sayfa 40 - Ayrıntı Dergisi

advertisement
KÜRESELLEŞME OLGUSU GİDEN SÜREÇ:
VE AVRUPA BİRLİĞİ
Doç. Dr. Kamil GÜNGÖR
Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Maliye Bölümü Öğretim Üyesi ([email protected])
ÖZET: Doç. Dr. Kamil Güngör: “Osmanlı
Devleti’nde batılılaşma hareketlerinin Lale devrinde
başladığı söylenebilir (18. yüzyılın başı). Türkiye, 1949
yılında kurulan Avrupa Konseyi ve 1961’de kurulan
OECD’ye kuruldukları yıl, 1949 yılında kurulan
NATO’ya da 1952 yılında katılmıştır.
Avrupa Birliği’ni oluşturan temel değerler kalıcı
barışın sağlanması, birlik, eşitlik, özgürlük, güvenlik ve
dayanışmadır. Farklı nitelikleri yanında Avrupa Birliği
aslında küreselleşmenin en somut örneklerinden birisidir.
Aynıymış gibi gözükse de esasen Avrupa Birliği üyesi
ülkelerin birbirlerinden çok farklı kültür ve yaşam
biçimleri söz konusudur.
Batılılaşma bu kültüre (batı kültürüne) girmek için
bu kültürden olmayan toplumların çabalarını ifade eder.
Bu da beraberinde kültürel yabancılaşmayı getirir.
Bilindiği gibi kültür; bilgiyi, sanatı, ahlakı, hukuku, örf ve
adetleri kapsadığı gibi insanın toplumun bir üyesi olması
dolayısıyla kazandığı diğer bütün kabiliyet ve
alışkanlıkları da içine alan bir bütündür. Bu yüzden
değişen kültür ile birlikte alışkanlıklar, zevkler ve düşünce
sistemleri de değişir.
ANAHTAR KELİMELER: Kamil Güngör, NATO,
Avrupa Birliği, küreselleşme.
ABSTRACT: Assoc. Prof. Kamil Güngör reports ‘It
may be assumed that the westernization acts of Ottoman
Empire started at the Tulip Era (the beginning of 18th
century). Turkey has been a member of European
Council which was founded in 1949, OECD which was
found in 1961, and has become the member of NATO
which was founded in 1949 since 1952.
The core values of EU are sustainable peace, unity,
freedom, equality, security and cooperation Besides the
other characteristics, actually EU is the one of the
embodiment of globalization. Though they seem same, in
the reality EU countries have diverse cultures and life
styles.
Westernization means the attempts of the societies
which are out of this culture to acquire western culture.
This brings the cultural assimilation alongside. It is
known that culture is a whole which includes knowledge,
arts, ethics, laws, tradition and customs, and all other
abilities and habits that are acquired as a member of a
society. Thus the altered culture also changes the habits,
favors, and thought system.’
KEYWORDS: Kamil Güngör, NATO, European
Union, globalization.
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 40
Türklerin Avrupa ile ilişkisi Osmanlı
Devletinin kuruluşuna hatta Selçuklular döneminde Haçlı seferlerine kadar dayanır. Bu
dönemdeki ilişki daha çok savaş, kimi zaman
ittifak ve ticaret şeklinde ve genellikle
Türklerin lehine olmuştur. Uzun zaman bu
şekilde devam eden ilişkiler, Yeni Dünya’nın
keşfi ve buna bağlı gelişmeler ile Aydınlanma
Çağını takip eden süreçte yeni bilimsel
keşiflerin hayata geçirilmesi, Osmanlı
Devleti’nde yeterince takip edilememiş,
içeride de meydana gelen çeşitli rahatsızlıkları
nedeniyle oluşan bir dizi gelişmeler, Osmanlı
Devletinin önce duraklamasına, 1699
(Karlofça Anlaşması) itibariyle de Avrupa
karşısında üstünlüğünü yitirmesine neden
olmuştur. Bu tarihten sonra Cumhuriyetin
kuruluşuna kadar geçen süre zarfında
Osmanlı Devleti neredeyse sürekli güç
kaybetmiş ve nihayet Birinci Dünya Savaşı
sonunda fiilen ve 1923’te Cumhuriyetin
ilanıyla birlikte hukuken varlığı sona ermiştir.
