Bugün yazarların gündeminde neler var?

advertisement
On5yirmi5.com
Bugün yazarların gündeminde neler var?
Star’dan Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Sibel Eraslan, Mustafa Kartoğlu, Beril
Dedeoğlu, İbrahim Kiras; Sabah’tan Mahmut Övür, Haşmet Babaoğlu, Engin Ardıç; Yeni
Şafak’tan İbrahim Karagül, Ömer Lekesiz; Türkiye’den Melih Altınok bugün neler
yazdı?
Yayın Tarihi : 28 Şubat 2014 Cuma (oluşturma : 10/20/2017)
Star’dan Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Sibel Eraslan, Mustafa Kartoğlu, Beril Dedeoğlu, İbrahim
Kiras; Sabah’tan Mahmut Övür, Haşmet Babaoğlu, Engin Ardıç; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Ömer
Lekesiz; Türkiye’den Melih Altınok; Akşam’dan Emin Pazarcı, Kurtuluş Tayiz, Ufuk Ulutaş ve Mehmet
Ocaktan bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için
okunması gereken yazılar…
Fehmi Koru: Hiç zorlamayın, i-nan-mam...
Bazıları “Nasıl oluyor da ses kayıtlarına rağmen inanmıyorlar?” diye bizlere şaşıyor; ben ise
bazılarının nasıl oluyor da işittikleri her şeye hemen inandıklarına şaşıyorum...
Şaşıyorum, çünkü Tayyip Erdoğan gibi birinin, oğlunu ve kızını da işin içine karıştırarak, kişisel
zenginleşmek için, hangi ad altında olursa olsun Beytülmâl’e el uzatacağına, hırsızlık malını evinde,
başka yerlerde, içerideki veya dışarıdaki bankalarda istif edeceğine inanmıyorum...
Kayıt altına alınmış seslerini onların seslerine benzettiğim halde inanmıyorum... Yarın, o seslerin
‘montaj’ olmadığına dair bir rapor da çıksa yine inanmakta zorlanırım...
Tayyip Erdoğangibi birinin kendisine ait olmayan bir paraya tamah edeceğine asla inanmam.
Diyelim, baskı altında tutulduğu, zorlandığı için veya herhangi bir başka sebeple böyle bir yola
başvurması gerekse bile, kendi oğlu ile kızını yanlışlığına bulaştırmayacağını bilirim...
İsterseniz ‘saf’ deyin bana, isterseniz başka bir sıfat takın; bu tavrımın değişeceğini sanmıyorum.
Komplocuların hesaba katmadığı da benim gibilerin işte bu tavrı. İşittiğimiz her olumsuzluğa, günahı
çağrıştıran her dedikoduya inanıvereceğimizi sanıyorlar; bir-iki küçük denemeden sonra bu keskin
tavrımız yine de devam edince, bu defa, aklımızı mutlaka çelmeye yarayacağını sandıkları daha
büyük ve abartılı denemelere başvuruyorlar. 3,5 milyon Euroluk bir görüntünün üzerine “Vay be”
çığlığıyla atlanılmadığı gerçeğiyle karşılaşınca 800 milyon Euroluk bir iddia içeren kayıtları ortalığa
saçmalarının sebebi bu.
Daha beter inanılmaz oluyorlar...
Para ile ilgili iddialara inanmadığım gibi, binlerce kişinin telefonlarına kulak vererek insanların özel
hayatlarını şantaj ve gözdağı amacıyla didik didik ettikleri anlaşılan insanların bir dini cemaatin
müntesipleri olduğuna da inanmıyorum.
En mahrem vakitlerin geçirildiği mekânlara kameralar yerleştirilmiş... Devletin tepe noktalarında yer
alan insanların konuşmaları 7/24 dinlenmiş... Görüntüler ve ses kayıtları herkes görsün dinlesin diye
internete konulmuş...
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Ahmet Taşgetiren: Ah Tayyip Erdoğan
Birisinin kocasını milletvekili yapmışsınız. Hani nerde o koca? Kocası milletvekili iken, ya da
milletvekili kocası ile evli iken böyle muhalif roller icra eder miydi?
Birisinin ya da ikisinin eşini milletvekili yapmışsınız. Onlar eşleri milletvekili iken ya da milletvekili
olan eşleri ile evli iken böyle muhalif roller üstlenirler miydi?
Birisini bakan yapmışsınız. Üstelik Dışişleri Bakanı yapmışsınız. Adı sanı ortada yokken. Belki
kafasında siyaset gibi bir dünya bile yokken. Silik bir bakanlık dönemi yaşamış. Sonra görevi
başkasına vermişsiniz. O zat, Bakan iken böyle paralel dünyalara savrulur muydu?
Birisini bakan yapmışsınız. Üstelik başka bir siyasi atmosferden geldiği halde ve üstelik Ak Parti,
tabanı itibariyle kültür konusunda son derece duyarlı olması gereken bir parti olduğu halde, onun
geldiği dünyaya mesaj verebilir miyiz yaklaşımı ile Kültür Bakanı yapmışsınız. Bir dönem, yetmemiş
ikinci dönem, yetmemiş üçüncü dönem... Hangi kültür politikası Ak Parti’nin toplum - kültür
muhtevası ile paralel yürüdü. Ama bakın şimdi başka yerlerle paralel duruşlar sergilemek için
seferber olmuş durumda. Yazık değil mi o zat için milletten istediğiniz oylara?
Birisini uzun yıllar başkan yardımcısı yapmışsınız. O görevden ayrıldığında neler yapabileceğini
nereden bileceksiniz?
Ah Tayyip Erdoğan.
Nasıl bir arkadan hançerlenme duygusu yaşadığınızı tahmin etmek güç değil.
Ne demişsiniz zamanın Adalet Bakanı Sadullah Ergin önünüze HSYK yapılanmasını getirdiğinde ve
“Başbakanım, 21 kişinin 13’ü Cemaatten, bir problem olmasın?” dediğinde? “Olsun varsın canım,
nasıl olsa hepsi alnı secdeye gelen insan değil mi?” Ne diyeceksin yarın Allah’ın huzuruna
vardığında? “Ben alnı secdeye gelenlere güvendiğim için vuruldum!” mu?
Ah Tayyip Erdoğan.
TÜBİTAK’ta nasıl varlar?
Emniyet’te nasıl varlar?
Üniversitelerin boy salması hangi iklimle?
TİB’de nasıl varlar?
Yargıda nasıl varlar?
