TANRI’NIN KUTSALLIĞI RC SPROUL www.hristiyan.gen.tr Bu kitap hristiyan.gen.tr online kütüphanesinden indirilmiştir. BİRİNCİ BÖLÜM KUTSAL KASE Neşeyle donanmış yiğit bir şövalye, Gün ışığında ve gölgede, Tek başına ata binmiş şarkı söylüyor El Dorado’yu bulma gayesiyle EDGAR ALLAN POE Odayı terk etmeye zorlandım. Derinden gelen, yadsıyamayacağım bir çağrı, uykumu böldü. Kutsal olan bir şey bana seslenmişti. Kulağımın duyduğu tek ses masanın üzerinde duran saatin ritmik tik-taklarıydı. Gerçek dışı ve belirsiz bir durumdaydım, sanki odanın içerisinde değil de bir su kütlesinin derinliklerindeydim. Uykunun, uyanıklık ve baygınlık arasındaki çizgisinin belirsizleştiği yerin kenarında duruyordum. Tehlikeli bir şekilde uçurumun kenarında bekleyen biri gibi, dış dünyaya ait seslerin zorla insan beynine girmeye devam ettiği ve yerini geceye bırakan zamana takılı kalmıştım. Uykuluydum fakat uyumuyordum. Uyanıktım fakat atik değildim. İçimden gelen ve “Kalk. Odadan çık” diyen çağrılara karşı hala daha savunmasızdım. Çağrı, daha da güçlü, önemli ve kulak asılması mecbur bir hale geldi. Uykumun bölünmesi, beni hemen harekete geçirdi ve bacaklarımı yatağın yanından yere atmamı sağladı. Bir anda uykum kaçtı ve vücudum kararlı bir şekilde harekete geçti. Birkaç saniye içerisinde giyindim ve üniversitenin yatakhanesinden ayrılıp yola koyuldum. Saate baktım ve zamanı beynime işledim. Gece yarısına on dakika vardı. O gece hava soğuktu. Sabahki kar, kalın kabuklu bir örtüye dönüşüyordu. Kampüsün merkezine doğru ilerlerken ayağımın altında kıtır kıtır ezilen karı hissediyordum. Su olukları, kampüs binalarının üzerinde, suyun aşağı doğru sızarken havada donup kalmasıyla dev buz sarkıkları ve uzun sivri dişlere benzeyen buzdan bıçaklar oluşturmuştu. Ay, bu binaların üzerinde hayaletli bir tabut örtüsü gibi duruyordu. Hiçbir insan mimarisi, olukların bu halini, doğanın tasarladığı gibi tasarlayamazdı. Old Main Tower‟ın üstündeki saatin çarkları dönmeye başladı ve saatin kolları, dikey doğrultuda buluşup kucaklaştılar. Saatin çanları çalmaya başlamadan yarım saniye önce, saatin kasvetli iniltisini duydum. Dört değişik notayla saatin tam on iki olduğu işaret edildi. Saatin bu dört adet vuruşunu, aralıksız bir şekilde gür bir sesle çınlayan on iki adet vuruş izledi. Her zaman yaptığım gibi, saatin gösterdiği zamanda bir yanlışlık olup olmadığını kontrol etmek için, çanın kaç defa çalındığını saydım. Gerçi saat hiç yanlışlık yapmazdı. Saat Kulesinden, çanın tam olarak on iki defa çalınması, kızgın bir hakimin, tokmağını metale vurmasına benziyordu. Kilise, Old Main Tower‟ın gölgesinde kalmıştı. Kilisenin kapısı ağır meşe ağacından yapılmış bir Gotik mimarisiydi. Kapıyı iterek açtım ve kilisenin dış koridoruna girdim. Kapı, kilise avlusunun duvarlarında yankılanan bir sesle arkamdan kapandı. Yankı beni ürküttü. Yankının sesi, her gün bu kilisedeki toplantılara gelen öğrencilerin, oturacakları yerlere ilerlerken çıkardıkları seslerle birleşen, kapının açılış ve kapanış sesinden farklıydı. Şimdi ise, kapının çıkardığı ses gecenin boşluğunda yankılanıyordu. Gözlerimi karanlığa alıştırmak için birkaç saniye kilisenin dış koridorunda bekledim. Ayın soluk parıltısı, sessizce kilisenin boyalı pencere camlarından içeriye sızıyordu. Kilisenin sıralarını ve de rahibe ait yere doğru uzanan koridoru kaba taslak görebiliyordum. Boşluğun, tavanda asılı duran kemerlerle vurgulanan görkemini hissediyordum. Ruhumu yukarı çekecekmiş gibi duruyorlardı. Sanki, beni yukarı kaldırmak için aşağı uzanan dev bir eli andıran bir yükseklikti. Rahibe ait yerin basamaklarına doğru yavaşça ve ağırbaşlılıkla ilerledim. Ayakkabılarımın taş yer üzerinde çıkardığı ses, Arnavut kaldırımlı sokaklarda çivili botlarıyla ilerleyen Alman askerlerinin dehşet dolu görüntüsüne benziyordu. Halıyla kaplı olan, rahibe ait yere varana kadar attığım her adım koridorun sonunda yankılanıyordu. Orada dizlerimin üzerine çöktüm. Gideceğim yere varmıştım. Uykumu bölen çağrıların kaynağıyla tanışmaya hazırdım. Dua konumuna geçmiştim fakat söyleyecek bir şey bulamıyordum. Kutsal Tanrı‟nın, varlığıyla beni doldurması için sessiz bir şekilde dizlerimin üstünde duruyordum. Yüreğim her şeyi açıklarcasına göğsümde atıyordu. Buz gibi bir soğukluk, göğsümün ortasından başlayıp boynuma doğru ilerledi. Korku vücudumu sarıyordu. Beni yakalayan, başıma kötü bir şey gelecek hissinden kurtulma düşüncesiyle boğuşuyordum. Dehşet anı geçmişti fakat hemen ardından başka bir dalgalanma oldu. Değişik bir tür dalgalanmaydı. Sıkıntılı ruhum, anında rahatlık ve huzur getiren, sözle anlatılmaz bir esenlikle dolup taşıyordu. Anında rahatlamıştım. Oradan ayrılmak istemiyordum. Söylenecek