Haftalık Bülten 09 Temmuz 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Kabirde imtihan anındaki fitne nedir? Peygamber Efendimiz (asv) kabir fitnesinden Allah'a sığınmış mıdır?............................................................................................................. 3 Bir grup, Kitâbullah'ı okuyup ondan ders almak üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür... Bu hadis hakkında bilgi verir misiniz?..................................................................................... 7 "Allah’ın sözlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur."(Enam, 6/34) ayeti ile "Biz bir ayetin hükmünü diğer bir ayetle değiştirirsek."(Bakara, 2/106) ayeti bir çelişki değil midir? .................................................................................................................................................... 9 Fatiha suresi Besmele ile başlayıp hep dua ile gidiyor; Allah hiç besmele çeker mi? Arapça metinde olmayan Saffat 164-166’da melekler ifadesini, bazı ayetlerdeki, -deki, -söyle, gibi sözleri sanki insan söylüyor?...................................................................................................11 Sendikaya üye olmakta bir sakınca var mıdır? Peygamber Efendimiz (asv)'in böyle bir kuruluşa üye olması ile ilgili hayatında bir örnek var mı?....................................................12 Bir babanın kızına sormadan kıydığı nikah geçerli olur mu? İmam Şafi’ye göre, baba kızına sormadan ve rızası olmasa da nikah kıyabilir mi?...................................................... 13 Hz. Osman (ra)’ın Hristiyan bir eşi var mıydı? Hz. Osman (ra)’ın evlilikleri ve eşleri hakkında bilgi verir misiniz?...................................................................................................15 Beni yarattığım kişiyle baş başa bırak.(Müddesir, 74/11) ayeti ne demektir, günümüze nasıl bakar?.......................................................................................................................................16 Allah'ın, kıyamet günü bizzat kendisinin Rahman suresini okuyacağına dair bazı söylentiler dolaşıyor, bunun aslı var mıdır?........................................................................... 17 İçki reklamı olan formalarla spor yapmak caiz midir? Spor yaparken nelere dikkat etmek gerekir?.....................................................................................................................................18 Ateş, çevresindekileri aydınlatınca Allah, nurlarını gideriverip kendilerini karanlıklar içinde bırakır.(Bakara, 2/17) mealindeki ayeti bazı mealler "nurlarını", bazı mealler ise "ışıklarını" diye aktarıyor....................................................................................................... 19 Maide 14. ve 64. ayetlerde, aralarına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kini salıverdik, denilmektedir. Ancak, Hristiyanların ve Yahudilerin kendi aralarında bir düşmanlıkları görülmemektedir?............................................................................................21 İslamiyet'te, İslami sosyalizm, diye bir görüş var mıdır?....................................................... 23 Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir, anlamına gelen bir hadis var mıdır, varsa bu durum devletler için de geçerli midir?..................................................................... 24 Veysel Karani, Peygamberimizi (asv) belki de birçok sahabeden daha çok sevmesine rağmen, derecesi neden onlardan çok daha düşüktür? Annesinin sözünü dinlemeseydi daha iyi olmaz mıydı?.............................................................................................................. 25 2 Kabirde imtihan anındaki fitne nedir? Peygamber Efendimiz (asv) kabir fitnesinden Allah'a sığınmış mıdır? Konuyla ilgili iki hadis meali şöyledir: "Allah'ım! Korkaklıktan, cimrilikten sana sığınırım. Erzel-i ömürden sana sığınırım. Dünya fitnesinden sana sığınırım. Kabir fitnesinden sana sığınırım.” (Buhârî, Cihâd 25, Daavât 37, 41, 44) "Allah'ım, cehennem azâbından ve kabir azâbından, hayat ve ölüm fitnesinden, kör Deccâlin fitnesine uğramaktan sana sığınırım.” (Müslim, Mesâcid 128) Bu hadislerden ve benzeri hadîs-i şerîflerden öğrendiğimize göre, Peygamber Efendimiz (asv) insan için son derece tehlikeli olan bazı hususlardan Allah’a sığınmış, dolayısıyla bize bunlardan şiddetle sakınmamız ve bizi onlardan koruması için Cenâb-ı Hakk’a sığınmamız gerektiğini belirtmiştir. Kabir fitnesi Peygamber aleyhissalatü vesselâm’ın Allah’a sığındığı tehlikelerden biridir. Meleklerin ölen herkesi sorguya çekmesiyle başlayan kabir hayatı, iyi kullar için huzur ikliminin başladığı, dünyadaki görevini gerektiği gibi yapmayanlar için de sıkıntıların başlayıp devam ettiği bir başka âlemdir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv) bu durumu, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî, Kıyâmet 26) diye ifade buyurmuştur. Hz. Âişe (ra) kabir azâbının olup olmadığını Resûl-i Ekrem’e sorduğunu, onun da “Evet, kabir azâbı haktır” buyurduğunu ve kıldığı her namazda kabir azâbından Allah’a sığındığını söylemektedir.(Nesâî, Sehv 64). Hz. Osman (asv) bir kabre baktığı zaman sakalları ıslanıncaya kadar ağlar, sonra da Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, kabri âhiret yolculuğunun ilk menzili olarak kabul ettiğini, buradan kurtulan kimse için sonrasının daha kolay olacağını, buradan kurtulamayan için de sonrasının daha çetin olacağını belirttiğini söylerdi.(Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 63). Kabir azâbı, Allah’ın buyruklarına uymayan insanın ölümünden kıyamete kadar geçecek olan uzun bekleyiş safhasında göreceği bir tür işkencedir. Mâhiyetini tam olarak bilemediğimiz bu azâba tâbi tutulmak için insanın mutlaka kabirde bulunması da gerekmemektedir. Kabir azâbı ve cehennem azâbı vardır; bu azaplar hak ve gerçektir. İnsan bu çetin azaplardan Allah’a sığınmalıdır. Âdem oğlu ölüp ruhu bedeninden çıktıktan ve kabre konulduktan sonra işte âhiret merhalelerinin ilki o zaman başlamış olur. Çünkü kabir, âhiretin ilk merhalesidir. İnsanın o daracık, karanlık ve ürperti veren yerde karşılaşması söz konusu olan bu işkenceden kurtulması ve kabrini Peygamber Efendimiz (asv)’in buyurduğu gibi cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirmesi mümkündür. Kabirde kendisine onunla görevli iki melek gelir ve dünyada iken haklarında îmân edip etmediği üç şey; Rabbi, dîni ve peygamberi hakkında onu sorguya çekerler. Eğer onlara güzellikle cevap verirse, neticesi onun için güzel olur.Yok eğer onlara güzellikle cevap veremezse, iki melek ona şiddetli bir şekilde vururlar. 3 Kul, eğer îmân ehli iyi kimselerden ise, melekler ona beyaz yüzlü kimseler olarak gelirler. Yok eğer fesat ve kötülük ehlinden ise, melekler ona siyah yüzlü kimseler olarak gelirler. İşte bu, kulun kabrinde imtihan olunacağı kabir fitnesidir. (Ayni, Fethu'l-Bârî, 11/177) Mubârekfurî, “Kabir fitnesi; kabirde iki meleğin sorusuna cevap verirken şaşırmaktır." demiştir. (Tuhfetu'l-Ahvezî, 9/328) Kabirde iki meleğin sordukları sorulara gelince: Berâ b. Âzib'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: "Peygamber aleyhissalatü vesselam, ile birlikte Ensar'dan bir adamın cenâzesini defnetmek için çıktık, kabre geldiğimizde kabir henüz kazılmamıştı. Rasûlullah oturunca, biz de onun meclisine saygıdan dolayı sanki başımızda kuş duruyormuşçasına hepimiz hareketsiz bir şekilde onun etrafında oturduk. Elinde bir çubuk vardı ve düşünceli bir şekilde çubuğun bir ucuyla yeri eşeliyordu. Başına kaldırdı ve -iki veya üç defa-: Kabir azabından Allah'a sığının, buyurdu. Sonra şöyle buyurdu: Mümin kul, dünyadan ayrılmak ve âhirete yönelmek üzere olduğu zaman ona gökten yüzleri sanki güneş gibi olan beyaz yüzlü melekler iner. Yanlarında cennet kefenlerinden ve kokularından vardır. Onun görebileceği yere otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, baş tarafına oturur ve şöyle der: Ey güzel ruh, çık ve Rabbinin mağfiretine ve rızâsına gel. Bunun üzerine o ruh, tulumun ağzından damlayan bir damla gibi çıkar ve ölüm meleği onu alır. Ölüm meleği, mümin kulun ruhunu aldığında, melekler onu göz açıp kapayacak kadar ölüm meleğinin elinde bırakmazlar. Onu ölüm meleğinin elinden alırlar ve bu kefene koyarlar. O ruhtan, yeryüzünde bulunan en güzel mis kokusu gibi bir koku çıkar. Onu melekler arasından geçirirken: "Bu güzel ruh nedir?" derler. Dünyadaki en güzel isimlerini söyleyerek, falan oğlu falandır, derler. Dünya semâsına ulaşıncaya kadar çıkarırlar. Melekler onun için kapının açılmasını isterler. Onlara kapı açılır. Bunun üzerine yedinci semâya ulaşıncaya kadar her semâda bulunan Allah'a yakın melekler o ruha eşlik ederler. Nihâyet Allah şöyle buyurur: ‘Kulumun amel defterini, İlliyyîn'e yazın ve ruhunu yeryüzüne geri gönderin. Çünkü ben, onları ondan (topraktan) yarattım ve yine ona döndüreceğim. Bir defa daha onları (hesaba çekmek üzere) topraktan çıkaracağım.’ Bunun üzerine mümin kulun ruhu bedenine iâde edilir. Ardından iki melek yanına gelip onu oturturlar ve: "Rabbin kimdir?" derler. Mümin kul: "Rabbim Allah'tır" der. Onlar: "Dinin nedir?" derler. Mümin kul: "Dinim İslâm'dır" der. Onlar: "Size gönderilen adam hakkında ne dersin?" derler. Mümin kul: "O Allah'ın elçisidir." der. Onlar: "Sana bunları bildiren nedir?" derler. 4 Mümin kul: "Allah'ın kitabını okudum, ona inandım ve onu tasdik ettim." der. Bunun üzerine semâdan bir ses gelir: Kulum doğru söyledi. Cennetten bir yer döşeyin (makamını hazırlayın), onu cennet elbiselerinden giydirin ve ona cennetten bir kapı açın, der. Bunun üzerine ona cennetin esintisinden ve güzel kokusundan kokular gelir, gözünün görebileceği yere kadar kabri genişletilir. Sonra ona, güzel yüzlü, güzel elbiseli ve güzel kokular içerisinde olan birisi gelir ve "Seni mutlu edecek şeyle sevin. Bugün sana va'd olunan gündür." der. Bunun üzerine o: "Sen kimsin? Senin o hayırlı yüzün nedir." der. O: "Ben, senin sâlih amelinim" der. Bunu işitince, "Yâ Rabbi! Kıyâmeti çabuk kopar ki, âileme ve malıma kavuşayım." der. Kâfir kul, dünyadan ayrılmak ve âhirete yönelmek üzere olduğu zaman, yanlarında kaba ve sert elbise olan siyah yüzlü melekler gelir ve onun görebileceği bir yerde otururlar. Sonra ölüm meleği onun yanına gelip başucunda oturur ve ona: "Ey çirkin ruh, haydi çık! Allah'ın öfkesine ve gazabına gel!" der. Bunun üzerine ruhu bedenine dağılır ve ıslak yüne dolaşan pıtrağın (dikenli otların) yünden çekilip çıkarıldığı gibi, ölüm meleği onun ruhunu bedeninden çekip alır (ruhu bedeninden güçlükle ayrılır). Ölüm meleği ruhunu alınca da, melekler onu göz açıp kapayacak kadar ölüm meleğinin elinde bırakmazlar. Onu ölüm meleğinin elinden alırlar ve kaba ve sert elbisenin içine koyarlar. Ondan yeryüzünde bulunan en pis leş kokusu gibi bir koku çıkar. Onu semâya yükseltirler. Her semâda bulunan meleklerin yanından geçerken onlar: "Bu pis ruh kimindir?" derler. Melekler, dünyadaki en kötü ismini söyleyerek, falan oğlu falandır, derler. Dünya semâsına gelince, onun için semânın kapılarının açılmasını isterler, fakat ona kapılar açılmaz. Sonra Rasûlullah şu ayeti okudu: "(Öldükleri zaman) onlar (ın ruhların)a gök kapıları açılmaz ve deve, iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler. Suçluları işte böyle cezâlandırırız." (A'râf, 7/40) Allah şöyle buyurur: "Onun amel defterini Siccîn'e (en aşağı tabakaya) yazın". Sonra onun ruhu, gökten yere fırlatılıp atılır. Sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: "Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp de parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış veya rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış kimse gibidir." (Hac, 22/31). Ardından ruhu bedenine iâde olunur da (Münker ve Nekir adlı) iki melek ona gelip yanına oturur ve: "Rabbin kimdir?" derler. "Kâfir kul: Hah…Hah… Bilmiyorum." der. Onlar: "Dinin nedir?" derler. Kâfir kul: "Hah…Hah… Bilmiyorum." der. Onlar: "Size gönderilen adam hakkında ne dersin?" derler. Kâfir kul: "Hah…Hah… Bilmiyorum." der. Bunun üzerine semâdan bir ses: 'Yalan söyledi, ona cehennemdeki yerini hazırlayın ve ona cehennemden bir kapı açın' der. Cehennem ateşinin sıcağından ve sıcak rüzgârından gelir ve kaburgaları birbirine geçecek şekilde kabri ona daraltılır. Çirkin yüzlü, kötü elbiseli ve pis kokulu bir adam ona gelir ve şöyle der: "Seni üzecek şeye sevin! Bugün, va'd olunduğun gündür." Kâfir ruh ona: "Sen kimsin? 