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Beril Dedeoğlu: Kırım savaşı
AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Ukrayna’da devlet başkanı ülkeyi terk edip
gittikten sonra hemen Ukrayna’ya koşmuş ve gözyaşları içinde eski başbakan Yuliva Timaşenko ile
kucaklaşmıştı. Bu gösteri, tutuklu Timaşenko’nun hapisten çıkmasını kutlama olarak görülebilir. Ama
daha çok Ukrayna’da, en azından bir kısmında AB yanlılarının kazandığını ilan etmek anlamına
geliyordu.
Ukrayna’da kazanılanın bir zafer olup olmadığı henüz bilinmiyor. Bir cephe kazanınca, savaş
kazanılmış olmaz. İktidar karşıtlarının tümünün AB yanlısı olduğu da düşünülmemeli, muhalefet
koalisyonunun içinde ‘tam bağımsız Ukrayna bağımsız kalacak’ diye bağıran kesimler mevcut. Bir
yönetimi yıkarken ittifak yapan çevrelerin yeni Ukrayna kurulurken birbirlerine düşmeyeceklerinin
hiçbir garantisi bulunmuyor.
Öte yandan ve bunlardan daha önemlisi, Rusya’nın oyundan katiyen çıkmaya niyetinin olmadığını
sert hamlelerle göstermesi. Catherine Ashton’un Timaşenko’nun boynuna sarıldığı sıralarda, bir grup
Rus parlamenter de Kırım’a gidip orada hasret gidermeye başlamışlardı.
Hareketlenen Rusya
Kırım, Ukrayna’ya bağlı özerk bir cumhuriyet, halkın çoğunluğunu Ruslar oluşturuyor; Rusya da uzun
zamandır burada yaşayanlara Rusya pasaportu dağıtıyor. Rusya karşıtı grupların başında Kırım
Tatarları geliyor, ancak onlar yaklaşık iki milyonluk Kırım’ın sadece %12’si kadarlar.
Kiev’de Rusya yanlılarının geri çekilmeye başlamasıyla eş zamanlı olarak Kırım meydanları
hareketlenmeye başlamış ve bağımsızlık gösterileri başlamıştı. Bu, Ukrayna’da AB yanlısı bir
yönetim olursa, ona bağlı bir Kırım istenmediğini gösteren eylemlerdi. Sonunda Kırım parlamentosu
işgal edildi ve Ukrayna sorunu bir bölünme sorunu haline getirildi.
Kiev ‘Batı’ tarafından çekiştiriliyorsa, Rusya da büyük askeri üslerinin bulunduğu Kırım’ı öteki tarafa
doğru çekecek bir süreci başlattı; üstelik silahların gölgesinde. İki gün önce ordu alarma geçti ve
Ukrayna sınırında askeri tatbikat yapılacağı duyuruldu. Bu, Ukrayna’nın bir kısmı için elin tetiğe
gitmeyeceği, ancak diğer kısımları için savaşın bile göze alındığı anlamına geliyor. Yazının devamını okumak için tıklayınız! Mustafa Kartoğlu: Kameraların arkasında, kabloların ucunda kimler var?
Türkiye haftalardır ‘dinleme’yi, özel hayatın gizliliğinin, kişilik haklarının ihlalini konuşuyor. Herkesin
kafasındaki soru paranoyak yapacak cinsten: ‘Takip ediliyor muyum’...
Evet takip ediliyorsunuz, ediliyoruz...
Bütün dünyada herkes bir şekilde takip ediliyor. Sokakta, alışveriş merkezinde, resmi kurumların,
şirketlerin binalarında, her yerde kameralar var. Amaç ‘güvenlik’...
Sadece fiziksel olarak mı takip ediliyoruz?
Hayır; ‘siber’ alemde de durumumuz farklı değil.
-Bilgisayar ve akıllı telefonlarla GSM ve internet hatlarına bağlı olduğumuz 7 gün 24 saat boyunca
nerede olduğumuz, kimlerle aynı yerden sinyal verdiğimiz, kimlerle konuştuğumuz, internette neler
aradığımız, nelere baktığımız, kime hangi mesajları gönderdiğimiz de takip ediliyor.
-Bankacılık sistemindeki tüm para hareketlerimiz, kullandığımız krediler, kredi kartımızla neler satın
aldığımız da mali durumumuz, mal varlığımız ve ihtiyaçlarımız/yaşam tarzımız hakkında değerli
bilgiler sunuyor.
-Resmi kurumlarda bilgisayar ortamına aktarılmış mal varlığımız, kimlik, adres ve sağlık bilgilerimiz;
adli sicilimiz kısıtlı da olsa erişime açık bir havuzda tutuluyor.
-Bütün bu bilgilerin depolandığı, dolaştığı havuz ve ağlar ‘dışarıdan erişim’e kapalı bile olsa, bir
elektronik sistem üzerinden yönetiliyor.
Peki bunlar ne anlama geliyor?
-Cep telefonu ve internet ağları üzerinden yapılan işlemler, yani ‘dolaşımda’ olanları 6 dev uluslar
arası kablo şirketinin hatlarından taşınıyor. Küçük çaplı yerel kablo hatları da buraya bağlı.
-İnternete yüklenen, yazılan, görüşülen her şeyin yüzde 90’ından fazlası google, facebook,
microsoft, yahoo, youtube üzerinden yapılıyor, buralarda depolanıyor. Örneğin aramaların yüzde
85’i google, yüzde 8’i yahoo’dan yapılıyor; maillerin hemen tamamı gmail, hotmail ve yahoo’dan
geçiyor. Kopya alınmıyor ‘diyorlar’!
-Dünyadaki tüm sitelerin IP adresleri ve DNS yapısını, merkezi Los Angeles’ta bulunan ICANN
kontrol ediyor. ‘Özerk’ bir kurum!
-GSM operatörlerinin yerel ağları uluslar arası ağlara bağlı.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! İbrahim Kiras: Cemaatin ‘distopya’sı
Distopya kötü ütopya demek. Ütopya ise hayalî ülke, malum. İlk önce filozofların ütopyaları vardı.
Platon’un “Devlet”i gibi... Sonra edebiyat alanında inşa edilmeye başlandı hayalî ülkeler. Özellikle
modern edebiyatta yazarların hayalini kurdukları toplum düzenini anlattıkları eserler sayılamayacak
kadar çok.
Bir de “distopya” diye tanımlanan ve gerçekleşmesinden korkulan -tabiri caizse- “toplumsal
kabusları” konu edinen eserler var modern edebiyatta. Bunların belki de en fazla bilineni ve en
etkileyicilerinden biri George Orwell’in “1984” romanı. Orwell bu eserinde bütün vatandaşların
günün 24 saati boyunca gelişmiş görüntüleme sistemleriyle izlendikleri, özel hayat mahremiyetleri
bulunmayan ve birer robot gibi adeta kumandayla yönetildikleri totaliter bir toplum yapısını anlatır.
