tanrı`nın kutsallığı

advertisement
TANRI’NIN
KUTSALLIĞI
RC SPROUL
www.hristiyan.gen.tr
Bu kitap hristiyan.gen.tr online
kütüphanesinden indirilmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM
KUTSAL KASE
Neşeyle donanmış yiğit bir şövalye,
Gün ışığında ve gölgede,
Tek başına ata binmiş şarkı söylüyor
El Dorado’yu bulma gayesiyle
EDGAR ALLAN POE
Odayı terk etmeye zorlandım. Derinden gelen, yadsıyamayacağım bir çağrı,
uykumu böldü. Kutsal olan bir şey bana seslenmişti. Kulağımın duyduğu tek ses
masanın üzerinde duran saatin ritmik tik-taklarıydı. Gerçek dışı ve belirsiz bir
durumdaydım, sanki odanın içerisinde değil de bir su kütlesinin derinliklerindeydim.
Uykunun, uyanıklık ve baygınlık arasındaki çizgisinin belirsizleştiği yerin kenarında
duruyordum. Tehlikeli bir şekilde uçurumun kenarında bekleyen biri gibi, dış
dünyaya ait seslerin zorla insan beynine girmeye devam ettiği ve yerini geceye
bırakan zamana takılı kalmıştım. Uykuluydum fakat uyumuyordum. Uyanıktım fakat
atik değildim. İçimden gelen ve “Kalk. Odadan çık” diyen çağrılara karşı hala daha
savunmasızdım.
Çağrı, daha da güçlü, önemli ve kulak asılması mecbur bir hale geldi.
Uykumun bölünmesi, beni hemen harekete geçirdi ve bacaklarımı yatağın yanından
yere atmamı sağladı. Bir anda uykum kaçtı ve vücudum kararlı bir şekilde harekete
geçti. Birkaç saniye içerisinde giyindim ve üniversitenin yatakhanesinden ayrılıp yola
koyuldum. Saate baktım ve zamanı beynime işledim. Gece yarısına on dakika vardı.
O gece hava soğuktu. Sabahki kar, kalın kabuklu bir örtüye dönüşüyordu.
Kampüsün merkezine doğru ilerlerken ayağımın altında kıtır kıtır ezilen karı
hissediyordum. Su olukları, kampüs binalarının üzerinde, suyun aşağı doğru sızarken
havada donup kalmasıyla dev buz sarkıkları ve uzun sivri dişlere benzeyen buzdan
bıçaklar oluşturmuştu. Ay, bu binaların üzerinde hayaletli bir tabut örtüsü gibi
duruyordu. Hiçbir insan mimarisi, olukların bu halini, doğanın tasarladığı gibi
tasarlayamazdı.
Old Main Tower‟ın üstündeki saatin çarkları dönmeye başladı ve saatin
kolları, dikey doğrultuda buluşup kucaklaştılar. Saatin çanları çalmaya başlamadan
yarım saniye önce, saatin kasvetli iniltisini duydum. Dört değişik notayla saatin tam
on iki olduğu işaret edildi. Saatin bu dört adet vuruşunu, aralıksız bir şekilde gür bir
sesle çınlayan on iki adet vuruş izledi. Her zaman yaptığım gibi, saatin gösterdiği
zamanda bir yanlışlık olup olmadığını kontrol etmek için, çanın kaç defa çalındığını
saydım. Gerçi saat hiç yanlışlık yapmazdı. Saat Kulesinden, çanın tam olarak on iki
defa çalınması, kızgın bir hakimin, tokmağını metale vurmasına benziyordu.
Kilise, Old Main Tower‟ın gölgesinde kalmıştı. Kilisenin kapısı ağır meşe
ağacından yapılmış bir Gotik mimarisiydi. Kapıyı iterek açtım ve kilisenin dış
koridoruna girdim. Kapı, kilise avlusunun duvarlarında yankılanan bir sesle
arkamdan kapandı.
Yankı beni ürküttü. Yankının sesi, her gün bu kilisedeki toplantılara gelen
öğrencilerin, oturacakları yerlere ilerlerken çıkardıkları seslerle birleşen, kapının
açılış ve kapanış sesinden farklıydı. Şimdi ise, kapının çıkardığı ses gecenin
boşluğunda yankılanıyordu.
Gözlerimi karanlığa alıştırmak için birkaç saniye kilisenin dış koridorunda
bekledim. Ayın soluk parıltısı, sessizce kilisenin boyalı pencere camlarından içeriye
sızıyordu. Kilisenin sıralarını ve de rahibe ait yere doğru uzanan koridoru kaba taslak
görebiliyordum. Boşluğun, tavanda asılı duran kemerlerle vurgulanan görkemini
hissediyordum. Ruhumu yukarı çekecekmiş gibi duruyorlardı. Sanki, beni yukarı
kaldırmak için aşağı uzanan dev bir eli andıran bir yükseklikti.
Rahibe ait yerin basamaklarına doğru yavaşça ve ağırbaşlılıkla ilerledim.
Ayakkabılarımın taş yer üzerinde çıkardığı ses, Arnavut kaldırımlı sokaklarda çivili
botlarıyla ilerleyen Alman askerlerinin dehşet dolu görüntüsüne benziyordu. Halıyla
kaplı olan, rahibe ait yere varana kadar attığım her adım koridorun sonunda
yankılanıyordu.
Orada dizlerimin üzerine çöktüm. Gideceğim yere varmıştım. Uykumu bölen
çağrıların kaynağıyla tanışmaya hazırdım.
Dua konumuna geçmiştim fakat söyleyecek bir şey bulamıyordum. Kutsal
Tanrı‟nın, varlığıyla beni doldurması için sessiz bir şekilde dizlerimin üstünde
duruyordum. Yüreğim her şeyi açıklarcasına göğsümde atıyordu. Buz gibi bir
soğukluk, göğsümün ortasından başlayıp boynuma doğru ilerledi. Korku vücudumu
sarıyordu. Beni yakalayan, başıma kötü bir şey gelecek hissinden kurtulma
düşüncesiyle boğuşuyordum.
Dehşet anı geçmişti fakat hemen ardından başka bir dalgalanma oldu.
Değişik bir tür dalgalanmaydı. Sıkıntılı ruhum, anında rahatlık ve huzur getiren, sözle
anlatılmaz bir esenlikle dolup taşıyordu. Anında rahatlamıştım. Oradan ayrılmak
istemiyordum. Söylenecek ve yapacak bir şey yoktu. Adeta, Tanrı‟nın huzurunda
güneşleniyordum.
Yaşam değiştiren bir andı. Ruhumun derinliklerine, ilk ve son kereliğine bir
şey yerleştirilmişti. O andan itibaren geriye dönüş olamazdı. Bu yerleşen şeyin
gücünün kalıcı izi, asla çıkamazdı. Tanrı ile baş başaydım. Kutsal Tanrı ile. Müthiş bir
Tanrı ile. Beni bir saniyede dehşet ile, ardından esenlik ile dolduran Tanrı ile. O bir
saat içerisinde Kutsal Kase‟den içtiğimi anlamıştım. Asla bu dünyada tam olarak
giderilemeyecek yeni bir susuzluk doğmuştu içimde. Karanlık Gotik Katedrallerinde
yaşamış olan ve beni tatlı uykumdan uyandırmak için yatakhanedeki odama giren
Tanrı‟yı izlemeye ve hakkında daha çok şey öğrenmeye karar verdim.
Bir üniversite öğrencisini, gecenin geç saatlerinde Tanrı‟nın varlığını aramaya
iten şey ne olabilir? O öğlen sınıfta, beni kiliseye yönelten bir şey oldu. Yeni bir
Hıristiyan‟dım. Hıristiyan olmam ani ve heyecanlı oldu, benim için bir Şam Yolu
gibiydi. Yaşamım alt üst olmuştu ve Mesih‟in tatlılığına karşı bir istekle dolmuştum.
Yeni bir aşk ile yanıp tutuşuyordum. Kutsal Yazıları çalışma aşkı. Dua etmeyi
öğrenme aşkı. Kişiliğime saldıran günahları zapt etme aşkı. Lütufla büyüme aşkı.
Yaşamımı Mesih uğruna değerli kılmak için her şeyi göze almıştım. Ruhum şarkı
söylüyordu, “Rab Hıristiyan olmak istiyorum.”
Fakat, Hıristiyan yaşamımın başlarında eksik olan bir şeyler vardı. Büyük bir
hevesim vardı, fakat beni tek boyutlu birisi yapan bir çeşit basitlik, yüzeysellik göze
çarpıyordu. Bir anlamda üçlü birliğe inanmıyordum. Üçlü birlikten sadece ikinci
kişiliği ele alıp tek bir kişiliğe inanıyordum. İsa‟nın kim olduğunu biliyordum fakat
Baba Tanrı, benim için gizeme bürünmüştü. Baba Tanrı, saklanmıştı, düşüncelerim
için bir bilmece, ruhum içinse bir yabancıydı. Kara bir peçe O‟nun yüzünü
kapatıyordu.
Felsefe dersim bunu değiştirdi.
Beni az ilgilendiren bir dersti. Arkamdan gelen bu sıkıcı gereksinimi zorlukla
bekliyordum. Branş olarak Kutsal Kitap‟ı seçmiştim ve dolayısıyla felsefe dersinde
ileri sürülen soyut kuramları işlemek bir zaman kaybıydı. Filozofların Sebep ve Şüphe
üzerindeki kavgalarını dinlemek boş geliyordu. Ruhumu besleyecek ve düşüncelerimi
hareketlendirecek bir şey yoktu. Sadece beni üşümeye terk eden, ağır, zor ve akla
hitap eden yap-boz parçaları vardı. Ta ki o kış gününün öğlenine kadar.
O günkü dersin konusu, bir Hıristiyan filozofu olan Aurelius Augustine idi.
Tarih dersinde, bu kişinin Roma Katolik Kilisesi tarafından azizliğe atandığı
anlatılmıştı. Herkes ondan Aziz Augustine olarak bahsediyordu. Profesör,
Augustine‟nin dünyanın yaratılışına dair görüşlerini anlatıyordu.
Kutsal Kitap‟taki yaratılış öyküsüne aşinaydım. Eski Antlaşma‟nın şu sözlerle
başladığını biliyordum, “Başlangıçta Tanrı, göğü ve yeri yarattı.” Ama daha önce
yaratılışın nasıl meydana geldiği üzerinde derinden düşünmemiştim. Augustine, bu
muhteşem gizeme parmak basıyor ve şu soruyu yöneltiyordu, “Bu nasıl oldu?”
“Başlangıçta...”
Sanki, bir peri masalının başlangıcı gibi, “Bir varmış, bir yokmuş”. Zamanın
başlangıcını, “bir varmış, bir yokmuş” gibi anladığımız sürece başlangıçta zamanın
olmaması, bizim için bir sorun olmuştur. Başlangıçları, tarihin bir döneminin
ortasında bir yerdeki başlangıç noktaları olarak düşünüyoruz. Kül kedisinin bir
annesi ve anneannesi vardı. Kül kedisinin “bir varmış bir yokmuş” ile başlayan
hikayesi mutlak bir başlangıçla başlamıyor. Kül kedisinden önce krallar, kraliçeler,
taşlar, ağaçlar, atlar, yabani tavşanlar, nergisler, ...vb. vardı.
Yaratılış‟ın 1. bölümünün başlangıcından önce ne vardı? Adem‟in ne babası,
ne de dedesi vardı. Okuyabileceği bir tarih kitabı yoktu çünkü tarih de yoktu.
Yaratılıştan önce ne krallar, ne taşlar ne de ağaçlar vardı. Tabi ki de Tanrı hariç hiçbir
şey yoktu.
Felsefe dersinde başıma ağrıların girdiği nokta budur. Dünyadan önce hiçbir
şey yoktu. Fakat dünyada, “hiçbir şey” nedir? Daha önce hiçbir şey üzerinde
düşündünüz mü? Onu nerede bulabiliriz? Açıkçası hiçbir yerde. Neden? Çünkü, o
hiçbir şeydir ve hiçbir şey, varolan bir şey değildir. Hiçbir şey, var olmaz çünkü var
olsaydı o zaman hiçbir şey değil, bir şey olurdu. Sizde de benimki gibi bir baş ağrısı
başladı mı? Bir saniyeliğine hiçbir şey üzerinde düşünün. Delilik! “Onun” hakkında
düşünün diyemiyorum çünkü hiçbir şey, “o” olmaz. Sadece, “hiçbir şeyin, bir şey
olmadığını” söyleyebilirim.
O zaman, hiçbir şey üzerinde nasıl düşünebiliriz? Düşünemeyiz. Tamamen
imkansız. Hiçbir şey üzerinde düşünmeye çalışırsak, daima bir şey düşünüyor olmuş
oluruz. Ne zaman hiçbir şey üzerinde düşünmeye başlasam, büyük bir “boş” havayı
düşünmeye başlıyorum. Ancak hava da bir şeydir. Bir ağırlığı ve cismi vardır.
Arabanın tekerine bir çivinin saplanmasıyla neler olacağını biliyorum.
Bir keresinde Jonathan Edwards, hiçbir şey için, uyuyan kayaların hayalini
kurdukları şey demişti. Bu açıklama pek yardımcı olmuyor. Benim oğlum, daha iyi bir
“hiçbir şey” tanımı sunmuştu. Oğlum ortaokulda iken, okuldan eve geldiğinde ona
şunu soruyordum, “Oğlum, bugün okulda ne yaptın?” Oğlumun verdiği cevap hep
aynıydı, “Hiçbir şey.”. “Hiçbir şey” için yapabileceğim en iyi açıklama “oğlumun her
gün ortaokuldayken yaptığı şeydir.”
Yaratıcılık anlayışımız, boya, balçık, nota vb. şeylerin biçimlenip
şekillenmesiyle alakalıdır. Deneyimlerimize bakarsak, boya olmadan boya yapan bir
boyacının, sözcükler olmadan yazı yazan bir yazarın ve notalar olmadan beste yapan
bir bestecinin olmayacağını görürüz. Sanatçılar bir şey ile başlamak zorundadır.
Sanatçının yaptığı şey, nesneleri şekillendirmek, biçimlendirmek veya yeniden
düzenlemektir. Ancak sanatçı hiçbir şey ile asla çalışmaz.
Aziz Augustine, Tanrı‟nın dünyayı yoktan yarattığını öğretiyordu. Yaratılış,
bir sihirbazın şapkadan tavşan çıkarması gibi bir şeydi. Ancak Tanrı‟nın bir tavşanı
hatta bir şapkası dahi yoktu.
Kapı komşum usta bir marangozdur. Usta olduğu alanlardan birisi de,
profesyonel sihirbazlar için dolap yapmaktır. Beni bir kere çalıştığı yere götürdü ve
sihirbazların kutu ve dolaplarının nasıl yapıldığını gösterdi. İşin sırrı aynaları akıllıca
kullanmakta yatıyor. Sihirbaz, sahnede size boş bir kutu veya şapka gösterdiğinde,
gördüğünüz şey yarım bir kutu veya şapkadır. Elinize örnek bir “boş” şapka
aldığınızda, tam ortasında bir ayna yerleştirilmiş olduğunu görürsünüz. Ayna, tam bir
yansıtma etkisiyle birlikte şapkanın boş kısmını yansıtır. Göz yanılması, şapkanın her
iki kısmını da görmemizi sağlayan bir görsel etki yaratır. Aslında şapkanın sadece
yarısını görürüz. Diğer yarısı, kar beyaz bir güvercini ya da semiz bir tavşanı
saklamak için ayrılan, geniş bir odadır. Aslında çok fazla sihir yok değil mi?
Tanrı dünyayı aynalarla yaratmadı. Böyle yapması için bile, başlangıçta yarım
bir dünyaya ve diğer yarısını saklamak için de dev bir aynaya ihtiyacı olurdu.
Yaratılış, aynalar da dahil olmak üzere var oluşun içine giren her şeyi içeriyor. Tanrı
dünyayı bir hiçten yarattı. Hiçbir şey yokken, birden, Tanrı‟nın buyruğu ile evren
meydana geldi.
Yine soralım, Tanrı bunu nasıl yaptı? Kutsal Kitap‟ın bu konuda bahsettiği
tek şey Tanrı‟nın evreni yarattığıdır. Augustine bunun için süslü bir kelime
kullanıyordu. Bu olayı “ilahi zorunluluk” veya “ilahi emir” olarak adlandırıyordu.
Hepimiz zorunluluğun ne demek olduğunu biliyoruz. Özetle bir buyruktur. Aynı
şekilde “emir” de öyle. Emir kelimesi sözlükte, bir şeyi yaratan isteğin eylemi veya
buyruğu olarak tanımlanıyor.
Şu anda bu kitabı, IBM yapımı bir bilgisayar üzerinde yazıyorum. Parçaları
oldukça karmaşık olan inanılmaz bir makine parçası. Makine belirli komutları yerine
getirmek için tasarlanmıştır. Klavye ile yazarken bir hata yaparsam, bir silgi aramama
gerek yok. Hatamı düzeltmek için sadece bir komut veriyorum ve bilgisayar hatamı
düzeltiyor. Bilgisayar emirle çalışır. Fakat, emir verebileceğim komutlar sınırlıdır.
Bilgisayara daha önceden programlanmış olan emirler işlem görür. Sadece
bilgisayara “Lütfen ben dışarıda golf oynarken, benim için bu kitabı yazar mısın?”
diyebilmeyi çok isterdim. Benim makinem bunu yapamaz. En güçlü emir kipiyle
bilgisayar ekranına “Bu itabı yaz!” diye bağırabilirim ancak makine bunu yerine
getirmemekte ısrar edecektir.
Tanrı‟nın emirleri böyle sınırlı değildir. İlahi buyruğunun gerçek gücüyle her
şeyi yaratabilir. Yoktan bir şey, ölümden yaşam var edilebilir. Bunların tümünü Kendi
sesiyle yapabilir.
Evrende ağızdan çıkan ilk ses Tanrı‟nın buyruğunun sesiydi, “Olsun!”
Evrendeki ilk ses budur demek yanlış olur çünkü ses yaratılmadan önce sesin içinde
bulunacağı bir evren de yoktu. Tanrı, boşluğa haykırdı. Muhtemelen, boş karanlığa
yöneltilen ilk haykırıştı.
Buyruk, Tanrı‟nın ses dalgalarını boşluğun derinliklerine taşımak için kendi
moleküllerini yarattı. Ancak, ses dalgaları yavaş yol alırdı. Bu nedenle emrin hızı, ışık
hızını geçti. Sözcükler Yaratıcı‟nın ağzından çıkar çıkmaz, bir şeyler olmaya başladı.
O‟nun sesi yankılandığında, sözle anlatılmaz parlaklıkta olan ve meleklerin şarkısıyla
hareket eden yıldızlar belirdi. İlahi enerjinin gücü, etkili bir sanatçının paletinden
fırlayan bir renk cümbüşü gibi gökyüzü üzerinde sıçrıyordu. Kuyruklu Yıldızlar, havai
fişekler gibi parlayan kuyruklarıyla gökyüzünde çapraz hatlar çizerek hareket
ediyorlardı.
Yaratılış eylemi tarihteki ilk olaydı. Aynı zamanda en göz kamaştırıcısıydı da.
Yüce Mimar, mavi zeminine baktı ve dünyanın sınırlarının belirlenmesi için
buyruklar verdi. O konuştu ve denizler kapılar ardına kapatıldı, bulutlar su buharıyla
doldu. Pleiades‟i (bir takım yıldızı) bağladı ve Orion‟un kuşağını bağladı. Tekrar
konuştu ve dünya filizlenmiş meyve ağaçlarıyla dolmaya başladı. Çiçekler, bahar
zamanındaki gibi açmaya başladı. Erik ağaçlarının lavanta rengi, açelyanın ve küpeli
çiçeğin parıltısıyla dans ediyordu.
Tanrı bir kez daha konuştu, sular yaşayan varlıklarla kaynamaya başladı.
Büyük deniz yaratığı, dalgaların üzerinde gezinmek için kuyruğuyla suyun yüzünü
döverken salyangoz da gölge tonundaki gri rengiyle sinsice hareket ediyordu. Tanrı
tekrar konuştu ve aslanın kükremesi, kuzunun melemesi işitildi. Dört ayaklı
hayvanlar, sekiz bacaklı örümcekler ve kanatlı böcekler belirdi.
Ve Tanrı “Bu iyi oldu” dedi.
Sonra Tanrı dünyaya doğru eğildi ve bir parça toprağa özenerek biçim verdi.
Nazikçe onu kendi dudaklarına doğru kaldırdı ve ona nefes verdi. Toprak parçası
hareket etmeye başladı. Düşünmeye başladı. Hissetmeye başladı. Tapınmaya başladı.
Toprak parçası canlıydı ve Yaratıcısı‟nın görüntüsünde şekillendirilmişti.
Lazar‟ın ölümden dirilişini düşünün. İsa onu nasıl diriltti? Lazar‟ın çürüyen
cesedinin yattığı mezara girmedi. Lazar‟ı suni teneffüsle diriltmek zorunda değildi.
Mezarın dışından ağlayarak yüksek sesle, “Lazar, dışarı gel!” dedi. Kan, Lazar‟ın
damarlarında dolaşmaya başladı ve Lazar‟ın beyin dalgaları çalışmaya başladı.
Yaşama dönen Lazar, mezarından dışarıya çıktı. İşte bu, emirle yaratılıştır, ilahi
zorunluluğun gücüdür.
Bazı çağdaş kuramcılar, dünyanın bir hiç aracılığıyla yaratıldığına
inanıyorlar. Dünyanın yoktan yaratıldığı söylemi ile bir hiç aracılığıyla yaratıldığı
arasındaki farkı görün. Bu çağdaş görüşe göre, bir tavşan, şapka, veya sihirbaz yokken
tavşan ortaya çıkabiliyor. Bu çağdaş görüş, Kutsal Kitap‟ın görüşüne göre daha çok
doğaüstü. Hiçbir şeyin bir şey yarattığını söylüyor. Daha da ötesi, hiçbir şeyin her şeyi
yarattığını savunuyor. Aslında oldukça cüretkar bir görüş!
Tabi ki de artık, bu bilim çağında, evrenin bir hiç aracılığıyla yaratıldığını
iddia eden ciddi kişiler yok, değil mi? Hayır, var. Emin olun, bu kişiler, benim
yaptığım gibi düşüncelerini sessiz söylemezler. Muhtemelen, onların görüşlerini bu
şekilde ifade ettiğim için bana kızgındırlar. Kuşkusuz, onların bu pişkin durumlarını,
değişik bir karikatürle anlattığım için beni protesto ederler. Tamam. Doğru. Onlar,
evren hiçbir şey aracılığıyla yaratıldı demiyorlar. Evrenin bir şans aracılığıyla
yaratıldığını söylüyorlar.
Ancak şans hiçbir şeydir. Bir ağırlığı, ölçüsü, gücü yoktur. Şans, sadece
matematiksel olasılıkları tanımlamakta kullandığımız bir terimdir. Hiçbir şey
yapamaz. Hiçbir şey yapamaz çünkü kendisi hiçbir şeydir. Evrenin bir şans
aracılığıyla yaratıldığını söylemek, evrenin yoktan geldiğini söylemek demektir.
Bu ussal bir deliliktir. Evrenin bir şans aracılığıyla yaratılmış olma olasılığı
nedir?
Aziz Augustine, dünyanın bir şans eseri yaratılmış olamayacağını anlamıştı.
Bu işin yapılması için, güçlü –yaratma gücü olan- bir kişiye veya nesneye gereksinim
olduğunu biliyordu. Hiçbir şeyin yoktan var olmayacağını biliyordu. Bir kişinin veya
bir şeyin, bir şekilde bir yerlerde var olma gücüne sahip olması gerektiğini anlamıştı.
Eğer öyle olmasaydı hiç bir şey var olamazdı.
Kutsal Kitap, “Başlangıçta Tanrı, ...” diyor. Taptığımız Tanrı, her zaman var
olan Tanrı‟dır. Tek başına varlıkların hepsini yaratabilir çünkü Kendisinde var oluş
gücü vardır. O bir hiç değildir. O bir şans değildir. O, kusursuz bir Var oluş, tamamen
Kendisi aracılığıyla var olma gücüne sahip kişidir. Kendi başına sonsuzluktur. Tek
başına ölüm üzerinde gücü vardır. Tek başına, emri aracılığıyla, buyruğunun gücü
aracılığıyla dünyaları yaratabilir. Bu tür bir güç karşısında saygı ve hayranlık duyulur.
Bu güç, saygıyı ve yürekten tapınmayı hak eder.
Gece yarısı beni kiliseye sürükleyen şey, Augustine‟nin şu sözleriydi, “Tanrı,
tamamen Kendi sesinin gücüyle dünyayı, yoktan yarattı”.
Yüreği değişmiş olmanın ne anlama geldiğini biliyorum. Yeniden doğmanın
ne demek olduğunu biliyorum. Aynı zamanda, Kişinin sadece bir defa yeniden
doğabileceğini anlıyorum. Kutsal Ruh, ruhlarımızı Mesih‟te yeni yaşama dirilttikten
sonra, çalışmasını durdurmaz. Üzerimizde çalışmaya, bizi değiştirmeye devam eder.
Sınıfta geçirdiğim o an, dünyanın yaratılışı üzerinde düşündüğüm an, sanki
ikinci defa yeniden doğmuştum. Yüreğim, sadece Oğul Tanrı‟ya değil de, Baba
Tanrı‟ya da dönüyor gibiydi. Birden, içime Baba Tanrı‟yı bilme arzusu doğdu. O‟nu
Kendi görkeminde, Kendi gücünde, Kendi yüce kutsallığında bilmek istedim.
Baba Tanrı‟ya “iman edişim”, yanında zorlukları da getirmiyor değildi. Tüm
evreni yoktan var eden bir Tanrı düşüncesi beni derinden etkilemişti ve üzerinde
yaşadığımız dünyanın keder dolu bir yeri olması beni kaygılandırıyordu. Kötülük
tarafından delik deşik edilmiş ve bozulmuş bir dünya. Ardından kafama takılan bir
diğer soru, iyi ve kutsal bir Tanrı‟nın nasıl böyle karışıklık içinde bir dünya
yaratabilmiş olmasıydı. Eski Antlaşma‟yı çalışırken, Tanrı‟nın çocukların ve
kadınların canına kıyılmalarını emrettiği, Uzza‟nın, Antlaşma Sandığına
dokunmasıyla aniden öldüğü ve buna benzer bir şekilde Tanrı‟nın kişiliğinin acımasız
yönünü gösteren diğer bölümlerini okudukça canım sıkılıyordu. Böyle bir Tanrı‟yı
nasıl sevebilirdim ki?
Kutsal Kitap‟ta gördüğüm merkezi fikir, tek görüş, Tanrı‟nın kutsal olduğu
idi. Bu söz bana yabancıydı. Ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Bu soruyu,
azimli ve ısrarcı bir araştırma sorunu yaptım. Bugün bile hala, Tanrı‟nın kutsallığı
sorusuyla uğraşıyorum. Bu sorunun, bir Hıristiyanın hayatı boyunca mücadele
edeceği en önemli düşüncelerden biri olduğuna inanıyorum. Bu sorun, Tanrı ve
Hıristiyanlık anlayışının tamamen temelini oluşturmaktadır.
Kutsallık düşüncesi, Kutsal Kitap öğretişi için o kadar merkezdir ki, Tanrı için
“O‟nun adı Kutsal dır” deniyor. O‟nun adı kutsaldır çünkü, O kutsaldır. Tanrı, her
zaman kutsal bir saygıyla karşılanmıyor. O‟nun adı, bu dünyanın kiri ile ayaklar
altında eziliyor. Bir lanet sözüymüş gibi işlem görüyor, iğrençliklere sahne oluyor.
Tanrı‟ya yeteri kadar saygı göstermeyen dünya, sanki Tanrı‟nın adına saygı
gösteriyormuş gibi görünüyor. Hürmet yok. Saygı yok. O‟nun önünde korkmak bile
yok.
Eğer bir grup Hıristiyan‟a, kilisenin neye öncelik tanıdığını sorsaydım,
eminim çok geniş çapta yanıtlar alırdım. Bazıları “müjdecilik” der, bazıları “toplumsal
hareket”, bazıları da “ruhsal büyütme” diyebilir. Fakat şimdiye değin, İsa‟nın tanıdığı
önceliklerden bahseden bir kişi görmedim.
Rab‟bin duasının ilk ricası nedir? İsa “Bunun için siz şöyle dua edin:
„Göklerdeki Babamız, ...‟” dedi. Dua‟nın ilk satırı bir rica değil, şahsi bir hitap
biçimidir. Dua şöyle devam ediyor: “... adın kutsal kılınsın. Egemenliğin gelsin ...”
Genellikle, bu hitap sözünden sonra gelen “adın kutsal kılınsın” sözlerini “ „kutsal
kılınmış‟ senin adındır” gibi algılıyoruz. Eğer böyle algılarsak sözcükler, açık bir
şekilde Tanrı‟ya hamt olurlar. Ancak İsa‟nın söylediği bu değil. İsa bu sözcükleri bir
rica, ilk rica olarak söylemiştir. Tanrı‟nın adı kutsal kılınsın diye, Tanrı kutsal olarak
saygı görsün diye dua etmeliyiz.
Duada da bir tür sıra vardır. Tanrı‟nın adının kutsal kılınmadığı yere
Tanrı‟nın Egemenliği asla gelmeyecektir. Eğer burada O‟nun adına saygısızlık
ediliyorsa, gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de O‟nun isteği olmaz. Gökyüzünde
Tanrı‟nın adı kutsaldır. Tanrı‟nın adının kutsallığı, melekler tarafından kutsal bir
sükunetle beyan edilir. Gökyüzü, Tanrı‟ya duyulan tüm saygının toplandığı yerdir.
Tanrı‟ya saygı duyulmayan yerde Tanrı‟nın Egemenliği‟ni aramak aptallıktır.
Baba Tanrı‟nın kişiliğini ve niteliklerini nasıl anladığımız, yaşamımızı her
yönden etkiler. Yaşamımızın “dini” diye adlandırdığımız yönlerinden daha ötesini
etkiler. Eğer Tanrı, tüm evrenin Yaratıcısı ise, tüm evrenin Rabbi‟dir de. Dünyada
O‟nun Rabliğinin sınırları dışında kalan bir yer yoktur. Bu da, benim yaşamımda da
Tanrı‟nın Rabliğinin sınırları dışında kalan bir bölümün olmadığı anlamına geliyor.
O‟nun Kutsal Kişiliği, ekonomi, siyaset, spor, edebiyat, kısacası ilişkide
bulunduğumuz her şeyde söz sahibidir.
Tanrı‟dan kaçamayız. O‟ndan saklanabileceğimiz bir yer yok. Tanrı yaşamlarımızın
her yönünü yalın bir şekilde değil, görkemli kutsallığı içinde derinden etkiler. Bu
yüzden kutsalın anlamını araştırmalıyız. Kutsallıktan kaçmak için kutsallığı
araştırmaya kalkışmayız. Kutsallık olmadan ne tapınma, ne ruhsal büyüme, ne de
itaat olur. Kutsallık, Hıristiyanlar olarak bizlerin hedefini tanımlar. Tanrı da bunu
bildirmişti, “Kutsal olun, çünkü ben Kutsalım.”
Bu hedefe varmak için kutsallığın ne olduğunu anlamalıyız.
İKİNCİ BÖLÜM
KUTSAL, KUTSAL, KUTSAL
Üç kez daire çiz onun etrafında
Ve kapat gözlerini kutsal bir korkuyla.
Besleyecek seni balla
İç sen de Cennetin sütünü orada
SAMUEL TAYLOR COLORIDGE
Eski Antlaşma‟daki İsrail‟in peygamberleri yalnız kişilerdi. Peygamber, acı dolu bir
görev için Tanrı tarafından seçilmiş, yalçın bir bireydi. Peygamberler, seçilmişlerin savcısı
olarak, gökyüzünün ve yeryüzünün Yüce Yargıcının ricalarını, yargı kürsüsüne karşı günah
işlemiş olanlara bildiren, atanmış bir konuşmacı olarak hizmet ederdi.
Peygamber, üzerinde bilginler tartışsın diye kendi görüşlerini yazan dünyasal bir
filozof değildi. Halka sunmak için oyunlar yazan bir tiyatro yazarı da değildi. Kainatın
Kralının habercisi ve ulağıydı. Bildirileri, “Rab şöyle diyor” diye başlıyordu.
Peygamberlerin hayatlarını okumak, şehitlerin tarihini okumak gibidir.
Peygamberlerin tarihleri, II. Dünya savaşındaki Üçüncü Bölgeden gelen ölü ve yaralı raporu
gibi geliyor. Bir peygamberin hayat beklentisi, deniz subayının çarpışmadaki beklentisi
gibiydi.
İsa‟nın insanlar tarafından hor görüp reddedildiği ve acıyla tanışıp elemler adamı
olduğu söylendiğinde, İsa‟nın uzun bir süre, Tanrı tarafından eleme terk edilen bir insan rolü
üstlendiği açıkça görülüyor. Peygamberin laneti yalnız olmaktı, evi ise çoğu zaman bir
mağara idi. Çöl, onun Tanrı‟yla geleneksel buluşma yeriydi. Çıplaklık, çoğu zaman onun
giysisi, boyun bağının tahta deposuydu. Şarkıları gözyaşları ile besteleniyordu.
Bu tür peygamberlerden birisi de Amots oğlu Yeşaya idi.
Eski Antlaşma‟daki kahramanlar zırhında, Yeşaya kurtarıcı bir yıldız gibi göze
çarpıyor. O, peygamberlerin peygamberi, önderlerin önderiydi. Ona “büyük peygamber”
deniliyor çünkü onun adını taşıyan geniş çapta yazılı belge var.
Bir peygamber olarak Yeşaya, sıra dışı birisiydi. Birçok peygamber kötü bir
başlangıca sahiptir. Örneğin köylü, çoban, çiftçi. Yeşaya soylu bir aileden geliyordu. O günün
kraliyet sarayına girebilen, saygıdeğer bir devlet adamıydı. Prens ve krallarla arkadaşlık
ediyordu. Tanrı Yeşaya‟yı, Yahuda‟nın bazı krallarına, Uzziya, Yotam, Ahaz ve Hizkiya‟ya
konuşması için kullandı.
İsrail‟in bir peygamberini diğer insanlardan ayıran şey, çağrılışından ötürü
bulunduğu kutsal kehanetlerdi. Çağrısı bir insandan gelmiyordu. Çağrısını kendi işine
uygulayamazdı. Peygamberin, doğrudan doğruya Tanrı tarafından seçilmesi ve ayrılması
gerekiyordu. Peygamberin çağrısı da kesindi, reddedilemezdi (Yeremya, çağrısını reddetmeye
çalıştı fakat annesinin rahmindeyken kutsandığı, Tanrı tarafından sert bir biçimde
Yeremya‟ya hatırlatıldı. Belirli bir süre hizmet ettikten sonra Yeramya‟nın ayrılma isteğini
Tanrı geri çevirdi.). Peygamberin işi hayatı boyunca sürerdi. Bir emeklilik maaşı alarak işten
ayrılma veya çıkma yoktu.
Yeşaya‟nın çağrılışıyla ilgili olarak yazılı olanlar, bizim için belki de, Eski
Antlaşma‟da yazılı olan en dramatik çağrıdır. Yeşaya‟ya bu çağrının, Kral Uzziya‟nın öldüğü
yıl geldiğini görüyoruz.
Kral Uzziya M.Ö. 8. yüzyılda öldü. Onun hükümdarlığı, Yahudi tarihinde önemli bir
yere sahiptir. Yahuda krallığını iyi yöneten krallardan biriydi. Davut gibi olamamıştı fakat
Ahab gibi kuzey krallarına ait bir bozukluğa da sahip değildi. Uzziya on altı yaşındayken tahta
çıktı. Yeruşalem‟de elli iki yıl krallık yaptı. Düşünsenize, elli iki yıl. Son elli iki yıl içerisinde
Amerika, Roosevelt, Truman, Eisenhower, Kennedy, Johnson, Nixon, Ford, Carter ve
Ragan‟nın kurduğu hükümetlere tanıklık etmiştir. Yeruşalem‟deki birçok insanın ömrü, Kral
Uzziya‟nın hükümdarlığı altında geçmiştir.
Kutsal Kitap bize, Uzziya‟nın, ülkeyi Tanrı yolunda yönetmeye başladığını, “Rab‟bin
gözünde doğru olanı” yaptığını söylüyor. Uzziya, Tanrı‟yı aradı ve Tanrı da onu bereketledi.
Filistiler ve diğer ülkeler ile yapılan savaşlarda zaferler kazandı. Yeruşalim‟de kuleler inşa etti
ve şehrin duvarlarını güçlendirdi. Çölde büyük sarnıçlar kazdı ve ulusal tarımda büyük bir
yayılmayı körükledi. Yahuda‟nın askeri gücünü, hemen hemen Davut‟un zamanındaki gücüne
kavuşturdu. Bu yüzden Uzziya, yaşamının büyük bir bölümünde, büyük ve sevilen bir kral
olarak itibar gördü.
Uzziya‟nın hikayesi kötü bir sonla bitiyor. Yaşamının son yılları, Shakespear‟in
hüzünlü kahramanının hikayesi gibiydi. Sahip olduğu sağlık ve gücün getirdiği gurur günahı,
hayatını mahvetti. Tanrı gibi olmaya çalıştı. Küstahça tapınağa girip Tanrı‟nın sadece
kahinlere tanıdığı hakları kendisine istedi. Tapınaktaki kahinler Uzziya‟nın Tanrı‟ya olan bu
saygısızlığını engellemek isteyince, Uzziya öfkelendi. Öfkeyle kahinlere bağıran Uzziya‟nın
alnında deri hastalığı belirdi. Kutsal Kitap Uzziya hakkında şöyle diyor:
“Kral Uzziya ölünceye kadar deri hastalığından kurtulamadı. Bu yüzden ayrı bir evde
yaşadı ve RAB‟bin Tapınağı‟na sokulmadı...” (2. Tarihler 26:21)
Uzziya öldüğünde, Uzziya‟nın son yıllarının utancı, yerini ulusal bir yasa bıraktı.
Yeşaya, ulusal ve kişisel olarak büyük bir keder yaşandığı dönemde, muhtemelen teselli
bulmak için tapınağa gitti. Beklediğinden fazlasını buldu:
Kral Uzziya‟nın öldüğü yıl yüce ve görkemli Rab‟bi gördüm; tahtta oturuyordu, [giysisinin]
etekleri tapınağı dolduruyordu. (Yeşaya 6:1)
Kral ölmüştü. Ancak Yeşaya tapınağa girdiğinde başka bir kral gördü. Son kralı,
Yahuda tahtında, sonsuza dek oturan kralı gördü. Yeşaya Rabbi gördü.
Yeşaya 6:1‟deki Rab kelimesinin yazılışına bakın. Büyük harfle başlıyor ve küçük
harfle devam ediyor. Bu yazılış biçimi, aynı bölümde daha sonra tekrar eden ve Kutsal
Yazılar‟da sıklıkla görülen RAB kelimesinin yazılışından farklıdır. Bazen Rab kelimesi büyük
harfle yazılmış görülüyor, RAB. Bu bir basım hatası ya da çevirmenin tutarsızlığı değildir.
Birçok Kutsal Kitap çevirmeni, bazen küçük bazen büyük harfle yazılan Rab kelimesini
çevirirken iki defa çevirirler. Bu farklı yazılışın nedeni, orijinal metinde bu kelimenin iki ayrı
İbranice karşılığı, dilimizde ise Rab olarak tek karşılığı olmasıdır.
Küçük harflerle yazılan Rab kelimesiyle yazar bize, İbranice olan Kutsal Kitap‟taki
Adonay kelimesini anlatıyor. Adonay, “Egemen olan” demektir. Tanrı‟nın adı değildir.
Tanrı‟nın bir unvanı, hatta Eski Antlaşma‟da Tanrı‟ya verilen en yüce unvanlardan biridir.
Büyük harflerle yazılan RAB kelimesi ise, Eski Antlaşma‟da kullanılan Yahve kelimesini
belirtiyor. Yahve, Tanrı‟nın gizli adı, Tanrı‟nın yanan çalılarda Kendisini Musa‟ya tanıttığı
addır.
Bu ad, İsraillilerin yaşamlarında Tanrı‟ya karşı saygısızlık yapmalarını engellemek
için ağza alınıp söylenmesi yasak olan kutsal bir addı. Genellikle dört sessiz harf ile ifade
ediliyordu, yhvh. Bu dört harf, kutsal “tetragrammaton” (dörtlü harf), ağza alınamaz dört
harf olarak anılıyordu.
Örneğin, bu iki ayrı Rab kelimesi arasındaki farklılığı Mezmurlar‟da görüyoruz. 8.
Mezmur‟da şunu okuyoruz, “Ey Egemenimiz RAB, Ne yüce adın var yeryüzünün
tümünde!” Yahudiler onu bu şekilde okuyor, “Ey Adonay, Yahve, Ne yüce adın var
yeryüzünün tümünde!” Aynı şeyi 110. Mezmur‟da da görüyoruz, “RAB efendime
(Rabbime): „Ben düşmanlarını ayaklarının altına serene dek Sağımda otur‟ diyor.”
RAB kelimesi Tanrı‟nın adıdır. Rab kelimesi ise O‟nun unvanıdır. Başkan Ronald
Reagan diyoruz. Ronald onun adı, başkan ise onun unvanıdır. Nasıl ülkemizdeki en yüksek
makam cumhurbaşkanlığı ise, İsrail‟deki en yüksek makam da Egemen olan makamıydı.
Adonay unvanı Tanrı‟ya ayrılmıştı. Aynı unvan Yeni Antlaşma‟da İsa‟ya verildi. Mesih‟e
“Rab” denildiğinde, Eski Antlaşma‟daki adonay makamına, Yeni Antlaşma‟da İsa oturtulmuş
oluyor. İsa‟ya Rab‟lerin Rabbi, Kralların Kralı deniliyor. İsa, daha önce sadece Tanrı‟ya ait
olan, gökyüzünün ve yeryüzünün Egemeni unvanını kazanmış oluyor.
Yeşaya tapınağa geldiği zaman, ülkede bir egemenlik bunalımı yaşanıyordu. Uzziya
ölmüştü. Yeşaya‟nın gözleri, İsrail‟in gerçek kralını görmek üzere açıldı. Egemen olan
Tanrı‟nın tahtta oturduğunu gördü.
İnsanın Tanrı‟nın yüzünü görmeye izni yoktur. Kutsal Yazılar, Tanrı‟yı gören bir
insanın yaşayamayacağı konusunda bizi uyarıyor. Musa‟nın Tanrı‟nın kutsal dağına çıktıktan
sonraki ricasını hatırlıyoruz. Musa, hayret uyandıran mucizelerin görgü tanığıydı. Kendisine
yanan çalılar arasından seslenen Tanrı‟nın sesini işitmişti. Nil gölünün kana dönüştüğüne
tanık olmuştu. Göksel manın tadına bakmış, buluttan bir sütunu, ateşten bir sütunu takip
etmişti. Firavun‟un savaş arabalarının, Kızıl Denizin dalgaları tarafından yutulduğunu
görmüştü. Ama bunlarla yetinmedi. Daha fazlasını istedi. En büyük ruhsal olayı yaşamak
istedi. Dağdayken Rab‟den şunu istedi, “Lütfen görkemini bana göster.” Bu rica reddedildi:
“RAB, „Bütün iyiliğimi önünden geçireceğim‟ diye karşılık verdi, „Adımı, RAB adını senin
önünde duyuracağım. Merhamet ettiğime merhamet edeceğim, acıdığıma acıyacağım.
Ancak, yüzümü görmene izin veremem. Çünkü yüzümü gören yaşayamaz.‟ Sonra,
„Yakınımda bir yer var‟ dedi, „Orada, kayanın üzerinde dur. Görkemim oradan geçerken
seni kayanın kovuğuna sokup geçinceye kadar elimle örteceğim. Elimi kaldırdığımda,
sırtımı göreceksin. Ama yüzüm görülmeyecek.‟” (Mısırdan Çıkış 33:19-23)
Tanrı‟nın Musa‟ya “sırtımı göreceksin” dediği yerin tam çevirisi “arkamdan
ayaklarımı göreceksin” dir. Tanrı Musa‟ya Kendi arkasından ayaklarını göstermiştir, yüzünü
değil. Musa dağdan indiğinde, yüzü parlıyordu. Halk korkuya kapılmıştı ve dehşet içinde
Musa‟dan çekiniyorlardı. Musa‟nın yüzü, onlar için oldukça göz kamaştırıcıydı. Bu yüzden
Musa, insanların kendisine yaklaşabilmeleri için yüzünü örttü. Bu korkunç görüntü, Tanrı‟ya
çok yaklaşmış olan bir adamın yüzünden yansıyan görüntüydü. Musa‟nın yüzü, Tanrının
görkemini yansıtıyordu. Bu, Tanrı‟nın suratından gelen muhteşem görkemin değil, Tanrı‟nın
sırtından gelen görkemin bir yansımasıydı. Eğer insanlar, Tanrı‟nın sırtından gelen görkemin
yansımasından bu kadar korkuyorlarsa, Tanrı‟nın kutsal yüzüne doğrudan bakmaya kim
dayanabilir?
Ancak her Hıristiyan‟ın son hedefi, Musa‟ya hayır denilen şeyi görebilmektir. Rabbi
yüz yüze görmek istiyoruz. O‟nun kutsal yüzünün parlayan görkeminde ısınmak istiyoruz. Bu,
her Yahudi‟ye, en önemli ve beğenilen kutsama sözlerinde aşılanan ümit idi.
“RAB sizi kutsasın Ve korusun; RAB aydın yüzünü size göstersin Ve size lütfetsin; RAB
yüzünü size çevirsin Ve size esenlik versin.” (Çölde Sayım 6: 24-26)
İsrail‟in kutsanmasında açıklanan bu ümit, bir Hıristiyan için bir ümitten daha da
öteye gidiyor, bir vaade dönüşüyor. Yuhanna birinci mektubunda şöyle diyor:
“Sevgili kardeşlerim, daha şimdiden Tanrı'nın çocuklarıyız, ama ne olacağımız henüz bize
gösterilmedi. Ne var ki, Mesih göründüğü zaman O'na benzer olacağımızı biliyoruz. Çünkü
O'nu olduğu gibi göreceğiz.” (1.Yuhanna 3:2)
İşte bu Tanrı‟nın vaadidir: O‟nu olduğu gibi göreceğiz. Hıristiyan teologlar bu
gelecek beklentisine, Mutluluk Veren Hedef diyorlar. Bu da, bir gün Tanrı‟yı olduğu gibi
göreceğiz anlamına geliyor. Yanan bir çalıdan veya bir bulutun sütunundan yansıyan görkemi
görmeyeceğiz. O‟nu olduğu gibi, saf ve kutsal varlığıyla göreceğiz.
Şu anda Tanrı‟yı saf varlığıyla görmemiz imkansız. Görebilecek duruma gelmeden
önce temizlenmemiz gerekir. İsa, dağda yaptığı konuşmada, Tanrı‟nın sadece bir dizi değişik
vaadini ileri sürüyordu, “Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Çünkü onlar Tanrı‟yı görecekler.”
Bu dünyada hiçbirimiz temiz bir yüreğe sahip değiliz. Tanrı‟yı görmemizi engelleyen şey
kirliliğimizdir. Sorun, gözlerimizde değil yüreklerimizdedir. Ancak cennette paklandıktan ve
tamamen kutsal kılındıktan sonra Tanrı‟yı yüz yüze görebilme yetisine sahip olacağız.
“Üzerinde Seraflar duruyordu; her birinin altı kanadı vardı; ikisiyle yüzlerini, ikisiyle
ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı.” (Yeşaya 6:2)
Seraflar, kirli yürek taşıyan insanlar değillerdir. Melek olarak var olmalarına rağmen
birer yaratıklardır. Hatta, melekler arasında yüksek bir mevkiye sahip olmalarına rağmen,
gözlerini Tanrı‟nın yüzüne bakmaktan korumalıdırlar. Yaratıcıları tarafından, heybetli ve
muhteşem bir şekilde yaratılmış, Tanrı‟nın görkemli varlığını görmemeleri için yüzlerini
örtsün diye bir çift özel kanatla donatılmışlardır.
Seraflar, ikinci çift kanatlarını, ayaklarını örtmek için kullanırlar. Bu ikinci donanım,
Serafların ayaklarının altını koruyan veya Serafların göksel tapınaktaki yürüyüşünü
kolaylaştıran bir melek ayakkabısı değildir. Serafların ayaklarını örtmesinin nedeni farklıdır.
Bu sebep, Musa‟nın yanan çalı olayını anımsatmaktadır:
“RAB‟bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı çalı
yanıyor, ama tükenmiyor. „Çok garip‟ diye düşündü, „Gidip bir bakayım, çalı neden
tükenmiyor!‟ RAB Tanrı Musa‟nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, „Musa, Musa!‟ diye
seslendi. Musa, „Buyur!‟ diye yanıtladı. Tanrı, „Fazla yaklaşma‟ dedi, „Çarıklarını çıkar.
Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.‟” (Mısırdan Çıkış 3:2-5)
Tanrı Musa‟ya ayakkabılarını çıkarmasını buyurdu. Musa‟nın bastığı yer, kutsal
topraktı. Toprak, Tanrı‟nın varlığıyla kutsal kılınmıştı. Ayakkabıları çıkarma davranışı,
Musa‟nın dünyadan – dünyasal – olduğunu gösteren bir simgeydi. Bazen “balçık ayağı”
olarak da adlandırılan insan ayağı, yaratılışımızı temsil eder. Bizi yeryüzüne bağlayan şey
ayağımızdır.
Seraflar dünyadan değildir. Ayakları çamurdan yaratılmamıştır. Melekler ruhsal varlıklardır. Yine de yaratık olarak vardırlar
ve Yeşaya‟nın görümündeki betimleme, meleklerin de Tanrı‟nın yüce varlığının önünde yaratık olduklarını kabul edip
ayaklarını örtmeleri gerektiğini bildiriyor.
“Birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: „Her Şeye Egemen RAB Kutsal, kutsal, kutsaldır.
Yüceliği bütün dünyayı dolduruyor.‟” (Yeşaya 6:3)
Yeşaya‟nın görümünün en önemli yerine geldik. Bu metnin müthiş mesajını
açıklayan Serafların şarkısına geldik. Şarkı, tek bir kelimenin tekrarından oluşuyor, kutsal.
Bu kelime üç defa tekrarlanarak söyleniyor ve kiliseye en yüce olan hamt ilahisini veriyor.
Şarkının adı, trişagon, yani “üç defa kutsal”.
Kutsal kelimesinin tekrar edilmesinin önemini kolayca göz ardı edebiliriz. Bu
tekrarlama, İbrani edebiyatında, özellikle de şiirlerde görülen, edebi bir yöntemdir.
Tekrarlama, bir vurgu biçimidir. Biz kendi dilimizde bir şeyin önemini vurgulamak
istediğimizde bazı değişik yöntemler kullanırız. Önemli kelimenin altını çizer ya da onları
kalın veya italik yazarız. Kelimenin ardından ünlem işareti koyar veya kelimeyi tırnak
içerisinde yazarız. Bu kullandığımız tüm yöntemler, önemli olan şeye okuyucunun dikkatini
çekmek içindir.
Eski Antlaşma‟daki Yahudiler de, vurguyu göstermek için değişik yöntemler
kullanmışlardır. Bunlardan bir tanesi de tekrar etme yöntemiydi. İsa‟nın da tekrar etme
yöntemi kullandığını görüyoruz. “Yine size gerçeği söyleyeyim...” Burada İsa‟nın “yine size
gerçeği” sözcüklerini kullanması, söylediklerinin ne kadar önemli olduğunun bir
göstergesidir. “Gerçeği” diye tercüme edilen kelime, eski bir kelime olan amin kelimesidir.
Genelde amin sözcüğünü, bir vaazın veya duanın sonunda söylenen söz olarak düşünürüz.
Basit olarak, “Doğrudur” anlamını taşımaktadır. İsa bu eski kelimeyi, söylenen bir cümleye
yanıt olarak değil, cümleye giriş kelimesi olarak kullandı.