ve yapacak bir şey yoktu. Adeta, Tanrı‟nın huzurunda güneşleniyordum. Yaşam değiştiren bir andı. Ruhumun derinliklerine, ilk ve son kereliğine bir şey yerleştirilmişti. O andan itibaren geriye dönüş olamazdı. Bu yerleşen şeyin gücünün kalıcı izi, asla çıkamazdı. Tanrı ile baş başaydım. Kutsal Tanrı ile. Müthiş bir Tanrı ile. Beni bir saniyede dehşet ile, ardından esenlik ile dolduran Tanrı ile. O bir saat içerisinde Kutsal Kase‟den içtiğimi anlamıştım. Asla bu dünyada tam olarak giderilemeyecek yeni bir susuzluk doğmuştu içimde. Karanlık Gotik Katedrallerinde yaşamış olan ve beni tatlı uykumdan uyandırmak için yatakhanedeki odama giren Tanrı‟yı izlemeye ve hakkında daha çok şey öğrenmeye karar verdim. Bir üniversite öğrencisini, gecenin geç saatlerinde Tanrı‟nın varlığını aramaya iten şey ne olabilir? O öğlen sınıfta, beni kiliseye yönelten bir şey oldu. Yeni bir Hıristiyan‟dım. Hıristiyan olmam ani ve heyecanlı oldu, benim için bir Şam Yolu gibiydi. Yaşamım alt üst olmuştu ve Mesih‟in tatlılığına karşı bir istekle dolmuştum. Yeni bir aşk ile yanıp tutuşuyordum. Kutsal Yazıları çalışma aşkı. Dua etmeyi öğrenme aşkı. Kişiliğime saldıran günahları zapt etme aşkı. Lütufla büyüme aşkı. Yaşamımı Mesih uğruna değerli kılmak için her şeyi göze almıştım. Ruhum şarkı söylüyordu, “Rab Hıristiyan olmak istiyorum.” Fakat, Hıristiyan yaşamımın başlarında eksik olan bir şeyler vardı. Büyük bir hevesim vardı, fakat beni tek boyutlu birisi yapan bir çeşit basitlik, yüzeysellik göze çarpıyordu. Bir anlamda üçlü birliğe inanmıyordum. Üçlü birlikten sadece ikinci kişiliği ele alıp tek bir kişiliğe inanıyordum. İsa‟nın kim olduğunu biliyordum fakat Baba Tanrı, benim için gizeme bürünmüştü. Baba Tanrı, saklanmıştı, düşüncelerim için bir bilmece, ruhum içinse bir yabancıydı. Kara bir peçe O‟nun yüzünü kapatıyordu. Felsefe dersim bunu değiştirdi. Beni az ilgilendiren bir dersti. Arkamdan gelen bu sıkıcı gereksinimi zorlukla bekliyordum. Branş olarak Kutsal Kitap‟ı seçmiştim ve dolayısıyla felsefe dersinde ileri sürülen soyut kuramları işlemek bir zaman kaybıydı. Filozofların Sebep ve Şüphe üzerindeki kavgalarını dinlemek boş geliyordu. Ruhumu besleyecek ve düşüncelerimi hareketlendirecek bir şey yoktu. Sadece beni üşümeye terk eden, ağır, zor ve akla hitap eden yap-boz parçaları vardı. Ta ki o kış gününün öğlenine kadar. O günkü dersin konusu, bir Hıristiyan filozofu olan Aurelius Augustine idi. Tarih dersinde, bu kişinin Roma Katolik Kilisesi tarafından azizliğe atandığı anlatılmıştı. Herkes ondan Aziz Augustine olarak bahsediyordu. Profesör, Augustine‟nin dünyanın yaratılışına dair görüşlerini anlatıyordu. Kutsal Kitap‟taki yaratılış öyküsüne aşinaydım. Eski Antlaşma‟nın şu sözlerle başladığını biliyordum, “Başlangıçta Tanrı, göğü ve yeri yarattı.” Ama daha önce yaratılışın nasıl meydana geldiği üzerinde derinden düşünmemiştim. Augustine, bu muhteşem gizeme parmak basıyor ve şu soruyu yöneltiyordu, “Bu nasıl oldu?” “Başlangıçta...” Sanki, bir peri masalının başlangıcı gibi, “Bir varmış, bir yokmuş”. Zamanın başlangıcını, “bir varmış, bir yokmuş” gibi anladığımız sürece başlangıçta zamanın olmaması, bizim için bir sorun olmuştur. Başlangıçları, tarihin bir döneminin ortasında bir yerdeki başlangıç noktaları olarak düşünüyoruz. Kül kedisinin bir annesi ve anneannesi vardı. Kül kedisinin “bir varmış bir yokmuş” ile başlayan hikayesi mutlak bir başlangıçla başlamıyor. Kül kedisinden önce krallar, kraliçeler, taşlar, ağaçlar, atlar, yabani tavşanlar, nergisler, ...vb. vardı. Yaratılış‟ın 1. bölümünün başlangıcından önce ne vardı? Adem‟in ne babası, ne de dedesi vardı. Okuyabileceği bir tarih kitabı yoktu çünkü tarih de yoktu. Yaratılıştan önce ne krallar, ne taşlar ne de ağaçlar vardı. Tabi ki de Tanrı hariç hiçbir şey yoktu. Felsefe dersinde başıma ağrıların girdiği nokta budur. Dünyadan önce hiçbir şey yoktu. Fakat dünyada, “hiçbir şey” nedir? Daha önce hiçbir şey üzerinde düşündünüz mü? Onu nerede bulabiliriz? Açıkçası hiçbir yerde. Neden? Çünkü, o hiçbir şeydir ve hiçbir şey, varolan bir şey değildir. Hiçbir şey, var olmaz çünkü var olsaydı o zaman hiçbir şey değil, bir şey olurdu. Sizde de benimki gibi bir baş ağrısı başladı mı? Bir saniyeliğine hiçbir şey üzerinde düşünün. Delilik! “Onun” hakkında düşünün diyemiyorum çünkü hiçbir şey, “o” olmaz. Sadece, “hiçbir şeyin, bir şey olmadığını” söyleyebilirim. O zaman, hiçbir şey üzerinde nasıl düşünebiliriz? Düşünemeyiz. Tamamen imkansız. Hiçbir şey üzerinde düşünmeye çalışırsak, daima bir şey düşünüyor olmuş oluruz. Ne zaman hiçbir şey üzerinde düşünmeye başlasam, büyük bir “boş” havayı düşünmeye başlıyorum. Ancak hava da bir şeydir. Bir ağırlığı ve cismi vardır. Arabanın tekerine bir çivinin saplanmasıyla neler olacağını biliyorum. Bir keresinde Jonathan Edwards, hiçbir şey için, uyuyan kayaların hayalini kurdukları şey demişti. Bu açıklama pek yardımcı olmuyor. Benim oğlum, daha iyi bir “hiçbir şey” tanımı sunmuştu. Oğlum ortaokulda iken, okuldan eve geldiğinde ona şunu soruyordum, “Oğlum, bugün okulda ne yaptın?” Oğlumun verdiği cevap hep aynıydı, “Hiçbir şey.”