allah'a aittir. Kur'an bu gerçeği önemine binaen birçok ayetler dile getirerek
tüm insanları ve özellikle de hüküm verme yetkisini elinde bulunduran ve saltanatın
gerçek sahibi olduğunu iddia edenleri uyarmıştır. İktidar sahibi kullar ise O'nun
hükümlerini uygulamakla yükümlüdür.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah inanç, ibadet ve toplumsal konularda nasıl davranması
gerektiğini Kitap ve Peygamberler göndererek bildirmiştir. Yusuf Suresinde geçen ayette
de Allah'tan başka ilah addedilenlerin düzmece tanrılar olduğu, yaratıcı, hüküm sahibi ve
tapılacak tek mabudun eşi ve benzeri olmayan Allah olduğu nazara verilmiş, inanç
konusunda insanların neye inanması gerektiği belirtilmiştir.
İslam Toplumunun yönetim şekli konusunda Kur'an ve Hadis'in bize sağladığı malzeme
sadece genel ilkelerdir. Geri kalan düzenleme insanların akıllarına havale edilmiştir.
İnsanlar yaşadıkları çağın genel eğilim ve ihtiyaçlarını da dikkate alarak İlahi ilkeler
çerçevesinde toplumsal düzenlerini kurmak durumundadırlar. Ne Kur'an ne de Hadis
külliyatı bize belli bir yönetim şablonu dayatmamaktadır. Bu konuda Kur'an'ın bize
önerdiği ilkeler "adalet", "istişare", "liyakat", "hak" gibi evrensel ilkelerdir. "Allah
adaleti, iyiliği, vermeyi emreder, her türlü kötülükten de men eder..."(Nahl, 16/90)
Bu ayete göre insanlar hayatlarının tüm cephelerinde adalet ve iyiliği gerçekleştirmek
durumundadır. "Allah'ın Hakimiyeti" ile "Halkın Hakimiyeti" nasıl bir arada
düşünülebilir? Bediüzzaman bu konuda ilginç sayılabilecek "mülk-melekut" ayırımını
yapar ve yaklaşımını bunlar üzerine bina eder. Mülk alemi fizik ve organik alemi,
melekut alemi ise fizik ötesi olan gayb alemini ifade eder. Mülk aleminde insan özgür
bırakılmış, kendisine verilen cüz-i irade ile karar verme yetkisi verilmiştir. Melekut
aleminde ise doğrudan İlahi kudret egemendir. Sebepler ve fizik aleme ait kanunlar orada
geçerli değildir.Bu yaklaşıma göre bizim muhatap olduğumuz alem mülk alemidir. İnsan
iradesi bu alanda etkili olmakta, serbestçe seçebilmekte, insanın kudreti kendi fiillerini
üretebilmekte ve bundan dolayı insan yaptığından da sorumlu olabilmektedir. Melekut
alemi ise "daire-i itikat"tır. İnsan her şeyin dizgini Allah'ın elinde olduğuna itikat
etmekle yükümlüdür. Ancak muamelat aleminde kendi aklıyla ve iradesiyle en iyi ve en
yararlıları seçmek ve yapmak durumundadır. Mülk alemindeki etkinlikleri Cenab-ı Hak
insanların tasarrufuna bırakmıştır. Akli ve vehyi ilkeleri dikkate alarak insanlar sosyal,
siyasal, ekonomik ve kültürel düzenlerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirip
kurabilir, gerektiğinde de değiştirebilirler.(Prof. Dr. Bünyamin Duran, Köprü Dergisi, s.
64)
Beş yıl boyunca idarecileri tenkit etme ihtiyacı duyan millete, idarecileri seçme ehliyeti
verilmiştir. Halk ta bunları seçmek için Sandık başına gider. Bunları seçerken en iyi
olanları seçmeye çalışırız. Bizim niyetimiz, onların devletimize daha faydalı olduğudur.
Yoksa “bunlar, zararlı insanlardır” diye seçsek elbette sorumlu oluruz. Bundan sonraki iş,
idarecilerin mesuliyetine kalmıştır.
İslam dininin belli bir yönetim şeklini mecbur etmediğini görüyoruz. Bu konuda temel
kaide ve kurallar getirmiştir. Bunlar, adalet, eşitlik, harama girmemek şartıyla hürriyet
3
gibi esaslardır. Bu sebeple yolculuğa çıkarken bile bir başkan seçmeyi emreden dinimiz,
elbette vatan ve millet idaresine geçecek insanların seçimine kesinlikle karşı
çıkmayacaktır. Diğer taraftan ilk halifeler de hep seçimle iş başına gelmişlerdir. Bir
müslümanın kendini yönetecek insanlardan vatanına, milletine ve mukaddesatına hizmet
edececeğine inandığı birilerine oy vermesi helaldir. Hatta böyle bir görevden kaçması da
doğru değildir.
4
Bir müslüman her duyduğu şeye inanmalı mıdır? Bunun
manevi sorumluluğu var mıdır?
Medya, internet, mahalle dedikodusu gibi bilgi ve haber kaynakları doğruyu da yalan, yanlış
ve iftirayı da taşır ve yayar. Bu sebeple haberlerine inanmadan önce araştırmak ve
soruşturmak gerekir.
"Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız
için, yoldan çıkmışın biri (bir fâsık) size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın"
(Hucurat, 49/6).
Âyetin, "güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araştırmadan kabul
etmenin uygun olmadığı" yönündeki mânası ve hükmü geneldir, her zaman ve mekânda
geçerlidir. Sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne
geçilmesi bakımından çok önemli olan bu tâlimatın vahyedilmesi ibretli bir olay üzerine
olmuştur:
Velîd b. Ukbe, Benî Mustalik kabilesinin zekât vergisini toplamak üzere gönderilir. Velîd
yolda iken birisi, bu kabileden silâhlı bir grubun yola çıktığı haberini getirir. Velîd, onların
savaşmak için çıktıklarını düşünerek geri dönüp Hz. Peygamber'e durumu anlatır. O da
haberin doğru olup olmadığını araştırmak ve gereğini yapmak üzere Hâlid b. Velîd'i gönderir.
Hâlid kabileye yakın bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz konusu grubun ezan
okuyup namaz kıldıklarını, İslâm'a bağlılıklarının devam ettiğini tesbit eder ve Medine'ye
döner. Sonunda onların, zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya zekâtı kendi
elleriyle Hz. Peygamber'e teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır
"Yoldan çıkmış" diye çevirdiğimiz fâsık, "dinin emirlerine uymayan" demektir; yalan haber
taşıyan kimse de bu kavrama dahildir. Ayetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya
yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere
güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilmemesidir.
İnsanların çoğunda özellikle kötü, aleyhte ve tehlike bildiren haberleri hemen kabul etme
eğilimi vardır. Bu yüzden insanlar arasında birçok kötü zan, düşünce ve eylem ortaya çıkmış;
pişmanlıklar, bazen telâfisi mümkün olmayan zararlar görülmüştür.
Hz. Peygamber ile onun ahlâkında ve yolunda olanlar böyle haberler karşısında tedbiri elden
bırakmaz, acele ile hüküm vermez, harekete geçmezler. Yetkin önderler böyle tedbirli
davranırken onlar kadar birikimli ve deneyimli olmayan sıradan insanlar telâşa kapılır,
önderlerin tedbirli davranmalarının hikmetini kavrayamazlar; bunların, "Neden hemen
harekete geçilmiyor?" diye söylendikleri, hatta aleyhte konuştukları olur. Ama gerektiği
şekilde tahkik edildiğinde bu tür haberlerin, bilgilerin yalan, yanlış, eksik olduğunun veya
yanlış anlaşıldığının sayısız örnekleri vardır. Önderin davranışı karşısında teslimiyet
göstermek, acelecilik göstermemek ve isyan etmemek için sahâbede iman, Peygamber'e
güven ve sevgi vardı. Şu halde daha sonraki zamanlarda da insanların, peygamber ahlâkındaki
önderleri seçmeleri ve onlara güvenmeleri gerekmektedir.
Bazı fıkıhçılar âyetten şu hükümleri de çıkarmışlardır:
"Dinin emirlerine aykırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve
5
bilgiye dayanarak hükmetmek ve harekete geçmek câiz olmadığına göre, böyle kimseleri iş
başına getirmek, önder seçmek, arkalarında namaz kılmak da câiz olmaz. Fâsık imamların
arkasında namaz kılmak mecburiyeti hâsıl olursa, kılınmadığı takdirde zulmetmeleri ihtimali
bulunmak şartıyla, durumu kurtarmak ve fitneyi önlemek için namaz kılınır, ama sonra bu
namaz yeniden kılınır".
Fıkıhçıların, içinde yaşadıkları güç şartlar çerçevesinde çıkardıkları bu hükümlerin ibret
alınacak evrensel yönü, din, siyaset ve cemiyet hayatında istibdadın çirkinliğini, özgürlüğün
önemini vurgulaması ve erdemli toplumun erdemli önderlerle birlikte düşünülmesi
gerektiğine dikkat çekmesidir. (Geniş bilgi için bk. Kur'an Yolu, Heyet, Hucurat, 49/6 ayetin
tefsiri)
Prof. Dr. Hayrettin Karaman
6
İslamiyet sistematik hal almaya başladıktan sonra oluşan
(akıl, beyan, irfan ekolleri gibi) ekollerden bahseder
misiniz? Hangi alim hangi ekolü benimsemiştir?
“Ehl-i sünnet ve diğerleri” bağlamında oluşan bazı fırkaların adlarını şöyle sıralayabiliriz.
Ehl-i sünnet denilen İslam dininin en büyük mensup kitlesi olanların kendi aralarında görev taksiminden ötürü- ortaya koydukları ekoller şunlardır:
- İtikadî konuları akıl ve nakil bileşkesinde değerlendirmeye çalışan Kelamcılar.
- İslamın pratik hayatını düzenlemeye çalışan, Kitap-Sünnet naklîliği ile kıyas-içtihat
aklîliğini bir arada kullanan Fıkıhcılar.
- Kur’an’ın anlaşılmasını esas maksat yapan, naklî ve aklî bilgileri kullanarak “rivayetdirayet” bileşkesinde hakikatlerin ortaya çıkmasına çaba sarfeden Tefsirciler.
