Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
05 Kasım 2010
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Ölüm anında şeytanın görüneceği söyleniyor. Savaş meydanında ölenler, kalp krizi geçirip
ölenler kısaca herkes şeytanı görecek mi? ...................................................................................... 3
Hz. Osman (ra)'ın eşi Hz. Naile Müslüman mıdır?........................................................................ 5
Hz. Eyyub Peygamber'in (a.s.) kabri nerededir?........................................................................... 7
Bir kadının, yolculukta, toplantıda, park ve bahçelerde kendine nikah düşen bir erkeğin
yanında oturması haram mıdır?..................................................................................................... 8
“Denizin suyu temiz, içindekiler helaldir.” hadisini nasıl anlamalıyız? Helale haram demek
küfür iken, nasıl oluyor da mezhepler arasında deniz mahsulleriyle ilgili helal haram gibi
kutuplaşmalar olabiliyor?............................................................................................................... 9
Biz bir bilgisayar programıyız. Allah adaletlidir, diye kimsenin bizi kandırmadığını nasıl
anlarız?............................................................................................................................................ 11
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), sadece kendisine bildirileni mi bilirdi? İlham veya
vahiy gelmeden içtihat yapmış mıdır?.......................................................................................... 13
Hudud / hududullah kelimesinin Kur'an'da geçtiği yerleri ve anlamları hakkında detaylı bilgi
verir misiniz?.................................................................................................................................. 15
Hisse senedi aldığımız zaman, onu satmak için bir zaman aralığını beklememiz gerekli midir?
Hemen veya aynı gün içinde alım satım yapmamın bir sakıncası var mıdır? Borsada oynamak
caiz olur mu?.................................................................................................................................. 21
"Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et." (Al-i
İmran 3/43) mealindeki ayet okunduğunda neden tilavet secdesi yapılmıyor? Rüku edenlerle
beraber rüku et, ne demektir?....................................................................................................... 22
Gayri müslimlere karşı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla putperestler veya
ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız?........................................................................................... 25
İhramlı iken, dikişli ihram, dikişli terlik, dikişli ayakkabı giyilebilir mi? .................................28
Hz. Ebu Bekir (ra) bu ismi nasıl almıştır ve manası nedir?........................................................ 29
Karım, anne ve babamla görüşmeme kararı aldı; ben de bundan dolayı kayınbaba ve
kayınvalidemle görüşmeyeceğim. Dinimizin bu konudaki hükmü nedir?................................. 30
Namazdan önce Nas suresinin okunması sünnet midir?............................................................. 31
Bir hadiste okudum, otuz deccal çıkmadan kıyamet kopmaz, diye... Biz bir tane deccal
çıkacak biliyorduk, açıklar mısınız?............................................................................................. 32
“Allah bir ümmete rahmet dilediği zaman, peygamberini ümmetten önce alır.” anlamındaki
hadisi açıklar mısınız?................................................................................................................... 33
Kur'an’da geçen ve mucize olduğu söylenen parmak izinin M. Ö.den beri bilinen bir şey
olduğu, dolaysıyla Kur'an’da böylesi bir mucizesinin bulunmadığı iddiasına ne dersiniz? .....34
Peygamber Efendimiz (asv)'in, ben ahir zamanda gelseydim kalabalıklara değil, fert fert
anlatırdım ilgilenirdim, anlamında bir hadisi var mıdır?........................................................... 37
Kur'an yakanlara, Kur'an ve Sünnet çizgisinde nasıl tepki verebiliriz?...................................38
Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) deyip
Kur’an’ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir denildiğine göre (Enbiya, 21/105), Tevrat da
korunmuş olmalı değil mi?............................................................................................................ 39
2
Ölüm anında şeytanın görüneceği söyleniyor. Savaş meydanında
ölenler, kalp krizi geçirip ölenler kısaca herkes şeytanı görecek
mi?
İnsan ruhu, bedenle geçirdiği dünya hayatı süresince, her yıl eski bedenini terk ediyor, yeni
bir bedene giriyor. Fakat bu öyle sanat, hikmet, şefkat ve rahmet içinde oluyor ki, biz farkına
bile varmıyoruz. Söz gelişi, bizim her nefes alıp verişimiz bir bakıma buna hizmet ediyor.
Yemek yememizin, su içişimizin, terleyişimizin bir hikmeti de budur. Vücudumuzu
yenilemek ve tamir etmek. Vücudumuzdaki eşsiz tahribât ve tâmirât, bizim için sıradan
denebilecek bir takım davranışlarımızla gerçekleşiyor.
Ruhumuz her yıl belirli bir süreç içinde değiştirdiği bedenini, ölüm esnasında birden terk
ediyor. Ölüm bundan ibarettir. Yani ölüm, ruhun bedeni birden terk etmesi halidir. Rûhun
kafesinden çıkması ve artık serbest kalması halidir.
Sekerât, ruhun ölüm esnasında kendinden geçmesi halidir. Başka bir ifâdeyle, ruhun
bedenden ayrılma esnasında geçirdiği bir sarsıntı halidir. Fakat bu herkes için aynı ölçüde
sarsıntı verici değildir. Allah’tan güzel bir ölüm dilemeye devam etmemiz ve salih amel
işlememiz kaydıyla, inşallah bu sarsıcı hali en kolay şekilde geçirmeyi Rabbimizden
ummamıza hiçbir engel yoktur.
Peygamber Efendimiz’in (asm) konuyla ilgili şu uyarılarına dikkat edelim:
“Günahlarını azalt ki, ölüm sana kolay gelsin. Borcunu azalt ki, hür
yaşayasın.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/369)
“Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrünü uzatır, kötü ölümü önler. Allah
onunla övünme ve kibir duygusunu giderir.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1121)
“İyilik yapmak kötü ölümlerden korur.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1252)
“Yoksula yardım etmek kişiyi kötü ölümden korur.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1606)
“Mü’min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında onu tövbeyle
yamayandır. Bahtiyar, tövbesi üzere ölendir.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1610)
Sekerât esnasında şeytanın vesvese vermesi de ölüm sekerâtıyla gelen gizli bir tehlikedir ve
bu tehlikenin iman-ı tahkikiyi elde etmekle ancak kolaylıkla bertaraf edilebilecektir. Sekerat
anında şeytanın, vesvesesiyle ancak akla şüpheler vererek tereddüde düşürebileceğini
söyleyen Bediüzzaman, iman-ı tahkiki elde edildiğinde ise bu imanın aklın dışında kalp, ruh
ve sır gibi bir çok duygulara da işleyerek kökleştiğini ve neticede imanın tehlikeden
korunduğunu ifade ediyor. (bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 29)
Peygamber Efendimiz (asm) bu sekerât anında da Allah’a sığınarak, bize Allah’a sığınma
yolunu göstermiştir:
“Allah’ım! Ölüm anında şeytanın sırtımı yere getirmesinden Sana
sığınıyorum.” (Nesâî, İstiâze, 56)
Buna göre, şeytan sekerat vaktinde insanları yanlışa sevk etmek için gelip telkinlerde
bulunabilir. Bu telkin esnasında şeytanın görülmesi olabileceği gibi, görülmeden vesvese
şeklinde telkinde bulunması da söz konusu olabilir. Bu gibi telkinler çok kısa bir anda
3
gerçekleşmesi mümkün olduğuna göre, ölümden bir-iki saniye önce de gerçekleşmesi ihtimali
vardır.
Ayrıca, hadislerin bu hükmü, genel olarak insanların büyük çoğunluğuna göre verilmiş bir
yargı da olabilir. Çünkü, hükümlerin önemli bir kısmı hükme konu olanların büyük
çoğunluğuna göredir. Her kuralın istisnaları olduğu gibi, bu hükmün de istisnalarının olması,
bu hükmün yanlışlığını göstermez.
Şeytan bir hırsızdır, insan kalbinde en değerli cevher olan imanı çalmaya çalışır. Günümüzde,
imanî konularda hemen her tarafta görülebilen şüpheler, şeytanın bu konuda nasıl hummalı
bir şekilde çalıştığını ispat eder.
“Din afyondur.” şeklindeki bir vesvese, kominizmi esas alan bir devletin yetmiş yıl boyunca
temel prensiplerinden biri idi. Bu sistemde “kutsala” savaş ilan edilmişti. Şimdilerde ise din,
dünya çapında daha saygın bir konumdadır. Ama şeytanın bu konuda vesveseleri bitmiş de
değildir.
Şeytan, insanın imanını çalma hususunda ısrarcıdır. Ve ısrarını son ana kadar devam ettirir.
Futbolda son anda bile sürprizler olabilmesi misali, takva sahibi kimselerin bile imanını elde
etmeye hırs gösterir, sekerat halinde verdiği vesveselerle o kimseyi inkârcı biri olarak bu
dünyadan göndermeye çalışır.
Teorik olarak şeytan son anda imanı çalma ihtimali varsa da, gerçekten imanı kuvvetli olan
kimseler ömür boyu son ana da hazırlandıklarından, böylelerin imanı ilahi koruma altındadır,
şeytanlar ordusu da gelse bir şey yapamazlar. Çünkü onların imanı sadece akılda değil, kalbin
en derin köşelerindedir ve şeytanlar o derinliğe nüfuz edemezler.
4
Hz. Osman (ra)'ın eşi Hz. Naile Müslüman mıdır?
Naile bint el-Ferâfisa b. Ahvas el-Kelbiyye (ö. 35/656'dan sonra), Hz. Osman (ra)'ın şehid
edildiği sırada yanında bulunan eşidir.
Benî Kelb'den Hristiyan bir babanın kızı olup Hz. Osman (ra) ile halifeliğinin beşinci yılında
(28/648-49), Küfe Valisi Saîd b. Âs'ın veya Kelb kabilesine zekât toplamak için gönderilen
Velîd b. Ukbe'nin aracılığıyla evlendi. Medine'ye daha önce İslâm'a giren kardeşi Dabb
tarafından götürüldü ve Hz. Osman (ra)'la evlenmesinin ardından Müslümanlığı kabul etti.
Nikâh sırasında Hz. Osman (ra) kendisine 10.000 dirhem mehirle hizmetçi olarak Kirman
esirlerinden bir karı koca verdi.
Onun Hz. Osman (ra)'ın öldürülmesi üzerine yaptığı konuşmalardan ve Muâviye'ye yazdığı
mektuptan, evlendikten sonra Medine'de iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Kaynaklar
ayrıca Nâile'nin şairliğine, zeki ve olgun bir şahsiyete sahip olduğuna işaret eder ve söylediği
şiirleri nakleder.
Hz. Osman (ra)'ın en sıkıntılı zamanda onunla beraber olan Naile, eşinin içine düştüğü siyasî
krizden kurtulması için büyük çabalar harcadı. Kuşatma sırasında Hz. Osman (ra), Hz. Ali
(ra)'in önerileri doğrultusunda mescidde Medineliler'e ve muhaliflere karşı bir özür dileme
konuşması yaptı. Konuşmasının sonunda hatalarından pişman olduğunu söyleyerek icraatıyla
ilgili eleştirilerin kendisine iletilmesini istedi. Böylece lehine bir hava oluştuysa da halife
evine döndüğünde orada bu konuşmayı dinlememiş olan Ümeyyeoğulları'nın ileri gelenleriyle
karşılaştı. Bu sırada konuşmayı önemli siyasî bir hata olarak gören Mervân b. Hakem ile
konuşmayı yerinde bulan Naile arasında sert bir tartışma geçti. Olaylar yeniden alevlenince,
eşine Mervân'ı yanından uzaklaştırıp Hz. Ali (ra)'yi yardıma çağırmasını tavsiye eden Naile,
âsiler içeri girdiklerinde ise kendisine saygı gösterip dışarı çıkacakları umuduyla başını açarak
saçlarını dağıttı; umduğu gerçekleşmeyince de kendini Hz. Osman (ra)'ın önüne attı ve eliyle
durdurmaya çalıştığı kılıç darbeleri altında iki parmağını kaybetti. O gece de Hz. Osman
(ra)'ın naaşını onun bir iki dostuyla birlikte gizlice Baki Mezarlığı'na defnetti.
Ebü'l-Ferec el-İsfahânî, Nâile'nin Muâviye'ye gönderdiği, Hz. Osman (ra)'ın öldürülmesi
olayını açıklayan bir mektubun metnini verir (el-Eğânî, XV, 325-326). Onun bu mektubu
Muâviye'nin isteği üzerine mi yoksa kendiliğinden mi yazdığı hususu açık değildir; ancak
Muâviye'nin hem Hz. Osman (ra)'ın kuşatılması olayından önce, hem de bu cinayetin
işlenmesinden sonra takip ettiği siyaset dikkate alındığında yazılmasını onun istediği
söylenebilir. Çünkü Muâviye, mektupla beraber gönderilen Hz. Osman (ra)'ın kanlı gömleğini
ve Nâile'nin parmaklarını Dımaşk Camii'nde teşhir ederek Suriyeliler'i kendi siyasetinin
doğruluğuna inandırıp desteklerinin sürmesini sağlamıştır.