Osmanlı
Devleti’nde
batılılaşma
hareketlerinin Lale devrinde başladığı söylenebilir (18. yüzyılın başı). Ancak bu tarihi
İstanbul’un Fethine kadar (1453) götürenler
de yok değildir. Fakat somut adımlar 1839
yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı'yla
atılmıştır. 1856’daki Islahat Fermanı ile perçinlenen batılılaşma hareketleri, bu dönemde
daha çok azınlıklara yönelik bazı hakların
verilmesinden ibaretti. Fakat bu düzenlemeler
içte Jön Türkler, dışta da dönemin büyük
devletlerinin baskıları sonucu yapılıyordu. Bu
baskılar Osmanlı Devleti’nin borçlarını
ödeyemez hale gelmesi neticesinde kurulan
Duyun-i Umumiye İdaresi ile (1881) daha da
arttı ve Osmanlı Devleti bu dönemden sonra
adeta yarı sömürge bir devlet haline dönüştü.
Şüphesiz 19. Yüzyılda yapılan düzenlemeler öncekilerden çok farklıydı. Bu dönemde
hayata geçirilen Tanzimat Fermanı, Islahat
Fermanı, Batı ülkelerine, özellikle Fransa’ya
eğitim için gönderilen öğrenciler ve tabii ki en
önemlisi Teşkilat-ı Esasi Kanununun kabulü,
Osmanlı devletinin geleneksel yapısını terk
ettiği ve batılılaşmaya hukuki ve idari anlamda
da uyum sağlama gayreti içerisinde
olduğunun somut göstergeleridir. Fakat ne
yazık ki bu düzenlemeler Osmanlı devletinin
giderek güç kaybetmesinin ve küçülmesinin,
takip eden dönemde tarihteki yerini
almasının önüne geçememiştir.
1923’te yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise, yüzünü tamamen Batı’ya dönmüş,
medeniyet projesini Avrupa değerlerine
dayalı olarak inşa etmeyi tercih etmiştir. Bu
kapsamda pek çok devrim yapılmış; çok partili
hayata geçinceye kadar, devrimin de getirdiği
cesaret ve II. Dünya Savaşı’nın olağanüstü
şartları altında Cumhuriyetin kurumları büyük
oranda şekillendirilmiştir. Bu dönemde
batılılaşma devlet politikası haline gelmiş ve
genç Cumhuriyet Batı'nın bütün kurumları
içerisinde yer almak istemiştir. Hatta bunu
sağlamak için zaman zaman karşılıksız
fedakârlıklardan kaçınmamıştır (Kore Savaşına
asker göndermek gibi) Bu amaca (batılılaşma
amacına) yönelik olarak İsviçre’den Medeni
Kanunu,
İtalya’dan
Ceza
Kanununu,
Almanya’dan da Ticaret Kanununu alınarak
somut adımlar atmaya devam edilmiştir.
1946’daki tartışmalı seçimden sonra
1950’de yapılan serbest seçimle birlikte
iktidara gelen Demokrat Parti halka daha
yakın ve Batı'ya karşı daha temkinli bir politika
izlemesine rağmen, DP yönetimi de
batılılaşma hareketinden vazgeçmemiş ve
hatta gümrük birliğini başlatacak ilk adımlar
da bu parti döneminde atılmıştır. İşte Avrupa
Birliği'ne tam üye olma çabaları da bu tercihin
(batılılaşma tercihinin) bir sonucudur.
Türkiye, 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi ve 1961’de kurulan
OECD’ye kuruldukları yıl, 1949 yılında kurulan NATO’ya da 1952 yılında
katılmıştır. 1957 yılında kurulan ve Avrupa’nın Roma İmparatorluğu’ndan
sonra ilk defa bu kadar güçlü bir şekilde oluşturduğu bugünkü adıyla
Avrupa Birliği içerisinde yer almak üzere ise, 1959 yılında başvurusunu
yapmıştır. Kimi zaman Türkiye’nin kimi zaman da Avrupa Birliği ülkelerinin
yükümlülüklerini yerine getirmemesi sonucu bu ilişki uzun yıllar devam
etmiş, kurumsal anlamda ancak 1996 yılında gümrük birliğine üye olarak
somut bir adım atılabilmiştir.
İlk yıllarda daha kolay olan giriş süreci özellikle 1990’lı yıllarda Doğu
Blok’u ülkelerinin rejim değişikliğine uğraması ile birlikte Türkiye için şartlar
daha da zorlaşmış, bu dönemde Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasi
olumsuzluklar ise ülkemizin Avrupa Birliği’ne alınmaması için Avrupa Birliği
ülkeleri nezdinde “haklı” gerekçeleri oluşturmuştur.
