Allah`ın kaderinden Allah`ın kaderine kaçmak!

advertisement
On5yirmi5.com
Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçmak!
İslam düşüncesinin önemli problemlerinde olan kader mevzuunu İstanbul Ünv.
İlahiyat Fak. Dr. Rıdvan Özdinç Star gazetesi Açıkgörüş’te irdeliyor.İşte o yazı...
Yayın Tarihi : 29 Haziran 2014 Pazar (oluşturma : 10/19/2017)
Soma faciası bir kez daha gösterdi ki felakete maruz kalanların büyük bir kısmı hadiseyi kader olarak
telakki ederken diğer bir taraf da bu işe kader denilemeyeceğini iddia ederek meseleyi sosyo-politik
bir kavganın malzemesi haline getirdi. Bazıları da çirkinleşip İslâm’ın iman esaslarından olan kadere,
bilerek veya bilmeyerek, dil uzattı. Aydınlanma’nın ilkelerini vahiy belleyip üç-beş istatistikten
hareketle aydınlanmanın dinle kurduğu ilişkiyi mutlak hakikat olarak görenler felaketi, musibeti her
devirde bütün insanlığın ortak problemi yani dünyada olmanın bedeli olarak görmeyenlerdir. Bu
bedeli dünyanın bir kısmının ödemiyor olmasını fazilet kabul eden zihniyetin istatistikî veriler
üzerinden inşa ettiği bir algıyı kadere küfretme aracı olarak kullanması ne kadar acıdır. Bu
tartışmalar, İslam tarih tecrübesinin yabancısı olmadığı bir durumdur.
Kader’e dil uzatmak
Modernleşme tarihi boyunca aydınlanmanın değerlerini referans alanlar ve özellikle de vulgarmateryalizmin İslam dünyasındaki temsilcileri, Avrupa’nın dinle hesaplaşmasından mütevellit bir
saplantı ile İslâm kaza ve kader anlayışının Müslümanları geri bıraktığı tezini ileri sürmüşlerdir. Bu
anlayıştan kurtulmaksızın İslâm dünyasının terakkisinin mümkün olmadığı iddiası, bütün
modernleşme tarihi boyunca gerek oryantalistlerin gerek bu minval üzere düşünen ve konuşan
batıcıların ortak kabullerinden biri olmuştur.
İslam dünyasında, olup bitenlerin kader olmadığını iddiasını dile getiren ve insanı kendi fiillerinin
yaratıcısı kabul eden düşüncenin ilk temsilcisi Kaderiyye’dir ve insanın iradesini yok sayan
Cebriye’ye muhalefet etmiştir. Olup bitenlerden insan sorumluluğunu tamamen kaldıran tek
düşünce hicrî dördüncü asırdan sonra yok olan Cebriye’dir. Cebr telakkisi tasavvuf terbiyesinin kendi
iç dinamiğinde ontolojik bir tavır olarak varlığını devam ettirmiştir. Fakat bu tavır ne itikadî ne
hukukî ne de siyasî bir karışıklığa sebep olmayan, tamamen şahsî tecrübe ve algıyla sınırlıdır.
Buna karşılık Ehl-i Sünnet içerisinde itikadî mezhep olan Eş’ariyye ve Maturidiyye kader meselesini
Allah’ın takdiri ve dilemesi üzerinden kulun sorumluluğunu merkeze alarak yapmışlardır. Bu
sorumluluk inşası Maturidilik’te daha belirgindir. Eş’arilerin kesb teorisine karşılık Maturidiler irade-i
cüz’iyyeyi benimsemişlerdir. Özellikle Osmanlı tecrübesinde de giderek Maturidî anlayış hâkim
olmuş ve modernleşme döneminde Maturidî irade anlayışı genel kabul görmüştür. Bu sebeple bu
topraklarda tasavvufun teslimiyet anlayışı ile Maturidîliğin irade-i cüz’iye telakkisinin şekillendirdiği
bir mesuliyet fikri ve hissi hâkim olmuştur.