- Kur’an’ın semavî kimliğini ortaya koymak için onun harika üslubunu, “Bedî’-BeyanMaanî” ilimleriyle uğraşan Erbab-ı Belagat.
- Özellikle Sünneti, fiilî, kavlî ve takrirî şekilleriyle insanlık camiasına ulaştırmaya gayret
eden Hadisçiler.
- İslam’ın ön gördüğü takva hayatını yaşamak ve yaşatmak için çilelere kucak açan
Tasavvufçular..
Ehl-i sünnetin dışında yer alan meşhur ekoller arasında ise şunları sayabiliriz:
- Aklın rehberliğini esas alan Mutezile ekolü.
- İman ettikten sonra her türlü melanetin yapılmasında bir sakınca görmeyen, amel kısmını
göz ardı eden Mürcie ekolü.
- Ehl-i beyt sevgisini esas meslek edinen Şia ekolü.
- Nassların/Kur’an-sünnet ifadelerinin zahirine yapışıp kalan, bu kör taassupla -kendileri
gibi düşünmeyen- müslümanları tekfir eden Haricîler ekolü.
- Roma dehası ve Yunan felsefesinin etkisinde kalan Felsefeciler ekolü...
Bu konuda geniş bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: (Abdulkahir el-Bağdadî, el-Farku
beyne’l-Firak; İbn Batta el-Akberî, el-İbanetu an şeriati’l-fırkati’n-naciye; eş-Şehristanî,
el-Milel ve’n-nihel)
7
"Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin... Sizden kim onları
dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah
zalimler topluluğunu doğruya iletmez..."(Maide, 5/51)
ayetinde neden kafir değilde zalim olarak
nitelendirilmişlerdir?
Kelime olarak zulüm, azgınlık, gadr, karanlık, azab ve ezâ ile eş anlamlıdır. Zıddı ise, nur,
aydınlık ve adalettir. Kur`ân`ın üzerinde en çok durduğu kavramlardan biri şüphesiz
zulümdür. Aynı kökden gelen kelimelerle birlikte, Kur`ân`da üç yüz`e yakın yerde
geçmektedir.
Alimler zulmü üç kısım halinde incelemişlerdir:
1- İnsanın Allah`a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür. "Imân edip de imânlarına zulüm
karıştırmayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak için onların hakkıdır ve doğru
yolu bulanlar da onlardır" (el-En`âm, 6/82) âyeti inince, bu âyetin ifâde ettiği, imâna
zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve, "Hangimiz nefişlerine
zulmetmez?" dediler: Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphesiz ki, şirk büyük bir
zulümdür" (Lokman, 31/13) âyetini indirdi. Böylece âyette söz konusu olan zulüm
kelimesinden şirk kastedildiği anlaşılmıştır (Ibn Kesîr, Tefsiru`r-Kur`anı`l-Azîm, Beyrut
1969, II,153).
Âyetteki "Şirk büyük bir zulümdür" ifadesi ile de, şirk`e düşen insanların hikmet ve akıl
yönünden ne kadar zavallı olduklarına ve ahmaklık içinde bulunduklarına işaret edilerek
şirkin çirkinliği dile getirilmiştir (Muhammed Ali es-Sabunî, Safvetu`t-Tefâsîr, Istanbul,
1987, II, 491).
Yüce Allah`ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, imân esaslarından herhangi
birini inkar etmek de zulüm ve küfürdür.
2- İnsanlar arasındaki zulüm. Bu da, insanların kendi hem cinslerine karşı işledikleri suçlar,
günahlar ve haksızlıklardır.
3- Zulmün bir çeşidi de, insanın kendi kendine zulmetmesidir. Bu hususta da çeşitli âyetler
vardır. Bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:
"Biz hiç bir peygamberi, Allah`ın izniyle itâat edilmekten başka bir amaçla
göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah`tan
günahlarını bağışlamasını isteseler ve Rasûl de onların bağışlanmasını dileseydi,
elbette Allah`ı affedici, merhametli bulurlardı" (en-Nisâ, 4/64).
"(Inkâr edenler), ille kendilerine meleklerin gelmesini, yahut Rabb`inin (azab) emrının
gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara
zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı" (en-Nahl, 16/33). Bu
ayetlerden anlaşılacağı üzere İnsanın küfre girip günaha dalması zulümdür.
Zulüm kelimesinin bu anlamlarından sonra "Ey İnananlar! Yahudileri ve hıristiyanları
dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost
olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez." (Maide,
5/51) ayetinde Müslümanlara sırf dinlerinden dolayı düşmanlık besleyenlerin ve bu
yönde onlarla dostluk kuranların zalim sıfatıyla nitelendirilmesinin ne kadar münasip
olduğu anlaşılır.
8
Mevlana Hazretlerinin Mesnevisinde geçen "Allah da “Bu
Kur´an gönül yüzünden bazılarına doğruyu gösterir,
bazılarının da yolunu azdırır" ifadesini açıklar mısınız?
Mevlana, ne demek istiyor?
Önce soruda geçen ifadenin bulunduğu beyitleri okuyalım:
Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak.
O beden testisi, âbıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle.
İçindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti.
Söz, bil ki şu bedene benzer, manâsı da içindeki candır.
Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.
Mesnevi’nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manâya bakan
kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Allah da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da
yolunu azıtır” buyurmuştur.. (Mevlana, Mesnevi, 6/650-655)
Mevlana hazretleri “Allah da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir,
bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur” ifadesiyle özetle şunu söylemek istiyor:
“Bu dünya bir imtihan meydanıdır. İmtihanda ise, herkese fırsat eşitliği tanımak adaletin
gereğidir. Bunun için İlahî imtihanda akla kapı açılır, fakat özgür iradesi elinden alınmaz. Bu
sebeple, sözlü veya fiilî sorularda akla doğru-zorunlu istikameti gösteren bir pozisyon olamaz.
Bilakis, değişik taraflara çekilebilen, farklı şekilde yorumlanabilen sorular söz konusudur.
Benim ifadelerimde de, verdiğim misallerde de, getirdiğim mesel ve temsillerde de bu özellik
vardır. Ön yargıyla, basit düşünceyle, yüzeysel bakış açısıyla yaklaşanlar; işin kabuğuyla
uğraşanlar benim ifadelerimi yanlış bulabilirler ve bu yanlış yorumlarıyla yanlış yola
sapabilirler.
Buna mukabil, sözlerime objektif yaklaşanlar, derinlemesine onları irdeleyenler, kabuğuna
değil, özüne inenler onların hak ve hakikate götüren çok güzel rehberler olduğunu görecektir.
Sözlerimin bazı kimseler için hidayet yolunu gösterirken, diğer bir kısım insanların sapmasına
neden olması yadırganacak bir durum değildir. Nitekim Kur’an’da da bu özellik vardır. Allah
da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır”
buyurmuştur...”
Mevlana bu son ifadesiyle şu ayeti kast etmiş olmalıdır: “Allah gerçeği açıklamak için bir
sivrisineği, hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler
onun Rab’lerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise “Allah böyle misal
vermekle ne kasdediyor?” derler. Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla
birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.” (Bakara, 2/26)
Bu ayette, münafık veya müşriklerin itirazı ve onlara verilen cevap söz konusu edilmiştir.
Ankebut suresinde(29/41-43) batıl ilahlar edinenlerin gerçekten ne kadar uzak oldukları,
ne kadar delilden yoksun, mesnetsiz/dayanaksız olduğuna işaret etmek için ayakta mecali
9
kalmama noktasında örümcek ağına benzetilmiştir. Hac suresinde(22/73-74) ise
müşriklerin taptıkları putların sivrisinekten daha âciz olduklarına vurgu yapılmıştır.
Müminler, buralarda benzetilen putlar ile kendisine benzetilen örümcek ve sivrisinek
arasındaki uyumu kavramakla bu misallerin güzelliklerine hayran kalıp imanlarını arttırırken;
inkârcılar sadece işin kabuğuyla uğraşmış, Kur’an’da bu tür küçük hayvancıklara yer
verilmesinin doğru olmadığına yoğunlaşmış ve dalaletlerine dalalet katmışlardır.
Sonuç olarak Mevlana söz konusu ifadeleriyle demek istiyor ki; Kur’an’ın derin
hikmetlerine bakarak imanlarını arttıranların yanında, bu hikmetlere akıl erdiremeyip
imanlarını kaybedenler olduğu gibi, kendi eserlerine de bakıp imanlarını
kuvvetlendirenlerin yanı sıra, dalalete düşenler de olabilecektir.
10
İncil’de sevgiyle ilgili çok ayet olmasına rağmen, Kur’an’da
sevgiye önem veren ayetin olmaması nasıl açıklanabilir?
Allah insanları neden tehdit ediyor da kullarına olan
sevgisinden bahsetmiyor?
Bu konuda bir kaç noktayı dikkatlere sunmakta fayda vardır:
Hz. İsa’nın dininde yer almayan şer’î hükümler, Tevrat’tan alınır. İncil, şer’î hükümleri
ihtiva etmez; sadece nasihatlere yer verir. Öğütler genellikle insanın gönlüne hitap eder,
Şerî hükümler yükümlülükler getirdiğinden nefislere ağır gelir. Tevrat ve Kur’an ile
İncil’in üslubundaki bazı farklılıklar bundan kaynaklanmaktadır.
Hz. İsa -sebebi ne olursa olsun, ilahî hikmetin tensibiyle- maddî cihadla görevli değildir.
Savaş atmosferinde söylenmesi gereken sert hükümleri ve kararları vurgulama
ihtiyacında değildir. Buna mukabil, Tevrat ve Kur’an’da -savaş atmosferinin bulunduğu
mevcut realiteye uygun olarak- savaş hükümlerine de yer vermiştir. Savaşta sevgiden
bahsetmek komik düşer. Kur’an’da, savaş atmosferinde inen bu tür ayetlere bakarak
Kur’an’da sevginin olmadığını söylemek büyük bir haksızlıktır.