Hz. Osman (ra)'ın şehid edilmesinin ardından Nâile'nin Suriye bölgesinde yaşayan Kelb
kabilesine döndüğü anlaşılmaktadır. Bundan sonra kendisine yapılan evlilik tekliflerini geri
çevirdi ve bu hususta aşırı ısrarcı davranan Muâviye'ye de ön dişlerinden ikisini söküp
göndererek cevap verdi. Hayatının geri kalan kısmını kabilesi arasında sakin bir hayat sürerek
geçirdi. Hz. Osman (ra) ile yedi yıl evli kalan Nâile'nin Ümmü Hâlid, Ervâ ve Ümmü Ebân
adlarında üç kızı olmuştur. İbn Sa'd ise Meryem adında bir tek kızından bahseder (et-Tabakât,
III, 54). Ancak kaynaklarda yer alan, Hz. Osman (ra)'ın Medine'nin üç mil kuzeyindeki
Cürf'te bulunan topraklarının sulanması için açtırdığı Halîcü Benâti Osman denilen kanalın
Nâile'den olan kızlarına nisbetle isimlendirildiği yolundaki bilgiler, kızlarının sayısının birden
fazla olduğunu göstermektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 54, 58, 74, 78-79; V, 13; VIII, 483; Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyrî,
Kitâbü Nesebi Kureyş (nşr. E. Levi-Provençal), Kahire 1982, s. 105, 112; İbn Habîb, el5
Muhabber, s. 396; Belâzurî, Ensâb, IV/1, s. 484, 496-497, 554, 571, 591-593, 601; V, 12;
a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 18; Taberî, Tarih (Ebü'1-Fazl), IV, 360-363, 413; ibn Abdürabbih,
el-'lkdü'l-ferîd (nşr. Müfîd M. Kumeyha - Abülmecîd et-Terhînî), Beyrut 1404/1983, III, 199,
323; V, 48, 50; VII, 98; Ebü'l-Ferec el-lsfahânî. el-Eğânî, XV, 322-326; ibn Asâkir, Târihu
Dimaşk (Amrî), LXX, 135-141; Ahmed Muhammed el-Havfî, el-Mer’e fl'ş-şi'ri'l-Câhili,
Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), s. 142; Ahmed Halîl Cüm'a, Nisâ'ün min 'aşri't-tâbi'în,
Dımaşk 1412/1992, s. 53-66; Abdülkâdir Feyyaz Harfûş, Faşîhatü'l-Arab ve beltiâtühüm fi'lCâ-hiliyye ve'l-lslâm (en-Neşr), Dimaşk 1415/1994, s. 224-230.
(bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Naile bint. Ferafisa mad., c. 32, s. 314-315, Hazırlayan:
RIZA SAVAŞ)
6
Hz. Eyyub Peygamber'in (a.s.) kabri nerededir?
Hz. Eyyûb’a (a.s.) kavminden 7 kişinin iman ettiği, 140 veya 93 yaşında vefat ettiği rivayet
edilmektedir. (bk. Ö. N. Bilmen, Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, IV, 2174.)
Buhari Şarihi Aynî’ye göre, Hz. Eyyûb’un kabri Şam’da Besne’dedir. (Tecrid, IX, 143.)
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. Eyyub (a.s.) ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?
7
Bir kadının, yolculukta, toplantıda, park ve bahçelerde kendine
nikah düşen bir erkeğin yanında oturması haram mıdır?
Bir kadının, erkeğin oturduğu koltuğun yanındaki boş koltuğa oturması haram olmadığı gibi,
erkeğin de kadının oturduğu koltuğun yanındaki boş koltuğa oturması haram değildir.
Ancak, "Yabancı bir erkeğin yanında oturmayacağım, çünkü yolculukta belki uyurum da
yanımdaki yolcuya yaslanarak uyumuş olurum, halbuki yabancı bir erkeğe yaslanarak
uyumak haramdır." diyerek, yolculuk arkadaşının kadın olmasını talep etmeye her kadının
hakkı vardır.
Aynı şekilde erkekler de erkek yolcu yanında oturmayı ve uyumayı talep edebilirler.
Bir kadın ne kadar tesettürlü olursa olsun, yanlarında üçüncü bir şahıs yoksa, nikah düşen bir
erkekle bir arada baş başa bulunmaları caiz olmaz. Başkaları varsa ve bir ihtiyaç ve zaruret
söz konusu ise, aynı mekânda oturur, ihtiyacını gördükten sonra da oradan ayrılır.
Bu daha çok toplu taşıma araçları, toplantı ve resmi yerler gibi kalabalık ortamlarda söz
konusu olabiliyor. Burada da zaten zaruret olmasa, bir iş, alışveriş, hastalık ve yolculuk gibi
bir konu bulunmasa ne orada hazır olur ve ne de oturur.
Hepimizin bildiği bir nokta da şudur: Tesettürlü olan bir hanım tesettürünü sadece giyinmekle
değil, aynı zamanda kendi konumunu da muhafaza ederek tesettürün gereklerini yerine
getirmiş olur.
İzzetini, vakarını, iffetini, haya ve ağırbaşlılığını her vesile ile hissettirmeli ki, gerçek mânâda
tesettür içinde bulunmuş olsun. Çünkü, “Haya güzeldir, ancak hanımlarda daha güzeldir.”
gerçeği, tesettürün haya ile süslenmesini hatırlatmaktadır.
Park ve bahçelerde karşı cinslerin yan yana oturması ise bir zaruret olmadığı için doğru
değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir?
8
“Denizin suyu temiz, içindekiler helaldir.” hadisini nasıl
anlamalıyız? Helale haram demek küfür iken, nasıl oluyor da
mezhepler arasında deniz mahsulleriyle ilgili helal haram gibi
kutuplaşmalar olabiliyor?
Bir mezhepte helal kabul edildiği halde, diğer bir mezhepte haram sayılan pek çok şey vardır.
Mesela, Şafii mezhebinde veli olmadan nikah kıyılamaz, yani bu fiil haramdır, Halbuki
Hanefî mezhebinde bu caizidir.
Mesela, Hanefî mezhebinde Vitir namazını kılmamak günahtır, Şafii’de ise -sünnet olduğu
için- bazen kılmamak mekruh bile değildir.
Mesela, eli kadına değen bir Şafii’nin o abdestle namaz kılması haramdır, caiz değildir.
Hanefî mezhebinde ise -kerahetsiz- caizdir.
Asıl konuya gelecek olursak, Hanefî mezhebine göre, balık dışındaki bütün deniz / su
ürünlerinin yenilmesi haramdır. Delilleri:
“Kendiliğinden ölen hayvanlar size haram kılındı.”(Maide, 5/3),
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıfları yazılı o ümmî Peygambere
tâbi olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri
yasaklar, kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram
kılar.”(Araf, 7/157)
mealindeki ayetlerdir. Onlara göre, balık dışındaki diğer deniz hayvanları tiksinti duyulan,
murdar şeylerdir. Onların ölüsü yenmez.
Hanefilerin dışındaki üç mezhebe / alimlerin cumhuruna göre deniz / su ürünlerinin hepsi
helaldir. Delilleri ise şunlardır:
“Deniz avı ve deniz yiyeceği size helâl kılındı.”(Maide, 5/97),
“Denizin suyu temizdir ve temizleyicidir, ölüsü de helaldir.”(Neylu’l-Evtar,
8/149),
“Allah Adem oğulları için denizdeki ürünleri boğazladı (yani boğazlamaya
gerek olmadan yenmeleri helaldir).”(Neylu’l-Evtar, 8/150).
Cumhur için, daha başka sahih hadisler de vardır.(bk. V. Zhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/678680).
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:
“Haram da bellidir, helal da bellidir. Ancak bu ikisi arasında çok işler /
şeyler var ki insanların çoğu onları bilmez.”(Buharî, İman, 39).
Bu hadisten açıkça anlaşılıyor ki, haram ve helal olan şeyler her zaman açık değiller. İçtihat
konusu olan haram ve helaller bu bilinmeyenlerdir. Helalı haram veya haramı helal yapmanın
küfür olduğunu ifade eden hadislerin hedefinde olanlar ise, ayet ve hadislerde çok açık bir
surette haram veya helal olarak belirlenen şeylerdir. Namazın farz olmasını inkar etmek gibi.
9
Hatta farklı ayetlerde, farklı hadislerde farklı hükümler söz konusu ise, bu da konunun içtihat
sahasına taşınmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu sebeple, farklı mezheplerin farklı içtihatları, haram-helalle ilgili farklı hükümleri kesin
olmadığı için, herhangi bir dinî risk taşıması şöyle dursun, bu müçtehitler gayretlerinden
dolayı ibadet sevabı alırlar.
Zaten mezhepler arasındaki farklılklar, daha çok zarurî olmayan, içtihada dayalı teorik
konular için söz konusudur. Bu da genellikle, ayet ve hadislerin farklı algılanmasından
kaynaklanmaktadır. Ehl-i sünnet, Kur’an ve hadisleri dayanak göstererek yanlışa düşen bir
kısım batıl görüş sahiplerine kafir demeyi uygun görmemişler. Çünkü, ne de olsa ehl-i
kıbledir, demişler ve hadiste ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi ön gören talimatı.(bk. Buharî, salat,
28) esas almışlardır.
Bu ayrılıklar, çeşitli sebeblerden ileri gelir. Kur`an`da hüküm ifade eden âyetleri (ki bunlara,
nass denir) anlayış, herkes için başka başka olabilir. Zira nassların, usûl-i fıkıhta beyan
edildiği üzere, pek çok kısımları vardır:
Hafî, mücmel, sarîh, kinâye, mecaz, hakikat, mutlak - mukayyed, hâs - âmm gibi. Bu
yüzden müctehidlerin aynı nassı anlayışları farklı farklı olmaktadır. Ayrıca, hadîslerin de
nevileri, çeşitleri vardır. Mütevâtir, meşhûr, haber-i vâhid, mürsel, muttasıl, münkatı`
gibi. Bu hadîsleri delîl olarak kullanma konusunda da müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bunun
neticesinde de farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Meselâ, Hanefîler hadîsler konusunda titiz
davranır. Haber-i vâhidi (Tek sahâbenin rivâyet ettiği hadîsi) delil olarak kabûl etmezler.
Şâfiîler ise, haber-i vâhidi kabûl eder ve onu Kıyâs`a tercih ederler. Hanefîler mürsel hadîsi
alır, Şâfiîler almazlar. İşte bu gibi delillerdeki ihtilâf ve kabûl edilen delilleri de farklı anlayış,
müctehidlerin aynı mes`elede farklı hükümler vermelerine sebeb olmuştur. Fetva verilen
beldenin örf ve âdetleri de, müctehidlerin yaptıkları ictihadlara te`sir etmiştir.
“Bir hâkim, verdiği hükümle ilgili yaptığı içtihadında isabet etse iki sevap,
hata etse bir sevap kazanır.” (İbn Mace, Ahkam,3)
mealindeki hadis, bu konuya ışık tutmaktadır.
İlave bilgi için tıklayınız:
İslamiyet’teki mezheplerin farklı oluşunun hikmeti nedir?
10
Biz bir bilgisayar programıyız. Allah adaletlidir, diye kimsenin bizi
kandırmadığını nasıl anlarız?
Her şeyden önce insan olarak biz bir bilgisayar programı gibi değiliz. Çünkü bilgisayarın
iradesi yoktur, yazılım esnasında ona böyle bir hak tanınmamaktadır. Zaten böyle bir şey
mümkün de değildir. Bu sebeple, bilgisayar, programcının elinde bir kukladan öteye geçemez.
Şayet programcı yanlış bir komut öğrettiyse o bunu öyle algılar. Nitekim, bazı kelimelerin
yazılımını -yanlış olarak bellediği için- yanlışa doğru, doğruya yanlış diyebiliyor.
Oysa, insanın kader yazılımında yer alan unsurların başında “özgür irade” gelmektedir. Kişi
bu özgür iradesi sayesinde istediğini seçmekte hürdür. Yazılımında olduğu için insan istese de
özgür olmaktan kendini uzaklaştıramaz.
Bununla beraber, yazılımı yazan Allah’ın bir ismi “ADL”dir. Yani öyle adildir ki, adeta
adaletin / adlin kendisidir. Kâinatın her tarafında kendini belli eden dengeler, ölçüler, bu
adaletin varlığına şahitlik etmektedir. Eskiden beri peygamberlere karşı isyan eden zalimleri
helak etmesi, hakkın, adaletin temsilci olan peygamberleri ve onlara tabi olanları himaye
etmesi, reddi kabil olmayan -tarihin referans verdiği- ilahî adaletin yansımalarıdır.
Ayrıca, Kur’an’a iman etmiş bir kimse için, bu ilahî adaletin varlığının en büyük şahidi
Kur’an’ın kendisidir.
Özetle, bilgisayarın beynine istediği şekilde komuta eden insan beyni ile, bilgisayar beynini
kıyaslamak eskilerin eskimez deyimiyle “kıyas maal-farıktır”, yani -bu iki unsur,
kıyaslamayı / karşılaştırmayı haklı çıkaracak şekilde- bir benzetme yönü, bir ortak paydası
olmayan türden olduğu için, aralarında konuyla ilgili bir benzetme yapmak mümkün değildir.