. “Hiçbir şey” için yapabileceğim en iyi açıklama “oğlumun her gün ortaokuldayken yaptığı şeydir.” Yaratıcılık anlayışımız, boya, balçık, nota vb. şeylerin biçimlenip şekillenmesiyle alakalıdır. Deneyimlerimize bakarsak, boya olmadan boya yapan bir boyacının, sözcükler olmadan yazı yazan bir yazarın ve notalar olmadan beste yapan bir bestecinin olmayacağını görürüz. Sanatçılar bir şey ile başlamak zorundadır. Sanatçının yaptığı şey, nesneleri şekillendirmek, biçimlendirmek veya yeniden düzenlemektir. Ancak sanatçı hiçbir şey ile asla çalışmaz. Aziz Augustine, Tanrı‟nın dünyayı yoktan yarattığını öğretiyordu. Yaratılış, bir sihirbazın şapkadan tavşan çıkarması gibi bir şeydi. Ancak Tanrı‟nın bir tavşanı hatta bir şapkası dahi yoktu. Kapı komşum usta bir marangozdur. Usta olduğu alanlardan birisi de, profesyonel sihirbazlar için dolap yapmaktır. Beni bir kere çalıştığı yere götürdü ve sihirbazların kutu ve dolaplarının nasıl yapıldığını gösterdi. İşin sırrı aynaları akıllıca kullanmakta yatıyor. Sihirbaz, sahnede size boş bir kutu veya şapka gösterdiğinde, gördüğünüz şey yarım bir kutu veya şapkadır. Elinize örnek bir “boş” şapka aldığınızda, tam ortasında bir ayna yerleştirilmiş olduğunu görürsünüz. Ayna, tam bir yansıtma etkisiyle birlikte şapkanın boş kısmını yansıtır. Göz yanılması, şapkanın her iki kısmını da görmemizi sağlayan bir görsel etki yaratır. Aslında şapkanın sadece yarısını görürüz. Diğer yarısı, kar beyaz bir güvercini ya da semiz bir tavşanı saklamak için ayrılan, geniş bir odadır. Aslında çok fazla sihir yok değil mi? Tanrı dünyayı aynalarla yaratmadı. Böyle yapması için bile, başlangıçta yarım bir dünyaya ve diğer yarısını saklamak için de dev bir aynaya ihtiyacı olurdu. Yaratılış, aynalar da dahil olmak üzere var oluşun içine giren her şeyi içeriyor. Tanrı dünyayı bir hiçten yarattı. Hiçbir şey yokken, birden, Tanrı‟nın buyruğu ile evren meydana geldi. Yine soralım, Tanrı bunu nasıl yaptı? Kutsal Kitap‟ın bu konuda bahsettiği tek şey Tanrı‟nın evreni yarattığıdır. Augustine bunun için süslü bir kelime kullanıyordu. Bu olayı “ilahi zorunluluk” veya “ilahi emir” olarak adlandırıyordu. Hepimiz zorunluluğun ne demek olduğunu biliyoruz. Özetle bir buyruktur. Aynı şekilde “emir” de öyle. Emir kelimesi sözlükte, bir şeyi yaratan isteğin eylemi veya buyruğu olarak tanımlanıyor. Şu anda bu kitabı, IBM yapımı bir bilgisayar üzerinde yazıyorum. Parçaları oldukça karmaşık olan inanılmaz bir makine parçası. Makine belirli komutları yerine getirmek için tasarlanmıştır. Klavye ile yazarken bir hata yaparsam, bir silgi aramama gerek yok. Hatamı düzeltmek için sadece bir komut veriyorum ve bilgisayar hatamı düzeltiyor. Bilgisayar emirle çalışır. Fakat, emir verebileceğim komutlar sınırlıdır. Bilgisayara daha önceden programlanmış olan emirler işlem görür. Sadece bilgisayara “Lütfen ben dışarıda golf oynarken, benim için bu kitabı yazar mısın?” diyebilmeyi çok isterdim. Benim makinem bunu yapamaz. En güçlü emir kipiyle bilgisayar ekranına “Bu itabı yaz!” diye bağırabilirim ancak makine bunu yerine getirmemekte ısrar edecektir. Tanrı‟nın emirleri böyle sınırlı değildir. İlahi buyruğunun gerçek gücüyle her şeyi yaratabilir. Yoktan bir şey, ölümden yaşam var edilebilir. Bunların tümünü Kendi sesiyle yapabilir. Evrende ağızdan çıkan ilk ses Tanrı‟nın buyruğunun sesiydi, “Olsun!” Evrendeki ilk ses budur demek yanlış olur çünkü ses yaratılmadan önce sesin içinde bulunacağı bir evren de yoktu. Tanrı, boşluğa haykırdı. Muhtemelen, boş karanlığa yöneltilen ilk haykırıştı. Buyruk, Tanrı‟nın ses dalgalarını boşluğun derinliklerine taşımak için kendi moleküllerini yarattı. Ancak, ses dalgaları yavaş yol alırdı. Bu nedenle emrin hızı, ışık hızını geçti. Sözcükler Yaratıcı‟nın ağzından çıkar çıkmaz, bir şeyler olmaya başladı. O‟nun sesi yankılandığında, sözle anlatılmaz parlaklıkta olan ve meleklerin şarkısıyla hareket eden yıldızlar belirdi. İlahi enerjinin gücü, etkili bir sanatçının paletinden fırlayan bir renk cümbüşü gibi gökyüzü üzerinde sıçrıyordu. Kuyruklu Yıldızlar, havai fişekler gibi parlayan kuyruklarıyla gökyüzünde çapraz hatlar çizerek hareket ediyorlardı. Yaratılış eylemi tarihteki ilk olaydı. Aynı zamanda en göz kamaştırıcısıydı da. Yüce Mimar, mavi