2001’de yaşanan ve dış kaynaklı olmayan “Türkiye’nin (en büyük) krizi”
olağanüstü bazı önlemlerin alınmasının gerekçesini oluşturmuş, sonraki
süreçte yapılan seçimle siyasi istikrarın da sağlanması, Türkiye’deki ekonomik gelişmeyi hızlandırmış, yapılan ve yapılması planlanan reformlar Avrupa
Birliği’ne girişin son aşaması olan müzakerelerin başlaması için tarih
alınmasına yardımcı olmuş ve 2005’ten itibaren ise müzakereler fiilen
başlamıştır.
Avrupa Birliği, nisbeten küçük ama etkisi sadece Batı Avrupa devletleriyle sınırlı kalmayan, zamanla egemenliklerinden ve hatta ulusal kimliklerinden kendi aralarında bir birlik oluşturabilmek amacıyla feragat eden ve batı
kültürünün en önemli temsilcisi olan bir kurumdur. 28 üyeli Avrupa Birliği
4.324.782 kilometrekarelik yüzölçümüyle ABD’nin yaklaşık yarısı kadar bir
yüzölçümüne sahiptir. Yaklaşık 510 milyon aşan nüfusu ile 320 milyona
yaklaşan ABD’den daha kalabalıktır. Birliğin 24 adet resmi dili vardır.
ABD dahil dünyanın en büyük ekonomik gücüdür. 17.03 trilyon dolar
GSYİH’si olan kurum, 2013 yılında krizi tam olarak aşamamış olmasına
rağmen az da olsa (% 0.1) büyümeyi başarmıştır. Kişi başına 2013 yılında
otalama 34.500 dolar geliri olan Birlik'te tarım kesiminin oranı % 1.8, sanayi
% 25.2 ve hizmetler sektörü % 72.8 paya sahiptir. Yine aynı dönemdeki
işsizlik oranı % 10.5 ile nisbeten yüksek iken, % 1.5 gibi düşük bir ortalama
enflasyonla sahiptir. 2.2 trilyon dolar civarındaki ihracatı ile Çin'den sonra
ikinci sırada yer alan Birlik 2.3 trilyon doları aşan ithalatı ile yine dünyada
birinci sıradadır. Dış borç açısından da benzer durum söz konusudur ve 2012
sonu itibariyle 15.95 trilyon dolarlık borcuyla yine birinci sıradadır.
Avrupa Birliği’ni oluşturan temel değerler kalıcı barışın sağlanması,
birlik, eşitlik, özgürlük, güvenlik ve dayanışmadır. Avrupa Birliği’nin amaçları
özgürlük ve demokrasi ilkelerini korumak ve tüm üyeler tarafından insan
haklarına saygı ve temel haklar ile birlikte hukukun üstünlüğü kuralının
uygulanmasını sağlamaktır. Avrupa Birliği, dünyada benzeri olmayan
kurumsal bir sistemdir.
Fiilen Almanya önderliğinde, fakat bu kez bütün Demokratik
Avrupa'nın birliğini amaçlayan bölgede, bölge dışı devletlerin (özellikle ABD
ve daha önce SSCB ve bugün ise Rusya Federasyonu'nun) etkilerini
azaltmak ekonomik bir dev olmanın yanında siyasi bir güç olmayı, dünya
konjonktürünü daha fazla etkilemeyi hedefleyen Birlik, kayda değer adımlar
atmıştır. Rusya Federasyonu her ne kadar bir Avrupa ülkesi ise de, tarihi
misyonu AB içerisinde yer almasını engellemektedir. Rusya’nın Avrupa
Birliğine girme gibi bir politikası da yoktur.
Küreselleşme son yüzyılda sıklıkla konuşulan “modern dünyanın
imkan ve kabiliyetlerinden” maksimum düzeyde yararlanabilmeyi ifade
eden bir kavramdır. Hemen hemen hayatın bütün alanlarını ilgilendiren ve
“aklın” keşfettiği imkânları öne çıkarak kavram, aslında güçlü olanın şartlarını
dayatan, farklı yaşam algılama ve kültür tarzlarını ortadan kaldıran, insanları
zevk ve üzüntülerinde bile “tekdüzeleştiren”, güçlü olanın gücüne güç katan
ve zayıfı yok eden bir yapısının olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek
gerekir. Bu yüzden küreselleşme kimi çevrelerce ağır eleştirilere maruz
kalmakta, güçlü olan aktörlerin yine küresel ve geleceğe dönük hedeflerine
hizmet eden bir argüman olması nedeniyle karşı çıkılmaktadır.