Kendisine -dışta varlığı olan- gerçek bir vücut elbisesi giydirilen, başına özgür iradeyle seçici
olmaya imkân veren bir şuur takılan insan ruhu ile, ruhsuz, cansız, ne yaptığını gerçekte fark
etmeyen, özgür irade nedir bilmeyen, bir yazılımın esiri olan kukla bir makineyi
karşılaştırmak, mantık açısından her türlü lojistik destekten yoksun, her yönden çatırdamaya,
dökülmeye müsait bir önerme yapılanmasıdır.
Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak, sadece verilen komutu yerine getiren
bir bilgisayar” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne
manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor
mu?
Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:
“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur.
Çünkü makinedir, bilgisayardır, bu fiilleri yapmak zorunda, ne yapsın, başka türlü
davranmak elinden gelmezdi ki.”
Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?
İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu.
Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını
isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her
insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak, programlanan bir
bilgisayar gibi olmadığını kabul eder.
İlave bilgi için tıklayınız:
11
Allah’ın küllî iradesi ile insanın cüzî iradesi nasıl bağdaştırılabilir? Allah’ın sonsuz ilmi
karşısında insan özgür olabilir mi?
Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan sorumlu olmadığını
iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir altında mı yapmaktadır; değilse hangi
fiillerinden sorumludur?
Allah bizi yaratırken ne yarattığını bilmiyor muydu? Allah sağ eliyle cennet ehlini sol
eliyle cehennem ehlini yarattı, şeklinde hadisler var. Bu durum insan iradesini yok
saymak anlamına gelmez mi?
Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa kaderinde olduğu
için çaresiz bir şekilde günahı işlemeye mecbur mu kalır?
İnsanın iradesini de Allah yarattığına göre Allah insanın günah işlemesine neden
müsade etmektedir?
12
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), sadece kendisine bildirileni
mi bilirdi? İlham veya vahiy gelmeden içtihat yapmış mıdır?
Sünnetin, Kur'ân-ı Kerim'den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden
Hz. Peygamber (asv)'e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin
vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir.
Onlar bu konuda Rasûlüllah (a.s.m)'a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek
olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar.
Dinî hükümlerle ilgili Peygamberimiz (asv)'in bize bildirdikleri, Allah tarafından kendisine
bildirilen gerçeklerdir. Bunlar, vahy-i sarih / vahy-i metluv olan Kur’an’da veya lafızı Hz.
Peygamber (asv)'den, manası Allah’tan olan kutsî hadislerde, yahut da hem lafzı ham manası
Peygamber (asv) tarafından aktarılan normal hadislerde söz konusudur. Bu hadislerin bir
kısmı ilhama, bir kısmı da Peygamber (asv)'in içtihadına dayanmaktadır. Ancak Peygamber
(asv)'in içtihadında bir hata olursa derhal Allah tarafından düzeltilir.
Hz. Peygamber (asv)'in vahiy gelmeden önce içtihat yaptığını gösteren bazı ayetler vardır:
Mesela, Bedir ganimetinin taksimi hakkında yaptığı işlem bir içtihattır.(bk.Enfal, 8/67-69).
Keza, görme özürlü olan Abdullah b. Ümmi Mektum’a karşı sergilediği davranış bir
içtihadıdır.(bk. Abese, 80/1-11).
Yine, hanımlarından bazılarının gönlünü almak için kendine bazı meşrubatı yasaklaması,
onun bir içtihadıdır.(bk. Tahrim,66/1). Bu içtihatların hepsi bir şekilde Allah tarafından
düzeltilmiş, daha güzel şekline işaret edilmiştir.
Peygamberimiz (asv)'in değiştirdiği içtihatlarından biri de Bedir savaşı sırasında vuku
bulmuştur. Bedir savaşı hazırlığı yapılırken Hz. Peygamber (asv) orduyu bir yere yerleştirmiş,
fakat daha sonra bir sahabinin öngörüsüne göre hareket ederek askerlerin yerlerini
değiştirmiştir. Peygamberimiz (asv), Bedir'e vardığında en yakın su kuyusunun -yani bulduğu
ilk su kuyusunun- başında konaklar. Bunun üzerine Habbab b. Münzir yanına varıp, "Ya
Resulullah burada konaklamanı emreden yüce Allah mıdır? Yani bunu değiştiremez miyiz?
Yoksa bir savaş taktiği ve hilesi olarak mı burayı seçtiniz?" der. Peygamberimiz (asv), "Bir
savaş taktiği ve hilesi olarak burayı seçtim." der. Bunun üzerine Habbab, "Ya Resulallah,
burası uygun bir yer değildir. Gidip Kureyş'e en yakın kuyunun başına konaklayalım diğer
kuyuları da kapatalım. Bir havuz açıp su dolduralım. Böylece bizim suyumuz olurken,
onlarınki olmaz." der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv) bu sahabinin ön görüsüne uyar ve
ordugâhın yerini değiştirir.(bk. Zeynî Dahlan, es-Sîretu’n-nebeviye, 1/196).
Serahsi, Resulullah’ın (a.s.v), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu bunların da
“ma yüşbihu’l-vahy / vahye benzediğini” ifade eder. O’nun hata üzere bırakılmaması,
devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy
mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve
bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber
(a.s.m)'in içtihadı mesabesinde değildir . (Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973,
II, 90-96)
Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (a.s.v)’ın bütün davranışlarının vahye
dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (a.s.v)’ın
13
davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse zaten son hali
esastır. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam
ettirilmesi mümkün değildir.
Şatıbi ise şöyle der:
Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (a.s.v) tarafından yapılmış bir
içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye
dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber (asv)’in içtihadında hata
yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir.
Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali
yoktur . (Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd)
Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler konuya bu açıdan
bakmışlardır. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya aynen devam
ettiriliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını
kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah
(asv)’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de
belirtelim.
Hz. Peygamber (asv)'e uymamızı emreden ayetlerden bazılarının mealleri şöyledir:
“Allah ve Resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, erkek-kadın hiçbir mümin
için kendi işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne karşı
gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 33/36)
mealindeki ayet, her konuda Resulullah (asv)’a uymayı emretmektedir.
“Sizin için Allah’ın Resûlünde -alınacak- güzel bir örnek vardır.”
(Ahzab,33/21)
mealindeki âyeti, Hz. Peygamber (asv)'in konuşan ve yaşayan bir Kur'an olarak her zaman
canlı bir örnek olduğuna, varlığının zorunluluğuna işaret etmektedir.
“Ey iman edenler! Allah ve Resulü size hayat verecek hakikatlere sizi dâvet
ettiğinde ona icabet edin...” (Enfal, 8/24),
“Peygamber size ne verirse onu alınız, o sizi neden men ederse onu terk
ediniz. Allah’a karşı gelmekten sakınınız. Muhakkak ki Allah’ın cezası pek
çetindir.”(Haşir, 59/7)
mealindeki ayetlerde Hz. Peygamber (asv)'e uymanın Allah’a uymak, ona karşı gelmenin
Allah’a karşı gelmek manasına geldiğine işaret edilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Sünnetin kaynağı hakkında detaylı bilgi verir misiniz?
Sünnet nedir?
14
Hudud / hududullah kelimesinin Kur'an'da geçtiği yerleri ve
anlamları hakkında detaylı bilgi verir misiniz?
Hudud, had kelimesinin çoğulu olarak, Kur'an ve sünnette belirlenmiş, kısas ve diyet
dışındaki cezaî müeyyideleri ifade eden bir fıkıh terimidir.
Had kelimesi (çoğulu hudûd) sözlükte masdar olarak "engel olmak, iki şeyin arasını
ayırmak"; isim olarak "iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar
kısmı, sınır, tanım" gibi anlamlara gelir. Fıkıhta ise, Allah hakkı olarak yerine getirilmesi
gereken, miktar ve keyfiyeti nasla belirlenmiş cezaî müeyyideleri ifade eder. Kelimenin fıkıh
ilminde kazandığı terim anlamı, kısmen "hudûdullah" tabirinin Kur'an'da geniş bir muhteva
ile kullanılmış olmasının, büyük ölçüde de had kelimesinin hadislerde oldukça belirginleşen
ıstılahî kullanımının sonucudur.
Kur'ân-ı Kerim'de hudûd kelimesi on dört yerde geçer; bunların on üçünde Allah'a, birinde ise
(Tevbe 9/97) Allah'ın Resulü (asv)'e indirdiği vahye izafe edilir (M. F Abdülbâkî, et-Mu'cem,
"hdd" md.).
Bu âyetlerde hudûdullah tabiri, öncesinde birtakım hükümler ve mükellefiyetler
belirtildikten sonra onlara atıfla zikredildiğinden, âyetlerin ifade akışına bağlı olarak
"Allah'ın koyduğu hükümler, yasaklar, ölçüler, sınırlar" gibi anlamlar taşır. Âyetlerin bir
kısmında, Allah'ın koyduğu bu hükümlerin yerine getirilmesi ve iyi muhafaza edilmesi
(Bakara 2/229; Tevbe 9/112), bir kısmında da Allah'ın belirlediği ölçü ve sınırların
çiğnenmemesi, onlardan ileriye geçilmemesi (Bakara 2/229; Nisâ 4/14; Talâk 65/1) istenir.
Kur'an'daki hudûdullah tabirlerine, kelimenin sonradan fıkıhta kazandığı, "Allah tarafından
belirlenmiş sabit cezaî müeyyide" anlamını çağrıştıran hukukî bir mânanın ağırlıklı olduğu
anlaşılır. Bu âyetlerin önemli bir kısmında hudûdullah tabiriyle âyet içinde zikredilen, hukukî
müeyyideye de konu olabilecek dinî-ahlâkî hükümlerin kastedildiğini de gözden uzak
tutmamak gerekir. Nitekim oruçlu için yasak olmayan ve yasak olan fiillere (Bakara 2/187),
mirasçıların miras paylarını belirleyen hükümlere (Nisâ 4/12-14) zıhâr yemininde bulunan
kimse için gerekli görülen üç kademeli kefaret hükümlerine (Mücâdele 58/2-4), evlilik
birliğinin sona ermesinin ardından kadınlar için öngörülen iddet yükümlülüğüne ve süknâ
hakkına (Talâk 65/11) hudûdullah denilmesi ve bunlara riayet edilmesinin istenmesi, had
kelimesinin fıkıhtaki terim anlamına da belli ölçüde zemin teşkil etmiştir.
Hadislerde had kelimesinin, sözlük anlamını ve örfteki çeşitli kullanımlarını, ayrıca
Kur'an'daki geniş muhtevasını yansıtan bir çeşitlilik ve zenginlikte yer aldığı çok defa da bu
tabirle Kur'an'da belirlenen veya Hz. Peygamber (asv)'in takdir ve uygulamasıyla sabit olan
cezaî müeyyidelerin yahut bu müeyyideleri gerektiren suçların ifade edildiği görülür. (bk.
Muvatta, Hudûd 10; Müsned, IV, 226; Buhârî, Şüfa, 1; Müslim, Hudûd, 8-9; Ebû Dâvûd,
Hudûd, 38; bk Wensinck, el-Mu'cem, "hdd" md.)
Her ne kadar bu son anlamın, Kur'an'daki hudûdullah tabirinin muhtevasından fazla
bağımsız olmadığı söylenebilirse de hadis mecmualarında "Kitâbü'l-Hudûd" başlığı altında
yer alan hadislerde geçen had kelimesiyle genelde belirli cezaî müeyyidelerin veya bunlara
yol açan suçların kastedilmiş olması, haddin fıkıh literatüründe kazandığı terim anlamını
hazırlayıcı bir rol üstlenmiştir.
Not: Detaylı bilgi için, Prof. Dr. Vecdi Akyüz’ün “Kur`an-ı Kerim`de Hududullah
Kavramı” isimli şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz:
15
Kur'an-ı Kerim'de, ahkâm âyetleriyle ilgili olarak Allah'a izafeyle yer alan başlıca kavramlar;
şeâirullah, dînullah, âyâtullah, hudûdullah, hükmüllah, kitâbullah, sebîlullah, emrullah gibi
kavramlardır. Bu kavramlar, bir şekilde insanların tutum ve davranışlarıyla ilgilidirler. Ayrıca
bu kavramlar, birbirleriyle de anlamlı bir biçimde ilgili görünmektedirler. Bu yazımızda, söz
konusu kavramlardan "Allah'ın çizdiği sınırlar; Allah'ın belirlediği kurallar; Allah'ın sınırları;
Allah'ın yasaları" anlamına gelen "hudûdullah" kavramını, Hz. Peygamber'in (s.a.)
sünnetindekilerle de destekleyerek, ele almayı deneyeceğiz.
Had, iki şey arasında birbirine karışmasını önleyen engel demektir. Belirginleştirmek,
başkalarından ayırt edici nitelik ve engellemek gibi anlamları vardır. Kur'an-ı Kerim'deki
hudûdullah ifadesi, Allah'ın ahkâmı / belirlediği hükümler ve kurallar anlamında
kullanılmaktadır. (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, yay. Safvân Ahmed Dâvûdî, Dımaşk-Beyrut
1997, s.221)
Hudûdullah birleşiği ve buna yakın ifadeler, Kur'an-ı Kerim'de onbiri hudûdullah olarak, biri
hudûdehu, biri hudûde mâ enzelallah, üç yerde de yakın anlam ifade eden 'verâe zâlike' olmak
üzere toplam onaltı yerde geçer. Bu âyetleri incelediğimizde, hudûdullah ifadesinin iki ana
kullanımı olduğunu görebiliriz:
1) Genel kapsamlı kullanım,
2) Günlük hayattaki özellikle hukuk olaylarıyla ilgili kullanım.