Tekrar etme yönteminin nükteli bir kullanımı da Yaratılış 14. bölümde görülebilir.
Siddim Vadisi‟ndeki kralların savaş hikayesi, o yöredeki büyük zift çukurlarına düşen
kişilerden bahsediyor. Bazı tercümelerde bu çukurlar, asfalt çukurlar veya katran çukurlar
olarak adlandırılıyor. Neden tercümelerde böyle farklılıklar var? Bu çukurlar tam olarak ne
çukuruydu? İbranicesi de net değil. Orijinal metinde çukur için bir İbranice sözcük
kullanılıyor ve tekrar ediliyor. Hikaye tam olarak tuzak çukurlarından bahsediyor. Yahudiler,
çukurlar var ve çukurlar var diyordu. Bazı çukurlar diğerlerine göre daha çok tuzak doludur.
Bahsedilen çukurlar – tuzak çukurları – ise tüm çukurlar arsında en çok tuzak dolu olanıdır.
Bir çukura düşmek normal bir şeydir fakat tuzak dolu bir çukura düşerseniz başınız büyük bir
şekilde belaya girer.
Kutsal Kitap, birçok durumda bazı şeyleri üç kere yineler. Bir şey hakkında üç kez
yineleyerek bahsetmek, o şeyi yüksek dereceye çıkartmaktır ve büyük bir önemin
vurgusunu o şeye iliştirmektir. Örneğin, Tanrı‟nın korkunç yargısı, Vahiy kitabında
göğün ortasında uçan bir melek tarafından yüksek sesle beyan ediliyor:
“Borazanlarını çalacak olan öbür üç güç meleğin borazan seslerinden yer yüzünde
yaşayanların vay, vay, vay haline!” Aynı şekilde, “RAB'bin Tapınağı, RAB'bin
Tapınağı, RAB'bin Tapınağı buradadır!...” diye bağıran halkın ikiyüzlülüğünden
ötürü, halkı azarlamak için, Yeremya‟nın Tapınağın önünde yaptığı iğneleyici
konuşmada da görüyoruz.
Kutsal Yazılar‟da, Tanrı‟nın niteliklerinden sadece bir tanesi üç defa tekrarlanıyor.
Tanrı‟nın özelliklerinden sadece bir tanesi üç defa yineleniyor. Kutsal Kitap, “Tanrı kutsal,
kutsal, kutsaldır” diyor. Tanrı sadece kutsal değil aynı zamanda kutsal kutsaldır da. Tanrı
kutsal, kutsal, kutsaldır. Kutsal Kitap‟ın hiçbir yerinde, Tanrı sevgi, sevgi sevgidir, ya da
merhametli, merhametli, merhametlidir, veyahut öfkeli, öfkeli, öfkelidir veya adil, adil,
adildir yazmıyor. Kutsal Kitap‟ta sadece “Tanrı kutsal, kutsal, kutsaldır, tüm dünya O‟nun
görkemi ile doludur” yazıyor.
“Seraflar‟ın sesinden kapı söveleriyle eşikler sarsıldı, tapınak dumanla doldu.” (Yeşaya
6:4)
Eski kilise üyeleri üzerinde yapılan bir araştırmada, bu kişilerin kiliseye
gitmemelerinin nedeninin, kiliseyi sıkıcı bulmaları olduğu görüldü. Birçok kişye, tapınmayı
heyecan ve harekete getiren bir olay görmek, zor geliyor. Burada dikkatimizi şu çekiyor, Tanrı
tapınakta göründüğünde, kapı ve kapı eşikleri, konuşamayan ve duyamayan tahta ve
metaller, Tanrı‟nın varlığıyla hareket etmeye başladı. Metindeki tam anlam, bu nesnelerin
sarsıldığıdır. Bu nesneler oldukları yerde titremeye başladı.
“ „Vay başıma! Mahvoldum‟ dedim, „Çünkü dudakları murdar bir adamım, dudakları
murdar bir halkın arasında yaşıyorum. Buna karşın Kral'ı, Her Şeye Egemen RAB'bi
gözlerimle gördüm.‟ ” (Yeşaya 6:5)
Sarsılan tek şey tapınağın kapıları değildi. Bina içinde en çok sarsılan şey Yeşaya‟nın
bedeniydi. Yeşaya, yaşayan Tanrı‟yı gördüğünde, evrenin tek hükümdarı, tüm kutsallığıyla
onun gözleri önünde durduğunda, “Vay başıma!” diye haykırdı.
Yeşaya‟nın haykırışı, çağdaş bir insan kulağına garip geliyor. Bugünlerde insanların
Vay kelimesini kullandıklarını çok nadir duyuyoruz. Bu sözcük eski ve modası geçmiş
olduğundan, bazı çağdaş çevirmenler bu kelimenin yerine başka bir kelime koymayı tercih
ediyorlar. Bu ciddi bir hatadır. Vay kelimesi boş veremeyeceğimiz, önemli bir Kutsal Kitap
kelimesidir. Özel bir anlamı vardır.
Vay denildiğinde, eski zamanlarda sahnelenen müzikal oyunlarda karşılaşılan
sorunlar aklımıza geliyor. “Perils of Pauline” (“Pauline‟nin Korkusu”) adlı oyunda, cani ev
sahibinin Pauline‟nin ipoteğini haciz etmeye geldiğinde, Pauline‟nin eroin aldığı kollarını
gösterişi sergileniyordu. Ya da aklımıza, tren raylarına bağlanmış olan ve “Vay başıma” diye
bağıran sevgilisini, arkasında iz bırakarak uçup kurtulmaya çalışan Mighty Mouse (Güçlü
Fare) geliyor. Ve yahut “The Amos and Andy Show” programdaki şaşkın BalıkKral‟ın ünlü
deyimi aklımıza geliyor, “Vay başıma, Andy, ne yapacağım ben?”
“Vay” terimi de, diğer eski haykırma sözcükleri olan ah, vah ve hakikaten gibi
emekli oldu. “Vay” terimini gündelik konuşmada kullanmaya devam eden tek dil,
İbranice‟nin Alman lehçesidir. Çağdaş Yahudiler, hüsranlıklarını “Oy vay!” feryadıyla dile
getiriyorlar. Bu ifade oy vay ist mer ifadesinin kısaltılmış halidir. İbranice‟nin Alman
lehçesindeki “Vay” ifadesi de “Vay başıma!” ifadesinin kısaltılmasıdır.
Yeşaya‟nın feryadının bütün şiddeti, Kutsal Kitap‟ın Yeşaya‟dan önceki bölümlerinde
de özel konuşma şekillerinde görülmüş olması gerekiyor. Peygamberler mesajlarını
iletirlerken, kutsal sözlerin en sık iletildiği biçim kehanetler idi. Kehanetler, Tanrı‟dan gelen
iyi veya kötü bildirilerdi. Olumlu kehanetler Ne mutlu sözüyle başlıyordu. İsa, Dağdaki
Vaazında, kehanetlerde bulundu. “Ne mutlu ruhta yoksul olanlara!” “Ne mutlu yaslı
olanlara!” “Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara!” İsa‟yı dinleyenler, İsa‟nın bir peygamber
yönetimini, yani iyi haber veren kehanetleri kullandığını anlıyorlardı.
İsa, olumsuz kehanetlerde de bulundu. Ferisiler‟i öfkeyle uyarırken, Tanrı‟nın
yargısının Ferisiler‟in kafalarının üzerinde olduğunu bildirdi. “Vay halinize ey din bilginleri
ve Ferisiler, ikiyüzlüler!” İsa bunu o kadar çok söyledi ki, nakarat gibi olmaya başlamıştı.
Peygamberlerin dudaklarındaki Vay sözcüğü ise bir yıkımın bildirisiydi. Kutsal Kitap‟ta, vay
kelimesiyle yapılan kehanetler sonucu şehirler, uluslar, bireyler yıkıma uğramıştır.
Yeşaya‟nın vay kelimesini kullanışı farklıydı. O, Tanrı‟yı gördüğünde kendi
üzerindeki yargıyı bildiriyordu. “Vay başıma!” diye bağırarak kendi başı üzerindeki Tanrı
gazabını, yargının bütün lanetini ve kendi yıkımını haykırdı. Bir Peygamberin yaptığı
şeylerden bir tanesi, Tanrı‟nın adıyla başkalarına gazap getirmekti. Bir Peygamberin yaptığı
bir diğer şey ise, Tanrı‟nın gazabını kendi üzerine getirmekti.
Yıkım gazabının hemen ardından Yeşaya “Mahvoldum” diye haykırdı. Ben eski
çevirisiyi tercih ediyorum, “Helak oldum”. Daha çağdaş çevirilerin helaktan mahva neden
geçtiğini Kutsal Kitap‟ı okuyarak görebiliriz. Bugün kimse helak olmaktan bahsetmiyor.
Ancak helak olmak, mahvolmaktan daha kuvvetli bir anlam içeriyor.
Helak olmak dikiş yerlerinden ayrılmak, sökülmek demektir. Yeşaya‟nın ifade ettiği
şey, çağdaş psikologların kişisel dağılma diye adlandırdıkları olaydır. Dağılmanın anlamı tam
olarak tamamlamanın tersidir. Bir şeyi tamamlamak ise, bir şeyin parçalarını tam olarak
birleşecek şekilde bir araya getirmektir. Okullar bir araya geldiğinde, iki ayrı öğrenci sınıfı,
tek bedende yan yana konmuş oluyor. Doğruluk kelimesinin de kökü tamamlamaya
dayanıyor. Doğruluk, hayatı tam veya sağlam olan bir kişiyi ifade ediyor.
Eğer doğru bir kişi varsa bu da Amots oğlu Yeşaya‟dır. Yeşaya eksiksiz bir kişi, her
anlamda dost birisiydi. Yaşadığı çağdaki insanlar tarafından ulustaki en doğru adam olarak
görülüyordu. Bir erdem örneği olarak karşılanıyordu. Ve bu erdem örneği, bir an için Tanrı‟yı
gördü. Bu kısacık an içinde tüm onuru kırıldı. Küçücük bir zaman içerisinde, kutsallığın
mutlak değeri altında, tüm çıplaklığıyla sergilenmişti. Yeşaya, kendisini diğer ölümlülerle
kıyaslasaydı, kişiliği sayesinde diğer insanlardan daha üstün durumda olduğunu düşünmeye
hakkı olurdu. Ancak kendisi en yüce değerlerle kıyasladığı an, mahvoldu ve ruhsal ve ahlaksal
açıdan yıkıldı. Perişan olmuştu. Paramparça olmuştu. Doğruluk anlayışı çökmüştü.
Yıkımın aniden gerçekleşmesinin nedeni olarak Yeşaya‟nın ağzı gösteriliyordu.
Yeşaya haykırdı, “Çünkü dudakları kirli bir adamım...”. İlginç. Bizse Yeşaya‟dan şunu
söylemesini beklerdik, “Huyu kirli bir adamım” ya da “Düşünceleri kirli bir adamım”. Bunun
yerine o, tüm dikkati dudaklarına çekiyordu. “Kirli bir ağzım var” dedi. Neden ağzına
odaklandı?
Belki de, Yeşaya‟nın sarf ettiği sözlerdeki anahtar, İsa‟nın şu sözlerinde de vardı,
“İnsanı kirleten, ağzına giren değildir. Ağzından çıkandır insanı kirleten.” Ya da, Rabbimizin
kardeşi olan Yakup‟un da dil üzerine yazdığı yazıya bakabiliriz:
“Dil de bir ateş, bedenimizin üyeleri arasında bir kötülük dünyasıdır. Bütün
varlığımızı kirletir. Cehennemden alevlenmiş olarak yaşamımızın gidişini alevlendirir.
Her tür yabani hayvan, kuş, sürüngen ve deniz yaratığı insan soyu tarafından
evcilleştirilmiş ve evcilleştirilmektedir. Ama dili hiçbir insan evcilleştiremez. Dil, öldürücü
zehirle dolu, dinmeyen bir kötülüktür.
Dilimizle Rab'bi, Baba'yı överiz. Yine dilimizle Tanrı'nın benzeyişinde yaratılmış
olan insanlara söveriz. Övgü ve sövgü aynı ağızdan çıkar. Kardeşlerim, bu böyle olmamalı.
Bir pınar aynı gözden tatlı ve acı su akıtır mı? Kardeşlerim, incir ağacı zeytin, ya da asma
incir verebilir mi? Aynı şekilde, tuzlu su kaynağı tatlı su veremez.” (Yakup 3:6-12)
Dil, ölümcül bir zehirle dolu, uyuklamayan bir günahkardır. Yeşaya‟nın fark ettiği
şey de buydu. Yeşaya ayrıca, bu müşkül durumunda yalnız olmadığını da fark etti. Tüm
ulusun kirli ağızlara sahip olduğunu da anladı: “... dudakları kirli bir halkın arasında
yaşıyorum.” O anın parlaklığıyla, Yeşaya yeni ve köklü bir günah kavramına sahip oldu.
Günahın kendisinde ve herkeste yaygın olduğunu gördü.
Bir bakıma şanslı sayılırız: Tanrı, Yeşaya‟ya göründüğü gibi bize görünmüyor. Buna
kim dayanabilir? Tanrı, genel olarak bize, bir seferde günahlarımızın az bir miktarını gösterir.
Çürümüşlüğümüzün farkına yavaş yavaş varırız. Tanrı Yeşaya‟nın çürümüşlüğünü ona bir
seferde gösterdi. Şüphesiz, Yeşaya yıkılmıştı.
Yeşaya bunu şöyle dile getiriyor: “... Buna karşın Kral‟ı, Her Şeye Egemen RAB‟bi
gözlerimle gördüm.” (Yeşaya 6:5). Yeşaya, Tanrı‟nın kutsallığını gördü. Yeşaya, hayatında ilk
defa Tanrı‟nın kim olduğunu anladı. Aynı zamanda Yeşaya, hayatında ilk defa kendisinin kim
olduğunu anladı.
“Seraflar'dan biri bana doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor vardı;
onunla ağzıma dokunarak, „İşte bu kor dudaklarına değdi, suçun silindi, günahın
bağışlandı‟ dedi.” (Yeşaya 6:6-7)
Yeşaya, yerde sürünüyordu. Vücudundaki tüm sinirler titriyordu. Saklanacak bir yer
arıyor; dünyanın onu örtmesi veya tapınağın tavanı üzerine yıkılması ya da herhangi bir şey
tarafından Tanrı‟nın kutsal görünüşünün altından çıkarılması için yalvarıyordu. Ancak
saklanacağı bir yer yoktu. Tanrı‟nın önünde çıplak ve yalnızdı. Yanında kendisini teselli
edecek bir Havva‟sı ve gizleyebilecek incir yaprakları yoktu. O‟nun çektiği acı, yalnızca, bir
kişinin yüreğini yarıp dışarı çıkan ve ruhunu parçalara ayıran ruhsal bir acıydı. Suç, suç, suç.
Amansız suçu, Yeşaya‟nın vücudundaki her gözenekten sesini yükseltiyordu.
Kutsal Tanrı, aynı zamanda bir lütuf Tanrı‟sıdır da. Tanrı, Kendi hizmetkarının
esenliksiz kalmasına razı olmadı. Yeşaya‟yı aklamak ve ruhunu yenilemek için acil
müdahalelerde bulundu. Harekete geçmesi için bir Seraf‟a buyruk verdi. Meleksel bir varlık
hızla hareket etti ve maşa ile sunağa uçtu. Seraf, yanan ateşin içinden, bir meleğin dahi
dokunamayacağı kadar sıcak olan kırmızı bir kor alıp Yeşaya‟ya doğru uçtu.
Seraf, akkoru peygamberin dudaklarına bastırdı ve orada söndürdü. Dudaklar, insan
bedeninin en duyarlı bölümü, öpüşmenin buluştuğu noktadır. Yeşaya o an, ağzını
yakan kutsal ateşi hissetti. Bedeninden gelen acı yanık kokusu Yeşaya‟nın burun
deliklerini dolduruyordu ancak bu duyu, sıcaklığın dayanılmaz acısı tarafından
köreltilmişti. Bu, sert bir merhamet, aklanmanın acı veren bir uygulamasıydı.
Yeşaya‟nın acısı dağlanıyor, ağzındaki kir yanıp eriyordu. Yeşaya, kutsal ateş
tarafında temizleniyordu.
Yeşaya, bu ilahi aklanmayla, dudaklarını temizlemekten daha da öteye giden bir
bağışlanma gördü. Baştan aşağı temizlendi, özüne kadar bağışlandı, ancak bu,
tövbenin korkunç acısıyla birlikte gerçekleşti. Yeşaya, basit kibarlığın ve basit bir
“Özür dilemenin” ötesinde bir durumdaydı. Kendi günahı yüzünden yastaydı ve
ruhsal bir keder etrafını sarmıştı. Tanrı, Yeşaya‟ya şifa vermek için bir melek
gönderdi. Yeşaya‟nın günahı kaldırıldı. Onuruna dokunulmadı. İnsanlığına hakaret
edilmeden suçu kaldırıldı. Günahından ötürü duyduğu vicdan azabı yararlı oldu.
Gördüğü ceza acımasızca değildi ve sıra dışıydı. Dudaklarının bir an için yanması,
sonsuza dek sürecek bir şifa getirdi. Bir anda, dağılmış peygamber, tam bir hale
getirildi. Ağzı temizlendi. Artık arınmıştı.
“Sonra Rab'bin sesini işittim: „Kimi göndereyim? Bizim için kim gidecek?‟ diyordu. „Ben!
Beni gönder‟ dedim.” (Yeşaya 6:8)
Yeşaya‟nın görümü boyut değiştiriyor. Bu noktaya kadar, Yeşaya, Tanrı‟nın
görkemini görmüş, Serafların şarkılarını duymuş, dudaklarının üzerinde yanan koru
hissetmişti. Şimdi ise, ilk defa Tanrı‟nın sesini duyuyordu. Melekler o anda sessizliğe
gömüldü ve Kutsal Kitap‟ta birçok suyun aynı anda çıkardığı ses olarak tanımlanan ses,
tapınağın her tarafında gümbürdedi. Yankılanan bu ses, yüreği delen bir soru yöneltti: “Kimi
göndereyim? Bizim için kim gidecek?”
Burada, tarih içerisinde tekrar tekrar yinelenen bir örnek var. Tanrı görünüyor,
insan dehşet içerisinde titriyor, Tanrı, insanı bağışlayıp şifa veriyor ve gönderiyor.
Ümitsizlikten hizmet etmeye geçiş örneği. Tanrı, “Kimi göndereyim?” diye sorduğunda,
Yeşaya “göndermek” sözcüğünün gücünü fark etmişti. “Gönderilmek” demek, Tanrı için
hizmete gönderilmek, Tanrı adına konuşmak demektir. Yeni Antlaşma‟da elçi, “gönderilen
kişi” anlamına geliyordu. Yeni Antlaşma‟daki elçinin karşılığı Eski Antlaşma‟da peygamberdi.
Tanrı, yorucu olan ve yalnızlık gerektiren peygamberlik görevine bir gönüllü arıyordu. “Kimi
göndereyim?”
Yeşaya‟nın verdiği yanıta dikkat edin. “İşte, ben, beni gönder.” (Eski Çeviri). “İşte
ben, beni gönder” ile “Ben buradayım, beni gönder” arasında çok önemli bir fark vardır.
Eğer Yeşaya, “Ben buradayım, beni gönder” deseydi, sadece bulunduğu yeri işaret etmiş
olacaktı. Ancak Yeşaya, Tanrı‟ya yerini bildirmekten çok daha ötede bir şeyle ilgileniyordu.
“İşte ben” dedi. Bu ifade ile Yeşaya, gönüllü olarak öne doğru adım atıyordu. Verdiği yanıt
oldukça yalındı, “Ben giderim. Başka yere bakma. Beni gönder.”
Yeşaya‟nın yanıtında, iki şeye dikkat edilmelidir. Bunlardan ilki, Yeşaya‟nın Hupty
Dumpty (Yumurta kafalı adam) olmadığıdır. Çocuk şiirinde anlatılan Bay Dumpty‟nin
duvardan düşüşü oldukça üzücüdür çünkü tüm ülkede onu bir araya getirebilecek bir kişi bile
bulunamaz. Ancak Humpty Dumpty, Yeşaya‟dan daha narin değildi. Yeşaya, yere düşen bir
yumurtadan daha fazla parçaya ayrılmıştı. Fakat Tanrı, onu tekrar bir araya getirdi. Tanrı,
parçalara ayrılmış birisini alıp bir göreve gönderebilecek güçtedir. Tanrı, günahkar bir adamı
aldı ve peygamber yaptı. Ağzı kirli bir adamı aldı ve Kendi sözcüsü yaptı.
Bu olaydan öğrendiğimiz ikinci önemli şey ise, Tanrı‟nın, Kendi lütfuyla Yeşaya‟nın
ruhunda çalışması, Yeşaya‟nın kişiliğini yok etmemesidir. Yeşaya, “İşte ben” diyor. Yeşaya,
hala daha “Ben” diyebiliyordu. Hala daha bir kimliğe sahipti. Hala daha bir kişiliğe sahipti.
Tanrı, birçok sapkın Hıristiyan öğretişinin iddia ettiği gibi “ben”i yıkmaz, “ben”i kurtarır.
Tanrı, insanın ben yapısına şifa verir ve böylece kişinin çağrıldığı görevi yerine getirmesini ve
bu görevde başarılı olmasını sağlar. Yeşaya‟nın kişiliği onarılmıştı, yok edilmemişti.
Tapınaktan ayrıldığında, hala daha Amots oğlu Yeşaya idi. Aynı kişiydi fakat ağzı
temizlenmişti.
Hiçbir vaiz Yeşaya‟nın çağrısına layık değildir. Her vaiz, ikiyüzlülük tehlikesinden
zarar görebilecek durumdadır. Gerçekte bir vaiz, kendi vaazında Tanrı Sözü‟ne ne kadar
bağlıysa, ikiyüzlülük tehlikesiyle o kadar karşı karşıyadır. Neden? Çünkü, bir kişi, Tanrı
Sözü‟ne ne kadar bağlıysa, vereceği mesaj da o kadar yüce olur. Verdiği mesaj ne kadar yüce
ise, kendine itaat etmekten o kadar uzak olmalıdır.
Kiliselerde Tanrı‟nın kutsallığı üzerinde konuşma yaptığım zamanlar, içimde bir
tedirginlik beliriyor. İnsanların vereceği tepkileri önceden hissedebiliyorum. Tanrı‟nın kutsal
evinden, kutsal bir adamın huzurunda bulunduklarına inanarak ayrılıyorlar. Çünkü beni,
kutsallık üzerine vaaz ederken dinliyorlar ve benim de verdiğim mesaj kadar kutsal
olduğumu düşünüyorlar. İşte o zaman, “Vay başıma!” diye haykırmak istiyorum.
Bir kişi, kendi çalışmasında kutsal olmaya çağrılıyor diye, o kişinin kutsal olduğunu
düşünmek tehlikelidir. Burada bir ironi var. Tanrı‟nın kutsallığını öğrenmeye duyduğum
derin açlığın sebebinin, kesinlikle kutsal olmadığım olduğuna eminim. Ben kirli bir adamım.
Tanrı‟nın tapınağının dışında daha çok zaman geçiren birisiyim. Ancak daha fazlasını
istememe yetecek kadar Tanrı‟nın görkemini gördüm. Bağışlanmış bir adamın ne demek
olduğunu, bir göreve gönderilmenin ne demek olduğunu biliyorum. Ruhum daha fazlası için
haykırıyor. Ruhumun daha fazlasına ihtiyacı var.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KORKUNÇ GİZEM
Nedir bu içimde parlayan,
acıtmadan yüreğime vuran şey?
Hem titriyorum, hem parlıyorum.
Bugüne kadar görmediğim bir titreme,
Bugüne kadar olmak istediğim bir parıltı.
ST. AUGUSTINE.
Kitabın üçüncü bölümüne geldik ve hala daha kutsal olmanın ne demek
olduğunu tanımlamış değilim.
Keşke bu işi daha sonraya erteleyebilseydim. Kutsallığı tanımlamanın çok
büyük bir zorluğu vardır. Kutsallığa gelene kadar daha çok şey var ve kutsallık bize o
kadar uzak ki, neredeyse onu tanımlamak imkansız görünüyor. Yabancı bir sözcük
olan kutsal kelimesinin içinde oldukça gerçek bir anlam yatıyor. Ancak ne zaman
yabancı kelimelerle karşı karşıya gelsek, kelimenin ait olduğu yabancı dil sözlüğünün,
açık bir tercüme ile bizi kurtarmasını ümit ederiz. Bizim şu anda karşılaştığımız sorun
ise, kutsal sözcüğünün, tüm dillere yabancı olmasıdır.
Hiçbir sözlük, bu sözcüğü tanımlamaya elverişli değildir.
Tanımlamada yaşadığımız sorun, Kutsal Kitap‟ın kutsal sözcüğünü birden
fazla anlamda kullanması gerçeğiyle daha da büyüyor. Kutsal Kitap kutsal kelimesini,
bir şekilde, Tanrı‟nın iyiliğiyle yakından ilgili bir anlamda da kullanıyor. Kutsal
kelimesini “pak, tüm lekelerden uzak, tamamen mükemmel ve en ince ayrıntısına
kadar lekesiz” şeklinde tanımlamak adet olmuştur.
Kutsal kelimesini duyduğumuzda, birçoğumuzun aklına gelen ilk kelime
paklıktır. Kesinlikle, Kutsal Kitap, kelimeyi bu anlamıyla da kullanıyor. Ancak paklık
veya ahlaki açıdan mükemmellik düşüncesi, kutsallık kelimesinin Kutsal Kitap‟ta
kullanılan ikincil anlamıdır. Seraflar şarkılarını söylerken, Tanrı için “Pak, pak, pak”
demekten ötesini kastediyorlardı.
Kutsal kelimesinin birincil anlamı “ayrılmış”tır. “Kesmek” veya “ayırmak”
anlamına gelen eski bir kelimeden türemiştir. Bu temel anlamı çağdaş dile tercüme
edersek, şu deyimi kullanmamız gerekir, “bir tarafa ayrılmak”. Hatta daha doğrusu,
“bir şeyin üstünde olmak” şeklinde kullanmamız gerekir. Göze çarpan, daha üstün bir
değere sahip bir giysi veya eşya gördüğümüzde, şu ifadeyi kullanırız, “diğerlerinden
daha üstün”.
Her yazarın bir editöre ihtiyacı vardır. Editörler harika insanlardır.
Sihirbazlardan daha marifetlidirler. Biçimsiz bir el yazısını alıp düzeltebilirler, bir
parça yazıyı örtebilir ve anlaşılır bir hale getirebilirler. İnsanlar görmeden önce,
yazarın yazım hatalarını ve dilbilgisi yanlışlarını gizlerler. Çok nadir bulunan bir
cesaretle işlerini yapan editörler, kitap yayımının bilinmeyen kahramanlarıdırlar.
Ama şunu söylemekte de yarar var, çoğu zaman can sıkıcı derecede açık sözlü
oluyorlar.
Editörüm, büyük kelimelerden nefret ediyor. Bu kitabı yazarken büyük
kelimeler veya bilgece sözler kullanmamaya gayret göstereceğime dair söz vermemi
istedi. Bu, krala çıplak olduğunu söylemek gibi bir şey. Cehaletimi örtmek için büyük
kelimeler kullanıyorum. Bu iş için, büyük kelimeler kullanmak iyidir. Eğer hiç
kimsenin anlamadığı bir kelime kullanırsam, insanlar, bahsettiğim şeyleri, kendileri
anlamasa da benim anladığımı düşüneceklerdir.
Takıldım kaldım. Büyük bir kelime kullanmak zorundayım. Editörüm bana
çok kızacak. Büyük ve anlaşılması zor bir teolojik kelime için hazır olun. Hazır
mısınız?
ÜSTÜNLÜK
Amanın. Saydım ve kelimede tam olarak sekiz harf var. Fakat “ihlal etmek”
ifadesinde on harf olmasına rağmen herkes bu kelimenin anlamını biliyor. (Aslında
ben on iki harf diye saymışım fakat editörüm bunu düzeltti.)
Üstünlük kelimesinin anlamı, tam olarak “öbür tarafa geçmek”tir. “Var olan
sınırları aşmak” olarak tanımlanır. Üstün gelmek demek, bir şey üzerinde yükselmek,
bir sınırın üzerine çıkmak veya ötesine geçmek demektir. Tanrı‟nın üstünlüğü
hakkında konuştuğumuzda da, Tanrı‟nın bizden üstün ve ötede olduğu anlamından
bahsetmiş oluruz. Tanrı‟nın üstünlüğü deyimi, Tanrı‟nın yüce ve yetkin büyüklüğünü
anlatır. Tanrı‟nın dünya ile olan ilişkisini ifade eder. Tanrı, dünyadan daha
yücelerdedir. Dünya üzerinde yetkin bir güce sahiptir. Dünyanın, Tanrı üzerinde
hiçbir gücü yoktur. Üstünlük, Tanrı‟nın yakıp yok eden görkemini, yükseklerdeki
yüceliğini ifade eder. Tanrı‟yı tüm yaratıklardan ayıran sonsuz mesafeyi gösterir.
Tanrı, sonsuz bir şekilde her şeyden ayrıdır.
Kutsal Kitap, Tanrı‟ya kutsal dediğinde, aslında Tanrı‟nın üstün bir şekilde
ayrı olduğunu kastediyor. Tanrı, bizim o kadar üzerimizde ve ötemizdedir ki, adeta
bize tamamen yabancıdır. Kutsal olmak demek, “diğer” olmak, özel bir yönden farklı
olmak demektir. Kutsal kelimesini, dünyasal şeylere uyguladığımızda da, bu anlamda
kullanırız. Aşağıda yazılı olan, Kutsal Kitap‟ın kutsal diye nitelendirdiği şeylere
dikkatle bakın:
Kutsal toprak, Kutsal Sept günü, Kutsal yer, Kutsal keten ceket, Kutsal ev,
Kutsal ondalık, Kutsal buhurdanlar, Kutsal ekmek, Kutsal tohum, Kutsal antlaşma,
Kutsal meclis, Kutsal ulus, Kutsal meshetme yağı, Kutsal özgürlük yılı, Kutsal
topraklar, Kutsal su, Kutsal sandık, Kutsal şehir, Kutsal söz, Kutsallar, Kutsalların
Kutsalı.
Bu liste, kesinlikle ayrıntılı bir liste değil. Bu liste, kutsal kelimesinin Tanrı
dışında ne tür şeylere uygulandığını göstermektedir. Kutsal kelimesi, her durumda
da, ahlaki ve manevi bir nitelikten farklı bir anlamı ifade etmek için kullanılmıştır.
Kutsal olan nesneler, ayrılmış, diğerlerinden ayrı konulmuş nesnelerdir. Bu nesneler,
Rab‟bimiz ve O‟nun hizmeti için, sıradanlıktan ayrılmış ve takdis edilmiş nesnelerdir.
Listedeki nesnelerin hiçbiri kendi başına kutsal değildir. Kutsal olmaları için
önce Tanrı tarafından takdis edilmeleri ve “kutsal kılınmaları” gerekir. Tanrı, tek
başına kutsaldır. Sadece Tanrı, bir şeyi kutsal kılabilir. Sadece Tanrı, dokunduğu
nesneyi sıradanlıktan çıkarıp özel, değişik ve ayrı bir nesneye dönüştürebilir.
Eski Antlaşma‟nın kutsal kılınan nesnelere nasıl baktığına dikkat edin. Kutsal
olan bir şey kendine özgü bir nitelik taşır. Ortak kullanımından ayrı tutulmuştur.
Dokunulamaz, yenilemez, genel sorunlar için kullanılamaz. Özeldir.
Saflık nerede devreye giriyor? Kutsallık kelimesiyle karşılaştığımızda,
kutsallığı ihtiyacımıza göre saflık veya ahlaki kusursuzlukla eş koşmaya alışmışız.
Nesneler kutsal kılındığında, takdis edildiğinde, saflığa da ayrılmış olurlar. Artık saf
bir şekilde kullanılmaları gerekir. Ayrılmışlığı yansıttığı gibi saflığı da
yansıtmalıdırlar. Saflık, kutsallığın dışında tutulamaz, kutsallığın sınırları içindedir.
Ancak unutmamamız gereken şey, kutsallık kelimesinin anlamının gücünün, asla
saflık kelimesinin anlamıyla azalmadığıdır. Kutsallık, saflığı içerir fakat saflıktan daha
ötede bir şeydir. Kutsallık, saflık ve üstünlüktür. Yani, üstün bir saflıktır.
Tanrı‟yı tarif ederken kutsal kelimesini kullandığımız zaman, başka bir
sorunla karşılaşırız. Tanrı‟yı çoğu zaman, nitelikler diye adlandırdığımız, etraftan
toplayarak derlediğimiz bir dizi özellik ve vasıfla tarif ediyoruz. Tanrı‟nın bir ruh
olduğunu; her şeyi bildiğini; seven, adil, merhametli, bağışlayan, ...vb. olduğunu
söylüyoruz. Kutsal kelimesini de, bu uzun nitelikler listesine bir nitelik olarak
eklemek istiyoruz. Ancak kutsal kelimesini Tanrı için kullandığımızda, tek bir anlam
kastetmiş olmuyoruz. Tersine, Tanrı, genel anlamıyla kutsal diye adlandırılır. Kutsal
kelimesi Tanrı‟nın tanrılığıyla eş anlamda kullanılır. Kutsal kelimesi tüm ilgiyi
Tanrı‟da toplamaktadır. Bizlere, Tanrı‟nın sevgisinin kutsal sevgi, adaletinin kutsal
adalet, merhametin kutsal merhamet, bilgisinin kutsal bilgi, ruhunun kutsal ruh
olduğunu hatırlatır.
Kutsal kelimesinin, tüm ilgiyi Tanrı‟nın üstünlüğüne, yani Tanrı‟nın
dünyanın üzerinde ve ötesinde olduğuna yoğunlaştırdığını gördük. Tanrı‟nın “aşağı
uzanıp” bu dünyadaki bazı nesneleri takdis edebileceğini, onları kutsal kılabileceğini
de gördük. Tanrı‟nın bayağı olana dokunması, bayağı olanı nadide yapar. Tekrar
söylüyoruz, bu dünyadaki hiç bir şey kendi başına kutsal değildir. Sadece Tanrı, bir
şeyi kutsal kılabilir. Sadece Tanrı, bir şeyi takdis edebilir.
Kutsal olmayan nesneleri kutsal diye adlandırdığımızda, putperestlik
günahına düşmüş oluruz. Sadece Tanrı‟ya gösterilmesi gereken saygı, korku, yücelik
ve tapınmayı sıradan nesnelerle göstermek, çirkin bir putperestlik yanlışıdır.
Yaratıcıya değil de yaratığa tapmak, putperestliğin özünü oluşturur.
Eski çağlarda put yapanlar, karlı bir işe sahiptiler. Putların bazıları ağaçtan,
bazıları taştan ve bazıları da değerli metallerden yapılıyordu. Put yapanlar pazarlara
gidip en iyi malzemeleri alır ve iş yerlerine geri dönüp marifetlerini gösterirlerdi. Bir
put yapıcısı, en iyi araç ve gereçlerini kullanarak elindeki malzemeye şekil vermek
için saatlerce çalışırdı. İşini bitirdikten sonra da, dükkanını süpürür ve çalışma
aletlerini titizlikle dolaba kaldırırdı. Ardından dizlerinin üstüne çöküp şekil verdiği
put ile konuşmaya başlardı. Sessiz bir ağaç veya taş parçasıyla konuştuğunuzu bir
düşünün. Putun söylenilenleri duyma olanağı yoktu. Cevap veremezdi. Yardım da
edemezdi. Put sağır, aptal, sessiz ve aciz bir şeydi. Ancak insanlar, bu nesnelere kutsal
bir güç yükleyip tapıyorlardı.
Bazı putperestler biraz daha ince düşünüyordu. Taştan nesnelere veya totem
direklerine tapmazlardı. Güneşe, aya veya soyut bir düşünceye tapıyorlardı. Fakat
güneş de bir yaratıktır. Ayın üstün veya kutsal olan bir yanı yok. Tüm bu varlıklar,
doğanın bir parçasıdır. Hepsi yaratılmıştır. Belki etkileyicilerdir fakat yaratılanların
üzerine veya ötesine geçemezler. Kutsal değillerdir.
Puta tapmak, kutsal olmayana kutsal demektir. Unutmayın, sadece Tanrı,
kutsal kılabilir.(Bir kilise çobanının, bir evliliği veya Rabbin sofrasını kutsaması,
Tanrı‟nın bu şeyleri kutsadığı gerçeğini beyan etmesi anlamına gelir.) Bir insan
evladının, Tanrı‟nın asla kutsal kılmadığı bir şeyi kutsaması, gerçek bir kutsama
değildir. Saygısızlıktır. Putperestliktir.
Yaşadığımız yüzyılın başlarında, Alman bir öğrenci, kutsallık üzerine sıra dışı
ve ilginç bir çalışma yaptı. Öğrencinin adı Rudolf Otlo idi. Otlo, bilimsel bir yolla
kutsallık üzerinde çalışma girişiminde bulundu. Değişik kültür ve uluslardan olan
kişilerin, kutsal kabul edilen şeylerle karşılaştıklarında nasıl bir davranış
sergilediklerini inceledi. İnsanların kutsal ile karşılaştıklarında, ne tür duygulara
sahip olduklarını araştırdı.
Otto‟nun bulduğu ilk önemli keşif, insanların kutsalı tanımlarken
zorlandıklarıydı. Otto, kutsal hakkında kesin şeyler söylenebilmesine rağmen, daima
kutsal tanımının karşısında duran bir öğe olduğunu gördü. Bu öğe mantıksız bir öğe
değildi. Tersine, oldukça mantıklıydı ve düşünce sınırlarımızın üzerinde idi. İnsanın
kutsal ile olan tecrübelerinde, sözcüklerle anlatılamayan, fazladan bir şey vardı. Bu
şey, Otto‟nun artı (plus) diye adlandırdığı şeydi. Artı, Kutsallığın insanlar tarafından
hissedildiği fakat sözle anlatılamadığı kısmıdır. Kutsalın tam olarak ifade edilmesini
engelleyen ruhsal bir öğedir.
Otto, kutsal için özel bir terim buldu. Kutsalı mysterium tremendum, yani
kabaca tercüme edersek, korkunç gizem diye adlandırdı. Otto kutsallığı şöyle
tanımlıyordu:
Bazen kutsallık, yumuşak bir akıntı gibi kişiyi sarar, derin bir tapınma halinin
sakinliğiyle düşüncelere yayılır. Yok olana ve insan tarafından, dini olmayan,
“bayağı”, sıradan bir duygu olarak kabul edilene kadar, yoğun, devam eden, adeta
tınlayan ve çınlayan bir hal alır. Birden, kasılma ve çarpıntılarla ruhun
derinliklerinden yukarı doğru fışkırabilir veya en garip heyecanlara, kendinden
olmayan deliliklere, taşkınlıklara ve coşkulara itebilir. Vahşi, şeytani biçimlere
sahiptir ve korkunç, tüyleri diken diken eden bir dehşete dönüşebilir. Ham halde bir
vahşi geçmişe ve erken belirtilere sahiptir. Tekrar iyi, saf ve görkemli bir şeye
dönüştürülebilir. Kimin huzurunda, yaratılışın sessiz, sakin ve titreyen
alçakgönüllülüğüne dönüşebilir? İfade edilemez bir gizem ve tüm yaratılışın
üzerinde olanın huzurunda. [Rudolph Otto, The Idea Of Holy (Kutsal Fikri) (Oxford
University Press, 1950), pp. 12-13.]
Otto tremendumdan (korkunçluktan) bahsediyordu çünkü kutsal korkusu
içimizde kaynar. Kutsal, bizi bir çeşit korku ile doldurur. Şu cümleleri kurarız,
“Kanım dondu”, “Tüylerim diken diken oldu”.
Ruhsal olarak, “Rabbimiz çarmıha gerilirken bir zencinin orada olup
olmadığını” düşünürüz. Bir şarkının nakaratı şöyle diyor, “Bazen titrememe...,
titrememe..., titrememe... neden oluyor.”
Kutsal hakkında karışık hislere sahip olmaya meyilli kişileriz. Kutsal
tarafından aynı anda hem çekiliyor hem de itiliyoruz. Ondan kaçmaya çalışırken bir
şey bizi ona yöneltiyor. Hangisini istediğimizi biliyor değiliz. Bir kısmımız kutsaldan
nefret ederken diğer bir kısmımız kutsalı arzuluyor. Onsuz ne yaşıyor ne de
yaşayamıyoruz.
Kutsala karşı aldığımız tavır, hayalet hikayelerine ve korku filmlerine karşı
gösterdiğimiz tavra çok yakındır. Çocuklar, hayalet hikayeleri anlatmaları için anne
ve babalarına yalvarırlar. Korktuktan sonra da, anne ve babalarına durmaları için
yalvarırlar. Ben, eşimi korku filmlerine götürmekten nefret ederim. Karım, korku
filmlerini görene
– veya göremeyene de diyebilirim - kadar bu filmleri görmek
ister. Her seferinde aynı şey başımıza geliyor. Eşimin ilk yaptığı şey, kolumu
kavramak ve tırnaklarını etime geçirmek oluyor. Eşim gözlerini kapatmak için ellerini
kolumdan çektiği zaman rahatlayabiliyorum. Sonra eşim, koltuğundan kalkıp
sinemanın arkasına geçip sırtını bir duvara dayıyor. Sadece orada, arkadan birisinin
zıplayıp onu yakalayamayacağından emin olabiliyormuş. Son olarak da herkesle
birlikte salonu terk ederken, koridorda sığınacak bir yer arıyor. Fakat yine de bana bu
tür filmlere gitmeyi sevdiğini söylüyor. (Burada teolojik bir örnekleme olmalı.)
İnsanların kutsala karşı karışık duygulara sahip olmasına, en iyi örnek, belki
de radyo dünyasından verilebilir. Televizyon gelmeden önce, evin baş misafirleri
radyo programlarıydı. Sabun şirketlerinin katkılarıyla hazırlanan operaları her gün
dinlemek zorunda kalırdık. Duz şirketinin katkılarıyla radyoda Ma Perkins oyunu
sunulurdu. Diğer şirketlerin katkılarıyla da radyoda, “Our Gal Sunday”, “One Man‟s
Family”, “Dr. Brent”, “Stella Dallas”, “Just Plan Bill”, “Portia Faces Life”, “Mary
Noble, Backstage Wife”, “Lorenzo Jones and his wife, Belle” ve buna benzer birçok
opera sunulurdu.
Akşam programlarında hareket ve maceraya yer veriliyordu. “The Lone
Ranger”, “Superman”, “Tennessee Jed”, “Hop Harrigan”, ...vb. Benim en sevdiğim
gizemli programlar, “Gangbusters”, “Mr. Keen-Tracer of Lost Person”, “Johnny
Dollar-Insurance Investigator”, “The Shadow” and “Suspense” idi.
Tüm korku programları, tüyler ürperten kapı gıcırdaması sesiyle başlardı.
Sanki birisi tırnaklarıyla tahtayı tırmalıyordu. Kafamda, eski ve küflü bir tabutun
açıldığı canlanırdı. Gıcırdayan kapı sesiyle beraber radyo spikerinin de yüksek sesi
duyuluyordu, “INNER SANCTUM!”.
Inner sanctum sözcüklerinin neresi korkunç? Ne anlama geliyor? Inner
Sanctum kabaca “yürekte kutsal” anlama geliyor. Kutsal olanın huzuruna çıkarılmak
kadar kişiyi dehşete düşüren, düşüncelere korku salan bir şey yoktur. Şimdi ise, biz
de, mysterium tremendumun huzuruna getirilirken titremeye başlıyoruz.
Kutsal Tanrı‟nın gizemli kişiliği, Latince‟de augustus (Yüce) kelimesiyle
anlatılır. İlk Hıristiyanlar, bu unvanı Sezar‟a takmakta sorun yaşıyorlardı.
Hıristiyanlara göre, hiçbir insan august unvanını hak etmiyordu. Sadece Tanrı, yüce
olarak çağrılmaya layıktı. Yüce olmak demek, korku uyandırmak, korku vermek
demektir. Tam anlamıyla, korku veren sadece Tanrı‟dır.
İnsanların kutsala bakışı üzerine yaptığı çalışmada Otto, insanın kutsal ile
karşılaştığında sahip olduğu duygunun, yaratılmışlığın getirdiği bir dayanamama,
karşı koyamama duygusu olduğunu keşfetti. Bu da, Tanrı‟nın varlığını fark ettiğimiz
zaman, bizlerin yaratılmış olduğunu en çok fark ediyoruz anlamına geliyor. Mutlak
olanla tanıştığımızda, bizim mutlak olmadığımızı hemen anlıyoruz. Sınırsız olanla
tanıştığımızda, aklımızı başımıza topluyor ve sınırlı olduğumuzu anlıyoruz. Sonsuz
olanla tanıştığımızda, geçici olduğumuzu anlıyoruz. Tanrı ile tanışmak, tersine, güç
gerektiren bir çalışmadır.
“Diğer” ile olan tezatlığımız bizi eziyor. Yeremya peygamberi ve Tanrı‟ya olan
yakarmasını düşünüyoruz:
Beni kandırdın, ya RAB, Ben de kandım. Bana üstün geldin, beni yendin... (Yeremya
20:7)
Burada sanki Yeremya‟nın kötü bir şekilde kekelemeye yakalandığını duyar
gibiyiz. Genelde Kutsal Kitap, açıklamalarını kısa tutar, ekonomik bir dil kullanır.
Yeremya bu kuralı, son derece açık olan bir şeyi ifade ederken zaman harcamasıyla
bozuyor. “Beni kandırdın, ya Rab, Bende kandım” diyor. Aynı ayetin son cümleleri,
boşu boşuna kurulmuştur. Tabi ki de Yeremya kandırıldı. Eğer Tanrı Yeremya‟yı
kandırmışsa, Yeremya kandırılmış olmaz da ne olur? Eğer Tanrı, Yeremya‟nın
üstesinden gelmişse, Yeremya yenilmiş olmaz da ne olur?
Fakat belki de Yeremya, şikayetini dile getirdiğinde Tanrı‟nın onu
anladığından emin olmak istiyordu. Belki de, duygularını belirtmek için İbranice‟nin
tekrarlama yöntemini kullanıyordu. Yeremya kandırılmış ve yenilmişti. Tanrı‟nın
mutlak gücü karşısında kendisini güçsüz ve çaresiz hissediyordu. O an Yeremya,
kendi yaratılmışlığının son derece farkındaydı.
Yaratılmış olmamızın bize sürekli hatırlatılması her zaman hoş olmuyor.
Şeytan‟ın orijinal ayartma sözleri aklımızdan silineceğe benzemiyor, “Tanrı gibi
olacaksınız.” Şeytan‟ın bu iğrenç yalanı, bize inanması pahalıya mal olacak bir
yalandır. Eğer Tanrı gibi olabilseydik, ölümsüz, yanılmaz ve çok güçlü olurduk. Şu an
sahip olmadığımız ve olamayacağımız birçok güce sahip olurduk.
Ölüm, çoğu zaman bizleri korkutur. Birisi öldüğünde, bizlerin de ölümlü
olduğunu ve ölümün bir gün bize de uğrayacağını hatırlarız. Ölüm,
düşüncelerimizden atmaya çalıştığımız bir düşüncedir. Bir başkasının ölümünün
yaşamımıza izinsiz girerek, geleceğin bilmediğimiz bir zamanında, neyle
karşılaşacağımızı bizlere hatırlatmasından rahatsız oluruz. Ölüm, yaratılmış
olduğumuzu bizlere hatırlatır. Ölüm, korkunç olmasına rağmen, kutsal Tanrı ile
buluşmanın yanında bir hiçtir. Tanrı ile karşılaştığımızda, yaratılmışlığımızın tamamı
sona erer. Tanrı ile karşılaştığımızda, bizleri Tanrı ve küçük ilahlar olduğumuza
inandıran ve sonsuza dek yaşamak isteyen efsaneler darmadağın olur.
Ölümlü yaratıklar olduğumuzdan ötürü, her türlü korkuyu sergilemeye mecburuz.
Endişeleri ve korkuları olan kişileriz. Bazı kişiler kedilerden, bazıları yılanlardan,
diğerleri kalabalık yerlerden veya yükseklikten korkarlar. Bu korkular, bizleri yıpratır
ve yürek esenliğimizi rahatsız ederler.
Hepimizin acı çektiği, özel bir korku türü vardır. Bu korkunun adı
xenophobia (yabancı korkusu)dır. Yabancı korkusu, garip ve yabancı olan her şeye
karşı duyulan bir korkudur (bazen de nefrettir.). Yabancı korkumuzun en büyük
hedefi Tanrı‟dır. En büyük yabancı, Tanrı‟dır. En garip olan, Tanrı‟dır. Tanrı
kutsaldır, bizler değil.
Kutsal olduğu için Tanrı‟dan korkuyoruz. Duyduğumuz korku, Kutsal
Kitap‟ın bizlere buyurmuş olduğu Rab korkusu değildir. Doğuştan gelen, bayağı bir
korkudur. Tanrı, bize göre çok büyüktür. Aynı zamanda müthiştir de. Bizden zor
dileklerde bulunur. Emniyetimizi tehdit eden Gizemli Yabancıdır. O‟nun huzurunda
titrer ve sarsılırız. O‟nunla kişisel olarak görüşmek, bizler için en büyük sarsıntı
olabilir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KUTSALLIK SARSINTISI
Kutsal Kitap‟ta da daima anlatıldığı gibi,
kutsal insanların Tanrı‟yı gördüklerinde
vurulmuş ve ezilmiş olmaları
ne şaşırtıcı ve dehşet vericidir...
İnsanlar, kendilerini
Tanrı‟nın görkemiyle kıyaslamadığı sürece,
değersiz olduklarına
tamamen ve derinden inanmazlar.
JOHN CALVIN
Karanlık ve fırtınalı bir geceydi.
Bu klasik ifadeyle hikayeye başlamak için çok uzun süre bekledim. Bu klasik
giriş cümlesi edebiyatçı arkadaşlarım tarafından kötüye kullanıldı, öyle ki “Karanlık
ve Fırtınalı Gece Kulübü” adlı bir klüp oluşturdular. Her sene kitap ve denemelerin en
kötü giriş cümlelerine ödüller verirler.
Belki de Markos‟un Müjdeyi yazdığı sırada, zaten bir Karanlık ve Fırtınalı
Gece Kulübü vardı. İsa‟nın fırtınayı dindirişini anlatmaya bakın nasıl başlıyor:
“O gün akşam olunca öğrencilerine, „Karşı yakaya geçelim‟ dedi.” (Markos 4:35)
İsa ve öğrencileri Celile‟deydiler. İsa, Celile gölü diye adlandırılan gölün
kıyısında toplanmış kalabalığa öğretişte bulunuyordu. Bu su birikintisi, doğanın
büyük tasarımlarından birisidir. Göl, etrafı dağlarla çevrili bir çukuru
doldurmaktadır. Gölün taze suyu, Filistin‟in kurak bölgesi için önemli bir yaşam
kaynağıdır.
İsa‟nın öğrencileri profesyonel balıkçılardı. Gölün olgun kıdemlileriydiler.
Gölün durumunu, halini ve güzelliğini biliyorlardı. Celile Gölü, ruh hali sert bir
şekilde değişen çekici bir bayan gibidir. Bölgedeki tüm gemiciler, suyun karasızlığını
bilir. Göl, dağların ortasında ve Akdeniz ile çöl arasında oluşu nedeniyle doğanın
garip bir süsünü oluşturmaktadır. Sert rüzgarlar, sanki bir borudan geçiyormuş gibi
gölün yüzeyinden akabiliyor. Bu rüzgarlar, habersiz gelip bir saniye içinde durgun
gölü, gürleyen fırtınaya çevirebiliyor. Günümüzde bile, bu kadar çağdaş teçhizata
sahip olmalarına rağmen Filistinli gemiciler, Celile Gölü‟nün sert halinin öfkesi
altında can verme korkusu yüzünden gölde gemiyle açılmayı reddediyorlar.