zeminine baktı ve dünyanın sınırlarının belirlenmesi için buyruklar verdi. O konuştu ve denizler kapılar ardına kapatıldı, bulutlar su buharıyla doldu. Pleiades‟i (bir takım yıldızı) bağladı ve Orion‟un kuşağını bağladı. Tekrar konuştu ve dünya filizlenmiş meyve ağaçlarıyla dolmaya başladı. Çiçekler, bahar zamanındaki gibi açmaya başladı. Erik ağaçlarının lavanta rengi, açelyanın ve küpeli çiçeğin parıltısıyla dans ediyordu. Tanrı bir kez daha konuştu, sular yaşayan varlıklarla kaynamaya başladı. Büyük deniz yaratığı, dalgaların üzerinde gezinmek için kuyruğuyla suyun yüzünü döverken salyangoz da gölge tonundaki gri rengiyle sinsice hareket ediyordu. Tanrı tekrar konuştu ve aslanın kükremesi, kuzunun melemesi işitildi. Dört ayaklı hayvanlar, sekiz bacaklı örümcekler ve kanatlı böcekler belirdi. Ve Tanrı “Bu iyi oldu” dedi. Sonra Tanrı dünyaya doğru eğildi ve bir parça toprağa özenerek biçim verdi. Nazikçe onu kendi dudaklarına doğru kaldırdı ve ona nefes verdi. Toprak parçası hareket etmeye başladı. Düşünmeye başladı. Hissetmeye başladı. Tapınmaya başladı. Toprak parçası canlıydı ve Yaratıcısı‟nın görüntüsünde şekillendirilmişti. Lazar‟ın ölümden dirilişini düşünün. İsa onu nasıl diriltti? Lazar‟ın çürüyen cesedinin yattığı mezara girmedi. Lazar‟ı suni teneffüsle diriltmek zorunda değildi. Mezarın dışından ağlayarak yüksek sesle, “Lazar, dışarı gel!” dedi. Kan, Lazar‟ın damarlarında dolaşmaya başladı ve Lazar‟ın beyin dalgaları çalışmaya başladı. Yaşama dönen Lazar, mezarından dışarıya çıktı. İşte bu, emirle yaratılıştır, ilahi zorunluluğun gücüdür. Bazı çağdaş kuramcılar, dünyanın bir hiç aracılığıyla yaratıldığına inanıyorlar. Dünyanın yoktan yaratıldığı söylemi ile bir hiç aracılığıyla yaratıldığı arasındaki farkı görün. Bu çağdaş görüşe göre, bir tavşan, şapka, veya sihirbaz yokken tavşan ortaya çıkabiliyor. Bu çağdaş görüş, Kutsal Kitap‟ın görüşüne göre daha çok doğaüstü. Hiçbir şeyin bir şey yarattığını söylüyor. Daha da ötesi, hiçbir şeyin her şeyi yarattığını savunuyor. Aslında oldukça cüretkar bir görüş! Tabi ki de artık, bu bilim çağında, evrenin bir hiç aracılığıyla yaratıldığını iddia eden ciddi kişiler yok, değil mi? Hayır, var. Emin olun, bu kişiler, benim yaptığım gibi düşüncelerini sessiz söylemezler. Muhtemelen, onların görüşlerini bu şekilde ifade ettiğim için bana kızgındırlar. Kuşkusuz, onların bu pişkin durumlarını, değişik bir karikatürle anlattığım için beni protesto ederler. Tamam. Doğru. Onlar, evren hiçbir şey aracılığıyla yaratıldı demiyorlar. Evrenin bir şans aracılığıyla yaratıldığını söylüyorlar. Ancak şans hiçbir şeydir. Bir ağırlığı, ölçüsü, gücü yoktur. Şans, sadece matematiksel olasılıkları tanımlamakta kullandığımız bir terimdir. Hiçbir şey yapamaz. Hiçbir şey yapamaz çünkü kendisi hiçbir şeydir. Evrenin bir şans aracılığıyla yaratıldığını söylemek, evrenin yoktan geldiğini söylemek demektir. Bu ussal bir deliliktir. Evrenin bir şans aracılığıyla yaratılmış olma olasılığı nedir? Aziz Augustine, dünyanın bir şans eseri yaratılmış olamayacağını anlamıştı. Bu işin yapılması için, güçlü –yaratma gücü olan- bir kişiye veya nesneye gereksinim olduğunu biliyordu. Hiçbir şeyin yoktan var olmayacağını biliyordu. Bir kişinin veya bir şeyin, bir şekilde bir yerlerde var olma gücüne sahip olması gerektiğini anlamıştı. Eğer öyle olmasaydı hiç bir şey var olamazdı. Kutsal Kitap, “Başlangıçta Tanrı, ...” diyor. Taptığımız Tanrı, her zaman var olan Tanrı‟dır. Tek başına varlıkların hepsini yaratabilir çünkü Kendisinde var oluş gücü vardır. O bir hiç değildir. O bir şans değildir. O, kusursuz bir Var oluş, tamamen Kendisi aracılığıyla var olma gücüne sahip kişidir. Kendi başına sonsuzluktur. Tek başına ölüm üzerinde gücü vardır. Tek başına, emri aracılığıyla, buyruğunun gücü aracılığıyla dünyaları yaratabilir. Bu tür bir güç karşısında saygı ve hayranlık duyulur. Bu güç, saygıyı ve yürekten tapınmayı hak eder. Gece yarısı beni kiliseye sürükleyen şey, Augustine‟nin şu sözleriydi, “Tanrı, tamamen Kendi sesinin gücüyle dünyayı, yoktan yarattı”. Yüreği değişmiş olmanın ne anlama geldiğini biliyorum. Yeniden doğmanın ne demek olduğunu biliyorum. Aynı zamanda, Kişinin sadece bir defa yeniden doğabileceğini anlıyorum. Kutsal Ruh, ruhlarımızı Mesih‟te yeni yaşama dirilttikten sonra, çalışmasını durdurmaz. Üzerimizde çalışmaya, bizi değiştirmeye devam eder. Sınıfta geçirdiğim o an, dünyanın yaratılışı üzerinde düşündüğüm an, sanki ikinci defa yeniden doğmuştum. Yüreğim, sadece Oğul Tanrı‟ya değil de, Baba Tanrı‟ya da dönüyor gibiydi. Birden, içime Baba Tanrı‟yı bilme arzusu doğdu. O‟nu Kendi görkeminde, Kendi gücünde, Kendi yüce kutsallığında bilmek istedim. Baba