Sorudaki iddianın aksine, Kur’an’da insanlara çok daha fazla değer verilmiştir. Kur’an’a
göre “insan yaratıkların en üstünü, en şereflisi, tertemiz bir fıtrata/yaratılışa
sahiptir ve hiç bir kimse başkasının günahından asla sorumlu değidlir”. Hıristiyan
inancında ise “insanlar doğuştan günahkârdır”.
İnsanların bir kısmı sevgiye layık, diğer bir kısmı buna layık olmadığı bir gerçektir.
İnsanların nazarında böyle olduğu gibi, Allah katında da bu böyledir. Sevilmeyi
hakketmeyen zalim insanları sevmek, çok yanlış olduğu bilinen bir gerçektir. İşte
Kur’an’da Allah bu gerçeği nazara alarak -belli vasıflarıyla- sevilmeye layık olan
kullarını sevdiğini bir çok ayette açıkça ifade etmiştir. Misal olarak bu ayetlerden bir
kaçının meali aşağıda sunulmuştur:
“Allah imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok
merhametlidir”(Bakara, 2/143).
“Görmedin mi ki Allah yerde olan her şeyi ve Kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri,
sizin hizmetinize verdi? Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O’nun
izniyle düşebilir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir”(Hac,
22/65).
“Ve güzel davranışları sergileyin; şüphesiz Allah güzel davranış sergileyenleri
sever”(Bakara, 2/195).
“Şüphesiz Allah tövbe edenleri de sever, -maddî-manevî kirlerden- temizlenenleri de
sever”(Bakara, 2/222).
“Kim ahde vefa gösterir ve haramlardan sakınırsa, bilsin ki Allah da o sakınanları
sever”(Ali İmran, 3/76)
11
“O takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında
öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları
sever.”(Ali İmran,3/134).
“Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber, kendisini Allah’a adamış birçok
rabbanîler savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla
yılmadılar, zayıflık göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler. Allah böyle sabırlı
insanları sever”(Ali İmran, 3/146).
“Resulüm! De ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir!/çok affedicidir, engin
merhamet ve ihsan sahibidir”(Ali İmran, 3/31).
“Şayet (o insanlar arasında) hükmedersen, aralarında adaletle hükmet! Çünkü Allah
âdilleri sever”(Maide, 5/42)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir
topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı
alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu
hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir
lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir/ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla
bilir”(Maide, 5/54)..
Şunu unutmamak gerekir ki, Kur’an baştan sona Allah’ın merhametinden bahseder.
Surelerin başında kendini Rahman ve Rahim olarak takdim eder. Ayrıca, 57 defa
Rahman, 114 defa Rahim ismiyle kendini tanıtmaktadır. Rahmet ve şefkat sevgiden
daha üstündür. Çünkü, -yukarıda arz edildiği üzere- sevgi ancak sevgiyi hakkedenlere
gösterilir. Merhamet ve şefkat ise, sevgiyi hakketmeyen, cezayı hakkeden suçlu kimseleri
de kapsar. Kur’an’ın, bu yerinde vurguları gerçekten şayan-ı takdir ve hürmettir.
İlave bilgi için tıklayınız:
"İncil'i özetle deseler 'sevgi' derim. Kur'an'ı özetle deseler 'Mekke'deki ayetlere sevgi,
Medine'dekilere ise kin, nefret, düşmanlık, öldürme, savaş ve kılıç' diye özetlerim."
Acaba bu konuda beni bilgilendirebilir misiniz?
12
İnançsızlık ve inkar, insana hiçbir şey kazandırmadığı halde,
neden pek çok insan kafir? Sorgulayıcı olmak caiz midir?
”Allah’a giden yollar, mahlukların nefis ve nefesleri sayısı kadardır” şeklindeki meşhur
kaideye göre, inançlı insanların -marifetullah ve takva konusunda- farklı pozisyonlar
sergilemeleri onların farklı yollar kullandıklarından kaynaklanmaktadır.
Mesela; bir kısmı sevgi yolunda yürür, VEDÜD ismine mazhar olur. Bir kısmı Allah’ın
sanatını düşünüp onun isim ve sıfatlarının hikmet tecellilerine dalar, HAKÎM ismine mazhar
olur. Bazıları, Allah’ın sonsuz rahmetini tefekkür etme yolunu seçer ve RAHÎM ismine
mazhar olarak yaşamaya devam eder. Ve hakeza..
Bu yollardan birine fazlaca dalan kimse, şayet dengeyi bozarsa doğru yolu şaşırabilir, nefsin
ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Mesela; bir kimse Allah’ın sonsuz rahmetini düşündüğünde
Onun gazabını da hesaba katmazsa, azaptan mutlaka azade olduğunu düşünüp gazabından
emin olarak günah işlemeye temayülü artabilir ve yanlış yollara düşebilir. Diğer yandan takva
adına sürekli Allah’ın “Kahhar-Muntakim” gibi isimlerinin penceresinden gazabını, azabını
düşünen kimse, şayet “Rahim, Kerim, Afuv, Gafur” gibi isimlerini düşünmezse, Allah’ın
rahmetinden ümitsiz olabilir. Halbuki, İslam’da Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek
de, O’nun gazabından emin olmak da yanlış; hatta küfre kadar yolu aralayan kapılardır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, inançlı insanlar arasında Allah’tan korkmak, rahmetine sığınmak
noktalarından hareketle binlerce çeşit inanç dereceleri ve hayat şekilleri oluşmuştur.
İnançlı insanlarda ”Allah’a giden yollar mahlukların nefis ve nefesleri sayısı kadar” ise,
inançsızlarda da Allah’a giden yolları kapatan bariyerlerin sayısı da bir o kadardır. Her biri,
ayrı bir bariyere çaparak kaza yapar. Onun içindir ki, Bediüzzaman hazretleri küfürde gerçek
birleşmenin söz konusu olmadığını söylerken, inkârcıların durumunu “hendekten atlayan”
insanların durumuna benzetir. Hiç biri diğerini destekleme gücüne sahip değildir. Çünkü, her
birinin tosladığı duvar farklıdır, inançsızlığına sebep olan şeyler ayrıdır. Halbuki, imanda
destekleme vardır. Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarının belli yollarından da gitseler, varacakları
yer aynıdır; kâinatın yaratıcısı ve yegâne rabbi olan Allah’a imandır. İmanın bütün yolları
oraya çıkar. Oysa küfrün varacağı tek yol yoktur. Küfür -bütün çeşitleriyle- nereye varacağı
belli olmayan, sonu-bucağı olmayan çıkmaz sokak ve cehaletin kapladığı kapkaranlık bir
dehlizden ibarettir. (bk Lemalar, 17. Lema, 6. Nota)
Burada asıl mesele, ehli küfürün inkar ediş sebeplerinin ve gerekçelerinin farklı olması sebebi
ile biribirlerine bir kuvvet, bir yardım veremeyeceği hususudur. Yani inkarcıların çokluğunda
ve kalabalık oluşunda hiçbir hakikat yoktur. Ya da onlar bir hakikatin etrafında değil, binlerce
hakikatsizliğin etrafında kümelenmişlerdir.
Örneğin, gökteki hilali inkar edenlerin inkar sebepleri muhteliftir. Kimisi buluttan göremediği
için hilal yoktur der, kimisi ben görmek istemiyorum der, kimisi gözü arızalı olduğu için
yoktur der vs... Her birinin inkar sebebi diğerininkinden farklıdır. Bu yüzden biribirlerini teyit
ve takviye edemezler. Mesela buluttan dolayı ayı görmeyen adam, gözü arızalı adamın
görmeyişine ne gibi bir takviye verebilir.
Aynı şekilde inkarcıların inkar sebepleri farklıdır. Kimi inadından inkar eder, kimi
hasetliğinden inkar eder, kimi ibadet yükünden kaçmak için inkar eder, kimi ahmaklığından
Allah’ın varlığına ve birliğine olan işaretleri okuyamadığı için inkar eder, kimi de örf ve
13
adetlerine körü körüne bağlı olduğu için inkar eder... Bunların hiç birisi bir noktaya bakıp, bir
hakikati gördükleri için değil, farklı sebeplerden dolayı inkar ediyorlar.
Bununla beraber, inkarcılık, küfür genel olarak iki çeşittir.
Biri, “adem-i klabul”dür, yani; semavî dinlerin getirdiği, özellikle de en sağlam şekilde
ayakta duran İslam dininin ortaya koyduğu temel iman esaslarını kabul etmemektir.
İnkarcıların büyük çoğunluğu bu kısma dahildir. Bunların girdiği küfür girdabında bir sebep
aramak söz konusu değildir. Bu küfrün -tedavi edilmeyen cehalet, dünya sevgisi, makam,
mevki, tembellik, vurdumduymazlık, oyun-eğlence, para hırsı, nüfuz hırsı, çevre baskısı gibibinlerce farklı sebebi vardır.
İnkârcıların büyük çoğunluğunun teşkil ettiği bu grup, herhangi bir delile dayanma ihtiyacını
hissetmeyen, sırf hazır lezzetlerle yetinen, yarını düşünmeye vakti olmayan eyyamcı, günü
birlikçi amatör cahillerden oluşur. Bunlardan her birinin kendi küçük dünyası, kendisini
avutmaya yetiyor.
Küfrün ikinci çeşidi, “kabul-u adem” denilen iman esaslarının var olmadığını kanıtlamaya
çalışmaktır. Bunlar, düşünmek ve iddialarını ispatlamak zorundadır. Bu ise imkânsız olduğu
için iddiaları havada kalmaya mahkumdur. Mesela, ahiretin olmadığını ispat etmek için
ahirete gidip orada cennet ve cehennemin olup olmadığını gördükten sonra davalarını ispat
edebilirler, yoksa yalancı damgasını yemekten kurtulmayacaklardır. Materyalist felsefe
akımlarının etkisinde kalan mürekkep yalamış cahillerin çoğu bu gruptadır. Bunlar, kendi
akıllarına sığdırmadıkları hakikatleri -bilimsellik maskesi altında- çürütmeye çalışırlar.
Bunları da orada durduran -İslam’a, semavî dinlere karşı alerjik bünyeleri dışında- pek çok
hastalıkları vardır, virüsleri vardır, iman yoluna girmeye engel olan bariyerleri vardır.