Şimdi düşünün... Emniyet ve yargı kurumlarının kilit birimlerini bir şekilde ele geçirmiş bir cemaatin
takip etmek istediği herkesi takip etmesi Orwell’in kurguladığından daha az korkunç diyebilir
misiniz?
Binlerce insanın telefonlarının dinlendiği, internet iletişimlerinin takip altında tutulduğu, hatta
kimilerine de fiziki takip uygulandığı ortaya çıktı. Sadece İstanrbul’daki bir dosyadaki listede 2 bin
280 kişinin telefonlarının dinlendiği anlaşılıyor. Üstelik üç yıl boyunca devam etmiş bu hukuksuz ve
kanunsuz dinlemeler.
Korkulan o ki İstanbul’daki söz konusu dosyada yer alan 2 bin 280 kişi buzdağının sadece görünen
küçük bir kısmı olabilir. Dinleme kapasitesinin çok daha yüksek rakamlara elverdiği ve İstanbul ve
Ankara gibi büyük şehirlerin dışında Anadolu’daki bütün şehirlerde de yoğun bir dinleme ve takip
sisteminin işletildiği, neredeyse belirli konumlardaki hemen herkesin dinletildiği düşünülüyor.
17 Aralık sonrası süreçte emniyet ve yargıdaki yer değiştirmeler olmasaydı bunların hiçbirini
öğrenemeyecektik muhtemelen. Silinen dosyalar, izleri ortadan kaldırılan kanundışı işlemler
meydana çıkartılabilirse daha fazla şey öğrenebileceğiz. Ama bu kadarı bile yapılan şeyin niteliği
hakkında bir fikir edinmek için yeterli değil mi?
Korkunç bir tablo var karşımızda. Binlerce insanın özel hayatının gözetim altında tutulduğu, mahrem
bilgilerinin telefon dinlemeleri vasıtasıyla ele geçirildiği bir telekulak rejiminden söz ediyoruz.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Sibel Eraslan: ‘Bilal’
Rahmetli Tenzile Hanım Teyze, bir gün torunu Bilal Erdoğan’dan söz ederken şöyle demişti bana:
“Onun adı Necmeddin Bilal’dir, bizim Bilal dünyaya geldiğinde ortalık çok karışıktı, ihtilal
zamanlarıydı, neyin ne olacağını bilmiyorduk, Menderes’i bile asmışlar, herkes sinmiş sindirilmiş...
Tayyip de Hocasına (Erbakan Hocayı kastediyor) çok düşkündür, oğlumuza onun adını verelim anne
demişti bize...”
İsimlerin kaderle olan bağlantısından söz eder büyükler. Bilal de kardeşleri de babalarının fırtına gibi
esen mücadeleli hayatını seyrederek, kah tanık olarak kah içinde savrularak, ama sımsıkı durmayı da
öğrenerek büyüdüler. Tayyip Bey’in milletvekili seçimlerinde “tercih” meselesi hasebiyle başının
ağrıdığı günler... Seçim Kuruluna itirazlar, mahkemeler ve neticede seçimleri kazandığı ilan edildiği
halde, ardından milletvekilliği hakkının elinden alındığı günler... Kasımpaşa’daki evdeyiz, telefon
çalıyor, Emine Hanım çay servisi yaptığı için telefona ben bakıyorum; Bilal’miş arayan. “Babamı
merak etmekten dersi dinleyemiyorum” diyor. Bir punduna getirip okuldan çıkmış telefon
kulübesinden jetonla evi arıyor. Gayet iyidir, merak etme, sen derslerine sarıl gibi şeyler söyleyerek
kapatıyorum.
Bu çocuklar babalarına inanarak ve onu hep merak ederek büyüdüler. Kızlar da böyledir. Babalarını
okuduğu şiir yüzünden düştüğü hapishaneye teslim etmeye giderken, yüzlerindeki metanet hatta
ümit, onların henüz çocukken öğrendikleri bir hayat tarzıdır. Gerçi Reis Bey, içeri girerken son defa
dönüp el salladıktan sonra aile fertlerinin birbirlerine sarılıp ağlayışları da aklımda. Bu ailenin, en zor
şartlar altında bile inançla azimle durmaya devam ettiğinin yıllardır tanığıyım... “TANIK” kelimesinin altını çizerek yazıyorum bu yazıyı. Çünkü bir müddettir gerçeği imha eden bir
zorlu geçitten yürüyoruz toplum olarak. Görünüşte dini bir cemaat ile siyasi bir parti arasında
geçtiği zannedilen bu haşin çarpışmadan en çok darbe alan şey “GERÇEK”... Çünkü yapılandırılıp
üretilerek ortaya atılan şeyler, belge ve delillerin yerine geçiyor.
Bilal Erdoğan ve TÜRGEV’le ilgili duyumu, Başbakanımıza yakın gazetecilerden okudum, Pakistan
dönüşü röportajlarından. TÜRGEV bünyesindeki kız öğrencilerle ilgili bir edebiyat çalışması
esnasında duyacaktım bu şok edici girişimi. Milli istihbaratla işim olmaz, 14 yıllık köşe yazarıyım ama
kendisine dosyalarca resmi bilgi akan gazetecilerden olmadım hiç. İddia makamlarının değil,
savunmanın yanında durdum hep. Bu sayfayı takipedenler, Cemaat/AK Parti tartışmasında hep
teenni, selamet temennisi, sabır, vicdan, temkin, uhuvvet çizgisinde durduğumu biliyor, tek bir
incitici söz sarf etmediğim gibi sulhe dair çabamı defaatle ve cesaretle sürdürmeye çalıştım...
Ama bugün madem herkes bildiğine şahitlik etmek durumuna gelmiştir. Ben de Bilal Erdoğan ile ilgili
tanıklığımı kayda geçmesi için söylemeliyim... Resulullah(s) da ifk hadisesinde, ailesinin ve evinin
üzerine yıkılan haysiyet yıkımı projesinden, tanıklıklara başvurarak çıkmayı murad etmişti... “Aişe’yi
nasıl bilirsiniz”, soru buydu ve çok ağırdı. Hz.Aişe ile ilgili kitabımı yeni bitirdim. Resulullah’ı (s) mat
etmek isteyen kişilerin, onu “ev”i ve “ailesi” üzerinden sarsma girişimleri, Bedir’de veya Uhud’da
verilen savaşlardan bile daha etkili, daha ağırdı... “Nasıl bilirsiniz” en ilhamla ben de Bilal’i nasıl
bildiğimi söylemek istedim sizlere...