Ehl-i Sünnet’e göre kulların fiilleri; hayrı ile, şerri ile, iyisiyle kötüsüyle tümü Allah tarafından
yaratılmıştır. Çünkü Saffat Suresi 96. Ayette: “Halbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı”
buyrulmuştur. Bu manada olup biten her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Kul bu yaratılanlardan birini
seçerek itaate veya isyana yönelir. Allah da ezelî ilmiyle olup bitecek her şeyi bilir ve kulun
seçimiyle neye yöneleceğine göre onu kul için takdir eder. Allah, fiili insan için irade eder, takdir
eder ve yaratır. Allah’ın günahlar konusunda meşiyyeti/iradesi olmadığını İslam tarihinde Mu’tezile
iddia etmiştir. İyilik ve kötülük Allah’ın kötülüğe rızasının, muhabbetinin ve emrinin olmamasıyla
ayrılır. Bu sebeple olup bitenlerin, afetlerin, felaketlerin, kötülüklerin Allah’ın dilemesinin dışında
olduğu iddia edilemez. Bu yüzden bütün olup bitenler kaderdir. Allah’ın ilmi icbar ifade etmez.
Maturîdiler kaderi; Allah’ın, iradesine mutabık takdir etmesi, kazayı da bu takdirin vakit ve
zamanında meydana gelmesi olarak görürler.
Bu kabul, insanı hayat karşısında güçlü kılar. Yaşanan felaketlerin bir trajediye dönüşmesinin önüne
geçer. Bu inanca sahip insan, fiilleri gerçek failine yönelttiği zaman diğer güç odaklarından ve
bunların doğurduğu vehimlerden kurtulmuş olur. Bu da insanı özgürleştirir. Hâdiselerin diğer
sebepleriyle mücadele azmi güçlenir. İnsan kendi gücünün çok üstünde işlere kalkışabilir çünkü her
şey Allah’ın elindedir ve Allah dilerse bunu değiştirebilir. Mu’tezile’nin ve modern düşüncenin iddia
ettiği gibi insan evrende tehlikelerle tek başına kalmış bir varlık değildir. Mu’tezilî anlayışın neticesi
olan ‘ben üzerime düşeni yaparım gerisini bilmem’ çaresizliğinin ve umursamazlığının üstünde bir
güç ve azim verir. Bu inanç sahipleri tarih boyunca üstün çaba gerektiren birçok şeyi başarmışlardır.
Özellikle gazâ ve cihad kültürü bu inancın verdiği bir imanla meydana gelmiştir.
Olup bitenleri Allah’a nispet etmek insanın psikolojisi için de son derece önemlidir. Buna göre yapıp
ettiklerini kendinden bilen bir insanın yeryüzünde bulunuş gayesini unutacağı ve kendini küçük bir
tanrı gibi algılayacağı ortadadır. Bu da insanın hem diğer insanlara hem tabiata karşı zalimleşmesine
sebep olacaktır.
Kader inancı insanın kapitalist ve seküler bir mizaca bürünmesinin önündeki en büyük engeldir.
Çünkü kader inancının yakın ilişkide olduğu sabır, kanaat, tevekkül gibi kavramlar aynı zamanda
ahlâkî olgunluğu getiren besleyen/sağlayan bir terbiyeyi ifade eder. Bu ahlâkla donanmış bir fert
başkası için yaşamayı öğrenir.
Allah’ın yaratıcılığını ve kudretini teyit etmek için olup biten her şey “kader”dir dedik. Peki kader
demek sorumluluktan kaçmak mı demektir? Evvela kader demek kontrolün Allah’ta olduğu bir düzen
demektir. Kaza demek de meydana gelen şeylerden sonra insanın olup biteni anlama ve
anlamlandırmasıyla alakalıdır. Hiçbir şekilde kader olup bitenlerin sorumluluğundan kaçma imkânını
insanlara vermez.
Her şey kader midir?