Şu önemli noktayı da unutmamak lazımdır ki, bu gün dünyada insanların çoğunluğu
inançlıdır. Allah’a inanıyor, ahirete inanıyor. Sadece üç semavî din mensuplarının sayısı dört
milyardan fazladır. Allah ve ahiret inancını barındıran diğer din mensuplarının sayısı da en az
bir milyardan aşağı değildir.
Demek ki, dünyanın yaklaşık üçte ikisi -bir şekilde-inançlıdır. Çünkü, inançsızlık hayatı zehir
eden bir kanserdir, insanlar mümkün olduğunca bu virüse kapılmamak için gayret
gösteriyorlar.
Özellikle, aklın, ilmin ve hür düşüncenin hâkim olacağı yakın bir gelecekte, bütün
prensiplerini akla kabul ettiren Kur’an, insanlık aleminin baş tacı olmaya adaydır.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’an-ı Kerim bir çok ayetinde, “hiç düşünmez misiniz,
akıl etmez misiniz, deliliniz varsa gösterin” gibi ifadelerle sorgulamayı emretmektedir. Bu
nedenle Kur’an’ın veya İslamiyetin özgür düşünceye ve sorgulamaya karşı olduğunu iddia
etmek, delilsiz boş bir iddiadır.
14
Sahabelerden Hz. Mikdad hakkında bilgi verir misiniz?
Ebû Ma'bed el-Mikdâd b. Amr b. Sa'lebe el-Kindî el-Behrânî (ö.33/653) Sahâbî.
Babası işlediği bir cinayet yüzünden mensup olduğu Behrâ kabilesinden kaçıp Kinde
kabilesine sığındı ve Mikdad burada doğdu. Daha sonra onun da bu kabileden Ebû Şemr
b. Hucr'u yaralayarak Mekke'ye kaçtığı, şehirde himayesine girdiği Esved b.
Abdüyegüs'un onu evlât edindiği ve bu sebeple Mikdad b. Esved diye tanındığı
belirtilmiş, ayrıca Ebû Amr, Ebû Saîd künyeleri ve Hadramî nisbesiyle de anılmıştır.
Mekke'de İslâm'ı ilk kabul edenlerden olan Mikdad İkinci Habeşistan hicretine katıldı,
ardından Mekke'ye geri döndü. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra müşriklerin
Medine'ye bir sefer düzenleyeceğini öğrenen Mikdad bunu bir mektupla Resûlullah'a
bildirdi ve kendisi de Mekkeliler'le birlikte yola çıktı. Durumdan haberdar olan Hz.
Peygamber, Ubeyde b. Haris kumandasındaki bir seriyyeyi müşriklere karşı gönderdi. İki
grup Seniyyetülmerre'de karşılaştığında Mikdad ile Utbe b. Gazvân müslümanların safına
geçtiler. Medine'ye döndüklerinde Mikdâd bir süre Külsûm b. Hidm'in evinde misafir
olarak kaldı ve ardından Resûl-i Ekrem, Mikdad ile Cebbar b. Sahr veya Cebr b. Atik
arasında kardeşlik bağı kurdu. Bu kardeşliğin Abdullah b. Revâha ile gerçekleştirildiği de
nakledilmiştir.
Hz. Peygamber Mikdâd'ı amcası Zübeyr'in kızı Dubâa ile evlendirdi. Bedir, Uhud, Hendek,
Hayber gazvelerine ve diğer savaşlara katılan Mikdad Resûlullah'ın okçularındandı.
Hicretin 1. yılı Zilkade ayında gerçekleştirilen Harrâr seferine çıkılırken beyaz bayrağı
Resûl-i Ekrem ona verdi. Uhud Gazvesi'nde ordunun ana kanadının kumandasını Hz.
Hamza ile birlikte yürüttü. Bedir Gazvesi'ne Sebha adlı atıyla katılıp bir elini kaybettiği,
bu savaştaki çok az süvariden biri olduğu ve bundan dolayı ilk İslâm süvarisi kabul edilip
"fârisü Resûlillah" lakabıyla anıldığı, Hz. Peygamber'in hem Mikdâd hem de atı için
ganimetten pay ayırdığı zikredilmiştir.
Cesaretiyle ünlü Mikdâd'ın Bedir Gazvesi'nde Resûlullah'ın yanına gelerek, "Biz
İsrâiloğullan'nın Musa'ya. 'Sen ve Rabbin gidin ve birlikte savaşın, biz burada oturacağız dediği gibi demeyeceğiz. Senin dört bir yanında savaşacağız" dediği ve Hz.
Peygamber'in bu sözlerden çok memnun olduğu rivayet edilmiştir.(Buhârî, "Meğâzî", 4,
"Tefsir", 5/ 4) Hâtıb b. Ebû Beltea'nın Resûlullah'ın Mekke'ye sefer yapacağını haber
vermek üzere yola çıkardığı Sâre'yi yakalamak amacıyla Hz. Ali'nin başkanlığında
sevkedilen seriyyede yer aldı. Recî' Vak'ası'ndan sonra yakalanıp bir ağaç dalına asılarak
şehid edilen sahâbî Hubeyb b. Adî'nin cesedini getirmek için gönderilenler arasında o da
vardı.
Tebük Seferi'nin ardından müslüman olup İslâm'ı öğrenmek üzere Medine'ye gelen Behrâ
kabilesine mensup on üç hemşehrisi Mikdâd'ın evinde misafir oldu. Mikdâd Yermük
Savaşına (13/634) katıldı ve Hz. Peygamber'in Bedir Gazvesi'nden sonra başlattığı, düşmanla karşılaşınca Enfâl sûresini okuma sünnetini bu muharebede o yerine getirdi. Hz.
Ömer'in halifeliği sırasında onunla birlikte Câbiye ziyaretinde bulundu ve yine aynı
dönemde Mısır'ın fethine katıldı. Hz. Osman'ın hilâfeti yıllarında Abdullah b. Sa'd b. Ebû
Şerh kumandasında gerçekleştirilen İfrîkıye'nin fethinde (27/647), bir yıl sonra da Şam
Valisi Muâviye tarafından Kıbrıs'a gönderilen orduda yer aldı.
33 (653) yılında yetmiş yaşlarında iken Medine'nin kuzeybatısındaki Cürf'te vefat etti ve
Medine'ye getirilerek Hz. Osman'ın kıldırdığı cenaze namazının ardından Baki'
Mezarlığı'na defnedildi.
Mikdâd, Resûl-i Ekrem zamanında verilen ölüm cezalarını infaz edenlerden biriydi. Hz.
Ömer, kendisinden sonraki halifeyi seçmesini teklif ettiği heyetin bir yerde toplanmasını
sağlama görevini Mikdâd'a verdi. Hz. Osman'ın seçildiği bu toplantıda Mikdâd. Hz. Ali'nin halife olmasının daha uygun olacağını savunanlar arasında yer aldı.
15
Mâide (5/87) ve En'âm (6/52) sûrelerindeki birer âyetin nüzulüne sebep olduğu bildirilen
sahâbîler arasında Mikdâd'ın da adı geçmekte, Allah'ın Hz. Peygamber'e sevmesini
emrettiği ve onun da kendilerini sevdiğini açıkladığı birkaç sahâbî içinde o da
zikredilmektedir.(ibn Mâ-ce, "Mukaddime", ll;Tirmizî, "Menâkıb", 30)
Kendisinden hanımı ve kızı Kerîme ile Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Abbas, Târik
b. Şihâb gibi sahâbîler, Cübeyr b. Nüfeyr, Meymûn b. Ebû Şebîb ve Hemmâm b. Haris
gibi tabiîler hadis rivayet etmiş, Hz. Peygamber'den naklettiği kırk iki hadis (Nevevî, II,
112) Kütüb-i Süte yanında İmam Mâlik'in el-Muvatta'ı ile Ahmed b. Hanbel'in elMiisned'inde(IV, 79; VI, 2-6, 8) yer almıştır.
Diyanet İslam Ansiklopedisi, 30/49 Mikdad b. Amr Md.
16
"Musa’ya salavat getirin. Çünkü, ümmetime en yakın olan
Peygamberdir." anlamındaki hadisi nasıl anlamalıyız?
Salavat getirmemizin hikmeti nedir?
İlgili hadisin anlamı şöyledir:
“Musa’ya çokça salavat getirin. Çünkü, peygamberler arasında ümmetime karşı ondan
daha fazla ihtiyatlı(korumacı, şefkatli) davrananı görmedim” hadisini İbn Asakir rivayet
etmiştir(bk. Suyutî, el-Camiu’s-sağîr, 1/90; Kenzu’l-Ummal, h. no: 32367).
Kuvvetli bir ihtimalle bu hadiste, Hz. Musa’nın Miraç olayında “50 vakit namazın çok
olduğuna” dair ortaya koyduğu şefkatli tavrına işaret edilmiş olabilir.
Peygamberlere salavat getirmenin bir sebebi de şu olabilir: İnsan ruhu çok zayıftır. İlahi
nurları almaya her zaman müsait olmayabilir. Bu nedenle, insan kendi ruhuyla
Peygamberlerin ruhları arasında bir ilgi kurarak onlardan istifade edebilir. Bunlardan biri de
onlara salavat getirmektir. Böylece, gayb aleminden peygamberlerin ruhlarına inen ilahi
feyizlerden ve nurlardan, o peygamberlere salavat getirenlerin de ruhlarına bu feyizler ve
nurlar yansıyacaktır. Güneşin nurunun, ışıklarının ve renklerinin su dolu bir kapa yansıması
gibi, peygamberlerin ruhlarına inen güzellikler de, onlara salavat getiren ruhlara inecek ve
yansıyacaktır. (bk. Münavi, Feyzü’l-Kadir, 2/88)
Buna göre, Hz. Musa aleyhisselamın Muhammed Ümmetine olan şefkatinden dolayı ona
çokça salavat getirmek, onun ulvi ruhuna yansıyan feyizlerden, nurlardan ve güzelliklerden
ona salavat getiren insanların ruhlarına da –herkesin derecesine ve manevi kabının
büyüklüğüne göre- yansıyacaktır.