Bilal Erdoğan 31 yaşında, Ömer Tayyip ile henüz kırkını çıkartmakta olan Ali Tahir’in babası. Kartal
Anadolu İmam Hatip Lisesi’nden sonra, Harvard’da tamamladı yüksek tahsilini. Babasının ismi,
elbette ona dünya çapında bir referans, ama aynı zamanda kariyer seçimi konusunda aşılması güç
bir engel de. Onun gördüğü tahsil, sadece Türkiye’de değil istediği ülkede ona pek çok parlak kapıyı
açacakken, kendisiyle aynı konumdaki pek çok gençten daha geride tutmak zorunda kendisini...
Gönüllü hizmetlere, toplumsal yardımlaşma ve dayanışma işlerine adanmış bir hayatı yaşıyor Bilal.
İlim Yayma Cemiyeti’ndeki ihtiyar dedelerle, TÜRGEV’de sırtına giyecek ikinci bir atleti olmayan
gençlerin arasında geziniyor hayatı. Ben buna şahidim...
Yazının devamını okumak için tıklayınız! İbrahim Karagül: Başbakan'a suikast planı da yaptınız mı?
NSA olayını irdeleyin.
Angela Merkel'in dinlenmesi hikayesine iyi bakın.
Meksika'dan Uzak Asya'ya kadar dünya liderlerinin, şirketlerin, devlet kurumlarının, istihbarat
teşkilatlarının nasıl dilendiğine, o küresel istihbarat skandalına bir daha bakın.
'Neden Türkiye yok' diye sormuştuk. 'Yoksa Başbakan'ın ofisine konan böcekler bu operasyonun bir
parçası mı' diye sorgulamıştık. 17 Aralık sonrası ortaya çıkan tabloyu; 'NSA'nın Türkiye ayağı deşifre
oluyor' diye yorumlamıştık.
Devleti ele geçirmeye çalışan örgütün aslında cemaat görünümünde bir istihbarat ağı olduğu ortaya
çıktı. En mahrem bilgilerin dışarı servis edildiği, istihbarat bilgilerinin, ticari sırların, BaşbakanCumhurbaşkanı konuşmalarının, devletin, ülkenin, milletin bütün bilgilerinin bu örgüt tarafından
dosyalanıp yabancı kaynaklara gönderildiği ortaya çıktı.
Bir cemaatin nasıl örgüt haline dönüştüğünü, nasıl devlete ve millete meydan okur hale geldiğini,
nasıl bir casusluk ağı olabildiğini tartışırken, bu ağ üzerinde Türkiye'ye diz çöktürme planları deşifre
olurken bunun dış ayağına iyi bakın.
Proje efendileri dışarıda. Oyun kurucular dışarıda. Figüranlar, taşeronlar, tetikçiler içeride. Beni, seni,
onu hepimizi efendilerine fişlemişler. ABD istihbaratının, İsrail istihbaratının hoşuna gitmeyen kim
varsa onlara fişlemişler. İç politikadan ekonomiye, sermayeden güvenlik birimlerine ve siyasi
partilere göre herkesi, her yapıyı yeniden dizayn etmek için onlarla ortak proje uygulamışlar.
Türkiye tarihinin en büyük casusluk operasyonundan, istihbarat operasyonundan biri deşifre oluyor.
Bu operasyonun bütün ayakları, örtülü planları parça parça ortaya serilecek. Sanıyorum hepimiz,
herkes bunları öğrenme fırsatı bulacak. Öğrenince nasıl bir infial ortaya çıkacak bilmiyorum. İl il
insanlar ayağa kalkarsa, kendilerine yapılan kötülükleri öğrenirse bu işte rol alanlar nasıl bir
savunma içine girecekler bilemiyorum.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Hayrettin Karaman: Cemaat, camia ve paralel yapı
Başlıktaki terimleşmiş kelimelerin açıklanmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Kadim kaynaklarda 'cemaat (el-cemâ'ah) kelimesi iki manada kullanılır: 1. Başta namaz olmak üzere
bazı ibadetleri yapmak için bir araya gelmiş müminler topluluğu. 2. Hz. Peygamber (s.a.), ashabı ve
onların öğrencileri olan alimler topluluğunun anladıkları, bildirdikleri ve uyguladıkları İslam etrafında
birleşmiş müminler topluluğu. Bu manada cemaat 'ehlü'sünneti ve'l-cemâ'ah' terkibi içinde sünnet
ile birlikte zikredilir. Bu cemaattan ayrı düşenler sahih İslam'dan da ayrı düşmüş, doğru yoldan
sapmış sayılırlar.
Son yıllara kadar 'cemaat' denildiğinde bu iki manadan başkası anlaşılmazdı. Son yıllarda ise cemaat
deyince neredeyse belli bir dini gruptan başkası anlaşılamaz oldu. Gülen Hoca'nın etrafında
toplanmış, onu mürşid bilmiş olan bu din kardeşlerimiz -veya başkaları- onları farklı isimler ile de
andılar: 'Gülen cemaati, hizmet, camia vb.'
Yüzden fazla STK'nın 'paralel yapıya karşı Başbakanımız'ı desteklediklerini ifade' için yapılan bir
toplantıya, Ensar Vakfı adına ben de katılmış ve orada yaptığım kısa konuşmada iki noktaya parmak
basmıştım:
1. Cemâat kelimesi dini grupları ifade etmek için kullanılacaksa bunlar bir tek gruptan ibaret
olmadığı için 'cemaatler' demek daha uygun olur. Bunların her biri kendilerini ifade etmek için daha
başka isimler bulmalıdırlar. 'Câmia' kelimesini ise bütün dini hizmet gruplarını, hatta ümmeti içine
alan geniş çerçevenin adı olarak kullanmak daha uygundur. Nitekim kültürümüzde mescidler vardır,
camiler vardır. Camiler, mescidlerin cemaatlerini Cuma, Bayram gibi ibadetlerde toplayan büyük
camilere denir.
2. Hiçbir devlet, içine sızmış ve emri kanunlardan ve amirlerinden değil, devlet dışı şahıslar ve
kuruluşlardan alan bir yapıya müsamaha edemez, farkına vardığında bu yapıyı derhal tasfiye eder.