Pek çok yönü olan küreselleşmenin şüphesiz ki en önemli taraflarından
birisi ekonomik küreselleşmedir. Nitekim ortak çıkarlar çerçevesinde ülkeler
dünya çapında işbirliğine gitmekte, bu çerçevede kurulan çeşitli siyasi
kurumlar yanında Dünya Ticaret Örgütü, Birleşmiş Milletler’in çeşitli ekonomik nitelikli kurumları, IMF, Dünya Bankası gibi küresel çaplı örgütler
yanında APEC, NAFTA, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi bölgesel ekonomik
kuruluşlar ve elbette Avrupa Birliği gibi kurumlar küreselleşmenin ekonomik yönünü temsil eder.
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 41
Burada Avrupa Birliği’ni diğer kurumlardan ayrı değerlendirmek gerekmektedir. Zira Avrupa Birliği, uluslar üstü (international değil, supranational)
niteliği ile diğerlerinden ayrılmaktadır. Avrupa Birliği sadece bu niteliğiyle
değil, tarihsel arka planı, nihai siyasi hedefi, askeri nitelikli çalışmaları,
başarısı kanıtlanmış kurumsal yapısıyla da şüphesiz diğer kurumlardan
ayrılmaktadır. Elbette Avrupa Birliği’ni küreselleşmenin dışında tutamayız.
Her ne kadar esasen Avrupa’da tekrar bir savaşın önüne geçmek asıl gayesi
ile kurulmuş olsa da, bu durum Avrupa Birliği’ni küreselleşmenin dışına
çıkarmaz. Zira Avrupa Birliği bir taraftan ekonomik kurumları uyumlaştırmak
suretiyle “tekdüzeleştirirken” diğer taraftan 35 adet ana başlık altında
birleştirdiği politikalarını da yine aynı gayeye dönük olarak “uyumlu hale
getirme” yönünde süreklilik arz eden bir çalışma içerisindedir.
Farklı nitelikleri yanında Avrupa Birliği aslında küreselleşmenin en
somut örneklerinden birisidir. Aynıymış gibi gözükse de esasen Avrupa
Birliği üyesi ülkelerin birbirlerinden çok farklı kültür ve yaşam biçimleri söz
konusudur. Zaten asırlardır yaşanmış olan Avrupa’nın iç savaşlarının nedenlerinden birisi de budur. En ortak yanları olan Hıristiyanlık bile geçmişte
büyük çatışmaların (elbette zaman zaman bir araya gelmenin haçlı seferleri
ve Avrupa Birliği gibi) sebebi olmaktan kurtulamamıştır. Hıristiyanlığın bir
din olarak yönetimler üzerindeki etkisini yitirdiği dönemlerde çatışmaların
nedenleri farklılaşsa da, açıkça ifade edilmemiş olmasına karşın, Avrupa
Birliği’nin kuruluşunda bu ortak kültürün etki etmediğini ileri sürmek
gerçekçi olmaz. Avrupa Birliği içerisinde yer alan ve halkının çoğunluğu
Müslüman olan ve Hıristiyan kültüründen gelmeyen Türkiye’nin üyelik
başvurusu kimi çevrelerce Avrupa ortak kültürüne dahil olmadığı gerekçesiyle, kimi zaman da daha açık olarak ve Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan kulübü
olduğu iddialarıyla karşı çıkılmaktadır. Her ne kadar Avrupa Birliği yetkilileri
bunu derhal yalanlasa ve Avrupa Birliği’nin kurucu anlaşması ve fiilen
Anayasası durumundaki Roma Anlaşması (Lizbon (Reform) Antlaşması ile
adı “Avrupa Birliği’nin İşleyişine Dair Antlaşma” (ABİDA) olarak değiştirilmiştir
) içerisinde doğrudan böyle bir atıf olmasa da Avrupa Birliği’nin kuruluş
felsefesi içerisinde Hıristiyanlığın hiçbir etkisinin bulunmadığını ileri sürmek
tarihi misyonuyla da bağdaşmaz.