Genel Kapsamlı Kullanım
Yüce Allah, mü'minlerin başlıca özelliklerini sayarken, bunlardan biri olarak "Allah'ın
sınırlarını / yasalarını korumayı." da belirtmektedir:
"Allah'a tövbe eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen
(cihad ve hicret eden, rızasını arayıp duran), rükû yapan, secde eden, iyiliği
emreden, kötülükten alıkoyan ve Allah'ın sınırlarını koruyan mü'minleri
müjdele." (Tevbe, 9/112)
Bu âyetin belirttiğine göre, hudûdullahı korumak, mü'minlerin bir özelliğidir. Öyleyse
mü'minlerin başlıca özellikleri, Allah'a iman ve bunun gereği olarak ona kulluk ederek, imanamel bütünlüğü içinde davranışta bulunmaktır. İman sahibi olan, âyette belirtilen diğer
düzgün davranış özelliklerini de günlük hayatında uygular. (hudûdullahı gözetmek =
mü'minlerin özelliği)
İman noktasındaki zaaf, Allah'ın sınırları konusunda da kendini gösterir:
"Bedevîlerin küfür ve nifakları her yönden, daha ileridir. Allah'ın,
peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemekte de onlar ileridir. Allah
bilendir ve hakîmdir." (Tevbe, 9/97)
(hudûdullahı bilmemek = iman zaafı, ya da iman zaafı> hudûdullahı bilmemek) Bu
âyetlerin bulunduğu öbek, münafıkların iman zaafı, servet ve dünyalık hırsları, ikiyüzlü
gündelik davranışları, en önemlisi de savaş gibi zor şartlardan binbir gerekçeyle ve yaldızlı
sözlerle sıyrılmaya çalışmaları, bu arada bedevîlerden de benzer tutum takınanlar olduğu
konularının dile getirildiği bir öbektir. (bk. Tevbe, 9/69-96, 98-111)
16
Hukuk Olaylarıyla İlgili Kullanım
Hudûdullah kavramının Kur'an-ı Kerim'deki ikinci kullanım alanı, günlük hayatımızdaki
hukuk olaylarıdır. Bu hukuk olayları konusunda, hudûdullah kavramının geçtiği âyetlerin
özellikle aile hukukuna ve miras hukukuna ilişkin olması dikkat çekmektedir. Bunları, söz
konusu bu özelliklerine göre ele alabiliriz:
1) Evlilik Hukuku: Hudûdullah kavramının en yoğun biçimde yer aldığı başlıca âyetlerin,
evlilik ve özellikle boşanma hukukuna ilişkin açıklamaların yer aldığı âyetler olması çok
dikkat çekmektedir.
a) Eş Dışındakine Gitme Yasağı: Mü'minlerin temel özellikleri sayılırken, evlilik
hayatıyla ilgili özelliklerinin neler olduğunu da belirten âyetteki, "verâe zâlike" ifadesi,
hudûdullah tabiriyle eş bir kullanıma sahiptir:
"Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar.
Doğrusu bunlar, yerilemezler. Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı
gidenlerdir." (Mü'minun, 23/7).
Aynı hüküm için ayrıca bk. Meâric, 70/29-31. "verâe zâlike" ifadesinin benzer kullanımı için
bk. Nisa, 4/24) (hudûdullahı aşmak = aşırı gitmek)
b) Oruç, İtikâf ve Cinsel İlişki: Evlilik hayatında cinsel ilişkinin Ramazan gecelerinde de
imsak ve iftar vakitleri dikkate alınarak olması gerektiği, Yüce Allah tarafından, hudûdullah
tabiri kullanılarak belirtilmektedir:
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helal
kılındı, onlar sizin örtünüz (giysiniz:tamamlayıcınız), siz de onların
örtülerisiniz. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple
tövbenizi kabul edip sizi affetti; artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin
için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt
edilinceye kadar, yiyin için; sonra orucu geceye kadar tamamlayın.
Camilerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın
sınırlarıdır, onlara yaklaşmayın. Allah insanlara âyetlerini sakınsınlar /
sorumluluklarını bilsinler diye, işte böylece apaçık bildirir." (Bakara, 2/187)
Ayrıca bu âyette, hudûdullah tabiri ile âyâtullah (Allah'ın âyetleri) tabiri, birbirinin
eşanlamlısı (hudûdullah = âyâtullah) olarak yer almaktadır. (hudûdullaha
yaklaşmamak>sorumluluğunu bilmek/takva)
2) Boşanma Hukuku: Hudûdullah tabirinin en yoğun kullanıldığı âyetler kümesi,
boşanmanın usûlünün ve genel hükümlerinin yer almış olduğu âyetlerdir.
a) Boşanma Usûlü / Boşanmanın Genel Hükümleri: Boşanma usûlü ve boşanmanın
sonuçları, boşanmadan sonra yeniden evlenebilme durumları, sık sık hudûdullah ifadesi
kullanılarak belirtilmiştir:
"Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutma, ya da iyilik yaparak bırakmadır.
Karı ve koca Allah'ın sınırlarını / yasalarını koruyamamaktan korkmadıkça
kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal değildir. Eğer Allah'ın
sınırlarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye
17
vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırları / yasalarıdır,
onları bozmayın / aşmayın. Allah'ın yasalarını bozanlar, ancak zalimlerdir.
Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha
kendisine helal olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın yasalarını
koruyacaklarını / evlilik hukukunu gözeteceklerini sanırlarsa, eski karı ile
kocanın birbirlerine dönmelerine bir engel yoktur. Bunlar, bilen kimseler
için Allah'ın açıkladığı sınırlar / yasalardır." (Bakara, 2/229-230)
Bu âyetler öbeğinde, hudûdullah tabiri tam tamına altı defa yer alarak, evliliği sürdürürken de,
bitirirken sınırların sık sık aşılarak çiğnenme durumu ortaya çıkabileceğini önemle hatırlatılır.
(hudûdullahı korumak = evlilik ve boşanma kurallarına uymak)
Hz. Peygamber (s.a.v) de bu âyetin bir açıklaması olarak, karısına "seni boşadım; sana
döndüm; seni boşadım" diyerek önce boşayıp sonra dönen kimseleri "Allah'ın sınrlarıyla
oynayanlar" olarak nitelemektedir. (İbn Mâce, talâk, 1)
b) İddeti Gözetmek: Boşanma sonrasında iddet beklemek, nesep karışıklığını önlemek
için zorunludur. İddet hükümleri de, hudûdullah tabiriyle belirtilerek taşıdığı önem
vurgulanır:
"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek
boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan sakının. Boşanmış kadınları,
-apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana- evlerinden çıkarmayın, onlar
da çıkmasınlar. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Allah'ın sınırlarını kim aşarsa,
şüphesiz, kendine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki, Allah bunun ardından
(gönlünüzde sevgi gibi) bir hal meydana getirir." (Talâk, 65/1)
Boşanma sonucunda hukuksuzlukların ve sınırı aşmaların olacağı, iddet hükümleri
belirtilirken de yeniden hatırlatılmaktadır.
c) Dolayısıyla Boşanma Olan Zıharın Sonucu: Zıhar, Cahiliye Arap kültüründe,
kocanın karısını anasına benzeterek kendine haram saymasıyla ortaya çıkan bir boşanma
çeşididir. Zıharın kötü bir fiil olduğu, bu kötülükten kurtulup karısının tekrar kendisine helal
olması için zıhar kefareti ödenmesi gerektiği belirtildikten sonra, şu hükümler yer alır:
"(..) Bu kolaylık, Allah'a ve peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür. Bunlar,
Allah'ın koyduğu sınırlardır. İnkâr edenler (bu sınırlara uymayanlar) için, can yakıcı
bir azap vardır." (Mücadele, 58/4)
3) Miras Paylarının Düzeni: Miras paylarının miktarı ve dağıtım düzeni belirtildikten sonra,
bunların Allah'ın sınırları / yasaları olduğu, sınırları gözetenler ile aşanların karşılaşacakları
sonuç hatırlatılmaktadır:
"Bunlar, Allah'ın sınırları / yasalarıdır. Allah'a ve Peygamberine kim itaat
ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada
temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine
başkaldırır ve sınırlarını / yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme
sokar. Alçaltıcı azap onadır." (Nisa, 4/13-14)
Hudûdullahın, insanların aile ve toplum hayatlarında belki de en çok çiğnedikleri ve gerekli
hassasiyeti gestermekte zorlandıkları belli alanlar konusunda çok sık zikredilmesi, hiç
şüphesiz bu konuların önemini ve önceliğini göstermektedir.
18
Hudûdullah bu âyetlerde görüldüğü gibi, daha çok bazı özel olaylarla ilgili olarak geçmesine
rağmen, mü'minlerin hudûdullahı gözetici olduğu âyetiyle birlikte düşünüldüklerinde,
hudûdullahın genel kapsamlı bir kavram olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v), sınır çizgileri hassasiyetini haram-helal kavramları çerçevesinde ve "hükümdarın
korusu" eğretilemesiyle veciz biçimde belirtmektedir:
"Helal apaçık bellidir. Haram da, apaçık bellidir. Bu ikisi arasında, halktan
birçoğunun, helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır.
Dinini ve namusunu korumak için, bunları yapmayan esenliktedir.
Bunlardan bazısını yapan ise, haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim
korunun çevresinde hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesiyle
burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz, her hükümdarın bir korusu
vardır. Allah'ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir." (Buharî, iman, 39, büyu,
2; Müslim, müsakat, 107; Tirmizî, büyu, 1; İbn Mâce, fiten, 14)
Buna göre, sınırları belirlenmiş alanlar konusundaki hassasiyet kadar, sınırı geçme
tehlikesiyle karşı karşıya bırakan şüpheli şeylerden de kaçınmak, onların uzağında olmak
gerekir. Ancak bunu da yine sınır hassasiyeti mantığı içinde yapmak, evham ölçüsüne vardırıp
sınır ötesine geçmemek doğru ve uygun olur.
Allah'ın Sınırlarını Gözetmek ve Çiğnemek
Hudûdullah kavramının yer aldığı değişik konuları içeren âyetlerde, hudûdullahı bilmek ve
gözetmek ile hudûdullaha yaklaşmak ve aşmak noktasında ortaya çıkabilecek başlıca
özellikler ve sonuçlar da bütün açıklığıyla belirtilmiştir. Bu belirlemeleri, dört kavram
çerçevesinde, şöylece gösterebiliriz:
Hudûdullahı bilmemek = iman zaafı (Tevbe, 9/97).
Hudûdullahı gözetmek = mü'minlerin özelliği (Tevbe, 9/112)/ evliliği sürdürmede veya
bitirmede gerçekleştirilmesi çok zor (Bakara, 2/229-230)/Allah'a ve peygamberine
itaat>cennet/kurtuluş (Nisa, 4/13),
Hudûdullaha yaklaşmamak = sorumluluğunu bilmek /takva (Bakara,/187)
Hudûdullahı aşmak = aşırı gitmek (Mü'minun, 23/7; Mearic, 70/31)/kendine yazık
etmek=zulüm (Talâk, 65/1)/Allah'a ve peygamberine isyan>cehennem/alçaltıcı azap (Nisa,
14; Mücadele, 58/4).
Hz. Peygamber (s.a.v), Allah'ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları aşanları, "aynı geminin
yolcuları" eğretilemesiyle (gemi metaforu) anlatmıştır:
"Allah'ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları çiğneyenler, bir gemiyi
paylaşanlara benzer: Gemi konusunda kura çektiler. Kimisine geminin üstü,
kimisine de altı düştü. Geminin alt bölümünde bulunanlar, sudan almak
istedikleri zaman, yukarıdakilerin yanına uğruyorlardı. Alttakiler 'Biz
payımıza düşen ambarda bir delik açsak, kendimize de, onlara da zarar
vermemiş oluruz' dediler. Şayet bu üsttekiler alttakileri bu dilekleriyle
başbaşa bıraksalardı, hepsi yok olurdu. Fakat onların ellerini tutarlarsa, hem
kendileri kurtulur, hem de onlar kurtulur." (Buharî, şirket, 47/6, Türkçesi:
19
5/2308-9, alt kattakilerden birinin gemiyi baltayla delmesi ayrıntısıyla bk. Buharî,
şehâdât, 30, Türkçesi: 5/2481; Tirmizî, fiten, 34/12; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
4/268, 269, 270, 273)
Yine Hz. Peygamber (s.a.v), bir hadisinde, "Bir kimse perdeyi (âr perdesini) sıyırmadıkça,
hudûdullaha düşmez / Allah'ın sınırlarını çiğnemez." (Tirmizî, edeb, 44/76) buyurmuştur.
20
Hisse senedi aldığımız zaman, onu satmak için bir zaman aralığını
beklememiz gerekli midir? Hemen veya aynı gün içinde alım
satım yapmamın bir sakıncası var mıdır? Borsada oynamak
caiz olur mu?