5 Çirkin yüz kötülük getirdi." der. O da: "Ben senin çirkin amelinim." der. Bunun üzerine: "Rabbim! Kıyameti koparma." der." (bk. Müsned, 4/288, 397; et-Terğîb ve't-Terhîb, 3/369; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dili Kur'an Dili, 2/1229) 6 Bir grup, Kitâbullah'ı okuyup ondan ders almak üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür... Bu hadis hakkında bilgi verir misiniz? Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir grup, Kitâbullah'ı okuyup ondan ders almak üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar. " Ebû Dâvud, Salât 349, 1455. H.; Tirmizî, Kırâ'at 3, 2946 H.; Müslim, Zikir 38, 2699 H; İbnu Mâce, Mukaddime 17, 225. H. Hadisin Açıklaması: Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Müslümanlar arasında Kur'an bilgisinin yayılması için yaptığı teşviklerden biridir. "Allah'ın evi" tâbiri öncelikle mescidleri ifâde ederse de ulema, bu fazileti elde etmek arzusuyla, han, kışla, medrese gibi başka yerlerde de toplanılabileceği görüşünü beyan etmişlerdir. Esas olan Kur'an'ın müzâkeresi olduğuna göre bu maksadla evlerde akdedilen meclislerin de aynı şekilde sevablı olacağı söylenebilir. Sekinet, esas itibariyle vakar, itminan ve mehâbet mânasına gelir. Ancak Kadı Iyaz, burada rahmet mânasında kullanıldığını söyler. Ancak rahmet kelimesi hemen arkadan buna atfedildiğine göre, Nevevî'nin dediği gibi vakar ve tuma'nine şekline anlamak daha uygun düşüyor. Zikredenlerin anıldığı yüce cemaat büyük meleklerin teşkil ettiği cemaattir, buna Mele-i Â'la da denir. Allah'ın onların yanında anması, Kur' ân okudukları için teşrif etmek maksadıyla medh u senâda bulunmasıdır. Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde hadisin sonunda şu cümleye de yer verilir: "Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa nesebi hızlandırmaz." Bu şu demektir: "Her kim soy ve sopunun şerefine aldanarak hayır ameller işlemede kusurda bulunursa nesebi, onu, amel edenler seviyesine ulaştırmaz." Ebû Müslim el-Eğarr (rahimehullah) diyor ki: "Ben şehâdet ederim ki Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd (radıyallâhu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğine şehâdet ettiler: "Bir cemaat oturup Allah'ı zikrederse, mutlaka melekler etraflarını sarar, 7 Allah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunan (büyük melek)lere anar." [Müslim, Zikr 39, (2700); Tirmizî, Daavât 7, (3375).] Hadisin Açıklaması: 1. Sekîne, hadislerde, değişik şartlarda sıkca gelmiş bir tâbirdir. Her bir durumda farklı mânalarda kullanılmıştır. Nihâye'de kaydedilen, bazılarına göre hareket ve davranışlarda vakar ve teennî, sükûn, rahmet, yüzü insana benzeyen rüzgâr ve hava gibi ince ve seyyal bir canlı, savaşta Müslümanların beraberinde bulunan ve ortaya çıkınca düşmanların mağlubiyetine vesîle olan kedimsi bir mahlûk, hızlı geçen bir rüzgâr, melek... vs. Sadedinde olduğumuz hadiste, sekîne'nin "rahmet, vakar ve itminan" mânalarında olabileceği söylenmiştir. 2. Bu hadis, birden fazla insanların Allah'ı zikretmek gayesiyle toplanmalarının faziletine dikkat çekmekte ve buna teşvik etmekte. Toplanma mahalli hadiste mutlak bırakılmıştır. Öyle ise mescidler, medreseler, evler, kırlar, dükkanlar vs. olabilirler. Sâdece "mescidler" olarak kayıtlamak eksik olur. Mescidlerin kapalı olduğu saatlerde mescidlerin uzak bulunduğu yerlerde bu fazîleti elde etmek için Müslümanların ev, dükkan, kır, bahçe gibi zamana zemine göre en uygun fırsatları değerlendirmeleri gerekir. Müteakip hadiste de görüleceği üzere bu meselede en uygun imkân, bilhassa günümüz şartlarında evlerdir. Mü'minler evlerini bir zikir meclisine çevirebilirler: Ev halkı ile her gün belli bir zamanda zikrullah yapılabileceği gibi, yakın akrabalar, yakın komşular, yakın meslekdaşlar gibi kişinin samimi alâka duyduğu kimselerle de haftalık veya aylık veya on beş günlük... belli saat ve günlerde biraraya gelecekleri zikir meclisleri teşkil edilebilir. Zikir meclisi deyince, sadece tesbîhat, Kur'an okunan meclis anlaşılmamalıdır. Dinî ilimlerin mübâhase edildiği meclisler, mâlâyâniyata, mü'minlerin gıybetine yer vermemek şartıyla nezîh bir hava içerisinde geçen sohbet meclisleri de, zaman zaman yer verilecek salâtu selâm ve besmele gibi zikirlerle , bir nevi "zikir meclisi" mânası içinde mütâlaa edilebilir. Şu halde mü'min, boşa geçen mâlâyâni şeylerle tükenen hayatını irâdî bir disipline sokarak daha faydalı hale getirebilir. Sadedinde olduğumuz hadis, zikir meclisleri teşkiline teşvik etmektedir. Bu, sadece erkeklere has değildir. Söylenen mânâdaki meclisleri kadınlar da kendi aralarında teşkil etmelidirler. (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi) 8 "Allah’ın sözlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur."(Enam, 6/34) ayeti ile "Biz bir ayetin hükmünü diğer bir ayetle değiştirirsek."