Öğrencilerin lehine olan iki şey vardı: Tecrübelilerdi ve Efendileri ile
birlikteydiler. İsa onlara akşamleyin gölün karşı tarafına geçelim dediğinde,
öğrencilerin hiçbirisi korkmamıştı. Karşı kıyıya geçmek için kayıklarını hazırladılar.
Ardından göl huysuz bir hal aldı. Bayan Göl, öfkeden deliye dönmüştü.
“Bu sırada büyük bir fırtına koptu. Dalgalar kayığa öyle saldırıyordu ki, kayık
neredeyse suyla dolmuştu.” (Markos 4:37)
Celileli balıkçıların en çok korktukları şey, başlarına gelmişti. Ne zaman
çıkacağı belli olmayan fırtına, kayığa vuruyor ve fırtınanın şiddeti kayığı alabora
edecekmiş gibi korkutuyordu. En güçlü yüzücü bile suya düşse kurtulamazdı.
Öğrenciler, parmaklarındaki eklem yerleri beyaza dönene kadar filika küpeştelerini
sımsıkı tutuyorlardı. Bindikleri kayık, bir uskuna veya yolcu gemisi değildi. Niteliksiz
bir balıkçı teknesiydi. Ani bir kıvrılma, teknenin yanına çarpacak büyük bir dalga,
hepsini ölüme sürükleyebilirdi. Öğrenciler hiddetle göl ile savaşıyor, kayığın başını
dalgaların içine doğrultmaya çalışıyorlardı. Belki de gemiciler ilk dualarını burada
etmişti, “Ya Rab, senin gölün oldukça büyük, benim kayığım ise oldukça küçük.”
İsa, kayığın arkasında uyuyordu. Biraz kestiriyordu. Aynı tutumu, ben de
başka bir yerde görmüştüm. Bir keresinde, bindiğim uçak şiddetli fırtınaya
yakalanmıştı. Uçak irtifa kaybediyor, binlerce kilometre yükseklikten aşağıya bir taş
parçası gibi düşüyordu. Midem neredeyse tavana değecekti. Yolcuların dehşet
içindeki çığlıklarını duyuyor, hosteslerin panik yaptıklarını görüyordum. Tüm bunlar
olurken yanımdaki adam bebek gibi uyuyordu. O zaman yanımdaki arkadaşı tutup
sallamak ve “Senin sorunun ne kardeşim? Korkman gerektiğini anlamadın mı?”
demek istemiştim.
Kutsal Kitap, İsa‟nın bir yastığa yaslanıp uyuduğunu söylüyor. Herkes panik
içindeyken, İsa huzurlu bir uykudaydı. Öğrencileri rahatsız durumdaydı. Korku ve
öfkenin karışımı bir duygu içerisindeydiler. İsa‟yı uyandırmaya yöneldiler. İsa‟nın bu
durumda neler yapabileceği hakkında ne düşündüklerini bilmiyorum. Metinde de
açıkça görüldüğü gibi öğrenciler, İsa‟nın yapacağı şeyi kesinlikle beklemiyorlardı.
Tüm amaç ve niyetlerine rağmen bulundukları durum çaresizdi. Her saniye
dalgaların büyüklüğü ve şiddeti gittikçe artıyordu. Öğrenciler de herkes gibi
insandılar. İnsanlar, tehlikeye düştükleri zaman, tehlike tarafından tehdit edildikleri
ve ne yapacaklarını bilmedikleri zaman, derhal önderlerine dönerler. Bir adım atma
imkanı olsa da olmasa da, önderin işlerinden birisi de bir sonra atılacak olan adımın
ne olduğunu bilmektir.
“İsa, kayığın kıç tarafında bir yastığa yaslanmış uyuyordu. Öğrenciler O'nu
uyandırıp, „Öğretmenimiz, batıyoruz! Hiç aldırmıyor musun?‟ dediler.” (Markos
4:38)
Öğrencilerin sorusu gerçek bir soru değildi. Bir suçlama idi. Üstü kapalı bir
şekilde ima ediyorlardı. Aslında İsa‟ya, “Ölsek, umurunda değil” diyorlardı. Tanrı‟nın
Oğlu‟nu merhametsizlikle suçluyorlardı. İsa‟ya yapılan bu çirkin saldırı, insanlığın
Tanrı‟ya karşı gösterdiği alışagelmiş tavırla aynıdır. Tanrı, nankör insanlığın bu tür
şikayetlerini her gün dinlemek zorundadır. Cennet, kızgın insanların tekrar eden
suçlamalarıyla bombardıman ediliyor. Tanrı‟nın bize olan merhametini kanıtlamak
için elinden geleni yapmadığını düşündüğümüz zaman, Tanrı‟yı “sevgisiz”, “acımasız”
ve “uzak” diye adlandırmış oluyoruz.
Metinde, İsa‟nın, öğrencilerinin “sorusunu” yanıtladığına dair bir belirti yok.
İsa‟nın yanıtı, söz kısmını geçip doğrudan eyleme geçti. Söyleyeceklerini suya ve
fırtınaya sakladı:
“İsa kalkıp rüzgârı azarladı, göle, „Sus, sakin ol!‟ dedi. Rüzgâr dindi, ortalık
sütliman oldu. İsa öğrencilerine, „Neden bu kadar korkaksınız? Hâlâ imanınız yok
mu?‟ dedi.” (Markos 4:39-40)
İsa‟nın hayatı mucizelerden oluşan bir meşaleydi. O kadar çok mucize yaptı
ki, onları dinlemekten kolayca bıkabiliriz. Bu öyküyü okuyabilir ve hiç etkilenmeden
bir sonrakine geçebiliriz. Ancak şu anda, İsa‟nın mucizelerinin en hayret verici
olanlarından biri üzerinde duruyoruz. Öğrencilerin üzerinde özel etki yaratan bir
olayla karşı karşıyayız. Öğrencilerin bile düşüncelerinde soru işareti bırakan bir
mucizeydi.
İsa, doğanın azgın güçlerini, Kendi sesiyle denetim altına aldı. İsa, Tanrı‟dan,
kendilerini fırtınadan kurtarmasını dilemedi. Durum ile doğrudan ilgilendi. Bir
buyruk, ilahi bir emir verdi. Doğa ise hemen itaat etti. Rüzgar, Yaratcısı‟nın sesini
işitti. Sular, Efendisinin buyruğunu tanıdı. Rüzgar derhal dindi. Havada bir esinti
dahi kalmadı. Sular dümdüz bir cam gibi oldu.
Öğrencilerin tepkisine dikkat edin. Sular dinmişti fakat öğrenciler hala daha
çalkalanıyorlardı:
“Onlar ise büyük korku içinde birbirlerine, „Bu adam kim ki, rüzgâr da göl de O'nun
sözünü dinliyor?‟ dediler.” (Markos 4:41)
Burada değişik bir örneğin anlatıldığını görüyoruz. Fırtınanın ve kudurmuş
suların öğrencileri korkutması ilginç değildir. Ancak, tehlike geçtikten ve sular
dindikten sonra, öğrencilerin korkularının da, fırtına gibi aniden yok olması
gerekirdi. Böyle olmadı. Sular dinmiş, öğrencilerin korkuları ise artmıştı. Bunu nasıl
açıklarız?
Çağdaş psikiyatrinin babası olan Sigmund Freud, insanların doğadan
korkmalarından dolayı din icat ettikleri teorisini benimsiyordu. Teoriye göre insan,
bir deprem, tufan veya yakıp yok eden hastalıkla karşılaştığında kendisini yardıma
muhtaç hisseder. Freud, insanın bu yüzden, depremin, tufanın ve hastalığın üstünde
gücü olan bir Tanrı icat ettiğini söylüyordu. Tanrı kişiseldir. O‟nunla konuşabiliriz.
O‟nunla pazarlık yapabiliriz. Doğanın yıkıcı güçlerinden bizi kurtarması için O‟na
yalvarabiliriz. Depremlere yalvaramaz, tufanlarla tartışamaz veya kanserle pazarlık
yapamayız. Teori şöyle devam ediyor, bu yüzden bizler, bu korkunç şeylerle
ilgilenirken bize yardım etmesi için Tanrı icat ederiz.
Kutsal Kitap‟taki bu hikayede vurgulanan şey, fırtınanın tehdidi geçtikten
sonra öğrencilerin korkusunun artıyor olmasıdır. Fırtına, öğrencileri korkutmuştu.
İsa‟nın fırtınayı yatıştırması onları daha çok korkutmuştu. Mesih‟in gücünde, doğada
gördüklerinden daha çok korkutan bir şeyle karşılaşmışlardı. Öğrenciler, kutsalın
huzurundaydılar. Freud‟un bu konu üzerinde söylediklerine şaşırıyoruz. İnsanlar,
kendilerini bir Tanrı icat etmeye teşvik eden doğanın güçlerinden daha da ürkütücü
kutsallığa sahip bir Tanrı‟yı neden öncelikle icat etsin? İnsanların, kutsal olmayan
sadece esenlik veren bir tanrı icat etmesini anlayabiliriz. Ancak, insanlar neden
depremden, tufandan veya hastalıktan daha korkunç bir tanrı icat etsin? Tufanın
kurbanı olmak veya kansere av olmak başka şey, yaşayan Tanrı‟nın ellerine düşmek
başka şeydir.
İsa suları dindirdikten sonra öğrencilerin söyledikleri sözler her şeyi
açıklıyor. “Bu adam nasıl bir adam ki, rüzgar da göl de onun sözünü dinliyor?” diye
haykırdılar. Soru, “Bu nasıl bir adam ki?” idi. İsa‟nın türünün ne olduğunu
soruyorlardı. İsa‟yı koyabilecekleri bir sınıf, bilindik bir biçim arıyorlardı. Eğer
insanları belli biçimlerle sınıflandırırsak, onlarla nasıl ilgileneceğimizi hemen biliriz.
Düşmanca kişilere başka, dost olan kişilere başka tepkiler veririz. Zekilere başka,
halktan kişilere başka davranırız. Öğrenciler, İsa‟yı koyabilecekleri uygun bir sınıf
bulamadılar. İsa, sınıf kalıplarının ötesindeydi. Tek başına bir sınıf idi, sui generis.
Öğrenciler böyle birisiyle daha önce hiç karşılaşmamışlardı. İsa,
karşılaştıkları insanlar gibi değildi. Tek başına bir tür, tamamen bir yabancı idi. Daha
önce, değişik türden insanlarla karşılaşmışlardı, kısa, uzun, zayıf, şişman, aptal, akıllı.
Grekler, Romalılar, Suriyeliler, Mısırlılar, Samiriyeliler ve hemşehrileri Yahudilerle
tanışmışlardı. Ancak kutsal bir adamla, rüzgara ve dalgalara konuşan ve sözünü
dinleten birisiyle daha önce tanışmamışlardı.
Gölde, fırtınanın ortasındayken, İsa‟nın uyuyabilmesi de oldukça garip. Fakat
eşsiz bir olay değil. Uçakta ben panik tarafından sarılmışken yanımda uyuklayan
yolcu arkadaşımı tekrar düşünüyorum. Bir kriz ortasında uyuyabilen kişiler görmek,
nadir görülen bir şey olabilir fakat bu eşsiz bir şey değildir. Uçaktaki arkadaşımdan
etkilenmiştim. Ancak arkadaşım, uyanıp da uçağın penceresinden dışarıya doğru
rüzgara bağırarak, rüzgarı buyruğuyla durdurmamıştı. Eğer bunu yapsaydı, etrafıma
bakınır ve bir paraşüt bulmaya çalışırdım.
İsa farklıydı. Muhteşem bir başkalığa sahipti. Yüce, gizemli bir yabancıydı.
İnsanların kendilerini rahatsız hissetmesine neden oluyordu.
Mesih‟in fırtınayı yatıştırma hikayesinin, İsa‟nın hizmetinde bir çeşit küçük
tekrarı daha vardı. Luka bu tekrarın yerini Ginnesar Gölü olarak bildiriyor. Görülüyor
ki, Yahudiler, Celile‟nin tepeleri arasında yerleşen büyük su kitlesine ne ad
vereceklerini bilememe sorunu yaşıyorlardı. Bu göl, bazı yerlerde Ginnesar Gölü,
diğer yerlerde ise Celile Gölü diye biliniyordu.
“Halk, Ginesar gölünün kıyısında duran İsa'nın çevresini sarmış, Tanrı'nın sözünü
dinliyordu. İsa, gölün kıyısında iki kayık gördü. Balıkçılar kayıklarından inmiş
ağlarını yıkıyorlardı. İki kayıktan Simun'a ait olanına binen İsa, ona kıyıdan biraz
açılmasını rica etti. Sonra oturdu, kayığın içinden halka ders vermeye devam etti.
Konuşmasını bitirince Simun'a, „Derin sulara açılın, balık tutmak için ağlarınızı
salın‟ dedi. Simun şu karşılığı verdi: „Efendimiz, bütün gece çabaladık, hiçbir şey
tutamadık. Yine de senin sözün üzerine ağları salacağım.‟ Bunu yapınca öyle çok
balık yakaladılar ki, ağları yırtılmaya başladı. Öbür kayıktaki ortaklarına işaret
vererek gelip yardım etmelerini istediler. Onlar da geldiler ve her iki kayığı balıkla
doldurdular; öyle ki, kayıklar az kalsın batıyordu.” (Luka 5:1-7)
Eğer öğrencilerin, sıkıntı ve öfkelerini İsa‟ya gösterdikleri bir olay varsa, o da
bu olaydır. Simun Petrus yorgundu. Tüm gece ayaktaydı ve balık tutmadaki
başarısızlığı yüzünden sinirliydi. Balık tutma işi korkunç geçmişti. Bu tür bir tecrübe,
profesyonel balıkçıyı dahi bozuk bir ruh haline sokmaya yeterdi. İsa tüm sabah
boyunca öğretişte bulunurken, Petrus, etrafında itişen kalabalık ile ilgileniyordu.
Petrus‟un bozuk ruh haline, bu bıkkın ve kızgın durumunu da ekleyin. İsa vaazını
bitirdiğinde Simun eve gidip yatağa girmeye hazırlanıyordu. İsa ise, balık tutmaya
gitmek istiyordu. İsa‟nın, derin sulara açılmak gibi olağanüstü bir fikri vardı.
Satırları okuyup Simun‟un kızgın ve alaycı sözünü canlandırmak için fazladan
bir şeye gerek yok. “Efendimiz, bütün gece çabaladık, hiçbir şey tutamadık. Yine de
senin sözün üzerine ağları salacağım.” Bu durumda, Simun, İsa‟nın hikmetine olan
gerçek saygısını şöyle gösterdi, “Ağları atacağım.” Yine de Petrus, kızgınlığını
göstermeyi gerekli gördü. Bu söylediği ile şu sözler aynı anlama geliyor, “Bak İsa,
olağan üstü bir öğretmensin. Vaazların hepimizi büyülüyor. Senden büyük teolog yok.
Din konusunda hepimizi utandırıyorsun. Ancak, lütfen, bize biraz güven. Bizler
profesyoneliz. Balık tutma işini biliyoruz. Tüm gece oradaydık ve hiçbir şey yok, sıfır.
Balık yok. Hadi eve gidip uyuyalım. Şansımızı sonra deneriz. Fakat ısrar ediyorsan,
eğer sözlerine uymamız gerekiyorsa, o zaman elbette ki ağları atacağız.”
Simun Petrus‟un halini görebiliyorum. Andrea‟ya bir bilir kişi bakışı atıyor ve
nefes verirken, mırıldanarak yeni temizlediği ağları kaldırıp suya atıyor. Kendi
kendine şöyle düşünüyor olmalı, “Kendini beğenmiş vaizler! Hepsi aynı. Her şeyi
bildiklerini sanırlar.”
Olayın nasıl sonuçlandığını biliyoruz. İsa‟nın Petrus‟a ağları indirmesini
söylediği yerde, çok geçmeden, sanki Celile Gölü‟ndeki tüm balıklar ağlara dolmaya
başladı. Balıklar, sanki kimin birinci olarak ağa takılacağını görmek için yarışıyor
gibiydi. “Son gelen çürük yılan balığıdır!”
Ağlar, o kadar çok balıkla dolmuştu ki, oldukça gerilmişlerdi. Ağlar yırtılmaya
başladı. Diğer öğrenciler, kayıklarıyla beraber aceleyle olay yerine geldiğinde bile,
balıkları taşıyacak yeterli yer yoktu. Her iki kayık da, ağzına kadar balıkla dolmuştu,
tekneler az daha batacaktı. Bu miktarda balık, balıkçıların o güne kadar tanık
oldukları en çok sayıda yakalanan balıktı.
Petrus nasıl tepki verdi? Siz ne tepki verirdiniz? Ben kendimin ne tepki
vereceğimi biliyorum. Olay yerinde bir anlaşma yapardım. İsa‟dan bunu nasıl
yaptığını bana iskelede, ayda beş dakika göstermesini dilerdim. Tarihteki en kazançlı
balık tutma işine sahip olurdum.
İş ve kazanç, Petrus‟un düşüncelerinden en uzak olan şeylerdi. Ağlar
yırtılırken, Petrus balıkları göremiyordu bile. Tek gördüğü İsa‟ydı. Ne söylediğine
bakın:
“Simun Petrus bunu görünce, „Rab, uzaklaş benden, ben günahlı bir adamım‟
diyerek İsa'nın dizlerine kapandı.” (Luka 5:8)
O an Petrus, Kutsal bir Beden‟in huzurunda bulunduğunu fark etti. Umutsuz
bir şekilde rahatsızdı. İlk tepkisi tapınma oldu, Mesih‟in önünde dizlerinin üstüne
çökmüştü. “Rab, sana tapıyor, seni yüceltiyorum” demek yerine, “Lütfen benden uzak
dur. Lütfen beni bırak. Buna dayanamıyorum” dedi.
Mesih‟in yaşamı, Mesih‟e yaklaşmak için kalabalığı yarıp geçen insanların
yaşamıdır. “Bana merhamet et” diye yakaran cüzamlı, İsa‟nın giysisinin eteğine
dokunmak için uzanan kanamalı kadın, İsa‟nın ölürken söylediği sözleri dinlemeye
çabalayan çarmıhtaki haydut ve “Bana gel. Bana bak. Bana dokun.” diye haykıran
insanlar, İsa‟nın hayatını oluşturuyor.
Petrus böyle değildi. Petrus‟un acınaklı durumu farklıydı: İsa‟dan, kendisiyle
arasına mesafe koymasını, kendisini terk etmesini ve kendisinden ayrılmasını istedi.
Neden? Tahminde bulunmaya gerek yok. Satırları okumaya gerek yok çünkü
satırlar kendi başlarına Petrus‟un neden İsa‟dan gitmesini istediğini açıklıyor, “Ben,
günahlı bir adamım!” Günahkar kişiler kutsalın huzurunda rahatsız olurlar. Sefaletin,
arkadaşlığı sevmesi bir klişedir. Aynı zamanda, hırsızlar arasında da bir arkadaşlık
vardır. Ancak hırsızlar, polis memurlarının arkadaşlıklarının teselli eden varlıklarını
aramazlar. Günahkar sefalet, saflığın arkadaşlığını sevmez.
İsa‟nın Petrus‟a, Petrus‟un günahları hakkında hiçbir şey söylememesi
dikkatimizi çekiyor. Hiçbir azarlama veya yargı sözü yoktu. İsa‟nın yaptığı tek şey,
Petrus‟a nasıl balık yakalanacağını göstermekti. Ancak kutsal belli olduğu zaman, onu
sözlerle ifade etmeye gerek yoktur. Petrus, göz ardı edemeyeceği bir mesaj
yakalamıştı. Tüm doğruluğun ve tüm saflığın üstün ölçüsü, Petrus‟un gözleri önünde
parlıyordu. Aynı Yeşaya gibi, Petrus da helak olmuştu.
Tarihteki garip gerçeklerden birisi de, Nasıralı İsa‟nın iyi ününün imanlı
olmayanlar arasında da hoş karşılandığıdır. İsa hakkında insafsızca konuşan kişi
sayısı azdır. Kiliseye açıkça düşman olan ve Hıristiyanları hor görenler genelde İsa‟ya
olan övgülerini esirgemezler. Hatta Tanrı‟nın öldüğünü söyleyen ve kilisenin
gerilemesinden ötürü yas tutan Friedrich Nietzsche bile, İsa‟dan bahsederken bir
kahramanlık örneği olarak bahsediyor. Akıl hastanesinde geçirdiği son yıllarında
Nietzsche, mektuplarını “Çarmıha gerilmiş Olan” harfleriyle imzalayarak deliliğini
belirtiyordu.
Dünyanın karşı konulmaz tanıklığı, İsa‟nın eşsiz mükemmelliğinedir. George
Bernard Shaw bile, İsa‟yı eleştirirken, Mesih‟in Kendisinden daha yüce bir değer
düşünemiyordu. İsa hakkında, “Bazı zamanlar, İsa da bir Hıristiyan gibi
davranmadı.” diyordu. Shaw‟ın eleştirisindeki ironiyi görmezden gelemeyiz.
Ahlaki üstünlüğe gelince, Mesih‟e Tanrısallığı veya Kurtarıcılığı
yakıştıramayanlar, İsa‟yı insan olarak takdir ediyorlar. Aynı Pontius Pilatus‟un dediği
gibi, “Ecce homo.”, “Bu işe siz bakın!” “O‟nda hiçbir suç bulamadım”.
Çağdaş insanların İsa‟yı takdir edişine baktığımızda, İsa‟nın çağdaşlarının
neden İsa‟yı öldürdüklerini anlamak güç geliyor. Neden onlarca kalabalık İsa‟nın
kanının akıtılması için haykırdı? Neden Ferisiler O‟ndan tiksiniyordu? Neden
öylesine iyi, öylesine dürüst bir dost, ülkedeki en yüksek din kurulu tarafından ölüme
mahkum edildi?
Bu gizemi anlamak için, yanıt olarak, günümüz Filistin‟ine bakmalıyız.
Yeruşalem‟i gezen bir hacı, bu saygın şehrin görkemiyle büyülenir. Geceleri projektör
ışığıyla aydınlatılan eski duvarlar, Kutsal Şehre büyülü bir görünüm kazandırır.
Zeytin Dağı‟ndan şehre doğru, Kidron Vadisinin rüzgarlı yolundan geçerek gelen
birisi, tapınağın tepesine yakın olan Doğu Duvarının yanından uzanan yolu süsleyen
“Peygamberlerin Mezarı” anıtının hala durduğunu görebilir. Anıt yüzyıllardır, ta
Mesih‟in zamanından bu yana bulunduğu yerde duruyor. Anıtta, bir Yahudi
minyatürü olan Mount Rushmore gibi Eski Antlaşma‟daki büyük peygamberlerin
simaları kabartma ve oymalar olarak yer alıyor.
İsa‟nın yaşadığı zamanda, Eski Antlaşma‟nın peygamberleri saygı
görüyorlardı. Geçmişin büyük kahramanlarıydılar. Yaşadıkları zaman nefret edildiler,
küçümsendiler, reddedildiler, hor görüldüler, zulmedildiler ve kendi dönemlerinin
insanları tarafından öldürüldüler.
İlk Hıristiyan şehit İstefandır. Kızgın bir kalabalık tarafından öldürüldü,
çünkü İstefan kendisini dinleyenlere, ellerindeki kanı hatırlatmıştı:
“Ey dik kafalılar, yürekleri ve kulakları sünnet edilmemiş olanlar! Siz tıpkı
atalarınıza benziyorsunuz, her zaman Kutsal Ruh'a karşı direniyorsunuz. Atalarınız
peygamberlerin hangisine zulmetmediler ki? Adil Olan'ın geleceğini önceden
bildirenleri de öldürdüler. Melekler aracılığıyla buyrulan Yasa'yı alıp da buna
uymayan sizler, şimdi de adil Olan'a ihanet edip O'nu katlettiniz!” (Elçilerin İşleri
7:51-53)
İstefan‟ın bu iğneleyici sözlerinin, onu dinleyenlerin yüreklerine işleyip onları
tövbeye sürüklemesi gerektiğini düşünebiliriz. Ancak dinleyenler üzerinde böyle bir
etki olmadı:
“Kurul üyeleri bu sözleri duyunca küplere bindiler, İstefan'a karşı dişlerini
gıcırdattılar. Kutsal Ruh'la dolu olan İstefan ise, gözlerini göğe dikip Tanrı'nın
görkemini ve Tanrı'nın sağında duran İsa'yı gördü. „Bakın‟ dedi, „göklerin açıldığını
ve İnsanoğlu'nun Tanrı'nın sağında durmakta olduğunu görüyorum.‟ Bunun
üzerine kulaklarını tıkayıp çığlıklar atarak hep birlikte İstefan'a saldırdılar. Onu
kentten dışarı atıp taşa tuttular. İstefan'a karşı tanıklık etmiş olanlar, kaftanlarını
Saul adlı bir gencin ayaklarının dibine bıraktılar.” (Elç. İşl. 7:54-58)
İnsanlar, rahatsız olmayacak şekilde, kendilerinden uzak olduğu sürece
ahlaki üstünlüğü takdir ediyorlar. Yahudiler, mesafeli bir şekilde peygamberlere saygı
gösterdiler. Dünya, mesafeli bir şekilde Mesih‟e saygı gösteriyor.
Petrus, İsa‟nın kendisine oldukça yakın olana kadar İsa ile birlikte olmak
istiyordu. Fakat sonra Petrus yakardı, “Lütfen benden uzak dur.”
Birkaç yıl önce, The Peter Principle (Petrus ilkesi) adlı kitap, en çok satan
kitaplar listesine girdi. Kitabın öğretişinin temel noktası, iş dünyasında bir aksiyom
oldu: İnsanlar beceriksizlik seviyelerini, birleşik yapılarda beceriklilik seviyesine
doğru çıkarmaya yönelirler. Kitap, Simun Petrus‟un, İsa‟nın huzurunda neden
rahatsız hissettiğini kısmen açıklamanın dışında bir şey yapmıyor.
The Peter Principle kitabı, beceriklilik ve beceriksizlik sorularını ele alıyor.
İnsanlar beceriksizlik seviyelerini beceri seviyelerine dönüştürmeye yönelir
aksiyomu, iş dünyasında terfi çalışması üzerine dayalı bir aksiyomdur. Kişi, işini iyi
yaparsa terfi eder. Şirkette puanını yükseltir. Yukarıya doğru tırmanışı, belli bir
noktada durur. Bu nokta, kişinin işini iyi yapmayı bitirdiği yerdir. İşini iyi yapmayı
durdurduğunda da, terfi etmeyi durdurur ve geri kalan günlerini beceri seviyesinin
bir adım ötesinde çalışarak geçirmeye razı olur. Beceriksizlik seviyelerine takılı
kalmış insanlar, kendileri ve şirketleri için bir felakettir.
Herkes, Petrus İlkesinin tuzağına düşmez. Hall, kitabında bu tuzaktan
kurtulan iki sınıf insandan bahsediyor. Bu iki sınıf, süper beceriksiz ve süper becerikli
sınıflarıdır. Süper beceriksiz kişinin, seviyesini beceriksizlikten daha yukarıya
çıkarma fırsatı yoktur çünkü zaten beceriksizdir. Becerikli olduğu bir seviye yoktur.
Şirketin en düşük seviyesinde beceriksizdir. Bu kişi kısa zamanda şirketten
çıkarılmalıdır.
Asıl ironi, Petrus İlkesinden kurtulan diğer insan sınıfında yer alıyor. Bu
sınıf, süper becerikli sınıfıdır. Süper becerikli kişiler, birleşik yapılarda zirveye nasıl
çıkarlar? Çıkamazlar. Kitabın yazarı Hall, süper becerikli kişinin beceri merdivenini
tırmanırken kendi üstündeki kişilere gözdağı veriyor olmasının, süper becerikli kişi
için büyük zorluk çıkardığını söylüyor. Patronları ondan korkar, yerlerini bu kişiye
kaptırma endişesi duyarlar. Patronlarının sahip oldukları onur ve güce karşı mevcut
ve açık bir tehlike oluşturur. Süper becerikli kişi, şirkette basamakları çıkmakla değil,
bir şirketten diğerine sıçramalar yaparak, yukarı doğru tırmandığı sürece başarılı
olur.
Hall‟ın teorisini, kiniz felsefesine dönüştürmek çok kolaydır. Şirketlerinde
süratli yükselmeler yaparak zirveye ulaşan sayısız bir çok kişi örnek verebiliriz. Depo
sorumlusu olarak şirkete giren ve yükselerek yönetim kurulu başkanı olan birçok kişi
vardır. Hall, tabi ki de, bu tür duygusal Horatio Alger hikayelerinin kendi teorisinin
istisnaları olduğunu söylüyor.
İstatistikler ne olursa olsun, tartışılmaz olan gerçek şudur, süper becerikli
kişinin, üstündeki kişilerin tehdidi yüzünden düşük seviyede kaldığı sayısız durum
vardır. Başarıyı herkes alkışlamıyor. Hatırlıyorum da, üniversitede öğretmenlik
yaptığım sıralarda bir son sınıf öğrencisi vardı. Gördüğüm en iyi bayan öğrenciydi.
Ağırlıklı ortalaması tam 4.0 idi. Sıra dışı bir şekilde çalışıyordu.
Son senedeki sınavlardan birisini okuduğumda ağzım açık kaldı. Çok kötü bir
puanla dersten kalmıştı. Normal başarı çizgisinden o kadar sapmıştı ki, bir şeylerin
ciddi bir şekilde ters gittiğini anladım ve onunla görüşmek için odama çağırıp nelerin
yanlış gittiğini sordum. Hemen bana, göz yaşları içinde hıçkıra hıçkıra, bilerek
sınavda başarısız olduğunu söyledi. Ona sebebini sorduğumda da, mezun olmaya
yaklaşırken, asla bir koca bulamayacağı korkusuna kapıldığını açıkladı. “Hiçbir erkek
benimle çıkmak istemiyor”, “Hepsi çok akıllı olduğumu ve sadece bir beyinden ibaret
olduğumu düşünüyor”. Yürek burkan yalnızlık hikayesini ve kampüs sosyal hayatının
dışında kaldığını anlattı. Kendisini bir parya (pariah) gibi hissettiğini söyledi.
Bu bayan öğrenci, toplum tarafından affedilemez bir günah işlemişti. Çan
eğrisini bozmuştu. Öğretmene ve öğrencilerin puanlarına göre, çan eğrisine göre
değerlendirilmenin ne anlama geldiğini biliyorum. Öğrencilik günlerimde, kötü geçen
bir sınavdan sonra sınıfı endişeyle terk ettiğimi hatırlıyorum. Öğretmenin, sınavı, çan
eğrisine göre değerlendireceğini söylemesinin kulağıma nasıl hoş geldiğini
hatırlıyorum. Çan eğrisine göre değerlendirmek şu anlama geliyordu, eğer sınavın
yüzde 60‟nı yaparsam, öğretmenin uyguladığı çan eğrisi beni D‟den C‟ye hatta
öğrencilerin sınavının kötü geçmesine göre B‟ye bile çıkarabilirdi. Bu durum beni,
diğerlerini başarısız olmaya teşvik etmeye itiyordu.
Ama her zaman kalabalıkta biri vardır. Herkesin sınavının yüzde 20‟sini
30‟unu yaparak, sınavın adil olmadığını açıkça kanıtlandığı ve öğretmenin mecburen
çan eğrisi uygulaması gerektiği sırada, engellenemez bir beyin sınavın hepsini yapar.
Bu üstün zekalı böyle bir performans gösterdi diye sınıfta hiç kimse ayağa kalkıp onu
alkışlamamıştır. Hiç kimse çan eğrisini bozanları sevmez. Bu kişiler hepimizin kötü
görünmesine neden olur.
İsa Mesih de çan eğrisini bozan biri idi. Yüce bir çan eğrisi kırandı. Esas
süper becerikli O‟ydu. Toplumdan dışlananlar O‟nu sevdi çünkü O, dikkatini bu
kişilere yoğunlaştırdı. Fakat güç ve onur sahibi kişiler Mesih‟i hoş karşılamadılar.
Kendilerini İsa‟nın ölümlü düşmanları olarak beyan eden Yahudi grubu,
Ferisilerdi.
Ferisilerin başlangıcı, Eski Antlaşma‟nın sonu ve Yeni Antlaşma‟nın başı
arasındaki döneme rastlar. Bu mezhep, Yasa‟ya büyük bağlılık duyan birisi tarafından
başlatıldı. Ferisi kelimesi aslında, “ayrılmış olan” anlamına geliyor. Ferisiler
kendilerini kutsallığa ayırıyordu. Kutsallığın peşinden koşmak, yaşamlarının en
önemli işiydi. Kutsallığı takip ediyorlardı. Kutsal olan sahneye çıktığında şapkalarını
fırlatacak olanlar Ferisilerdi.
Ferisiler, kendilerine özgü, kutsallığın peşinden koşma bağlılıkları aracılığıyla
birbirleriyle paralel olmayan, meşhur bir doğruluk ve dindarlık saygısı kazanmayı
başardılar. Arkadaşları yoktu. Şölenlerde ayrıcalıklı yerlerde ağırlanıyorlardı.
İnsanlar onlara, din uzmanları olarak hayranlık duyuyordu. Elbiseleri, yüce
rütbelerinin püskülleriyle süslüydü. Erdemlerini halkın ortasında sergiliyorlardı.
Herkesin onları görebileceği yerlerde oruç tutuyorlardı. Köşe başlarında ve
lokantalarda, dinsel dualarını ederken başlarını eğiyorlardı. Ferisilerin bir dilencinin
bardağına sadaka niyetine attığı demir paranın sesini duymamak imkansızdı.
“Kutsallıkları” herkesin görebileceği kadar ortadaydı.
İsa, onları iki yüzlüler diye adlandırdı.
İsa, Ferisilerin üzerine, yıkım getiren bir peygamberlikte bulunuyor: “Vay
halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek
için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat daha
cehennemlik yaparsınız.” İsa‟nın Ferisileri suçlaması sertti. İsa, Ferisileri birkaç kez
iki yüzlü olmalarıyla eleştiriyor. İsa‟nın Ferisilere suçlama getirdiği birkaç örneği
inceleyelim:
“Din bilginleri ve Ferisiler Musa'nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size
söylediklerinin tümünü yapın ve yerine getirin, ama onların yaptıklarını yapmayın.
Çünkü söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri
bağlayıp başkalarının omuzlarına koyarlar da, kendileri bu yükleri taşımak için
parmaklarını bile kıpırdatmak istemezler. Yaptıklarının tümünü gösteriş için
yaparlar. Örneğin, muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar.
Şölenlerde başköşeye, havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar.
Meydanlarda selamlanmaktan ve insanların kendilerini „Rabbî‟ diye
çağırmalarından zevk duyarlar.” (Matta 23:2-7)
Ferisilerin ayırt edici bir zarafetleri yoktu. Kutsallıklarının gerçek bir güzelliği
yoktu. Dış görünüşte gösterişli ve fiyakalılardı. Kutsallıkları yapmacıktı. Bu iki
yüzlüler, doğruluğu oynayan birer oyuncuydular:
“Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını
temizlersiniz, ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen
önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Vay halinize ey
din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü
kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan
insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz, ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle
dolusunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin
mezarlarını yaparsınız, doğru kişilerin türbelerini donatırsınız.” (Matta 23:25-28)
İsa‟nın kullandığı tasvirler çarpıcıdır. İsa, Ferisileri, yalnızca dıştan temiz
görünen bardaklar olarak betimliyor. Bir lokantaya gittiğimiz zaman ve garsonun
önünüze, dışı temizlikten parlayan fakat içinde bir gün öncesinden kahve atıkları
bulunan bir bardak koyduğunu düşünün. Hiç de iştah açıcı değil. Ferisilerin hizmeti
de böyleydi. Badanalı mezar gibi, bedenlerinin ve benliklerinin çürümüş olduğu
korkunç gerçeğini örtüyorlardı. Ferisilerin dış görünüşleri, ruhlarının çürümüşlüğünü
saklıyordu.
Biraz, İsa‟nın Ferisilere yakıştırdığı bazı adlara bakalım: “Sizi yılanlar!” “Engerek
soyu!” “Ey kör kılavuzlar!” “Cehennem çocukları!” “Budala, körler!” Bu hitapları övgü
olarak kabul etmek oldukça zor. İsa, bu kişileri yererken hiçbir acı sözünü esirgemedi.
Sözleri İsa‟ya özgü olmayan acımasızlıktaydı fakat haksız bir şekilde acımasız
değillerdi. İsa‟nın kullandığı bu sözler, İsa‟nın genel tarzından farklıydı. Genelde
İsa‟nın günahkarları azarlama şekli yumuşaktı. Zinada yakalanan kadın ve kuyu
başındaki kadına ciddi ama onları incitmeden konuşmuştu. Görülüyor ki İsa, sert
yorumlarını büyük çocuklara, ilahiyat uzmanlarına sakladı. Onlardan ne yüz istedi ne
de onlara yüz verdi.
İsa‟nın Ferisilere çok eleştirisel davranmasından ötürü Ferisilere hak
verebiliriz. Hiç kimse eleştirilmekten hoşlanmaz, özellikle de övgüye alışık olanlar.
Ancak, Ferisilerin kinleri daha da arttı. İsa‟nın onlara bir şey demeden, Ferisilerin
İsa‟yı hor göreceklerini söylemek yanlış olmaz. İsa‟nın salt varlığı, Ferisiler‟in İsa‟dan
uzak durmalarına yetiyordu.
Hiçbir şey; yalanı, doğrudan daha hızlı yayamaz, sahteyi gerçekten daha hızlı
açığa çıkaramaz denir. Ustaca hazırlanmış sahte bir para, tecrübesiz bir çift göz
tarafından anlaşılmayabilir. Kalpazanların korktukları şey, birisinin bu sahte paraları,
gerçek olanla yan yana getirdiğinde taklit olduğunu anlamasıdır. İsa‟nın varlığı da,
taklitlerin arasında gerçeğin varlığını gösteriyordu. Gerçek kutsallık görüldüğünde,
sahteler memnun olmamıştı.
Sadukilerin de İsa ile sorunu vardı. Sadukiler, o zamanın en üst kahin
sınıfıydı. Saduki ismi, Eski Antlaşma‟daki adının anlamı İbranice‟de “doğruluk”
kelimesinden gelen kahin Sadok‟tan geliyor. Ferisiler kendilerini kutsallar olarak
görüyorsa da, Sadukiler kendilerinin kutsal olduklarını iddia ediyorlardı. İsa‟nın
ortaya çıkmasıyla, her ikisinin de doğrulukları, adaletsizliğin parıltısında kaldı.
Onların da çan eğrileri bozulmuştu.
Ferisi ve Sadukilerin İsa‟ya olan kinleri, küçük bir rahatsızlık olarak başladı
ve için için yanan bir öfkeye dönüştü. Sonunda da ateşli bir şekilde, İsa‟nın ölümünü
istemekle son buldu. Açıkçası İsa‟ya tahammül edemiyorlardı. Celile Gölünde
öğrenciler, Mesih‟i koyabilecekleri bir sınıf bulamamış, “Bu nasıl bir adam?”
sorusunu yanıtlayamamışlardı. Ferisilerin ve Sadukilerin hazır bir cevapları vardı.
İsa, bir “küfürbaz” ve “şeytan” idi. Gitmesi gerekiyordu. Süper becerikli olan yok
edilmeliydi.
Beden almış Mesih, artık yeryüzünde değildir. Göğe çıkmıştır. Bugün kimse
O‟nu göremez veya fiziksel olarak duyamaz. Ancak, O‟nun Kutsallığının korkunç gücü
hala hissedilmektedir. Bazen bu korku, insanlara naklediliyor. Aynı Yahudiler‟in Sina
Dağı‟nın eteklerindeyken, Musa‟nın göz kamaştıran suratından korkarak kaçtığı gibi,
bugün de insanlar Hıristiyanlar‟ın huzurunda durmaktan rahatsızlık duyuyorlar.
Eğitimimin zor yanlarından biri de, Hollandaca diliyle verdiğim mücadeleydi.
Okumak için Hollanda‟ya gittiğimde, Hollandaca‟nın kulağa hareketli bir şarkı gibi
gelmesi, beni şaşkına çevirmişti. Hollandaca‟nın sesli harfleri, benim için telaffuz
etmesi imkansız, dil ise oldukça deyimle dolu idi. Tam Hollandaca‟yı denetim altına
aldım dediğimde, beni tamamen şaşırtan bir ifadeyle karşılaşıyordum.
Bir keresinde, Amsterdam‟da, bir arkadaşımın evinde verdiği akşam
yemeğinde bu tür bir ifadeyle karşılaştım. Sohbet, münasebetsiz, tasarlanmamış, ani
ve küçük bir sessizlik getiren kesilme olana kadar neşeli gidiyordu. Hollandalı
arkadaşımın “Er gaat een Domine voorbij!” demesiyle sessizlik bozuldu. Ben de, “Ne
dedin?” diye sordum. Arkadaşım bu garip deyimi bir defa daha tekrar etti.
Kelimelerin teker teker anlamlarını biliyordum ancak bir araya geldiklerinde bir
anlam ifade etmiyorlardı. Arkadaşımın, bu münasebetsiz sessizliği bozmak için
söylediği şey şuydu: “Rahip geçiyor!”
Arkadaşlarıma bunun anlamını sordum. Bana, bu deyimin, münasebetsiz bir
sessizliğin canlı bir sohbeti böldüğünde söylenen Hollandaca bir deyim olduğunu
söylediler. Rahibin geçtiğini söylemek, ani sessizliği açıklamak içinmiş. Bu düşünceye
göre, bir rahipten daha hızlı bir şekilde, hiç kimse, partinin şenliğini bölemez. Rahip
göründüğü zaman, eğlence sona erer. Artık sesli ve neşeli bir sohbet olamaz, yerine
resmi bir sessizlik gelir. Bu tür bir sessizlik oluştuğunda, yapılacak olan en iyi
açıklama, oradan rahibin geçmiş olmasıdır.
Aynı olayı, golf kursumda çoğu zaman yaşıyorum. Yabancılarla birlikte golf
oynarken, bana ne iş yaptığımı sorana kadar her şey iyi gidiyor. Benim bir rahip
olduğumu öğrendikleri zaman da, aramıza mesafe koyuyorlar. Sanki, aniden benim
bir ölümcül hastalık taşıdığımın ve onlara bulaştıracağımın farkına varıyor gibiler.
Saygılı konuşmalarını genellikle bol bol özür takip ediyor. “Küfrettiğim için özür
dilerim. Bir rahip olduğunuzu bilmiyordum.” Sanki rahip bu sözleri daha önce hiç
duymamıştır. Bir rahibin ağzından, tüm yaşamı boyunca bu tür sözlerin çıkmış
olabileceği düşünülmüyor. Yeşaya‟nın murdar ağız karmaşası bizi beklemeye devam
etmektedir.
Kutsal Yazılar, zayıf kişinin kendisini, kimse kovalamadan kaçıtığını söylüyor. Luther
bunu şöyle ifade etmişti, “Putperest, bir yaprağın hışırtısında bile titrer.” Rahibin var
oluşundan dolayı oluşan rahatsızlık hissi, Mesih‟in kilisesi tanımına ters düşer.
İnsanlarda garip etkiler yaratabilir.
Birkaç yıl önce, profesyonel golf turnesinin önde gelen golfçülerinden
birisine, Birleşmiş Devletler Başkanı Gerald Ford, Nicklaus ve Billy Graham ile
birlikte dörtlü bir oyun teklif edildi. Profesyonel golfçü, özellikle Ford ve Billy
Graham ile oynamaktan çekiniyordu. (Daha önce birçok kez Nicklaus ile oynamıştı.)
Oyun bittikten sonra, başka bir profesyonel golfçü, bu golfçüye gelip, “Başkan
ve Billy Graham ile oynamak nasıldı?” diye sordu.
Profesyonel golfçü, sövmeye başladı ve canı sıkılmış bir tavırla, “Billy
Graham‟in boğazıma din tıkmasına ihtiyacım yok” dedi. Sonra dönüp hiddetli bir
şekilde, topa vurma provası yapılan yere yöneldi.
Arkadaşı bu kızgın profesyonel golfçüyü prova yerine kadar takip etti. Golfçü
şoförünü arabadan indirdi ve toplara öfkeyle vurmaya başladı. Boynu kıpkırmızı
olmuştu, sanki kulaklarından buhar çıkıyordu. Arkadaşı ona hiçbir şey demedi.
Sadece banka oturup onu izledi. Birkaç dakika sonra profesyonel golfçünün öfkesi
geçti. Yatışmıştı. Arkadaşı sessizce, “Billy biraz üzerine mi geldi?” diye sordu. Golfçü
mahçup bir şekilde iç çekerek, “Hayır, din hakkında konuşmadık bile. Sadece kötü bir
oyun geçirdim.” dedi.
İlginç. Billy Graham; Tanrı, İsa veya inanç hakkında tek bir söz etmemişti
ancak profesyonel golfçü, Billy‟yi golfçünün boğazına din tıkmakla suçlayarak
oyundan sonra öfkelenip gitmişti. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Aslında zor değil.
Billy‟nin bir söz söylemesine gerek yoktu. Profesyonel golfçüyü rahatlatmak için bir
bakış atmasına da gerek yoktu. Billy Graham, öylesine din ile bütünleşmişti ki,
öylesine Tanrısal şeylerle bağdaşmıştı ki, varlığı, kimse kovalamadan kaçan zayıf
adamı darboğaz etmeye yetti. Luther doğru söylemiş, bir putperest yaprağın
hışırtısında dahi titrer. Cennetin nefesini ensesinde hisseder. Kusurlu tarafından
sunulmuş ve kısmen kutsanmış olsa bile kutsallık tarafından sıkıştırıldığını hisseder.
Profesyonel golfçünün Billy Graham‟a gösterdiği tepki, Petrus‟un İsa‟ya
gösterdiği tepkiye benziyor. “Benden uzak dur, ben günahlı bir adamım.” Hem bu
golfçü, hem de Petrus, Kutsal‟ın huzurunda bulunmanın sarsıntısını yaşamışlardı.
Kutsallık, nefreti kışkırtır. Kutsallık ne kadar büyük ölçüde olursa, insanın ona karşı
düşmanlığı da o derece büyük olur. Anlamsız görünüyor. Hiç kimsenin sevgisi İsa
Mesih‟in sevgisinden daha büyük olamaz. Fakat İsa‟nın sevgisi insanların öfkesini
kışkırtmıştır. İsa‟nın sevgisi mükemmel, üstün ve kutsal idi fakat bu büyük sevgi
insanları sarstı. Böyle bir sevgi, karşısında duramayacağımız kadar görkemlidir.
Amerikan Edebiyatı‟nda, yok eden sevgi üzerine herkesçe bilinen bir hikaye
vardır. Bu sevgi, garip bir sevgidir, o kadar şiddetlidir ki etkisiyle nesneleri
ezmektedir. Yazar John Steinbeck‟in öğrencileri, Steinbeck‟in Of Mice and Men
(Fareler ve İnsanlar) adlı kitabının en meşhur karakteri Lennie‟nin aslında bir Mesih
örneği olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Bir Mesih örneği Lennie? Bu iddiaya kızan birçok Hıristiyan oldu. Lennie,
koca ve aptal bir zalimdir. Bir katildir. Böyle birisi, Mesih örneği nasıl olabilir? Of
Mice and Men, sürekli iş değiştiren, kırlarda dolaşan ve bir gün kendi çiftliklerine
sahip olacaklarını hayal eden, Lennie ve George adlı iki göçmen işçinin hikayesidir.
Steinbeck, onları şöyle tarif ediyor:
Her ikisi de kalın kumaşlı pantolonlar ve kalın kumaşlı, pirinçten düğmeleri olan
ceketler giyiyordu. Her ikisinin de başında biçimsiz, siyah bir şapka, omuzlarında
ise asılı duran ince battaniyeleri vardı. Adamlardan ilki kısa, çevik, esmer tenli idi,
keskin ve güçlü yüz hatlarına sahipti ve gözleri kıpır kıpır hareket ediyordu.
Vücudunun her bir parçası tanımlanmıştı: küçük, güçlü elleri, zayıf kolları, ince ve
kemikli burnu. Arkasında yürüyen ikinci adam ise birincinin tersine, biçimsiz bir
yüzü, büyük ve soluk gözleri, geniş eğimli omuzları olan dev bir adamdı. Ağır ağır
yürüyor, yürürken ayaklarını, bir ayının pençelerini atması gibi sürüklüyordu.
Kolları vücudunun yanlarında sallanmadan, gevşekçe asılı duruyordu.
İki karakterdeki zıtlığa bakın. George‟un yüzü açıkça tanımlanıyor. Lennie,
“biçimsiz bir surat”a sahip. Bu iri adamda anlaşılamayan bir şey var. Bir ayı gibi
yürüyor fakat saf bir çocuğun aklına sahip. Lennie geriden geliyordu. Aslında George
olmadan çaresiz durumda. George ona bakmak ve basit cümleler kurmak zorunda.
Lennie‟nin garip bir tavrı var. Fare, tavşan gibi tüylü hayvanları seviyor.
George‟un kendi çiftliklerini alacağı ve kendisinin de kendi tavşan ve farelerine
bakacağı günü hayal ediyor. Fakat Lennie‟nin bir sorunu var. Kendi gücünün farkında
değil. Eline bir tarla faresi veya bir tavşan aldığında, tek yapmak istediği şey hayvanı
sevmek, sevgisini hayvana bol bol aktarmaktır. Fakat tüylü yaratıklar bunu anlamaz,
korkup Lennie‟nin ellerinin arasından kaçmak isterler. Lennie, sevgisini kabul
ettirmek için hayvanı daha da sıkı tutar. Fakat, ağır elleriyle hayvanları sıkması
sonucu onları istemeden öldürür.
Lennie‟nin küçük tüylü yaratıklarla uğraşması, George için değişmez bir
rahatsızlık kaynağıdır. Lennie‟nin cebinde ölü bir fare ile etrafta dolaştığını anladığı
zaman morali bozulur. Çok kötü bir şey. Ancak George, Lennie‟yi oğlu gibi sever ve bu
zayıflıklarına sabırla katlanır. Lennie‟nin kendisini, kalfanın karısıyla baş başa
bulmasıyla hikaye doruk noktasına ulaşır:
Curley‟in karısı ona gülerek “Delisin sen” dedi. “Ama hoş bir çiftçisin. Koca bir bebek
gibi. Ne demek istediğin anlaşılıyor. Saçımı yaparken bazen, çok yumuşak
olduğundan saçımı şekle sokup okşuyorum” Nasıl yaptığını göstermek için elini
başına götürdü. “Bazılarının saçları kalın telli oluyor” dedi kadın kendini
beğenmişçesine. “Curley‟e bak. Saçları kablo teli gibi. Ancak benim saçım yumuşak
ve iyi. Çünkü saçlarımı çok sık tarıyorum. Bu da saçıma iyi geliyor. Bak, dokun
buraya.” Kadın Lennie‟nin elini ve kendi başına götürdü. “Buraya dokun ve ne
kadar yumuşak olduğunu gör.”
Lennie‟nin büyük parmaklaarı kadının saçını okşamaya başladı.
“Saçımı dolaştırmıyorsun değil mi?” dedi kadın.
güzel!”
“Vay! Bu çok güzel” dedi Lennie ve daha sert okşamaya başladı, “Bu çok
“Dikkat et, saçımı dolaştıracaksın.” dedi kadın ve ağlayarak “Dur artık,
saçımı dolaştıracaksın.” dedi. Kadın kafasını sağa sola salladı ve Lennie‟nin
parmakları kadının saçlarına dolandı ve takıldı. Kadın ağlayarak, “Git, git
buradan” diye bağırdı.
Lennie panik yapmıştı. Yüzü buruştu. Kadın çığlık attı ve Lennie, diğer eliyle
kadının ağzını ve burnunu tutarak, “Lütfen bunu yapma. George delirecek” diye
yalvardı.
Kadın şiddetli bir biçimde, Lennie‟nin elleri arasında mücadele veriyordu.
Kadın ayaklarıyla yeri dövüyor ve kurtulmak için kıvranıyordu. Lennie‟nin
ellerinin arasında boğuk bir çığlık yükseldi. Lennie korkuyla ağlamaya başladı.