Çeşitli ticaret ve sanayi kuruluşları tarafından çıkarılıp serbest piyasada ve menkul değerler
borsasında, günlük değeri üzerinden alınıp satılan hisse senetleri; üretim, ticaret veya hizmet
yapan ve alıcı tarafından bilinen bir şirkete ortaklığı ifade etmektedir.
Bu senetlere sahip olan kimseler, ellerindeki senedin temsil ettiği ölçüde ilgili şirketin kâr ve
zararına ortak olurlar.
Şirketin meşguliyet alanı, dinen yasaklanmış işler olmadıkça, bu tür şirketlerin çıkardığı
hisse senetlerinin ve sahiplerine belirli süreler sonunda dağıtılan kâr hissesinin
alınmasında dinen bir sakınca yoktur.
Ayrıca alınan hisseler istenildiği zaman serbestçe satılabilir, bu hususta bir zaman kısıtlaması
söz konusu değildir.
Ancak dikkat edilmesi gereken önemli bir konu ise şudur:
Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini eldeki
parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla
alıp satmak ki, borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada
borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor. Gerçek
değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor. Ekonomiye ve
üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan
borsada, soruda geçen ifadesiyle "oynamayı" her yönüyle makbul bir ticaret olarak
değerlendirmek çok zor. (bk. Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar,
s. 265, İst. 1999)
İlave bilgi için tıklayınız:
Borsa caiz midir?
21
"Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle
birlikte rüku et." (Al-i İmran 3/43) mealindeki ayet okunduğunda
neden tilavet secdesi yapılmıyor? Rüku edenlerle beraber rüku
et, ne demektir?
Önce şunu unutmayalım ki, secdelerin ayetleri ve secde yerleri vahiyle tespit edilmiştir.
Mezhepler arasındaki bazı içtihat farkları, söz konusu rivayetleri algılama biçiminden ve ilgili
hadis rivayetlerini farklı değerlendirmekten kaynaklanmaktadır.
Malikî mezhebine göre (Necm, İnşikak, Alak surelerindeki ayetleri secde ayetleri olarak
görmedikleri için onlara göre), secde ayetleri on bir tanedir. Diğer üç mezhep alimleri secde
ayetlerinin sayısını on dört olarak tespit etmede hemfikirdir. Ancak, Şafii mezhebine göre Sad
suresindeki 24. ayet secde ayeti değildir. Hanefi mezhebine göre ise secde ayetidir. Yine Hac
suresindeki 77. ayet Şafiilere göre secde ayetidir, Hanefilere göre ise secde ayeti değildir.(bk.
V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 2/117-121)..
Bu yönüyle, Kur’an’da sadece Al-i İmran suresinin 43. ayetinde değil, daha bir çok yerde
secde-ruku ile ilgili ifadeler olmasına rağmen, onlar secde ayeti olarak değerlendirilmemiştir.
Yukarıda arzedildiği üzere Hanefi alimlerine göre secde ayeti olarak kabul edilmeyen Hac
Suresinin 77. ayetinde de secde-rükudan söz edilmektedir. Bu bakış açısına göre, Hicr 98;
Hac 26, Furkan 64, Şuara 219; Fetih, 29. ayeti gibi bazı ayetlerin de secde ayeti olması
gerekiyordu, fakat değil..
Soruda geçen ayet ile bir önceki ayetin mealleri:
“Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve
seni âlemlerdeki kadınlara üstün eyledi. Ey Meryem! Rabbine ibadet et;
secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil." (Al-i İmran, 3/4243)
Peygamberler hakkında kullanılmış olan ''süzüp çıkarma, seçkin kılma" anlamına gelen
"ıstafâ" fiilinin, burada Hz. Meryem hakkında kullanılmış olmasından, onun özel ve önemli
bir görev için seçildiği ve bu sebeple ilâhî lütuflara mazhar kılındığı anlaşılmaktadır.
İlâhî hikmet gereği dinlerin gelişim süreci Hz. Muhammed (asv)'in peygamberliği ve Kur'ân-ı
Kerîm'in tebliği ile tamamlanmış olacaktır. (bk. Mâide 5/3) Bu son mesajın bildiriminden
önce insanlığın geçirdiği aşamalar içinde Hz. Meryem'e yüklenen misyonun bir benzerinin
bulunmadığı dikkate alınınca, bu âyette Hz. Meryem'in özelliklerine yapılan vurgular daha iyi
kazanabilmektedir.
İnsanlığın bir erkekle bir kadından yaratıldığını, insanların keyfî seçimlerinin değer ölçüsü
olamayacağını ve insanı değerli kılan yegâne ölçütün Allah'a kulluk iradesi ve onun
buyruklarına teslimiyet olduğunu bildirerek insanın insan önünde eşit sayılmasına çağrıda
bulunacak olan Kur'ân-ı Kerîm'in (bk. Hucurât 49/13) bu çağrısına hazırlık için, erkek ve
kadın cinsi arasında, toplumda kökleşmiş hale gelse de haklı gerekçelere dayanmayan
ayırımcılığın yanlışlığına dikkat çekmek üzere çok güçlü bir vurguya ihtiyaç vardı.
İşte bu âyette, Hz. Meryem'e verilen görevle, iki cins arasında yaratılış özelliklerinden
kaynaklanmayıp ancak güçlünün zayıfı sömürmesi şeklinde izah edilebilecek olan derin
ayırıma ve bunu besleyen telakkilere esaslı bir darbe indirilmiş oluyordu. Çünkü bir kadın
ilâhî iradenin bir tecellisi olarak, bir erkekten gebe kalmaksızın bir erkek çocuk dünyaya
22
getirecek ve bu erkek de yeni bir dinin tebliği ile görevlendirilecekti.
İşte Hz. Muhammed (asv)'in geleceğini bildirmekle de vazifelendirilecek olan bu peygamber
(Hz. İsâ), insanlığın -sadece sömürünün bir parçası olarak zahiren değer verdiği durumlar
haricinde- kadını dışlayan tavır ve uygulamalarına karşı ona "iâde-i i'tibar"ını sağlayacak
İslâm mesajının da müjdecisi olacaktı.
Âyet-i kerîmede geçen birinci "istafâ" fiili, Meryem'in -alışılmışın dışında- mâbed hizmetine
kabul edilmesi, rızkının ilâhî lütufla özel bir yoldan kendine ulaştırılması, kendisini tamamen
Allah'a ibadete veren bir kul kılınması ve meleklerle konuşma mertebesiyle onurlandırılması
gibi anlamlarla açıklanmaktadır. Hz. Meryem'in başka kadınlara üstün kılındığını özellikle
belirten ikinci ıstafâ fiili için de şu açıklamalar yapılmaktadır:
Babasız olarak Hz. İsâ (as)'ı dünyaya getirmiş olması, çocuğunun doğar doğmaz konuşup
çevreden gelen ithamları bertaraf eden açıklamalar yapması, kendisinin ve oğlunun bütün
idrak sahiplerinin ders alacağı bir delil, bir mucize kılınması.
"Seni tertemiz kıldı" cümlesi değişik şekillerde (farklı yaratılış özelliklerine sahip kılındığı
vb.) yorumlanmışsa da, hâkim görüş bu ifadenin amacının onun kötülüklerden arındırıldığını
ve özellikle Yahudîlerin iftiralarından uzak olduğunu belirgin biçimde ortaya koymak olduğu
yönündedir. (bk. Zemahşerî; Râzî, ilgili ayetlerin tefsiir)
43. Ayette Hz. Meryem'e yapılan hitabın tekrar edilmesi, onun canı gönülden kulluk etmek ve
bütün varlığını Allah yoluna adamak suretiyle ilâhî takdire mazhar olduğuna işaret eder. Yine
bu hitapla Hz. Meryem'den aynı içtenlikle ibadete devam etmesi istenmekte, böylece 45-46.
âyetlerde belirtilecek olan "annelik" müjdesine hazırlanmış olmaktadır. Zira, babasız bir
çocuk dünyaya getireceği haberi -Allah'ın seçkin bir kulu olma yönünden- bir "müjde" olarak
nitelenebilirse de, bunu çevresine izah etmenin ne büyük zorluklar taşıdığı dikkate alınınca,
böyle bir haberi teslimiyet ve sevinçle karşılayabilmek ancak yüce Allah'ın beğenisini
kazandığına inanmak ve O'na kul olabilmeyi her şeyin üstünde tutar hale gelmekle mümkün
olabilirdi.
Yahudilikteki ve Hristiyanlıktaki namazın şekli hakkında hâlihazırdaki uygulama ile tarihî
bilgiler ve Kitâb-ı Mukaddes'ten yapılan tespitler karşılaştırılarak, bu âyette geçen "secde" ve
"rükû" ile aynen İslâm'daki hareket şeklinin mi, o dinlere özgü farklı bir hareketin mi yoksa
bu kelimelerin "taat, şükür, huşu ve tezellül" (ilâhî kudret önünde nefsini hiç sayma) gibi
anlamlarının mı kastedildiği hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. (bk. Elmalılı, Hak Dini,
ilgili ayetlerin tefsiri)
"Rükû edenlerle, eğilenlerle birlikte" kaydı da değişik şekillerde açıklanmıştır:
a) Hz. Meryem'e erkeklerle birlikte ibadet mahallinde bulunma ve toplu ibadete katılma
müsaadesi verilerek ona İsrâiloğulları kadınlarından farklı bir hususiyet kazandırılmıştır.
b) Hz. Meryem mihraptan (kendine ayrılan bölümden) ayrılmazdı; bu hitapla mâbedde toplu
ibadete katılmaya teşvik edildi.
c) O sıralarda kıyamda durup secde etmekle beraber rükûya gidenler ve gitmeyenlerin
bulunması muhtemeldir. Hz. Meryem'den rükûya gidenlerle birlikte hareket etmesi istenmiş
olabilir.
23
d) Bu âyet Meryem sûresinin 17. âyetiyle birlikte değerlendirildiğinde, Hz. Meryem'in bir
örtü arkasında durarak toplu ibadete katılmasına müsaade edildiği, mutlak olarak,
yorumlandığında ise Hz. Meryem'in erkeklerle ancak cemaatle namaz halinde beraber
bulunduğu anlaşılır. Süyûtî, bu âyetten hareketle kadınlar hakkında cemaatle namazın mendup
olduğu (dinen teşvik edildiği) sonucuna ulaşmıştır. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetlerin
tefsir)
Kur'an'ın Sunduğu Örnek Kadın
Kur'ân'da Hz. Meryem'in ibâdetinden, hatta özel hayatının bazı bölümlerinden ve Hakk'a olan
kayıtsız teslimiyetinden söz edilirken, daha çok üç önemli hususa dikkatlerin çekilmesi
istenmiştir:
a) Hristiyan âleminin de üstün saygı beslediği Hz. Meryem, cidden bütün kadınlara örnek
olacak bir düzeydedir. Meryem'in yalnız pazar günleri değil, normal günlerde de kendine has
odasında, ya da mabedin yüksekçe bir yerinde ibâdet ettiği, namaz kıldığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca kendi başına ibâdet ettiği gibi cemaat halinde de ibâdete devam ettiği açıkça
belirtiliyor. Bu, kadının ibâdet konusunda da toplum arasındaki yerini belirlemekte ve onun
gıpta edilecek davranışlarından birini sergilemektedir. Böylece inanan kadınların günlük
ibâdetlerinde Allah'a yakın olmanın derin anlamı mevcuttur.
b) Meryem'in günün belli saatlerinde ibâdet etmesi ve cemaate katılması, Hristiyanlıkta
ibâdetin yalnız pazar gününde yapılmasının ciddi bir dayanağı olmadığını göstermektedir.
“Mihrab”ı sözlükteki manasıyla yorumlayacak olursak; Meryem'in ya Beytü'l-Makdis'in
yüksekçe bir yerinde, ya da Zekeriyya Peygambere (as) ait evin ibâdete ayrılmış üst
kısmındaki bölümde ibâdet ettiği tahmin edilmektedir.
c) Müslüman kadınlarına, kendini Allah'a adayan ve belli saatlerde ibâdetini tam bir huzur ve
saygı duygusu ile yerine getiren bir kadının Allah katındaki şerefli yeri, diğer kadınlardan
üstünlüğü hatırlatılıyor. Bunun aksine kendini dünya hayatının aldatıcı ve oyalayıcı havasına
verip gününü gün etmeye çalışan ve bu arada Allah'ı ve âhiret gününü unutan; bu anlayış ve
yaşayış içinde kendinin veya kocasının kazancının çoğunu kendi süsüne harcayan kadının ise,
ne kadar Hakk'tan gerilerde kaldığını, yetişmekte olan kuşağa olumlu hiçbir örnek davranış
sunmadığını anlayabiliriz.
İşte Kur'ân, inanan kadınlara Meryem'i örnek göstererek geniş rahmet kapısını açık tutmakta
ve insanların dindar, iffetli, faziletli, olgun kadınlara ne kadar çok muhtaç bulunduğunu en
veciz sözlerle işlemektedir. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili
ayetin tefsiri)
İlave bilgi için tıklayınız:
SECDE-İ TİLAVET
HZ. MERYEM
24
Gayri müslimlere karşı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla
putperestler veya ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız?