(Bakara, 2/106) ayeti bir çelişki değil midir? “Allah'ın sözlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur.” (Enam, 6/34) mealindeki ayette yer alan “Allah’ın kelimeleri / sözleri”nden maksat, -vahyin sözleri değil- Allah’ın elçileri ile onları yalanlayanlar hakkında tarih boyunca gerçekleşen hükmü demektir. Ayette -azgın düşmanlar karşısında bulunan Hz. Muhammed (asv)'e teselli ve müjde vermek maksadıyla- vurgulanan husus şudur: “Tarih boyunca sosyolojik bir vaka olarak kâfirler tarafından tekzip edilen ve ezacefa gören elçilerin sabretmesi ve ardından da Allah’ın o elçilerine yardımını göndermesi, değişmez ilahî bir kanundur...” “Allah'ın sözlerinde asla bir değişme yoktur.”(Yunus, 10/64) mealindeki ayette de “değişmeyen sözler” den maksat vahiy sözleri değil, Allah hükmü, kanunu, prensibi demektir. Bu konuyla ilgili önceki ayetlere baktığımızda bunu rahat anlarız: “İyi bilinmeli ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınan kimselerdir. Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla bir değişme yoktur. İşte budur büyük kurtuluş.”(Yunus, 10/6264). Bütün tefsirlerde bu ayetlerdeki “Allah’ın değişmez sözleri” vahiy sözleri değil, onun hükümleri, kanunları, verdiği sözler manasında algılanmıştır. Bunun özeti “Allah’ın hükümleri, kararları değişmez / Allah sözünden caymaz” şeklindedir. “Biz bir ayetin hükmünü diğer bir ayetle değiştirirsek veya unutturursak (geri bırakırsak), ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz.” (Bakara, 2/106) mealindeki ayette ise “vahiy sözleri” kastedilmiştir. Eskiden beri Allah, daha önceki bir peygamberin şeraitinde olan bazı hükümleri değiştirmiş, yerine başka hükümler getirmiştir. Bu değişiklik zaman ve mekân şartlarına bağlı olarak gerçekleşiyor ki, ilahî hikmetin gereğidir. Örneğin; Mekke devrinde şartlar uygun olmadığı için düşmanın bütün eziyetlerine rağmen, Müslümanların savaşmalarına izin verilmemiştir. Medine’de Müslümanların lehine şartlar oluşunca kendilerini silahla müdafaa etmek için savaşa izin verilmiştir. Keza sahabenin iman coşkusuyla çok güçlü olduğu Medine’nin ilk döneminde "bir müminin on kâfirin önünden kaçması yasaklanmıştı." Daha sonra insanın yapısının gereği olarak onlarda bir zafiyet meydana gelince Allah bu hükmünü değiştirdi ve “bir müminin, iki kâfirin önünden kaçmasını yasakladı.”(Enfal, 8/65-66). Keza Hz.İsa (as), Hz. Musa (as)’ın dininde yasak olan bazı şeylere cevaz verdi. “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve (daha önce) size haram 9 edilenlerin bir kısmını helâl kılmak üzere gönderildim.”(Ali İmran, 3/50) mealindeki ayette bu hususa dikkat çekilmiştir. Hulasa; “değişmez sözler” Allah’ın verdiği sözlerdir, değişmez prensipleridir. Örneğin, Allah’ın dostlarına ahirette asla korku ve üzüntü olmayacaktır. Ama "değişen sözler" ise, Allah’ın ezelî ilminde zamana bağlı olarak değişkenlik gösteren hükümlerdir. Mesela; Allah geceye karar verir ve gece olur, ama sonra gündüze karar verir, gece gider gündüz gelir. Kışa karar verir kış gelir; sonra bahara karar verir, kış gider bahar gelir. İnsanları yaratıp hayat sahibi kılmaya karar verir, insanlar dünyaya gelir ve canlanır, sonra ölmelerine karar verir, onlar da ölürler, ardından ölmemek üzere tekrar canlanmalarına karar verir ve dirilip mahşer meydanında toplanırlar. Keza Allah karar vermiş, Hz. Musa (as)’a Tevrat’ı vermiştir. Sonra karar verip Hz. İsa (as)’a İncil’i vermiştir. Daha sonra Hz. Muhammed (asv)’e Kur’an’ı indirmiştir. Bütün bu kararlar, Allah’ın sonradan -hâşâ- düşünüp ortaya koyduğu kararlar değil, ezelî ilminde var olan kararlardır. DEMEK Kİ; söz konusu ayetler arasında asla bir çelişki söz konusu değildir. İlave bilgi için tıklayınız: Feth suresi, 23. ayet: "Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın." Bu ayeti açıklar mısınız? Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur. Hristiyanlar bu ayetlere bakarak kendi kitaplarının orijinal olduğunu söylüyolar. Cevap olarak ne söylemeliyiz? 10 Fatiha suresi Besmele ile başlayıp hep dua ile gidiyor; Allah hiç besmele çeker mi? Arapça metinde olmayan Saffat 164-166’da melekler ifadesini, bazı ayetlerdeki, -deki, -söyle, gibi sözleri sanki insan söylüyor? Evvela, Kur’an’ın ilk inen ayeti “Yaratan Allah’ın adıyla oku” mealindedir. Burada “Oku” emri, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (asv9’e hitaptır. Bu emir bütün Kur’an’ı kapsamaktadır. Dolayısıyla, Kur’an’da –başında açıkça “İkra = oku” veya “Kul = söyle” sözcüklerinin bulunmadığı bütün ayetlerin ve surelerin başında zımnen var kabul edilmektedir. Buna göre, Fatiha’nın başında yer alan “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” mealindeki Besmelenin başında da “İkra = Oku” veya “Kul = Söyle” sözcüğü hep vardır. Bunu ilmî bir ifadeyle aktarmak gerekirse,“İkra = Oku” veya “Kul = Söyle” sözcüğü, “Kur’an’ın bütün ayet ve surelerinin başında ya melfuzdur (açıkça zikredilmiştir) veya melhuzdur (zımnen vardır). İkincisi, İmam Şafii gibi bazı alimlere göre, Fatiha'nın başındaki Besmele, sureden bir ayet olmakla beraber, İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, diğer surelerin başında olduğu gibi, Fatiha suresinin başındaki Besmele de sureden bir ayet değil, teberrüken yer almıştır. Bu melhuz olan “oku / söyle” sözcüğü, Fatiha'nın bütün ayetlerinde de geçerlidir. Zaten surenin başında “Oku!” veya “Söyle!” denilmişse bunun bütün sure için geçerli olduğu hususunda tereddüt etmemek gerekir. Örneğin; Enam 6/19. ayetin başında “Kul = söyle, de ki" kelimesi açıkça kullanılmıştır. Kehf, 18/110’da “Kul = söyle, de ki" kelimesi açıkça kullanılmıştır. Kur’an’ın –kırktan fazla olan- mucizevî yönlerinin başında, ifadelerindeki îcazıdır / çok veciz ifadeler kullanmasıdır, ince münasebet ipçikleriyle birbirinden uzak görülen ayetler arasında bir bağlantı kurmasıdır. Saffat, 37/164-166. ayetlerinde de belagatın bu îcaz sanatı söz konusudur. Dikkat edilirse ilgili suresin 149. ayetinde melekleri Allah’ın kızları olarak görenlere “istifham-ı inkârî” denilen karşı soruyla bir azarlama üslubu söz konusudur. 150. ayette ise “melaike = melekler” açıkça söz konusu edilmiştir. Ve bu muhteva 166. ayete kadar farklı yoğunlukta ince bir münasebet zinciri içerisinde terennüm edilmiştir. Bu konu çok ciddi bir ihtisas mevzuudur. 