Cemaat, camia filan derken bir de 'paralel yapı' terkibi terimleşti. İlk kullanıldığı günlerde bu terkip
(isim) belli bir cemaatin adıyla birlikte zikredilmiyor, daha ziyade 'devletin içine sızmış, resmi
yetkilerini devlet için değil de bağlı bulundukları iç ve dış mihraklar için kullanan gizli oluşum'
manasında kullanılıyordu. Malum 'cemaat medyası' ısrarla bu yapıya sahip çıkıp devleti temsil eden
yetkililer ile dişe diş mücadele etmeye başlayınca -işin içinde kendileri olsun veya olmasın- yapı
onlara giydirildi. Bunun üzerine 'Bizim alakamız yok' savunması etkili olmadı; çünkü 'alakanız yok
isen niçin sahip çıkıyorsunuz' mantığı ile karşılandılar.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Ömer Lekesiz: Çelebi ile sistemin bağırsakları
Yaşanan olaylardan biraz uzaklaşmak suretiyle, kendime soruyorum: 'Şimdi olması imkansız olan
şeyler başta olabilseydi ortaya nasıl bir tablo çıkardı?'
Örneğin Çelebi, Müslümanların parasıyla kurduğu yapıların kulu olmak yerine, lideri olduğu Hizmet
örgütü'nün sistemdeki kirliliklere dair bilgilerini daha iyi bir geleceği ve daha iyi şartlarda çalışmayı
hedefleyerek iktidarla paylaşsaydı, bu sayede hem sistemin bağırsaklarında yüz yıllardır birikmiş
olan pislik temizlenmiş hem de istikrar içinde huzurla ve güvenle geleceğe yürüme ihtimali, ihtimal
katından imkan katına yükseltilmiş olmaz mıydı?
Olurdu elbette ama Çelebi Müslümanların düşmanı olan dostlarına güvenerek, iktidara karşı hadsiz,
dizginsiz düşmanlığı seçmekle, temizlenmesi mukadder olan sistem pisliğinin içine ta kippa'sına
kadar önce kendisi gömüldü.
Dine sarılarak kendini haklı göstermek istedikçe istismar batağına saplandı, yolsuzluklara vurgu
yaptıkça topladığı kayıtsız paraların derdine düştü, konuşma ehliyetine sahip kimseleri susturmak
için kaset ürettikçe mahremiyet tecavüzcüsü olduğunu belgeledi, kendi örgüt elemanlarını korumak
istedikçe bencilliğin içine yuvarlandı, ahlaktan bahsettiği yerde ahlaksızlığın, edepten bahsettiği
yerde edepsizliğin, merhametten bahsettiği yerde gaddarlığın, vefadan bahsettiği yerde
vefasızlığın, kardeşlikten bahsettiği yerde ihanetin, vatandan bahsettiği yerde İsrail işbirlikçiliğinin
dibini buldu.
Hasılı bugünkü tablo itibariyle, itibarı eksilmiş değil çukurlaşmış, yüzü devil yüzüne tebdil olmuş,
varlığı yük, sesi kabus, eylemi çirkinlik olan bir Çelebi kaldı geriye.
Böylelikle sistemin bağırsaklarındaki pisliği illete dönüştüren bir virüs olarak oraya yerleşmekle,
temizlenmesi mukadder bir toplumsal belanın adı oldu Çelebi.
Konuya bir de sistem tarafından bakarsak:
Dünyada insansız bir iş olmaz ama insanın olduğu yerde mutlak temizlik de olmaz.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Haşmet Babaoğlu: "Sömürge tipi aydın" kafasıyla yol ayrımı! Düğüm noktası şu iki soru... Türkiye demokrasisini Türkiye mi yönetecek? Bir de, eski ve fena halde cinsiyetçi bir deyimle ifade etmeme izin verin: Bizden adam olur mu? Bu soruları "aman bir arıza çıkmasın da!" mantığıyla geçiştiren cumhuriyetimiz yüzüncü yılına
yaklaşıyor.
Artık yol ayrımındayız.
Çevremizdeki dünya çok sancılı biçimde yeni baştan kuruluyor. Bütün bu patırtının, bu kaos tehdidinin nedeni ne sanıyorsunuz ? Bu topraklarda yaşayanların başka
ülkelere bakıp eziklik duygusuna kapılmasına ve paçayı kurtaran dar bir kesiminin cakasına son
verecek yeni bir süreç başlıyor diye...
Siyasetin direksiyonu ilk kez "sömürge tipi aydınlar"dan halka geçti diye... ***
Meseleyi kavramak için en doğrusu ne biliyor musunuz?
Güncel siyasi çatışmaya ve siyasetin tepe aktörlerine bakmak yerine... İnsana ve zihin kalıplarımıza bakmak. Özellikle de aydın geçinenlerin zihniyetine... Bir buçuk ay kadar oluyor sanırım...
Merkez medyanın kendini pek muhalif sanan bir ekonomi uzmanı Twitter'a şunu yazmıştı: "Sen kim
oluyorsun da, Batı kurumlarına sormadan iş yapıyorsun? Adamı pişman ederler!"
Global gerçekliğe sığınıyormuş gibi yapan bu sözler aslında ne çok şey anlatıyordu!
Hem belli bir kesimin 150 yıllık zihin kurgusunu net biçimde sergiliyordu.
Hem de şu sıralarda hükümetin hangi konuda "pişman edilmeye" çalışıldığını kökünden ortaya
koyuyordu.
Hatırlıyorum, gençliğimin bazen pek "ulusalcı" ve "antiemperyalist" ve alabildiğine "Beyaz"
çevresinde bu toplumdan "iyi bir iş" çıkacağına inanan neredeyse tek bir kişi bile yoktu. Batılı değildik ya, onlara göre baştan kaybetmiştik.
Onlara göre tek çözüm vardı: Yapmak ve "olmak" yerine ezberlemek ve taklit etmek! Bilimi Batı yapardı ama biz nasıl yaptıklarının hikâyesini ezberleyebilirdik... Sanatı Batı yapar ama biz onları taklit edebilirdik...
Bu kafayla "bağımsızlık" olmayacağını, bu yolun sadece vesayet rejimlerine çıkacağını bir türlü
öğrenemediler.
Bu yolda bazen hırpalandılar, bazen pohpohlandılar ama şu açık ki... Ne kendi halklarını tanıyabildiler, ne de dünyanın gidişatını kavrayabildiler. Yazının devamını okumak için tıklayınız! Engin Ardıç: 1283 Mustafa
Yetmişli yıllarda Oğuz Atay'a burun kıvıran hırtlar, "her mühendisin çekmecesinde yayınlanmamış bir
roman bulunur" derlerdi.
Beğenmemelerinin nedeni, Oğuz Atay'ın komünist olmamasıydı.