Cevap 1:
İslâmiyet, insanlık için bir saadet ve rahmet vesilesidir. Onun şefkat kanatları ve geniş
müsamahası kendisine tâbi olmayanları da kuşatmıştır. Diğer dinlerin mensupları kendi
dinlerinde görmedikleri rahat ve refahı İslâm'da bulmuşlar; bir İslam beldesinde hiçbir
sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Müslümanlar da bu
husustaki İlâhî emirlere tam olarak riayet etmişler ve en geniş mânâda tatbik
etmişlerdir.
Dinimiz, hiçbir zaman onları "gayri müslim" diye saf dışı bırakıp alakayı kesmemizi
emretmemiş, onlarla dünya işlerinde anlaşmalar yapmayı, ortak hareket etmeyi meşru
saymıştır. Yahudi ve Hristiyanlarla yapılan bu gibi münasebetler, Kur'an-ı Kerim'in,
"Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin." hükmüne aykırı değildir. Ayette
yasaklanan dostluk, bir inanç olarak Yahudiliği ve Hristiyanlığı benimsemek, o yanlış
inançlara dostluk göstermek manasınadır. Bir Ehl-i kitabın ilminden, sanatından
faydalanmak üzere kendisiyle dostluk kurmak bu yasağa girmez.
Bir Müslümanın diğer din mensuplarıyla veya hiçbir inanca sahip olmayan kimselerle
inanç bakımından olmasa da, bazı durumlarda müşterek hareket etmesi ve birtakım
medenî münasebetlerde bulunması mümkündür. Aynı topraklarda veya aynı dünyada
yaşayan insanların zaman zaman birbirleriyle bir kısım meselelerde fikir alış verişinde
bulunmaları tabiidir. Bu durum milletler arasında olduğu gibi, dar çerçevede fertler
arasında da görülmektedir.
Müslümanlarla, aynı memlekette, aynı şehirde yaşayan gayri müslimlere düşman
nazarıyla bakılmasına dinimiz müsaade etmemiştir. Dinimiz, Ehl-i kitabın kadınlarıyla
evlenmeyi, yemeklerini yemeyi, hastalandıkları zaman ziyaretlerine gidip hal ve
hatırlarını sormayı, komşuluk hukukuna riayet etmeyi bir vazife saymıştır.
“Zimmiye eziyet edenin ben hasmıyım.”
buyuran Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) Müslümanları, kendi ülkelerinde yaşayan ve
kendilerine zarar vermeyen gayri müslim vatandaşların haklarını korumayı, onlara sıkıntı
vermemeyi emir buyurmuşlardır. Ehl-i kitabın İslâm topraklarında dinlerini rahatça
yaşamalarına müsaade eden ve onlara tam bir ibadet ve inanç hürriyeti veren İslâmiyet, bu
müsamahayı çok geniş tutmuştur.
Gayri müslimlere karsı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla putperestler veya
ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız?
Cevap 2:
“Kelime-i şahadet getirmeyen herkes gayri müslimdir.” yargısı doğrudur. Ancak bunların
hepsi bir değildir. Kur’an’da da gayri müslimler farklı kategoride değerlendirilmiştir. Bunları
genel olarak üç-dört gruba ayırmak mümkündür; münafıklar, ateistler, müşrikler, Ehl-i
kitap olanlar. Bunların Allah’a ve peygambere karşı saygısızlıkları, İslam’a ve Müslümanlara
karşı zararları da farklılık arz eder.
25
İslam dinine en fazla zararları dokunanlar münafık olanlardır. Çünkü, bunlar görünürde
mümin oldukları için Müslümanlara karşı kötülükleri daha fazladır. Bakara suresinin ilk
kısmında kâfirler hakkında iki ayet tahsis edilirken, münafıklar hakkında on iki veya on üç
ayet tahsis edilmiştir. Bu da münafıkların zararlarının önemine işaret etmektedir.
“Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar.”(Nisa, 4/145)
mealindeki ayetten de bunu anlamak mümkündür.
Ateistler, Allah’ı tanımadıkları için din namına hiçbir değere inanmaları söz konusu değildir.
Bu sebeple, bunların durumu bu açıdan münafıklardan bile kötü olabilir. Çünkü, Allah’a
inanıp da Hz. Muhammed (asv)’e inanma noktasında iki yüzlülük eden Ehl-i kitaptan olan
münafıklar da vardır.
Müşriklerle Ehl-i kitaptan olan Yahudilerin aynı ayette yer verilmiş olması da manidardır.
“Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en
şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Müminlere sevgi
bakımından en çok yakınlık duyanların ise “Biz Nasârayız (Hristiyan’ız)”
diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin
ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir.”
(Maide, 5/82).
Bu ayette dikkat çekici üç nokta vardır.
Birincisi; Ehl-i kitaptan olduğu halde, İslam dinine karşı duydukları kin, nefret ve
düşmanlıkta müşriklerle aynı kefeye konmalarıdır.
İkincisi: Müşriklerin düşmanlıklarının aşırı bir raddeye vardığının belirtilmesi. Her asırda
herhangi bir şirk türüne saplanmış olanlar gerçekten İslam’a karşı en acımasız düşmanlık
sergilemişlerdir. İki üç asırdan beri değişik kılıklarda ortaya çıkan ve putperestliğe saplanmış
olan müşriklerin İslam dinine karşı sergiledikleri düşmanca tavırlar bu ayeti maddeten tefsir
eden birer tarihî belgedir.
Üçüncüsü: Ehl-i kitaptan Hristiyanlar hakkında vurgulanan olumlu ifadelerdir: “Müminlere
sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise ‘Biz Nasârayız/Hristiyanız’ diyenler
olduğunu görürsün.” Bunun altyapısını oluşturan sebeplere de şöyle işaret edilmiştir:
“Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin
bulunması ve onların kibirlenmemeleridir."
Bu ayette özellikle Ehl-i kitaptan Hristiyanlarla ilişkilerin normal bir seyirde cereyan
edebileceğine bir işaretin varlığını sezinlemek mümkündür.
Mealini vereceğimiz şu ayette de Ehl-i kitaba karşı daha ılımlı bir tavır sergilememiz
isteniyor:
“Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda
mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz, hem bize indirilen kitaba, hem
size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı
İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”(Ankebut, 29/46).
26
Görüldüğü gibi, ayette Ehl-i kitap için özel bir statü ön görülmüştür.
Bu ayet indiği devirde de eski ve yeni ahitlerin durumu bundan farklı değildi. Demek ki
Kur’an buna rağmen onların aslı itibariyle vahiy olduğunu ve buna iman etmenin lüzumuna
işaret etmekle beraber, Ehl-i kitapla -ihtilaflı konular üzerinde münakaşa etmek yerine- ortak
noktalarımızı dikkate bir diyalog kurmamızı ve gerçeklerin bu vesileyle dile getirilmesini ön
görmektedir.
Bu açıklamaların yanında, ahir zamanda küfrün her çeşidini temsil eden deccalizm ve
süfyanizme karşı Hz. İsa (as) ile Hz. Mehdi'nin ittifaklarından söz eden hadislerden de açıkça
şunu anlamak gerekir ki, bu zamanda özellikle Hristiyanlarla Müslümanların hak din
/Kur’an’ın ortaya koyduğu hakikat etrafında ittifak etmeleri, küfrün mağlup edilmesi,
ahlaksızlığın bertaraf edilmesi, zulmün ortadan kaldırılması, adalet üzerine kurulu dünya
barışının tesis edilmesi için zorunlu adımlardır. Bu açıdan bakıldığında Hristiyanlarla akıllıca
yapılan her diyalog, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi'nin ittifaklarına dair yapılmış önemli bir hizmet
ve Mehdi'nin askeri olmaya atılan bilinçli bir adım olacaktır.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Gayri Müslimlerle İlişkilerimiz nasıl olmalıdır?
Gayrmüslimlerle münasebetteki ölçüler nelerdir, ticaret ortaklığı yapmak caiz midir?
Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?
Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar
Tebliğ ve Diyalog
“Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne
olacaktır?
Kur'anda geçen, "Yahudi ve Hıristiyanları dost tutmayınız." ayeti nasıl anlaşılmalıdır?
Onlarla iktisadî ve sosyal münasebetler içine girmek bu ayetin yasak sahasına girer mi?
27
İhramlı iken, dikişli ihram, dikişli terlik, dikişli ayakkabı giyilebilir
mi?
İhramlı iken, pantolon, palto, mintan gibi dikişli elbiseler giymek de haramdır. Ancak
erkeklerin üşüdüğü için veya başka bir zarurete binaen dikişli elbiseleri sırtlarına
almalarında bir mahzur yoktur.
Dikişli elbiseden kasıt, vücud ölçülerine göre dikilmiş gömlek, pijama gibi elbiselerdir.
Peştemal şeklindeki ihramların kenarındaki dikişlerin zararı yoktur, sökülmesi gerekmez.
Çorap ve ayakkabı giyilmesi de câiz değildir.
Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın veya sandalet giyebilir. Hadiste şöyle
buyurulur:
"Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla
ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından
aşağısını ayırsın." (eş-Şevkânî, IV, 305).
İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur. (Buhârî, Hac, 21;
Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228,
279, II, 3, 4, 8, 34, 47).
Kadınlar ise, dikişli elbise giyinirler, renkli elbiseye pek iltifat etmezler. Ayaklarına da çorap
ve ayakkabı giyinirler. Telbiye getirirken seslerini yükseltmezler. Kendileri duyacak kadar bir
ton da tutmaya dikket ederler. Tavaf esnasında remel yapmazlar, Say' ederken iki yeşil mil
arasında hızlanmazlar (koşmazlar).
28
Hz. Ebu Bekir (ra) bu ismi nasıl almıştır ve manası nedir?
Hz. Ebu Bekir (ra)'in anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b.
Kâ'b'da Hz. Peygamber (asv)'in nesebiyle birleşir.
Resûl-i Ekrem (asv)'den iki veya üç yaş küçük olan Ebu Bekir (ra) kaynaklarda adından çok
Atîk lakabıyla anılmıştır. "Güzel, soylu, eski, azat edilmiş" gibi mânalara gelen bu lakabın
ona annesi tarafından verildiği veya çok eskiden beri hayır yaptığı, yüzü ve ahlâkı güzel
olduğu, yahut da soyunda ayıplanacak bir husus bulunmadığı için Atîk diye anıldığı rivayet
edilmekle birlikte, Hz. Peygamber (asv)'in;
"Sen Allah'ın cehenemden azat ettiği kimsesin." (Tirmizî, "Menâkıb", 16)
şeklindeki iltifatına mazhar olduktan sonra bu lakapla anılmaya başlandığı bilinmektedir.
Câhiliye döneminde Abdü'l-Kâ'be olan adının Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber
(asv) tarafından Abdullah olarak değiştirildiği rivayet edilir. Servetini Allah yolunda harcayıp
eski elbiseler giydiği için "Zü'l-hilâl", çok şefkatli ve merhametli olduğu için "Eyvah"
lakaplarıyla da anılmıştır. Ancak onun en meşhur lakabı Sıddîk'tir. "Çok samimi, çok sadık" anlamına gelen bu lakap kendisine, mi'rac olayı başta olmak üzere gaybla İlgili haberleri
hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem (asv) tarafından verilmiş ve İslâm
literatüründe bununla şöhret bulmuştur.
Hz. Peygamber (asv)'in vefatından sonra onun devlet yönetimi görevini üstlendiği için de
"Halîfetü Resûlillâh" unvanıyla anılmıştır.
Bekir adlı bir çocuğu olmadığı halde kendisine Ebû Bekir künyesinin niçin verildiği
konusunda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. (bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Ebu Bekir mad.,
c. 10, s. 101., Hazırlayan: Mustafa Fayda)
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. Ebu Bekir (ra)'in hayatını açıklar mısınız?
29
Karım, anne ve babamla görüşmeme kararı aldı; ben de bundan
dolayı kayınbaba ve kayınvalidemle görüşmeyeceğim.
Dinimizin bu konudaki hükmü nedir?
Eşiniz yanlış yapıyor diye, sizin de yanlış yapmanız gerekmez. Siz kayınvalide ve
kayınbabanızla görüşmeye devam edin ki eşinize de örnek olasınız. Aksi halde her ikiniz
de mesul ve günahkar olursunuz.
Akraba ile alakayı kesmek büyük günahlardandır.
Unutmayın ki bir gün sizler de kayınbaba ve kaynana olup yaptıklarınızın aynısıyla
karşılaşabilirsiniz.
İnsanın en çok değer verdiği ve üstünde titrediği kimseler evlatlarıdır. Evlatlarının büyüyüp
de kendilerinden kopmasını ve bahsettiğiniz sorunları yaşamasını hiç istemezler.
Büyüklerimiz her ne kadar hatalı da olsalar, alttan alıp şefkatle yaklaşması gereken
küçüklerdir.
Anne babanızın hataları varsa, güzel bir dille onları incitmeden uyarabilirsiniz; küsmek
kesinlikle caiz değildir.
Bir insanın bir hatası olsa dahi binlerce güzel özelliği vardır. Bir gemide bir câni olsa yüz de
masum olsa o gemi hiç bir adalet kanunu ile batırılamaz. Çünkü bir masumu cezalandırmak
için yüz masumun ölmesini arzu edemezsiniz.
Öyle de bir insanda bir kaç kötü özellik bulunsa dahi, o insanda çok güzel özellikler
bulunmaktadır. En başta Müslüman olması tüm hatalarını görmezden gelmemizi gerektiren
bir güzel özelliktir. Müslüman olmasının hatırına hatalarını affetmek gerekir.