11 Sendikaya üye olmakta bir sakınca var mıdır? Peygamber Efendimiz (asv)'in böyle bir kuruluşa üye olması ile ilgili hayatında bir örnek var mı? Gireceğimiz kurum, İslam’a karşı değilse, İslam’a aykırı düşünce ve hareketlerde bulunmuyorsa, oraya üye olmakta bir sakınca yoktur. Özellikle, çağımızda kolektif şuurun ön plana çıktığı bir zamanda, cemaat / örgüt planında hakları savunmayı zorunlu hale getiriyor. İnsanların kendi haklarını savunması kadar tabii bir şey olamaz. Peygamberimiz (asv) “İşçilerin alın teri kurumadan ücretlerini verin.”(Zevaid, 4/98) şeklindeki emri, İslam’ın bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber (asv)'in “Hilfu’l-fudul” cemiyetine dahil olması, peygamber olduktan sonra da “Bu gün öyle bir cemiyet olursa yine onu destekleyeceğim.” (Ahmed b. Hanbel, 1/190, 193) manasına gelen ifadeleri, haksızlığa karşı durmanın, hak-hukuk aramanın kutsal bir görev olduğunu göstermektedir. Yeter ki maksat “bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek." olsun, yeter ki maksat “ideolojik bir değil, kurumun üyesi olan işçilerin hakkını korumak" olsun, yeter ki İslam’ın prensiplerine ters düşen hareketlere, taşkınlıklara yer verilmesin; haklı iken haksız duruma düşülmesin. İlave bilgi için tıklayınız: Sendika seçimlerinde aday olmak istiyorum, bu konuda dinimizin ölçüleri nelerdir? 12 Bir babanın kızına sormadan kıydığı nikah geçerli olur mu? İmam Şafi’ye göre, baba kızına sormadan ve rızası olmasa da nikah kıyabilir mi? Hanefîler dışındaki bütün mezheplerde, yani cumhura göre, nikah akdi velisiz olmaz. Kadın, kendini veya kızını evlendiremez. İmam Azam ve İmam Ebu Yusuf’a göre, bir kadın kendi nikahını da, küçük kızının nikahını da ve başkasının vekaletini alarak -onun- nikahını da kıyabilir. Yalnız kadın kendi başına -şeraitte aranan şartlara göre- dengi olmayan birisiyle evlenirse, velilerinin buna itiraz hakları vardır. Erkek velinin olması şart değil müstehaptır. Hanefilerin delili şu hadislerdir: “Dul kadın, velisinden daha çok kendi nikahını kıymaya hakkı vardır. Bekâr kızın ise izni alınır, sessiz kalması da izni sayılır.” “Bekâr kızın izni alınmadan nikahı kıyılamaz.”(bk. Sübülü’s-selam, 3/118-119; bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî,7/82-84). Cumhurun delili “Bir veli olmadan nikah akdi olmaz.”(Sübülü’s-selam, 3/117); “Velisi olmadan nikahlanan bir kadının nikahı batıldır...”(a.g.e, 1/127) manasına gelen sahih hadislerdir. Hanefîler ile diğer mezhepler arasında yer alan bu farklı görüş Bakara suresinin 232. ayetinin tarz-ı telakkisinden de ileri gelmiştir: Hanefiler ilgili ayeti şöyle anlamışlardır: “Ey kocalar! Eşlerinizi boşayıp da onlar da iddetlerini tamamladıklarında, kendi aralarında meşrû surette anlaşmaları durumunda, kocaları ile tekrar nikâhlanmaları hususunda onlara baskı yapmayın.” Şafii ve diğerlerine göre ilgili ayeti şöyle anlamak gerekir: “Ey veliler! Kadınları boşadığınızda ve onlar da iddetlerini tamamladıkları vakit, (karı-koca) kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, kadınları kocaları ile tekrar evlenmekten men etmeyin.”(bk. Zemahşerî, ilgili ayetin tefsiri). Tefsirlerin büyük çoğunluğu -Şafii oldukları için- Şafii Mezhebi'nin görüşünü yansıtmışlardır. Nesefî gibi Hanefî tefsirde ise Hanefî Mezhebi'nin görüşüne uygun tefsir yapılmıştır.(bk. Taberî, İbn Kesir, Razî, Beyzavî, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri). Şafiilerin ayeti öyle anlamalarının bir sebebi de ayetin sebebi nüzulüdür. Rivayet göre, Makel b. Yesar, kız kardeşi Cümeylâ, kocasından boşanmış, iddet süresini tamamladıktan sonra eski kocasına dönmek istemiş, fakat kardeşi Makel buna engel olmuştur. Bunun üzerine bu ayet inmiştir.(bk. Taberî, İbn Kesir, Razî a.g.e). Bu açıklamalara baktığımızda, Şafii alimlerinden olan Ebu Sevr’in “Bir nikah akdi için hem velinin hem de kadının izni şarttır. Bunlardan birinin izni olmazsa nikah akdi sahih olmaz. Bu ikili rıza gösterdikten sonra, erkek olan veli de, kadının kendisi de bu nikahı kıyabilir.”(Zuhaylî, a.g.e, 7/84) şeklindeki orta yollu görüşü 13 dengeli ve birleştirici bir içtihat olarak değerlendirilebilir. İlave bilgiler için tıklayınız: Bir kızın anne ve babanın rızası olmadan bir erkekle nikah kıyması doğru mudur? Küçüklerin zorla evlendirilmesi caiz mi? Bir bayanın zorla evlendirilmesi caiz midir? 14 Hz. Osman (ra)’ın Hristiyan bir eşi var mıydı? Hz. Osman (ra)’ın evlilikleri ve eşleri hakkında bilgi verir misiniz? Hz. Osman (ra)'ın Hristiyan biriyle evlendiği konusunda bir bilgimiz yoktur. Bilindiği üzere, Hz. Osman (ra) Müslüman olduktan kısa bir süre Hz. Peygamber (asv)'in kızı Rukiye ile Mekke’de evlenmiş, nübüvvetin beşinci yılında onunla Habeşistan’a hicret etmiştir. Hz. Osman (ra) daha sonra Medine’ye hicret etti ve yerleşti. Hanımı Rukiye Bedir savaşı sırasında kızamık yüzünden vefat edince, yaklaşık bir yıl sonra da baldızı Ümmü Gülsüm ile evlenmişti. Ümmü Gülsüm'le altı yıl kadar evlilik hayatı yaşadı. Bu hanımı da hicretin dokuzuncu yılında 630) vefat edince, o sonraki yıllarda altı evlilik daha yapmıştı. Hanımlarından Naile bint-i Ferasife, Remle bint-i Şeybe ve Ümmü’l-Benin bint-i Uyeyne o şehit edildiğinde hayattaydılar. Onun bu evliliklerinden dokuz oğlu, altı veya yedi kızı oldu. Onun oğullarından en meşhuru âlim olan Eban b. Osman’dı. Ayrıca Ömer ve Said adında oğullarının olduğunu da bilmekteyiz. (bk. İbn-i Hacer, el-İsabe, IV, 379; TDV. İslam Ansiklopedisi, Osman md.) 15 Beni yarattığım kişiyle baş başa bırak.(Müddesir, 74/11) ayeti ne demektir, günümüze nasıl bakar? "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak."(Müddessir, 74/11) Müfessirler bu âyetlerin Mekkeli müşrik Velîd b. Mugîre hakkında indiğini rivayet etmişlerdir. Çünkü Velîd, Kureyş'in ileri gelenlerinden olup çok sayıda oğulları vardı ve oldukça zengindi; buna rağmen Allah'ın kendisine lütfettiği nimetlere şükredecek yerde hem Allah'a hem de Peygamber (asv)'e karşı nankörlük etmiş, İslâm'ı boğmak isteyenlere öncülük edenlerden olmuştu. Allah Teâlâ'nın "Tek olarak yarattığım şahsı bana bırak." mealindeki buyruğu iki türlü yorumlanmıştır: a) Anasının karnında aciz ve tek başına bir durumda yarattığım o şahsı bana bırak, senin onunla uğraşmana gerek yok, ben onun cezasını veririm, b) Beni tek başıma onunla baş başa bırak; ben onun hakkından gelir ve gereken cezayı veririm.(bk. Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri) Âyet, Velîd b, Muğîre hakkında inmiş olsa da amacı genel olup şu mesajı vermektedir: Nimete karşı şükretmek, nimet sahibine minnettar olmak en yalın ahlâkî ödevlerden biri, akıl ve adalet gereğidir. Sıradan birinin alelade yardım ve iyiliğine bile minnettar olup teşekkür ederken varlığımızı, hayatımızı, sahip olduğumuz, yararlandığımız her türlü maddî ve manevî nimet ve imkânları lütfeden Allah'a minnettar olmamak, şükretmemek, ibadet ve itaat etmemek büyük bir nankörlüktür; özellikle Allah'ın varlığını ve birliğini tanımamaktan da öte giderek inkâr, şirk ve zulüm hareketlerine öncülük etmek bütün nankörlüklerin ve haksızlıkların en ağırı, en vahimidir. Kendisine verilen nimetleri unutup nankörlük ve zulmedenlerin hakkından Rabbimiz gelir. Rabbimiz zalime mühlet verir ama asla ihmal etmez. (bk. Kur'an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri) Ayette geçen ve "tek olarak" mânâsına gelen "vahid" kelimesi, hem yaratanın hem de yaratılanın durumunu gösterebilir. Yani "benimle bırak, hiçbir ortağım olmadığı halde tek başıma yarattığım o kimseyi" yahut "kendisini tek başına, hiç kimsesi olmadığı halde yapayalnız yarattığım o kimseyi" demek de olabilir. Bu mânâ "Andolsun sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzurumuza gelirsiniz."(En'âm, 6/94) buyrulduğu üzere her kişi hakkında geçerli olur. Bununla kıyametin de, yaratılış gibi özellikle her fert için ayrı bir safhasının olduğuna işaret edilmiş demektir. Âyetin özel bir olay ve şahısla ilgili olarak inmesi, hüküm ve uyarmanın vasıflara göre genel olmasına engel de değildir. (bk. Elmalılı Hamdi, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri) 16 Allah'ın, kıyamet günü bizzat kendisinin Rahman suresini okuyacağına dair bazı söylentiler dolaşıyor, bunun aslı var mıdır? Bütün araştırmalarımıza rağmen hadis kaynaklarında hususî olarak Rahman, Ta Ha veya başka bir surenin okunmasıyla ilgili herhangi bir rivayete rastlayamadık. Genel olarak, Allah’ın cennet halkına Kur’an okuyacağına dair bir rivayet Hakim-i Tirmizî’de yer almıştır. Elbanî bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.(bk. Daîfu’lCami’, no: 1834). Deylemî de Ebu Hureyre’den merfu olarak yaptığı rivayette “İnsanlar, kıyamet günü Rahman(olan Allah)’ın onlara okuduğu Kur’an’ı işittikleri gibi hiç işitmemişlerdir.” manasına gelen bir ifadeye yer verilmiştir. Elbanî bunun da zayıf olduğunu belirtmiştir.(bk. Daîfu’l-Cami’, no: 4157). 17 İçki reklamı olan formalarla spor yapmak caiz midir? Spor yaparken nelere dikkat etmek gerekir? İçkinin içilmesi, satılması, taşınması, reklamının yapılması caiz değildir. Bu itibarla, içki reklamı yapmak ve buna alet olmak caiz değildir. Spor yapmak ve izlemek caizdir; ancak bu konuda dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır: Spor yapanların namazın geciktirilmesine veya terkine, vücudun yaralanmasına ve sakatlanmasına sebep olmadığı müddetçe bir mahzurdan söz edilemez. Bu hususlardan birisi söz konusu olunca meşru olmaktan çıkar. Bugün dünya çapında oynanan spor oyunları, hangi adı taşırsa taşısın, asıl vatanı hangi ülke olursa olsun, gerek ferdî olarak, gerekse takım hâlinde oynanmasında bir sakınca söz konusu değildir. Ancak İslâm uleması yine insanın huzuru ve rahatı için şu hususlara dikkatimiz çekmiştir: 1. Oynarken ve seyrederken kötü sözlerin söylenmesine meydan verilmemeli. 2. Oynayanların ve seyredenlerin eğitimlerini ve zaruri işlerini terk etmeye varacak kadar zaman israfına yol açmamalı. 3. Oynanan oyunlar hiçbir şekilde sportoto, sporloto ve altılı ganyan gibi kumara ve içki, domuz eti gibi haram olanların reklamına alet edilmemeli. 4. Namaz ve oruç gibi farz ibadetlerin zamanında yapılmasına engel olmamalı. 5. İnsanın, bedenen zarar görmesine ve ölümüne sebep olacak kadar tehlike arz etmemeli. 6. Çevreyi rahatsız edecek kadar aşırılıklara meydan vermemeli. 7. Kıyafet ve sair noktalarda, Kur’ân ve sünnetle ruhsat verilen ölçülerin dışına çıkmamalı. İlave bilgi için tıklayınız: Spor yapmak caiz mi? Kadınların, erkeklerin bulunduğu yerde spor yapması caiz midir? 18 Ateş, çevresindekileri aydınlatınca Allah, nurlarını gideriverip kendilerini karanlıklar içinde bırakır.(Bakara, 2/17) mealindeki ayeti bazı mealler "nurlarını", bazı mealler ise "ışıklarını" diye aktarıyor... "Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir."(Bakara Suresi, 17, Diyanet Meali) Elmalılı Hamdi Hazretlerinin ayete verdiği mana ise şöyledir: "Bunların meseli şunun meseline benzer ki bir ateş yakmak istedi, vaktaki çevresindekileri aydınlattı, tam o sırada Allah nurlarını gideriverip kendilerini zulmetler içinde bıraktı, artık bunlar görmezler." Nar ile Nur, aynı kökten gelmektedir. Nur, zulmetin karşıtıdır. Türkçemizde "aydınlık" ve "ışık" ile ifâde edilir. İnandıklarını açıkladıkları halde küfrü içlerinde gizleyen münafıklar, tıpkı aydınlanmak için ateş yakan birisi gibidir ki, o ışık kendilerini aydınlatınca etraflarını göremez, ışıktan çok az bir şekilde yararlanırlar. Çünkü Allah onların ışıklarını gidermiş ve onları karanlıklar içine terketmiştir. Onlar artık hiç bir şey göremiyorlar. Bunun sebebi: Onlar göstermelik olan imanları sayesinde canlarını, mallarını, çoluk-çocuklarını geçici bir süre için korumuşlardır. Ancak gizledikleri küfürlerinden dolayı öldüklerinde tamamen iflas etmişlerdir. Her şeylerini kaybetmişler ve hatta kendi nefislerini dahi ebedi azaba sokmuşlardır. Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş vakalardan istifade ederek anlatma usulü, çok eski zamanlardan beri bütün milletlerde olduğu gibi İslâm'ın ilk muhatabı olan Araplar'da da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm de bu usul ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim öğretimde sesli ve görüntülü yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır. Münafıkların durumunu misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı İslâm'ın nuru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü ve şimşeği inkarcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Bu ayetlerdeki ışığı ve aydınlığı "güdüler, duyu organları, akıl" gibi beşerî bilgi kaynakları ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar arasında ilerlemeye, yol almaya çalışmayı da "bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve manevî meseleleriyle insanın dünya hayatı" olarak anlamak da mümkündür. İnsanoğlu dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara ilâhî yardım ve irşadı da ekler, Kur'an'ın ve Sünnet'in rehberliğinden faydalanır. İnkarcılar dini hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular ve tecrübelerle -daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı idrak kanallarını kapatmak, 19 görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden âciz kaldığı problemleri unutmak için başvurulan tedbirler (zevku safa âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki faaliyetler, içki, uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunuyor. Allah Teâlâ'nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetler) okuyarak Rabbini bulması, O'nun irşadına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münafıklar da bir yandan akılları, diğer yandan zahiren uyum gösterdikleri Müslümanların dinden gelen bilgileri sayesinde dünya hayatlarını kısmen düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz ilâhî irşad ve ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler, onları bu çıkmazdan kurtaramıyor. (bk. Kur'an Yolu, Heyet, ilgili ayetlerin tefsiri) İlave bilgi için tıkalyınız: Bakara Suresi 19. ayette geçen gökteki karanlıklar nedir, karanlıklarla ve verilen örneklerle ne anlatılmak isteniyor? Münafıkların dilsiz, sağır ve kör olmaları ne demektir? 20 Maide 14. ve 64. ayetlerde, aralarına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kini salıverdik, denilmektedir. Ancak, Hristiyanların ve Yahudilerin kendi aralarında bir düşmanlıkları görülmemektedir? Maide 14. ayetin meali şöyledir: “Biz Nasrani’yiz, Hıristiyan’ız” diyenlerden de kesin söz aldık. Fakat onlar da kendilerine tebliğ olunan derslerden bir çoğunu unuttular. Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık. Allah onların meslek haline getirdikleri bu işleri bir bir yüzlerine çarpacaktır.”(Maide, 5/14). Bu ayette söz konusu edilenler Hristiyanlardır. Allah daha önceki peygamberlerden aldığı gibi, Hz. İsa (as)’dan da -ahir zamanda gelecek son peygamber Hz. Muhammed (asv)’e iman edip ona yardım etmeleri için ümmetlerine tavsiyede bulunmaları hususunda- söz almıştır. Hz. İsa (as) bu sözleşmeye bağlı kalarak gerekenleri yapmaları için Hristiyanlara tavsiyede bulunmuştur. Bu konu bazı İncillerde geçmektedir.(İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Fakat buna rağmen onlar bu sözleşmeyi önemsemediler, göz ardı ettiler ve zamanla unuttular. Nihayet Hz. Muhammed (asv) peygamber olarak geldiğinde ona yardım edeceklerine karşı çıktılar. Allah da ceza olarak onların kendi arasında da tutarlı olmadıklarını göstermek için aralarına ihtilaf verdi. Katolik, Ortodoks, Protestan gibi Hıristiyan mezhepleri arasında vuku bulan ihtilaflar hala mevcuttur. Bu ihtilaflar orta çağlarda değişik savaşların oluşmasına sebep olmuştu. Ancak bu gün -değişik politik nedenlerden ötürü- bu maddi savaşlar söz konusu olmamakta ise de, kalplerdeki ihtilaflar, görüş farklılıkları hala devam etmektedir. Bunların bazılarının bazılarını Hristiyan bile kabul etmedikleri bilinmektedir. Onları bu farklı görüşlere iten onların nefislerinden kaynaklanan değişik menfaat, riyaset, makam, mevki sevgisi türü duygularıdır. Yani bu ihtilafların asıl müsebbibi -dinleri değil- kendileridir. Yalnız bu ayette onlara bir cezanın verildiğini belirtmek için “işin yaratma noktasından” hareketle, sebeplilik cihetine değil, sadece ilahî ceza noktasına dikkat çekilmiştir. Ve bu sosyolojik vakanın olmasında, bu cezanın verilmesinde onların Hz. Muhammed (asv)’e karşı gösterdikleri olumsuz tavrın büyük bir payı olduğunun altı çizilmiştir. Maide, 64. ayetin meali şöyledir: “Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Hay kendi elleri bağlanasıcalar! Hay dediklerinden dolayı mel’ûn olası adamlar! Hayır, hiç de öyle değil! Allah’ın iki eli de açıktır. Dilediği şekilde infak eder. Rabbinden sana indirilen âyetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlığını ve gâvurluğunu artıracaktır. Bununla beraber, biz onların aralarına, kıyamete kadar sürüp gidecek bir kin ve nefret bıraktık. Her ne zaman onlar savaş çıkarmak için bir yangın tutuşturdularsa Allah onu söndürdü. Sırf fesat çıkarmak için dünyanın her tarafında koşup dururlar. Allah müfsitleri sevmez.”