“Lütfen böyle şeyler yapma”, diye yalvardı. “George kötü bir şey yaptığımı
söyleyecek. Tavşanlara bakmama izin vermeyecek.” Lennie, elini biraz kıpırdattı ve
kısık sesli bir ağlayış yükseldi. O zaman Lennie iyice öfkelendi. “Yapma artık”, dedi,
“Bağırmanı istemiyorum. George‟nin „Sen‟ diye başlayan cümleleriyle başımı belaya
sokacaksın. Artık kes şunu.” Kadın mücadele etmeye devam etti ve gözleri korkudan
deliye döndü. O zaman Lennie kadının kafasını salladı, kadına çok kızmıştı. “Sakın
bağırma” dedi ve kadının kafasını salladı. Kadın, bir balık gibi çırpınıyordu. Kadın
birden hareketsiz kaldı çünkü Lennie kadının boynunu kırmıştı.
Lennie‟nin bir fareyi öldürmesi ile bir insanı öldürmesi farklı şeylerdir. Bu
kez Lennie‟nin garip hareketleri ileri gitmiştir. George, Lennie‟yi, kovalamacanın
içinden kırlara doğru götürür. Salinas Nehri‟nin derin yeşil gölcüğüne giderler. Orada
oturarak biraz dinlenir ve konuşmaya başlarlar. Lennie, kötü bir şey yaptığı için
George‟tan kendisini azarlamasını bekler. Ardından Lennie, George‟a acaba bir gün
kendi çiftliklerinin olup olmayacağının sorar.
“Nasıl olacağını anlat” dedi Lennie. George, uzaktan gelen sesleri dinliyordu. Bir
süre ciddiydi. “Nehre bak Lennie, sana anlatırken sen de kafanda
canlandırabilirsin.”
Lennie kafasını çevirip göle ve Gabilans‟ın karanlık yokuşuna baktı. “Küçük
bir yer alacağız” diye başladı George.
Lennie hayale dalmıştır, hayalini kurduğu çiftliği uzaklarda görüyorken,
George cebinden bir Luger çıkarır. Lennie‟nin tüm dikkati, gözlerinin önünde dans
eden tavşan ve tavukların hayaline kilitlenmiştir. Posse yaklaşırken George nişan alıp
tetiği çeker.
(..posse?....)‟in önderi Slim, sahneye ilk defa çıkar.
Slim onlara doğru gitti ve bir Lennie‟ye, bir de George‟a baktı. Yavaşça, “kafasının
tam arkasında” dedi.
Slim, doğrudan George‟a gidip yanına oturdu. “Aldırma” dedi Slim, “İnsan
bazen bunu yapmalıdır.”
“İnsan bazen bunu yapmalıdır.” Yıkıcı insanlar bazen infaz edilmelidir.
Başkalarını ezen insanlara hoşgörülü davranılmamalıdır. Lennie‟nin yıkıcı
hareketlerinin arkasında bir çocukluk, bir masum sevgi aramayın. Gösterdiği sevgide
gizli bir davranış, ayartıcı bir ima yoktu. Sevgisi saf bir sevgiydi; o kadar derin bir
sevgiydi ki, kendisine karşı duranları boğuyordu. George‟un bir seçeneği yoktu.
Lennie‟nin bu dünyada daha fazla yaşayamayacağını biliyordu. Lennie‟nin ölmesi
gerekiyordu. Lennie, dokunduğu her şeyi ve herkesi yaralıyordu.
Mesih için de bu böyleydi. Dünya, İsa‟ya hoşgörü ile davranabilirdi, İsa‟yı sevebilirdi,
ancak bir yere kadar. Mesih, yer ve zamanla sımsıkı bağlandığında bizim için
tehlikesiz olur. Fakat Mesih, bu düşman insanların dünyasında daha fazla kalamazdı.
Halkın iyiliği için İsa‟nın ölmesi gerektiğine karar veren, Kayafa idi. Bazen siz de
bunu yapmak zorundasınız.
BEŞİNCİ BÖLÜM
LUTHER’İN DELİLİĞİ
Bırakın Tanrı, Tanrı olsun.
MARTİN LUTHER
Düşüncelerimizi Tanrı‟nın kutsallığına yöneltirsek, karşılaşacağımız sonuç
rahatsız edici olabilir. Martin Luther, Tanrı‟nın kişiliği hakkında derin bilgiye sahip
olmaktan dolayı başı belaya girenlerden biriydi. Luther‟in sıradışı kişiliği, Tanrı‟yı
araştırması ile kısmen biçimlenmişti. Kişiliği düzelmiş miydi yoksa bozulmuş muydu?
Ruhu, Tanrı‟yla karşılaştığı için aklanmış mıydı, yoksa iyice delirmiş miydi?
“Tanrı‟yı sevmek mi? Bazen O‟ndan nefret ediyorum.” Luther gibi,
inancındaki gayretinden ötürü saygı duyulan birisinin ağzından çıkabilecek garip bir
ifade. Ancak Luther‟in ağzından çıktı. Luther, insafsız ifadeleriyle dikkat çekiyordu.
“Bazen Mesih‟i, elinde kılıcıyla bana gelen, öfkeli bir yargıçtan farklı birisi olarak
görmüyorum.”. “Musa‟yla birlikte darağacına”
Bu adam delirmiş miydi? Bu soruyu yanıtlamadan önce, Luther‟in yaşamında
ve davranışlarında, Luther‟i yargılamaya ya da delirmeye iten bazı yönlere bakalım.
Luther‟in karakterinde göze çarpan ilk şey, öfkesinin şiddetli çıkışları ve sert
dilidir. Eleştirdiği kişileri “köpekler” olarak adlandırmayı seviyordu. Eleştirdiği
kişilerin tepkisini duyduğu zaman, “Köpekler havlamaya başlıyor” derdi. Dili zaman
zaman dünyasallığa kaçıyor, ağza alınmayacak kelimelerle süsleniyordu.
Erasmus‟un eleştirisine karşı Luther‟in verdiği yanıta bir bakalım:
... ileri sürdüğün tezlere yanıt vermek benim için tamamen bir zaman kaybı. Ben
onları zaten tekrar tekrar çürüttüm ve Philip Melancthon da ilahiyat öğretişleri
üzerine yazdığı kitabında senin tezlerini ayaklar altında ezerek un ufak etti. Bence,
Philip‟in bu kitabının ömrü, okunma süresiyle sınırlı kalmayıp Kilise yazılarına da
dahil edilmeyi hak ediyor. Oysa senin kitabını bu kitapla kıyasladığımda, kitabın o
kadar fakir ve değersiz kalıyor ki, akıcı ve sevecen dilini, bahsettiğin pis şeylerle
kirletmenden ötürü senin için üzüntü duyuyorum. Böyle düşük nitelikli bir yazıyı
süslü bir anlatımla, uzlaşma diliyle ifade etmek bana çok çirkin geliyor. Aynı, altın
veya gümüş tabaklarda gübre veya pislik taşımaya benziyor. [Martin Luther,
İradenin Tutsaklığı, Revell 1970 ]
Luther‟in gürültülü davranışı, Marburg‟daki önemli bir toplantıda ortaya
çıktı. Yeni Protestan hareketinin önderleri, Rabbin Sofrası hakkındaki yanlışlıkları
düzeltmek için bir araya gelmişlerdi. Karşılıklı konuşmaların ortasında Luther,
yumruğunu masaya vurarak, üst üste “Hoc est corpus meum, hoc est corpus meum.”
(“Bu benim bedenimdir”) diyordu. Luther‟in tuhaflıkları, Amerika‟da meşhur olan
Nikita Khrushchev‟in aksiliklerine benziyordu.
Luther, zaman zaman şüphesiz aşırıya kaçıyordu. Saçmalamaya başlıyordu.
İnsanları aşağılaması, onlara köpek demesi çoğu zaman sert idi. Fakat bu sorunlar,
her ne kadar Luther‟in ahlakı hakkında soru işareti oluştursa da, Luther‟in akli
dengesini belirlemede yeterli olmayan konulardı.
Ancak, Luther‟in konuşma tarzından daha ötede sorunlar mevcuttu.
Davranışları bazen tamamen tuhaflaşıyordu. Bir çeşit korkuya kapılmıştı. İyi bilinen
bir hikayeye göre, Luther sert bir fırtınanın içinde yürürken, aniden bir yıldırım
Luther‟in yakınında bir yere düşer ve Luther‟i yere fırlatır. Büyük kilise tarihçisi olan
ve Luther‟in hayatını kaleme alan Roland Bainton hikayeyi şöyle anlatıyor:
1505 yılının Temmuz ayına ait bunaltıcı bir günde, yalnız bir gezgin, Stoternheim‟in
Saxon köyünün çevresindeki kavurucu yolda yorgun argın yürüyordu. Kısa boylu
fakat güçlü bir gençti ve üniversite öğrencisine ait bir elbise giyinmişti. Köye doğru
yaklaşırken gökyüzü bulutlanmaya başladı. Ani bir yağmur ve ardından şiddetli bir
fırtına başladı. Bir yıldırım, karanlığı yarıp genç adamı yere çaldı. Genç adam,
doğrulmaya çalışarak, dehşet içerisinde “Aziz Anne, bana yardım et! Bir keşiş
olacağım.” diye feryat etti.
Bu şekilde azizliğe çağrılan bu adam, ilerde azizler inanışını reddedecekti.
Keşiş olacağına dair ant içen bu adam, daha sonra manastırdan ayrılacaktı.
Katolik Kilisesi‟nin sadık bir çocuğu olan bu adam, daha sonra ortaçağ katolik
yapısını paramparça edecekti. Papanın sadık hizmetkarı olan bu adam, daha sonra
papaları Mesih-karşıtı olarak ilan edecekti. Bu genç adam Martin Luther‟di.
[Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978) ]
Bu olaydan kısa bir süre sonra, Luther sözünü yerine getirdi. Hukuk üzerine
okumayı bırakıp babası Hans‟ı üzerek manastıra girdi.
Yüce yargı ve cezanın belirtisi olan şiddetli ölüm korkusu, Luther‟i avlamıştı.
Luther yaşamı boyunca, mide hastalıklarından ve bir o kadar da canı en çok yakan
böbrek taşı rahatsızlığından acı çekmişti. Birçok kez, öleceğini yazmıştı. Birçok kez,
mezardan sadece birkaç gün veya birkaç hafta uzakta olduğunu düşünmüştü. Düşen
yıldırım, hafızasında unutamayacağı bir yara bırakmıştı.
Herkes, yıldırım çarpmasıyla gelen ölümün kendisine bu kadar yakın olması
durumunda aynı tepkiyi vermez. Birkaç yıl önce, profesyonel üç golfçü, Chicago‟nun
yakınlarında düzenlenen Western Open turnuvasında yıldırım çarpmasıyla yere
düşmüşlerdi. Bu üç golfçülerden birisi olan Lee Trevino, meslek hayatını engelleyecek
bir şekilde sırtından ciddi bir yara aldı. Katıldığı bir televizyon programında, sunucu
bu olay hakkında Trevino‟ya şunu sordu, “Bu olaydan neler öğrendiniz?” Tipik bir
“Merry Mex” tarzında Trevino bu soruyu yanıtladı, “Eğer Her Şeye Gücü Yeten de
oynamak istiyorsa, yoluna çıkmamam gerektiğini öğrendim” ve ekledi, “Fırtına
boyunca başımın üzerinde 1-demirini tutmam gerekiyormuş.” Programın sunucusu
bu üstü kapalı ifade karşısında şaşırdı. “Neden?” diye sordu. Trevino‟nun gözleri
parladı ve espirili bir şekilde, “Çünkü Tanrı bile 1-demirine vuramaz.”
Trevino bu olaydan listesine birkaç espri eklemiş oldu. Luther ise, yaşadığı
olaydan, bir keşiş ve teolog kişiliği kazanmış oldu.
Luther‟in sürekli meydana gelen mide sorunları, ruhsal bir soruna da bağlıydı.
Luther‟in sinirsel korkuları, sanki bütünüyle doğrudan midesine vuruyor, sindirim
sistemini mahvediyordu. Midesindeki gaz sorunu, meşhur oldu ve Luther bu
sorununu abartmaya başladı. Yazılarında, sürekli olarak yaptığı geğirme ve
yellenmelerden bahseder. “Eğer Wittenburg‟da bırakırsam, sesini Leipzig‟de bile
duyarlar” diyordu.
Neyse ki Luther, gaz sorununu kutsal bir şekilde kullanma yolunu bulabildi.
Öğrencilerine gaz çıkarmanın, şeytanın saldırılarını püskürten en etkili silah
olduğunu tavsiye ediyordu. Başka bir yerde de, mürekkep okkasını fırlatarak Şeytana
karşı direnmekten bahsediyordu. Luther, Şeytan ile arasındaki savaşta, kendisini
kuşatma altındaki bir adam olarak görüyordu. Kendisinin, cehennemin prensesinin
şahsi bir hedefi olduğundan emindi.
Bu Şeytan hikayeleri, psikologların da bunları ele almasıyla gittikçe büyür.
Psikologlar bu öyküleri, zihinsel dengesizliğin belirtileri olarak görürler. Luther‟in bir
yandan halüsilasyonlardan, diğer yandan da Karanlığın Prensinin onu ilk hedefi
olarak seçtiği hayalinden acı çektiği düşünülür.
Ancak kilise tarihinin zirve noktasından bu yana baktığımızda, on altıncı yüz
yılda şeytani güçlerin en çok Martin Luther‟e odaklandığını düşünmek pek şaşırtıcı
değildir.
Luther‟in hayatındaki, psikiyatrların kaşlarının kalkmasına neden olan bir
diğer olay, Luther‟in kutladığı ilk ayiniydi. Luther, kendisini filizlenen bir teolog
olarak görüyordu ve fazlasıyla utangaç olduğunu kimse bilmiyordu. Gelecekte, çarpıcı
bir şekilde kürsülerde konuşacağını, usta bir nutukçu olacağını, o dönemin insanları
bilmiyordu.
Luther‟in rahipliğe atandıktan sonra rahip olarak sahneye çıktığı ilk tören, bu
tören idi. Yaşlı Hans Luther ise, kazançlı bir iş alanına sahip hukuk eğitimini bırakıp
manastır yaşamını tercih eden oğluyla neredeyse barışacaktı. Biraz gurur duyuyordu,
“Benim oğlum rahip.” Düzenlenen bu tören, Luther‟in ailesi için gurur verici bir şeydi
ve Luther‟in akrabaları Luther‟in törenini izlemek için halka karışmışlardı.
Törene gelenlerin hiçbiri olup bitenleri önceden tahmin edemezdi. Luther,
törene büyük bir ağırbaşlılıkla, rahiplere yakışır bir güven ve özdenetim yayarak
başladı. Adak Duası‟nı etme zamanı geldiğinde – törenin bu kısmında Luther, Ekmek
ve Şarap mucizesini (ekmek ve şarabın Mesih‟in gerçek bedeni ve kanına
dönüşmesini) gerçekleştirmesi için Tanrı‟dan gücünü göndermesini dileme yetkisini
ilk defa kullanacaktı ki – Luther tereddüt etmeye başladı.
Luther, Rab‟bin Sofrası önünde donup kalmıştı. Mıhlanmış gibiydi. Bakışları
donuklaştı ve alnında boncuk boncuk ter damlaları belirdi. Genç rahibi harekete
geçirmeye çalışan, gergin bir sessizlik toplantıyı doldurdu. Hans Luther‟in duyduğu
rahatsızlık gittikçe büyüyor ve bir ebeveyne ait utancın başından aşağı aktığını
hissediyordu. Oğlunun alt dudağı titremeye başladı. Ayin sözlerini söylemeye
çalışıyor fakat ağzından bir kelime dahi çıkmıyordu. Topallayarak, babası ile aile
dostlarının oturdukları masaya gitti. Başaramamıştı. Ayini mahvetmiş, kendisini ve
babasını rezil etmişti. Hans öfkeden deliye dönmüştü. Manastıra cömertçe bir bağışta
bulunmuştu ama oğlunun onurlandırılışına tanıklık etmeye geldiği yerde
utandırılmıştı. Martin‟e bağırarak rahipliğe uygun olup olmadığını sorgulayıp oğlunu
aşağılıyordu. Martin, başından geçen yıldırım olayında hissettiği göksel çağrıya
dayanarak bu çağrısını savunuyordu. Hans oğluna şöyle yanıt verdi, “Tanrı aşkına,
Rabbin Sofrasında Şeytanı görmedin ya.”
Rabbin Sofrası‟nda ne olmuştu? Luther, “Yaşayan, gerçek, sonsuz Tanrı,
bunları sana sunuyoruz” sözlerini söylemesi gerektiği zaman felce uğramasını şöyle
açıklıyor:
Bu sözler beni şaşkına çevirdi ve dehşete düşürdü. Kendi kendime, “Dünyasal bir
kralın önünde bile tüm insanların titrediğini görürken, hangi ağızla ben böyle bir
krala hitap edebilirim? Ben kimim ki, Yüce Krala gözlerimi dikip ellerimi
kaldırayım? Melekler Yüce Kralın etrafını sarıyor. Yüce Kralın işaret vermesiyle
dünya titrer. Ve ben perişan bir cüce olarak, „Bunu istiyorum, şunu istiyorum‟
diyebilir miyim? Hem bir toz ve külden ibaretim ve günahla doluyum, hem de
yaşayan, sonsuz ve gerçek Tanrı ile konuşuyorum.” diye düşündüm. [Roland
Bainton, Here I Stand (NAL, 1978) ]
Ancak bu olaylar, Luther‟in akli dengesini sorgulamak için oldukça küçük
olaylardır. Dikkatimizi, Luther‟in ve Hıristiyan dünyasının en çarpıcı olaylarından
birine yönlendirmeliyiz. Luther‟in hayatındaki en büyük denenmesi, en büyük sınavı,
1521 yılında Imperial Diet of Worms‟da (Wormların Kraliyet Meclisi) oldu. Devletin
ve kilisenin önde gelenlerinin önünde, Yüce Roma İmparatoru Charles‟ın huzurunda,
bir kömür madencisinin oğlu, karşıt görüşünden ötürü yargılanıyordu.
Bir teolog profesörünün, Luther‟in ileri sürdüğü doksan beş tezi
Wittenburg‟daki Castle Church‟ün kapısına asmasıyla olaylar denetim dışında
gelişmeye başladı. Bu doksan beş tez, Luther‟in teolojik sorunlar hakkında konuşup
tartışmaya davet ettiği konulardı. Luther bu tezleriyle, ulusal veya uluslararası bir
alev yaratmak istememişti. Bazıları, muhtemelen öğrenciler, bu tezleri ele geçirip
Gutenberg‟in olağanüstü yeni buluşu olarak bu tezlereden yararlandılar. İki hafta
içinde, Almanya bu tezler hakkında konuşmaya başladı. Bainton bu olanlar hakkında
Karl Barth‟ın ifadelerine yer veriyor:
Luther, eski katedralin çan kulesinin dönen merdivenlerini karanlıkta çıkan birisi
gibiydi. Karanlıkta çanın ipini tutmuş hareket etmeden bekliyordu. Çalacak çanın
sesinin duymaktan korkuyordu. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978)]
Ardından bir tartışma kasırgası koptu. Tezler Roma‟ya, Papa Leo‟ya yollandı.
Hikayeye göre Leo bunları okuyup şöyle diyor, “Luther sarhoş bir Alman. Ayılınca
farklı düşünecektir.” Başlayan kavga, manastır sınıfı ile teologlar arasına taşındı.
Luther, Augsburg ve Leipzig‟de en ciddi tartışmalarla mücadele ediyordu. Sonunda
Luther, papanın bildirdiği yazılı bir buyrukla suçlu bulundu. Exurge Dominie başlıklı
bildiri şu sözlerle başlıyordu: “Ya Rab Kalk ve bu davaya yargıçlık et. Vahşi bir domuz
senin üzüm bağına girdi.”
Papanın buyruğu yayınlandıktan sonra, Luther‟in kitapları Roma‟da yakıldı.
Luther, olanları öğrenmek için imparatora başvurdu. Sonunda, Meclis Worms‟da
toplandı ve Luther‟e seyahat için “Emniyet Belgesi” verildi.
Worms‟ta olanlar, efsaneleri oluşturan şeylerdi. Aslında efsaneler olaylardan
doğmuşlardır. Hollywood, efsanelerin büyüsünü sahneye aktarmıştır. Luther‟in
Worms‟taki galibiyeti, yiğit bir kahramanın günahkar bir yönetim yapısına meydan
okuması gibidir. Luther‟e sorarlar, “Yazılarını geriye çekecek misin?” Kafamızda
Luther‟in, yetkililerin karşısında korkmadan durup, yumruğunu havada sıkarak “İşte
burada duruyorum!” dediğini canlandırıyoruz. Ardından topuğunun üstünde geriye
dönüp insanların alkışları arasında, cesurca koridorda yürüdüğünü düşünüyoruz.
Luther de beyaz atına biner ve Protestan Devrimini başlatmak için gün batımına
doğru dört nala koşturur.
Böyle olmadı tabi ki.
Meclisin ilk toplantısı 17 Nisan‟da oldu. Hesaplaşmaya başlanmadan önce
ortam heyecanlı bir şekilde elektrikliydi. Luther, toplantıya gitmeden önce cesurca
konuşmuştu:
Worms‟ta sözlerimi şöyle geri alacağım: “Önceden Papa‟ya Mesih‟in papazı
demiştim. Sözlerimi geri alıyorum. Papa‟nın Mesih‟in düşmanı ve Şeytanın elçisi
olduğunu söylüyorum. [Roalnd Bainton, Here I Stand (NAL, 1978)]
Kalabalık, daha cesur ifadeler bekliyordu. Nefeslerini tutmuş, vahşi domuzun
saldırıya geçmesini bekliyorlardı.
Kraliyet Meclisi açıldığında, Luther büyük koridorun ortasında duruyordu.
Yanında ise, üzerinde Luther‟in tartışma yaratan kitaplarının bulunduğu bir masa
vardı. Bir yetkili, Luther‟e bu kitapların ona ait olup olmadığını sordu. Neredeyse
fısıldarcasına bir sesle Luther soruya cevap verdi, “Kitapların hepsi benim, yazılmış
başka kitaplarım daha var.” Ardından Luther‟e söylediği sözleri geri almaya hazır
olup olmadığı konusunda kesin bir soru yöneltildi. Meclis, Luther‟in yanıtını bekledi.
Ne havaya kalkan bir yumruk, ne de meydan okuyan bir mücadele vardı. Yine Luther,
duyulması zor bir ses tonuyla, “Yalvarırım, bunu düşünmem için bana zaman verin”
diye yanıtladı. İlk ayinde olduğu gibi Luther yine bocalamıştı. Güveni onu terketmişti.
Vahşi domuz birden yerini ağlayan bir köpek yavrusuna bırakmıştı. İmparator, bu
istem karşısında oldukça şaşırmıştı ve bunun bir zaman kazanma taktiği, bir teolojik
hile olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Ancak ertesi güne kadar merhametini
gösterdi ve düşünmesi için Luther‟e yirmi dört saat tanındı.
O gece, odasında tek başına olan Luther, en dokunaklı dualarından birini
yazdı. Duası, Tanrısı önünde yere kapanmış, düşmanları önünde tek başına
durabilmek için çaresizce cesaret arayan, gururu yıkılmış bir adamı yansıtıyordu.
Luther, Getsamani bahçesinde gibiydi:
Her Şeye Gücü Yeten Sonsuz Tanrım! Dünya ne korkunç! Beni yutmak için ağzını
nasıl açtığını, benim ise Sana olan inancımın ne kadar küçük olduğunu gör!... Of!
Benliğim ne kadar zayıf, Şeytan ne kadar güçlü! Eğer bu dünyadaki herhangi bir
şeyin gücüne dayanırsam her şey biter... Ölüm çanları çalar... Yargı gelir... Tanrım!
Tanrım! Benim Tanrım! Bu dünyanın bilgeliği karşısında bana yardım et. Bunu
yap, yalvarıyorum sana; Kendi büyük gücünle... bunu yaparsın... Bu benim değil
Senin işin. Burada işim yok... Dünyanın bu büyük adamlarıyla çarpışacak hiçbir
şeyim yok! Günlerimi mutluluk ve esenlik içinde geçirebilirdim. Ancak böyle
olmasının sebebi Sensin... Bu da doğru ve kalıcı olandır! Ya Rab, yardım et bana!
Sadık olan ve değişmeyen Tanrı! Sırtımı bir insana dayamıyorum. Bu boş bir
şeydir! İnsandan olan sendeler, insandan gelen düşmeye mahkumdur. Tanrım!
Tanrım! Duymuyor musun? Tanrım! Artık yaşamıyor musun? Hayır, ölmüş
olamazsın. Hayır olamazsın fakat saklanmışsındır. Bu iş için beni Sen seçtin. Bunu
biliyorum!... Bu yüzden Tanrım, isteğini yerine getir! Dayanağım, kalkanım, kalem
olan sevgili oğlun İsa Mesih‟in adı uğruna beni bırakma.
Rab neredesin?... Tanrım neredesin?... Gel! Sana dua ediyorum, hazırım...
Acı çeken bir kuzu gibi,... hayatımı senin gerçeğin önüne sermeye hazır olduğumu
gör. Acımın sebebi kutsallıktır. Senin kutsallığın!... Gitmene izin vermeyeceğim!
Hayır, sonsuza dek seni bırakmayacağım! Dünya kötü ruhlarla dolup taşsa bile,
senin ellerinin işi olan bu beden dışarı atılıp ayaklar altında çiğnense, parçalara
ayrılsa, ..., yanıp kül olsa bile canım Senindir. Evet, bana güven veren sözün elimde.
Ruhum sana aittir ve sonsuza dek sende kalacaktır! Amin! Tanrım, yardımını
gönder!... Amin!
Ertesi gün öğleden sonra Luther, salona döndü. Bu sefer sesi titremiyordu.
Soruyu konuşarak yanıtlamaya çalıştı. Kendisini sorgulayan kişi son olarak bir yanıt
istedi:
Sana soruyorum Martin, dürüstçe ve uzatmadan yanıtla. Kitaplarını ve içindeki
hataları reddediyor musun?
Luther yanıtladı:
Kralınız ve efendiniz basit bir cevap istediği için, uzatmadan ve işi zora sokmadan
size yanıt vereceğim. Kutsal Yazılar ve açık bir sebep tarafından suçlu
bulunmadığım sürece, papaların ve konseylerin yetkisini kabul etmeyeceğim çünkü
papalar ve konseyler birbiriyle çelişiyor. Vicdanım, Tanrı Sözü‟nün kölesidir. Hiçbir
şeyi reddetmiyorum ve reddedemem, çünkü vicdanıma karşı gelmem ne doğru ne
de güvenli olur. İşte burada duruyorum, yoksa yapamam. Tanrı yardımcım olsun.
Amin.
Deli bir adama ait sözler mi? Belki. Bir insanın, Hıristiyan dünyasının kurulu
tüm yetkisi karşısında, papanın, imparatorun, konseylerin ve inançların karşısında
durmaya nasıl cüret ettiği kafalara takılıyor. Kilisenin en bilginleri ve en yüksek
yetkilerini inkar eden, kendi düşüncesinin ve Kutsal Kitap yorumunun gücünü, tüm
dünyanın karşısına koyan bir gurur olsa gerek. Bu bir kendini beğenmişlik hastalığı
mıdır? Ya da kendini büyük görme rahatsızlığı mıdır? Tüm bunlar imanlı bir dehanın
mı, yoksa bir manyağın saçmalıkları mıdır? Tek başına duran bu adam için verilen
karar ne olursa olsun, bu adam, Hıristiyan dünyasını ikiye bölmüştü.
Bu olay, kilise ve Martin Luher‟in yaşamı için önemli olduğu kadar, ilerde
bilginlerin Luther‟in deliliğini yargılama sebepleri için önemli değildi. Daha sıradışı,
daha hasta, gerçekten ölümcül şeyler vardı bu adamda. Luther‟in deliliğini yargılama
sebepleri, Luther‟in manastırda keşişlik yaparken sergilediği davranışlarla alakalıydı.
Bir keşiş olan Luther kendini sert bir sofuluğa adadı. Mükemmel bir keşiş
olmaya çalıştı. Günlerce oruç tutuyordu ve ciddi bir şekilde kendine acı çektirmekten
zevk alıyordu. Kendini inkar etme konusunda manastır kurallarının ötesine gitmişti.
Sabaha kadar edilen dua zamanları herkesinkinden daha uzundu. Kendisine verilen
battaniyeleri almadığı için neredeyse donarak ölecekti. Bedenini o kadar ciddi
şekillerde cezalandırıyordu ki, daha sonra, sindirim sistemine keşiş hücresindeyken
kalıcı bir zarar verdiğini açıkladı. Luther, bu olayı şöyle anlatıyor:
İyi bir keşiştim ve kendi düzenimin kurallarını o kadar sıkı yerine getiriyordum ki,
keşişliği sayesinde cennete girebilecek kişi varsa o da bendim diyebilirim.
Manastırda beni tanıyan kardeşlerim beni doğrulayacaklardır. Eğer daha fazla
devam etseydim, dua geceleri, dualar, okumalar ve diğer işlerle kendimi
öldürebilirim. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]
Luther‟in yaptıkları arasında en ilginç olanı her gün yaptığı itiraf alışkanlığı
idi. İtiraf, keşişlerin yapması gereken bir şeydi fakat gündelik olarak değil. Gerekli
olan şey, kişinin tüm günahlarını itiraf etmiş olmasıydı. Luther, hiçbir gününü günah
işlemeden geçirmediği için, affedilmeyi arzulayarak, günah çıkarma odasına hergün
gitmesi gerektiğini düşünüyordu.
İtiraf, manastır hayatının düzenli yapılan bir parçasıydı. Diğer keşişler
düzenli bir şekilde rahiplere gidip “Baba, günah işledim. Dün gece ışıklar söndükten
sonra mum ışığında Kutsal Kitap‟ımı okudum.” Ya da, “Dün öğle yemeğinde Philip
kardeşin patates salatasına imrendim.” diyorlardı. (Bir keşiş, bir manastırda nasıl bir
sorunla karşılaşabilir ki?) Baba rahip itirafı dinler, rahipsel bir affetme gösterir ve
günahına karşılık olarak yerine getirmesi için, keşişe küçük bir ceza verirdi. Bu kadar.
Tüm iş sadece birkaç dakika sürüyordu.
Bu Luther Kardeş için böyle değildi. Gittiği Baba Rahibi çıldırtıyordu. Kısaca
günahlarını ezbere söylemek Luther‟i tatmin etmiyordu. Hayatında itiraf edilmemiş
bir günah kalmamasına dikkat ediyordu. Günah çıkarma odasına her gün giriyor ve
saatlerce orada kalıyordu. Bir keresinde Luther, bir önceki gün işlediği günahları
itiraf etmek için o odada altı saat geçirmişti.
Manastır reisleri Luther hakkında düşünmeye başladılar. Uyumadığı
zamanlarda, görevlerini yerine getirmek ve çalışmak yerine günah çıkarma odasında
saatlerce zaman geçirmeyi tercih etmesine bakarak, Luther‟in bir dalavere
çevirdiğinden şüpheleniyorlardı. Zihinsel olarak dengesizleştiği, hızla ciddi bir akıl
bozukluğuna doğru ilerlediği konusunda kaygılanıyorlardı. Luther‟in danışmanı olan
Stauptiz, sonunda Luther‟e kızdı ve onu azarladı:
“Bana bak”, dedi, “eğer Mesih‟in seni affetmesini diliyorsan bu tür kabahatlerle
değil, aileden birisini öldürme, kutsal olana saygısızlık etme, zina gibi affedilecek
bir şeyle gel... Tanrı, sana kızmıyor ki. Sen Tanrı‟ya kızıyorsun. Tanrı‟nın sana ümit
etmeyi buyurduğunu bilmiyor musun?” [Roland Bainton, Here I Stand (NAL,
1978).]
İşte bu! İşte Luther‟in bu yönü, kendisine deli denmesine neden olan en
büyük yönüdür. Bu adam radikal bir şekilde sıradışıydı. Luther‟in suç anlayışı
kendinden öncekilerden çok farklıydı. Suçu onu o kadar hasta ediyordu ki, duyguları
onu o kadar rahatsız ediyordu ki, normal bir insan olarak işlevini yerine getiremez
olmuştu. Normal bir keşiş olarak bile işlevini yerine getiremiyordu. Hala daha
yıldırımdan kaçıyordu. Bainton, Luther‟in durumunu şöyle özetliyor:
Sonuç olarak, en korkunç güvensizlik onu kuşattı. Ruhunu bir korku kapladı.
Vicdanı o kadar rahatsız oldu ki, yaprağın rüzgardaki hışırtısından bile ürküp
titremeye başladı. Ruhunu bir kabus dehşeti sardı. Karanlıkta, canını almaya gelen
kişinin gözleri içine bakmıştı. Luther‟i koruyan Göksel kişilerin hepsi geri çekilmişti.
Şeytan, arzulayan bakışlarıyla bu güçsüz canı çağırmıştı. Tekrar eden bu eziyetler,
Luther‟in bedensel olarak çektiği rahatsızlıklardan çok daha kötüydü.
Luther‟in dış görünüşü, zihinsel hastalıkla öyle bir uyuşuyordu ki, insan
Luther‟in rahatsızlığını gerçekten dini zorluklardan mı, yoksa midesindeki veya
vücudundaki bezlerdeki kusurlardan mı kaynaklandığına karar vermede
zorlanırdı. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]
Luther‟in davranışlarının sebebi nedir? Kesin olan bir şey var: Her ne kadar
savunma mekanizması normal olan insanlar, vicdanlarının suçlayıcı sesini kısmak
zorunda olsalar bile, Luther bundan yoksundu.
Bazı kuramcılar, insanın deliyken akıllı haline nazaran gerçeği daha doğru
görebildiğine katılıyorlar. Aklımıza, psikiyatra gidip de korkudan eli ayağı tutulduğu
için kilise pikniğine gidememekten şikayet eden adamın hikayesi geliyor. Psikiyatr
daha da derine indiğinde, adam, pikniğe giderken yolda araba kazası geçirebileceğini,
piknikte zehirli bir yılanın onu sokabileceğini, fırtına geldiğinde kendisine yıldırımın
çarpabileceğini veya sandaviç yerken ölebileceğini anlatır.
Tüm bu korkular, ciddi olasılıkları gösteriyor. Yaşam, tehlikeli bir iştir. Hiçbir
yerde, yaşamı tehdit eden tehlikelerden uzak olamayız. Howard Huges, tüm
milyonlarına rağmen, düşman mikropların saldırısından tamamen uzak durabileceği
bir yer bulamamıştır. Bu psikiyatr da tüm pikniklerin güvenli olduğunu kanıtlayamaz.
İnsanın, herşeyin aksi gidebileceğini düşünmesi doğrudur ancak böyle düşünen kişi
sıradışı olmaktan kurtulamaz, çünkü bu kişi, her gün etrafımızı saran açık ve güncel
tehlikeleri aldırış etmememiz için taşıdığımız savunmalardan yoksundur.
Ruh bilimi analizcileri, Luther‟in geçmişinin ve yaşamının bir yönünü sıklıkla
gözden kaçırıyorlar. Luther‟in manastıra gitmeden önce, hukuk alanında kendisini
Avrupa‟nın en parlak beyinleri arasında kabul ettirdiğini gözden kaçırıyorlar. Luther
zekiydi. Beyninde sorun yoktu. Hukukun kolay anlaşılamayan ve zor noktalarını
anlayabilmesi, herkesin dikkatini çekiyordu. Bazıları onu hukuk dahisi olarak takdim
ediyordu.
Çoğu zaman, dahilik ve delilik arasında ince bir çizginin olduğunu ve kimi
insanın bu çizginin ötesine geçtiği, kimin ise geride kaldığı söylenir. Belki Luther‟in
sorunu da buydu.
Luther deli değildi. Bir dahiydi. Üstün bir hukuk anlayışı vardı. Kurnaz hukuk
zekasını Tanrı‟nın yasasına uyarlamasıyla, en ölümcül eksiklikleri gördü.
Luther, En Büyük Buyruğu inceledi, “Tanrın olan Rabbini bütün yüreğinle,
bütün canınla, bütün gücünle ve bütün aklınla sev, komşunu da kendin gibi sev.”
Ardından kendisine, “En Büyük Günah nedir?” diye sordu. Bazıları bu soruya, en
büyük günah, adam öldürme, zina, küfretme veya inançsızlık diye yanıt verebilir.
Luther bu yanıtlarla aynı görüşte değildi. Eğer En Büyük Buyruk Tanrı‟yı bütün
yüreğinle sevmek ise, En Büyük Günahın da Tanrı‟yı bütün yüreğinle sevmemektir
sonucuna varmıştı. Büyük sorumluluklar ile büyük günahlar arasında bir denge
olduğunu görmüştü.
Birçok insan böyle düşünmüyor. Hiçbirimiz En Büyük Buyruğu, beş
dakikalığına bile yerine getiremiyoruz. Çok yüzeysel bir şekilde bu buyruğu yerine
getirdiğimizi düşünebiliriz ancak bir anımızı ele aldığımızda hiçbirimizin Tanrı‟yı tüm
yüreğiyle, tüm aklıyla veya tüm gücüyle sevmediğini açıkça görürüz. Hiç kimse
komşusunu kendisi gibi sevmiyor. Bu konu üzerinde derin düşünmek için elimizden
gelen her şeyi yapabiliriz fakat daima düşüncelerimizin arkasında, En Büyük Buyruğu
her gün ihlal ettiğimizden ötürü bizi suçlayan ve kafamızın etini yiyen bir anlayış
vardır. Yeşaya‟nın da dediği gibi, kimsenin En Büyük Buyruğu tutmadığını biliyoruz.
İşte tesellimiz de budur: Hiç kimse mükemmel değil. Hiçbirimiz Tanrı‟ya karşı
mükemmel bir sevgi duyamıyoruz, öyleyse neden üzülelim? Bu, akıllı imanlıları
hergün altı saat günah çıkarmaya yönlendirmez. Eğer Tanrı, En Büyük Buyruğu
yerine getirmeyenleri cezalandırsaydı, dünyadaki tüm insanları cezalandırmak
zorunda kalacaktı. Sınav çok büyük ve çok şey istiyor, bu haksızlık. Tanrı, hepimizi
bir çan eğrisine göre yargılamak zorunda.
Luther bunu böyle görmüyordu. Luther, Tanrı‟nın, insanları bir çan eğrisine
göre değerlendirmesiyle Kendi kutsallığını tehlikeye sokacağının farkındaydı.
Tanrı‟nın böyle yaptığını düşünmek çok büyük küstahlık ve aptallıktır. Tanrı bize
uyum sağlamak için Kendi değerlerini alçaltmaz. Tamamıyla Kutsal, doğru ve adil
olarak kalmaya devam eder. Fakat bizler adaletsiziz ve bu da çıkmazda olduğumuzu
gösteriyor. Luther‟in hukuk zekasına bir soru takıldı: Adil bir Tanrı‟nın önünde adil
olmayan bir kişi nasıl kurtulabilir? Herkes bu konuda rahat iken, Luther acıdan
kıvranıyordu:
Tanrı‟nın erişilmez ışıkta oturduğunu bilmiyor musunuz? Bizler, Tanrı‟nın harika ve
dipsiz ışığının akıl ermez görkemini anlamak, daha da derinlere inmek isteyen,
zayıf ve umursamaz yaratıklarız. Yaklaşıyoruz, kendimizi yaklaşmaya hazırlıyoruz.
Sonra O‟nun görkemi bizi paramparça edip yendiğinde de şaşırıyoruz! [Roland
Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]
Luther, İncil‟de, İsa‟ya gelip kendi kurtuluşu hakkında soru soran, ileri gelen
zengin adam karakterine tamamen zıt bir kutuptaydı:
İleri gelenlerden biri İsa'ya, “İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne
yapmalıyım?” diye sordu. İsa, “Bana neden iyi diyorsun?” dedi. “İyi olan yalnız biri
var, O da Tanrı'dır. O'nun buyruklarını biliyorsun: „Zina etmeyeceksin, adam
öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, annene babana
saygı göstereceksin.'“ (Luka 18:18-20)
İsa ile bu zengin adamın herkesçe bilinen bu buluşmasında, çoğunlukla bir
nokta gözden kaçıyor. Bu nokta da, adamın İsa‟yı selamlama şeklidir. Adam İsa‟ya
“İyi öğretmenim” diye sesleniyor. İsa bu önemi gözden kaçırmadı. İsa, iyi kelimesinin
anlamı hakkında yüzeysel bir bilgiye sahip bir adamla konuşuyor olduğunu hemen
anladı. Adam, İsa ile kurtuluş hakkında konuşmak istiyordu. Bunun yerine İsa,
sohbeti kurnazca iyiliğin ne olduğu üzerine çevirdi. İsa, adama iyinin anlamı
hakkında unutamayacağı bir ders verme fırsatı yakalamıştı.
İsa, adamın Kendisini selamlama şekline odaklandı: “Bana neden iyi
diyorsun?” Soruyu daha öte bir koşulla vurguladı: “İyi olan yalnız biri var, O da
Tanrı‟dır.” Kırmızı alarm çalıyor. Bazıları, hatta bilgili teologlar bile, İsa‟nın
buyruklarına takılıyorlar. Bazıları, İsa‟nın sözlerini şöyle anlıyorlar, “Bana neden iyi
diyorsun? Ben iyi değilim. Yalnız Tanrı iyidir. Ben Tanrı değilim. İyi değilim.”
Burada İsa asla Kendi tanrılığını inkar etmiyor. Kendi iyiliğini de inkar
etmiyor. Zengin adama doğru anlayış kazandırmak, adamın İsa‟ya tam olarak iyi
demesini sağlardı. İsa iyi idi. İyi Olanın beden almış haliydi. Zengin adam, Tanrı‟nın
görüntüsüyle konuşuyordu. Burada önemli olan, zengin adamın bunun farkında
olmamasıdır. Zengin adam, İsa‟ya büyük bir öğretmen olduğu için saygı duyuyordu
ancak adamın İsa‟da gördüğü tek şey buydu. Tanrı‟nın görüntüsüyle konuştuğunu
bilmiyordu. İyi Olanın Görüntüsü ile iyilik hakkında tartıştığına dair elinde bir
belirtisi yoktu.
Zengin adam, açıkçası inandığı Kutsal Kitap‟ı da bilmiyordu. Mezmur‟un 14.
bölümünün ne demek istediğini anlamamıştı:
Akılsız içinden, “Tanrı yok!” der. İnsanlar bozuldu, iğrençlik aldı yürüdü, İyilik eden
yok. RAB göklerden bakar oldu insanlara, Akıllı, Tanrı'yı arayan biri var mı diye.
Hepsi saptı, Tümü yozlaştı, İyilik eden yok, Bir kişi bile! (Mezmurlar 14:1-3)
Bu mezmur Yeni Antlaşma‟da Pavlus tarafından tekrarlanıyor ve
pekiştiriliyor. Bildiri açıktır. İyilik eden yok, bir kişi bile. “Bir kişi bile” deyimi tüm
yanlış anlaşılma ihtimalini siliyor. İddianame, tek başına iyiliği barındıran Tanrı Oğlu
dışında hiçbir istisnayı kabul etmiyor.
İnsanın ruhu, böyle bir iddianame karşısında geri adım atıyor. Kutsal Yazılar
kesinlikle abartıyordur. Bazı insanların iyilik ettiğini biliyoruz. İnsanların sıklıkla iyi
şeyler yaptığını görüyoruz. Kimsenin mükemmel olmadığını kabul ediyoruz. Hepimiz
zaman zaman sürçüyoruz. Fakat, birçok iyi iş yapıyoruz ve yapacağız da, değil mi?
Hayır! Bu tamamen zengin adamın düşünme şeklidir. Zengin adam iyiliği yanlış
değerlerle ölçüyordu. İyi işleri, dışa yönelik üstün niteliklere göre değerlendiriyordu.
Tanrı bizlere bazı iyi işler yapmamızı buyuruyor. Fakire yardım etmemizi
buyuruyor. Fakire yardım ediyoruz. Bu iyilik etmektir, değil mi? Hem evet, hem
hayır. Dışa yönelik bu davranışımız Tanrı‟nın buyruğunu yerine getirdiği için, bu
anlamda iyidir. Bu anlamda çok sık iyilik yaparız. Fakat Tanrı, yüreğe bakar. En derin
amaçlarımızla ilgilenir. İyi bir işin Tanrı‟nın iyilik değerini aşması için, Tanrı‟yı
mükemmel biçimde seven ve komşusunu da kendisi gibi seven bir yürekten taşması
gerekir. Hiçbirimiz Tanrı‟ya ve komşumuza karşı mükemmel bir sevgi duymaya
ulaşamadığımız için, tüm dışa yönelik iyi işlerimiz kirlidir. İyi işlerimiz,
yüreğimizdeki amaçlarımızın kusurlarından oluşan lekeyi taşırlar. Kutsal Kitap‟ın
mantığı da budur: Kimse mükemmel bir yüreğe sahip olmadığı için, hiç kimse
mükemmel bir iş yapamaz.
Tanrı‟nın yasası, gerçek doğruluğun aynasıdır. İşlerimizi bu aynanın önüne
getirdiğimizde aynadaki yansıma kusurlarımızı bize gösterir. İsa, bu aynayı zengin
adamın gözü önüne koymuştu: “O‟nun buyruklarını biliyorsun: zina etmeyeceksin, ...”
İsa‟nın zengin adama sıraladığı buyrukların, Yasa‟nın ikinci tabletinde yer alan, yani
insanlara karşı olan sorumluluklarımızı ilgilendiren buyruklar olduğuna dikkat etmek
önemlidir. Bu buyruklar, hırsızlık, zina, adam öldürme, ...vb olayları içeriyor. Dikkat
ederseniz, İsa‟nın özet geçtiği buyruklar arasında, doğrudan Tanrı‟ya olan
yükümlülüğümüzle ilgili ilk buyruklar yok.
Zengin adam ne cevap verdi? Üzülmemişti. Soğukkanlılıkla aynaya baktı ve
bir kusurunu göremedi. Sadece kendini beğenmişlikle tanımlanabilen bir tavırla
adam yanıt verdi: “Bunların hepsini gençliğimden beri yerine getiriyorum.”
Adamın ya cahil ya da küstah olduğunu düşünüyorum. İsa‟nın sabrını
anlayamıyorum. Ben olsam, kendimi tutamazdım. Şu sözlerle kızgınlığımı anında dile
getirirdim, “Ne! Gençliğinden beri On Emri yerine getiriyor musun! Son beş dakika
içinde On Emrin hiçbirini yerine getirmedin ki. Dağdaki vaazımı duymadın mı?
Haksız yere birine öfkelendiğinde, yasanın adam öldürmekle ilgili derin buyruğuna
karşı gelmiş olduğunun farkında değil misin? Eğer bir kadına şehvetle baktıysan, zina
etmemek ile ilgili büyük buyruğu ihlal etmiş olduğunu bilmiyor musun? Hiç birisine
yan gözle bakmadın mı? Her zaman annene babana saygı gösteriyor musun? Deli ya
da kör olmalısın. İtaatkarlığın yüzeysel konularda iyi. Sadece yüzeysel olarak itaat
ediyorsun.”
Ben böyle davranırdım. Ama İsa böyle davranmadı. İsa daha kurnaz ve
etkiliydi:
İsa bunu duyunca ona, “Hâlâ bir eksiğin var” dedi. “Neyin varsa hepsini sat,
parasını yoksullara dağıt; böylece göklerde hazinen olur. Sonra gel, beni izle.”
(Luka 18:22)
Eğer İsa‟nın şakayla karışık bir konuşması varsa, o da bu konuşma olmalıdır.
Eğer İsa‟nın bu sözlerini birebir algılarsak, bu konuşmanın tarihteki en doğru iki
adam arasında, birisi kusursuz diğeri sadece bir tane eksiği olan iki Kuzu arasında
geçtiği sonucuna varmak zorunda kalırız. İsa‟nın ağzından, benim ahlaki
kusursuzluğumda sadece bir tane eksik olduğunu duymak beni sevindirirdi.
Biz daha iyi biliyoruz. Eğer fikir yürütüp İsa‟nın düşüncelerinin gizli yerlerine
girebilsek, şöyle bir düşüncenin yer aldığını görebiliriz: Ya, demek gençliğinden beri
tüm buyrukları yerine getirebiliyorsun. Görelim bakalım. İlk buyruk nedir? Ya evet,
“Benden başka Tanrın olmayacak.” Bunu nasıl yerine getirdiğine bir bakalım.
İsa, zengin adamı sınava tabi tuttu. Zengin adamın hayatında, Tanrı‟dan önce
gelen şey parasıydı. İsa mücadeleyi bu noktaya, adamın bir numaralı buyruğa olan
itaatine çekti: “Neyin varsa hepsini sat...”
Adam ne yaptı? Tek kusuruna nasıl değindi? Üzüntü içerisinde uzaklaştı
çünkü çok malı vardı. Adam On Emir‟den sınava tabi tutudu ve ilk sorudan sonra
sınavı terk etti.
Bu öykünün ana fikri, bir Hıristiyan‟ın tüm mal varlığını bırakması gibi bir
kural ortaya koymak değildir. Bu öykünün ana fikri, itaatin ne olduğu ve iyiliğin
gerçekten ne gerektirdiğidir. İsa, adamın blöfünü gördü ve iddiayı artırdı.
İsa, yüzyıllar sonra başka bir genç adamla karşılaştığında, bu genç adama
günahını göstermek için, zahmet gerektiren bir ders hazırlamak zorunda kalmadı.
Luther‟e asla, “Bir eksiğin var” demedi. Luther zaten birçok eksiği olduğunu
biliyordu. Luther bir avukattı, Eski Antlaşma Yasası üzerine çalışmıştı, saf ve kutsal
Tanrı‟nın isteklerini iyi biliyordu ve bu da onu deliye çeviriyordu.
Luther‟in aklı, çözemeyeceği yasal bir çıkmazla karşılaşmıştı. Bir çözüm yolu
yok gibiydi. Gece gündüz Luther‟in başının etini yiyen soru, adil bir Tanrı‟nın nasıl
olur da adil olmayan bir insanı kabul edebiliyor olmasıydı. Sonsuz kaderinin, bu
sorunun cevabında yattığını biliyordu. Ancak sorunun yanıtını bulamıyordu. Daha
küçük düşüncelere sahip olanlar, cahilliklerinin verdiği mutlulukla eğlenerek ve
neşeyle yollarına devam ediyorlardı. Tanrı‟nın Kendi mükemmelliğini tehlikeye atıp
onları cennete alacağını düşünmeleri onları memnun ediyordu. Tüm bunlardan
sonra, eğer cennetin dışında kalırlarsa, cennet onlar için dışardan göründüğü gibi
olağanüstü bir yer olmayacaktı. Tanrı‟nın bir çan eğrisine göre değerlendirmesi
gerekiyor. Erkekler yine erkek olacaktır. Tanrı, birkaç ahlaki kusurun O‟nu
telaşlandıramayacağı kadar büyüktür.
İki şey Luther‟i diğer insanlardan ayırıyordu: İlki, Luther, Tanrı‟nın kim
olduğunu biliyordu. İkincisi, aynı Tanrı‟nın Yasası‟nın istemlerinin ne olduğunu
anlamıştı. Yasayı iyice öğrenmişti. Müjdeyi anlamasaydı işkenceden ölebilirdi.
Ve Luther‟in başından en son dini deneyimi gerçekleşti. Bir yıldırım
çarpmamış veya mürekkep hokkası uçmamıştı. Sessizliğin içinde, Luther tek başına
çalışırken meydana gelmişti. Luther‟in “kule-deneyimi” diye adlandırdığı olay, dünya
tarihinin rotasını değiştirdi. Bu olay, Tanrı‟ya ve Tanrı‟nın ilahi adaletine yeni bir
anlayış getirdi. Bu anlayış, Tanrı‟nın Kendi adaletinden ödün vermeden nasıl
merhametli olabileceğine ve kutsal bir Tanrı‟nın kutsal bir sevgiyi nasıl ifade ettiğine
değinen bir anlayıştı:
Pavlus‟un Romalılar‟a yazdığı Mektubu anlamayı çok istiyordum. Önümde
“Tanrı‟nın adaleti” ifadesinden başka bir engel yoktu, çünkü adaleti, Tanrı‟nın adil
olması ve adil bir şekilde adaletsiz olanı cezalandırması olarak algılıyordum.