Şimdi Emekli Orgeneral Aytaç Yalman da "her memurun çekmecesinde bir tiyatro oyunu bulunur"
sözünü doğrular gibidir. Gel de, rahmetli Oğuz'un "Tehlikeli Oyunlar" romanının kahramanı Emekli
Albay Hüsamettin Tambay'ı hatırlama!
Yalman bir oyun yazmış: "1283 Harbiyeli Mustafa Kemal"...
Atatürk'ün tıp fakültesini ya da mühendis mektebini bitirdiğini kimse iddia etmediğine göre, niçin
"Harbiyeli" diye açıklamak gereğini duymuş, anlayamadık. Biliyorsunuz, İlker Başbuğ gibi
entellektüel paşalarımız Atatürk konusunda kitap yazmaya heves ettiklerinde daha ziyade
"deneme" türünü (essay) tercih ediyorlar. (Şunun satış rakamı açıklansa da öğrensek.) Turgut Özakman gibi "apoletsiz paşalarımız" da ilkokul düzeyine seslenen televizyon senaryolarını
ya da bunlardan uyarlanmış resimli romanları...
Oyun, anlaşılacağı gibi, Atatürk'ün okul yıllarını anlatıyor. "Mekatib-i askeriyye"de Atatürk'ün bir oyuna iskelet teşkil edecek, ana yapıyı oluşturacak, oyunu
adım adım ileri götürecek ne gibi "dramatik çatışmalar" yaşamış olabileceğini merak ettik. Dramatik
çatışma olmazsa ona oyun değil "müsamere" tabir ederler. İlkokulda oğlanların efe, kızların kelebek
kılığına girmeleri gibi.
Atatürk'ün Harbiye'de hocalarıyla ya da okul arkadaşlarıyla sorunları mı olmuş? Yoksa Hababam
Sınıfı benzeri gırgırlar mı var bu oyunda? Yok canım, amaç, Sayın Yalman'ın belirttiği gibi Atatürk'ün
"öğrenim hayatında kazandığı vicdani, ahlaki ve askeri değerleri" anlatmak.
Bundan nasıl bir oyun çıkabilir? Bol bol Harbiye güzellemesi çıkar: Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz
satvetinle... Göklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle...
Talim ve Terbiye Kurulu tarafından bütün okullara tavsiye edilecek milli, hamasi, vatani, ahlaki,
terbiyevi bir eserle karşı karşıyayız yani.
Paşalara yağ çekmek amacıyla bu gereksiz ve önemsiz haberi veren emekli memur gazetesi,
"raflarda yerini alacak" demiş. Yazının devamını okumak için tıklayınız! Mahmut Övür: Bir montaj örneği
17 Aralık'la başlayan ve TIR operasyonlarıyla süren kuşatmayı MGK'nın "ulusal güvenlik" sorunu
olarak ele alması yeni bir dönemi işaret ediyor.
Bu da bir birikimin sonucu. Biraz geriye bakınca işin ulusal güvenlik boyutunun yeni olmadığı
anlaşılır.
Alın İstanbul ve İzmir'de devam eden Askeri Casusluk ve Şantaj Davaları'nı... O davalardan birinde
yargılanan ve kendisini "çok kısa sürede cezaevine girecek bir deniz subayı" olarak tanıtan kişi,
aramalar sırasında nasıl bir yol izlendiğini şöyle anlatıyor: "Yargı ve emniyetteki paralel yapının çok yakında ortaya çıkacağına inanarak, önemli bir hususu
hatırlatmak istiyorum. Paralel yapının casusluk faaliyetleri sadece dinleme ile sınırlı değildir.
Yargı vasıtasıyla arama emirleri bahane edilerek TSK'nın en mahrem yerlerine girilmiş ve
bilgisayarlara nüfuz edilmeye çalışılmıştır."
Bunun için de aynı anda Genelkurmay Başkanlığı, Deniz Kuvvetleri ve Donanma Komutanlıkları
Harekât Şubeleri için arama emirleri çıkartılmıştır. Deniz subayı, amacın kurumsal sunuculara girmek
olduğunu belirtiyor ve ekliyor: "Ancak aramaya nezaret edenler tarafından bu husus mümkün
olduğunca engellenmiştir.
Bu bilgiler tüm diğer ülkelerin iştahını kabartabilecek niteliktedir." Askeri Casusluk ve Şantaj
davaları sadece "casusluk" meselesine değil aynı zamanda "montaj" tartışmalarına da ışık tutuyor.
Bu günlerde bazı partilerin siyasi malzeme olarak kullandığı ses kayıtlarının "montaj" olup olmadığı
konusu yoğun biçimde tartışılıyor.
Oysa başta CHP lideri Kılıçdaroğlu olmak üzer herkes biliyor ki, geriye dönüp bakıldığında bunun
sayısız örneği var. Rus ajan Vika! Onlardan biri de Askeri Casusluk Davası'nda yargılanan Albay İbrahim Sezer'le ilgili... Sezer'e
yapılanlar, montajla neler yapılacağına iyi bir örnek. Askeri casusluk ve şantaj soruşturması
kapsamında gözaltına alınan emekli Albay Sezer'in telefon konuşmalarına ilişkin dökümler ortaya
çıkınca ilginç bir şey fark edilir.
Sezer'in 14 Temmuz 2010 tarihli bir telefon konuşmasında, "Rus ajanı olduğu gerekçesiyle sınır dışı
edilen Vika" kod adlı Leyla Tanrıverdiyeva isimli kadınla konuşması da yer alır. Ancak, gerçekte
böyle bir konuşma yok. Albay Sezer, ne hedeflendiğini şöyle anlatır: "Ben bir Albayım. Benim 'Vika' adlı fuhuş çetesi ile bir bağlantım yok. Beni kasten oraya eklediler.
Benim gibi 56 Türk subayının da hayatına etki etti bu durum. Bu organizasyon ile hiçbir bağlantım
olmamasına rağmen davaya konu tutanakta 'Vika' ismini konuşmamda varmış gibi geçirterek, beni
bu soruşturmaya dahil ettiler." Yazının devamını okumak için tıklayınız! Melih Altınok: Mış gibi yapmak
Kabul ediyorum, siyaseten doğruculuğun güvenli kolları dururken tavır almak zor iş. Hele ki asgari
rasyonel zeminin yok olduğu bir ortamda, siyasete sahip çıkmak gibi bir mantığı “zorlamak” akıl karı
değil.
Baksanıza;
Sandık görünce istavroz çıkartanlar sokak eylemlerinde “Söz yetki karar iktidar halka” diye slogan
atıyor.