Tanrı‟ya “iman edişim”, yanında zorlukları da getirmiyor değildi. Tüm evreni yoktan var eden bir Tanrı düşüncesi beni derinden etkilemişti ve üzerinde yaşadığımız dünyanın keder dolu bir yeri olması beni kaygılandırıyordu. Kötülük tarafından delik deşik edilmiş ve bozulmuş bir dünya. Ardından kafama takılan bir diğer soru, iyi ve kutsal bir Tanrı‟nın nasıl böyle karışıklık içinde bir dünya yaratabilmiş olmasıydı. Eski Antlaşma‟yı çalışırken, Tanrı‟nın çocukların ve kadınların canına kıyılmalarını emrettiği, Uzza‟nın, Antlaşma Sandığına dokunmasıyla aniden öldüğü ve buna benzer bir şekilde Tanrı‟nın kişiliğinin acımasız yönünü gösteren diğer bölümlerini okudukça canım sıkılıyordu. Böyle bir Tanrı‟yı nasıl sevebilirdim ki? Kutsal Kitap‟ta gördüğüm merkezi fikir, tek görüş, Tanrı‟nın kutsal olduğu idi. Bu söz bana yabancıydı. Ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Bu soruyu, azimli ve ısrarcı bir araştırma sorunu yaptım. Bugün bile hala, Tanrı‟nın kutsallığı sorusuyla uğraşıyorum. Bu sorunun, bir Hıristiyanın hayatı boyunca mücadele edeceği en önemli düşüncelerden biri olduğuna inanıyorum. Bu sorun, Tanrı ve Hıristiyanlık anlayışının tamamen temelini oluşturmaktadır. Kutsallık düşüncesi, Kutsal Kitap öğretişi için o kadar merkezdir ki, Tanrı için “O‟nun adı Kutsal dır” deniyor. O‟nun adı kutsaldır çünkü, O kutsaldır. Tanrı, her zaman kutsal bir saygıyla karşılanmıyor. O‟nun adı, bu dünyanın kiri ile ayaklar altında eziliyor. Bir lanet sözüymüş gibi işlem görüyor, iğrençliklere sahne oluyor. Tanrı‟ya yeteri kadar saygı göstermeyen dünya, sanki Tanrı‟nın adına saygı gösteriyormuş gibi görünüyor. Hürmet yok. Saygı yok. O‟nun önünde korkmak bile yok. Eğer bir grup Hıristiyan‟a, kilisenin neye öncelik tanıdığını sorsaydım, eminim çok geniş çapta yanıtlar alırdım. Bazıları “müjdecilik” der, bazıları “toplumsal hareket”, bazıları da “ruhsal büyütme” diyebilir. Fakat şimdiye değin, İsa‟nın tanıdığı önceliklerden bahseden bir kişi görmedim. Rab‟bin duasının ilk ricası nedir? İsa “Bunun için siz şöyle dua edin: „Göklerdeki Babamız, ...‟” dedi. Dua‟nın ilk satırı bir rica değil, şahsi bir hitap biçimidir. Dua şöyle devam ediyor: “... adın kutsal kılınsın. Egemenliğin gelsin ...” Genellikle, bu hitap sözünden sonra gelen “adın kutsal kılınsın” sözlerini “ „kutsal kılınmış‟ senin adındır” gibi algılıyoruz. Eğer böyle algılarsak sözcükler, açık bir şekilde Tanrı‟ya hamt olurlar. Ancak İsa‟nın söylediği bu değil. İsa bu sözcükleri bir rica, ilk rica olarak söylemiştir. Tanrı‟nın adı kutsal kılınsın diye, Tanrı kutsal olarak saygı görsün diye dua etmeliyiz. Duada da bir tür sıra vardır. Tanrı‟nın adının kutsal kılınmadığı yere Tanrı‟nın Egemenliği asla gelmeyecektir. Eğer burada O‟nun adına saygısızlık ediliyorsa, gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de O‟nun isteği olmaz. Gökyüzünde Tanrı‟nın adı kutsaldır. Tanrı‟nın adının kutsallığı, melekler tarafından kutsal bir sükunetle beyan edilir. Gökyüzü, Tanrı‟ya duyulan tüm saygının toplandığı yerdir. Tanrı‟ya saygı duyulmayan yerde Tanrı‟nın Egemenliği‟ni aramak aptallıktır. Baba Tanrı‟nın kişiliğini ve niteliklerini nasıl anladığımız, yaşamımızı her yönden etkiler. Yaşamımızın “dini” diye adlandırdığımız yönlerinden daha ötesini etkiler. Eğer Tanrı, tüm evrenin Yaratıcısı ise, tüm evrenin Rabbi‟dir de. Dünyada O‟nun Rabliğinin sınırları dışında kalan bir yer yoktur. Bu da, benim yaşamımda da Tanrı‟nın Rabliğinin sınırları dışında kalan bir bölümün olmadığı anlamına geliyor. O‟nun Kutsal Kişiliği, ekonomi, siyaset, spor, edebiyat, kısacası ilişkide bulunduğumuz her şeyde söz sahibidir. Tanrı‟dan kaçamayız. O‟ndan saklanabileceğimiz bir yer yok. Tanrı yaşamlarımızın her yönünü yalın bir şekilde değil, görkemli kutsallığı içinde derinden etkiler. Bu yüzden kutsalın anlamını araştırmalıyız. Kutsallıktan kaçmak için kutsallığı araştırmaya kalkışmayız. Kutsallık olmadan ne tapınma, ne ruhsal büyüme, ne de itaat olur. Kutsallık, Hıristiyanlar olarak bizlerin hedefini tanımlar. Tanrı da bunu bildirmişti, “Kutsal olun, çünkü ben Kutsalım.” Bu hedefe varmak için kutsallığın ne olduğunu anlamalıyız. İKİNCİ BÖLÜM KUTSAL, KUTSAL, KUTSAL Üç kez daire çiz onun etrafında Ve kapat gözlerini kutsal bir korkuyla. Besleyecek seni balla İç sen de Cennetin sütünü orada SAMUEL TAYLOR COLORIDGE Eski Antlaşma‟daki İsrail‟in peygamberleri yalnız kişilerdi. Peygamber, acı dolu bir görev için Tanrı tarafından seçilmiş, yalçın bir bireydi. Peygamberler, seçilmişlerin savcısı olarak, gökyüzünün ve yeryüzünün Yüce Yargıcının ricalarını, yargı kürsüsüne karşı günah işlemiş olanlara bildiren, atanmış bir konuşmacı olarak hizmet