Eksiksiz bir keşiş olmama rağmen vicdanında sorunları olan bir günahkar olarak
Tanrı‟nın önünde duruyordum ve sahip olduğum değerlerin O‟nu yatıştırıp
yatıştırmadığından emin değildim. Bu yüzden adil ve öfkeli bir Tanrı‟yı sevemiyor,
böyle bir Tanrı‟dan nefret ve şikayet ediyordum. Fakat sevgili Pavlus‟a sımsıkı
sarılmıştım ve büyük bir özlemle ne demek istediğini bilmek istiyordum.
“Doğru kişi imanla yaşayacaktır.” ifadesi ile Tanrı‟nın adaleti arasındaki
bağlantıyı görene kadar gece gündüz bunun üzerinde düşündüm. Sonra Tanrı‟nın
adaletinin, imanımızla bizi aklayan Tanrı‟nın lütfu ve saf merhameti aracılığıyla
gelen doğruluk olduğunu kavradım. Bunun üzerine kendimi yeniden doğmuş ve
açılan kapılardan cennete doğru ilerliyor hissettim. Kutsal Yazılar‟ın tümü benim
için yeni bir anlam kazanıyordu ve beni önceden nefretle dolduran “Tanrı‟nın
adaleti”, şimdi daha büyük bir sevgiyle, ifade edilemez bir şekilde bana tatlı
geliyordu. Pavlus‟un bu yazısı bana cennetin kapısı gibi görünüyordu.
Eğer doğru bir şekilde, kurtarıcınız olarak Mesih‟e iman ederseniz,
bağışlayan bir Tanrı‟ya anında sahip olursunuz. İmanınızın sizi Tanrı‟nın yüreğine
ve isteğine doğru yöneltmesiyle, gerçek lütfu ve taşan sevgiyi görürsünüz. Tanrı‟ya
imanla bakmak için, Tanrı‟nın öfke ve affetmemezlik barındırmayan, baba ve dost
gibi olan yüreğine bakmalısınız. Tanrı‟yı öfkeli gören kişi, Tanrı‟ya doğru bir
şekilde bakmıyordur. Yüzünü kara bir bulut kaplamış gibi, sadece bir perdeye
bakıyordur. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]
Kendisinden önce Yeşaya‟ya olduğu gibi Luther de, yanan koru, dudaklarında
hissetti. Helak olmanın ne demek olduğunu biliyordu. Kutsal bir Tanrı‟nın aynasıyla
paramparça olmuştu. Daha sonra, cennetin tadına bakmadan önce Tanrı‟nın onu
cehennem çukuru üzerinde sallandırması gerektiğini söylemişti. Tanrı, hizmetkarını
çukura düşürmedi. Luther‟in hayatını çukurdan korudu. Tanrı, Kendisinin adil ve
aklayan bir Tanrı olduğunu kanıtladı. Luther, müjdeyi ilk defa anladığında cennetin
kapıları ortadan ikiye açıldı ve Luther içeri girdi.
“Doğru kişi imanla yaşayacaktır.” Bu Protestan Reformunun savaş narasıydı.
Sadece imanla, sadece Mesih‟in üstünlüğüyle aklanma fikri, müjdenin o kadar
merkezindeydi ki, Luther bu fikir için, “kiliseyi ayakta tutan veya yıkan madde”
demişti. Luther, bu maddenin kendisini de, ya ayakta tutacak ya da yıkacak madde
olduğunu biliyordu.
Luther, Pavlus‟un Romalılar‟daki öğretişini kavradığı zaman yeniden doğdu.
Suçunun ağırlığı kalkmıştı. Delirten işkenceler bitmişti. Tüm bunlar Luther için o
kadar çok şey ifade ediyordu ki, papanın, konseyin, kralın, imparatorun hatta
gerekirse tüm dünyanın karşısında durabilmesine yetiyordu. Cennetin kapılarından
geçiyordu ve kimse onu engellemiyordu. Luther, neyi protesto ettiğini bilen bir
Protestandı.
Luther deli miydi? Belki de. Eğer öyleyse, duamız o ki, Tanrı böyle bir delilik salgınını
tüm dünyaya göndersin ki, bizler de yalnız imanla gelen doğruluğu tadalım.
ALTINCI BÖLÜM
KUTSAL ADALET
Adalet, en yüce erdem sayılır,
sabah yıldızından, gece yıldızından
daha fazla hayranlık uyandırır...
ARISTOTLE
Martin Luther, adaletsiz insanların adil ve kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda
yaşamasının ne kadar ciddi bir sorun olduğunu anlamıştı. Luther keşişlerin keşişi,
Pavlus da Ferisilerin Ferisisi idi. Her ikisi de iyi eğitimli, zeki kişilerdi. İman ettiği
sırada Pavlus‟un, Filistin‟deki en fazla eğitime sahip kişi olduğu söyleniyordu. Yirmi
bir yaşlarındayken iki Felfese doktoruna (Ph.D) eş bir değere sahipti. Yasa ve
Tanrı‟nın adaleti sorunu üzerinde derin bir mücadele vermişti. Keşiş olan Luther ve
Ferisi olan Pavlus, kutsal adalet sorunu tarafından bitip tükenmişlerdi. Her ikisi de,
müjdenin avukatı olmadan önce Eski Antlaşma‟nın öğrencileriydiler.
Eski Antlaşma‟yı okuyan herkesin, Eski Antlaşma‟daki Tanrı yargısının
görünen vahşiliğiyle mücadele etmesi gerekir. Birçok kişi, Eski Antlaşma‟yı okudukça
bu yargıyla daha çok mücadele eder. “Sert ifadeler” diye adlandırdığımız şiddetli
bölümlerde takılırlar. Bazı insanlar bu ifadeleri, Hıristiyanlığı gözü kapalı reddetmeye
yetecek nedenler olarak görüyorlar. Bu ifadeler, Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟nın hor
görülmesinin nedeni gibi duruyorlar. Bazı insanlar ise, Eski Antlaşma‟yı dinsel bir
benzetmeye dönüştürerek veya kes yapıştır yöntemiyle vahşi bölümleri ilkel efsaneler
seviyesine indirerek, Eski Antlaşma‟nın vurgusunu azaltıyorlar. Hatta bazıları daha
da ileri gidip, Eski Antlaşma‟daki Tanrı ile Yeni Antlaşma‟daki Tanrı‟nın farklı
olduğuna, Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟nın kötü huylu ve alevlenen öfkesi Yeni
Antlaşma‟daki sevgi Tanrı‟sının değeri altında olan, Şeytani ve belirsiz bir Tanrı
olduğuna inanıyor.
Bu bölümde, doğru gözle ve dikkatli bir şekilde Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟ya
bakmak istiyorum. Eski Antlaşma‟da bulabildiğimiz en zor, en saldırgan bölümlere
bakmak ve yapabilirsek bu bölümleri anlayabilmemizi istiyorum. Harun‟un oğulları
olan Nadav ve Avihu‟ya inen ani ve hızlı yargıya bakacağız. Tanrı‟nın ahit sandığına
dokunduğu için Tanrı‟nın Uzziya‟yı vuruşuna bakacağız. Tanrı‟nın büyük cezalar
buyurduğu uzun suç listesine bakacağız. Tanrı‟nın buyruğu altında kadınların ve
çocukların katliamına bakacağız. Dikkat edin. Bu bölüm, midesi ve yüreği sağlam
olmayanlar için uygun değildir. Eğer tek başınıza bu bölümü okuyacaksanız, şunu
bilin ki En Korkunç uçurumlardan aşağıya bakacağız.
Harun'un oğulları Nadav'la Avihu buhurdanlarını alıp içlerine ateş, ateşin üstüne
de buhur koydular. RAB'bin buyruklarına aykırı bir ateş sundular. RAB bir ateş
gönderdi. Ateş onları yakıp yok etti. RAB'bin huzurunda öldüler. (Levililer 10:1-2)
Nadav ve Avihu, kahindiler. Başkahin Harun‟un oğullarıydılar. Tanrı‟nın
Kendisi Harun‟u Başkahin olarak seçmişti. Harun, Musa ile birlikte çölde İsrail
halkına önderlik yapmıştı. İsrail‟de Tanrı ile yakından bir ilişkiye sahip birisi varsa, o
da Musa ile Harun‟du. Birimiz Tanrı‟dan, Harun‟un oğullarıyla uğraşırken biraz geri
adım atmasını bekleyebilir. Ancak bu olmadı. Sunakta günah işledikleri için, Tanrı
hızla ve şiddetli bir şekilde davrandı ve onları oracıkta sildi. Sunağı fahişelerle
kirletmiş veya Ammonlular gibi insan kurban etmiş değillerdi. Tek yaptıkları, bir
parça “aykırı ateş” sunmaktı. Bu aykırı ateşin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz.
Kulağa, bu genç kahinlerin, ibadetlerinde birazcık yaratıcı bir şey deniyorlarmış gibi
geliyor. Belki de davranışları kınanması gereken bir saldırıydı. Fakat ölümle mi
cezalandırılmalıydı? Denemekten ne zarar çıkardı ki? Neden anında infaz?
Albert Eintein‟ın bir bilim adamı arkadaşı, erozyonların ve dev buzulların
hareketi aracılığıyla yeryüzü şekillerinde meydana gelen yavaş değişime karşı olarak
ileri sürdüğü teorileriyle jeoloji dünyasını sarstı. Immanuel Velikovsky, Nadav ve
Avihu‟nun hikayesine de açıklık getiren bir teori sundu.
Velikovsky, yeryüzündeki değişikliklerin, bir gezegenin veya kuyruklu yıldızın
dünyanın çok yakınından geçmesi sonucu manyetik kutupların yer değiştirip
dünyanın ters yönde dönmesini sağlamasıyla oluşan yeryüzündeki ani şekil
değişikliklerinin sonucu olduğu düşüncesindeydi. Olabildiğince hızlı dönen bir topacı
düşünün. Sonra birden, ters yönde dönmeye başladığını düşünün. Eğer topacın
içinde su olsaydı ne olurdu? Ters yönde, gelgite uğramış bir dalga oluşurdu. Teorinin
bir bölümüne göre de, yeryüzüne büyük miktarda petrol içeren meteorlar yağdı ve
yerkabuğundaki çatlakları petrolle doldurarak yerin altında büyük petrol tabakaları
oluşmasına neden oldu. (Petrolce zengin olan Orta Doğu‟yu düşünün.) Bu dev
kuyruklu yıldızın kuyruğu, insanların kendisini bir işaret olarak görmeleri için
yıllardır gökyüzünde görülüyor ve aynı Yahudiler‟in kırk yıl değişik yönlerde tüm çölü
dolaştığı gibi kıvrımlı bir yol izliyor. Velikovsky‟e göre İsrailliler‟in bulut direği ve ateş
direği, bu kuyruklu yıldızdı.
Nadav ve Avihu, yerde duran bir miktar petrol buldular ve ne olduğunu
merak ettiler. Jed Clampett‟e göre bu buldukları ilk petrol örneğiydi. Sonra Nadav ve
Avihu, eğer bu petrolü sunakta yanan maddeyle karıştırırlarsa neler olabileceğini
görmek istediler. Bu maddeyi ateşe attıklarında, birden alev aldı ve patladı. Kahinleri
öldürdü. Ancak ilkel bir toplumda, bu olay tanrıların yargısının ani bir göstergesi
olarak görülürdü.
Velikovsky, bu hikayeyi açıklamak için doğal bir açıklama sunuyordu.
Velikovsky‟e göre, Nadav ve Ahivu‟nun ölümleri bir kaza, bilinmeyen bir ateşle
oynayan çocukların feci bir sonu idi.
Kutsal Kitap bu olaya başka şekilde bakıyor. Tanrı‟nın doğaüstü bir yargısı
olarak yazıyor. Doğal kelimesi kabul edilebilir ancak Nadav ve Ahivu‟nun ölümünün
bir kaza olmadığı gayet açıktır. Bu ölümden, Tanrı‟nın yargı ve öfkesi sorumludur.
Harun bu olayı nasıl karşıladı? Kutsal Kitap, “Harun‟un hoşuna gitmedi”
diyor. Bundan emin olabiliriz. Harun açıkça deliye dönmüştü. Yaşamını sonsuza dek
Tanrı hizmetine adamıştı. Oğulları da kendisinin izinden yürüyordu. Kutsandıkları
günü ve kahinlik için diğer insanlardan ayrıldıklarında duyduğu onuru
hatırlayabiliyordu. Bu olay bir aile sorunuydu. Hizmet ettiği Tanrı‟dan ne teşekkür
almıştı? Tanrı, sunağın kurallarından birisini birazcık ihlal etmiş gibi göründüler
diye, hiç beklemeden Harun‟un oğullarını infaz etmişti.
Harun aceleyle Musa‟yı görmeye ve olanları anlatmaya gitti. Sanki Harun,
“Tamam Tanrım. Doğru Musa‟ya gidiyorum, Seni Musa‟ya söyleyeceğim. Bizimle bu
konuda uğraşacaksın.” der gibiydi. Bu yüzden Harun Musa‟ya gitti ve durumundan
şikayetçi oldu:
Musa Harun'a şöyle dedi: “RAB demişti ki:
„Bana hizmet edenler kutsallığıma saygı duyacak Ve halkın tümü beni yüceltecek.‟”
(Levililer 10:3)
Musa, Harun‟a RAB‟in yanıtını verdi. Harun‟a, kahinlerin esas
kutsanmışlığının ne olduğunu hatırlattı. Kutsal bir görev için ayrılmışlardı ve
üzerlerine düşen belirli gereklerden ciddi bir şekilde sorumlulardı. Kutsal bir
Tanrı‟nın önünde hizmet etme ayrıcalığına sahiplerdi. Tapınma çadırındaki her kap,
özel bir tarife göre yapılmıştı ve her madde Tanrı‟nın buyurduğu ayrıntılı ölçülerde
kutsal kılınmıştı. Bu ayetlerde, bir belirsizlik yoktur. Harun ve oğulları, buhur
sunağına saygı konusunda doğru yöntemlerle özel olarak eğitilmişlerdi. Tanrı şöyle
demişti:
Sunağın üzerinde başka buhur, yakmalık sunu ve tahıl sunusu sunmayacaksınız;
üzerine dökmelik sunu dökmeyeceksiniz. Harun yılda bir kez sunağın boynuzları
üzerinde arınma töreni yapacak. Kuşaklarınız boyunca yılda bir kez günah
sunusunun kanıyla sunağı arındıracak. Sunak ben, RAB için çok kutsaldır. (Çıkış
30:9-10)
Buyruklar oldukça açıktı. Buhur sunağı Tanrı tarafından en kutsal olarak
beyan edilmişti. Nadav ve Avihu, bu sunağın üzerinde izni olmayan ve aykırı bir ateş
sunduğunda, Tanrı‟ya açık bir meydan okuma davranışı sergiliyorlardı. Yaptıkları
hareket, bariz bir asilik, kutsal yere karşı yapılan affedilemez bir saygısızlıktı. Bir
gurur günahı işlemiş, Tanrı‟ya ihanette bulunmuşlardı: En kutsal yeri kirletmişlerdi.
Tanrı‟nın yargısı çok hızlıydı. Musa‟ya yaptığı açıklama oldukça açıktı: “Bana
hizmet edenler kutsallığıma saygı duyacak ve halkın tümü beni yüceltecek” Bu sözler,
gelecekle ilgili bir kehanet veya peygamberlik değildi. Tanrı “...-eceğim” dediği
zaman, bunu yüce bir buyruk, kimsenin hiçe sayamayacağı bir buyruk olarak
söylemiş demektir.
Bu olayın kilit noktası, Levililer 10:3‟ün son cümlesinde bulunuyor: “Harun
hiçbir şey söylemedi.”
Harun başka ne yapabilirdi? Tartışma sona ermişti. Kanıt ortaydaydı ve Tanrı
kararını vermişti. Harun‟un oğullarının, bu tür bir ateş sunmaları tamamen yasaktı.
Bir itaatsizlik örneği sergilemişlerdi ve Tanrı da, adaletinin tokmağını onların üzerine
indirmişti. Bu yüzden Harun sessizdi. Sessizliğini koruyordu. Sunacağı bir özür,
yapacağı bir itiraz yoktu. Aynı, Yargı Günündeki günahkarlar gibi ağzı kapalıydı.
Burada Tanrı‟nın cezalandırıcı adaletini, suçluyu cezalandıran adaletini
görüyoruz. Bu ceza, insafsız ve sıra dışı bir ceza mı? Gerçekten de adaletin ötesine
geçen ve sınırı aşıp adaletsizliğe varan bir ceza mı?
Bizde yerleşen adalet kavramı, cezanın suça uygun olmasıdır. Eğer ceza,
suçtan daha ciddi ise, bir adaletsizlik yapılmıştır. Kutsal Kitap, Nadav ve Avihu‟nun,
günah işlediklerinin farkında olmadıkları gibi bir sebep gösteremeyeceklerini açıkça
belirtiyor. Tanrı buyruklarını onlara açıklamıştı. Sunakta, izni olmayan bir ateş
sunmalarına izin verilmediğini biliyorlardı. Günah işlediklerini kolayca görebiliyoruz.
Ancak Nadav ve Avihu, Tanrı‟nın onları orada infaz etmeye itecek kadar ciddi bir
günah işlediklerini düşünmüyorlardı. Burada, Tanrı‟nın elinden gelen acımasızlığı ve
işlenen suç için oldukça merhametsiz ve sıra dışı bir ceza verildiğini haykıran bir
örnekle karşı karşıyayız. Bu boyutta bir ceza bizi şaşırtmakla kalmıyor, afallatıyor da.
Bu hikayeyi, Yaratılış bölümünde önceden öğretilen Tanrı adaletinin
özellikleriyle nasıl bağdaştıracağız? Yaratılış diyor ki, “Bütün dünyayı yargılayan adil
olmalı”. İsrail‟in temel olarak kabul ettiği şey, Tanrı‟nın yargılarının daima doğruluğa
dayandığıydı. Tanrı‟nın adaleti asla adaletsiz, saçma ve zalimce değildir. Tanrı‟nın
adaletsiz olması imkansızdır çünkü O‟nun adaleti kutsaldır.
Eğer Nadav ile Ahivu‟nun hikayesini anlamakla mücadele ediyorsak, Uzza‟nın
hikayesini anlamakta daha büyük zorluk çekeriz. Davut İsrail‟in krallığına terfi
ettiğinde, krallığını pekiştirmek için hemen harekete geçti. Binbaşılarına ve
subaylarına danışıp İsrail‟in en kutsal sandığı olan Antlaşma Sandığını, “çekildiği
köşesinden” merkezi bir yere geri getirme kararı aldı. Sandık, Filistililer tarafından
ele geçirilmişti. O tarihi günde İsrail‟in görkemi İsrail‟den ayrıldığı söyleniyor. Sandık
ele geçirildiğinde İsrail‟in en büyük hazinesi çalınmış ve putperest tapınağı olan
Dagon‟a götürülmüştü. Sandık geri getirilmeden önce, güvenle korunan bir yere
konulmuş, ait olduğu yere iade edileceği ve ulusun ortasında önemli konumunu
alacağı zamanı bekliyordu. İşte o saat gelmişti ve Davut, bu görkemi geri istiyordu.
Şöyle dedi:
“Tanrımız'ın Sandığı'nı geri getirelim. Çünkü Saul'un krallığı döneminde ona
gereken önemi vermedik.” Topluluk bu öneriyi benimseyerek sandığı geri getirmeye
karar verdi. (1.Tarihler 13:3-4)
Sandık ulus için kuvvet veren bir işaretti. Tanrı‟nın tahtı, En Yüce Olan‟ın
kutsal koltuğuydu. Tanrı‟nın bizzat Kendisinin titiz bir tasarımı ile yapılmış ve
süslenmişti. Sanctus Sanctorum‟a , Kutsalların Kutsalı‟nda oturmalıydı. Sandık,
akasya ağacından yapılmıştı ve içi dışı altın kaplıydı. Etrafında altın bir pervaz vardı.
Sandığı taşımak için, içinden sırıklar geçirilsin diye sandığın ayaklarına dört altın
halka takılmıştı. Sırıklar da akasya ağacından yapılmıştı ve altın kaplamaydılar.
Sandığın kapağı, “Bağışlanma Kapağı” olarak adlandırılıyordu. Saf altından
yapılmıştı. Dövme altından iki keruv yapılıydı ve yüzleri birbirine dönük, kanatları ise
yukarı doğru açık olacak şekilde sandığın iki kenarına yerleştirilmişti. Davut‟un
Yeruşalim‟e geri getirilmesini emrettiği kutsal nesne buydu.
Tanrı'nın Sandığı'nı Avinadav'ın evinden alıp yeni bir arabaya koydular. Arabayı
Uzza'yla Ahyo sürüyordu. Bu arada Davut'la bütün İsrail halkı da lir, çenk, tef, zil
ve borazanlar eşliğinde ezgiler okuyarak, Tanrı'nın önünde var güçleriyle bu olayı
kutluyorlardı.
Kidon'un harman yerine vardıklarında öküzler tökezledi. Bu nedenle Uzza
elini uzatıp sandığı tuttu. RAB sandığa elini uzatan Uzza'ya öfkelenerek onu yok
etti. Böylece Uzza orada, Tanrı'nın önünde öldü. Davut, RAB'bin Uzza'yı
cezalandırmasına öfkelendi. O günden bu yana oraya Peres-Uzza denilir. (1. Krallar
13:7-11)
Davut, Tanrı‟nın yüreğine sahip bir adamdı. Sadece iradesi güçlü bir kral
değil, aynı zamanda usta bir müzisyen, galip bir savaşçı ve baş teologtu da. Eğer
Tanrı, Uzza olayıyla Davut‟u bu denli dışarıya taşıracak şekilde öfkelendirdiyse, bu
olay, teoloji bilgisi zayıf bir okuyucuyu kim bilir ne kadar tedirgin eder?
Nadav ve Avihu‟nun durumundan çok, Uzza‟nın infazı, Tanrı‟nın sevgi ve
şefkat Tanrısı olduğunu düşünen okuyucuları itiraz etmeye sürükler. Kutsal Kitap,
Tanrı‟nın sabırlı olduğunu ve yavaş öfkelendiğini söylüyor. Kesinlikle bu olay
Tanrı‟nın Uzza‟ya duyduğu öfkeyi, kaynama noktasına çıkaramazdı. Uzza, sandığa
dokundu ve küt! Tanrı öfkeyle patlamıştı.
Yine, Uzza‟nın ölümüne doğal bir neden aranılarak bu olayın sertliğini
yumuşatma çabaları yapıldı. Uzza‟nın kutsal sandığa karşı çok fazla saygı duyduğu,
bu türde bir korkuyla kutsal sandığa dokunduğu ve dokunur dokunmaz korkusunun
Uzza‟ya galip geldiği, dolayısıyla kalp krizi geçirip orada öldüğü ileri sürüldü. Sadece
ödü kopmuştu. Bu açıklama, olayda Tanrı‟ya düşen payı tamamen kaldırıyor. Kutsal
Kitap‟ın bu kısmını yazan kişinin açıklamaları, Eski Antlaşma‟daki bir ilkel batıl inanç
saçmalığından başka bir şey değildir.
İnsanların bu tür açıklamaya varması, sadece çağdaş insanların doğaüstü
olan her şeye karşı tedavisi olmayan bir alerjisi olduğundan değil, aynı zamanda bu
hikayenin adalet anlayışımıza aykırı olmasından kaynaklanır. Ne olduğuna tekrar
bakalım. Sandık, bir öküz arabasıyla Yeruşalim‟e taşınıyordu. O gün, ulusal
kutlamanın yapıldığı sevinçli bir gündü. Görkem, Kutsal Kent‟e geri geliyordu.
Kalabalıklar kitleler halinde dışarıdaydı. Tören, büyük bir şölene dönüşmüştü ve
cenklerle, lirlerle, teflerle, zillerle ve borazanlarla ilerliyordu. Bu manzarayı düşünün:
Sanki çalınan yetmiş yedi adet büyük boruyla geçen alay gibi. İnsanlar sokaklarda
dans ediyordu.
Birden öküz tökezledi ve araba devrilir gibi oldu. Sandık bulunduğu yerden
kaydı ve çamura düşüp kirlenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu değerli nesnenin,
çamurun içine düşerek aşağılanması, düşünülmeyecek bir şeydi.
Uzza‟nın hareketi kesinlikle iç güdüseldi. Yaptığı şey, inancına sıkı bir şekilde
bağlı her Yahudi‟nin, sandığın çamura düşmemesi için yapacağı şeydi. Sandığı
tutmak ve kutsal şeyin düşmesini engellemek için elini uzattı. Bu, Tanrı‟ya karşı
önceden tasarladığı bir meydan okuma değildi. Refleks ile yapılmış bir hareketti.
Bizim gözümüzde bu hareket, bir kahramanlık hareketi olarak görülebilir. Uzza‟nın,
cennetten Tanrı‟nın ağlayarak, “Teşekkürler Uzza!” diye bağıran sesini duyması
gerektiğini düşünebiliriz. Tanrı böyle yapmadı.
Tersine Tanrı, Uzza‟yı öldürdü. Olay yerinde Uzza‟nın canına kıydı. Bir başka
ani infaz daha.
Çağdaş kuramcıların bu konuyla nasıl ilgilendiğini biliyoruz. Ancak şimdi,
Kutsal Kitap tarafından bu olayın nasıl göründüğünü sorguluyoruz. Uzza‟nın günahı
neydi? Bu soruyu yanıtlamak için Yahudi tarihine, kahinliğin ortaya çıkışına ve
Tanrı‟nın kahinlere verdiği buyruklara bakmalıyız. İsrail‟de bir kişinin kahin
olabilmesi için Levi soyundan gelmesi gerekiyordu. Tüm kahinler Leviliydi ancak tüm
Levililer kahin değillerdi. Levililer‟in özel bir boyu da, Kehatoğulları kabilesiydi.
Adlarından da anlaşıldığı gibi, bu kabile Kehat soyundan geliyordu. Kehatoğulları,
son derece özel bir görev için Tanrı tarafından kutsanmıştı. Sadece bir iş için
eğitiliyorlardı: Buluşma Çadırı‟nın en kutsal eşyalarını taşımak
Kehatoğulları'nın Buluşma Çadırı'ndaki görevi şudur: En kutsal eşyaları taşımak.
(Çölde Sayım 4:4)
Buluşma Çadırı‟nın bir çadır olduğunu hatırlamak önemlidir. Taşınabilirdi.
İsrail‟in oymakları taşınırken, Buluşma Çadırı‟nı da yanlarında götürüyorlardı ve
böylece Tanrı da onların arasında olabiliyordu. Buluşma çadırını taşırken, öncelikle
kutsal eşyaların örtülmesi ve korunması gerekliydi. Şöyle okuyoruz:
Ordugah başka yere taşınırken Harun'la oğulları Kutsal Yer'e ait bütün eşyaları ve
takımları örtmeyi bitirdikten sonra, Kehatoğulları onları taşımaya gelecekler.
Ölmemek için kutsal eşyalara dokunmayacaklar. Buluşma Çadırı'ndaki bu
eşyaların taşınması Kehatoğulları'nın sorumluluğu altındadır. (Çölde Sayım 4:15)
Bu buyruğu pekiştirmek için Tanrı, daha ileri koşul ve şartlar ekliyor:
RAB Musa‟yla Harun‟a şöyle dedi: “Kehat boylarının Levililer‟in arasından yok
olmasına yol açmayın. En kutsal eşyalara yaklaşınca ölmemeleri için şöyle yapın:
Harun‟la oğulları Kutsal Yer‟e girecek, her adamı göreceği işe atayıp ne
taşıyacağını bildirecek. Ancak Kehatoğulları içeri girip bir an bile kutsal eşyalara
bakmamalı, yoksa ölürler.” (Çölde Sayım 4:17-20)
Uzza bir Kehatoğlu idi. Görevinin ne olduğunu tam olarak biliyordu.
Çağrılmışlığın disiplini altında eğitilmişti. Tanrı‟nın, Antlaşma Sandığına
dokunulmasının büyük bir suç olduğunu bildirdiğini biliyordu. Hiçbir Kehatoğlu‟nun,
durum ne olursa olsun sandığa dokunmaya izni yoktu. Hiçbir acil durum, bu ihlal
edilmemiş kuralı bozmaya sebep olamazdı. Uzun sırıkların geçirildiği dört altın halka
ile tamamlanan ve özenle hazırlanan antlaşma sandığı öyle tasarlanmıştı ki, sandığın
dokunulmaması gerektiği anlaşılıyordu. Kişi sadece sırıklara dokunabiliyor ve bu
sırıkları, sandığı taşımak için yapılmış halkalara geçiriyordu. Bu uzun sırıklarla
sandığı taşıma görevi ise Kehatoğullarına aitti. Sandığı bir öküz arabasıyla taşımaya
ilişkin hiçbir koşul yoktu.
Öncelikle, antlaşma sandığının öküz arabası üzerinde ne aradığını sormalıyız.
Tanrı, Kehatoğullarının tapınma çadırındaki kutsal şeylere bakmaması konusunda
bile sertti. Kutsal şeylere bakmak bile büyük suçtu. Tanrı, bir Kehatoğlu‟nun Kutsallar
Kutsalında sandığa bir anlığına bakmasına bile ölüm buyurmuştu. Uzza‟nın sadece
sandığa dokunması değil, ona bakması bile yasaktı.
Uzza bir şekilde sandığa dokundu. Elini uzattı ve sandık yere düşmesin diye,
sandığın hareket etmesini engellemek için elini sandığa koydu. Kutsal bir
kahramanlık davranışı değil mi? Hayır! Bu davranış, bir gurur davranışı ve haddini
bilmezlik günahı idi. Uzza, kendi elinin, yerden daha az kirli olduğunu düşünüyordu.
Oysa sandığı kirleten toprak veya çamur değil, bir insan dokunuşuydu. Yeryüzü
itaatkar bir yaratıktır. Tanrı‟nın söylediklerini yapar. Zamanı geldiğinde ürününü
verir. Tanrı‟nın koyduğu doğa yasalarına itaat eder. Sıcaklık belli bir noktaya
düştüğünde yer donmaya başlar. Toprağa su deydiğinde Tanrı‟nın tasarladığı gibi
çamur olur. Yeryüzü, evrensel bir ihanette bulunmaz. Yeryüzünün kirli bir yanı
yoktur.
Tanrı, kötülükle kirlenmiş, Kendisine karşı asi olan, Tanrı‟ya karşı isyanıyla
tüm yaratılışı mahveden ve yeryüzünün, gökyüzünün ve de suların doğum sancıları
içerisinde kurtuluş gününü sızlanarak beklemesine neden olan birisi tarafından,
kutsal tahtına dokunulmasını istemiyordu. Bu kişi insandı. Yasak olan, insanın
dokunmasıydı.
Uzza, suçsuz biri değildi. Uyarı almadan cezalandırılmış değildi. Bir buyruğu
ihlal etmeden cezalandırılmış değildi. Bu ilahi yargıda, keyfi bir istek yoktu. Tanrı‟nın
o an yaptığı şeyde keyfilik veya saçmalık yoktu. Fakat sıra dışı bir şey vardı. İnfazın
aniliği ve olayın sonucu, bizi şaşırtıyor, anında sarsıyor ve bize ters geliyor.
Uzza‟nın ve Nadav ile Avihu‟nun hikayelerini duyduğumuzda,
sinirlenmemizin ya da öfkelenmemizin bir nedeni var. Bu tür şeyleri
hazmedemiyoruz, çünkü Kutsal Kitap‟a değin çok önemli dört kavramı
anlayamıyoruz: kutsallık, adalet, günah ve lütuf. Kutsal olmanın ne demek olduğunu
anlamıyoruz. Adaletin ne olduğunu anlamıyoruz. Günahın ne olduğunu anlamıyoruz.
Lütfun ne olduğunu anlamıyoruz.
Uzza‟nın hikayesi, bir ilahi adalet örneğidir. Bir ilahi merhamet örneği
değildir. İlahi adalet hakkında az da olsa bir anlayışa sahip olmadan, ilahi merhameti
anlayamayız.
Kutsal Kitap, Tanrı‟nın adaletinden bahsettiğinde, genelde bu adaleti, ilahi
doğruluğa bağlar. Tanrı‟nın adaleti, doğruluğa bağlıdır. Doğruluğa bağlı olmayan
adalet diye bir şey yoktur. Tanrı‟da kötü bir adalet vardır diye de bir şey yoktur.
Tanrı‟nın adaleti, daima ve her zaman, Tanrı‟nın kutsal kişiliğinin bir ifadesidir.
Kutsal Kitap‟taki adalet kelimesi, bir kural veya kaideye uymayı ima
etmektedir. Tanrı, kurallarına göre oynar. Adaletin asıl kuralı, Tanrı‟nın sahip olduğu
kutsal kişiliğidir. O‟nun doğruluğu ikiye ayrılır. Tanrı‟nın içe yönelik doğruluğunu,
dışa yönelik doğruluğundan ayırırız. Tanrı‟nın yaptıkları daima varlığıyla tutarlıdır.
Tanrı daima kutsal kişiliği doğrultusunda hareket eder. Tanrı‟nın “içe yönelik
doğruluğu”, Tanrı‟nın sahip olduğu kişiliğin manevi bir üstünlüğüdür. Bu doğruluk,
Tanrı‟nın yetkin saflığının temelini oluşturur. Tanrı‟da grilik yoktur. Tanrı, kutsal
birisi olarak, asla kutsal olmayan bir davranışta bulunamaz. Sadece kutsal olmayanlar
adil ve doğru olmayan davranışlarda bulunurlar.
Tanrı‟da bir tutarlılık, bir “doğruluk” vardır. Çoğu zaman insanın
günahkarlığı doğru olmamakla ifade edilir. Hepimiz eğriyiz. Suçlara çoğu zaman
“eğri” şeyler olarak bakmamız bir tesadüf değildir. Eğri şeylere eğri dememizin
nedeni, eğri olmalarıdır. Doğru değillerdir. Tanrı doğrudur. Tanrı‟nın doğruluğu
O‟nun dışa dönük davranışlarında, dışa yönelik doğruluğunda görülür. Tanrı,
sonsuzluklar boyunca, asla eğri bir şey yapmamıştır. Tanrı, Nadav ile Avihu‟yu
öldürdü. Tanrı Uzza‟yı öldürdü. Tanrı, aynı şeyi, Yeni Antlaşma‟da Hananya ile
Safira‟ya da yaptı. Tüm bunlar yargının doğru eylemleriydi.
Kutsal Kitap, Tanrı‟nın, evrenin Yüce Yargıcı olduğunu açıkça öğretmektedir.
Uzza‟nın hikayesini okuduktan sonra sorduğumuz soru şu oluyor: Tanrı‟nın bunu
yapmaya hakkı var mıydı? Tanrı, gökyüzü ve yeryüzünün Yüce Yargıcı olma görevini
üstlendiği için adil olmak zorundadır. Eğer Yüce Yargıç adaletsiz olursa, adaletin
üstün geleceğine dair bir ümidimiz olmaz. Dünyasal hakimlerin bozulmuş olduklarını
görüyoruz. Rüşvet alıyorlar, taraf tutuyorlar. Çoğu zaman cahillikten bunları
yapıyorlar. Hata yapıyorlar.
Tanrı böyle değildir. Tanrı‟da bozukluk yoktur. Kimse O‟na rüşvet veremez.
Tanrı taraf tutmayı reddeder. Tanrı kişiye göre davranmaz. Asla cahillikle hareket
etmez. Hata yapmaz. Bu dünyadaki arabaların arkalarına yapıştırılan etiketlerde,
“Earl Warren‟ı görevden alın” diye yazabilir fakat ancak bir ahmak Tanrı‟yı suçlama
talebinde bulunur.
Atamız İbrahim, Tanrı‟nın adaleti sorusuyla boğuştu. Tanrı, Sodom ve
Gomora‟yı yok edeceğini bildirmişti. Tanrı bu şehirleri tamamen, erkek, kadın, çoluk
çocuk herkesi yok etmeyi tasarlıyordu. İbrahim bundan rahatsız olmuştu. İlahi
öfkenin, şehirleri cezalandırırken suçluların yanında masum olanları da yok
etmesinden endişeleniyordu. İbrahim, eğer Tanrı bir yargı göstergesi olarak şehirleri
siliyorsa, aynı, bir öğrencinin suçu yüzünden tüm sınıfı cezalandıran bir öğretmen
gibi, Tanrı‟nın yargısının da ayrım yapmamasından korkuyordu:
RAB'be yaklaşarak, “Haklıyı da haksızla birlikte mi yok edeceksin?” diye sordu,
“Kentte elli doğru kişi var diyelim. Orayı gerçekten yok edecek misin? İçindeki elli
doğru kişinin hatırı için kenti bağışlamayacak mısın? Senden uzak olsun bu.
Haklıyı, haksızı aynı kefeye koyarak haksızın yanında haklıyı da öldürmek senden
uzak olsun. Bütün dünyayı yargılayan adil olmalı.” (Yaratılış 18:23-25)
“Bütün dünyayı Yargılayan adil olmayacak mı?” Bundan daha öte, yanıt
almak için sorulmayan bir soru olamaz. İbrahim, günahkar olanlarla birlikte doğru
olanı da öldürme olasılığının Tanrı‟dan uzak olduğunu düşünüyordu. “Senden uzak
olsun bu.” İbrahim‟in, bu tür bir davranışın Tanrı‟dan ne kadar uzak olduğuna dair
hiçbir fikri yoktu. Tanrı‟nın masum insanları suçlularla birlikte öldürmesi gibi uzak
bir ihtimal asla olmamıştır. Tanrı bunu yapsaydı kutsal olmayı bırakması gerekirdi.
Tanrı olmayı bırakması gerekirdi.
Tanrı, İbrahim için elinden geleni yapmak istiyordu. Tanrı, eğer İbrahim
şehirde kırk beş doğru kişi bulursa tüm şehri bağışlayacağını söylüyordu. Otuz doğru
kişinin hatırı için, hatta on doğru kişinin hatırı için şehri bağışlayacaktı. İbrahim‟e
düşen görev yüzde seksen daha kolaylaşmıştı. Metinin sonuna baktığımızda Tanrı,
eğer İbrahim “bir” doğru kişi bulabilirse şehri bağışlayacağını söylüyor. Sodom ve
Gomora‟ya ne oldu?
İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RAB‟bin huzurunda durduğu yere gitti.
Sodom‟a, Gomora‟ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman
yükseliyordu. (Yaratılış 19:27- 28)
Tüm gökyüzünün ve yeryüzünün Yargıcı, doğru olanı yapmıştı. Hiçbir suçsuz
insan cezalandırılmamıştı. Tanrı‟nın adaleti asla doğruluğundan ayrılmaz. Tanrı asla
suçsuzu suçlu çıkarmaz. Asla suçluyu aklamaz. Asla şiddet göstermeden
cezalandırmaz. Asla doğruluğun karşılığını vermemezlik yapmaz. Tanrı‟nın adaleti
mükemmel adalettir.
Tanrı her zaman adaletle davranmaz. Bazen merhametle davranır. Merhamet
adalet değildir ancak adaletsizlik de değildir. Adaletsizlik, doğruluğa saldırır.
Merhamet, şefkat ile lütuf ortaya koyar fakat doğruluğa zarar vermez. Tanrı‟da
merhamet adında adil olmayan bir şey görebiliriz fakat adaletsizlik göremeyiz.
Tekrar soruyoruz, Yeni Antlaşma ve Eski Antlaşma arasındaki belirgin fark
nedir? Eski Antlaşma, Yeni Antlaşma‟ya göre Tanrı‟yı daha sert gibi gösteriyor. Eski
Antlaşma‟daki büyük cezalar konusunu düşünün. Eski Antlaşma, ölümle
cezalandırılabilecek sayısız suç sıralıyor:
anneyi ya da babayı dövmek veya onlara lanet etmek
kutsal sunulara saygısızlık etmek
adam öldürmek
adam kaçırmak
puta tapmak
çocuk kurban etmek
kutsal şeylere saygısızlık etmek
sept günü kurallarını çiğnemek
falcılık yapmak
cincilere ve ruh çağıranlara yönelmek
yasa dışı boşanmak
eşcinsellik
akrabalarla zina yapmak
hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek
kızları fahişeliğe sürüklemek
ırza geçmek
yalancı peygamberlikte bulunmak
baş kahinin verdiği karara boyun eğmemek
büyük bir durumda yalancı tanıklık etmek
köle yapmak için adam kaçırmak.
Bu liste, Eski Antlaşma‟da ölüm cezasını gerektiren suçlar listesinin sadece bir
kısmıdır. Yeni Antlaşma‟nın yanında, bu liste sert görünüyor.
Birkaç yıl önce Time dergisi, Maryland eyaletinde geçen bir olaydan
bahsetmişti. Bir kamyon şoförü alkolden ve ahlaksız davranışlarından ötürü
tutuklanmış. Polisler adamı yakalamak için olay yerine geldiklerinde, adam ağzını
bozmaya başlamış. Gürültücü bir tavırla açık seçik şeyler konuşuyor, memurlara
ağzına geleni söylüyormuş. Polisler adamın bu çirkin sözlü saldırısına çok kızmışlar.
Adamı sulh hakiminin önüne çıkardıklarında, adamın ağzının bozukluğu devam
etmiş. Sulh hakiminin, alkol ve ahlaksız tavırları için adama verebileceği en büyük
ceza yüz dolar para cezası ve otuz gün hapis cezası olmuş.
Sulh hakimi, adama o kadar kızmış ki, “kitabı adama fırlatmak” istemiş.
Hakim, Maryland‟ın yasa kitabında hala yer alan eski bir yasa bulmuştu. Bu yasa
kullanılmamasına rağmen asla yürürlükten kaldırılmamıştı. Yasa, topluma karşı
saygısızlığı yasaklıyordu.
Adam, polislere savurduğu kötü sözlerin bir kısmında Tanrı‟nın adını kirletip
Tanrı‟ya küfrettiği için, sulh hakimi, adamın cezasına, yüz dolar para cezası ve otuz
gün hapis cezası daha eklemiş.
Time gazetesi müdürü, bu olayı nefret uyandırıcı bir tavırla sunuyordu.
Müdürün şikayeti, saygısızlığa verilen cezalarda, kilise ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılmasının ihlal edilmiş olmasına değildi. Müdürün nefreti, bir insanı altmış gün
hapiste tutan ve iki yüz dolar para cezasına çarptıran hakimin kararının büyük bir
adli yanlış olmasına dayanıyordu. Bu tür bir ceza çok sertti. İnsafsız ve sıra dışı bir
cezaydı.
Anlaşılan, gazete müdürü, alkole ve ahlaksız davranışlara verilen cezalara
üzülmüyordu. Saygısızlığa verilen bu ceza, gazete müdürünün uygulayamayacağı bir
cezaydı. Bu ceza, Tanrı‟nın İsrail‟de oluşturduğu kanunnameye tamamen tersti.
Kamyon şoförü, Harun tarafından tutuklanmadığına şükretmeli. Eski Antlaşma‟da,
İsrail‟deki en yüksek avukat bile, müvekkilinin topluma karşı yaptığı saygısızlığa, yüz
dolar para cezası verilmesini kabul etmezdi. Burada karşılaştığımız sorun, sarhoş
olup toplumda rahatsızlık yaratmanın mı, yoksa herkesin ortasında kutsal bir
Tanrı‟nın itibarını zedelenmenin mi daha kötü olduğudur. Time gazetesi müdürü
kendi fikrini söylüyordu. Tanrı‟nın yanıtı ise başkaydı. Eğer Eski Antlaşma‟nın
yasaları günümüzde olsaydı, tüm televizyon ağlarının yürütülmesi çok uzun zaman
önce durdurulmuş olurdu.
Yeni Antlaşma‟nın, büyük suçların sayısını azalttığını inkar edemeyiz. Eski ve
Yeni Antlaşma‟yı kıyasladığımızda, Eski Antlaşma radikal biçimde daha sert
görünüyor. Bunun yanında, Eski Antlaşmanın sıraladığı büyük suçlar listesinin,
orijinal suç listesine göre büyük oranda azalmış olduğunu unutuyoruz. Eski Antlaşma
yasaları, ilahi sabır ve tahammülün, elinden geleni yaptığını gösteriyor. Eski
Antlaşma, şaşkınlık yaratan bir tür lütuftur.
Şaşırtan lütuf mu? Tekrar söylüyorum. Eski Antlaşma‟nın büyük suçlar
listesi, orijinal suç listesinin oldukça az bir bölümünü içeriyor. Bu da şaşırtıcı
derecede bir lütuftur. Eski Antlaşma‟da yazılı olanlar, her şeyden önce Tanrı‟nın
lütfudur.
Bu nasıl olur? Benim bu garip sözlerimden anlam çıkarmak için öncelikle
başlangıca, evrenin orijinal kurallarına dönmemiz gerekiyor. Yaratılan orijinal
düzende, günahın cezası neydi? “Günah işleyen kişi ölecektir.” Evrende tüm günahlar
ölüm cezasını hak ediyor. Her günah büyük bir suçtur.
Tanrı, bize evrende yaşama armağanı vermek zorunda değildir. Bize borçlu
değildir. Yaşam armağanı O‟nun lütfundan gelir ve O‟nun yüce etkisi altındadır.
Yaratılışında insan soyuna verilen görev, Tanrı‟nın kutsallığına tanıklık etmek ve
Tanrı‟nın görüntüsünü taşımaktır. Tanrı‟nın kutsallığını yansıtmak için yaratıldık.
Tanrı‟nın elçileri olmak için yaratıldık.
Tanrı, insanı denedi ve şöyle dedi. “Eğer günah işlersen ölürsün.” Günah,
yaşam armağanının kaybedilmesine neden olur. Yaşama hakkı günah aracılığıyla
yitirilir. Bir kişi günah işlediği zaman, Tanrı‟dan insanlık adına edeceği tüm talepleri
yitirir. İşte büyük bir soru: Evrende günahın cezası ne zaman değerlendirilmeye
alındı? Ceza şu şekilde miydi, “Eğer günah işlersen öleceksin.”? Hayır! Günahın
cezası Tanrı tarafından açıkça belirtilmişti, “Ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.”
Yaratılışta, günahın cezası sadece ölüm değildi, anında ölümdü. O günlerdeki
ölüm, Nadav ve Avihu‟nun karşılaştığı kadar hızlı, Uzza‟nın silinmesi kadar ani ve
Hananya ve Safira‟nın başına geldiği kadar çabuk idi. “Günah işledin an kesinlikle
ölürsün.”
Birçok yorumcu, Yaratılış 2. bölümdeki “ölüm” kelimesini, ruhsal ölüm
olarak çevirerek bu ilahi uyarıyı yumuşatmaya çalışıyor. Metinde bahsedilen şey bu
değil. Tanrı‟nın uyardığı ceza, tam anlamıyla gerçek ölüm cezasıydı. Adem ve Havva,
o gün ruhsal ölüm cezasını kesinlikle tattılar fakat Tanrı, cezalarının ölçüsü kadar
merhamet gösterdi. Bizde bir söz vardır, “Ertelenen adalet, reddedilen adalettir.” Her
zaman değil. Yaratılışta ve insanın günaha düşüşünde, adalet tamamıyla ertelendi ve
böylece lütuf için çalışma fırsatı sağlanmış oldu. Buradaki adaletin ertelenmesi,
adaletin reddedilmesi değil merhamet ve lütfun ortaya çıkmasıdır.
Ölüm cezası insanlara o zaman yüklenmişti, hala daha yüklüdür. Tüm
insanlar ölür. Yetmişimize kadar yaşar ve ölürüz. Hepimiz öleceğiz çünkü hepimiz
ölüm cezası altındayız. Hepimiz küreğin ucunda oturmuş, infazımızı bekliyoruz. Tüm
zamanların en büyük kitlesini öldürülen adam, Adolf Hitler veya Joseph Stalin
değildi. En büyük kitleyi öldüren şey Doğa Anadır. Herkes onun kurbanı olur. Doğa
Ana, Tanrı‟dan bağımsız çalışmaz. Kutsal bir Tanrı‟nın öç alıcısıdır.
“Günah işledin gün kesinlikle ölürsün.” Bu adaletsizlik mi? Bir düşünün.
Tanrı‟nın tüm günahlara ölüm cezası yüklemesi kötü bir şey miydi? Evet diyorsanız,
dikkat edin. Evet diyorsanız, öncelikle sizi günah cezasına çarptıran, günaha düşmüş
ve günahkar bir doğayla bunu söylüyorsunuz. Eğer evet diyorsanız, Tanrı‟nı kişiliğini
karalamış oluyorsunuz. Eğer evet diyorsanız, Tanrı‟nın kutsallığına saldırıda
bulunmuş oluyorsunuz. Eğer ever diyorsanız, tüm yeryüzünün adil yargıcına
saldırmış oluyorsunuz. Eğer evet diyorsanız, günahın ne olduğuyla ciddi bir şekilde
ilgilenmemişsinizdir. Evet dememeliyiz. Hayır demeli ve bunu yürekten söylemeliyiz.
Günaha verilen ölüm cezası adaletsizlik midir? Asla. Unutmayın, Tanrı bizleri
kendi isteğine göre yarattı. Tanrı, insan soyuna, Kendi görüntüsünü taşıma ayrıcalığı
tanımıştır. Tanrı, bizleri meleklerden biraz aşağıda yarattı. Kendi isteği uyarınca,
bizlere tüm dünyanın üzerinde yetki hakkı tanıdı. Bizler kaplumbağa değiliz.
Ateşböceği değiliz. Tırtıl veya çakal da değiliz. Bizler insanız. Tüm evrenin görkemli
ve kutsal Kralı‟nın görüntüsüyüz.
Bizlere verilen yaşam armağanını, Tanrı‟nın amacına göre kullanmadık. Bu
gezegendeki yaşam, her geçen gün evrensel ihaneti yerine getirdiğimiz bir yer halini
aldı. İşlediğimiz suç, Benedict Arnold‟unkinden çok daha ciddi ve yıkıcıdır. Herhangi
bir krala veya ulusa ihanet eden hiçbir vatan haini, bizlerin Tanrı‟ya ettiğimiz ihanet
kadar kötü olmamıştır.
Günah, evrensel bir ihanettir. Günah, mükemmel ve lekesiz bir Egemenliğe
yapılan ihanettir. Her şeyimizi borçlu olduğumuz Kişi‟ye, Kendinden bize yaşam
veren Kişi‟ye karşı yapılan büyük nankörlüktür. Hiç, en hafif suçun, en önemsiz
günahın bile derin kapsamını düşündünüz mü? En önemsiz konuda bile Yaratıcımıza
boyun eğmediğimiz zaman ne demiş olduğumuzu biliyor musunuz? Tanrı‟nın
doğruluğuna hayır demiş oluyoruz. “Tanrım, Senin yasan iyi değil. Benim kararım
Senin kararından daha iyi. Senin yetkin bana işlemez. Ben, Senin yetkinin üzerinde
ve ötesindeyim. Senin bana buyurduğunu değil, kendi isteğimi yapma hakkım var.”
demiş oluyoruz.
En küçük günah, evrensel yetkiye meydan okumaktır. Her şeyimizi borçlu
olduğumuz Kişi‟nin karşısına geçirten, ihtilalci ve isyankar bir eylemdir. O‟nun
kutsallığına bir hakarettir. Tanrı‟nın yanlış tanıkları oluruz. Tanrı‟nın görüntüsünü
taşıyarak günah işlediğimizde, tüm yaratılışa, yetkimiz altındaki tüm doğaya,
gökyüzündeki kuşlara, yerdeki böceklere şunu demiş oluyoruz: “Tanrı böyledir.
Yaratıcımız işte böyle davranır. Ayna‟ya bakın, bize bakın, Her Şeye Gücü Yeten‟in
kişiliğini göreceksiniz.” Tüm dünyaya şunu demiş oluyoruz, “Tanrı tamahkardır.