Hatasız insan arayan dostsuz kalır. Şimdi siz affedin ki ilerde çocuklarınız da sizleri affetsin.
Allah’ın Resûlü (asv)'ın,
“Kim, din kardeşini bir yıl terkedip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha
girer.”(Ebû Dâvûd, Edeb, 47.),
“Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helal değildir. Kim Müslüman
kardeşini üç günden fazla terkeder ve o hâl üzere ölürse cehenneme girer.”(Ebû Dâvûd,
Edeb, 47.)
hadisleri de dargın durmanın dinî açıdan uygun görülmediğini vurgulayan türden
argümanlardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Müslüman'ın Müslüman'a kin duyması, küsmesi hakkında bilgi verir misiniz?..
Gelin, damat kaynanasına, kayınpederine bakmak zorunda mıdır? Ana- Baba
yavrusunun yuvasını yıkan kişi olabilir mi?
30
Namazdan önce Nas suresinin okunması sünnet midir?
İmam Gazali İhya isimli eserinde böyle bir tavsiyede bulunmaktadır. Ancak İmam
Gazalî bu tavsiyeyi bir hadise dayandırmadan yapmıştır.(bk. İhya, 1/159). Bu sebeple,
buna sürekli yapılması gereken bir sünnet olarak bakamayız.
“Kametten önce...” demesinden maksat, cemaatle ilgili olmaktan ziyade belki de ferdî olarak
namaz kıldığı zaman kişinin Nas suresini okumasını kasdetmiş olabilir. Çünkü, müezzinin
Nas süresini okuması cemaatten vesveseyi gidermesi söz konusu olsa da çok azdır. Asıl olan
kişinin kendisinin okumasıdır. O halde, namazlardan önce camilerde böyle bir şeyin adet
haline getirilmesinde bir sorumluluk olmadığı gibi, bir sünnet de değildir.
Özetlersek; İmam gazalî, bu sözünü bir hadise dayandırmamakla beraber, namazlarda
şeytanın vesvesesinden korunmaya yönelik Nas suresini okumasını tavsiye etmesi güzel bir
tavsiyedir. Bunu müezzinin açıkça okuması yerine, kişiler, müezzin kamet getirmeden önce
okuma imkânını bulurlarsa okumaları iyi olur. Bu, “Eûzü / Şeytandan Allah’a sığınma”
manasını daha da pekiştirecek bir husustur.
31
Bir hadiste okudum, otuz deccal çıkmadan kıyamet kopmaz, diye...
Biz bir tane deccal çıkacak biliyorduk, açıklar mısınız?
Deccalların sayısı çoktur, her asrın deccalları vardır. Bir hadis-i şeriften bunların
sayısının otuzu bulacağını öğreniyoruz.(1)
Bunlar arasında âhir zaman deccallarının apayrı yeri vardır. Çünkü daha
dehşetlidirler. Bunlar da iki tanedir. Biri, büyük Deccal'dır, dünya çapında çıkar; diğeri
de İslâm Deccalıdır. Buna Hz. Ali (ra) (2) ve bir kısım ehl-i tahkik Süfyan demişlerdir
(3) ve Hz. Ali (ra) hep bu Deccal'den bahsetmiştir.(4) Süfyan, Müslümanlar içinde
çıkacak ve aldatmakla iş görecektir.
Deccalla ilgili Buharî ve Müslim dahil birçok hadis kitabında çokça sahih hadis
bulunmaktadır. Doğrusu Deccalın vasıfları ve icraatı hariç, geleceğiyle ilgili hiçbir
tartışma bulunmamaktadır.
Öyleyse Deccalın geleceği ne kadar kesinse Mehdî'nin gelişi de o ölçüde kaçınılmazdır.
Çünkü zehir panzehirsiz düşünülemez. Nemrudu Hz. İbrahim (as)'siz, firavunu Hz.
Musa (as)'sız düşünemeyeceğimiz gibi, Deccalı da Mehdîsiz düşünemeyiz. Deccal varsa
Mehdî de vardır.
Dipnot:
(1) Buharî, Fiten: 25; Menakıb: 25; Müslim, Fiten, 84; Ebû Davud, Fiten: 1.
(2) Gazalî, İhyâü Ulûmiddin, 1:59
(3) Berzencî, el-İşâa fî Eşrâti's-Sâa, s. 95-99; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî, s. 133-134;
Şuâlar, s. 501, 504.
(4) Şuâlar, s. 501.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Deccal'ın özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?..
Ahir zamanla alakalı hadislerin bir kesinlik ifade etmemesi, insanları her dönemde bir
Mehdi, Deccal arayışına itmiştir. Bunun hikmeti nedir?
32
“Allah bir ümmete rahmet dilediği zaman, peygamberini ümmetten
önce alır.” anlamındaki hadisi açıklar mısınız?
İlgili hadisin tam tercümesi şöyledir:
“Muhakkak ki Allah, kullarından bir ümmete rahmet etmeyi dilerse, o
ümmetten evvel peygamberinin ruhunu kabzeder de onu o ümmet için bir
FERAT (şefaatçi) ve bir SELEF (önden gönderilen hazırlık / dümdar) yapar.
Şayet bir ümmetin helakini dilerse onu peygamberi sağ iken azâp eder. Ve
peygamberin gözünün önünde onu helak eder. Ümmeti onu yalanlayıp
emrine isyan ettikleri için, onları helak etmekle peygamberini de memnun
eder.”(Müslim, Fezail,8/h. No: 2288).
Bazı alimlere göre bu hadisin senedinde inkıta / kopukluk vardır. İmam Nevevi’ye göre ise,
inkıta değil, meçhullük vardır, yani ravilerden biri bilinmiyor.(bk. Nevevî, ilgili hadisin
şerhi). Bu ifadeler hadisin kuvvetini düşüren şeylerdir.
Kaynaklarda konuyu açıklayan bir bilgiye rastlayamadık. Bununla beraber, hadiste kullanılan
ifadelerden şunları anlamak mümkündür:
a. Hadiste, bir peygamberin ölümü yanında ümmetin durumu da açıklanmaktadır. Yani,
peygamberin ölümü ile ümmetlerin ölümü arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır. İslam
ümmeti dışında diğer ümmetlerden isyan edenlerin helak olması bir sünnetullah olarak
cereyan etmiştir. Buna göre, bir peygamber ümmetinden önce ölürse, peygambere karşı fiilî
isyan ortadan kaldırılacağı için, helak olmaları da artık söz konusu olmayabilir. Bu açıdan
peygamberin önceden ölmesi bir rahmettir.
b. Bir peygamberin ölmesi, sağ olan ümmetin fertleri için en büyük bir musibettir. Sevabın
büyüklüğü musibetin büyüklüğüne paralel olarak artacağına göre, bir peygamberin
ölümünden hasıl olan sevap ümmetin fertleri için bir musibetten kazanılan sevapların en
büyüğüdür.
c. Bir peygamberin önceden ölmesi, ümmet için ahirete bir şefaatçinin ve yerlerini hazırlayan
bir yetkilinin gitmesi manasına gelir. Bu ifadede, özellikle Hz. Peygamber Efendimiz (asv)'in
vefatına bir işaret ve ümmetinin buna sabretmeleri için bir müjdeyi barındıran bir teselli söz
konusudur.
d. Ümmetlerin peygamberlerinden önce -toplu halde- ölmeleri, onların bir azap ve gazap ile
helak olmaları anlamına gelir. Bu da mevcut İslam ümmeti için ayrı bir müjde ve Hz.
Peygamber (asv)'in vefatından sonra tamamen ve toptan helak olmayacaklarına bir işaret
sayılabilir.
“Resulüm! Sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba
uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse, Allah bu takdirde de onlara azab
etmez.”(Enfal, 8/33)
mealindeki ayette de böyle bir garanti sözü vardır.
33
Kur'an’da geçen ve mucize olduğu söylenen parmak izinin M. Ö.den
beri bilinen bir şey olduğu, dolaysıyla Kur'an’da böylesi bir
mucizesinin bulunmadığı iddiasına ne dersiniz?
Parmak izinin tarihçesiyle ilgili ortada dolaşan yorumları şöyle özetleyebiliriz:
a. Milattan önceki yüzyıllarda, mağara duvarlarında bulunan parmak izleri bu
yöntemlerin ne kadar eski olduğunu hayal etmeye yardımcı olabilir sanırım. Mağara
duvarlarına balçıkla parmak izleri bırakılmakta, sadece daha önce dost olduğu tespit
edilmiş parmak izi sahipleri ikinci bir balçık deneyinden sonra mağaraya almışlardır.
Yine milattan önceki yüzyıllarda Çinliler parmak izlerini güvenlik ve kimlik tespiti
amacı ile kullanmışlardır.
b. Tarih öncesi devirlerden beri hatasız kimlik teşhisi yapabilmek için birçok yöntem
kullanılmıştır. Suç işleyeni ifşa etmek amacıyla, damgalama veya elin üst kısmını metal
kızgın bir mühürle dağlamak, eski uygarlıklarda kullanılmış olması buna örnek
gösterilebilir. M.Ö 5000’li yıllara ait tarihi kalıntılarda parmak izi figürlerine
rastlanmıştır. M.Ö 1750’li yıllarda Babiller ve M.Ö 600’lü yıllarda Çinlilerin özellikle
sahtecilik olaylarını önlemek amacıyla parmak izlerini kullandıklarına dair tarihi
vesikalar vardır.
Bu bilgiler şöyle de ifade edilmiştir: Sahtecilik olaylarını engellemek için parmak izinin
imza yerine kullanımı M.Ö. 1742-1750 yıllarında Babil Krallığının Hammurabi
yönetimi dönemine kadar uzanmaktadır.(Aylmer, 1987) Bu döneme ait çivi yazılarının
bulunduğu topraktan yapılmış tabletler üzerinde parmak izi resimleri bulunmuştur. Bu
şekilde insanlar eserin kendilerine ait olduğunu ispatlamaya çalışmış ve bu konuda
olabilecek sahtecilik olaylarının önüne geçmeyi hedeflemişlerdir. Parmak izlerinin bu
şekilde kullanılışı, Babillilerin parmak izinin “kişiye özel” olduğunu ve “değişmezlik”
özelliklerini bildiklerini göstermektedir. Bu döneme ait çivi yazılarından Babillilerin
gelişmiş bir medeniyete sahip oldukları, kamu yönetimi, matematik, astronomi, fizik,
kimya ve diğer bazı bilimlerle ilgilendikleri anlaşılmaktadır. (Aylmer, 1987).
c. Tarih öncesi devirlerden beri insanlar kullandıkları el aletleri, silahlar ve eşyalar
üzerine çeşitli resimler ve figürler çizmişlerdir. El ve parmak izleri de çok sık
kullandıkları resim ve figürler arasındadır. Şimdiye kadar en eski parmak izi resmi
1939 yılında bulunan, Fransa’nın Britanya Yarımadası açıklarında neolitik devirden
kalma (M.Ö. 5000) dolmenlerin üzerindeki resimlerdir. Eski Amerika’da “Nova Skotia”
da Kızılderililer de el figürleri ve parmak izleriyle ilgilenmişlerdir. Bu döneme ait
kayalar üzerine oyulmuş bir mezarda, el figürlerine ve bu figürlerdeki parmak
uçlarında parmak izini oluşturan papil hatlarını gösteren çizgilere rastlanmıştır.
Soruda geçen konuyla ilgili yorumlar özetle böyledir.
(a) şıkkında yer alan bilgiler gerçekten çok tuhaf hayallere benziyor. Mağaralarda
yaşayanların gelenin dost veya düşman olduğunu “parmak izinden” tespit ettikleri iddia
etmek, oldukça hayalperestlik görünümünü sergilemektedir.
Evvela, mağaraya gelenleri yakından görmeden parmak izlerini nasıl alabilirler. Adamların
yüzlerini gördükten sonra parmak izini almanın ne manası vardır. Ayrıca dışarıda parmak
izini gösteren bir tablonun varlığını düşünelim, bu adama eğer ev sahiplerine zarar vermek
34
için gelmişse, o parmağı yakından görmek için ev sahiplerinin dışarıya çıkıp onu görmeleri
gerekir. Bu takdirde ölüme hedef olmaları içten bile değil.
Ayrıca yüzlerce insan o mağaralara gidebilir. Her biri defalarca gidebilir. Bu takdirde
yüzlerce parmak izini gösteren yüzlerce parmak izi tablosunun olması gerekiyor. Bununla
beraber bu yorumları yapan kimsenin de “Milattan önceki yüzyıllarda mağara duvarlarında
bulunan parmak izleri bu yöntemlerin ne kadar eski olduğunu hayal etmeye yardımcı olabilir
sanırım.” şeklindeki ifadesi, bu bilgilerin kesin olmadığını göstermektedir.
(b) şıkkında yer alan “Suç işleyeni ifşa etmek amacıyla, damgalama veya elin üst kısmını
metal kızgın bir mühürle dağlamak eski uygarlıklarda kullanılmış.” ifadesinde bir gerçeklik
payı olabilir. Fakat bu “damgalama” işini parmak iziyle ilişkilendirmek hiç de doğru bir
argüman değildir. Çünkü, bir kişinin suçlu olduğunu -aleme ibret olsun diye- topluma ifşa
etmek üzere bedenin herhangi bir yerini -sürekli iz bırakacak şekilde- damgalamak gizemli bir
tarafı olmayan görünen bir işlemdir. Oysa, parmak izi yöntemi tamamen gizemli olan bir
metottur.