Bu açıdan başta Peygamber efendimiz Hz. Muhammed olmak üzere bütün peygamberlere
selam etmek onlara rahmet duası dilemek gerekir.
17
Allah´in adaleti sadece müslümanlar için mi geçerli yoksa
müslüman olmayanlar için de mi geçerlidir?
Allah’ın adaleti müslüman olsun olmasın herkes için geçerlidir. Allah -dinine bakmadanherkes için geçerli olmak üzere insanlara haksızlık ve zulüm yapmayı haram kılmıştır.
İnsanlara zulmü haram kılan Allah’ın bizzat kendisi -adaletten ayrılıp- zulüm yapar mı?
“Kim makbul ve güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi
aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez”(Fussilet, 41/46) mealindeki ayette yer alan
“Rabbin kullarına asla zulmetmez” mealindeki cümlede, din ayırımı yapılmadan, hiç bir
kula zulmün yapılamayacağına, dolayısıyla herkese adaletli davranılacağına vurgu
yapılmıştır.
Bu konuda pek çok ayet vardır. Özellikle, doğrudan kâfirlere hitap eden bir ayetin meali
şöyledir:
“Allah yolundan saptırmak için kibirle kabararak tartışmasını sürdürür. Onun hakkı
dünyada bir rüsvaylık olduğu gibi, kıyamet günü de ona can yakıcı azap tattıracağız.
O vakit kendisine: “İşte bu, dünyada işlediklerinin cezasıdır. Yoksa Allah kullarına en
ufak bir haksızlık bile yapmaz.” denilir”(Hac, 9-10).
“Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görür. Kim zerre kadar bir kötülük yapmışsa,
o da onu görür.” (Zilzal, 99/7-8) mealindeki ayet ise küçük-büyük hiçbir iyilik veya
kötülüğün boşa gitmeyeceğini, mutlaka karşılığının verileceğini bildirir.
"Zerre", görünür görünmez derecede gayet küçük karınca, güneş ışınında sezilebilen
zerrecikler demektir. Burada maksat, beşer duyusunun ilgilenebileceği en küçük şeyle,
sorumluluğun asgarisini bildirmektir. Asıl maksat, en küçük bir hayır veya şerrin Allah
nezdinde kaybolmayacağını açıklamaktır.
18
Bazı yılanlarda körelmiş ayak belirtisi ve kalça kemiği
olduğu iddia ediliyor ve bunu evrime delil olarak
sunuyorlar. Yılanların kalça kemiği var mıdır? Varsa
neden vardır?
Yılanların en dikkat çeken özelliği bacaklarının bulunmamasıdır. Böyle olmakla birlikte,
piton'larla boa'larda, arka ayak ile kalça kemiği vardır. Bunların ne işe yaradığı, olmaması
halinde ne gibi mahzurlarının meydana gelebileceği, bilimsel çalışmalarla ortaya konması
gerekir.
Bazı evrimcilerin yaptığı gibi, görevi tam bilinemeyen organları, peşin bir hükümle hemen
eski atalarından kalmış körelmiş yapılar olarak takdim etmek, bilimsel bir yaklaşım değil,
ideolojik bir değerlendirmedir. Üzerinde durmaya değmez.
Şimdi, bu kalça kemiklerinin neden var olduğunu soruluyor. Peki, bir organın görevi ve ne işe
yaradığı şayet bilinmiyorsa, ya da bununla ilgili bir çalışma yapılmamışsa, bu konuda bir
takım fikir yürütmelerde bulunmak ve adeta fikir jimnastiği yapmak mı gerekir, yoksa bunun
ehli tarafından bilimsel çalışmalarla ortaya konması mı istenir? Her halde ikincisini, yani
bilimsel çalışmayı tercih etmemiz gerekir.
Burada bir adım daha ileriye giderek bu tip sorularla devamlı meşgul olan arkadaşlara şunu
sormak isteriz. Sizin sahanız olmayan konularla, özellikle canlılar dünyasıyla niçin bu kadar
ilgilenerek âleminizi ve fikrinizi dağıtıyorsunuz? Canlılar dünyasında ortaya konamayan o
kadar ince sırlar ve derin konular var ki, insan hayret içinde kalıyor. Mesela en iyi bildiğimizi
zannettiğimiz hücre konusunda bile uzmanlar, bilinenin ancak yüzde on olduğunu ifade
ediyorlar.
Buralarda gezinmekten maksat, bazı ateist evrimcilerin yaptığı gibi, bir açık kapı bulup da
yaratıcıyı devreden çıkarmak ise, kâinatta bir atom dahi başıboş değildir ve Allah’ın emir
ve idaresi altıda hareket eder.
Canlılarda güya işe yaramayan organ bulup bunu, bazı evrimcilerin yapmaya çalıştığı gibi,
canlıların tek hücreden silsile halinde tesadüfen birbirinden meydana geldiğine delil
aranıyorsa, boşuna yoruluyorlar. Zira bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olamayacağı gibi,
her bir eser ve her bir varlık mutlaka ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcıyı
göstermektedir.
Bugün canlıları tek hücreden yaratan, başlangıçta da onlardan her bir türü ayrı
yaratmış olması akla, mantığa ve bilimsel düşünceye en uygunudur.
Prof. Dr. Adem Tatlı
19
Ezanı makamla okumak, örneğin sabah ezanının saba
makamında okunması bidat mıdır?
Sadece saba makamı değil, diğer bir çok makamlar da saadet asrında uygulanmadıkları
noktasından hareketle bunların bidat olduğu, yani daha sonra meydana çıktığı söylenebilir.
Ancak bunun bid’a-yı seyyie mi, yoksa bid’a-yı hasene mi yani dinin hoş görmediği bir
yenilik mi yoksa hoş gördüğü bir yenilik mi olduğunu söylemek kolay değildir. Nitekim
Peygamber efendimiz zamanında minareler yoktu. Ancak daha sonra yapılan minareler
İslamın şiarı haline gelmiş, bütün İslam alemi tarafından kabul görmüştür.
Fıkıh kitaplarında meşhur olan ifadesiyle “temtit” yani ezanı aşırı uzatmak mekruh
görülmüştür(bk. Nevevî, el-Mecmu’, 3/108).
Alimlerin belirttiğine göre, ezan sözlerinin tam anlaşılmasına engel olan “Telhîn”
yapmak/aşırı uzatmak, nağmeler yapmak da mekruhtur(Nevevi, a.g.e, 3/110; V. Zuhaylî, elFıkhu’l-İslamî,1/551).
Ezan okuyan müezzinin gür ve güzel sesli olması müstehaptır. Rivayete göre, Peygamberimiz
Ezanla ilgili rüyayı gören Abdullah b. Zeyd’in değil, sesi gür olan Hz. Bilal’in ezan
okumasını tercih etmiştir. Başka bir zamanda da, 20 sahabinin seslerine bakmış, aralarında
en gür ve güzel sesli olan Ebu Mahzure’ye ezanı talim etmiştir(V. Zuhaylî, el-Fıkhu’lİslamî, 1/545).
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, ezanın sözlerinin anlaşılmasına engel olmayan
nağmelerle, çok aşırı olmayan uzatmalarla, özellikle dinleyenler üzerinde olumlu etki
meydana getiren güzel makamlarla ezan okumakta bir sakınca yoktur.
Zaman da büyük bir müfessirdir, kaydını gösterse itiraz edilmez. Buna göre her tarafta güzel
ve gür seslerle seslendirilen nağmeler duymaya alışık olan bu günkü insanların kulağına güzel
ve gür sesle, nağmeli makamlarla Ezan-ı Muhammediyi dinletmek bidat da olsa, bir bid’a-yı
hasene olduğunu düşünüyoruz.
Bu gün İslam aleminin her tarafında değişik makamlarda ezanın okunması, İslam
alimlerinin buna cevaz verdiğinin bir göstergesidir. Yeter ki Ezanın vakarına, azametine,
şanına ve mehabetine halel getirmesin, bir şarkı-türkü gibi okunmasın..
20
"Şüphe yok ki bir mümin güzel ahlakı sayesinde gündüzlerini
oruç, gecelerini de namazla ihya eden bir kimsenin
derecesine erişir." hadisini nasıl anlamamız gerekiyor?
İlgili hadisin manası şöyledir:
“Bir mü’min, güzel ahlâkı sayesinde, gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimselerin
derecesine ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 7; Tirmizî, Birr 62)
İbadetler genel olarak farz ve nâfile olmak üzere ikiye ayrılır. Farz ibadetler, yapılmasını
Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de emrettiği ibadetler olup onları her mü’minin bizzat
zamanında yerine getirmesi gerekir. Farzların yerini tutacak başka bir ibadet veya hayır
yoktur. İnsanın dünya kadar serveti olsa ve bu servetinin tamamını, kılamadığı iki rekâtlık bir
farz için harcasa, Allah Teâlâ affetmedikçe, yine de borcunu ödemiş sayılmaz.
Bu sebeple bu hadisimizde sözü edilen oruç ve namaz, yapmaya mecbur olmadığımız
halde, Allah rızâsını kazanmak için fazladan tuttuğumuz (nâfile) oruç ve kıldığımız
namazlardır. Peygamber Efendimiz, Kur’an ve sünnete uygun bir ahlakın Allah katında çok
değerli olduğunu anlatmak için onu nâfile olarak tutulan oruç ve geceleri kılınan nâfile namaz
ile bir tutmuştur.
Gece ibadetlerinin en makbûlü, uykunun en tatlı zamanında kalkıp Allah rızâsı için teheccüd
namazı kılmaktır. Gündüz ibadetlerinin en makbûlü ise, yazın sıcağına aldırmadan, dili
damağı kuruyarak oruç tutmaktır. Nitekim başka bir rivayette, hadisimizdeki “gündüz oruç
tutan kimse” yerine öğle sıcağında dili damağına yapışarak oruç tutan kimse ifadesi yer
almaktadır. (Muvatta, Hüsnü’l-huluk 6)
Kısaca belirtmek gerekirse, bir kimse insanlarla güzel geçinerek yani onlara iyilik ederek,
merhametli davranarak, kibirlenmeyerek, şiddet göstermeyerek, öfkelenmeyerek, zarar
vermekten sakınarak, verdikleri sıkıntılara, yaptıkları kötülüklere sabrederek ve güler
yüzlü davranarak büyük sevaplar kazanır.