Küreselleşme olgusu esasen II. Dünya Savaşı’ndan sonra hız
kazanmıştır. Çeşitli aşamalardan geçtikten sonra 1990’lı yıllarda Doğu
Bloku’nun çökmesiyle birlikte neredeyse tekelleşmiştir. Bu süreçten sonra
siyaseten demokrasi ve ekonomik olarak da kapitalizm yine neredeyse
rakipsiz kalmıştır. Zira somut olarak ve SSCB’de temsil edilen sosyalizm
ortadan kalkmış, kapitalizmin ve demokrasinin önünde bir rakip
kalmamıştır. Aynı dönemde Avrupa Birliği de ciddi güç kazanmış, siyaseten
demokrasiye geçen Doğu Bloğu ülkelerin birçoğu, zaman içerisinde Avrupa
Birliği içerisinde kendisine yer bulabilmiştir.
Birlikte düşünüldüğünde dünyanın en büyük ekonomik gücü olan
Avrupa Birliği, ortak politikalarla kendi içerisinde önemli ölçüde uyum
sağlamış ve politikalarını tekdüze hale getirmiştir. Küreselleşmenin
tekdüzeleştirme politikası yerel ya da bölgesel uygulamaları ortadan
kaldırmakta, dominant kültürün kabulleri evrenselleşmektedir. Günümüzde
bu evrensel kültür ekonomide kapitalizm, siyasette demokrasidir.
Halihazırda alternatifsiz gözüken bu iki ilke de Avrupa Birliği’nin Maastricht
ve Kopenhag kriterlerinde somutlaştırdığı politikalarının temelini teşkil
etmektedir. Siyaseten demokrasi ile yönetilmeyen ülkeler dikta rejimi olarak
tanımlanmakta ve kimi zaman bu durum “batılı güçlerin” demokrasiyi
getirmek adına dolaylı hatta doğrudan müdahalelerine meşru zemin teşkil
etmektedir.
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 42
Tarihsel süreç içerisinde insanlık bir taraftan ulus devlet modeline
geçip yerel kültürlerini yaşatma gayreti içerisinde olurken, diğer taraftan
ortak politik ve ekonomik kararları hayata geçirerek tekdüzeleşmektedir. Bu
durum küreselleşmenin bir paradoksudur. Her ne kadar Avrupa Birliği’nin
mottosu “farklılık içerisinde birlik” ise de aslında insanları "uyumlaştırma
politikalarıyla" tekdüzeleştirmektedir. İngiltere gibi bazı ülkeler de duruma
karşı çıkmaktadır.
Öncelikle sosyolojik bir kavram olan batılılaşmanın ne anlama
geldiğini bilmekte fayda var. Bu terim isminden de anlaşıldığı gibi batı
dünyası ile ilgilidir. Batı Dünyası, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinden
(ABD, Kanada) oluşur. Batı belli bir yönü ifade etmekten ziyade belli bir
yaşam algısını
(batı kültürünü) temsil etmektedir. Batı kültürü esas olarak
Hıristiyanlığın etkisi altındadır. Zaten gerek Batı Avrupa ve gerekse Kuzey
Amerika’da var olan hakim din Hıristiyanlıktır. Ancak Yakınçağ ve Yeniçağ'da
gerçekleştirilen reform ve rönesans hareketleri ve bunların neticesinde
ortaya çıkan sanayii devrimi dinden ziyade aklı ve ferdiyetçiliği ön plana
çıkartmıştır. Kısaca batılılaşma bu kültüre (batı kültürüne) girmek için bu
kültürden olmayan toplumların çabalarını ifade eder. Bu da beraberinde
kültürel yabancılaşmayı getirir. Bilindiği gibi kültür; bilgiyi, sanatı, ahlakı,
hukuku, örf ve adetleri kapsadığı gibi insanın toplumun bir üyesi olması
dolayısıyla kazandığı diğer bütün kabiliyet ve alışkanlıkları da içine alan bir
bütündür. Bu yüzden değişen kültür ile birlikte alışkanlıklar, zevkler ve
düşünce sistemleri de değişir.
Kültürel değişme maddi (teknolojik) olabileceği gibi soyut da olabilir.
Ancak kültür daha çok soyut değişme ile ilgilidir. Fakat maddi değişme
beraberinde bazı alışkanlık ve değişik yaşam tarzlarını da getirir. Dolayısıyla
kültür üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; gerek Osmanlı Devleti ve gerekse
T.C. kültürün maddi boyutundan çok soyut boyutuyla ilgilenmişlerdir. Tersi
durumun (kültürün maddi boyutunun) daha baskın olduğu, Japonya’da ise
durumun ne olduğu hepimizin malumudur. Elbette ki gelişmeyi etkileyen
pek çok sebep vardır. Ancak kültürün hangi boyutu ile ilgilenildiği de önemlidir.
Download