Aşk`ın En Konuşulmaz Halleri Zülfü Livaleli`nin kitaplarını hep çok

advertisement
Aşk’ın En Konuşulmaz Halleri Zülfü Livaleli’nin kitaplarını hep çok sevmişimdir. Yazarın Mutluluk, Serenad ve son olarak Kardeşimin Hikayesi beni uzun sure etkileyen kitaplarından. Bir kitap, bu kadar sürükleyici olabilirdi sanırım. Sanki televizyon karşısındaki yaşlı teyzeler gibi kahramanlara seslendim; gitme o eve gazeteci kızım, ay ne kadar garip bir hastalık bu hiçbir şey hissetmiyor, Svetlana değil tutuklamayın şu kızı… Fakat sizin de tahmininiz üzerine hiç işe yaramadı uğraşlarım. Ben de sustum ve daha çok okudum. Benim televizyon başındaki teyzeler gibi olmamın yanı sıra kitaptaki kahramanlarda en az benim kadar içten ve halkın her kesimindendi. Bize çok tandık olan olayları, hisleri, kavramları o kadar güzel anlatış ki Zülfü Livaneli, bambaşka bir tat aldım bu kitaptan. Kitaptaki umutsuz aşk ve bu aşkın derinliği öyle bir noktaya gitmiş ki, hepimizin konuşmaya çekindiği şeyler bir nevi dile getirilmiş. O dizeler şunlardı: “Ne olduğunu Mehmet de pek anlamamış. Olga’yla yalnız kalınca… işte tahmin ettiğin gibi olmuş. Sarılmalar, öpüşmeler falan ama sonra iş ciddileşince, yani nasıl desem… o aşamaya gelince, kız paniklemiş, çorpınmaya başlamış, Rusça bir şeyler söylüyormuş, aralıksız konuşup duruyormuş. Yataktan kalkmış, yerdeki halıya kapanıp ağlamaya başlamış, kriz geçiriyor gibiymiş.” Kitapta bunun sebebinin sonradan kızın akıl sağlığındaki sıkıntıdan kaynaklandığını ve Mehmet’Ie beraber olarak daha fazla sıkıntıya sokmamak için korkmuş olduğu anlaşılıyor ama bu dizeler bana tamamen farklı bir şeyi hatırlattı bizim kültürümüzdeki. Hiç dile getiremediğimiz aşkın konuşulmayan yüzünü. Cinsel beraberlik o kadar konuşulmayan bir kavram ki ülkemizde, herkes var olduğunu biliyor ama cahil bu konu hakkında. Yurt dışında okullarda gençler cinsellik hakkında bilinçlendiriliyor. Aileler bunu konuşulabilecek bir konu olarak görüyor. Büyükler küçüklerin en ufak rahatlıklarını yargılıyor kendi eski kültürlerine bakarak. Aslında onların açık görüşlü olması lazım çünkü bu rahatlama kültürlerimizin evrenselleşmesinden kaynaklanıyor. Gençler böyle bir yakınlaşma içine girdiklerinde; aileleri tarafından reddedilmekten, bir daha onlara düzgün olarak bakılmamasından, bunun onlara zarar vermesinden korkuyorlar. Özellikle kızlar bu konuda daha çok pimpirikleniyor. Çünkü biz ata erkil bir toplumuz. Erkeklerin sözleri ve düşüncüleri daha önemli. Onlar her şeyi yapmakta özgür ve ne yaparlarsa haklılar ama kızlar daha fazla sorumluluğu taşımak zorunda. Ki buna sorumluluk diyor olmak bile kültürümüzden kaynaklanıyor, bu kültürü yaratan ve yaşatan biz de olsak bu her normun doğru olduğu anlamına gelmiyor.O yüzden kızlarımız bir cinsel beraberlik sırasında ya da sonrasında tüm bunlarla yüzleşmek zorunda olduğu için kitapta da olduğu gibi isterik bir tavırla ağlayıp, kaçabiliyor. Onların ağlamasında bir sıkıntı gördüğüm için değil ama ağlamayı zayıflık olarak gören Türk erkeğinin karşısında bir bayanın bu duruma düşmesi beni rahatsız ediyor. Zaten ata erkil olan toplumumuzda bayanın olduğundan daha zayıf görünmesi için onların eline bir fırsat daha verilmiş oluyor. Bu kitapta bu ezilmişliğin tamamen karşıt duruşunu gösteren Ludmilla vardı ama. Sert çehresi, iş hayatında ki başarısı ve tamamen kendi başına bir birey olmaya çalışması, Olga’nın tersine onun dimdik duruşu beni çok etkiledi. Ama sanırım bizim doğamızda var. Zayıf olana karşı acıma duygusunu, üzülmeyi ve yardımcı olmayı istemeyi aşk sanıyoruz. Biz duygularımızı yanlış isimlendiriyoruz. Ve sonra o insanla o kadar çok zaman geçiriyoruz ki, bu beraberlik bir bağlılığa dönüşüyor. Biz bu duyguyu da aşk diye isimlendiriyoruz bir de. Halbu ki aşk o kadar kolay mı bulunuyor, o kadar kolay mı yaşanıyor? 
Download