Buna göre, iyi huy ve güzel ahlak mü’minin en belirgin özelliğidir. Mü’min bu özelliği ile
Allah rızâsı için oruç tutup namaz kılan kimseler gibi sevap kazanır.
Güzel ahlak konusunda İmam Nevevi’in Riyazü’z-Salihin isimli eserine aldığı bazı hadisleri
aktarmak istiyoruz. Böylece güzel ahlakın bazı örneklerini de görmüş oluruz:
“İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların
bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, Birr 14, 15)
“Hayırlınız, ahlâkı güzel olanınızdır.” (Buhârî, Menâkıb 23, Fezâilü ashâbi’n-nebî 27)
Kıyamet gününde mü’min kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz.
Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder”
(Tirmizî, Birr 61)
“Mü’minlerin iman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız,
21
kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.” (Tirmizî, Radâ’ 11)
“Haklı bile olsa çekişip didişmeyen kimseye cennetin kenarında bir köşk verileceğine
ben kefilim. Şakadan bile olsa yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk
verileceğine kefilim. İyi huylu kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk
verileceğine kefilim.” (Ebû Dâvûd, Edeb 7)
“İyi huylu olanlarınız, içinizde en çok sevdiğim ve kıyamet günü bana en yakın mesafede
bulunacak kimselerdir. Güzel sohbet ediyor dedirmek için uzun uzun konuşanlar,
sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler ve bilgiçlik etmek için lugat
paralayanlar ise en sevmediğim ve kıyamet günü bana en uzak mesafede bulunacak
kimselerdir.” Ashâb-ı kirâm: Bunlar kimlerdir diye sorunca, “Kibirlenen kimselerdir”
cevabını verdi. (Tirmizî, Birr 71)
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz.” (Buhâr, İlim 11)
"Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.” (Müslim,
Birr 74-76)
“Allah Teâlâ her varlığa iyi davranılmasını emretmiştir. Öyleyse canlı bir varlığı
öldürmeniz gerektiğinde, bu işi can yakmayacak şekilde yapın. Bir hayvanı
boğazlayacağınız zaman, ona eziyet vermeyecek güzel bir şekilde kesin. Bu işi yapacak
olan kimse bıçağını iyice bilesin, hayvana acı çektirmesin.” (Müslim, Sayd 57)
“Cehenneme kimin girmeyeceğini veya cehennemin kimi yakmayacağını size haber
vereyim mi? Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara
kolaylık gösteren kimseleri cehennem yakmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 45)
“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini
yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107, 108)
İnsanları cennete en fazla götürecek şey nedir? diye soruldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem: “Allah’a saygı (takvâ) ve güzel ahlâktır” buyurdu. İnsanları cehenneme en fazla
götürecek şey nedir? diye sorulunca da: “Ağız ve cinsel organdır” buyurdu. (Tirmizî, Birr
62)
Bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Bana öğüt ver, dedi. O da: “Kızma!”
buyurdu. O zât isteğini birkaç defa tekrarladı. Resûl-i Ekrem de her defasında “Kızma!”
buyurdu. (Buhârî, Edeb 76)
Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah yolunda
savaşma hali dışında, ne bir kadına ne bir hizmetçiye, kısacası hiçbir kimseye eliyle
vurmadı. Kendisine fenalık yapan kimseden intikam almaya kalkmadı. Yalnız Allah’ın
yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenleri Allah adına cezalandıırırdı."
(Müslim, Fezâil 79)
22
Şiaya göre on ikinci imamın kaybolması inanışı hakkında
bilgi verir misiniz?
Şîa, Ali (r.a)'nin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kendi yerine imam tayin edildiğini ileri
sürmüştür. Hz. Ali (r.a) yerine oğlu Hasan (r.a)'ı, o da kardeşi Hüseyin (r.a)'i bırakmış ve
imamet zinciri son imama kadar bir önceki tarafından tayin edilmek suretiyle devam
etmiştir. Burada esas itibariyle imametin Hz. Ali (r.a)'den sonra bir anlamda veraset
yoluyla intikali söz konusu ise de Şîa bunu tayin yoluyla intikal olarak sistemleştirmiştir.
Tayin usulünde imametin Hz. Ali (r.a)'den başlatılması zaruri olduğundan ilk üç halifenin
imametini reddetmek gerekmiş. Şîa da tutarlı olabilmek için Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
sonra ilk meşru halifenin Ali (r.a) olduğunu ileri sürmüştür.
Hz. Ali (r.a)'den başlayıp on ikinci imama kadar gelen bu tayin usulü on ikinci imamın çocuk
yaşta ölmesiyle tıkanmıştır. Aslında on ikinci imamın mevcudiyeti de tartışmalıdır. On
birinci imam Hasan el-Askerî 260 (874) yılında öldüğünde çocuğu yoktu. Bazı
kaynaklar, bu sebeple bıraktığı mal varlığının kardeşi Ca'fer ile annesi arasında
paylaşıldığını kaydetmektedir. Bir müddet on birinci imam Hasan el-Askerî'nin gâib
olduğu söylenmişse de hayli tartışmalı geçen bir süreçten sonra Hasan el-Askerî'nin,
ölürken dört yaşındaki oğlu Muhammed'i on ikinci imam olarak bıraktığı ve aynı yıl bu
imamın gâib olduğu görüşü kabul edilmiştir.
İmamiyye'ye göre yeryüzünde Hasan el-Askerî'den sonra onun neslinden gelen, Allah'ın
emriyle kâim olan, seleflerinden intikal eden ilâhî hükümler, farzlar ve sünnetler
kendisine tevdi edilmiş, halkın dinî ve dünyevî işlerinde muhtaç olduğu hidayeti
üstlenmiş bir hüccet vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den gelip kendisinden sonra imamlar
tarafından belirginleştirilen usul ve âdâb çerçevesinde kıyametin kopmasına kadar bir
imamın var olacağını benimseyen bu fırkaya göre, Allah'ın kullarına yönelik emri ve
nehyi devam ettiği sürece yeryüzünde sadece iki kişi bile kalsa bunlardan biri mutlaka
hüccettir, onlardan biri ölse kalan kişi hüccettir. Bu görüş, sadık imamlardan nakledilen
ve İmâmiyye Şîası arasında kabul edilen görüştür. Yeryüzü hüccetten yoksun kalamaz,
bir an kalacak olsa üzerindekilerle birlikte ortadan kaybolur. Hasan el-Askerî'nin
mutlaka bir oğlunun bulunduğuna ve onun imametinin gerçekleştiğine inanan bu fırka
onun korkudan dolayı gizlendiğini, zamanı gelince zuhur edip gereken işleri yürüteceğini
ileri sürmektedir.(Sa'd b. Abdullah el-Kummî, el-Makâlât ve'l-fırak.Tahran, s. 102-103;
Nevbahtî, Fıraku'ş-Şî'a, s. 90-93)
Bu suretle İmâmiyye fırkası ancak gaybet-i suğrâ döneminde "el-imâmü"l-kâim, hüccet,
sâhibü'z-zamân, doğumu insanlardan gizli, zikri mücmel, imam b. imam" diye tanınan bir imam kabul eden Şiî fırkası olarak bilinmeye başlandı. Daha önce Keysâniyye
fırkasında görülen "el-imâmü'l-mehdî" telakkisi de "kâim el-mehdî" şeklinde
İmâmiyye'ye intikal etti. On ikinci imamın gaybete girmesi İmâmiyye akaidinin
mihverini teşkil etmiştir.
On birinci imam Hasan el-Askerî'nin ölümünden sonra ortaya çıkan Şîa fırkaları içinde
silsileyi gaip imamla tamamlayan İmâmiyye'yi gerçek Şiîlik olarak kabul eden Nevbahtî
bunların dışında kalan bütün fırkaları reddetmiş(a.g.e., s. 93) er-Red 'alâ fıraki'ş-Şia mâ
hâla'l-İmâmiyye adlı eserini de bu amaçla kaleme almıştır. Gaybet-i suğrânın
başlangıcından itibaren ve Hasan el-Askerî'den sonra ortaya çıkan çeşitli gruplar giderek
güçlerini kaybetmiş, sadece İmâmiyye Şîası büyük bir gelişme kaydedip varlığını
sürdürmüştür. Bu devrede asıl İmâmiyye doktrinine gaybet ve imamların sayısı konuları
da ilâve edilerek fırka IV. (X.) yüzyıl sonlarına doğru el-İmâmiyyetü'l-İsnâaşeriyye
diye anılmaya başlanmıştır.(Şerîf el-Murtazâ, el-Fuşülü'l-muhtare, Necef, s. 2/111) Fırka
23
sonraki dönemlerde İmâmiyye adı yanında İsnâaşeriyye, ayrıca fıkıh literatüründe
Ca'fer es-Sâdık'a nisbetle Ca'feriyye şeklinde meşhur olmuştur.
İmamın Ehl-i beyt'ten tayin yoluyla belirleneceği değişmez bir esas olarak kabul edilince,
mevcut imamın bir halef bırakmadan ölmesi durumunda gaybetten başka bir çözümün
bulunması esasen mümkün değildi. Bu anlayışa göre gâib imam bir gün geri gelecek ve
dünyayı zulümden kurtaracaktır. Ancak gâib imamın geçen asırlar boyunca görünmemesi
ve bu süreç içinde İmâmîler'in bir devlet kurma imkânından mahrum kalması. İmâmiyye
Şîası'nı bu teori üzerinde tekrar düşünmeye sevketmiş. çok sonraları imamın dönüşüne
kadar ona vekâleten müctehid fakihlerin sorumluluğunda bir devletin kurulması imkânı
ve mecburiyeti "velâyet-i fakih" anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Gerek tayin usulü gerekse bulunması şart koşulan nitelikler açısından değerlendirildiğinde
görülür ki Sünnî hilâfet teorisiyle Şiî imamet anlayışı arasındaki temel fark, Sünnî
halifelerin meşruiyetleri İslâm toplumunun rızâsına dayanan, insan üstü vasıfları
olmayan, ferdî çabayla elde edilen bilgi ve liyakatle toplumu yöneten ve icraatından
dinen ve hukuken sorumlu tutulan sivil bir yönetici olmalarına karşılık Şiî imamların
meşruiyetlerini Allah tarafından seçilmesinden alan, ilâhî nur ve bâtını bilgilerle
desteklenen, her türlü günahtan arınmış ve toplumu hem siyasî hem dinî açıdan yöneten
ve yönlendiren, dinî ve hukukî sorumlulukları bulunmayan, âdeta insan üstü siyasî-ruhanî
bir lider kimliğine sahip olmalarıdır.