ederdi. Peygamber, üzerinde bilginler tartışsın diye kendi görüşlerini yazan dünyasal bir filozof değildi. Halka sunmak için oyunlar yazan bir tiyatro yazarı da değildi. Kainatın Kralının habercisi ve ulağıydı. Bildirileri, “Rab şöyle diyor” diye başlıyordu. Peygamberlerin hayatlarını okumak, şehitlerin tarihini okumak gibidir. Peygamberlerin tarihleri, II. Dünya savaşındaki Üçüncü Bölgeden gelen ölü ve yaralı raporu gibi geliyor. Bir peygamberin hayat beklentisi, deniz subayının çarpışmadaki beklentisi gibiydi. İsa‟nın insanlar tarafından hor görüp reddedildiği ve acıyla tanışıp elemler adamı olduğu söylendiğinde, İsa‟nın uzun bir süre, Tanrı tarafından eleme terk edilen bir insan rolü üstlendiği açıkça görülüyor. Peygamberin laneti yalnız olmaktı, evi ise çoğu zaman bir mağara idi. Çöl, onun Tanrı‟yla geleneksel buluşma yeriydi. Çıplaklık, çoğu zaman onun giysisi, boyun bağının tahta deposuydu. Şarkıları gözyaşları ile besteleniyordu. Bu tür peygamberlerden birisi de Amots oğlu Yeşaya idi. Eski Antlaşma‟daki kahramanlar zırhında, Yeşaya kurtarıcı bir yıldız gibi göze çarpıyor. O, peygamberlerin peygamberi, önderlerin önderiydi. Ona “büyük peygamber” deniliyor çünkü onun adını taşıyan geniş çapta yazılı belge var. Bir peygamber olarak Yeşaya, sıra dışı birisiydi. Birçok peygamber kötü bir başlangıca sahiptir. Örneğin köylü, çoban, çiftçi. Yeşaya soylu bir aileden geliyordu. O günün kraliyet sarayına girebilen, saygıdeğer bir devlet adamıydı. Prens ve krallarla arkadaşlık ediyordu. Tanrı Yeşaya‟yı, Yahuda‟nın bazı krallarına, Uzziya, Yotam, Ahaz ve Hizkiya‟ya konuşması için kullandı. İsrail‟in bir peygamberini diğer insanlardan ayıran şey, çağrılışından ötürü bulunduğu kutsal kehanetlerdi. Çağrısı bir insandan gelmiyordu. Çağrısını kendi işine uygulayamazdı. Peygamberin, doğrudan doğruya Tanrı tarafından seçilmesi ve ayrılması gerekiyordu. Peygamberin çağrısı da kesindi, reddedilemezdi (Yeremya, çağrısını reddetmeye çalıştı fakat annesinin rahmindeyken kutsandığı, Tanrı tarafından sert bir biçimde Yeremya‟ya hatırlatıldı. Belirli bir süre hizmet ettikten sonra Yeramya‟nın ayrılma isteğini Tanrı geri çevirdi.). Peygamberin işi hayatı boyunca sürerdi. Bir emeklilik maaşı alarak işten ayrılma veya çıkma yoktu. Yeşaya‟nın çağrılışıyla ilgili olarak yazılı olanlar, bizim için belki de, Eski Antlaşma‟da yazılı olan en dramatik çağrıdır. Yeşaya‟ya bu çağrının, Kral Uzziya‟nın öldüğü yıl geldiğini görüyoruz. Kral Uzziya M.Ö. 8. yüzyılda öldü. Onun hükümdarlığı, Yahudi tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yahuda krallığını iyi yöneten krallardan biriydi. Davut gibi olamamıştı fakat Ahab gibi kuzey krallarına ait bir bozukluğa da sahip değildi. Uzziya on altı yaşındayken tahta çıktı. Yeruşalem‟de elli iki yıl krallık yaptı. Düşünsenize, elli iki yıl. Son elli iki yıl içerisinde Amerika, Roosevelt, Truman, Eisenhower, Kennedy, Johnson, Nixon, Ford, Carter ve Ragan‟nın kurduğu hükümetlere tanıklık etmiştir. Yeruşalem‟deki birçok insanın ömrü, Kral Uzziya‟nın hükümdarlığı altında geçmiştir. Kutsal Kitap bize, Uzziya‟nın, ülkeyi Tanrı yolunda yönetmeye başladığını, “Rab‟bin gözünde doğru olanı” yaptığını söylüyor. Uzziya, Tanrı‟yı aradı ve Tanrı da onu bereketledi. Filistiler ve diğer ülkeler ile yapılan savaşlarda zaferler kazandı. Yeruşalim‟de kuleler inşa etti ve şehrin duvarlarını güçlendirdi. Çölde büyük sarnıçlar kazdı ve ulusal tarımda büyük bir yayılmayı körükledi. Yahuda‟nın askeri gücünü, hemen hemen Davut‟un zamanındaki gücüne kavuşturdu. Bu yüzden Uzziya, yaşamının büyük bir bölümünde, büyük ve sevilen bir kral olarak itibar gördü. Uzziya‟nın hikayesi kötü bir sonla bitiyor. Yaşamının son yılları, Shakespear‟in hüzünlü kahramanının hikayesi gibiydi. Sahip olduğu sağlık ve gücün getirdiği gurur günahı, hayatını mahvetti. Tanrı gibi olmaya çalıştı. Küstahça tapınağa girip Tanrı‟nın sadece kahinlere tanıdığı hakları kendisine istedi. Tapınaktaki kahinler Uzziya‟nın Tanrı‟ya olan bu saygısızlığını engellemek isteyince, Uzziya öfkelendi. Öfkeyle kahinlere bağıran Uzziya‟nın alnında deri hastalığı belirdi. Kutsal Kitap Uzziya hakkında şöyle diyor: “Kral Uzziya ölünceye kadar deri hastalığından kurtulamadı. Bu yüzden ayrı bir evde yaşadı ve RAB‟bin Tapınağı‟na sokulmadı...” (2. Tarihler 26:21) Uzziya öldüğünde, Uzziya‟nın son yıllarının utancı, yerini ulusal bir yasa bıraktı. Yeşaya, ulusal ve kişisel olarak büyük bir keder yaşandığı dönemde, muhtemelen teselli bulmak için tapınağa gitti. Beklediğinden fazlasını buldu: Kral Uzziya‟nın öldüğü yıl yüce ve görkemli Rab‟bi gördüm; tahtta oturuyordu, [giysisinin] etekleri tapınağı dolduruyordu. (Yeşaya 6:1) Kral ölmüştü. Ancak