“Kent politikalarını halka da danışın” talebi karşısında “o halde buyurun referanduma” diyen
siyasetçiye “çoğunluğun diktatörlüğünü dayatıyorsunuz” cevabı veriliyor.
İnsanların mahremlerinde yaşayan röntgenci, “delilerinizi niçin yargıda değil sosyal medyada
sergiliyorsunuz” diye soranlara “suçluyu mu koruyorsunuz” diyor.
“Haki üniformalının darbe girişimlerine hep beraber karşı çıktık. Şimdi sırf abdestli diye apoletsiz
olanınınkine niye ses çıkartmayalım” derken, “İslamifobik” yaftasını yemeyi göze almak gerekiyor.
Dolaysıyla, ilkesel duruşun gerekliliklerini, kolektif deliliğin algısına kurban edip tavrı “sulandırmak,”
ketumlaşmak çözüm değil. Bırakın;
Solculuğu halk partililiğe eşitleyen CHP-ML’liler, siyasete, sandığa sahip çıkmayı Ak Parti yandaşlığı
olarak isimlendirsinler.
Tahayyülleri, seküler ya da dini “cemaat” liderlerinin düşleriyle sınırı olan “bağımsızlar”, evrensel
demokrasi standartlarını sahiplenip sivil siyaseti öncülemenizi “bağımlılık” olarak nitelendirsinler.
CHP basın danışmanı gazeteciler, muhalefet partilerini protokolden, seçim otobüsleri üzerinden
“takip eden” köşe yazarları, tarafsızlık ahkâmı kessin.
Çaresi;
Zamanın “ne darbe ne şeriat” söyleminin batağına yeniden girip açıkça darbenin susturucusu olarak
işlev gören yolsuzluk iddialarını vesayet tehlikesiyle eşitlemek değil.
Aman Ak Partili demesinler hassasiyetiyle, söylemelerinizi izahatlara boğmanız da… Zira bu
savunma hali de, muhafazakâr politika üretmeyi kategorik olarak suç sayan pozitivist baskının
değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramıyor.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Mehmet Ocaktan: Goebbels‘in postmodern ve paralel torunları
Bugün 28 Şubat; Türkiye tarihinin en acımasız ve ahlaksız darbesinin yıldönümü… Ve şu anda 28
Şubat davasından yargılanan içeride hiçbir tutuklu kalmadı. Binlerce insanın fişlendiği, yüzlerce kamu görevlisinin işlerini kaybettiği, sürgün edildiği, binlerce
başörtülü kızın üniversite kapılarında ikna odalarına alındığı, atılan manşetlerle insanların
hayatlarının karartıldığı, halkın oylarıyla hükümet olan iktidarın 28 Şubat zorbaları tarafından
yıkıldığı karanlık darbenin aktörleri, failleri şu anda sanki buharlaştılar ve yok oldular. Peki neden? Henüz yaraların kapanmadığı, acıların devam ettiği bu karanlık sürecin aktörleri neredeler şimdi? Hemen yakınınızdalar, gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında tıpkı 28 Şubat'ta olduğu gibi
şimdi de bir başka cuntanın kuyruğuna takılarak yeni yalanlar üretmekle meşguller… 28 Şubat'ın özellikle medya ve iş dünyası ayağını oluşturan bu aktörlerin şimdilerde paralel çeteyle
birlikte milli iradeye karşı yeni suikast girişiminde kirli bir ittifak içinde olduklarını biliyoruz artık.
Aslında bugünden geriye doğru baktığımızda aynı ekibin postmodern darbede de dolaylı olarak
ortak hareket ettiğini, darbeye giden süreci sofistike bir şekilde birlikte tahkim ve tanzim ettiklerini
görmek mümkün. Şimdi filmi biraz geriye doğru saralım ve o günlerde 28 Şubat cuntasıyla ortak çalışan medya
kurumlarının, gazetecilerin, yazarların nasıl bir psikolojik harekât yürüttüklerini gözlerimizin önüne
getirelim. Mütedeyyin insanlarla ilgili büyük yalanlar ürettiler, tehlike senaryoları yazdılar ve
toplumun kalbini adeta darbeye ısındırmak için şeytanın bile aklına gelmeyecek toplum
mühendisliği faaliyeti yürüttüler. Acıların çok derin olarak yaşandığı 28 Şubat günlerinde belki konuşmadık, hatta hiç konuşmadık
ama o günlerde, bugün paralele ölümüne destek veren Fethullah Gülen'e yakın medyanın 'Hayırlı
olsun' manşetleriyle biraz mahcup bir edayla da olsa 28 Şubat'a omuz verdiğini unutmayalım. Kuşkusuz 17 Aralık'ın en hayırlı taraflarından birisi de çok derinlerde gizliden gizliye yürüyen "28
Şubat-Paralel" ittifakını gün yüzüne çıkarmış olmasıdır. 28 Şubat'ın Goebbels'leriyle Paralel'in
Goebbels'leri şimdilerde ibret verici bir yasak ilişki yaşıyorlar. Postmodern darbenin özellikle sivil
aktörleri, bugünlerde paralelin eteğine tutunarak 28 Şubat soruşturmasından paçayı kurtarabilmek
için çok özel çalışmalar yapıyorlar. Yazının devamını okumak için tıklayınız! Emin Pazarcı: Cemaat, CHP MHP ittifakı
Daha düne kadar "cemaat" denildiğinde tüyleri diken diken olanlar, bugün farklı bir yapıya
büründüler. Bir anda geçmişi unutup bukalemun misali renk değiştirdiler… Türkiye her gün yeni bir skandalla sarsılıyor. Onlar temcit pilavı gibi aynı şeyleri tekrarlayıp
duruyorlar. Diyorlar ki: -Bunlar AK Parti döneminde büyüdü. Ardından da artık dinleye dinleye ezberlediğimiz sözleri söylüyorlar: -Başbakan ya da Hükümet neden daha önce müdahale etmedi? Niçin devlet içinde paralel bir
yapının oluşmasına göz yumdu? Sözün kısası… "Bize ne" diyorlar. Bu kadarla da kalmayıp paralel yapının peşine takılıp "hesap
görmeye" çalışıyorlar! Açıkçası, devlet içinde çöreklenmiş, hiçbir bedel ödemeden devlet gücünü kullanan, ahlaka aykırı bir
biçimde illegal faaliyetler içine giren bir yapıdan medet umuyorlar. ***
Diyelim ki haklılar. Bugün başımıza bela olan bu paralel yapı AK Parti döneminde palazlandı. Bu neyi
değiştirir? Zaten inkâr eden de yok. İlgililer, "Bizi yanılttılar" diyorlar. Yapılan bütün açıklamalarda "İyi niyetin
kötüye kullanıldığına" vurgu yapılıyor. Ayrıca, vicdanı olan herkes kabul eder ki, paralel yapı daha
düne kadar böylesine kendini göstermemişti. İllegal faaliyetler ortaya çıkmamıştı. Şapka düşüp kel
görülmemişti. Bugün ayan beyan görülüyor! İşte sıkıntı burada: Dün, böylesine bir berraklık yoktu. Paralel yapı, çok farklı bir görüntü veriyordu.