(Maide, 5/64) Hristiyanlarla ilgili açıklamalar burada durumları tasvir edilen Yahudiler için de 21 geçerlidir. Aralarında var olan düşmanlığın asıl sebebi -Allah’ın emirlerini bırakıp- kendi nefsanî arzularının peşine takılmalarıdır. “Allah’ın eli bağlıdır” diyerek Onu cimrilikle suçlamaları... Hz. Muhammed (asv)’e indirilen Allah’ın vahyi karşısında bütün bütün azgınlık göstermeleri... Dünya barışını baltalayarak sürekli savaş çıkarmaya çalışmaları... Yeryüzünde işleri güçleri fitne fesat çıkarmaları... Bu yanlış düşünceleri devam ettiğine göre, Allah’ın cezası da devam etmektedir. İşte Allah da insanlık camiası için kurdukları tuzakları kendi başlarına geçirmiş; insanları birbirine düşman yapmaya çalışmaları yüzünden -ceza olarak- onların kendi aralarındaki kavgalarına izin vermiş, onları kendi -o kavgalı- hallerine terk etmiştir. Her iki ayette de işaret edilen ihtilaf kalplerin ihtilafıdır; “kıyamete kadar sürüp gidecek bir kin ve nefret duygusunun devam etmesidir.” Bunun bu gün savaşlara sebep olmaması veya aralarında zahiren bir birlikteliğin görüntüsünün bulunması, içlerindeki kin ve nefretin olmadığı anlamına gelmez. Bu gün, insanların ve toplumların arasındaki ilişkiler, dinî çerçevede oluşan düşüncelerden ziyade, sosyal, siyasal, ekonomik eksende gelişen çıkar ilişkileridir. Yani bunlar dünyevî menfaatleri için, birbirine karşı dinden kaynaklanan kinlerini içlerine sindirmek ve onu unutkanlık perdesine sarmak zorunda kalmışlardır. Münafıkların ruh hallerini tasvir eden şu ayet, bu iki Ehl-i kitabın görüntüleri için de bir perspektif kazandırır diye düşünüyoruz: “Onları gördüğünde kalıpları kıyafetleri senin hoşuna gider, onları beğenirsin. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, âdeta duvara dayatılan, ruhsuz kütüklere benzerler. İçleri boş, ödlek olduklarından çıkan her sesten pirelenir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah belalarını versin onların! Nasıl da hakikatten vazgeçiriliyorlar.”(Münafikun, 63/4). Onlar hakkında "Allah belalarını versin!" ifadesi beddua olmayıp, onların cezaya müstahak olduklarının Allah tarafından bildirilmesidir. 22 İslamiyet'te, İslami sosyalizm, diye bir görüş var mıdır? İslamiyet'te, sosyalizm diye bir şey olmaz. İslam dininin, herhangi bir beşerî doktrin ile omuz omuza vermesi, onunla yamanması, onun bazı unsurlarından destek alması asla söz konusu değildir. İslam sosyalizmi, İslam kapitalizmi, İslam liberalizmi gibi yakıştırmaların hiç birisi -İslam açısından- bir gerçeği ifade etmemektedir. Beşerî doktrinlerde de, insanların hak ve hukukuna, din ve vicdan hürriyetine saygı göstermek, zenginleri fakirlerin yardımına çağırmak, insanlara değer vermek gibi bazı güzel ve doğru şeyler olabilir. Ama bunlardaki güzelliklerin hiç birisi İslam dininin genel prensipleri dışında değildir. Bu sebeple, içtihat itibariyle zahiren bir kısım beşerî unsurları ihtiva etse bile, aslı itibariyle semavî olan İslam şeriatının dışında kalan bir güzellik olmadığı gibi, içerisinde yer alacak hiçbir çirkinlik de söz konusu değildir. Şu var ki, zamanın ortaya çıkardığı yeni meselelerin çözümünde doğru olmayan bazı yorumlar yapılabilir ve bu yanlışlar İslam’a değil, Müslümanlara aittir. Müslümanlar, “Zaman büyük bir müfessirdir, kaydını gösterse itiraz edilmez” prensibine uygun bir hikmet ve bilgiye sahip olmaları durumunda, çözemeyecekleri bir meselenin olmadığını düşünüyoruz. 23 Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir, anlamına gelen bir hadis var mıdır, varsa bu durum devletler için de geçerli midir? Önce şunu belirtelim ki, bu hadis rivayeti Kütüb-ü Sitte ve diğer meşhur hadis kaynaklarında yer almamıştır. Rivayeti alan kaynak İbrahim el-Harbî’nin “Ğaribu’lhadis” adlı eseridir. İmama Gazalî de buna İhya’sında yer vermiştir.(İhya, 2/64). Bu rivayete göre Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: “Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu oradadır.” Hafız Heysemî, hadisteki ravilerin sika olduklarını belitmiş, fakat hadisin mürsel (senette inkıta’) olduğunu söyleyenlerin görüşlerine de yer vermiştir.(Zeynu’l-Irakî, Tahricu ahadisi’l-ihya-İhya ile birlikte-a.g.e). Sorunuzun ikinci kısmına gelince; rızkın onda dokuzunun ticarette olması hükmü, şüphesiz sadece fertler bazında değil, kurumlar bazında da söz konusudur. Devletin ticaretle uğraşıp uğraşmaması konusu iktisadî politikaların vereceği bir karardır. Ancak eğer özel sektörün yapacağı işleri yapacaksa, ticareti de elden bırakmaması gerekir. Şunu da söyleyelim ki, günümüzde ekonomi işleri artık başlı başına bir sanat, bir tecrübe ürünü, everensel kurallara göre belirlenmesi gereken bilimsel bir metotla yürümek zorundadır. Sadece bu hadisin zahirine bakarak devletin ticaretle uğraşmasını salık vermek, uzmanlık alanımızın dışına çıkmak manasına gelir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, tabii rızkın kapısı üçtür: Ticaret, sanat ve ziraatçılıktır. Hakka ve halka hizmet amacı olmadığı takdirde, her türlü memuriyet bir nevi maaş dilenciği anlamına gelir. 24 Veysel Karani, Peygamberimizi (asv) belki de birçok sahabeden daha çok sevmesine rağmen, derecesi neden onlardan çok daha düşüktür? Annesinin sözünü dinlemeseydi daha iyi olmaz mıydı? Burada birkaç noktaya dikkat çekmekte fayda vardır: Veyse’l-Karani Hazretleri bildiğimiz kadarıyla EFENDİMİZ (asv)'İN ziyaretine gittiğinde, -yaygın olan kanaatin aksine- o hemen yanı başındaki bir mescitte değil, -bir gazve veya başka bir münasebetle- Medine’nin dışında bulunuyordu. O da annesine verdiği sözü tutmak için fazla bekleyemedi. Yoksa hemen yanında olsaydı, onu ziyaret etmeden gitmezdi. Şunu da belirtelim ki, Veyse’l-Karani ile ilgili bu menkıbenin teması, annelere karşı saygı gösterilmesini öngören biraz da mübalağalı bir üslup içermektedir. Mahallî ve şahsî zevklerin eklenmesiyle, aklın tavrı haricine çıkmış gibi görünmektedir. Bu husus ciddi araştırmayı isteyen bir konudur. Eğer bu menkıbenin eksik tarafları yoksa, burada şu hususa dikkat etmekte yarar olacaktır: İslam’a göre, Hz. Peygamber (a.s.m)’i görmek farz değil, sünnettir. Annenin emrini getirmek ise, farzdır, çünkü Allah’ın emridir. Hz. Veyse’l-Karani sahabe mertebesini kazanma uğruna Allah’ın emrini çiğnememe ferasetini göstermiş, ender bir şahsiyettir. Onun için önemli olan manevî mertebeler değil, Allah’ın rızasıdır, emrinin yerine getirilmesidir, iman şuuruyla hareket edilmesidir. Özetle Hz. Üveys, Allah’ın emrine saygısızlık eden bir sahabî olmaktansa, saygılı bir tabiin olmayı tercih etmiştir. 25