(DİA, Diyanet Vakfı Yayınları, İmamiyye Md. 22/207-208)
24
Çocuk mavi gözlü, sarı saçlı olsun diye isterlerse anne
karnındayken geni aşılayıp onun öyle doğmasını
sağlayabileceklermiş. Bu kafamı karıştırdı. Böyle bir olay
mümkün müdür?
Bütün kâinatta tasarruf hakkı Allah’a aittir. Bir atom dahi onun bilgisi, iradesi ve kudreti
dışında hareket edemez.
İnsanı dünyaya imtihan için gönderen Allah, her olayı bir takım sebeplere bağlamıştır.
Meyvenin teşekkülünde ağaç sebep olduğu gibi, çocuğun meydana gelmesinde anne ve baba
da bir sebeptir. Aslında çocuğu da, anne ve babayı da yaratan yine Allah’tır. Yani sebebi de,
sebebin sonucunu da Allah halk etmektedir.
Elmaya ağaç sebep olduğu gibi, elmanın da çekirdeğinden rengine, kokusundan tadına kadar
her bir özelliği yine bir takım sebeplere bağlanmış ve “Gen” adı verilen yapılarda
şifrelenmiştir. O genlerin teşekkülünde de karbon, hidrojen ve oksijen gibi elementler
kullanılmıştır.
Gen teknolojisinde önce genlerin hangi karakterleri kontrol ettiği tespit edilir. Sözgelimi,
elmanın kırmızı rengini veren genlerin bilinmesinden sonra, o rengi veren genler kesilir,
bunun yerine sarı rengi veren genler eklenirse, elmanın renginin sarı olması beklenir.
Bu olay aslında bitkilerde uyguladığımız aşılama sistemine benzemektedir. Mesela bir gülün
bir dalına kırmızı, bir dalına sarı ve diğer bir dalına da beyaz rengi aşılayarak onun orijinal
rengini değiştirmiş oluruz.
Burada biz şimdi başka bir soru soruyoruz. Sorumuz şu: “Kayısı ağacı şeftali meyvesi verir
mi?” Bu sorduğumuz soruya bir cevap veriliyor. Bu cevabı verecek olan Allah’tır. Kayısıya
şeftaliyi aşılarız. Şeftali elde edersek cevap olumludur. Elde edemezsek olumsuzdur.
Aynen yukarıdaki misalde olduğu gibi, insanın da bütün karakterleri genlerde şifrelenmiştir.
Hangi genin hangi karakterleri kontrol ettiği tespit edilir. Ondan sonra soru sorulur. Yani,
kahverengi göz rengi geninin yerine, yeşil renk genini aktarsak cevap ne olacaktır? Deneyip
olumlu veya olumsuz cevabı alırız.
Görüldüğü gibi burada soruyu da cevabı da yaratan Allah’tır. Biz O’nun koyduğu bir takım
kanunları deneme yanılma yoluyla bulmaya çalışıyoruz. Bunun hayret edilecek bir tarafının
olmaması gerekir.
Allah’ın yarattığı sisteme ancak onun müsaade ettiği nisbette yine O’nun verdiği akıl ve
ilimle müdahale etmek İslâm dininin kabul ve hatta teşvik ettiği bir şeydir. Ancak, genetik
hastalıkların teşhisi ve tedavisi veya hayvan ıslahı gibi konularda, hücreye veya embriyoya
müdahale etme fikri ilk anda cazip gelse bile, sonunda ortaya ne çıkacağı belli olmadığından
birçok tehlikeler taşıyor. Bunun insan gibi bir varlık üzerinde denenmesinin, daha büyük
tehlikelere neden olabileceği unutulmamalıdır.
Bu itibarla tıbbi bir zorunluluk bulunmadıkça insan geni üzerinde değişiklik yapılması dinen
uygun değildir. Hayvan ve bitkiler için ise, insanlara faydalı olmak, hiçbir şeye ve kimseye
zarar vermemek kaydıyla uygulanabilir.
25
"Allah, saptırdığı kimseyi doğru yola iletmez" (Nahl, 16/37)
ayetine göre, Allah bir kulunu niçin saptırır?
Soruda geçen ayetin mealini, bir önceki ayetle beraber okumak daha uygun olacaktır:
“Andolsun ki biz her ümmete, “Allah'a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun”
diyen bir elçi gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de
saptırılmayı hak ettiler. Yer yüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların akıbetinin
ne olduğunu görünüz.
Sen onları doğru yola yönelmelerini tutku derecesinde istesen de Allah, yoldan
çıkardığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların asla yardımcıları da olmaz.” (Nahl,
16/37-38)
Genel anlamıyla Ümmet, çoğu aynı kökten gelen, önceki kuşaklardan devralınan
özelliklerin yahut ortak menfaat ve ideallerin veya din, zaman, vatan gibi faktörlerin bir
araya getirdiği geniş insan topluluğunu ifade eder. Çoğulu ise “ümem”dir.
Dinî anlamda, bir peygambere inanıp onun yolundan giden cemaate, ilâhî dinlere mensup
kavimler topluluğuna ümmet denir. Muhammed ümmeti, İslâm ümmeti, hıristiyan
ümmeti gibi.
Konumuz olan âyette ilk anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Allah her millete, geniş insan topluluğuna bir elçi göndermiştir; bunun da gayesi sadece
âyetteki öz ifadesiyle “Allah'a kulluk edip sahte tanrılardan uzak durmak”tır. (bk.
Mâide 5/60) Çünkü dinîn özü ve peygamberler gönderilmesinin ana gayesi tevhiddir;
Allah'ın birliği ilkesini zedeleyecek her türlü inanç, düşünce ve davranıştan titizlikle
kaçınmaktır.
Allah'ın peygamberler gönderdiği milletlerden kimi, peygamberlerinin kendilerine
duyurduğu ilâhî hakikatler karşısında iyi niyetli ve ön yargısız tutumları sayesinde
Allah'ın hidayetine mazhar olmuş; kimi de -bir kısım Mekke putperestlerinin yaptıkları
gibi- daha baştan peygamber ve vahiy karşısında sergiledikleri inkarcı, inatçı ve uzlaşmaz
tutumları yüzünden yanlış yolda kalmışlardır.
Hz. Peygamber, Allah'ın kendisine yüklediği tebliğ ve irşad görevini eksiksiz yerine
getirme sorumluluğunun bir gereği olduğu kadar yüce ahlâkının, derin insanlık sevgisinin
de bir tezahürü olarak, kendisine son derece haksız ve insafsız muameleleri reva görenler
de dahil olmak üzere, bütün insanların dünya ve âhiret esenliğine kavuşmaları için büyük
bir istek taşıyor, elinden geleni yapıyor, Kur'an'ın anlatımıyla bu uğurda âdeta kendini
tüketiyordu. Nitekim bu durum, “Ey Muhammed! Mü'min olmuyorlar diye âdeta kendini
helâk edeceksin!” (Şuarâ 26/3) mealindeki ayette açıkça bildirilmektedir.
Konumuz olan âyette de Hz, Peygamber'in, putperestlerin hidayete ermelerini ne kadar
çok istediğine işaret edilmektedir. Fakat burada şu husus özellikle hatırlatılmaktadır:
İnsanların kurtuluşu için Peygamber'in böyle bir istek ve gayret içinde olması yetmez.
İnsanlar bu dünyada bir imtihan hayatı yaşamakta olup kurtuluşu hak etmeleri, Allah'a
26
karşı sorumlu oldukları bu imtihanı başarmaları ve iradelerini o yönde kullanmaları
sonucunda O'nun kendilerine hidayeti nasip etmesine bağlıdır; bu hususta insanların
Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. Şu halde kurtuluşu hak etmeyene Peygamber'in
bile yardımı dokunamaz.
İmanın bir gereği olan bu durum, “Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat
Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (Kasas,
28/56) mealindeki ayette ifade edilmiştir. Demek ki hidayet, kulun kendi iradesini
kullanmasından sonra, Allah’ın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.
Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren
ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve
dalaleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “hidayet Allah'tandır,
o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat
etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek
istemektedirler.
İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak Allah’tır. Lakin yüce rabbimizin bir
kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir.
Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı hak onu o yola sevk
etmez.
Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün
teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira
Rezzak (rızık verici) ancak Odur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı
elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve
yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira,
hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet
şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için
gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık
misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin
mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan
dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir
musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması
insanın dergah-ı ilahiyeye iltica etmesi ve Ona yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal
ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir?
Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır
ve büyük azab onlar içindir(Bakara Suesi,2/7), ayetine göre, kişileri kâfir yapan
Tanrı'dır, öyleyse kafirin ne suçu vardır?
Kur'an-ı Kerim'de; “Allah kime hidâyet verirse, doğru yolda olan odur; kimi de
hidâyetten mahrum eder şaşırtırsa, artık imkânı yok, ona yol gösterecek bir dost
bulamazsın.” deniliyor. Burada Allah' ın insanı zorlaması söz konusu mu?
27
İki namaz arasındaki günahlar affedilir mi? Affedilirse
hangileri affedilir, hangileri affedilmez?
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Müezzin, sesinin gittiği yer boyunca mağfiret olunur. Yaş ve kuru herşey onun
lehinde şehadet eder, namaza katılan kimseye yirmibeş kat namaz yazılır ve iki
namaz arasındaki (günahları) affedilir." [Ebû Dâvud, Salât 31, (515); Nesâî, Ezân 14,
(2, 13); İbnu Mâce, Ezân 5, (724).]