Bir hukuk devletinde üzerine gidilmesi mümkün değildi. Bugün bütün kirli çamaşırlar ortaya döküldü. Vahim bir tablo ortaya çıktı. Paralel yapının üzerine
gidiliyor. Hukuk işletiliyor. "Dün bunları niye engellemediniz" diyenler ise, bugün o yapının
avukatlığına soyunmuş durumda! Bir başka ifadeyle dün suçluluğu kanıtlanmamış insanların yok edilmesini savunanlar, bugün ortaya
çıkan suçlardan çıkar devşirmeye çalışıyor!
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Kurtuluş Tayiz: Darbecilik meşru mu?
Siyasetçileri anlamakta zorlanmıyorum; onlar, hükümetin meşruiyetini sorgulayabilirler. İşleri bu.
Bunun doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilir elbet. Muhalefet, hükümet aleyhindeki her gelişmeyi tabii
olarak fırsata dönüştürmek isteyecektir. Ancak politik aktörlerden daha ateşli bir şekilde hükümet
düşmanlığı yapan medya aktörlerini bir türlü anlayamıyorum. Siyasi görüşleriyle alıp veremediğim
yok; hükümetin gitmesini de isteyebilirler, zehir zemberek yazılar da döşeyebilirler. Ancak kara
propaganda yapmaya ve darbeye zemin hazırlamaya hakları yok. Hükümetin meşruiyetinin kalmadığını ilan eden, Başbakan'ın istifa etmesini ve hemen
yargılanmasını isteyen Hasan Cemal, Cengiz Çandar ve aynı görüşleri paylaşanlara sormak
gerekmez mi? Karanlık bir örgütün başını çektiği Başbakan'ı devirme operasyonuna katılanların meşruiyeti kaldı
mı? Derin devletin yürüttüğü psikolojik harekâta ortak olan medya aktörlerinin meşruiyeti var mı?
Hukuk kılıfına büründürülmüş bir darbe girişimine payanda olanların meşruiyetinden bahsedilebilir
mi? Bu soruların çok anlamlı olmadığını da biliyorum; zira bu çevreler, darbecilerin yerine Başbakan'ın
koluna kelepçe vuracak heyette bulunmayı isteyecek kadar hevesliler. Maalesef, gayri meşru
yollarla hükümet devirmenin her geçen gün normalleştiğini, giderek meşrulaştığını izliyoruz.
Diktatörlükten şikâyet eden medya, adeta 'darbe sevenler kulübü'ne döndü. Siyasete dışarıdan
müdahale, daha çok adını andığım yazarların katkısıyla meşru gösterilmeye çalışılıyor. Paralel çete,
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nı alenen hedef alan bir operasyon yürütürken, bu yazarlar eliyle de
operasyona meşruiyet kılıfı geçirilmeye çalışılıyor. İnternete sızdırılan ses kayıtları, bu yazarlara
verilen ara paslar gibi; onlar darbenin neden “gerekli” ve “kaçınılmaz” olduğunu halka pazarlamaya
çalışıyorlar. Hasan Cemal'in bütün yazarlık hayatı, aslında derin devletten gelen bu ara pasları gole
çevirmekle geçti. Cemal'in onlarca kitabı sırf bu kirli ayak izlerini örtmek için kaleme aldığı, bugün
daha iyi anlaşılıyor.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Ufuk Ulutaş: Fos-Modern Darbe: 28 Şubat
Bugün 28 Şubat. Dost-modern darbenin atası olan post-modern darbenin yıldönümü. Hani şu 1000
yıl devam edecek denilen sürecin kağıt üzerinde başlayışının yıldönümü. Rakamla 1000, yazıyla bin
yıl. 28 Şubat yazılıyor, "irtica" yaftasıyla İslami kesimlerin kıyımı olarak okunuyor. 17 sene geçse de 28 Şubat'ın göbeğinde yer alan kesimler için 28 Şubat hiçbir zaman
unutulmayacak. Sincan'da yürütülen tanklar, tankları tekrar yürütenler, Bollywood kıvamındaki
gösterileriyle Aczmendiler, uçan Şeyh Ali Kalkancılar, hangi kafada yaşadığını ve yaşatıldığını
bilmediğimiz Reha Muhtar'lar, Merve Kavakçı'ya karşı yüzündeki nefreti unutamayacağımız
Ecevit'ler, ikna odalarının mucitleri eski akademisyen yeni CHP vekilleri, başörtüsü yüzünden
okuldan atılanlar, İslami kimliği yüzünden başına gelmeyen kalmayanlar, eşi başörtülü olduğu için
sürülen kadın hakimler, üniversitelere atanan asker kökenli genel sekreterler, "kaosa kalkan
eller"... Tüm gözlerin çevrildiği MGK'lar, YAŞ kararları, adlarını ezberlediğimiz komutanlar, komutanların
dizinden ayrılmayan siyasetçiler, gazeteciler, çağdaş yaşamı destekleyen siviller (!). Demireller, Mesut Yılmaz'lar, Ecevitler, Cindoruklar, Vural Savaş'lar, Alemdaroğlu'lar, Kemal
Gürüzler... Bugünü anlamak için... Bunların hiçbirisi unutulmadı ve unutulmamalı. Özellikle 90'lardan itibaren doğanların şu an
yaşadıkları Türkiye'nin atlatılan ne badireler sonucu bugünlere ulaştığını anlamaları açısından
unutturulmamalı. Bugün yaşadıklarımızla 17 sene önce yaşadıklarımız arasında bağlantının
kurulabilmesi için o günler unutulmamalı. 28 Şubat demokrasiye rot balans ayarı yapmamış, demokrasiyi hurdaya çıkarmıştı. Aynen şimdi
olduğu gibi, seçilmiş hükümete içeriden ve dışarıdan operasyonlar ardı ardına gelmişti. 28 Şubat,
"Bir güneş doğuyor" ezgilerini "kara zulüm yağar gökten üstüne toprağın" ezgilerine döndürme
çabasıydı.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Bu dökümanı orjinal adreste göster
Bugün yazarların gündeminde neler var?
Download