Modernleşme tarihi boyunca da sık kullanılan bir örnek, tedbir-sorumluluk-kader-tevekkül ilişkisini
bir arada görme imkanı verir. Halife Hz. Ömer, orduları teftiş için Şam’a giderken şehirde veba/taun
hastalığı olduğunu öğrenir. O bölgeye girip girmeme konusunda istişare eden Hz. Ömer çıkan
ihtilafa rağmen Medine’ye dönmeye karar verir. Kararını açıklayınca Ordu komutanı Ebu Ubeyde elCerrah: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” deyince: “Keşke bunu senden başkası söyleseydi yâ
Ebâ Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” diyerek Ebu Ubeyde’yi kınar.
Cevabın devamında da, “Şayet senin develerin olsa, iki yamacı olan bir vadiye götürsen, o
yamaçlardan biri otlak, diğeri kıraç olsa devlerini otlak yerde de gütsen kıraç yerde de gütsen yine
Allah’ın kaderi ile gütmüş olmaz mısın?” der.
Buna göre kader, teslimiyet, rıza ve tevekkül kavramlarını Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer gibi iki faklı
zaviyeden anlamak mümkündür. “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun” sorusuna Hz. Ömer’in “Keşke
bunu senden başkası söyleseydi” diyerek cevaplandırması Ebu Ubeyde’nin kişiliği ve ilmiyle alakalı
değil Ebu Ubeyde’nin siyasî ve idarî pozisyonuyla ilgilidir. Ordu komutanı olarak yapmayı düşündüğü
tasarrufun yanlışlığına ve yönetici konumunda bulunan birisinin meselelere yaklaşım biçimine
verilmiş bir tepki ile karşı karşıyayız. Hz. Ömer, insanlar ve hayatları üzerinde tasarruf sahibi biri
olarak Ebu Ubeyde’nin tercihini ayıplamış ve kader meselesini telakki biçimini eleştirirken hadis-i
şerifteki “hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden mesulsünüz” buyruğuna telmihen mesuliyeti
hatırlatmıştır.
Müslüman’ın kendi hayatında ve şahsî tasarruflarında teslimiyet içinde olmasında bir mahzur
yoktur. Bunun kader olarak telakki edilebilecek tarafları vardır. Diğer taraftan dinî, içtimâî, idarî ve
siyasî sorumluluk sahibi olanların ve tasarruflarından başkalarının doğrudan etkilendiği kimselerin
kaderi bir ‘teslimiyet’ değil aksine ‘tedbir’ olarak anlamaları elzemdir. Edebî-tasavvufî eserlerde ve
tasavvufî hayatın/seyr-i sülûkun belirli aşamalarında görülen tedbir karşıtlığı Allah’la kul arasındaki
‘güven/iman’ ilişkisine yönelik duygusal bir halet-i rûhiyedir ve asla siyasî ve içtimaî bir karaktere
sahip değildir.
Nitekim sorumluluk mevkiindeki kimseler, çoban remzinde ifadesini bulan mesuliyet duygusuyla
siyasî ve idarî tedbirlere başvurmaktan geri durmamışlardır. İslam toplumlarında hiçbir zaman bu
fikir etrafında oluşmuş bir başıbozukluk - hukuksuzluk cereyan etmemiş ve toplum organizasyonu
tedbir fikrinin harekete geçirdiği bir zeminde şekillenmiştir. Şahsî tasarruflarda teslimiyete imkân
tanıyan bu kavrama biçimi, umumu ilgilendiren ve başkalarının bahis mevzuu olduğu durumlarda
mesuliyeti merkeze almaktadır.
Nihaî olarak tedbir yerine ferdi merkeze alan bir anlayışa geçip geçmeme konusunda yaşadığı
tereddüt Türk-Osmanlı zihniyetinin son yüzyılına damgasını vurmuş ve vurmaya devam edecek gibi
görünmektedir.
Bu dökümanı orjinal adreste göster
Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçmak!
Download