Ebu Ümame anlatıyor: Hz. Peygamber (asv) ile birlikte mescitte oturduğumuz bir sırada,
adamın biri “Ya Rasulallah! Bana had tatbik et." (İbn Hacer’in belirttiğine göre, adam kadınlarla ilgili- zinanın dışındaki günahların da karşılığını had sanıyordu). Hz.
Peygamber (a.s.m) ona bir cevap vermedi. Bir daha sözünü tekrar etti, yine cevap
alamadı. Hz. Peygamber (a.s.m) kalkıp giderken, adam da arkasından gitti. Ben de onları
takip ettim, Hz. Peygamber (a.s.m)’in nasıl bir cevap vereceğini merak ediyordum.
Nihayet adam Hz. Peygamber (a.s.m)’e kavuşup daha önce söylediklerini tekrarladı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m): “Evden çıkarken güzelce abdest almadın
mı?”diye sordu. Adam “Evet” deyince, “Sonra bizimle birlikte namaz kılmadın
mı?”diye buyurdu. Adam buna da “Evet" cevabını verince, Hz. Peygamber (a.s.m):
“Öyleyse Allah senin günahını bağışladı.” diye buyurdu.(Müslim, Tevbe, 45).
Söz konusu hadisi -değişik varyantlarıyla, Buharî (Tefsir, suretu 11/6), Müslim (Tevbe,
39-45) İmam Ahmed ve diğer sünen kitapları rivayet etmiştir.
Alimler bu gibi hadisleri “Eğer size yasaklanan günahların büyüklerinden
sakınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örtüp affederiz ve sizi değerli bir
mevkie/cennete yerleştiririz.”(Nisa, 4/31), “Gündüzün iki tarafında, gecenin
gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz böyle güzel işler -insandan uzak
olmayan- günahları silip giderir.”(Hud, 11/114) mealindeki ayetlerin ışığında
değerlendirmişlerdir.
Genel olarak alimlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul gören görüşe göre, büyük
günahlardan kaçınıldığı takdirde, küçük günahlar, namaz kılmak gibi ibadetler sayesinde
affolunur. Büyük günahların affı ise, samimi bir tövbeye bağlıdır.
Cümhur-u ulema/âlimlerin büyük çoğunluğu, bu görüşlerini şu sahih hadisle
desteklemişlerdir:
“Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde, iki namaz arasında yapılan küçük
günahlar affolunur.” (bk. İbn Hacer, 8/357).
Ayrıca Enam Sûresi 160. Ayette: “Bir kimse bir iyilik getirirse ona on misli sevap
vardır. Bir kötülük getiren ise bir misli ile ceza görür, onlar haksızlığa
uğratılmazlar.” buyurulmaktadır. Ebû Zer (r.a)’den rivayet edilen başka bir hadîs-i
şerîfte ise Rasûlullah Efendimiz (asv): “Nerede ve ne halde olursan ol, Allah’tan kork
ve kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki onu yok etsin.”(İhyâ, 4/65.) buyurmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki, hasbel beşer / bir insan olarak nefis ve şeytana uyup küçük günahlar
işleyenlerin günahları beş vakit namazla affa uğrar. Veya başka bir hayır işledikleri
28
zaman, bu onlara bir kefaret olur. Ancak, şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, “Nasıl olsa,
iki namaz arasında küçük günahlar of olunur.” diyerek pervasızca günah işlemeye
devam edenlerin günahları af kapsamına girmeyebilir. Çünkü, bu gibi adamlarda Allah’a
karşı saygı diye bir şey yok demektir.
Cumhûr-ı ulemaya göre; günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namaz,
Ramazan orucu, hac, umre, abdest gibi hayırlı amellerin kendilerine keffaret olabileceği
günahlar "küçük günah"; bu tür ibadetlerin keffâret olamadığı günahlar ise "büyük
günah"lardır.
Mesela: "İki umre, aralarında yapılan günahlara keffarettir." (Ahmed İbn Hanbel,
II, 461).
"Kabul edilmiş bir hac, o yıl ki hatalara keffarettir. " (Ahmed İbn Hanbel, II, 348),
"Şehidden akan ilk damla kan, onun bütün günahları için keffarettir." (Ahmed İbn
Hanbel, IV, 300),
"Allah, cuma'yı kılanın iki cuma arasındaki günahlarını örter." (Ahmed İbn Hanbel,
V, 181).
Hadislerde, başka ibadetlerin kendilerine keffaret olduğu bildirilen cinsten günahlar
küçük günahtır. Ancak herhangi bir ibadetin, kendisi hakkında keffaret kabul edilmediği
günahlar ise büyük günahlardır.
Meselâ: hiç bir ibadet adam öldürmeye, zina yapmaya, içki içmeye ve benzeri günahlara
keffaret olarak kabul edilmez; bunlara ancak Şerîat'ın, haklarında takdir ettiği cezalar
tatbik edilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Günah işleyen kişi, tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?
Büyük Günahlar...
29
Bir bayanın tanıdığı bir erkeği iyilik maksadıyla arada sırada
taksiyle gideceği yere kadar götürmesi caiz midir?
İslâmî ölçülere riayet edildiği takdirde, kadının sosyal hayatta yer alması, dini hükümlere
aykırı değildir.
İslâmî ölçülerden kastımız, birbirlerinin mahremi konumunda olmayan bir erkekle bir
kadının, başkalarının bulunmadığı bir yerde baş başa kalmamaları, tesettüre riayet
edilmesi, erkeğin veya kadının müşterek ortamlarda cinselliği davet edici hareket, tavır
ve konuşmalarda bulunmamaları ve bunlara benzer hususlardır.
Bu ölçülere riayet edildiği takdirde kadının sosyal hayatta yer almasında bir sakınca yoktur.
Sosyal hayatta kadın erkek ilişkilerinde dikkat edilecek husus, harama yol açabilecek
tutum ve davranışlardan uzak durmaktır. Mahremiyetle ilgili tedbirler tamamen buna
yöneliktir. Bunun ölçüsü, içinde bulunulan ortama ve şartlara göre değişir.
Bu itibarla, tek başınıza olduğunuz sıralarda bir kişiyi taksinize alarak iyilik yapayım derken,
başka türlü anlaşılmalara kapı açmamak gerekir. Ancak yaşlı, hasta, sakat ve benzerlerini
taksinize almanız uygun olabilir.
(Diyanet İşleri Başkanlığı)
30
İslam’a göre, suçluyu bulmak için evini basmak var mıdır?
Örneğin, zina isnadı suçunda evi basmak, gizlice
gözetleme yapmak gibi durum dini açıdan uygun
mudur?
İslam’da tecessüs, bir kimsenin gizli hallerini araştırmak haramdır. (bk. Hucurât, 49/12)
Bu açıdan bakıldığında bir kimsenin gizlice yapmakta olduğu bir suçunu ortaya
çıkarmak, onu suçüstü yakalamak için evine baskı yapmak doğru değildir. İslam’ın bu
gizlilik prensibini ön görmesinde sayısız faydalar vardır. Bunlardan bir kaçını şöyle
sıralayabiliriz:
a. Din imtihanında iyi olanlarla kötü olanların görülmesi için gereken özgür iradenin
kullanımına imkân veriliyor. Bir açıdan insanlara suç işleme özgürlüğü veriliyor. Yoksa,
en kötü insan da polis korkusundan suç işlemeyebilir. Halbuki bu imtihanda suçun işlenip
işlenmemesi yanında, kişinin kendi iç dünyasında, kalbinde, niyetinde suç işleme
potansiyeline karşı özgür iradesiyle -Allah’a saygısından ötürü- göstereceği olumlu veya
olumsuz tavrının belirlenmesi büyük önem arz etmektedir. Polisiye tedbirlerle, suç
oranları azalabilir, fakat potansiyel suçlular azalmaz.
b. Toplumda suç ve suçlu oranları ne kadar açığa çıkarsa, o nispette başka insanların suç
işleme temayülleri artar. Çünkü, “üzüm üzüme baka baka kararır”. Artık suça meyilli
olanlar, “toplumda meğer herkes kötü imiş.. dünyayı ben mi ıslah edeceğim?” gibi
bahaneler arkasına sığınarak daha kolay suç işleyebilir ve kendini mazur görebilir. Oysa,
suç ve suçlular gizli kalırsa, herkes başkasına iyi nazarla bakar ve bir suç işlediği zaman
kendini çok kötü hisseder ve psikolojik olarak kötülüklerden uzaklaşmaya yönelebilir..
c. İslam’a göre, gizli günah işleyen kimse ile açıktan günah işleyen kimse arasında çok
fark vardır. Açıktan suç işleyen kimse “Fask-ı mütecahir” damgasıyla diğer suçlulardan
farklı bir konumda değerlendirilir. Hatta bunun gıybeti bile caiz kabul edilir. Çünkü,
açıktan günah işlemek Allah’ın kusurları örten manasındaki “SETTAR” ismine karşı
ayrı bir saygısızlıktır. Şahsî suçların açıkça işlenmemesi veya açığa çıkarılmaması Settar
isminin de bir gereğidir.
Bununla beraber, bir suç şahsî olmaktan çok toplumsal insan haklarının ihlaline
yönelik ise ve özellikle de şikayet konusu olursa, devletin bunu mahkeme eliyle
tahkik etmesi ve gereken cezayı vermesi kaçınılmazdır.
Katil, gasp, hırsızlık, rüşvet, kumar gibi maddî zararlar yanında toplumsal barışı da
zedeleyen suçları önlemek, işlendiği ve tespit edildiği takdirde gereken cezanın verilmesi
önde gelen görevleri arasındadır.
Fakat zina gibi garaz damarıyla, yalan yere isnatlarda bulunulması kolay olan bir suçun
şikayet konusu edilmekten dahi çıkarılmışçasına hakkında zor şartlar getirilmiştir. Dört
şahidin şart koşulması “o konuda şakk-ı şefe etmeyin=hiç konuşmayın” anlamına
gelir. Şikayet eden eğer dört şahit bulamazsa seksen değnek yemeyi göze alması ve
şahitliğinin bir daha kabul edilmeyeceğini bilmesi gerekir. (bk. Nur, 24/4)
31
Download