Tanrı merhametsizdir. Tanrı acımasızdır. Tanrı katildir, hırsızdır, iftiracıdır, zina
yapar. Tanrı, bizim yaptığımız her şeydir.”
İnsanlar günah konusunda birleştiğinde, “Krallardan ve önemsiz şeylerden”
bahsederler. Bu en büyük kumpastır. Taca uzanmaya çalışır, taht için düzen kurarız
ve Tanrı‟ya “seni üzerimizde hüküm süresin diye istemiyoruz” deriz. Davut bunu
şöyle açıklıyor:
Nedir uluslar arasındaki bu kargaşa, Neden boş planlar yapar bu halklar?Yeryüzü
kralları ayaklanıyor, Önderler birleşiyor RAB‟be ve meshettiği krala karşı.
“Koparalım onların kayışlarını” diyorlar, “Atalım üzerimizden bağlarını.”
(Mezmurlar 2:1-3)
Günah işlediğimizde sadece Tanrı‟ya ihanet etmiş olmuyoruz, aynı zamanda
birbirimizi kirletmiş oluyoruz. Günah insanları kirletir. Bunda anlaşılmayacak bir şey
yok. Günahım aracılığıyla insanları incitirim. Onların kişiliğine zarar veririm. Onların
eşyalarını yağmalarım. İtibarlarını zedelerim. Yaşamlarından, kıymetli bir değer
çalarım. Mutluluğa olan umut ve hayallerini ezerim. Tanrı‟nın onuruna leke
sürdüğümde, O‟nun görüntüsünü taşıyan tüm insan soyunun onuruna da leke
sürmüş olurum. Sonra da Tanrı‟nın günahı neden bu kadar ciddiye aldığını merak
ederim?
Tartışmacı bir Roma Katolik teologu olan Hans Küng, Eski Antlaşma‟da
Tanrı‟nın günaha karşı gösterdiği sert yargısı hakkındaki yazısında, günah gizeminin
en esrarengiz yönünün, günahkarların ölümü hak etmesi değil, ortalama durumda
olan bir günahkarın var olmaya devam etmesi olduğunu söylüyordu.
Küng doğru bir soru soruyor. Sorun Tanrı‟nın neden günahı cezalandırdığı
değil, neden insanın isyankarlığına izin verdiğidir. Hangi kral veya hükümdar, sürekli
isyan eden bir halka bu kadar çok sabır gösterir?
Küng‟ün yaptığı gözlemin en önemli noktası, günahkarların ortalama bir
durumda yaşamaya devam ettiklerinden bahsetmesidir. Bu da, Tanrı‟nın Kendisini
tutmasının, alışagelen ve olağan bir şey olduğu anlamına geliyor. Aslında Tanrı,
tahammül eden, sabırlı ve yavaş öfkelenendir. Aslında Tanrı o kadar yavaş öfkelenir
ki, öfkesini gösterdiği zaman şaşırıyor ve karşı geliyoruz. Tanrı‟nın sabrının, bizi
tövbeye yöneltmek ve kurtulalım diye bize zaman tanımak için tasarlandığını çok
çabuk unutuyoruz. Alçakgönüllülükle af dilemek için Tanrı‟nın önüne gelme
fırsatından yararlanacağımıza, bu lütfu, günah işlerken daha cesur olma fırsatı olarak
görüyoruz. Tanrı‟nın işlediğimiz günahları umursamadığını veya bizi cezalandıracak
gücü olmadığını düşünerek kendimizi kandırıyoruz.
En büyük ahmaklık ise, bu baş kaldırışımızın yanımıza kar kalacağını
düşünmemizdir.
Eski Antlaşma, sert bir Tanrı‟nın tarihini anlatmaktan öte, Tanrı‟nın sabrının
ne kadar uç noktada olduğunu anlatan bir belgedir. Eski Antlaşma, sürekli Tanrı‟ya
karşı ayaklanan, ısrarla kalın enseli olmaya devam eden insanların tarihini anlatır. Bu
insanlar yabancı bir ülkede köle oldular. Tanrı‟ya yakardılar. Tanrı da onların
sızlanmalarını işitti ve onları kurtarmak için harekete geçti. Onları boyunduruk
altından çıkarmak için Kızıl Deniz‟i ikiye böldü. Bu insanların Tanrı‟ya yanıtı ise, altın
bir buzağıya tapmak oldu.
Hala daha Kenan‟ın ele geçirilmesi sorunuyla yüzleşmemiz gerekiyor. Tanrı
oradaki erkek, kadın ve çocukların kılıçtan geçirilmesini kesin olarak buyurmuştur.
Vaat Edilen Topraklar, kanlı bir kılıçla, bebeklerin ve kadınların kanını döken bir
kılıçla İsrailliler‟e verildi. Tanrı, doğrudan kan gölü buyruğu verdi:
“Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde,
önünüzden birçok ulusu - Hititler'i, Girgaşlılar'ı, Amorlular'ı, Kenanlılar'ı,
Perizliler'i, Hivliler'i, Yevuslular'ı, sizden daha büyük ve daha güçlü yedi ulusu kovacak. Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna
uğrattığınızda, tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız,
onlara acımayacaksınız.” (Yasa‟nın Tekrarı 7:1-2)
Neden Tanrı böyle bir buyruk verdi? Kadın ve çocukların kılıçtan
geçirilmesini nasıl buyurabildi? Yine, olayı yumuşatmak için çağdaş girişimlerde
bulunuyoruz. Birleşmiş Devletler‟de ana kilise akımı tarafından, lise öğrenciler için
hazırlanan bir müfredatta, Yeni Antlaşma‟da sergilenen Tanrı sevgisi doğrultusunda,
Tanrı‟nın asla böyle savaşçı bir buyruk veremeyeceğini bildiğimiz ifade ediliyor. Eski
Antlaşma‟nın da, ilkel bir savaşçı grup olan ve karşılaştıkları sert politikaları, ilahi
yaptırımlara havale ederek yargılamaya çalışan İbrani halkını anlatan bir yazılı belge
olduğu anlatılıyor.
Bu müfredatı yazanlar, Tanrı‟nın asla böyle bir buyruk veremeyeceğine
inanıyorlar. Böyle bir buyruğun, mitolojiden saygısızca Kutsal Kitap‟a sokulduğunu
düşünüyorlar. Bu tür açıklamalar, sorunun en önemli yanlarını görmezden gelir.
Öncelikle, Kenan‟ın ele geçirilmesinden çok daha sert, benzer bir tarihi olay var,
Tufan. Tufan olayında Tanrı, Nuh ve ailesi dışında dünyadaki tüm nüfusu yok etti.
Tufan, büyütülmüş oranda bir “Kenan‟ın ele geçirilmesi” olayıydı. Daha büyük
yanlışımız, günahın doğasını anlayamamamızdır. Yorumcuların varsayımına göre,
Tanrı, Kenan‟daki suçsuz insanların kökünü kuruttu. Aslında Kenan‟da suçsuz ne bir
kadın ne de bir çocuk vardı. Kenan‟da yaşayan birçok kadın ve çocuk vardı. Fakat
hiçbirisi de suçsuz değildi. Kenan‟ın ele geçirilmesi, Tanrı‟nın günahkar bir ulus
üzerindeki adil bir yargısının açık bir göstergesiydi. Tanrı, bu noktayı İsrail‟e açıkladı.
Tanrı ayrıca İsrail‟e suçsuz olmadığını da açıkladı. Tanrı doğru insanlar için günahkar
insanları yok etmemişti. Tanrı, Kenanlılar‟a adaletini, İsrailliler‟e ise merhametini
döktü. Tanrı bunu İsrailliler‟e hatırlatmakta gecikmedi:
“Tanrınız RAB bu ulusları önünüzden kovunca, „RAB doğruluğumuzdan ötürü bu
ülkeyi mülk edinelim diye bizi buraya getirdi‟ diye düşünmeyin. Çünkü RAB, bu
ulusları yaptıkları kötülükler yüzünden önünüzden kovuyor. Onların topraklarını
mülk edinmeye gitmenizin nedeni doğruluğunuz, erdeminiz değildir. Tanrınız RAB
bu ulusları kötülükleri yüzünden ve atalarınız İbrahim‟e, İshak‟a, Yakup‟a ant içerek
verdiği sözü yerine getirmek için önünüzden kovacak. Şunu anlayın ki, Tanrınız
RAB‟bin bu verimli toprakları mülk edinesiniz diye size vermesinin nedeni
doğruluğunuz değildir. Çünkü siz dikbaşlı bir halksınız. (Yasa‟nın Tekrarı 9:4-6)
Bu bölümde Tanrı, Kenanlılar‟ı bozguna uğratmasının nedeninin,
İsrailliler‟in doğruluğu olmadığını üç kez hatırlatıyor. Tanrı bu noktanın açıklığa
kavuşmasını istiyordu. İsrailliler, kendilerinin putperest uluslardan daha iyi
olduğunu düşünerek, bu sebepten ötürü Tanrı‟nın “kendi taraflarında” olduğu
sonucuna varabilirlerdi. Tanrı‟nın bildirisi, böyle bir sonuca varılmasını imkansız
kılıyordu.
Tanrı‟nın kutsallığı, Kenan‟ın ele geçirilmesi konusunun merkezinde
yatmaktadır. Böyle olmasına uygun görülmesinin sebebi Tanrı‟nın kutsallığıdır. Bir
yandan Tanrı, Kenanlılar tarafından Kendi kutsallığına karşı hergün yapılan
hakaretleri cezalandırmak için harekete geçti. Diğer yandan ise, kutsal bir amaç için
bir yer ve ulus hazırlıyordu. Tanrı, bu topraklardaki halka hiç merhamet
gösterilmemesini buyurdu. Sebebini de açıkladı:
Kız alıp vermeyeceksiniz. Kızlarınızı oğullarına vermeyeceksiniz; oğullarınıza da
onlardan kız almayacaksınız. Çünkü onlar oğullarınızı beni izlemekten saptıracak,
başka ilahlara tapmalarına neden olacaklardır. O zaman RAB size öfkelenecek ve
sizi çabucak yok edecek. Onlara şöyle yapacaksınız: Sunaklarını yıkacak, dikili
taşlarını parçalayacak, Tanrıça Aşera'yı simgeleyen sütunlarını devirecek,
putlarını yakacaksınız. “Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz
halkı olmanız için, yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.” (Yasa‟nın
Tekrarı 7:3-6)
Tanrı, İsrail‟i kutsal olduğu için seçmedi. Onları kutsal kılmak için seçti.
İsrail, kelimenin iki anlamıyla da kutsal olmaya çağrıldı. İsrail, farklı olmaya,
Tanrı‟nın kurtuluş planı için bir araç olarak ayrılmaya çağrıldı. Aynı zamanda,
arınmış olmak için de kutsal olmaya çağrıldı. Putperestliğe ait uygulamaların,
İsrailliler‟in arasında bulunmaması gerekiyordu. Tanrı‟ya yaklaşarak kutsal kılınması
gerekiyordu. Ulusların kurtuluşu İsrail‟den gelecekti. Vaat Edilen Topraklar, gelecek
olan Mesih‟in yetişeceği yer olacaktı. Putperest tapınaklarına veya putperest
ayinlerine yer yoktu. Tanrı, gelecek kurtuluşa yer ayırmak için, dünyayı kavuran bir
politikayı uygun gördü.
Eski Antlaşma‟da yer alan ilahi adaletin işleyişindeki sorunlara bakmış olduk.
Tanrı‟nın adaletinin bir saçmalık veya haksızlık olmadığını göstermeye çalıştık. Şunu
da eklemeliyiz ki, Eski Antlaşma‟daki Tanrı ile Yeni Antlaşma‟daki Tanrı arasında
gerçek bir zıtlık yoktur. Mesih‟in “Baba” diye seslendiği kişi Eski Antlaşma‟daki
Tanrı‟ydı. Bu Tanrı, İbrahim‟in, İshak‟ın ve Yakup‟un Tanrı‟sı olan, dünyayı o kadar
çok seven ve dünyayı kurtarmak için Kendi biricik Oğlunu gönderen Tanrı‟ydı.
İsteğini etiyle kanıyla yerine getirecek olan Tanrı İsa‟ydı. Mesih‟i yok eden şey,
Nadav, Avihu ve Uzza‟yı öldüren Tanrı‟nın isteğiydi. Dünyayı tufanla yok eden Tanrı,
lütfunun sularını bize döken Tanrı‟ydı.
Eski ve Yeni Antlaşma arasındaki gerçek olmayan zıtlık, Kutsal Yazılar‟da yer
alan en zalim ilahi öçte görülebilir. Bu da, Eski Antlaşma‟da değil, Yeni Antlaşma‟da
bulunmaktadır. Tanrı‟nın öfkesi ve adaletinin en sert ifadesi çarmıhta görülmektedir.
Eğer adaletsizlikten şikayet edecek birisi varsa bu da İsa‟dır. İsa, Tanrı tarafından
cezalandırılan tek suçsuz kişiydi. Eğer Tanrı‟nın öfkesinde sendeliyorsak, çarmıhta da
sendeleyelim. Şaşkınlığımızın odak noktası burası olmalıdır. Ahlaki bir saldırıda
bulunacaksak bu da Golgota‟ya yöneltilmelidir.
Çarmıh, Tanrı‟nın öfkesinin en korkunç ve aynı zamanda en güzel örneğiydi.
Tarihteki en adil ve en lütufkar eylemdi. Eğer İsa, ilk olarak, dünyanın günahını
isteyerek Kendi üzerine almamış olsaydı, Tanrı İsa‟yı adaletsizlikten daha öte, şeytani
bir şekilde cezalandırmış olurdu. Mesih, bunu yaptığı, Tanrı Kuzusu olmaya gönüllü
olduğu ve günahlarımızı yüklendiği için, bu gezegendeki en iğrenç, en rezil kişi oldu.
Mesih, taşıdığı bu günah yüküyle, Babasının gözünde son derece iğrenç oldu. Tanrı da
öfkesini bu kirli kişiye döktü. Tanrı, Mesih‟i taşıdığı suçtan ötürü suçlu buldu.
Burada, Tanrı‟nın kutsal adaleti mükemmel bir şekilde gözler önüne seriliyor. Fakat,
bu bizim için yapıldı. Bizden istenen adaleti O karşıladı. Çarmıhın “bizim için”
yapılan kısmı, çarmıhın lütfuna ait görkemin göstergesidir. Aynı anda adalet ve lütuf,
öfke ve merhamet. Anlaşılmayacak kadar garip.
Tanrı‟nın adaletinin ifadesi oldukça sıra dışı olduğu için, korkumuzdan bu
adalete yaltaklık ediyoruz. Küng‟ün de belirttiği gibi, Tanrı‟nın genel davranış
yöntemi bir çeşit lütuftur. Lütuf artık bizi hayrete düşürmüyor. Lütufa olan
alışkanlığımız artıyor. Lütfu itirazsız kabul ediyoruz.
Belki de bunun en iyi örneği, İsa‟nın öğretişinde bulunuyor:
O sırada bazı kişiler gelip İsa'ya bir haber getirdiler. Pilatus'un nasıl bazı Celilelileri
öldürüp kanlarını kendi kestikleri kurbanların kanına kattığını anlattılar. İsa
onlara şöyle karşılık verdi: “Böyle acı çeken bu Celilelilerin, diğer bütün
Celilelilerden daha mı çok günahlı olduğunu sanıyorsunuz? Size hayır diyorum.
Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız. Ya da, Şiloha'daki kule
üzerlerine yıkılınca ölen o on sekiz kişinin, Kudüs'te yaşayan diğer insanların
hepsinden daha mı çok suçlu olduğunu sanıyorsunuz? Size hayır diyorum. Ama
tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız.” (Luka 13:1-5)
Bu konuşma, İsa‟nın “sert ifadeleri”nin en zor olanlarından birisidir. Buradan
şu soru çıkıyor, “Pilatus‟un kestiği insanlara ya da kulenin yıkılmasıyla ölen suçsuz
insanlara ne demeli? Tüm bunlar olurken Tanrı neredeydi?” Konuşmanın altında
yatan soru şuydu: “Tanrı, bu olayların meydana gelmesine nasıl izin verebildi?”. Bu
soru üstü örtülü bir suçlamadır. Burada yatan sorun, her zaman olduğu gibi,
Tanrı‟nın suçsuz insanların acı çekmesine nasıl izin verebildiğidir.
Soruda ima edilen itirazı duyabiliyoruz. Suçu olmayan bu on sekiz kişi, kendi
işleriyle meşgul bir biçimde sokaktan aşağıya doğru ilerliyordu. “Kaldırım gözcüsü”
olma oyunu oynamıyorlardı. Sorularıyla inşaat işçilerini oyalamıyorlardı. Bir banka
soyup kaçmıyorlardı. Sadece “orada”, yanlış zamanda ve yanlış yerde bulunuyorlardı.
Ölümcül bir kazanın sonuçlarına katlanmışlardı.
İsa‟nın bu olayı şöyle açıklamasını beklerdik: “Bu faciayı duyduğuma çok
üzüldüm. Böyle şeyler olur ve bu konuda yapabileceğimiz çok şey yok. Kısmetmiş. Bir
kaza. İyi birer Hıristiyan olarak, iyi ile beraber kötüyü de kabullenmeyi
öğrenmelisiniz. Soğukkanlı olun. İyi Stoacılar olun! Sizlere İsrail‟i koruyanın asla
uyuklamayacağını öğrettiğimin farkındayım. Fakat bu, şairane ve abartılı bir ifadedir.
Evreni idare etmenin, Babam için ne kadar zor bir görev olduğunun farkında mısınız?
Yorucu bir iş. Arada bir Babamın kestirmesi gerekiyor. Söz konusu olayın geçtiği
öğlen, Babam çok yorgundu ve biraz şekerleme yaptı. Babam uyuduğu sırada kule
düşmüş. Bundan ötürü üzgünüm ve bu şikayetlerinizi O‟na bildireceğim. O‟ndan,
ilerde biraz daha dikkatli olmasını dileyeceğim.”
Ya da İsa şöyle diyebilirdi: “Biliyorum, sizlere, Baba‟mın her bir serçenin yere
konuşunun farkında olduğunu, başınızdaki saçların sayısının bildiğini söyledim.
Çevrenizde kaç tane kuş uçuğunun farkında mısınız? Ya da başınızdaki saçların
sayısının! Kulenin düştüğü öğlen, Babam, saçları keçe gibi olan bir arkadaşın
saçlarını saymakla meşguldü. Babam bu arkadaşın saçlarına o kadar yoğunlaşmıştı
ki, düşen kuleyi gözden kaçırdı. Babam‟a önceliklerini bir sıraya sokmasını ve serçeler
ile saçlara çok zaman ayırmamasını önereceğim.”
İsa‟nın söylediği şey bunlar değildi. İsa‟nın söylediği şey şuydu, “Ama tövbe
etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız.” Aslında İsa şunu söylüyordu: “Sizler
yanlış soruyu soruyorsunuz. Bana şunu sormanız gerekirdi, „Neden Kule benim
başıma düşmedi?‟”. İsa, şaşkınlıklarını yanlış yere yönelttikleri için insanları
azarlamıştı. Teoloji öğreterek geçirdiğim yirmi yıl boyunca, Tanrı‟nın neden herkesi
kurtarmadığını soran sayısız öğrencim oldu. Sadece bir öğrencim bana gelip,
“Anlayamadığım bir şey var. Tanrı neden beni kurtardı?” diye sordu.
Tanrı‟nın bizi kurtarması, gerçekten bizi şaşırtmıyor. Yüreklerimizin
derinliklerinde, gizli bir yerlerde, Tanrı‟nın bize, merhametini borçlu olduğu
düşüncesini barındırıyoruz. Eğer cennetin dışında tutulsaydık, cennet aynı cennet
olmazdı. Günahkar olduğumuzu fakat kesinlikle son derece kötü olmadığımızı
biliyoruz. Kişiliklerimizde, Tanrı‟nın bizi gerçekten yargıladığında, kurtuluşa bizi de
dahil etmesini sağlayacak, yeteri kadar özellik var. Bizi şaşırtan lütuf değil adalettir.
İtiraz etmeden lütfu kabul etme eğilimimizi, üniversite öğrencilerine ders
verirken anlamaya başladım. Hıristiyan bir kolejde, 250 öğrenciden oluşan bir birinci
sınıfa, Eski Antlaşma dersi vermekle görevliydim. Sınıftaki ilk günümde, dersteki
ödevler hakkında ayrıntılı bir açıklama yaptım. Deneyimlerim bana, dönem
ödevlerinin, üst düzeyde bir açıklama gerektirdiğini öğretmişti. Bu derste, üç küçük
ödev gerekiyordu. İlk ödevin, Eylül‟ün son gününün öğlesine kadar masama
bırakılması gerektiğini öğrencilere açıkladım. Hastanede yatmak zorunda kalan ya da
ailesinden birisi ani bir şekilde vefat eden öğrenciler dışında hiçbir öğrenciye fazladan
süre tanınmayacaktı. Ödevini zamanında teslim etmeyen öğrenci ödevinden F notunu
alacaktı. Öğrenciler, yapmaları gerekeni anladıklarını onayladılar.
Eylül‟ün son günü geldiğinde, 225 öğrenci itaat edip dönem ödevlerini elden
verdiler. Geriye kalan yirmi beş kişi ise, büyük bir vicdan azabıyla ve korkuyla
bekliyordu. “Profesör Sproul. Çok üzgünüz. Zamanımızı düzgün bir şekilde
kullanmadık. Liseden üniversiteye tam bir uyum sağlayamadık. Lütfen bize F
vermeyin. Lütfen, lütfen bize biraz daha zaman tanıyın.” diye yakardılar.
Onların bu bahaneleri karşısında merhametle başımı eğdim ve “Tamam”
dedim. “Bu seferlik size zaman tanıyacağım. Fakat, unutmayın ki bir sonraki ödev,
Ekim‟in son gününe kadar hazır olacak.”
Öğrenciler, minnettarlıklarını bol miktarda dile getirdiler ve bir sonraki ödevi, tam
zamanında hazırlayacaklarına dair büyük sözler verdiler. Ve Ekim‟in son günü geldi.
İki yüz öğrenci ödevleriyle birlikte sınıfa geldi. Elli öğrencinin eli boştu. Biraz
gerginlerdi fakat panik yapmıyorlardı. Onlara ödevlerini sorduğumda, yeniden
pişman olduklarını belirttiler. “Profesör, bu hafta ailemizin yanına gittik. Bunun
yanında, dönem ortasına geldiğimiz için diğer derslerin ödevlerinin de hazır olması
gerekiyordu. Lütfen bize bir fırsat daha tanıyın. Söz veriyoruz, bir daha olmayacak.”
Bir kez daha yumuşadım ve “Tamam, fakat bu sefer son. Eğer bir sonraki
ödevi geciktirirseniz, F alırsınız. Ağlama, sızlanma olmayacak. Anlaşıldı mı?” dedim.
“Ooo, Tabi Profesör. Siz fevkalade birisiniz.” Sınıf birden şarkı söylemeye başladı,
“Sizi seviyoruz Prof. Sproul. Hem de çok.” Bay Beğeni olmuştum.
Kasım‟ın son günü geldiğinde ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?
Doğru. Yüz elli kişi ödevleriyle sınıfa geldi. Ödevini getirmeyen yüz elli kişi ise, son
derece kayıtsız bir şekilde dersliğin koridorunda dolaşıyordu. “Ödevleriniz nerede?”
diye sordum. Bir öğrenci yanıt verdi, “Merak etmeyin Profesör, ödevler üzerinde
çalışıyoruz. Birkaç gün içinde size iletiriz, dert etmeyin.”
Öldürücü kara not defterimi elime aldım ve öğrencilerin adlarını deftere
yazmaya başladım. “Johnson! Ödevin yanında mı?” diye sordum. “Hayır efendim”
diye yanıt geldi. Ben de “F” diye yanıtladım ve notu deftere yazdım. “Muldaney!
Ödevin yanında mı?” diye sordum. Yanıt yine “Hayır efendim” diye geldi. Deftere bir
F daha yazdım. Öğrenciler son derece kızgın bir tepki gösterdiler. Protesto ederek
bağırdılar, “Bu adil değil!”
Bağıran öğrencilerin birisine baktım ve “Lavery! Bunun adil olmadığını mı
düşünüyorsun?” diye sordum.
“Hayır” diye homurdandı.
“Anlıyorum. Adalet mi istiyorsun? Geçen sefer de ödevini geciktirdiğini
hatırlıyorum. Eğer adalet diye ısrar ediyorsan, adaleti kesinlikle göreceksin. O zaman
sadece bu ödev için sana F vermeyeceğim fakat bir önceki ödevinden aldığın notu da
F yapacağım. Bunu fazlasıyla hak ettin.”
Öğrenciler sersemlemişti. Lavery‟nin tartışacak hali kalmamıştı. Düşüncesiz
davrandığı için özür diledi. İki değil de bir tane F aldığına sevindi.
Öğrenciler, onlara gösterdiğim merhameti kayıtsız kabul ettiler.
Kabullendiler. Adalet kendini birden gösterdiğinde, hazırlıksız yakalanmışlardı.
Adalet, öğrencilerde şok etkisi yarattı ve onları kızdırdı. İki ay gibi kısa bir süre
içinde, sadece iki ölçek merhametten sonra böyle olmuştu.
Tanrı‟nın normal işleyişinde, benim ödevleri karşısında öğrencilere
gösterdiğimden çok daha fazla merhamet vardır. Eski Antlaşma, yüzlerce yılı
kapsıyor. Bu zaman dilimi boyunca Tanrı, merhametini tekrar tekrar göstermiştir.
İlahi adaletini Nadav ve Uzza‟ya gösterdiği zaman, gördüğü tepki şok ve kızgınlık
oldu. Tanrı‟dan, merhametli olmasını bekliyoruz. Sonraki adımımız ise daha kolay:
Merhamet istiyoruz. Merhametin gelişini göremeyince de ilk tepkimiz Tanrı‟ya öfke
duymak ve itiraz etmek oluyor: “Bu adil değil.” İlk günahımızdan ötürü yaşam
armağanına olan haklarımızı yitirdiğimizi çok çabuk unutuyoruz. Bu sabah nefes
alabiliyor olmam, ilahi merhametin bir göstergesidir. Tanrı bana borçlu değildir. Ben
her şeyimi O‟na borçluyum. Eğer, bu gün öğlenleyin, kafama bir kule düşmesine izin
verirse, bunu adaletsizlik diye iddia edemem.
Temel sorunlarımızdan bir tanesi de adalet ve merhameti karıştırmamızdır.
Adaletsizliklerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Adaletsizlik insanlar arasında oluyor.
Her birimiz, kimi zaman bir başkasının elinden gelen adaletsizliğin kurbanı
olmuşuzdur. Her birimiz kimi zaman bir başkasına karşı adaletsizlik göstermişizdir.
İnsanlar birbirlerine karşı adaletsizce davranırlar. Kesin olan bir şey var: İnsan
elinden gelen adaletsizlikten ne kadar acı çekmiş olsam da, Tanrı‟nın elinden, asla
küçücük bir adaletsizlik bile görmedim.
Varsayalım ki, birisi beni yalan yere para çalmakla suçluyor. Bana suçlamalar
yöneltiliyor ve tutuklanıp hapse atılıyorum. İnsanlarla ilişkide bulunmam yüzünden,
büyük bir adaletsizliğin kurbanı oluyorum. Tanrı‟ya yakarıp bu dünyada beni haklı
çıkarmasını dilemeye hakkım var. Haksız yere acı çektiğimden ötürü şikayet
edebilirim. Beni haksız bir şekilde hapse attıkları için, Tanrı bu adamlara kızar. Tanrı,
beni bu adaletsizlikten kurtarıp haklı çıkaracağına dair söz verir. Adaletsizlik gerçek
bir şeydir ve bu dünyada her gün meydana gelmektedir.
Canımızı acıtan adaletsizliklerin hepsi yatay olarak gerçekleşir. Bu
dünyadaki baş rol oyuncuları arasında meydana gelir. Ancak bu dünyanın üstünde ve
üzerinde duran kişi, her şeyin Büyük Yargıcıdır. Benim O‟nunla olan ilişkim ise
dikeydir. Ben bu dikey ilişkiden ötürü asla adaletsizliğe uğramam. İnsanlar bana kötü
davransa bile Tanrı asla kötü davranmaz. Bir insanoğlunun bana adaletsizce
davranmasına Tanrı‟nın izin vermesi, Tanrı‟nın adaletidir. İnsanlar ve gördüğüm
adaletsizlikten ötürü Tanrı‟ya şikayet edebilmeme rağmen, insanlar tarafından böyle
bir adaletsizliğe uğramama izin verdiği için Tanrı‟ya isyan edip O‟nu dikey bir
adaletsizlik yapmakla suçlayamam. Tanrı‟nın, işlemediğim bir suçtan ötürü, benim
ömür boyu hapse atılmama izin vermesine son derece hakkı vardır. İnsanların
gözünde suçsuz olabilirim ancak Tanrı‟nın önünde suçluyum.
Çoğu zaman, bizlere yapılan adaletsizlikten ötürü Tanrı‟yı suçluyoruz ve
yüreğimizde Tanrı‟nın bize karşı adil olmadığı gibi acımasız bir duyguyu besliyoruz.
Tanrı‟nın lütufkar olduğunun farkında olsak bile, yeteri kadar lütufkar olmadığını
düşünüyoruz. Daha fazla lütuf hak ediyoruz.
Lütfen son cümleyi bir daha okuyun: Daha fazla lütuf hak ediyoruz. Bu
cümlede yanlış olan nedir? Dilbilgisi açısından bir yanlışlık yok. Öznesi, yüklemi ve
tümleci var. Bu konuda editörün kırmızı kalemini kullanmasına gerek yok. Ancak
cümlenin özünde ve anlamında ciddi bir yanlışlık var.
Hiç kimsenin, hiçbir zaman, hiçbir yerde, lütfu hak etmesi mümkün değildir.
Lütuf anlam itibarıyla hak edilmeyendir. Bir şeyi hak etmekten bahsettiğimiz sürece
lütuftan bahsetmiyoruzdur, adaletten bahsediyoruzdur. Sadece adalet hak edilir.
Tanrı asla merhametli olmak zorunda değildir. Merhamet ve lütuf, isteğe bağlı
olmalıdır aksi taktirde merhamet ve lütuf olmazlar. Tanrı asla lütuf “borçlu” değildir.
Bunu bize birden fazla defa hatırlatmaktadır. “Merhamet ettiğime merhamet
edeceğim.” Bu, ilahi ayrıcalıktır. Tanrı, yüce yetkin merhamet hakkını Kendisine
saklıyor.
Aynı ölçüde günah işleyen on kişiyi düşününün. Tanrı da, bu on kişiden beş
kişiyi cezalandırsın ve diğer beşine de merhametini göstersin. Bu adaletsizlik midir?
Hayır! Bu olayda, beş kişi adalet, diğer beş kişi ise merhamet görmüştür. Kimse
haksızlığa uğramamıştır. Biz ise bu olayı şöyle kabul etmeye çalışıyoruz: Eğer Tanrı,
bu on kişiden beşine merhamet ettiyse diğer beşine de aynı ölçüde merhamet
etmelidir. Neden? Tanrı asla merhametli olmak zorunda değildir. Eğer Tanrı bu on
kişiden dokuzuna merhamet etse bile, onuncu kişinin, adaletsizliğin kurbanı
olduğuna dair bir şikayette bulunmaya hakkı yoktur. Tanrı, hiçbir zaman merhamet
borçlu değildir. Tanrı, herkese eşit davranmak zorunda değildir. Belki yeniden
söylesem iyi olacak. Tanrı, herkese eşit davranmak zorunda değildir. Eğer Tanrı bize
karşı bir kez olsun adaletsiz olsaydı, o zaman şikayet edebilmek için elimizde bir
sebep olurdu. Ancak Tanrı‟nın, sadece komşuma merhamet göstermesi, benim de
O‟nun merhametinde hak sahibi olmam anlamına gelmez. Tekrar hatırlamalıyız ki,
merhamet her zaman isteğe bağlıdır. “Merhamet ettiğime merhamet edeceğim.”
Tanrı‟dan alabileceğim daima sadece iki şey vardır: adalet veya merhamet.
O‟nun elinden asla adaletsizliğe uğramam. İnsanlar tarafından adalet görmeyi,
Tanrı‟dan dileyebiliriz ancak Tanrı‟nın Kendisinden adalet dilememiz son derece
saçma olur. Öğrencilerimi daima uyarıyorum: “Asla Tanrı‟dan adalet dilemeyin,
adalet görebilirsiniz.”
Nadav, Avihu ve Uzza‟nın hikayelerini okuduğumuzda, korkup büzülmemizi
sağlayan şey, merhamet ile adaleti birbirine karıştırmamızdır. Tanrı‟nın sürekli
merhamet borçlu olduğunu düşündüğümüzden, Tanrı, adaletini döktüğünde
kızıyoruz. Tanrı‟nın lütfunu kayıtsız kabul etmemeliyiz. Lütuf karşısında hayran
kalma özelliğimizi asla kaybetmemeliyiz. “Yüce Adalet” şarkısını söylüyoruz. Şarkının
sözleri şöyle devam ediyor:
Yüce Adalet, acımasız ve keskin
Benim gibi bir azizi yaralıyor:
O kadar iyiyim ki, hiçbir anlam ifade etmiyor
Üzerime Kule düşmesi!
Teoloji okulunda öğrenciyken, vaaz dersinde verdiğim bir “deneme vaazı”nı
hatırlıyorum. Vaazımda Tanrı‟nın lütfunun harikalarını övüyordum. İlahide de
söylediği gibi “Tanrı‟nın lütfu, sonsuz lütuf...” hakkında konuşuyordum.
Vaazımın sonunda profesör bana bir soru sordu. “Bay Sproul,” dedi,
“Tanrı‟nın lütfunun sonsuz olduğu fikrini nereden edindiniz? Tanrı‟nın lütfunun
kesinlikle bir sınırı yok mudur?” Profesör sorusunu sorar sormaz başımın dertte
olduğunu anladım. Bana bu düşünceyi öğreten ilahinin o kısmını veya sözlerini
profesöre gösterebilirdim fakat Kutsal Yazılar‟dan, Tanrı‟nın lütfunun sonsuz
olduğunu öğreten bir kelime dahi bulamazdım.
Bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulamamamın nedeni, böyle bir ayetin
olmamasıdır. Tanrı‟nın lütfu sonsuz değildir. Tanrı sonsuz ve lütufkardır. Sonsuz bir
Tanrı‟nın lütfunu alırız fakat bu lütuf sonsuz değildir. Tanrı, kendi sabır ve
tahammülüne sınır koymuştur. Tanrı, bir gün baltanın aşağı ineceği ve yargısının
döküleceği konusunda bizi tekrar tekrar uyarmaktadır.
Bence, lütfu kayıtsız kabul etmeye meyilli olduğumuz için, Tanrı, zaman zaman
İsrail‟e, lütfu asla kayıtsız bir şekilde üzerlerine almamaları gerektiğini hatırlatmayı
gerekli görmüştür. Çok nadir ve çarpıcı durumlarda Tanrı, adaletinin korkunç gücünü
göstermiştir. Tanrı Nadav ve Avihu‟yu öldürdü. Tanrı, Uzza‟yı öldürdü. Kenanlılar‟ın
kılıçtan geçirilmesini buyurdu. Sanki Tanrı, şunu demek istiyordu, “Dikkatli olun.
Lütfumun yararlarından zevk alırken adaletimi unutmayın. Günahın ciddiyetini
unutmayın. Kutsal olduğumu unutmayın.”
YEDİNCİ BÖLÜM
KUTSAL BİR TANRI İLE SAVAŞ VE
BARIŞ
Eğer insan Tanrı için yaratılmadıysa,
Neden sadece Tanrı‟da mutluluk buluyor?
Eğer insan Tanrı için yaratıldıysa,
Neden Tanrı‟ya karşı direniyor?
BLAISE PASCAL
Kutsal Kitap‟ın kayıtları arasında, Tanrı ile güreşen bay bayanların hikayeleri
yer almaktadır. İsrail kelimesinin gerçek anlamı “Tanrı ile güreşir”dir. Tanrı
kutsaldır. Bizlerden yüce ve üstündür. Ancak Kendisi ile güreşebildiğimiz Tanrı‟dır.
Bu güreşimizde amacımız kesin bir savaş değil kesin bir barıştır. Bazıları bunu
başarmıştır. Bu bölümde, Tanrı ile güreşmeye gidip barışla dönen kişi örneklerine
bakacağız. Yakup‟a, Eyüp‟e, Habakuk‟a ve Tarsuslu Saul‟a bakacağız. Ardından Tanrı
ile barışmanın ne anlama geldiğini inceleyeceğiz.
Yakup yaramaz birisiydi. Adı, “Yerine geçen” anlamına geliyordu. Babasını
kandıran, abisini kullanan ve annesiyle beraber kötü bir oyun düzenleyen birisiydi.
İshak‟ın oğlu ve İbrahim‟in torunu olan birisinin böyle bozuk olmasını düşünmek
oldukça güç. Ancak Yakup, kendi hayat yolculuğunda köklü bir değişime uğramıştır.
Bu değişim Beytel‟de başladı:
Yakup Beer-Şeva'dan ayrılarak Harran'a doğru yola çıktı. Bir yere varıp orada
geceledi, çünkü güneş batmıştı. Oradaki taşlardan birini alıp başının altına koyarak
yattı. (Yaratılış 28:10-11)
Eski Filistin‟de seyahat etmek, çoğu zaman büyük bir sıkıntıydı. Akşamları,
yağmacı hırsızların ve vahşi hayvanların tehlikesi kol geziyordu. Yakup‟un
yolculuğunda, yol üstünde Yakup‟un kalabileceği bir barınak yoktu. Yakup, güneş
batana kadar olabildiğince yol yürüyordu. Geceleyin yıldızların altında kamp
kuruyordu. Uyumak için yastık niyetine bir taş kullanıyordu. Yakup uykuya
daldığında, yaşamının değişmesine neden olacak bir düş gördü:
Düşte yeryüzüne bir merdiven dikildiğini, başının göklere eriştiğini gördü.
Tanrı‟nın melekleri merdivenden inip çıkıyorlardı. RAB yanıbaşında durup, “Atan
İbrahim‟in, İshak‟ın Tanrısı RAB benim” dedi, “Üzerinde yattığın toprakları sana ve
soyuna vereceğim. Yeryüzünün tozu kadar sayısız bir soya sahip olacaksın.
Doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru yayılacaksınız. Yeryüzündeki bütün halklar
senin ve soyunun aracılığıyla kutsanacak. Seninle birlikteyim. Gideceğin her yerde
seni koruyacak ve bu topraklara geri getireceğim. Verdiğim sözü yerine getirinceye
kadar senden ayrılmayacağım.” (Yaratılış 28:12-15)
Yakup‟un düşünde gördüğü merdivene, genelde Yakup‟un merdiveni denilir.
Bu merdiven, cennet ile yeryüzü arasında bir köprü görevindeydi. Yakup, yaşamının
bu noktasına kadar göksel şeylerle ilgilenmiyordu. Tanrı‟nın var olmadığına dair
derin bir anlayışa sahipti. İshak‟ın oğlu ve İbrahim‟in torunu olan birisinin böyle
“dünyasal” olması oldukça garip. İbrahim, Tanrı ile konuşmuştu. Yakup küçükken,
kamp ateşi etrafında babası ve dedesi hakkında kesinlikle birçok hikaye dinlemişti.
Tanrı‟nın İbrahim‟e, oğlu İshak‟ı Moriya Dağı‟ındaki sunakta kurban etmesini
buyurduğunu duymuş olmalıydı.
Yakup‟un hayatı bu dünya üzerinde geçiyordu. Göksel şeylerden bahsetmek
onda az etki yaratıyordu. Aklı, dünyaya odaklanmıştı. Ona göre cennet ile dünya
arasında köprü kurulamaz bir uçurum vardı. Eğer bir Tanrı varsa, Yakup‟un hayatıyla
ilgilenemeyecek kadar uzak ve üstün olmalıydı. Yakup‟un atalarına konuşan Tanrı,
Yakup‟un erişemeyeceği kadar yükseklerdeydi. Ta ki Yakup bir düş görene kadar.
Düşte bir merdiven görünüyor. Merdiven, kutsal olanın krallığı ile kirli olanın
krallığı arasında bir bağlantı, bir temas noktası idi. Yakup, meleklerin merdivenden
çıkıp indiklerini gördü. Her iki yönde de hareket ediyorlardı, dünyadan cennete,
cennetten dünyaya. Sürekli bir gidiş geliş vardı. Tanrı‟nın huzurundan insanın
huzuruna doğru hareket ediyorlardı. Yakup, merdivenin baş ucunda Tanrı‟nın
kendisini gördü. Tanrı Yakup‟a konuşarak, İbrahim ve İshak‟a daha önceden verdiği
vaadi doğruladı. Tanrı‟nın vaadi ilerdeki nesiller için de devam edecekti. Bu vaat
Yakup aracılığıyla diğer nesillere geçecekti. Yakup, Tanrı‟nın söz verdiği vaat
antlaşmasının taşıyıcısı olacaktı. Tanrı, Yakup‟a, nereye giderse gitsin onun yanında
olacağına ve tüm vaatler yerine getirilene kadar onunla birlikte kalacağına dair söz
verdi.
Yakup‟un merdivenine ne oldu? Görüm, neredeyse Eski Antlaşma tarihinde
yok oluyor. Yüzyıllar geçiyor, görüm hakkında hiçbir şey söylenmiyor. Birden, Yeni
Antlaşma‟da tekrar görünüyor:
Filipus, Natanyel‟i bularak ona, “Musa'nın Kutsal Yasa'da hakkında yazdığı,
peygamberlerin de sözünü ettiği kişiyi, Yusuf‟un oğlu Nasıralı İsa‟yı bulduk” dedi.
Natanyel Filipus‟a, “Nasıra‟dan iyi bir şey çıkabilir mi?” diye sordu.
Filipus, “Gel de gör” dedi.
İsa, Natanyel‟in kendisine doğru geldiğini görünce onun için, “İşte, içinde
hile olmayan gerçek bir İsrailli!” dedi.
Natanyel, “Beni nereden tanıyorsun?” diye sordu.
verdi.
İsa, “Filipus çağırmadan önce seni incir ağacının altında gördüm” cevabını
Natanyel, “Rabbî, sen Tanrı'nın Oğlusun, sen İsrail‟in Kralısın!” dedi.
İsa ona dedi ki, “Seni incir ağacının altında gördüğümü söylediğim için mi
inanıyorsun? Bunlardan daha büyük şeyler göreceksin.” Sonra da, “Size doğrusunu
söyleyeyim, göğün açıldığını, Tanrı'nın meleklerinin İnsanoğlu üzerinde yükselip
indiklerini göreceksiniz” dedi. (Yuhanna 1:45-51)
İsa‟nın Natanyel‟e söyledikleri ilginçti. Konuşmada İsa, Kendisinin, Yakup‟un
merdiveni, cennet ile dünya arasındaki köprü, Üstün Olan ile ölümcül insan
arasındaki uçurum üzerinde uzanan Kişi olduğunu bildiriyordu. Tanrı‟nın melekleri
O‟nun üzerinde inip çıkıyordu. Var olmayan Tanrı‟yı bizlere sunuyordu. Yakup‟un loş
ve karanlık bir yolda gördüğü şey, bu muydu?
Yakup, düşünden uyandığında sersemlemişti. Gece gördüğü gürümün gücü,
onu alt etmişti:
Yakup uyanınca, “RAB burada, ama ben farkına varamadım” diye düşündü. Korktu
ve, “Ne korkunç bir yer!” dedi, “Bu, Tanrı'nın evinden başka bir yer olamaz. Burası
göklerin kapısı.” (Yaratılış 28:16-17)
Yakup‟un düş gördüğü yerin adı “Beytel” olarak bilinmeye başladı. Beytel
kelimesi İbranice‟de “Tanrı‟nın Evi” anlamına gelir. Ortada bir tapınma çadırı,
tapınak veya kilise yoktu. Ama Yakup orayı Tanrı‟nın Evi olarak adlandırmıştı çünkü
Kutsal Olan, Kendisini orada tanıtmıştı. Yakup‟un söylediği sözler, tipik bir çağdaş
insanın hisleridir. Yaşadığımız günler, insanların Tanrı‟nın var olmadığı anlayışını
benimsediği günlerdir. Yanan çalılar, ateşten sütunlar veya Mesih‟in bedeninin
aramızda dolaşmasını görmüyoruz. Kendimizi, terkedilmiş, düşman denizine ve hatta
daha kötüsü yabancı bir evrene atılmış hissediyoruz. Ne çıkışı, ne de yıldızlara kadar
uzanan bir merdiveni olmayan bir dünyaya kilitlenmiş gibiyiz.
Yakup da düşünü görene kadar aynı şekilde hissediyordu. Sözleri bizim
çağdaş durumumuza uyuyor. “RAB burada, ama ben farkına varamadım.” Tanrı hep
oradaydı. Tanrı Yakup‟tan uzak değildi ancak Yakup, tüm yaşamı boyunca Tanrı‟yı
bulamamıştı. Tanrı‟nın varlığından habersizdi. Tanrı‟nın varlığından habersiz olma
faciası, her gün milyonlarca insanın hayatında sergileniyor. Tanrı burada fakat biz
bunun farkında değiliz. Tanrı‟nın yüce varlığının farkına varılmaya başlandığında,
insanın en derin kişisel mücadelesi de başlamış oluyor. Düş, Yakup‟un mücadelesini
sona erdirmedi. Düş, devam edecek bir mücadelenin başlangıcıydı. O andan itibaren
Yakup, kendi canı için savaşıyordu.
“Ne korkunç bir yer!”. Yakup‟un, Tanrı‟nın evinde bulunmasına dair verdiği
yanıt buydu. İnsanlar genelde kilisede böyle hissetmezler. Bir korku ya da bizleri
titreten Kişinin huzurunda olma anlayışı yoktur. Tanrı korkusu olan kişiler, asla,
kilise sıkıcıdır diye şikayet etmezler.
Bilginler, Yakup‟un tam olarak ne zaman değiştiği konusunda hem fikir
değiller. Bazı bilginler, Yakup‟un tam olarak Beytel‟de, Tanrı‟nın varlığının ezici
gücüyle karşılaştığı zaman değiştiğini söylüyor. Bazıları ise, bu değişimin yıllar sonra,
Yakup‟un imanla Tanrı ile güreştiği zaman meydana geldiğini belirtiyor:
Yakup o gece kalktı; iki karısını, iki cariyesini, on bir oğlunu yanına alıp Yabbuk
Irmağı‟nın sığ yerinden karşıya geçti. Onları karşıya geçirdikten sonra sahip
olduğu her şeyi de geçirdi. Böylece Yakup arkada yalnız kaldı. Bir adam gün
ağarıncaya kadar onunla güreşti. Yakup‟u yenemeyeceğini anlayınca, onun uyluk
kemiğinin başına çarptı. Öyle ki, güreşirken Yakup‟un uyluk kemiği çıktı. Adam,
“Bırak beni, gün ağarıyor” dedi.
Yakup, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıt verdi.
Adam, “Adın ne?” diye sordu.
“Yakup.”
Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü Tanrı‟yla,
insanlarla güreşip yendin.”
Yakup, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu.
Ama adam, “Neden adımı soruyorsun?” dedi. Sonra Yakup'u kutsadı.
Yakup, “Tanrı'yla yüzyüze görüştüm, ama canım bağışlandı” diyerek oraya
Peniel adını verdi. (Yaratılış 32:22-30)
Yakup‟un güreştiği kişi, açıkça görüldüğü gibi insandan öte birisiydi,
Tanrı‟nın bir meleği idi. Çarpışma şiddetliydi, tüm gece sürmüş ve iki savaşçı da
birbirine üstünlük sağlayamamıştı. Sonunda melek, Tanrı‟nın galip gelen gücünü
kullandı ve Yakup‟un uyluk kemiğinin başına çarptı. Yakup‟un “zafer”i, bir yeri ele
geçirmiş olması değil, hayatta kalmasıydı. Mücadeleden üstün ayrıldı fakat hayatının
geri kalan kısmını aksayarak geçirdi.
Yakup ile melek arasında, isimler üzerine geçen konuşma önemlidir. Melek,
Yakup‟tan adını talep etti. İsim talep etmek, bu gün sahip olduğumuz, “amca” diyerek
ismini öğrenme geleneğine benziyordu. Bir savaşçı için isim vermek, karşı tarafın
üstünlüğünü kabul etmek anlamına geliyordu. İsim vermek, bir teslim olma
eylemiydi. Yakup, ismini verdiğinde, canını da teslim etmişti. Kendi hayatı üzerindeki
yetkiyi bırakmıştı. Teslim olmakla beraber yeni bir isim, yeni bir kimlik gelmişti.
İsrail.
Yenilgide bile Yakup, gururuna dokunmaması için mücadeleyi berabere
getirmeyi, eşitlemeyi ümit ediyordu. Mücadeleyi yarıda bırakma kararı bile yardımcı
olabilirdi. Meleğe, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu. Karşılıklı isim verme
konusundaki farklılığa dikkat edin. Melek, Yakup‟tan adını talep etti ve Yakup adını
bağışladı. Yakup kibarca meleğin adını rica etti fakat öğrenemedi. Yüce zaferin son
vuruşuydu bu. Tanrı ile beraber kalmak veya mücadeleyi yarıda bırakmak olmaz. Her
Şeye Gücü Yeten ile güreşirsek kaybederiz. O, tüm evrenin namağlup şampiyonudur.
Kutsal Olan, kişisel bir dövüşle yenilemez. Ancak, bu olayda bir teselli var.
Yakup, Tanrı ile güreşti ve hayatta kaldı. Yenilmiş, sakat kalmıştı fakat savaştan canlı
çıkmıştı. Bu olaydan en azından şunu öğrenebiliriz, mücadelelerimiz dürüst olduğu
sürece, Tanrı bizimle mücadele etmekten kaçmayacaktır. Kutsal Olan ile güreşebiliriz.
Aslında, yaşamlarımızı değiştirecek olan Tanrı‟nın değiştirici gücünü görmek için,
Tanrı‟yla güreşmemiz gerekiyor. Ruhumuzun teslimiyetiyle gelen tatlılığı tatmanın ne
demek olduğunu öğrenmek istiyorsak, Tanrı ile sabaha kadar dövüşmenin ne demek
olduğunu bilmeliyiz.
Hiç kimsenin Tanrı ile olan tartışması, Eyüp ile Tanrı arasındaki tartışmadan
daha acı ve keskin olmamıştır. Eğer Tanrı ile mücadele etme hakkı olan birisi varsa, o
da Eyüp‟tür. Eyüp, Tanrı tarafından doğru kişi olarak beyan edilmişti ve buna rağmen
ölçülemeyecek kadar büyük dertlerle uğraşıyordu. Eyüp‟ün hikayesi, sanki Tanrı ile
Şeytan arasındaki evrensel mücadelede bir piyondan başka bir şey olmayan zavallı bir
adamın hikayesi gibi görünüyor. Tanrı, Eyüp‟ün sınava tabi tutulmasına izin verdi.
Eyüp‟ün malları çalındı, ailesi öldürüldü ve son olarak acı veren çıban cezasına
uğradı. Ağrıları dinmedi. Bedenindeki ağrılar kısa zamanda ruhunu da etkiledi.
Bir keresinde, kemoterapi tedavisiyle kanserle savaşan, yaşlı bir bayanla
konuşmuştum. Tedavinin yan etkisi olan mide bulantısından acı çekiyordu. Bayana
buna nasıl dayandığını sordum ve o da içten bir cevapla, “Bir Hıristiyan olarak,
başının sürekli tuvaletin üzerinde olması çok zor” dedi. Bayan, beden ile ruh
arasındaki yakın ilişkiyi anlamıştı. Beden dinmeyen bir ağrıya yakalanmışken ruhsal
olmak çok zordur.
Fakat Eyüp, Tanrı‟ya karşı saygısızlıkta bulunmadı. “Beni öldürseler de, O‟na
güveneceğim.” diye yakardı. Eşi bile Eyüp‟ün tam bir ferahlığa kavuşması için
çabalıyordu. Tavsiyesi kısa ve özdü: “Tanrı‟ya söv de öl bari!”