Yeşaya tapınağa girdiğinde başka bir kral gördü. Son kralı, Yahuda tahtında, sonsuza dek oturan kralı gördü. Yeşaya Rabbi gördü. Yeşaya 6:1‟deki Rab kelimesinin yazılışına bakın. Büyük harfle başlıyor ve küçük harfle devam ediyor. Bu yazılış biçimi, aynı bölümde daha sonra tekrar eden ve Kutsal Yazılar‟da sıklıkla görülen RAB kelimesinin yazılışından farklıdır. Bazen Rab kelimesi büyük harfle yazılmış görülüyor, RAB. Bu bir basım hatası ya da çevirmenin tutarsızlığı değildir. Birçok Kutsal Kitap çevirmeni, bazen küçük bazen büyük harfle yazılan Rab kelimesini çevirirken iki defa çevirirler. Bu farklı yazılışın nedeni, orijinal metinde bu kelimenin iki ayrı İbranice karşılığı, dilimizde ise Rab olarak tek karşılığı olmasıdır. Küçük harflerle yazılan Rab kelimesiyle yazar bize, İbranice olan Kutsal Kitap‟taki Adonay kelimesini anlatıyor. Adonay, “Egemen olan” demektir. Tanrı‟nın adı değildir. Tanrı‟nın bir unvanı, hatta Eski Antlaşma‟da Tanrı‟ya verilen en yüce unvanlardan biridir. Büyük harflerle yazılan RAB kelimesi ise, Eski Antlaşma‟da kullanılan Yahve kelimesini belirtiyor. Yahve, Tanrı‟nın gizli adı, Tanrı‟nın yanan çalılarda Kendisini Musa‟ya tanıttığı addır. Bu ad, İsraillilerin yaşamlarında Tanrı‟ya karşı saygısızlık yapmalarını engellemek için ağza alınıp söylenmesi yasak olan kutsal bir addı. Genellikle dört sessiz harf ile ifade ediliyordu, yhvh. Bu dört harf, kutsal “tetragrammaton” (dörtlü harf), ağza alınamaz dört harf olarak anılıyordu. Örneğin, bu iki ayrı Rab kelimesi arasındaki farklılığı Mezmurlar‟da görüyoruz. 8. Mezmur‟da şunu okuyoruz, “Ey Egemenimiz RAB, Ne yüce adın var yeryüzünün tümünde!” Yahudiler onu bu şekilde okuyor, “Ey Adonay, Yahve, Ne yüce adın var yeryüzünün tümünde!” Aynı şeyi 110. Mezmur‟da da görüyoruz, “RAB efendime (Rabbime): „Ben düşmanlarını ayaklarının altına serene dek Sağımda otur‟ diyor.” RAB kelimesi Tanrı‟nın adıdır. Rab kelimesi ise O‟nun unvanıdır. Başkan Ronald Reagan diyoruz. Ronald onun adı, başkan ise onun unvanıdır. Nasıl ülkemizdeki en yüksek makam cumhurbaşkanlığı ise, İsrail‟deki en yüksek makam da Egemen olan makamıydı. Adonay unvanı Tanrı‟ya ayrılmıştı. Aynı unvan Yeni Antlaşma‟da İsa‟ya verildi. Mesih‟e “Rab” denildiğinde, Eski Antlaşma‟daki adonay makamına, Yeni Antlaşma‟da İsa oturtulmuş oluyor. İsa‟ya Rab‟lerin Rabbi, Kralların Kralı deniliyor. İsa, daha önce sadece Tanrı‟ya ait olan, gökyüzünün ve yeryüzünün Egemeni unvanını kazanmış oluyor. Yeşaya tapınağa geldiği zaman, ülkede bir egemenlik bunalımı yaşanıyordu. Uzziya ölmüştü. Yeşaya‟nın gözleri, İsrail‟in gerçek kralını görmek üzere açıldı. Egemen olan Tanrı‟nın tahtta oturduğunu gördü. İnsanın Tanrı‟nın yüzünü görmeye izni yoktur. Kutsal Yazılar, Tanrı‟yı gören bir insanın yaşayamayacağı konusunda bizi uyarıyor. Musa‟nın Tanrı‟nın kutsal dağına çıktıktan sonraki ricasını hatırlıyoruz. Musa, hayret uyandıran mucizelerin görgü tanığıydı. Kendisine yanan çalılar arasından seslenen Tanrı‟nın sesini işitmişti. Nil gölünün kana dönüştüğüne tanık olmuştu. Göksel manın tadına bakmış, buluttan bir sütunu, ateşten bir sütunu takip etmişti. Firavun‟un savaş arabalarının, Kızıl Denizin dalgaları tarafından yutulduğunu görmüştü. Ama bunlarla yetinmedi. Daha fazlasını istedi. En büyük ruhsal olayı yaşamak istedi. Dağdayken Rab‟den şunu istedi, “Lütfen görkemini bana göster.” Bu rica reddedildi: “RAB, „Bütün iyiliğimi önünden geçireceğim‟ diye karşılık verdi, „Adımı, RAB adını senin önünde duyuracağım. Merhamet ettiğime merhamet edeceğim, acıdığıma acıyacağım. Ancak, yüzümü görmene izin veremem. Çünkü yüzümü gören yaşayamaz.‟ Sonra, „Yakınımda bir yer var‟ dedi, „Orada, kayanın üzerinde dur. Görkemim oradan geçerken seni kayanın kovuğuna sokup geçinceye kadar elimle örteceğim. Elimi kaldırdığımda, sırtımı göreceksin. Ama yüzüm görülmeyecek.‟” (Mısırdan Çıkış 33:19-23) Tanrı‟nın Musa‟ya “sırtımı göreceksin” dediği yerin tam çevirisi “arkamdan ayaklarımı göreceksin” dir. Tanrı Musa‟ya Kendi arkasından ayaklarını göstermiştir, yüzünü değil. Musa dağdan indiğinde, yüzü parlıyordu. Halk korkuya kapılmıştı ve dehşet içinde Musa‟dan çekiniyorlardı. Musa‟nın yüzü, onlar için oldukça göz kamaştırıcıydı. Bu yüzden Musa, insanların kendisine yaklaşabilmeleri için yüzünü örttü. Bu korkunç görüntü, Tanrı‟ya çok yaklaşmış olan bir adamın yüzünden yansıyan görüntüydü. Musa‟nın yüzü, Tanrının görkemini yansıtıyordu. Bu, Tanrı‟nın suratından gelen muhteşem görkemin değil, Tanrı‟nın sırtından gelen görkemin bir yansımasıydı. Eğer insanlar, Tanrı‟nın sırtından gelen görkemin yansımasından bu kadar korkuyorlarsa, Tanrı‟nın kutsal yüzüne doğrudan bakmaya kim dayanabilir? Ancak her Hıristiyan‟ın