“Çinlilerin özellikle sahtecilik olaylarını önlemek amacıyla parmak izlerini kullandıklarına
dair tarihi vesikalar vardır.” ifadesi de doğrusu bize pek vesikalı olduğu intibaını
vermemektedir.
(c) şıkkında en eski parmak izini gösteren resmin bulunduğu tarih 1939 olduğu ifade
edilmiştir. Bu tespit varsayalım ki, eski devirlerde parmak izleriyle ilgili bilgi söz konusu olsa
da bunun dünyaca bilinmediği ve şöhret bulan bir olay olmadığını göstermektedir.
Özetlersek:
a. Elimizdeki bilgilerin önemli bir kısmı bazı mekânlara kazınmış parmak izleri figürlerinden
hareketle böyle bir uygulamanın olduğunu seslendirmektedir. Bu açıdan bunları kesin bilgi
kaynağı kabul etmemiz mümkün değildir. Bir elin, bir parmağın resminin çizilmesi, mutlaka
onun taşıdığı gizemli özelliğinden dolayı olmak zorunda değildir.
Bu mantıkla hareket edilirse, görülen her dikili taşı, bir minareye benzetmek ve dolayısıyla
İslam’dan önce de minareli camilerin olduğunu savunmak gibi olur.
b. Varsayalım ki, gerçekten Çin’de ve benzeri eski uygarlıklarda böyle bir uygulama olsa bile,
bunun Kur’an’ın o gaybî işaretine zarar vermez. Çünkü, okuma yazma bilmeyen bir
toplulukta yaşamış ve kendisi okuma-yazması olmayan bir kimlikle meşhur olmuş Hz.
Muhammed (asv)’in Babil ve Çin’deki bu uygulamalardan haberdar olması imkânsızdır. On
beş asır sonra bu teknik ve teknoloji gelişmiş, iletişimin imkânları ortaya çıkmış olmasına
rağmen, en entelektüel ve kalburüstü insanlar bile bu uygulamalardan yeni yeni haberdar
olmaya başladığı halde, on beş asır önce o cehaletin karanlıklarında Hz. Muhammed (asv)’in
-bir beşer olarak- bu hakikati bildiğine ihtimal vermek, akla ziyandır.
c. En ufak bir yanlışı bütün davasının yıkılmasına sebep olacağını en iyi bilen Hz.
Muhammed (asv)’in -imkansız bir varsayım olarak- sağdan soldan kulak dolgusu, duyumlara,
dedikodulara dayalı bilgi kırıntılarını ciddiye alması ve onu Allah tarafından bildirdiğini
söylemesi, gerçekten akıldan uzak bir ihtimaldir.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki,
35
“İnsan zanneder mi ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu
diriltmeyeceğiz? Evet, toplarız, hem de parmak uçlarına varıncaya kadar
eski halinde düzenleriz!”(Kıyamet, 75/3-4)
mealindeki ayet, on beş asır önce bu gizemli parmak izlerine işaret ederek, bir i’caz parıltısını
daha göstermiştir.
Bu gün dünyada yaklaşık yedi milyar insan yaşıyor. Geçmişte yaşayanlarla birlikte
düşünüldüğünde yüzlerce milyar insanın yaşadığı tahmin ediliyor. Ve bunlardan hiçbirinin
parmak izi diğerine benzemiyor.
Allah'ın insana doğuştan verdiği bu kimlik numarası, bir vatandaşlık no'su gibidir.
Ve böyle bir yaratmaya kadir olan Allah, ancak böyle bir sırra işaret edebilir.
36
Peygamber Efendimiz (asv)'in, ben ahir zamanda gelseydim
kalabalıklara değil, fert fert anlatırdım ilgilenirdim, anlamında
bir hadisi var mıdır?
Kaynaklarda böyle bir hadis rivayetine rastlayamadık. Peygamberimiz (asv) zaten ahir
zamanda gelmiş ahir zaman peygamberidir. Nitekim, Efendimiz -Ahmed b. Hanbel’in
sahih olarak rivayet ettiği- bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Peygamber olarak gönderilirken, ben ve kıyamet şu iki parmağım gibiyiz.” dedi ve
“bitiştirdiği şahadet ve orta parmaklarını işaret etti.”(Macmau’z-Zevaid, 10/311).
Bundan şunu anlıyoruz ki, Peygamberimiz (asv) ahir zaman peygamberi olarak
gönderilmiştir. Ve kendisi zaten öncelikle fert fert insanları irşat etmekle işe başlamıştır.
Peygamberliğinin yarısından fazlası olan on üç yıllık Mekke devrinde tamamen fertlere
yönelik tebliğ görevini icra etmiştir. On yıllık Medine döneminde de tebliğ görevi yine fertleri
hedef seçmiştir.
Kur’an’ın bir bütün halinde en son inen Nasr suresinde “insanların gruplar halinde dine
gireceklerine” dair müjdesi de gösteriyor ki, Mekke fethine kadar imana gelmeler de ferdî
olmuştur.
Hudeybiye anlaşmasının hazırladığı barış ve güven ortamı, insanların İslam’ı yakından
tanımalarına imkân tanımış ve bu vesile ile gerek Mekke fethinden önce gerek Mekke
fethinden sonra, insanlar gruplar ve kabileler halinde İslam’a girmişlerdir.
Medine Site devletinin olması, Musab b. Umeyr gibi sahabilerin oradaki fertleri bilgilendirme
sonucunda doğal bir tablo olarak ortaya çıkmıştır.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, Peygamberimiz (asv)'in tebliğ metodu, tamamen
fertleri irşat etmeye yönelik bir eğitim sistemine dayanıyordu.
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimiz (asv)'in tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
Tebliğ metodu nasıl olmalıdır? Nelere dikkat etmek gerekir?
Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? Peygamber efendimizin tebliğinde göze çarpan
konular nelerdir?
37
Kur'an yakanlara, Kur'an ve Sünnet çizgisinde nasıl tepki
verebiliriz?
Kur’an’ı yakan veya yakmaya teşebbüs eden kimselere karşı şiddet içermeyen her türlü
tepki verilebilir.
Önemli olan bu çirkin işi yapan bir adamı linç etmek değil, bu tür kindar zihniyete karşı
ilmî mücadele vermektir. Bu mücadelenin başında Kur’an’ın semavî kimliğini müdafaa
edecek donanıma sahip olmaktır.
Karanlığı sövmekle gündüz gelmez. Onun için her şeyden önce Müslüman olarak biz
Kur’an'ımızı anlayarak, yaşayarak korumaya çalışacağız.
Kur’an’ın emir ve yasaklarını çiğnemek de manen Kur’an’ı yakmak anlamına gelir.
Bizim kendi ülkemizde, kendi ailemizde, kendi mahallemizde, yanı başımızda Kur’an’a
isyan ederek onun manen yakmaya teşebbüs edenlerle mücadele etmek için Kur’an’ı
öğreneceğiz, öğreteceğiz, onunla amel edeceğiz, onun hayatımıza hayat olmasına vesile
olacağız, hayatımızın en büyük gayesini ona hizmet bileceğiz… Böyle yapmak en büyük
bir cihattır.
Bir şey daha var ki, Kur’an’ın imajını zedeleyecek bir tutum içinde olmak, söz gelimi, söz
konusu Kafiri öldürmek veya onun yerine Tevrat, İncil’i yakmaya teşebbüs etmek gibi şiddet
içeren eylemler, Kur’an’a asla bir hizmet değildir.
Kim bu konuda fazla hamiyet gösteriyorsa, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu dünyaya ilan
edecek bilgi donanımı elde etmeye çalışsın.
Uzun vadede de olsa bu yolun yolcusu olan, Kur’an’a saygı ve sevgisini göstermedeki
samimiyetini kanıtlamış olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimize hakaret içeren karikatürcülere karşı tavrımız nasıl olmalıdır?
38
Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.”
(Hicr, 15/9) deyip Kur’an’ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir
denildiğine göre (Enbiya, 21/105), Tevrat da korunmuş olmalı
değil mi?
1) “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da
Biz’iz.”(Hicr,15/9)
mealindeki ayette yer alan “ZİKR” kelimesi, Kur’an için kullanılmıştır. Bu konuda İslam
alimleri ittifak halindedir. Buradaki Zikrin Tevrat için de kullanıldığına dair hiç bir yorum söz
konusu değildir.
“Şu kesindir ki Biz Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zeburda da: “Dünyaya salih
kullarım varis olacaklar. Dünya onlara kalacak” diye yazmışızdır.”(Enbiya,
21/105)
mealindeki ayette ise “ZİKR” kelimesi Tevrat için kullanılmıştır. Bazı alimlere göre bu
kelime, bu ayette “levh-i mahfuz” için kullanılmıştır.(bk. Zemahşerî, Beydavî, ilgili ayetin
tefsiri).
Bir ismin ortaklığı isimlenmiş olanların her konuda ortaklığını gerektirmez. Aynı adı
taşıyanlardan biri yüz yıl yaşarken, biri bir yıldan sonra ölür. Aynı “Zikir” sözcüğüyle anılan
Kur’an ve Tavrat, sadece “koruma” konusunda değil, muhteva açısından da son derece
farklılık göstermektedir.
“ZİKR” kelimesi, Allah’ı hatırlatan, tanıtan, O’nun emir ve yasaklarını zihinlere yerleştiren
kitap manasına gelir ki, iki büyük ahkam kitabı olan Tevrat ve Kur’an bu açıdan bu ortak ismi
almıştır. Bu ortak vasıfta olmaları bütün diğer vasıflarında da müşterek olmalarının
gerekliliğini iddia etmek hiçbir ilmî delile dayanmamaktadır. Realiteler de bunun böyle
olmadığını göstermektedir. Sadece İsrail oğullarına gönderilen Tevrat’ın bütün insanlara
gönderilen Kur’an ile bütün vasıflarda aynı ortak paydayı paylaştığını ileri sürenlerin bu iki
kitabı da anlamadıklarını göstermektedir.
2) Allah’ın vahiyleri asırlara, insanların seviyelerine, ortadaki sosyal, kültürel ihtiyaçlara göre
farklılık arz eder. Bu sebepledir ki, -bilindiği kadarıyla- 100 sayfa, dört büyük kitap ve
124.000 peygamber gönderilmiştir. Eğer bu farklı ihtiyaçlardan olmasaydı, Hz. Adem (as)'e
gönderilen sahifeler kıyamete kadar devam edecekti. İnsanlık camiasının –teşbihte hata
aranmaz- ilk okul, orta okul, lise ve Üniversite çağlarına göre farklı sahife ve kitaplar
gönderilmiştir.
Kur’an, en son kitap olarak ve eski bütün vahiylerin temel esaslarını içine alan kapsamlı
evrensel bir vahiy olarak korunması zorunludur. Kur’an’ın varlığı sebebiyle Tevrat’ın bazı
yönlerden tahrif edilmesinde vahiy olgusu bakımından bir zarara yol açmaz. Fakat en son
vahiy olan Kur’an’da böyle bir bozulmanın varlığı halinde bütün semavî kitapların ortaya
koyduğu hakikatlerin dayanaksız kalmasına yol açar. Çünkü, Kur’an’ın dışındaki diğer
semavî kitapların hiç biri üslup ve lafzî dizayn bakımından bir mucize değildir. Kur’an ise bu
yönüyle mucizeliğini ispat etmiş ve “Müheymin”(kontrol eden, gözeten) vasfıyla eski
kitaplardaki hakikatleri tashih ederek onları koruduğu gibi, insanlar tarafından karıştırılan
yanlışları da tashih ederek onların semavî kimliklerini muhafaza etmektedir.
39
Aşağıdaki ayetlerden ilkinde yer alan “Alimler ve mürşitler de Allah’ın kitabını koruma
ile görevlendirilmeleri sebebiyle...” ifadesi, Tevrat’ın ilahî koruma altında olmadığını,
ikinci, ayette yer alan “onu koruyacak olan da biziz” ifadesi ise Kur’an’ın ilahî korumaya
alındığını açık göstergesidir:
“İçinde hidâyet ve nûr olan Tevrat’ı biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim
eden nebîler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi. Alimler ve
mürşitler de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine
onunla hüküm verirlerdi.”(Maide, 5/44).
“Hiç şüphe yok ki o zikri/Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da
Biziz.”(Hicr,15/9).
Sonuç olarak “Kur’an’ın ilahî korumaya” alınması,
“Allah seni, zarar vermek isteyen insanların şerlerinden
koruyacaktır.”(Maide, 5/67)
mealindeki ayette vurgulandığı üzere, ilahî korumaya alınmış olan Hz. Muhammed (asv)’in
konumuyla da çok uygun düşmektedir. Hz. Musa (asv) için böyle bir koruma söz konusu
olmadığı gibi, Tevrat için de böyle bir koruma söz konusu değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir?
"Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur" ayeti, diğer ilahi kitapların da
değiştirilemeyeceği anlamına gelmez mi?
40
Download