Eyüp kolay yolu reddetti. Tavsiyelerini dinlediği arkadaşlarının aptalca
tesellilerden acı çekiyordu. Sonunda sorun üzerinde Tanrı ile mücadele etmek için
ayaklandı. Tanrı ile birebir yüzleşti. Bu perişan durumunun yanıtı için Tanrı ile
güreşti ve mücadele etti. Tanrı‟nın yanıtı pek de teselli edici değildi:
RAB kasırganın içinden Eyüp‟e şöyle yanıt verdi: “Bilgisizce sözlerle Tasarımı
karartan bu adam kim? Şimdi erkek gibi kuşağını beline vur da, Ben sorayım, sen
anlat. “Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin? Anlıyorsan söyle. Kim
saptadı onun ölçülerini? Kuşkusuz biliyorsun! Kim çekti ipi üzerine? Neyin üstüne
yapıldı temelleri? Kim koydu köşe taşını, Sabah yıldızları birlikte şarkı söylerken,
İlahi varlıklar sevinçle çığrışırken? “Denizin ardından kapıları kim kapadı, Ana
rahminden fışkırdığı zaman; Ona bulutları giysi, Koyu karanlığı kundak yaptığım,
Sınırını koyduğum, Kapılarıyla sürgülerini yerleştirdiğim, „Buraya kadar gelip
öteye geçmeyeceksin, Gururlu dalgaların şurada duracak‟ dediğim zaman? (Eyüp
38:1-11)
Bu, zorlu bir sözlü sınavdı. Eyüp Tanrı‟dan bir cevap bekliyordu. Cevap yerine
bir deste soruyla karşılaştı. Tanrı Eyüp‟ü, Eyüp‟ün cehaleti yüzünden Tanrı‟nın yüce
bilgeliğine gölge düşürmekle azarladı. Tanrı sanki şöyle diyordu, “Tamam Eyüp. Beni
sorguya mı çekmek istiyorsun? Güzel, sorularını yanıtlayacağım fakat önce benim
sana birkaç sorum olacak.” Bir taramalı tüfekten çıkan mermiler gibi, sorular da
Tanrı‟nın dudaklarından aşağı düşüyordu. Her bir soru bir öncekinden daha
korkutucuydu. Sonunda Eyüp konuştu:
O zaman Eyüp RAB'bi şöyle yanıtladı: “Bak, ben değersiz biriyim, Sana nasıl yanıt
verebilirim?Ağzımı elimle kapıyorum. Bir kez konuştum, yanıt almadım, İkinci kez
konuşamam artık.” (Eyüp 40:3-5)
Eyüp‟ün aldığı tavrı düşünün. Ağzını eliyle kapadığını söyledi. Ağzını tıkadı.
Ağzından daha fazla aptalca sözler çıkmasın diye eliyle dudaklarını kapadı. Tanrı ile
mücadele ettiğinden ötürü üzgündü. Sözlerinin haddini aştığını anlamıştı. Sadece
söylemek istediklerini söylemişti.
Ancak sorguya çekme devam ediyordu. Tanrı, sınavı henüz bitirmemişti.
Eyüp‟ü mağlup eden bir sürü soru sordu:
Adaletimi boşa mı çıkaracaksın?
suçlayacaksın? (Eyüp 40:8)
Kendini
haklı
çıkarmak
için
beni
mi
Olay ortada. Eyüp‟ün mücadelesi, ilahi adaletin dişlerine takılıyor. Eyüp‟ün
ithamları, Kutsal bir Tanrı‟ya karşı hakarettir. Tanrı‟nın sorusu, Eyüp‟ün kulaklarında
çınlıyor: “Kendini haklı çıkarmak için beni mi suçlayacaksın?” Şüphesiz, Eyüp haklı
çıkarılmayı çok istiyordu. Arkadaşlarının suçlamalarından bıkmıştı. Neden bu kadar
perişan durumda olduğunu anlamıyordu. Haklı çıkarılmak için dua ediyordu. Ancak
arzusunu denetleyememişti. Kendisini haklı çıkarmak için, neredeyse Tanrı‟nın
adaletini değiştirecekti. Tanrı‟nın kötü olanı yapmış olabileceğine dair tartışmaya
çarpı atmıştı. Tanrı, Eyüp‟e açıkça sordu: “Kendini suçsuz çıkarmak için beni mi
suçlayacaksın?”
Tanrı‟nın soruları, tüm ağırlığıyla Eyüp‟ün üzerine iniyordu. Eyüp, soruların
altında eziliyordu. Sonunda elini ağzından çekti ve yeniden konuşmaya başladı. Bu
sefer sözlerinde hiç bir suçlama yoktu. Sadece tövbesini dile getirmek için sessizlik
yeminini bozdu:
“Senin her şeyi yapabileceğini biliyorum, Hiçbir amacına engel olunmaz. „Tasarımı
bilgisizce karartan bu adam kim?‟ diye sordun. Kuşkusuz, anlamadığım şeyleri
konuştum, Beni aşan, bilmediğim şaşılası işleri. “ „Dinle de, konuşayım‟ dedin, „Ben
sorayım, sen anlat.‟ Kulaktan duymaydı bildiklerim senin hakkında, Şimdiyse
gözlerimle gördüm seni. Bu yüzden kendimi hor görüyor, Toz ve kül içinde tövbe
ediyorum.” (Eyüp 42:2-6)
Eyüp‟ün bu bölümünü okuduğumuzda, Tanrı‟nın Eyüp‟ü korkutmaya çalıştığı
fikrine kapılabiliriz. Eyüp, yanıt bulmak için Tanrı‟ya yakardı ve Tanrı da Eyüp‟ün
sorularını yanıtlayacağını söyledi. Ancak hiç yanıt gelmedi. Elbette, sorulara yanıt
verileceğine dair verilen sözün bir şartı vardı: önce Eyüp‟ün yanıt vermesi
gerekiyordu. Ancak Eyüp sınavdan geçememişti. Bu yüzden Tanrı da cevap vermedi.
Eyüp ikna olmuştu. Oysa Tanrı, hiç yanıt vermemiş, Eyüp‟ün soruları rafa
kaldırılmıştı. Eyüp, doğrudan alabileceği en büyük yanıtı almıştı. Tanrı, Eyüp‟ün
sorularını kelimelerle değil Kendisiyle yanıtlamıştı. Eyüp, Tanrı‟nın kim olduğunu
görür görmez tek ihtiyacının O‟nu görmek olduğunu anladı. Detayları Tanrı‟nın
ellerine bırakabilirdi. Artık Tanrı, gizeme bürünmediği için Eyüp de birkaç tane
yanıtsız soruyla rahatlıkla yaşayabilirdi. Tanrı Kendisini gösterdiğinde, Eyüp tövbe
etmekle o kadar meşguldü ki daha fazla mücadele etmeye zamanı yoktu. Eyüp
öfkesini kendisine yöneltmişti: “Bu yüzden kendimi hor görüyor, toz ve kül içinde
tövbe ediyorum.”
Eski Antlaşma‟da, Tanrı ile mücadele eden bir başka kişiye daha bakacağız.
Habakkuk peygamber, kendi adalet anlayışına ters gelen şeyler yapmakla Tanrı‟yı
suçluyordu. Peygamber, Tanrı‟nın halkının kendilerinden daha günahkar bir ulus
tarafından elem çekeceğinden endişe duyuyordu. Dışarıdan bakıldığında, sanki Tanrı,
Yahudiler‟e verdiği sözden vazgeçmiş, sözünden dönmüş ve ilahi sadakatini günahkar
Babilliler‟e vermiş gibi görünüyor. Habakuk‟un durumu, günümüzde Hitler‟in
Yahudiler‟i ateşte yakarken, Tanrı‟nın Hitler tarafında olduğunu düşünen bir
Yahudi‟nin durumuna benzetilebilirdi. Habakuk‟un şikayeti sesli bir protesto gibi
yankılanıyordu:
Ya RAB, ne zamana dek seni yardıma çağıracağım, Beni duymuyor musun?
“Zorbalık var” diye haykırıyorum sana, Ama kurtarmıyorsun! Bunca kötülüğü
bana
neden
gösteriyorsun,
Nasıl hoş görürsün bunca haksızlığı? Nereye baksam şiddet ve zorbalık var.
Kavgaların, çekişmelerin sonu gelmiyor. Bu yüzden yasa işlemez oldu, Bir türlü
yerini
bulmuyor
hak.
Kötüler doğruları kıskaca almış Ve böylece adalet saptırılıyor. (Habakuk 2:2-4)
Habakuk, öfkesini kusuyordu. Şikayeti o kadar ateşliydi ki birazcık altını
yakmıştı. “Bir türlü yerini bulmuyor hak” diyordu. Kesinlikle, bu dünyada son olarak
düzeltilmeyi bekleyen adaletsizlikler var, “bir türlü yerini bulmuyor hak” demek,
ölçüyü kaçırmaktır. Eyüp gibi Habakuk da bazı cevaplar bekliyordu. Tanrı‟yla
boğuşmaya gitti ve güreşmeye hazırlandı. Gözcü kulesinde durup Her Şeye Gücü
Yeten‟den bir cevap bekledi. Sonunda Tanrı konuştuğunda, Habakuk‟un tepkisi
Eyüp‟ünkisine benziyordu.
Sesini duyunca yüreğim hopladı, Seğirdi dudaklarım, Kemiklerim eridi sanki,
Çözüldü dizlerimin bağı. Ama bize saldıran halkın felakete uğrayacağı günü Sabırla
bekleyeceğim. (Habakuk 3:16)
Peygamberin tepkisi, anne ve babası tarafından azar işitmiş küçük bir
çocuğun tepkisine benziyordu. Peygamberin yüreği hoplamış, dudakları seğirmişti.
Hepimiz, ağlamak üzere olan küçük çocukları görmüşüzdür. Oluşacak seli
engellemeye çalışırlar fakat titreyen alt dudakları onları ele verir. Bu olayda ise
Tanrı‟nın huzurunda, dudakları seğiren, yetişkin bir adam vardı. İçten içe
çürüdüğünü, kemiklerinin eridiğini hissediyordu. Peygamberin iskelet yapısı sanki
yıkılıyordu. Mysterium tremendum titremesi bacaklarına saldırıyordu, peygamberin
bacakları birbirine çarpmaya başladı. Peygamber Tanrı ile olan güreş
karşılaşmasından uzaklaşmıştı fakat bacakları titreyerek yürüyordu.
Tanrı‟nın görünmesiyle birlikte, Habakuk‟un tüm kızgın itirazları bitmişti.
Konuşması, ani bir şekilde, acı bir ümitsizlikten değişmez bir güvene ve ümide
dönüşmüştü:
Tomurcuklanmasa incir ağaçları, Asmalar üzüm vermese, Boşa gitse de zeytine
verilen emek, Tarlalar ürün vermese de, Boşalsa da davar ağılları, Sığır kalmasa
da ahırlarda, Ben yine RAB‟le sevineceğim, Kurtuluşumun Tanrısı‟yla sevinçten
coşacağım. (Habakuk 3:17-18)
Artık Habakuk sevincinde, ümitsizliğinde olduğu gibi ateşliydi. Arkasını
Tanrı‟nın egemenliğine dayayabilirdi. Habakuk‟un sözleri günlük konuşma dilimize
çevrilse şöyle olabilirdi:
“Bütçe asla dengelenmese, borsa düşse, yiyecek fiyatları yukarı fırlasa, çelik
üretimini Japon ithalatçılar kapsa, otomobil sanayisi dursa, bankalar kepenkleri
indirse, Ruslar topraklarımızı yağmalasa ve Steelers takımı Super Bowl kupasını
kaybetse de ben yine kurtuluşumun Tanrısı sayesinde sevineceğim.”
Yakup, Eyüp ve Habakuk, hepsi Tanrı‟ya savaş ilan ettiler. Hepsi, cennetin
kale duvarlarına, oklarını yağdırdılar. Hepsi yenilgiye uğradı ve fakat yüceltilmiş
ruhlarla mücadelelerinden ayrıldılar. Bedelini acı çekerek ödediler. Tanrı
tartışmalarına izin verdi, fakat barış sağlanmadan önce savaş çok kızgın geçti.
Tarsuslu Saul da benzer şekilde, Tanrı‟nın mağlup eden zaferini gördü.
Hıristiyanlık adında ve Ferisileri reddeden yeni bir topluluk ortaya çıkmıştı. Saul,
Ferisiler için çalışan bir milliyetçiydi. Hıristiyanları yer yüzünden silme görevine
atanmıştı. Yetkililer tarafından görevlendirilen Pavlus, ev ev dolaşıyor ve ilk
Hıristiyanları toplayıp hapse atıyordu. İstefan taşlanırken o da kenarda duranlar
arasındaydı ve taşlamayı desteklemişti. Hıristiyanları katletmeye devam etmek için,
yeni görev olarak Şam‟a gönderildiğine sevinmişti. Şam yolunda Kutsal Olan ile
tanıştı. Kral Agripa‟nın önünde yargılanması sırasında olayı şöyle anlattı:
Ey kralım, öğlende yolda giderken, gökten gelip benim ve yol arkadaşlarımın
çevresini aydınlatan, güneşten daha parlak bir ışık gördüm. Hepimiz yere
yıkılmıştık. Bir sesin bana İbrani dilinde seslendiğini duydum. „Saul, Saul, neden
bana zulmediyorsun?‟ dedi. „Üvendireye karşı tepmekle kendine zarar veriyorsun.‟
“Ben de, „Ey efendim, sen kimsin?‟ dedim.
“ „Ben senin zulmettiğin İsa‟yım‟ diye cevap verdi Rab. „Haydi, ayağa kalk.
Seni hizmetimde görevlendirmek için sana göründüm. Hem gördüklerine, hem de
kendimle ilgili sana göstereceklerime tanıklık edeceksin. Seni kendi halkının ve
diğer ulusların elinden kurtaracağım. Seni, ulusların gözlerini açmak ve onları
karanlıktan ışığa, Şeytan‟ın hükümranlığından Tanrı‟ya döndürmek için
gönderiyorum. Öyle ki, bana iman ederek günahlarının affına kavuşsunlar ve
kutsal kılınanların arasında yer alsınlar.‟
“Bunun için, ey Kral Agripa, bu göksel görüme uymazlık etmedim.”
(Elçilerin İşleri 26:13-19)
Saul, doğruluğun ardından gitmeye gayretliydi. Saul, Ferisilerin Ferisisiydi ve
yasal mükemmelliği yerine getirmeye çalışan birisiydi. Gayretinde görünen ironi ise
şudur, Saul hedeflerine ulaşmak için gayret gösterdikçe Tanrı‟nın işlerine daha da
karşı geliyordu. Tanrı, doğruluğun ardından gidilmesine karşı değildir. Tanrı,
doğruluğun ardından gidilmesini ister ancak gurur ve kibrin karşısında durur. Kendi
doğruluklarıyla şişen insanların karşısında durur. Saul, Tanrı için savaştığına
inanıyorken aslında Tanrı ile savaşıyordu. Bu ironik savaşta Saul, karşı durduğu
Mesih‟le karşılaşmakla darmadağın olmuştu.
Tanrı‟nın Eski Antlaşma‟da açıklanan isimlerinden bir tanesi de El Şaday
ismidir. Bu ismin anlamı, “Gökler gibi gürleyen” ya da “Galip gelen”dir. Tanrı,
Kendisini Eyüp‟e El Şaday adıyla göstermiştir. Eyüp‟ün gördüğü şey, tüm insanları
yenen ve hiçbir insan tarafından yenilgiye uğramayan egemen Tanrı‟nın müthiş
gücüydü. Saul, “Galip Gelen” ile Şam yolunda tanıştı.
Saul, çöl yolunda yaşadıklarını, göz kamaştırıcı bir ışığın görünmesiyle
anlatmaya başlıyor. Öğleyin çöl yolu, güneşin parlaklığının özellikle güçlü olduğu ve
çok ince atmosfer tabakasının arasından geçerek günü etkilediği bir yerdi. Normal
koşullar altında var olan güneş ışığı şiddetlidir. Çöldeki güneşin arkasından gelip de
kendini fark ettirecek bir ışık sıradışı bir ışık olmalıdır. Saul bu ışıktan bahsederken,
güneşten daha parlak, daha göz kamaştırıcı diyordu. Bu ışığı “gökten gelen ışık”
olarak tanımlıyor.
“Gökten gelen ışık” ifadesi gökyüzünden gelen ışık anlamına gelmiyor. Güneş,
gökyüzünde parlar. Saul, Tanrı‟nın göksel görkeminin huzurundaydı. Tanrı‟nın
görkemi, Kendi kutsallığının dışa yönelik bir göstergesidir. Tanrı‟nın görkeminin
parlaklığı o kadar parlaktır, o kadar göz alıcıdır ki, öğle güneşini gölgede bırakır.
Vahiy kitabında, gökten gelen Kentin, Yeni Yeruşalim‟in görüntüsünü okuyoruz:
Kentte tapınak görmedim. Çünkü gücü her şeye yeten Rab Tanrı ve Kuzu, kentin
tapınağıdır. Kentin, güneş ya da ay tarafından aydınlatılmaya gereksinmesi
yoktur. Çünkü Tanrı‟nın görkemi onu aydınlatıyor. Kuzu da onun çırasıdır. (Vahiy
21:22-23)
Yeni Yeruşalim‟in güneşi yoktur çünkü güneşe ihtiyacı yoktur. Tanrı‟nın ve
Mesih‟in görkemi o kadar parlaktır ki, güneşi alt etmiştir. Saul bu parlaklığın ışınları
tarafından kör olmuştur. Güneşe çıplak gözle bakan kişiye ne olabileceğini düşünün.
Güneş tutulması yaşandığı zamanlar, güneşin önünden geçen gölgenin garip
görüntüsü insanları cezbeder. Çıplak gözle bu görüntüye bakmak gibi güçlü bir
ayartıya kapılırız. Ancak, güneş tutulmasında bile çıplak gözle güneşe bakmak acı
verici ve tehlikelidir. Bu tür durumlarda televizyonlar bizi, gözlerimizde ciddi zararlar
olmaması için, çıplak gözle güneşe bakma girişimlerinde bulunmamamız konusunda
uyarır. Eğer güneş tutulmasında bile güneşe çıplak gözle bakamıyorsak, tam
anlamıyla güneşten daha parlak olanın parlaklığı ne kadar şiddetli olacaktır?
Tanrı‟nın görkemi, güneşin tüm gücüyle parlamasındaki kadirden çok daha parlak bir
kadirdedir.
Saul, bir melek ile güreşmedi. Fakat göksel bir güç onu yere fırlattı. Belirli bir
süre Saul kör kaldı. Ne bir uyarı, ne de onu uyaracak rüzgar fısıltısı vardı. Mutlak ve
güçlü bir şekilde çöl kumuna devrilmişti.
Gökten, ışıkla birlikte ses de geldi. Aynı ses başka yerde, bir araya gelmiş
birçok ırmağın sesi gibi, kayaların üzerinden gürleyerek çağlayan şelaleler gibi,
kükreyen bir ses olarak tanımlanıyor. Saul, sesin Arami dilinde, yani İsa‟nın ana
dilinde seslendiğini belirtiyor. Ses, Saul‟a kişisel olarak, adını tekrar ederek hitap
ediyordu: “Saul, Saul.” Böyle ikileyerek hitap etme şekli, bir dostu selamlamayı ifade
ediyordu. Tanrı, yanan çalıda Musa‟ya ve Moriya Dağında sunağın yanında duran
İbrahim‟e bu şekilde hitap etmişti. Bu şekil aynı zamanda, İsa‟nın Yeruşalim için
ağlarken kullandığı ve İsa‟nın çarmıhtayken karanlığın çöktüğü zaman Babasına
yönelttiği hitap şekliydi.
“Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?” Dikkat edin, ses Saul‟un neden
Mesih‟in kilisesine zulmettiğini sormuyor. Bunun yerine “Neden bana
zulmediyorsun?”diyor. Mesih‟in kilisesine saldırmak Mesih‟e saldırmaktır. Ardından
şu soru geliyor: “Neden üvendireye karşı tepiyorsun?” Öküz üvendireleri, öküz
arabalarında öküzlerin arkasına bağlanan, ucunda sivri çiviler bulunan uzun
değneklerdir. Eğer bir öküz, inatçılık yapıp ilerlemek istemezse, arka ayakları bu
üvendireye çarpar ve öküzün inatçılığını gösterir. Bir kere üvendireye çarptıktan
sonra delirip tekrar tekrar üvendireye vuran öküzün aptallığını bir düşünün. Öküz
üvendireye ne kadar çok çarparsa o kadar çok canı acır. Bu da, kafasını hızla duvara
çarpan, durduktan sonra ne kadar iyi hissettiğiyle kendini teselli eden bir adamın
durumuna benziyor.
Ses Saul‟a şöyle diyordu, “Seni aptal öküz! Üvendireye vurmaya devam etmen
ne kadar aptalca. Başaramazsın. Boşuna savaşıyorsun. Şimdi teslim olma zamanıdır.”
Saul‟un yanıtı basit fakat dolu bir soruydu: “Ey Efendim, sen kimsin?” Saul, kendisini
mağlup eden Kişinin kim olduğunu bilmiyordu fakat bildiği bir şey vardı, o da o
Kişinin Efendi olduğuydu.
Bu olayda, aynı Yakup‟un İsrail olması gibi, Saul da Pavlus oldu. Savaş sona
ermişti. Saul Tanrı ile mücadele etmiş ve kaybetmişti. Yeşaya‟da olduğu gibi, burada
da Saul, elçilik görevine olan çağrısını almıştı. Saul‟un hayatı ve bununla beraber
dünya tarihinin de rotası değişmişti. Pavlus, yenilmekle barış bulmuştu.
Pavlus, hikayesini Agrippa‟ya anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Bunun için ey Kral Agrippa, bu göksel görüme uymazlık etmedim.” Saul, Mesih‟e
karşı savaşında gayret gösterdikçe, bu gayreti gittikçe artıyordu. Asla unutamayacağı
biçimde, Tanrı‟nın keskin olan kutsallığının görümünü görmüştü. Saul, bu görüm
üzerine düşündü ve yazdığı mektuplarda görümün anlamını yorumladı. Aklanmanın
ne demek olduğunu anlamış bir adam oldu. Kutsal savaş onun için sona ermişti, artık
kutsal bir barışa giriş yapmıştı. Yazıları aracılığıyla, manastırda bulunan Luther‟in
gözlerini açan ve Hıristiyan kilisesine, Tanrı ile kalıcı bir barışta bulunmanın
reçetesini yazan bir elçi olmuştu.
Kutsal bir Tanrı ile olan mücadelemizin kökü, Tanrı‟nın doğruluğu ile bizim
adaletsizliğimizin uyuşmamasına dayanıyor. Tanrı adildir, biz ise adaletsiziz. Bu
gerilim, bizde Tanrı‟ya karşı bir korku, düşmanlık ve öfke yaratır. Adil olmayan birisi
adil olan bir yargıçla arkadaşlık etmek istemez. Görkemi gözlerimizi kör eden ve
adaleti bizi mahkum eden Kişinin huzurundan kaçan kaçaklar haline geliyoruz.
Aklanmadığımız sürece veya aklanana kadar O‟nunla savaş halindeyiz. Sadece
aklanmış kişi, kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda rahat olabilir.
Elçi Pavlus, aklanmanın anında getirdiği yaraları, meyveleri bildiriyor.
Romalılar‟a yazdığı mektupta, aklandığımız ve iman sayesinde Mesih‟in doğrulunu
giyindiğimiz zaman, neler olduğunu açıklıyor:
Böylece imanla aklandığımıza göre, Rabbimiz İsa Mesih sayesinde Tanrı‟yla
barışmış oluyoruz. İçinde bulunduğumuz bu lütfa Mesih aracılığıyla, imanla
kavuştuk. Ve Tanrı‟nın yüceliğine erişmek ümidiyle övünürüz. (Romalılar 5:1-2)
Aklanmamızın ilk meyvesi Tanrı ile barışmaktır. Eskiden Yahudiler için
barış, değerli fakat kolay bulunamaz bir şeydi. Günümüzde de, Orta Doğu‟daki
karışıklık, tarihin bir tekerrürü gibi. Kenan‟ın fethinden Yeni Antlaşma‟daki Roma
işgaline kadar olan zaman diliminde İsrail, sadece birkaç yıl savaşmamıştır. Asya ve
Afrika arasında önemli bir köprü oluşturan Filistin bölgesi, sadece ticaret açısından
değil aynı zamanda savaş açısından da bir geçit olmuştur. Küçük İsrail, çoğu zaman
kendini dünyasal güçlerle rekabet halinde buluyor ve başkaları tarafından, askeri
açıdan bir masa tenisi topu gibi kullanıyordu.
Yahudiler barış hasreti çekiyordu. Kılıçların saban demirine çevrileceği
günün özlemini duyuyorlardı. Barış Prensi‟nin dünyaya gelip bitmeyen düşmanlıkları
sona erdireceği dönemi bekliyorlardı. Bir Yahudi için barışmak o kadar önemliydi ki,
adeta barış kelimesi bir selam sözcüğü olmuştu. Biz nasıl “merhaba”, “güle güle”
diyorsak bir Yahudi de basit bir şekilde Şalom diyordu. Bugün ise, Yahudi dilinin söz
dağarcığında sadece şalom sözcüğü, selamlama sözcüğü olarak kalmıştır.
Barış sözcüğü, ilk olarak, askeri bir çatışmanın durmasını belirtiyor. Ancak,
bu sözcüğün daha derin bir anlamı daha var. Bir Yahudi barış kelimesiyle, iç barışı,
ruhun sükunetini, yani sorunlu bir ruhun sona ermesini de düşünüyordu. Bizler de,
“zihinsel barış”dan bahsettiğimizde, buna benzer bir kavram elde ediyoruz.
1945 yılının bunaltıcı bir yaz gününde, Chicago sokaklarında stickball
oynadığım zamanı hatırlıyorum. O an, tüm dünyam, bir çukurdan diğerine uzanan
bir parça yerdi. Benim için önemli olan tek şey, atış sırasının sonunda bana
geldiğiydi. Çıkan karışıklık ve etrafımdaki gürültü yüzünden ilk atışımın bölünmesi
canımı sıktı. İnsanlar apartman kapılarından dışarıya çıkmış bağırıyor ve tahta
kaşıklarla metal tabaklara vuruyordu. Bir an dünyanın sonu geldi zannettim. Ancak
bu, kesinlikle benim oyunumun sonuydu. Bu gürültülü karışıklığın arasında,
gözlerinden yaşlar boşalarak telaşla bana doğru koşan annemi gördüm. Annem beni
kolları arasına aldı, sıktı ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak, “Bitti, bitti, bitti!” dedi.
O gün, 1945 yılının Zafer Bayramıydı. Tüm bu olanların ne anlama geldiğini
bilmiyordum fakat kesin olan bir şey vardı. Bu da, savaş bitmişti ve babam eve
dönüyordu. Artık uzak ülkelerden uçak postası gelmeyecekti. Artık haberlerden, her
gün, savaş kayıplarına dair haberler duymayacaktık. Artık pencerelere, üzerinde
yıldızlar bulunan ipek kumaşlar asılmayacaktı. Artık demir çorba tabaklarına
vurulmayacaktı. Artık tayin belgeleri olmayacaktı. Savaş sona ermişti ve sonunda
barış gelmişti.
Yaşanılan bu sevinç anı, çocuk beynimde, kalıcı bir etki yarattı. Barışın
önemli bir şey olduğunu, kazanıldığı taktirde dizginlenemeyen bir kutlamaya,
kaybedildiğinde ise acı bir vicdan azabına neden olduğunu öğrendim.
Chicago sokaklarında o gün bende oluşan etki, barışın sonsuza dek bizimle
kalacağı idi. Barışın ne kadar kırılgan olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Çok kısa bir
süre önce, Gabriel Heater gibi haber spikerleri, Çin‟de bulunan askeri taburlar,
Rusya‟daki nükleer tehdit ve Berlin kuşatması hakkında olumsuz haberler veriyordu.
Amerika‟nın barışı kısa sürdü, bir kez daha Kore‟deki ve Vietnam‟daki savaşa teslim
oldu.
Kırılgan. Değişken. Narin. Tüm bunlar, dünyasal barışın olağan halleridir.
Barış sözleşmeleri de, aynı kurallar gibi, bozulmak üzere yapılmış gibi görünüyor.
Nevil‟de oturan bir milyon sakin, balkonlarından elini uzatarak ve “Barış, bizim
zamanınızda sağlandı” diye haykırarak, insanlık tarihinin savaşlardan başka bir şey
olmadığını da kanıtlamış oluyorlardı.
Barışa çok fazla güvenmemeyi kısa zamanda öğreniyoruz. Savaş, davet
edilmediği yere çabucak ve kolay bir şekilde giriyor. Fakat, güvenebileceğimiz kalıcı
bir barışın hasretini çekiyoruz. Bu barış, tam olarak Pavlus‟un Romalılar‟a
Mektubunda bildirdiği barıştır.
Tanrı ile olan kutsal savaşımız bittiğinde, Luther gibi cennetin kapılarından
geçtiğimizde, imanla aklandığımızda, savaş sonsuza dek biter. Günahtan arınmamız
ve ilahi bağışlamanın beyan edilmesi ile, Tanrı ile sonsuza dek sürecek bir barış
antlaşmasına girmiş oluruz. Aklanmamızın ilk meyvesi, Tanrı ile barışmaktır. Bu
barış kutsal, kusursuz ve üstün bir barıştır. Ortadan kaldırılamaz bir barıştır.
Tanrı, bir barış antlaşması imzaladığı zaman, bunu sonsuza dek imzalamış
olur. Savaş sonsuza dek bitmiştir. Tabi ki de günah işlemeye, asiliğe ve Tanrı‟ya karşı
düşmanca hareketlerde bulunmaya devam ederiz. Ancak Tanrı bir savaş müttefiği
değildir. Asla bizimle savaşmaya itilemez. Baba‟nın yanında bir avukatımız var.
Barışımızı koruyan bir aracımız var. Aracımız, barışımız üzerinde hüküm sürer çünkü
O, hem Barış Prensi hem de bizim barışımızdır.
Artık, “ne mutlu barışı sağlayanlara” başlığı altında bahşedilen Tanrı
çocuklarıyız. Günahlarımızla, artık bir askeri komutan değil, bir Baba ilgileniyor.
Barışa sahibiz. Mesih tarafından mühürlenen ve güvence altına alınan bu barışa
sahibiz.
Tanrı ile olan barışımız kırılgan değil, sabittir. Günah işlediğimizde, Tanrı
bundan hoşlanmaz ve bizi düzeltmek için harekete geçip, günahımızdan ötürü bizi
suçlu bulur. Ancak bize karşı savaş açmaz. Artık, yayını germiş ve öfkesinin okları
yüreğimize yöneltilmiş değildir. Antlaşmayı her bozduğumuzda, bize kılıcını
göstermez.
Aklanmayla gelen barış sadece dışa yönelik değildir. Özlemi duyulan içe
yönelik barış da Mesih‟te mevcuttur. Bir keresinde Aziz Augustine şöyle dua etmişti,
“Tanrım, bizleri Kendin için yarattın ve yüreklerimiz Sen‟de rahat bulana kadar rahat
edemez.” Hepimiz iç rahatsızlığa yakalanmanın ne demek olduğunu biliyoruz.
Tanrı‟ya yabancılaşmakla gelen suçluluk ve boşluk hislerinin, başımızın etini nasıl
yediğini de biliyoruz. Barış sağlandığında korkunç boşluğumuz doldurulur ve
yüreklerimiz yatışır.
Yeni Antlaşma, bu barışa “anlayışı aşan barış” adını veriyor. Bu barış,
alışılmış dünyasal barışın “dışında”, kutsal bir barıştır. Sadece Mesih‟in verebileceği
bir barıştır. Mesih‟in Kendisinde olan bir barıştır.
Müjde‟de yazılanlara bakarak, Mesih‟in bu dünyada çok az şeye sahip
olduğunu görüyoruz. Mesih‟in bir evi yoktu, başını yaslayacağı bir yer yoktu. Bir
mesleği veya şirket hissesi yoktu. Sahip olduğu şeylerden bir tanesi elbisesiydi. Bu
değerli giysi de, O‟nu idam edenler tarafından çalınmıştı. Mesih‟in Kendi
mirasçılarına hiçbir şey vasiyet etmeden, parasız bir şekilde öldüğü düşünülebilir.
Bizler Mesih‟in mirasçılarıyız. İlk bakışta, mirası olmayan mirasçılar gibi
görünebiliriz. Ancak Kutsal Kitap açık bir şekilde, Tanrı‟nın, Kendi Krallığını seve
seve biricik Oğlu‟na verebileceğini söylüyor. İsa‟ya Babasından miras kaldı ve bu
miras da bize geçti. Mesih bize bir gün şu sözleri duyabileceğimize dair söz vermiştir,
“Gel Benim bir tanem, dünyanın kuruluşundan önce Babamın senin için hazırladığı
krallığı miras al.”
Aldığımız tek miras Tanrı‟nın egemenliği değildir. İsa, son dileğinde ve
antlaşmasında, mirasçılarına çok özel bir şey bıraktı:
Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın
verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. (Yuhanna 14:27)
İşte Mesih‟in vasiyeti budur: esenlik. Bizim mirasımız O‟nun esenliğidir.
Mesih, hediyesini bu dünyanın verdiğinden çok değişik şekilde verir. Ne gizli bir
nedene, ne de kötü bir koşula bağlar. Kendi esenliğini bizlere, Kendisinin değil bizim
yararımız için verir. Bu hediye, öteki dünyaya uygun bir davranışla, öteki dünyadan
verilen bir hediyedir. Sonsuza dek onu korumamız için bizim olmuştur.
Barış, aklanmayla birlikte gelen sadece bir tane meyvedir. Bu kutsal barışın
yanında bir şey daha var: erişim. Erişim sözcüğü, kutsal bir Tanrı ile güreşmiş birisi
için çok önem taşır. Kendi dünyamızda, etrafımızda erişimle ilgili bir çok tabela
görürüz. Bir tabelada “ERİŞİM YOK” yazar, diğerinde ise “SINIRLI ERİŞİM” yazar.
Tarihte “ERİŞİM YOK” tabelasının asılı olduğu bir yer de Cennetin kapıları idi. Eski
Antlaşma‟daki tapınakta bile, sıradan bir insan tarafından Tanrı‟nın tahtının olduğu
yere erişim yoktu. Baş kahinin bile bu bölmeye erişimi, yılda bir kere ve çok tedbirli
bir şekilde girmesiyle “sınırlıydı.” Kalın bir perde, Kutsalların Kutsalını, tapınağın
diğer bölümlerinden ayırıyordu. Oraya girilmesi yasaktı. Sınırlıydı. Aşağı sınıftan bir
imanlı için bu bölmeye giriş izni yoktu.
İsa öldüğü zaman, yani Adil Olan‟ın adil olmayan için öldüğü an, tapınaktaki
perde yırtıldı. Tanrı‟nın huzuru, bizim için erişilebilir oldu. Cennetin kapılarındaki
“ERİŞİM YOK” tabelası, Hıristiyanlar için kaldırıldı. Artık, özgürce kutsal topraklara
ayak basabiliriz. O‟nun lütfuna, hatta daha fazlası, O‟na erişim iznimiz var. Aklanmış
kişilerin artık, “Benden uzak dur, çünkü ben günahkar bir adamım” demesine gerek
yok. Artık, kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda rahat olabiliriz. Sorularımızı O‟na
götürebiliriz. Tanrı, bizim yakarışlarımızı duyamayacak kadar uzakta değildir.
Mesih‟in doğruluğunu giyinenler olarak, O‟nun önüne gelebiliriz. Tekrar ediyorum:
Tanrı‟nın huzurunda rahat olabiliriz. Kesinlikle korkuyla, saygı ve tapınma ruhuyla
Tanrı‟nın önüne gelmeye devam ediyoruz fakat iyi haber, Tanrı‟nın önüne gelebiliyor
olmamızdır:
Gökleri aşmış olan büyük başkâhinimiz Tanrı‟nın Oğlu İsa varken, açıkça
benimsediğimiz inanca sımsıkı sarılalım. Çünkü zayıflıklarımızda bize yakınlık
duyamayan değil, tersine, her alanda bizim gibi sınanmış, yine de günah işlememiş
bir başkâhinimiz vardır. Bu nedenle merhamete ermek ve gerektiğinde bize yardım
edecek lütfa kavuşmak için Tanrı‟nın lütuf tahtına cesaretle yaklaşalım. (İbraniler
4:14-16)
Kutsal Kitap bizi, emin bir şekilde lütuf tahtına yaklaşmaya devam ediyor.
Bazı çevirilerde cesaret kelimesi kullanılıyor. Aklanmış kişiler olarak, Tanrı‟ya
yaklaşırken cesur olabiliriz. Cesur olmak veya güvende hissetmek, küstah veya ukala
olmakla karıştırılmamalıdır. Uzza cesurluğun ötesinde küstahtı. Nadav ve Avihu
güvende hissetmeyi abartıp Tanrı‟nın görkemine hakaret ettiler. Tanrı‟nın huzuruna
cesaretle ve güven içinde gelmeliyiz. Tanrı‟dan kaçmaya ya da huzuruna girmekte
tereddüt etmeye gerek yok. Ancak, O‟nun huzuruna girdiğimiz zaman iki şeyi
unutmamalıyız, Tanrı‟nın kim olduğunu ve bizim kim olduğumuzu.
Bir Hıristiyan için kutsal savaş sona ermiştir, barış sağlanmıştır. Baba‟ya erişim
bizlerindir. Ancak Tanrı‟nın önünde titremeye devam etmeliyiz. Tanrı hala kutsaldır.
Bizim titrememiz, korku ve saygıdan kaynaklanan titremedir, bir korkağın veya
putperestin hışırdayan yapraktan korkması gibi bir titreme değildir. Luther, bunu
şöyle açıklıyordu: “Tanrı korkumuz, bir mahkumun kendisine eziyet edenin önünde
duyduğu köle korkusu gibi değil, sevgili Babasını kızdıran bir çocuğun korkusu gibi
olmalıdır.” Güven içinde Tanrı‟ya gelebiliriz, cesaretle O‟na yaklaşabiliriz, erişim
iznimiz var. Kutsal bir barışa sahibiz.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
KUTSAL OLUN
Apolyon ne yaptığına dikkat et;
Çünkü ben Kral‟ın yolunda yürüyorum
Kutsallık yolunda;
Bu yüzden kendine dikkat et.
JOHN BUNYAN
İlk kiliselerde Hıristiyanlara azizler deniliyordu. O zamandan bu zamana aziz
sözcüğü, kelime hazinemizde büyük değişikliklere uğradı. Artık aziz kelimesi akla,
süper doğru kişi, ruhsal gücü olan ve sıra dışı bir dindarlığa sahip kişiyi getiriyor.
Roma Katolik Kilisesi, bu kelimeyi, ruhsal bay ve bayan kahramanların oluşturduğu
özel listeye giren kişiler için kullanıyor.
Kutsal Kitap, aziz kelimesini sıradan imanlılar için kullanmaktadır. Yeni
Antlaşma‟da Tanrı‟nın halkından olan herkes aziz ismini alıyordu. Kelimenin anlamı,
kısaca, “kutsal olan”dır. Yeni Antlaşma‟daki azizler kutsal kişilerdi. Her çeşit günahla
uğraşan imanlılar için bu terimin kullanılması garip görünüyor. Pavlus‟un
mektuplarını okuduğumuzda, Pavlus‟un insanlara azizler diye hitap etmesi ve sonra
da bu insanları, aptallıkları ve günahkar davranışları yüzünden azarlaması
dikkatimizi çekiyor.
Kutsal Yazılar‟daki azizlere aziz demesinin nedeni, saf oldukları için değil,
saflığa ayrıldıkları ve çağrıldıklarından dolayı saf olmalarıdır. Kutsal kelimesi
insanlara verildiği zaman, aynı Tanrı‟da olduğu gibi iki anlam taşır. Hatırladığımız
gibi, Tanrı‟yı ifade etmek için kutsal kelimesi kullanıldığında, ilk olarak Tanrı‟nın
bizden farklı veya ayrılmış olduğunu, ikinci olarak da Tanrı‟nın mutlak saflığını
anlıyoruz. Ancak bizler Tanrı değiliz, üstün değiliz, saf hiç değiliz. O zaman nasıl
oluyor da, Kutsal Kitap bizi “Kutsal olanlar” diye adlandırabiliyor?
Bu soruyu yanıtlamak için Eski Antlaşma‟ya bakmamız gerekiyor. Tanrı,
İsrail‟i Mısır‟ın köleliğinden kurtarıp özel bir ulus yaptığında, onları ayırdı. Onları
Tanrı‟nın seçilmiş halk diye adlandırdı ve onlara özel bir görev verdi. Onlara “Kutsal
olun, çünkü Ben Kutsalım” dedi.
İsrail‟in bu özel çağrısı aslında yeni değildi. Bu çağrı, Musa veya İbrahim
baba ile başlamamıştı. Kutsallığa çağrı, ilk olarak Adem ve Havva‟ya yapılmıştı. Bu
çağrı, insan soyunun asıl göreviydi. Bizler Tanrı‟nın suretinde yaratıldık. Tanrı‟nın
suretinde olmak demek, diğer varlıkların arasında Tanrı‟nın kişiliğini yansıtmak ve
onlara ayna tutmak üzere yaratılmış olmak demektir. Bizler, tüm dünyayı Tanrı‟nın
kutsallığıyla aydınlatmak için yaratıldık. Bu, insanın asıl amacı, varoluşunun asıl
nedenidir.
Presbyterian kiliselerinde, çocukların eğitiminde Westminister ilmihali‟nden
yararlanıyorlar. İlmihalin ilk sorusu şudur: “İnsanın başlıca amacı nedir?” Soruda,
her insanın taşıdığı birincil sorumluluğun ne olduğu soruluyor. İlmihalde sorunun
yanıtı şöyle yer alıyor: “İnsanın başlıca amacı Tanrı‟yı yüceltmek ve sonsuza dek
Tanrı‟dan zevk almaktır.”
Ben çocukken bu soru karşısında zor anlar yaşamıştım. Sorunun yanıtının iki
kısmını tam olarak bir araya getiremiyordum. Tanrı‟yı yücelterek nasıl zevk
alınabileceğini anlayamıyordum. Tanrı‟yı yüceltmenin, O‟nun kutsal yasasına itaat
etme gibi şeyleri içerdiğini düşünüyordum. Bu da bana çok eğlenceli gelmiyordu.
Tanrı‟nın kurallarına itaat etmek ile benim zevklerim arasında zıtlık olduğunu
biliyordum. Gerçekten anlamasam da, saygı ile benden beklenen cevabı ezbere
söylüyordum. Tanrı‟yı, sevincin önündeki bir engel olarak görüyordum. Başlıca
amacım olarak Tanrı‟nın yüceliği için yaşamak, düşündüğüm bir şey değildi. Sanırım
bu konuda Adem ve Havva‟nın da küçük bir sorunu vardı.
Gençliğimdeki bir büyük sorun da, mutluluk ile zevk arasındaki farkı tam
olarak anlayamamamdı. Adam olmaya başladıktan sonra tüm çocukça şeyleri bir
kenara bıraktım demeyi çok isterdim. Maalesef, durum böyle değil. Yetişkin
yaşamıma sarılmaya devam eden çocukça şeyler var. Hala daha, mutluluk ile zevk
arasındaki farkla mücadele ediyorum. Fark beynimdeydi fakat henüz damarlarımda
dolaşan kana geçmedi.
Hayatımda pek çok günah işledim. Hiçbir günahım da beni hiç mutlu etmedi.
Hiçbiri hayatıma bir gram dahi mutluluk getirmedi. Öte yandan günah, hayatımda
mutsuzluğu bereketledi. Televizyonlarda veya dergi röportajlarında, dünyaya bir daha
gelseler yine aynı hayatı yaşamak istediklerini söyleyen ünlü kişilere şaşıp kalıyorum.
Böyle bir akılsızlık, beni hayrete düşürüyor. Yeniden yapabilme fırsatımın olmasını
isteyebileceğim pek çok şey var. Şimdi bile, ikinci şansımda da aynı akılsızlığı yapma
olasılığım var ama yine de şansımı denemek isterdim.
Günahlarım bana mutsuzluk getirmedi. Ancak günahlarım, bana zevk verdi.
Zevkten hoşlanırım. Zevk ilgimi fazlasıyla çekmeye devam ediyor. Zevk, büyük bir
eğlence olabilir. Tüm zevkler günah değildir. Doğrulukta bulunmak daha büyük zevk
verir. Ancak yine bir fark var. Günah zevkli olabilir fakat asla mutluluk getirmez.
Artık madem tüm bunları anlıyorum, o zaman neden hep günaha
ayartılıyorum? Mutluluk ile zevk arasındaki farkı bilen kişinin, mutluluğu, zevk ile
takas etmeye devam etmesi aptalca görünüyor. Bir kişinin, kendisinden mutluluğunu
çalacağını bildiği şeyi yapması son derece aptalcadır. Ancak yapıyoruz. Günahın
gizemi, sadece kötü ve yıkıcı olması değil, aynı zamanda büsbütün aptalca olmasıdır.
Yıllarca sigara içtim. Kaç kişi olduğunu tam olarak saymadım, fakat
tahminimce yüzlerce kişi, dikkatimi, sigara içmemin benim için iyi bir şey olmadığı
gerçeğine çekmeye çalıştı. Sadece bana, olacakları hatırlatıyor, Amerika‟daki her
sigara içenin bildiği şeyleri söylüyorlardı. Hıristiyan olmadan önce sigara içmenin
bana zarar verdiğini biliyordum. Sağlık Bakanlığının,sigara paketinin üzerine
uyarısını koyduğunu biliyordum. İçtiğim ilk sigaradan itibaren bunu biliyordum. Yine
de sigara içmeye devam ettim. Halis delilik. İşte günah budur.
Hiç, beyniniz size yanlış olduğunu söylediği halde, yapmaya devam ettiğiniz
bir şey oldu mu? Eğer hayır diyorsanız, ya yalan söylüyorsunuz, ya kendinizi
kandırıyorsunuz, ya da dünyanın kurtarıcısı olmaya hak kazanmışsınızdır. Hepimiz
bu tuzağa düşüyoruz. Yapmamız gerekeni bildiğimiz şeyler yerine, yapmak
istediğimiz şeyleri yapıyoruz. Şüphesiz biz de Pavlus gibi yakarıyoruz “Ben ne zavallı
bir adamım, beni bu ölümlü bedenden kim kurtaracak?”
Sorunumuz, kutsal olmaya çağrılmamız ve kutsal olmadığımızdır. Aynı soru
tekrar karşımıza çıkıyor, eğer kutsal değilsek neden Kutsal Kitap bizlere “azizler”
diyor?
Kutsal Kitap‟ın bizlere “kutsal olanlar” diye adlandırmasının iki sebebi var:
İlk olarak, bizler kutsalız çünkü Tanrı için kutsal kılındık. Ayrıldık. “Değişik” bir
yaşama çağrıldık. Hıristiyan hayatı, uyum göstermeyen bir hayattır. Bu uyumsuzluk
düşüncesi Romalılar‟da açıklanıyor:
Bunun için ey kardeşler, Tanrı‟nın merhameti uğruna size yalvarırım: kendinizi
Tanrı‟ya diri, kutsal ve O‟nu hoşnut eden bir kurban olarak sunun. Ruhsal
tapınmanız budur. Bu çağın gidişine uymayın; Tanrı‟nın iyi, beğenilir ve yetkin
isteğinin ne olduğunu ayırt edebilmek için düşüncenizin yenilenmesiyle değişin.
(Romalılar 12:1-2)
Eski Antlaşma‟da tapınma, Tanrı‟ya sunulan kurban sunularıyla birlikte
sunağın etrafında yoğunlaşıyordu. Kurban edilen hayvanların ve çeşitli tahıl
ürünlerinin çoğu, günah sunusunu oluşturuyordu. Hayvan kurbanlarının, tek başına
günahın borcunu ödemeye güçleri yoktu. Bu kurbanlar, çarmıhta kurban edilecek tek
büyük kurbanı işaret eden simgeydiler. Mükemmel Kuzu boğazlandıktan sonra,
kurban sunuları sona erdi. Hıristiyan kiliselerinin artık, böyle hayvan kurban
etmesine gerek yok çünkü bu tür kurbanlara ihtiyacı yok. Artık hayvan kurbanı
sunmak, Mesih‟in sunduğu kurbanın mükemmelliğine leke sürer.
Hayvanların kurban edildiği günler bittiği için, birçok kişi Tanrı‟ya sunulan
kurbanların Tanrı‟nın midesini bulandırdığını söylüyor. Bu gerçekten doğru değildir.
İşte elçi Pavlus bizleri, yeni bir tür kurbana, bedenlerimizi diri kurbanlar olarak
sunmaya çağırıyor. Tanrı‟ya tahılımızı ya da hayvanlarımızı değil, kendimizi
vermeliyiz. Bu yeni kurban bir kefaret için değildir. Bir günah sunusu da değildir.
Tanrı‟ya bedenlerimizi kurban etmek, bir şükran sunusudur. Pavlus‟un bunun için
sözcüğünün ardından, bu sunudan bahsediliyor.
Kutsal Yazılar‟ın bir metninde, bunun için sözcüğünü gördüğümüz zaman,
anında, bir sonuçla karşılaşacağımıza dair tetikte bekleriz. Bunun için sözcüğü,
kendisinden önce söylenenler ile varılmak üzere olan sonucu birbirine bağlar.
Romalılar‟ın 12. bölümündeki “bunun için” sözcüğü, Pavlus‟un daha önceki
bölümlerde, Mesih‟in bizim yerimize yaptığı kurtarma işini detaylı bir şekilde
anlatırken ortaya koyduklarına geri götürüyor. Bizi, Mesih‟in işinden
çıkarabileceğimiz tek doğru sonuca götürüyor. Mesih‟in bizim yerimize elde ettiği
görkemli aklanmanın ışığında, varabileceğimiz tek mantıklı sonuç, bizlerin yürürken,
nefes alırken tamamen diri kurbanlar olarak kendimizi Tanrı‟ya vermemiz
gerektiğidir.
Diri bir kurban neye benzer? Pavlus ilk olarak uymama terimiyle bunu
tanımlıyor. “Bu çağın gidişine uymayın.” İşte bu nokta, birçok Hıristiyan‟ın yoldan
saptığı noktadır. Bu dünyaya uymayanlar olmamız gerektiği gayet açıktır. Ancak tam
olarak ne tür bir uymamazlık istendiğini anlamak zordur. Uymamazlık güç bir
sorundur ve kolayca yüzeysel bir duruma indirgenebilir.
Uymama sorununun, Hıristiyanlar tarafından çok basit seviyede ele alınması
bir faciadır. Bu dünyaya uymayan birisi olmanın en basit yolu, kültürümüzde ne
moda ise, ona zıt olanı yapmaktır. Eğer kısa saç moda ise, uymayan birisi saç uzatır.
Eğer sinemaya gitmek rağbette ise, Hıristiyanlar, “dünyasal” diye kabul ettikleri
sinemalardan uzak dururlar. Bunun en uç örneği ise, oldukça dünyasal diye, elbise
düğmesi kullanmayı veya elektrik kullanmayı reddeden mezheplerde görülebilir.
Bu dünyaya uymamanın yüzeysel şekli, tipik bir ferisi tuzağıdır. Tanrı‟nın
Egemenliği, düğmeler, sinemalar veya danslarla ilgili değildir. Tanrı‟nın endişesi, ne
içtiğimiz ya da ne yediğimize odaklanmamıştır. Bu dünyaya uymama çağrısı, dışa
yönelik uygulamaların ötesinde olan, daha derin bir doğruluk seviyesine çağrıdır.
Eğer inanca bağlılık, sadece dışa yönelik uygulamalar ile tanımlanırsa, Pavlus‟un
öğretişindeki tüm önem kaybolmuş olur. Bir yolunu bulup, İsa‟nın, insanı kirleten
şeyin ağızdan giren değil çıkan şey olduğunu bildiren sözlerini duyduğumuzu hepimiz
inkar ediyoruz. Hala daha, Tanrı‟nın Egemenliğini yeme içme sorunu yapmak
istiyoruz.
Neden bu tür çarpıklıklar, Hıristiyan çevrelerde yayılmış durumda?
Verebileceğim tek yanıt, bunun sebebinin günah olduğudur. İnancımıza olan
bağlılığımızın belirtileri, inanca saygısızlığımızın kanıtı olabilir. Önemsiz şeylere
önem verirsek ve değersiz olanı orantısız bir şekilde şişirirsek, Ferisileri taklit etmiş
oluruz. Dans etmeyi ve sinemaya gitmeyi, ruhsallık sınavı olarak kabul edersek,
gerçek olanın yerine ucuz bir manevi değeri geçirme suçunu işlemiş oluruz. Bizler bu
tür şeyleri, doğruluğun daha derin meselelerini gizlemek için yaparız. Bir kimse dans
etmekten ya da sinemaya gitmekten uzak durabilir. Bunlar, büyük bir manevi
yüreklilik gerektirmezler. Zor olan ise dili denetlemek, doğrulukla hareket etmek ve
Ruh‟un meyvelerini sergilemektir.
Hayatım boyunca, göz dikmek konusu üzerine bir tek vaaz dinlemedim.
Viski‟nin kötü yanları üzerine pek çok vaaz dinledim fakat göz dikmenin kötü yanları
üzerine hiç vaaz dinlemedim. Garip. Emin olun, Kutsal Kitap, sarhoşluğun günah
olduğunu bildiriyor fakat asla önem açısından ilk 10‟a sokmuyor. Göz dikme yasağı,
On Emir‟den bir tanesidir! Gerçekten dünyaya uyum sağlamayan kişi, göz dikmeyi,
dedikoduyu, iftira etmeyi, nefret etmeyi ve kötülük beslemeyi bırakan, Ruh‟un
meyvelerini vermeye başlayan kişidir.
İsa, akıllarını dışa yönelik sorunlarla meşgul ettikleri için Ferisileri
azarlamıştı:
“Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve
kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa‟nın daha önemli yönleri olan adalet,
merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden esas bunları
yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayırır, ama
deveyi yutarsınız!” (Matta 23:23-24)
İsa, din bilginlerini ve Ferisileri, ağır sorunları ihmal edip küçük sorunlar
üzerinde fazla durdukları için azarladı. İsa bu konuyu ya/veya sorunu olarak değil,
hem/ve sorunu olarak görüyordu. Ondalıkların verilmesi gerekiyordu fakat adalet,
merhamet ve bağlılık konularına gösterilecek büyük ilginin yerine geçmemeliydi.
Ferisiler, dışa yönelik, harici, görünen dindarlığa önem veriyor fakat daha yüce ruhsal
konulara önem vermiyordu.
Bir kimse, bu dünyaya uyum sağlamamak olsun diye bu dünyaya uyum
sağlamayan bir kişi olabilir. Tekrar vurgulamak istiyorum ki, bu ucuz bir dindarlıktır.
Asıl çağrımız, uyum sağlamamanın ötesinde değişmektir. İngilizce‟de conform (uyum
sağlama) ile transform (değişme) kelimelerinin aynı köke, form (biçim) köküne
sahip olmaları dikkatimizi çekiyor. Bu iki kelime arasındaki tek fark ön ekleridir. Con
ön eki, “ile” anlamına gelir. O zaman “to conform” (uyum sağlamak), “yapılar veya
biçimler ile” anlamına gelmektedir. Amerikan kültürüne göre, bir conformist (uyum
sağlayan), “ile birlikte” olan kişidir. Bir nononformist (uyum sağlamayan) ise “dışında
kalan” kişi olarak kabul edilebilir. Eğer bir Hıristiyan‟ın hedefi “dışında kalmak” ise,
korkarım hepimiz bunu başarıyoruz.
Trans ön eki ise “öbür tarafında” veya “ötesinde” anlamına geliyor. “To be
transformed” (değiştirilmek) dediğimizde, bu dünyanın yapılarının ve biçimlerinin
üzerine çıkmayı kastetmiş oluyoruz. Bizler, bu dünyanın yönlendirişini takip
etmemeliyiz, bu yönlendirilişten ayrılıp onun üzerine, daha yüksekteki bir çağrıya ve
biçime yükselmeliyiz. Bu çağrı, “onsuzluk” şapşallığına değil, üstün bir
mükemmelliğe çağrıdır. Kendisini diri bir kurban olarak sunan ve tapınmasını da bu
şekilde yapan bir Hıristiyan, yüksek ölçüde terbiyeye sahip birisidir. Doğruluğun
yüzeysel biçimiyle hoşnut olmaz. Bir “aziz”, Tanrı‟nın egemenliğini özenle takip
etmeye çağrılmıştır. Ruhsal anlayışında derinleşmeye çağrılmıştır.
Pavlus‟un, değişmiş bir yaşam için altını çizdiği ana yöntem “düşüncede
yenilenmek”ten geçiyor. Bu da, ne az ne de fazla eğitim demek oluyor. Ciddi bir
eğitim. Derin bir eğitim. Tanrı‟ya ait olan şeyler üzerinde, terbiye eden bir eğitim. Bu
eğitim, Tanrı Sözü‟nün hakimiyetini gerektirir. Bizler, düşüncelerinin değişmesiyle
yaşamları değişen kişiler olmalıyız.
Gerçek değişim, Tanrı, insan ve dünya kavramları üzerinde yeni bir anlayış
kazanmakla gelir. En sonunda, Mesih‟in görüntüsüne benzer olacağız. İsa gibi
olmalıyız, fakat ölümsüzlüğü kazanabiliriz anlamında değil. Bizler tanrısal insanlar
değiliz. Ancak insan varlığımız, İsa‟nın mükemmel insani varlığını yansıtmalı ve buna
ayna tutulmalıdır. Büyük bir buyruk!
İsa‟ya benzer olmak için, öncelikle İsa gibi düşünmeye başlamalıyız.
“Mesih‟in aklına” ihtiyacımız var. O‟nun değer verdiği şeylere değer vermemiz, hor
gördüğü şeyleri hor görmemiz gerekiyor. O‟nun öncelik tanıdığı şeylere biz de öncelik
tanımalıyız. O‟nun önemli gördüğü şeyleri biz de önemli olarak görmeliyiz.
Bunlar, Tanrı Sözü‟nün hakimiyeti olmadan olmaz. Ruhsal büyümenin
anahtarı, ciddi bir seviyede kurban edilmeyi gerektiren, derin bir Hıristiyan
eğitimidir.
Aldığımız mükemmellik çağrısı budur. Bizlerin dışında kalan dünya gibi
olmamalı, yüzeysel bir Tanrı anlayışıyla yaşamlarımızı sürdürmeye yetinmemeliyiz.
Ruhsal sütle memnun olmayıp ruhsal et yemeye özlem duyma konusunda
büyümeliyiz.
Aziz olmak demek, ayrılmış olmak demektir. Elbette, bundan daha fazlası da
demektir. Bir aziz, hayati bir işlem olan kutsal kılınma işlemi içinde olan birisi
olmalıdır. Günbegün kutsallığın ardından daha fazla giderek temizlenmeliyiz.
Aklanmışsak, kutsal da kılınmalıyız.
Bir seferinde bir üniversite sınıfına teoloji dersi veriyordum. Bir öğrenciye
döndüm ve bir soru sordum. Öğrencinin verdiği yanıt, sınıfı kahkahaya boğdu.
Öğrencinin komik yanıtının alay konusu olmuştum. “Sorunuzun yanıtı bilmiyorum,
fakat eminim ki bunun için Latince bir deyiminiz vardır!” demişti. Öğrencilerim,
Latin deyimlerle öğretişleri açıklama zevkimle dalga geçmeyi seviyorlar.
Bazen Latince deyimler kullanmam gerekiyor. Ağızdan çıkarken kulağa
oldukça hoş ve anlamlı geliyorlar. Bu Latince deyimlerden en azından bir tanesini bile
kullanmadan bir kitap bile yazamam. İşte bir tane geliyor: Bu kitap için kullanacağım
Latince deyimimi, Martin Luther‟den ödünç aldım. Luther bu deyimi, aklanmış
günahkarların durumuna dikkat çekmek için kullanıyordu. Simul Justus et peccator.
Enfes bir deyim! En sevdiğim deyimlerden biri. Şimdi yapmamız gereken, bu
deyimin ne anlama geldiğini düşünmek. Kelime kelime bakalım: Simul - bu Latince
kelimenin anlamı “aynı anda ve bir seferde”dir. Justus - doğru anlamına gelir ve
adalet kelimesiyle aynı köke sahiptir. Et - babaannem bu kelimenin, yemek fiilinin
geçmiş zamanı olduğunu öğretmişti! Aslında et, “ve” anlamına gelen Latince bir
kelimedir. Julius Sezar‟ın hançerlendiğinde söylediği son sözleri hatırlıyoruz. Pompey
büstünün dibinde yere düşmeden önce Brütüs‟e bakıp acı içinde, “Et tu, Brute?” (Sen
de mi Brütüs?) diye haykırmıştı. Peccator - günahkar anlamına gelen bir Latince
kelimedir. Öyleyse hepsini bir araya getirelim ve ne bulduğumuza bir bakalım: Simul
Justıs et peccator - “aynı anda hem doğru hem günahkar”. İşte aziz kişi budur, aynı
anda hem doğru hem de günahkar olan kişidir.
Bir azizin günahkarlığının devam ettiği gayet açıktır. O zaman bir aziz nasıl
doğru olabilir? Bir aziz, doğru kişidir çünkü aklanmıştır. Kendisi veya kendi başına,
doğru bir kişi değildir. Mesih‟in doğruluğu aracılığıyla Tanrı‟nın gözünde doğru
kılınmıştır. İşte imanla aklanma denilen şey budur. Kendi kurtuluşumuz için Mesih‟e
ve sadece Mesih‟e güvenirsek, Tanrı da hesabımıza, İsa‟nın tüm doğruluğunu havale
eder. O‟na inandığımızda O‟nun doğruluğu bizim doğruluğumuz olur. Bu yasal bir
işlemdir. Doğruluk havalesi, gerçek bir mülk takasının olmadığı bir hesap havalesi
gibidir. Tanrı, ben günahkar olmaya devam ederken hesabıma İsa‟nın doğruluğunu
yatırır.
Tüm bunlar kulağa, bir düzenbazlık gibi, Tanrı yasal oyunlar oynuyormuş
gibi geliyor. Bizler, kendimiz ve kendi başımıza doğru olmadığımız halde, Tanrı bizi
doğru sayıyor. İşte müjde budur! İşte iyi haber budur, adil ve kutsal olan bir Tanrı‟nın
yargı tahtının önünde, mükemmel bir doğruluk hesabına sahip olabiliriz. İmanla
bizlere geçen doğruluk, Mesih‟in doğruluğudur. Bu, ne bir düzenbazlık ne de bir
oyundur. İşlem gerçektir. Tanrı‟nın bildirisi ciddidir. Mesih‟in doğruluğu geçekten de
hesabımıza yatırılır. Tanrı bizi doğru görüyor, çünkü İsa‟nın doğruluğuyla örtündük
ve bu doğruluğu giyindik. Bu, sadece İsa‟nın ölerek günahlarımızın cezasını ödemiş
olması değildir. O‟nun yaşamı da ölümü kadar bizim için önemlidir. Sadece
günahlarımız, borçlarımız ve kusurlarımız, Mesih tarafından alınmadı, aynı zamanda
O‟nun itaatkarlığı, serveti ve değeri de bizlere verildi. Doğru olmayan bir kişinin,
doğru ve kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda durabilmesinin tek yolu budur.
Doğruluğun aktarılması kavramı çok tehlikelidir. Çok kolay karıştırılabilir ve
ciddi bir şekilde kötüye kullanılabilir. Bazıları, bir kişi eğer Mesih‟e inanıyorsa, o
zaman yaşamının değişip değişmemesi hakkında hiç endişe etmemesi gerektiğini
düşünüyor. İmanla aklanma, günah işlemeye bir izin olarak görülebilir. Eğer Mesih‟in
doğruluğuna sahipsek, neden o zaman günahkar hayatlarımızın değişmesi için endişe
ediyoruz? İyi işlerimiz bizi cennete götüremiyorsa, neden hep kaygı duyuyoruz? Bu
tür sorular asla, gerçekten aklanmış kişilerin ağızlarından çıkmaz.
Luther cesaretle, sadece imanla aklanma öğretişini beyan ettiğinde, şöyle
dedi, “Aklanma sadece imanla olur fakat sade bir imanla değil.” Yakup da bunu daha
önceleri değişik bir yolla söylemişti. “Eylemsiz iman ölüdür.” Gerçek bir iman, ya da
kurtaran iman, Luther‟in fides viva (Pardon yine yaptım), “yaşayan iman” diye
adlandırdığı imandır. Bu iman, anında tövbe ve doğruluk meyveleri veren bir
imandır. Eğer birisi imanı olduğunu söylüyorsa ve imanı eylemsiz ise, bu durum,
kişinin imanının gerçek olmadığının açık bir kanıtıdır. Gerçek iman, her zaman,
Mesih‟e gerçek bir uyum sağlar. Eğer bir kişi aklanırsa, kesinlikle, bunu kutsal
kılınma takip eder. Kutsal kılınmanın olmaması, aklanmanın asla olmadığı anlamına
gelir.
İman ettiğimiz an, anında aklanırız. Tanrı bizi doğru kılmadan önce, bizden
iyi işler beklemez. Tanrı bizi doğru kıldığı sırada, bizler günahkarızdır.
Bir günahkarın, paklaşması için ne kadar zaman gerekir? Sorunun yanıtı
hiçtir. Aklanmamız ile kutsal kılınmamızın başlaması arasında zaman farkı yoktur.
Ancak aklanmamız ile kutsal kılınmamızın tamamlanması arasında büyük bir zaman
aralığı vardır.
Luther bunu açıklamak için basit bir benzetme kullanıyordu. Ölümcül bir
hastalığa yakalanmış bir hastanın durumunu tarif ediyordu. Doktor, adamı kesinlikle
iyilileştirecek ilaca sahip olduğunu söyler. Doktor, hastaya, ilacı aldığı an iyi olacağını
söyler. O an hasta, hala hastadır ancak ilaç hastanın ağzından geçip vücuduna
girdiğinde hasta iyileşmeye başlar. Aklanmamız da böyle olur. Gerçekten inanmaya
başladığımızda, o an iyileşmeye başlarız; kutsal ve pak olma işlemi devam etmektedir
ve ilerde tamamlanacağı kesindir.
Bir Hıristiyan‟ın büyüme hedefi, doğrulukta başarılı olmaktır. Bugün
Hıristiyan dünyasında böyle bir ifade, kulağa radikal gelebilir. Hıristiyanlar, doğruluk
üzerinde çok zor konuşurlar. Kelime neredeyse bir küfür haline gelmiştir. Doğruluk
kelimesine yakın, bir başka kelime kullanmak tercih ediliyor. Bir öğrencinin, bir kilise
üyesinin ya da başka birinin bana gelip de, “Nasıl doğru olabilirim?” diye sorduğunu
hiç görmedim.
Birçok kişi, ahlaklı, manevi, ruhsal veya dindar olma konusunda bana bir
şeyler söylemiştir. Ancak kimse doğru olmak hakkında konuşmak istemiyor gibi
görünüyor. Belki de bunun nedeni, kendi başımıza doğru olmanın bir günah
olduğunu düşünmemizdir. Doğru kelimesi, birazcık Ferisiliğe ait gibi geliyor. Doğru
olmak hakkında konuşmak yerine, ruhsal olmak hakkında konuşmak, kulağa daha
ruhsal geliyor.
Ruhsal olmanın tek bir gerçek amacı vardır. Ruhsal olmak amaç değil,
araçtır. Tüm ruhsal uygulamaların amacı, doğruluğu hedeflemelidir. Tanrı, bizi kutsal
olmaya çağırdı. Mesih, Hıristiyan yaşamının öncelik sırasını belirledi: “Siz öncelikle,
O‟nun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size tüm bunlar
verilecektir.” Hedef, doğruluktur.
Doğruluğun ardından gitme konusunda ilerleyip ilerlemediğimizi nasıl
bilebiliriz? Kutsal olma çağrımızda gerçekten ilerleme kaydedip kaydetmediğimizi
nasıl bilebiliriz? Kutsal Kitap bu sorulara ışık tutuyor. Doğru kişi, meyveleriyle
tanınır. Doğru kişi, Kutsal Ruh‟un kutsal kılan gücüyle o kişide ve o kişi üzerinde
çalışmasıyla kutsal kılınmış bir kişidir. Kutsal Ruh, kutsallığın ne olduğunu bilir.
Kutsal Ruh, adını sadece Kutsal olduğu için değil, bizlerde kutsallık sergilemek üzere
çalıştığı için de almıştır.
Doğruluğun meyveleri, Kutsal Ruh aracılığıyla bizlerde gelişen meyvelerdir.
Eğer kutsal olmak istiyorsak, eğer doğruluğa gerçekten acıkmışsak, o zaman tüm
dikkatimizi Kutsal Ruh‟un Meyvelerine vermeliyiz.
Kutsal Ruh‟un meyvelerinin, günahkar doğamızın meyveleriyle tamamen zıt
olduğu belirtilmektedir:
Benliğin işleri açıktır. Bunlar cinsel ahlaksızlık, pislik, sefahat, putperestlik,
büyücülük, düşmanlık, çekişme, kıskançlık, öfke, bencil tutkular, ayrılıklar,
bölünmeler, çekememezlik, sarhoşluk, çılgınca eğlenceler ve benzeri şeylerdir. Sizi
daha önce uyardığım gibi yine uyarıyorum, böyle davrananlar Tanrı'nın
Egemenliğini miras alamayacaklar. (Galatyalılar 5:19-21)
Bu bölümde Pavlus, Tanrı‟nın Egemenliği‟ne dair İsa‟nın daha önce yaptığı
uyarıyı tekrar ediyor. Yukarıda bahsedilen şekillerde tanımlı yaşamlara sahip
insanlar, Tanrı‟nın Egemenliği‟ni miras alamayacaklar. Bu, her işlediğimiz günahın,
cennete gitme hakkını kaybetmemize neden olduğu anlamına gelmiyor. Pavlus, ismi
geçen günahlarla sürekli ve istikrarlı bir biçimde nitelenen bir yaşam tarzından
bahsediyor. Burada, hem içe, hem dışa yönelik günahlardan bahsedilmesi dikkatimizi
çekiyor. Hem bedenin işlediği hem de yüreğin işlediği günahlar ele alınıyor.
Sıralanan bu günahlar, büyük ve bağışlanamaz günahlar olarak
tanımlanabilir. Yeni Antlaşma, günahların derecesini kabul ediyor. Bazı günahlar
diğerlerinden daha kötüdür. Bu önemli nokta, Hıristiyanlar tarafından çoğunlukla
görmezden gelinir. Protestanlar, özellikle günahın dereceleri veya mertebeleri
kavramı ile mücadele ederler. Bu, kısmen, Roma Katolik fikri olan, ölümcül ve
bağışlanabilir olmak üzere iki tür günah vardır fikrine bir tepkidir. Roma, bazı
günahlara “ölümcül” diyor çünkü bu günahlar o kadar ciddidir ki ruhumuzdaki lütfu
öldürür. Daha küçük günahlar “bağışlanabilir” diye adlandırıyorlar, bu günahlar ise
kurtaran lütfu yok edemiyorlar.
Bizler, günahın günah olduğunu ve hiçbir günahın bir diğerinden daha büyük
olmadığını düşünmeye yöneliyoruz. İsa‟nın Dağdaki Konuşmasında, bir kadına
şehvetle bakmanın, bir zina suçu olduğu konusundaki öğretişini düşünüyoruz. Kutsal
Kitap‟ın, yasanın bir noktasında karşı günah işlediğimizde tüm yasaya karşı günah
işlemiş olduğumuzu öğrettiğini biliyoruz. Bu iki öğretiş, günahın dereceleri
konusunda kolayca kafamızı karıştırabilir.
İsa, bir kadına şehvetle bakmanın zina ile ilgili yasayı bozduğunu söylerken,
şehvetle bakmanın, tamamen zina etmek kadar kötü olduğunu söylüyor veya
vurguluyor değildi. O‟nun işaret ettiği şey, zina ile ilgili yasanın içeriğinin, gerçekten
zina etmekten daha fazlasını yasakladığı idi. Buyruğun geniş bir uygulama alanı
vardır. Ferisiler, gerçek anlamda zina etmedikleri için bu buyruğun karşısında
günahsız olduklarını düşünüyorlardı. Gerçek anlamda adam öldürmekten
kaçınmakla, öldürmeyi yasaklayan yasayı yerine getirdiklerini zannediyorlardı.
Öldürmeyi yasaklayan yasanın geniş anlamı üzerinde, haksız öfkenin ve nefretin de
yer aldığını göremiyorlardı.
İsa, nefretin başka birisinin yaşamına karşı günah işlemek olduğunu öğretti.
Nefret, insanları bozar. Gerçekten adam öldürmek kadar ciddi olmasa da, yine de bir
günahtır. İşlenen en küçük günah, tüm yasaya karşı bir günahtır. Yasa, bizler için
kutsallık ölçüsüdür. Bu ölçüye karşı işlediğimiz en küçük günahta bile, kutsallık
çağrısını bozmuş oluruz. Tekrar söylüyorum, bu, her bir günahın bir diğer günahla
aynı derecede kötü olduğu anlamına gelmez. İsa tekrar tekrar, suçları diğerlerine
oranla daha büyük olan kişilerin, cehennemdeki cezalarının derecesinden bahsetti.
Günahın dereceleri düşüncesini aklımızda tutmamız önemlidir, çünkü bu
sayede günah ile büyük günah arasındaki farkı anlarız. Tekrarlıyorum tüm
günahlarımızın bağışlanması gerekir. Tüm günahlarımız, Tanrı‟ya karşı ihanetimizin
göstergesidir. “Büyük” günahlarımız için olduğu kadar “küçük” günahlarımız için de
bir Kurtarıcı‟ya ihtiyacımız var. Ancak bazı günahlar diğerlerine göre daha önemlidir
ve küçük günahları büyütmek gibi bir ferisi tuzağına düşmemek için bu önemli
günahların ne olduklarını belirlememiz gerekir.
Toplumumuzdaki fazla kilo sorununa verilen önemi düşünün. Amerika‟da
her sene, diyet için milyonlarca dolar harcanıyor. Kilomuzu denetim altında tutmak
için, bazı harika sebepler var. Obezliğin büyük bir sağlık sorunu olduğunu biliyoruz.
Oburluğun da günah olduğunu biliyoruz. Kutsal Ruh‟un tapınağını yiyeceklerle
doldurmaya ve genişletmeye eğilim gösteriyoruz. Ulusça, kozmetik ürünlerine
gösterdiğimiz ilgi kadar, sağlığımız veya oburluğumuz için zayıflığa ilgi
göstermiyoruz. Hoş görünmek için zayıflamak istiyoruz. Bunda bir yanlışlık yok.
Ancak zayıflık, kutsallık için bulabileceğimiz en üstün değer değildir. İnsanlar beni,
aşırı kilosundan ötürü incitmez. İnsanlar bana iftirada bulundukları zaman beni
incitirler. İftira sorununu denetlemek için çok az para harcıyoruz. Belki de bazı şeyleri
denetlemek, kilo sorunumu denetlemekten daha zordur. Bazıları iştahını denetleme
sorunuyla baş edebilir. Hiç kimse dilini denetleme sorunuyla baş edemez.
Şimdiye kadar tanıdıklarınız arasında Tanrı‟ya en yakın gördüğümüz kişileri
düşünün. Bu kişiler kilolarını, sizde hayranlık uyandıran Tanrı‟ya bağlılıklarına ne
kadar dahil ediyorlar? Acımasız bir dile sahip kaç kişiyi, Tanrı adamı olarak
gördünüz?
Ruh‟un meyveleri, benliğin işlerinin tamamen karşısında durmaktadır.
Ruh‟un meyveleri, Tanrı‟ya bağlı kişilerde gördüğümüz erdemlerdir. Pavlus‟un
bahsettiği meyvelere bakın:
Ruh‟un meyvesi ise sevgi, sevinç, esenlik, sabır, şefkat, iyilik, bağlılık, yumuşak
huyluluk ve özdenetimdir. (Galatyalılar 5:22)
Bunlar, kişinin kutsallıkta büyüdüğünün işaretidir. Bu erdemleri ekip
biçmeye çağrıldık. Ruh‟un meyvelerini vermek için, Ruh‟un meyvelerini
uygulamalıyız. Kutsal Ruh, meyveleri verme konusunda bize yardım etmeye çalışır
fakat bu meyveleri vermek için tüm gücümüzle gayret etmeye çağrıldık.
Pavlus, Ruh‟un meyveleri diye verdiği listeyle bizlere, kutsal kılınmanın bir
reçetesini veriyor. Hepimiz on adımda bir şeyler öğrenmeyi seviyoruz. Kutsal olmak
için kolay diye bir şey olmaz. Ancak Kutsal Kitap, kutsallığın nasıl olması gerektiğini
bilmemiz konusunda bize kolaylık sağlıyor. Ruh‟un Meyveleri, işte odaklanmamız
gereken yer budur. Pavlus bunu, bizim için basit hale indiriyor. Pavlus, Ruh‟un
Meyvelerinden oluşan bu erdemler listesine şu sözlerle devam ediyor:
Bu tür nitelikleri yasaklayan yasa yoktur. Mesih İsa‟ya ait olanlar, doğal benliği,
tutku ve arzularıyla birlikte çarmıha germişlerdir. Ruh sayesinde yaşıyorsak,
Ruh‟un izinde yürüyelim. Boş yere övünen, birbirlerine meydan okuyan, birbirlerini
kıskanan kişiler olmayalım. (Galatyalılar 5:23-26)
DOKUNZUNCU BÖLÜM
ÖFKELİ GÜNAHKARLARIN
ELLERİNDEKİ TANRI
Cehennem sözünü duyan
dünyasal insanların hemen hemen hepsi,
oradan kurtulacağını düşünerek
kendisiyle gurur duyar.
JONATHAN EDWARDS
Amerika‟da vaaz edilen en ünlü vaaz, belki de Jonathan Edwards‟ın “Öfkeli
Tanrı‟nın Elindeki Günahkarlar” adlı vaazıdır. Vaaz sadece, birçok kez vaaz
kataloglarında basılmakla kalmadı, aynı zamanda eski Amerikan edebiyatının
antolojilerinde de yer aldı. Vaazda, yüreği değişmemiş kişinin cehennem tehdidi
altındaki tehlikeli durumu o kadar korkunç bir şekilde betimlenmiştir ki, bazı çağdaş
analizciler bunu son derece zalimane bulunmaktadır.
Edwards‟ın vaazı, ilahi öfkenin kızgınlığını ve cehennemdeki günahkarların
amansız cezasının dehşetini anlatan, şekilsel ifadelerle doludur. Bu tür vaazlar,
günümüzde modası geçmiş olarak görülüyor ve pek tat vermediği, eskiden öğretilen
teolojiye dayandığı düşünülüyor. Tanrı‟nın tövbe etmeyen yüreklere yönlendirdiği
kızgın öfkesini ele alan vaazlar, yerel kilisenin çağdaş toplantı havasına pek uymuyor.
Gotik kemerler, boyalı camlar, ruhu kedere sokan vaazlar kalmamış artık. Ait
olduğumuz nesil, kendi başına düzelmeye önem veren ve günahı hoşgörüyle
karşılayan, iyimser bir nesildir.
Düşüncelerimiz şu noktaya kayıyor: Eğer bir Tanrı varsa, kesinlikle kutsal
değildir. Şayet eğer kutsal ise, adil değildir. Aynı anda kutsal ve adil olsa bile,
korkmamıza gerek yoktur çünkü O‟nun sevgisi ve merhameti, Kendi kutsal adaletini
çiğneyecektir. Eğer Tanrı‟nın kutsal ve adil kişiliğine katlanabilirsek, bir konuda rahat
olabiliriz: Tanrı öfke sahibi olamaz.
Eğer bir beş dakika ciddiyetle düşünürsek, hatamızı göreceğiz. Eğer Tanrı
daima kutsal ise, eğer Tanrı‟nın karakterinde bir gram adalet varsa, eğer gerçekten de
Tanrı, Tanrı olarak varsa, o zaman bize kızmasın da ne yapsın? O‟nun kutsallığına
saldırıda bulunuyoruz, adaletine hakaret ediyoruz, lütfunu hafife alıyoruz. Tüm
bunların Tanrı‟yı hoşnut etmesi oldukça zor.
Edwards, Tanrı‟nın kutsallığının doğasını anlamıştı. Kutsal olmayan bir
insanın böyle bir Tanrı‟dan korkmak için birçok nedeni olduğunu anlamıştı.
Edwards‟ın, ürkütücü bir teolojiyi aklamaya ihtiyacı yoktu. Edwards‟ı yiyip bitiren
ihtiyacı, bu teolojiyi canla, başla, ikna edici bir şekilde ve kuvvetle paylaşmaktı.
İnsanları korkutmak gibi zalimce bir zevkle değil fakat acımasızca paylaştı. Tanrı‟nın
öfkesiyle karşılaşmanın getirdiği korkunç sonuçlar hakkında uyarılarda bulunacak
kadar topluluğunu seviyordu. Topluluğundaki kişileri, bir suç yolculuğuna çıkartmayı
değil, eğer yürekleri değişmezse başlarına gelecek tehlikeden onları haberdar etmeyi
istiyordu.
atalım:
Edwards‟ın vaazının tadına bakmak için, vaazın küçük bir bölümüne göz
Sizi cehennem çukurunun üzerinde tutan Tanrı, sanki elinde örümcek veya iğrenç
bir böcek varmış gibi sizden iğreniyor ve sizi izliyor. Size olan öfkesi, alev alev
yanıyor. Sizi değersiz ve ateşe atılmayı hak edenler olarak görüyor. O‟nun gözleri
saftır ancak sizi görmeye tahammül ediyor. Sizler O‟nun gözünde, en iğrenç zehirli
yılandan on bin kat daha mide bulandırıcısınız. Asi bir inatçının efendisine
yaptığından daha fazla saldırıyı siz Tanrı‟ya yaptınız. Buna rağmen sizi ateşe
düşmemeniz için tutan O‟nun elinden başka bir şey değildir. Dün akşam cehenneme
gönderilmemiş olmanızı, gözlerinizi kapatarak uykuya dalıp ve bu sabah gözlerinizi
tekrar bu dünyada açmış olmanızı hiçbir sebebe bağlamayın. Sabah uyanana
kadar neden cehenneme atılmamış olmanıza, Tanrı‟nın elinin sizi tuttuğundan
başka bir sebep gösterilemez. Tanrı‟nın evinde oturup da günahkar huyunuzla
görkemli tapınmaya devam ederek Tanrı‟nın saf ve temiz gözlerini
sinirlendirmenize rağmen, hala daha cehenneme gitmemenizin başka bir nedeni
yoktur. Evet, birçok kez cehenneme atılmamanızın başka hiçbir açıklaması yoktur.
Sen günahkar! İçinde bulunduğun korkunç tehlikeyi düşün: Sen ve senin
gideceğin gibi, cehenneme gitmiş olanlara karşı öfkelenmiş ve kızmış olan Tanrı‟nın
elinde olduğunu ve tam altında büyük bir öfke kazanı, geniş ve dipsiz, öfke aleviyle
dolu bir çukur durduğunu düşün. İnce bir ipin ucuna asılı duruyorsun. İlahi öfkenin
alevleri parlıyor ve tuttuğun ipi yavaş yavaş yakmaya hazır. Sen ise herhangi bir
Aracıya, kendini kurtarabileceğin bir şeye, öfke alevlerinden seni uzak tutacak bir
şeye, kendine ait hiçbir şeye, bugüne kadar yaptıklarının hiçbirine,
yapabileceklerinin hiçbirine ve Tanrı‟nın senin canına kıymamasına merak
duymuyorsun. Bu noktada bir düşün.
Vaazın gidişatı acımasızca. Edwards‟ın vuruşları, topluluğundaki vicdan
azabına kapılan yüreklere birer birer iniyor. Günahkarları bulundukları tehlikeden
uyarmak için, Kutsal Kitap‟taki şekilsel anlatımı kullanıyor. Edwards, günahkarlara,
kaygan zeminlerde yürüdüklerini ve kendi ağırlıklarından ötürü her an düşebilme
tehlikesi yaşadıklarını anlatıyor. Onlara, her an kırılabilecek olan çürümüş
kalaslardan yapılmış tahta bir köprüyle, cehennem çukuru üzerinden geçtiklerini
söylüyor. Hastalık gibi olan ve gün ışığında görünmeden uçan oklardan bahsediyor.
Tanrı‟nın yayının gerili olduğu ve öfkesinin oklarının günahkarların yüreğine doğru
yönelttiğini söyleyerek günahkarları uyarıyor. Tanrı‟nın öfkesini, barajın kapaklarına
karşı ilerleyen bir su birikintisi olarak tanımlıyor. Eğer baraj yıkılırsa, günahkarlar
seller altında kalacak. Edwards kendisini dinleyenlere, cehennem ile aralarında
boşluktan başka bir şey olmadığını hatırlatıyor:
Sizin kötülüğünüz sizi kurşun gibi ağırlaştırıyor ve büyük bir ağırlık ve basınçla sizi
aşağıya yani cehenneme doğru eğiyor. Eğer Tanrı gitmenize izin verse, anında
batar ve tez biçimde dipsiz uçuruma batırılıp alçaltılırsınız. Ve artık sizin sağlıklı
yapınız, kendinize gösterdiğiniz özen ve tedbirler, kurduğunuz düzen ve
doğruluğunuz, sizi ayağa kaldırmada ve cehennemden çıkarmada, bir örümcek
ağının yuvarlanan kayayı durdurabilmesinden daha az etkili olur.
Vaazın uygulama kısmında Edwards, Tanrı‟nın öfkesinin doğasına ve
ciddiyetine büyük önem veriyor. Düşüncesinin merkezinde, kutsal bir Tanrı‟nın öfkeli
bir Tanrı da olması gerektiği yatıyor. Tanrı‟nın öfkesinde bakmaya
dayanamayacağımız bazı ana noktaları sıralıyor.
1. Bu öfke kime ait? Edwars‟ın paylaştığı öfke sınırsız bir Tanrı‟nın öfkesidir.
Edwards, konusu gereği, Tanrı‟nın öfkesi ile insanın veya kralın öfkesini kıyaslıyor.
İnsanın öfkesi biter. Bir son noktası vardır. Sınırlıdır. Tanrı‟nın öfkesi sonsuza dek
sürebilir.
2.
Tanrı‟nın öfkesi şiddetlidir. Kutsal Kitap birçok kez Tanrı‟nın öfkesini,
şiddetin bir üzüm cenderesine benzetiyor. Cehennemde ne merhamet ne de saf insaf
vardır. Tanrı‟nın öfkesi, sadece bir rahatsızlık veya ılımlı bir hoşnutsuzluk değildir.
Tanrı‟nın öfkesi, tövbe etmeyene karşı duyulan, yakıp yok eden bir öfkedir.
3. Tanrı‟nın öfkesi ebedidir. Cehennemdekilere yöneltilen Tanrı öfkesinin sonu
yoktur. Arkadaşımız diye onlara merhamet gösterseydik, cehennem çukuruna
atılacak her bir günahkarı düşündüğümüzde hüngür hüngür ağlamamız gerekirdi.
Lanetlilerin yakarışlarını beş saniye bile duymaya dayanamazdık. Tanrı‟nın öfkesiyle
bir anlığına bile karşılaşmaya dayanamayız. Bunun sonsuza dek olmasını düşünmek
daha korkunçtur. Bu tür vaazlarla uyanmak istemiyoruz. Mutlu bir şekilde uyumayı,
sakin bir uyku ile dinlenmeyi arzuluyoruz.
Bizi bekleyen facia ise şudur, Kutsal Yazılar‟ın açık uyarılarına ve İsa‟nın bu
konudaki ciddi öğretişine rağmen, günahkarların ileride cezalandırılacak olmalarına
saygı duyarak Siyon dağında huzur içinde olmaya devam ediyoruz. Eğer Tanrı‟ya
inanıyorsak, Tanrı‟nın kızgın öfkesinin bir gün döküleceği gerçeğiyle yüzleşmemiz
gerekiyor. Edwards bunu şöyle belirtiyor:
Cehennem sözünü duyan dünyasal insanların hemen hemen hepsi, oradan
kurtulacağını düşünerek kendisiyle gurur duyar; kendi güvencesi için kendisine
güvenir; yaptıklarına, yapıyor olduklarına ve yapmayı tasarladıklarına bakıp
kendisiyle övünür. Herkes, kafasındaki sorunları ortaya serer ve gelecekte olan
lanetten nasıl kaçabileceğini düşünür; kendisi için kurduğu düzenin iyi olduğunu ve
aldığı tedbirlerin başarılı olacağını düşünerek kendisiyle övünür.
Edwards‟ın vaazına nasıl tepki veriyoruz? Korku duygumuzu mu kışkırtıyor?
Bizi sinirlendiriyor mu? Kendimizi, cehennem ve ebedi ceza hakkındaki fikirleri
küçümsemekten başka bir şey yapmayan bir insan topluluğu olarak mı görüyoruz?
Tanrı‟nın öfkesini, ilkel veya ağza alınmaz bir kavram olarak mı düşünüyoruz?
Cehennem kavramı bize hakaret mi geliyor? Eğer öyleyse, tapındığımız Tanrı, kutsal
bir Tanrı değildir: o zaman, aslında tapındığımız kişi Tanrı bile olmaz. Eğer Tanrı‟nın
adaletini hor görüyorsak, Hıristiyan değilizdir. Her bir parçası, Edwards‟ın şekilsel
yolla anlattığı gibi tehlikeli olan bir durum içerisindeyiz. Eğer Tanrı‟nın öfkesinden
nefret ediyorsak, bunun nedeni, Tanrı‟nın Kendisinden nefret etmemizdir. Bu
ithamlar karşısında, ateşli bir şekilde itiraz edebiliriz fakat bu ateşimiz, sadece,
Tanrı‟ya olan düşmanlığımızı kanıtlar. Bastıra bastıra, “Hayır, nefret ettiğim kişi
Tanrı değil Edwards‟tır. Tanrı bana karşı, tamamen tatlıdır. Benim Tanrım, sevgi
Tanrısıdır.” diyebiliriz. Ancak öfkesi olmayan bir sevgi Tanrısı, Tanrı değildir. Böyle
bir Tanrı, taşlardan oyduğumuz putlara benzer.
Jonathan Edwards, “Öfkeli Tanrı‟nın Elindeki Günahkarlar” adlı vaazının
devamı niteliğinde bir başka ünlü vaazını verdi. Vaazın adını, “Doğası İtibarıyla
Tanrı‟nın Düşmanı Olan İnsanlar” koydu. Eğer Edwards‟ın bu vaazının adını
değiştirmeye cüret edebilseydim, şöyle değiştirirdim, Öfkeli Günahkarların Elindeki
Tanrı.
Eğer yüreğimiz değişmemişse, kesin olan bir şey vardır: Tanrı‟dan nefret
ederiz. Kutsal Kitap‟ın bu konudaki görüşü kesindir. Bizler, Tanrı‟nın düşmanlarıyız.
Yüreğimizde, Tanrı‟nın son yıkımına küfrediyoruz. Tanrı‟dan nefret etmek, bize,
yağmurun yeryüzüne çiselemesi kadar doğal geliyor. Oysa rahatsızlığımız saldırıya
dönüşebilir. Bu yazdıklarımı yürekten reddediyoruz. Günahkar olduğumuzu kabul
etmeye istekliyiz. Kim istekli değil ki? Tanrı‟yı gereğinden daha az sevdiğimizi kolayca
kabul ediyoruz. Ancak hangi birimiz Tanrı‟dan nefret ettiğini itiraf ediyor?
Romalılar 5.Bölüm şunu açıkça öğretiyor: “Çünkü eğer biz Tanrı'nın
düşmanlarıyken Oğlunun ölümü sayesinde O'nunla barıştıksa...” Yeni Antlaşma‟nın
ana fikri, barıştırma temasıdır. Birbirlerini sevenleri barıştırmaya gerek yoktur.
Tanrı‟nın bize olan sevgisi şaibeli değildir. Şüphe gölgesi bizim üzerimizde asılıdır.
Soru işareti olan, bizim Tanrı‟ya olan sevgimizdir. İnsanın doğal aklı, Kutsal Kitap‟ın
“dünyasal akıl” diye adlandırdığı insan aklı, Tanrı‟ya düşmandır.
Tanrı‟ya olan düşmanlığımızı, O‟na olan saygımızın azlığı ile gösteririz.
Tanrı‟nın, tüm bağlılığımıza layık olmadığını düşünürüz. O‟nun hakkında derin derin
düşünmekten zevk almayız. Bir Hıristiyan için bile tapınma, çoğu zaman zor ve dua
da ağır bir yük gibi gelir. Doğal eğilimimiz, Tanrı‟nın huzurundan olabildiğince
kaçmak oluyor. Tanrı‟nın Sözü, bir basketbol topu gibi, aklımıza çarpıp geri dönüyor.
Doğamız itibarıyla, Tanrı‟ya karşı sergilediğimiz tavır, sadece bir tür ilgisizlik
değildir. Bir çeşit hainliktir. Tanrı‟nın hakimiyetine karşı koyuyor ve bizi yönetmesini
kabul etmiyoruz. Dünyasal yüreklerimiz Tanrı‟ya duyulan sevgiden yoksundur.
Tanrı‟nın kutsallığına soğuk ve donukturlar. Doğamızdan ötürü, Tanrı sevgisi
bizlerde yoktur.
Edwards‟ın da belirttiği gibi, doğal olan insanın, Tanrı‟yı bir düşman olarak
gördüğünü söylemek yeterli değildir. Bu konuda daha titiz olmalıyız. Tanrı, bizim
ölümcül düşmanımızdır. Günahkar arzularımızın karşısında en büyük tehlikedir.
Bizden büyük ölçüde iğrendiği kesindir. Ne filozofların veya teologların yorumlarının
ne de insanların ikna çabaları, bizleri Tanrı‟yı sevmeye özendirir. Bizler, Tanrı‟nın
varlığını hor görüyor ve evreni Tanrı‟nın kutsal huzurundan kurtarmak için elimizden
geleni yapıyoruz.
Eğer Tanrı yaşamını bizim ellerimize bıraksaydı, bir an bile güvende olmazdı.
O‟na aldırmaz, O‟nu yok ederdik. Bu itham, Tanrı‟nın Mesih‟te göründüğünde
meydana gelenleri anlatan kayıtları bir kez daha incelemediğimiz sürece, abartılmış
ve önemsiz gibi görünüyor. Mesih sadece öldürülmedi. Kindar insanların elinde can
verdi. Kalabalıklar O‟nun kanının dökülmesi için bağırdı. Sadece öldürülmesi
yetmiyordu, ölümünün yanında hor görülmesi ve küçümsenmesi gerekiyordu.
Mesih‟in tanrısal varlığının çarmıhta ölmediğini biliyoruz. Ölüme giden, Mesih‟in
insan tarafıydı. Eğer Tanrı, tanrısal varlığını idama terk etmiş olsaydı; eğer Tanrı,
tanrısal özünün infazcıların çivileriyle yaralanmasına izin vermiş olsaydı, o zaman
Mesih hala ölü olurdu ve Tanrı cennette olmazdı. Eğer kılıç Tanrı‟nın ruhuna işlemiş
olsaydı, o zaman esas devrim gerçekleşmiş olurdu ve artık kral, insan olurdu.
Ancak bizler Hıristiyanlarız. Tanrı‟nın sevgilileriyiz. Tanrı ile barıştırıldık.
Ruh‟ta doğduk ve Tanrı sevgisi yüreğimizden dışarıya taşmaktadır. Artık düşman
değil dostuz. Tüm bunlar, bir Hıristiyan için geçerlidir. Fakat dikkat etmeliyiz,
yüreğimizin değişmesiyle insani yaratılışımız ortadan kaldırılmadı. Günaha düşmüş
doğamızın her gün uğraşmamız gereken izleri varlığını sürdürüyor. Ruhumuzda,
Tanrı‟dan zevk almayan bir bölge, ikamet etmeye devam ediyor. Bu bölgenin püsküllü
kenarlarını, devam eden günahlarımızda görüyor, uyuşuk tapınmamızda
gözlemliyoruz. Hatta bazen, bu bölge kendisini, inandığımız teolojide de
göstermektedir.
Tarih boyunca, Hıristiyan kiliseler arasında kendilerini kabul ettirmek için
yarışan sadece üç büyük teoloji çeşidi olduğu söyleniyor. Bunların adları,
Pelagianizm,
Semi-Pelagianizm
(Yarı-Pelagianizm)
ve
Augustuanizm‟dir.
Pelagianizm, doğaüstü olaylara izin vermeyen doğa-bilimsel bir inançtır. Bu inanç
günümüzde liberalizm olarak biliniyor. Semi-Pelaginizm, bugün Arminianizm olarak
varlığını sürdürüyor. Augustinianizm‟e ise günümüzde Kalvinizm veya Reform
Teolojisi deniliyor. Hem Semi-Pelagianizm, hem de Augustiniaizm, iman eden
Hıristiyanlar arasında konuşulup tartışılan düşüncelerdir. Pelagianizm, Hıristiyan bir
görüş değildir. Pelagianizm, Hıristiyanlık başlığı altında değil, Hristiyanlığın
karşısındadır. Temel bir inançsızlık teolojisidir. Birçok kilisenin boğazına yapışmış
olması, Tanrı‟ya düşman olan insan gücünün doğal bir göstergesidir. Bir Pelagian ya
da liberal için doğaüstü bir olay yoktur. Onlar için Kutsal Yazılar‟da hiç mucize
yoktur, Mesih‟in tanrılığı yoktur, İsa‟nın kefareti, dirilmesi, göğe alınması ve geri
gelişi diye bir şey yoktur. Kısacası, bu görüşte Kutsal Kitap‟a değin bir Hıristiyanlık
yoktur. Dindarlık maskesi giyinmiş halis putperestliktir.
Peki ya Semi-Pelagianizm? Açıkça, Mesih‟in tanrılığı, ödediği kefaretin,
dirilişin ve diğer şeylerin kesinliğini kabul eden Hıristiyan bir görüştür. SemiPelagianizm, evangelical (müjdeci) Hıristiyanlar arasında önemli bir yere sahiptir ve
muhtemelen bu kitabı okuyan insanların büyük çoğunluğunun sahip olduğu
teolojidir. Ancak ben, Semi-Pelaginizm‟in tüm doğruluğuyla birlikte, doğal
eğilimlerimiz ile uzlaşma yapan bir teoloji sergilediğine inanıyorum. Bu görüşün
Tanrı anlayışında göze batan bir eksiklik var. Tanrı‟nın kutsallığını saygıyla
selamlamasına ve yüksek sesle Tanrı‟nın egemenliğine inandığını beyan etmesine
rağmen, insanın Tanrı‟ya tek başına yönelebileceği ve yeniden doğmak için “karar”
verebileceği hayalleriyle kendini avutuyor. Günaha düşmüş ve Tanrı‟nın düşmanı
olan bir kişinin, günahkar yüreğinin değişmeden Tanrı‟yla barışmaya razı
olabileceğini ileri sürüyor. Bu görüş, yeniden doğmadan, Mesih‟in görünmez dediği
egemenliği gören ve yeniden doğmadan girilmez dediği bu egemenliğe giren kişilere
sahip. Bugün evangelicallarda, günah ve suçları içinde ölü olan ve yeniden doğmayı
seçme aracılığyla gelen yaşama kavuşmaya çalışan, yüreği değişmemiş günahkarlar
var. Mesih, ölü insanların hiçbir seçim yapamayacağını, benliğin yarar getirmediğini
ve kişinin Tanrı‟nın egemenliğini görmeden ve bu egemenliğe girmesine izin
verilmeden önce Ruh‟ta doğması gerektiğini açık bir şekilde dile getirdi. Çağdaş
evangelicalizmin hatası Tanrı‟nın kutsallığını anlayamamasıdır. Eğer bu nokta
kavranmış olsaydı, artık Mesih‟in ölümlü düşmanlarının kendi güçleriyle İsa‟ya
gelebileceği gibi şeylerden bahsedilmezdi.
Sağlam bir teoloji, merkezinde lütuf olan teolojidir. Tanrı‟nın kişiliğini
anladığımızda, Tanrı‟nın kutsallığından bir şeyler öğrendiğimizde, günahlarımızın ve
çaresizliğimizin radikal doğasını anlamaya başlarız. Çaresiz günahkarlar, ancak
lütufla kurtulabilir. Gücümüz tek başına bir hiçtir; merhametli bir Tanrı‟nın yardımı
olmadan ruhsal açıdan güçsüzüzdür. Dikkatimizi Tanrı‟nın öfkesine ve adaletine
yöneltmek hoşumuza gitmeyebilir ancak, Tanrı‟nın varlığının bu yönlerine
yönelmediğimiz sürece, lütuf ile bizler için yazılmış olanlara asla değer vermeyiz.
Edwads‟ın, Tanrı‟nın elindeki günahkarlar konulu vaazı dahi, cehennemin alevlerini
vurgulamak için tasarlanmamıştır. Yankılanan vurgu, sadece alev çukuruna değil aynı
zamanda bizleri tutan ve bu çukurdan kurtaran Tanrı‟nın ellerine de yönlendiriyor.
Tanrı‟nın elleri, lütufkar ellerdir. Tek başlarına, bizleri kesin olan yıkımdan
kurtarabilecek güçtedir.
Kutsal bir Tanrı‟yı nasıl sevebiliriz? Bu önemli soruya verebileceğim en basit
cevap, sevemeyeceğimizdir. Kutsal bir Tanrı‟yı sevmek manevi gücümüzün
ötesindedir. Günahkar doğamızla sevebileceğimiz tek Tanrı türü, kutsal olmayan bir
Tanrı, kendi ellerimizle yaptığımız bir puttur. Tanrı‟nın Ruh‟unda doğmadığımız,
Tanrı kutsal sevgisini yüreklerimize dökmediği ve yüreklerimizi değiştirmek için
lütfunu bize vermediği sürece, Tanrı‟yı sevemeyiz. Ruhlarımızı yenilemek için ilk
adımı atan Kişi, Tanrı‟ydı. Tanrı olmadan, doğrulukla ilgili hiçbir şey yapamayız.
Tanrı olmadan, sonsuza dek Tanrı‟nın kutsallığından uzaklaşmaya mahkum ediliriz.
Tanrı‟yı sadece O bizi sevdiği için sevebiliriz. Kutsal bir Tanrı‟yı sevmek için gerekli
olan şey, sertleşen yüreklerimizi işleyebilecek ve can çekişen ruhlarımızı
uyandırabilecek bir lütuftur.
Eğer Mesih‟te isek, uyanmışızdır. Ruhsal ölümden dirilip ruhsal yaşama
geçtik. Ancak hala daha, gözlerimizden “uyku” damlıyor ve bazen zombi gibi etrafta
dolaşıyoruz. Tanrı‟ya yaklaşmanın kesin korkusunu taşıyoruz. Tanrı‟nın kutsal
dağının eteklerinde titremeye devam ediyoruz.
Ancak, Tanrı bilgisinde büyüdüğümüz sürece, Tanrı‟nın saflığına karşı derin
bir sevgi ve O‟nun lütfuna daha derinden bağlanma anlayışı kazanırız. Tanrı‟nın,
tapınışımıza tamamen layık olduğunu öğreniriz. Tanrı‟ya karşı büyüyen sevgimizin
meyveleri, O‟nun adına olan saygımızın artışıdır. Artık Tanrı‟yı seviyoruz çünkü
O‟nun sevecenliğini görüyoruz. Artık Tanrı‟ya tapınıyoruz çünkü O‟nun görkemini
görüyoruz. Artık Tanrı‟ya itaat ediyoruz çünkü O‟nun Kutsal Ruh‟u bizimle
birliktedir. Tanrı kutsal, kutsal, kutsaldır...
Download