son hedefi, Musa‟ya hayır denilen şeyi görebilmektir. Rabbi yüz yüze görmek istiyoruz. O‟nun kutsal yüzünün parlayan görkeminde ısınmak istiyoruz. Bu, her Yahudi‟ye, en önemli ve beğenilen kutsama sözlerinde aşılanan ümit idi. “RAB sizi kutsasın Ve korusun; RAB aydın yüzünü size göstersin Ve size lütfetsin; RAB yüzünü size çevirsin Ve size esenlik versin.” (Çölde Sayım 6: 24-26) İsrail‟in kutsanmasında açıklanan bu ümit, bir Hıristiyan için bir ümitten daha da öteye gidiyor, bir vaade dönüşüyor. Yuhanna birinci mektubunda şöyle diyor: “Sevgili kardeşlerim, daha şimdiden Tanrı'nın çocuklarıyız, ama ne olacağımız henüz bize gösterilmedi. Ne var ki, Mesih göründüğü zaman O'na benzer olacağımızı biliyoruz. Çünkü O'nu olduğu gibi göreceğiz.” (1.Yuhanna 3:2) İşte bu Tanrı‟nın vaadidir: O‟nu olduğu gibi göreceğiz. Hıristiyan teologlar bu gelecek beklentisine, Mutluluk Veren Hedef diyorlar. Bu da, bir gün Tanrı‟yı olduğu gibi göreceğiz anlamına geliyor. Yanan bir çalıdan veya bir bulutun sütunundan yansıyan görkemi görmeyeceğiz. O‟nu olduğu gibi, saf ve kutsal varlığıyla göreceğiz. Şu anda Tanrı‟yı saf varlığıyla görmemiz imkansız. Görebilecek duruma gelmeden önce temizlenmemiz gerekir. İsa, dağda yaptığı konuşmada, Tanrı‟nın sadece bir dizi değişik vaadini ileri sürüyordu, “Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Çünkü onlar Tanrı‟yı görecekler.” Bu dünyada hiçbirimiz temiz bir yüreğe sahip değiliz. Tanrı‟yı görmemizi engelleyen şey kirliliğimizdir. Sorun, gözlerimizde değil yüreklerimizdedir. Ancak cennette paklandıktan ve tamamen kutsal kılındıktan sonra Tanrı‟yı yüz yüze görebilme yetisine sahip olacağız. “Üzerinde Seraflar duruyordu; her birinin altı kanadı vardı; ikisiyle yüzlerini, ikisiyle ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı.” (Yeşaya 6:2) Seraflar, kirli yürek taşıyan insanlar değillerdir. Melek olarak var olmalarına rağmen birer yaratıklardır. Hatta, melekler arasında yüksek bir mevkiye sahip olmalarına rağmen, gözlerini Tanrı‟nın yüzüne bakmaktan korumalıdırlar. Yaratıcıları tarafından, heybetli ve muhteşem bir şekilde yaratılmış, Tanrı‟nın görkemli varlığını görmemeleri için yüzlerini örtsün diye bir çift özel kanatla donatılmışlardır. Seraflar, ikinci çift kanatlarını, ayaklarını örtmek için kullanırlar. Bu ikinci donanım, Serafların ayaklarının altını koruyan veya Serafların göksel tapınaktaki yürüyüşünü kolaylaştıran bir melek ayakkabısı değildir. Serafların ayaklarını örtmesinin nedeni farklıdır. Bu sebep, Musa‟nın yanan çalı olayını anımsatmaktadır: “RAB‟bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı çalı yanıyor, ama tükenmiyor. „Çok garip‟ diye düşündü, „Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!‟ RAB Tanrı Musa‟nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, „Musa, Musa!‟ diye seslendi. Musa, „Buyur!‟ diye yanıtladı. Tanrı, „Fazla yaklaşma‟ dedi, „Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.‟” (Mısırdan Çıkış 3:2-5) Tanrı Musa‟ya ayakkabılarını çıkarmasını buyurdu. Musa‟nın bastığı yer, kutsal topraktı. Toprak, Tanrı‟nın varlığıyla kutsal kılınmıştı. Ayakkabıları çıkarma davranışı, Musa‟nın dünyadan – dünyasal – olduğunu gösteren bir simgeydi. Bazen “balçık ayağı” olarak da adlandırılan insan ayağı, yaratılışımızı temsil eder. Bizi yeryüzüne bağlayan şey ayağımızdır. Seraflar dünyadan değildir. Ayakları çamurdan yaratılmamıştır. Melekler ruhsal varlıklardır. Yine de yaratık olarak vardırlar ve Yeşaya‟nın görümündeki betimleme, meleklerin de Tanrı‟nın yüce varlığının önünde yaratık olduklarını kabul edip ayaklarını örtmeleri gerektiğini bildiriyor. “Birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: „Her Şeye Egemen RAB Kutsal, kutsal, kutsaldır. Yüceliği bütün dünyayı dolduruyor.‟” (Yeşaya 6:3) Yeşaya‟nın görümünün en önemli yerine geldik. Bu metnin müthiş mesajını açıklayan Serafların şarkısına geldik. Şarkı, tek bir kelimenin tekrarından oluşuyor, kutsal. Bu kelime üç defa tekrarlanarak söyleniyor ve kiliseye en yüce olan hamt ilahisini veriyor. Şarkının adı, trişagon, yani “üç defa kutsal”. Kutsal kelimesinin tekrar edilmesinin önemini kolayca göz ardı edebiliriz. Bu tekrarlama, İbrani edebiyatında, özellikle de şiirlerde görülen, edebi bir yöntemdir. Tekrarlama, bir vurgu biçimidir. Biz kendi dilimizde bir şeyin önemini vurgulamak istediğimizde bazı değişik yöntemler kullanırız. Önemli kelimenin altını çizer ya da onları kalın veya italik yazarız. Kelimenin ardından ünlem işareti koyar veya kelimeyi tırnak içerisinde yazarız. Bu kullandığımız tüm yöntemler, önemli olan şeye okuyucunun dikkatini çekmek içindir. Eski Antlaşma‟daki Yahudiler de, vurguyu göstermek için değişik yöntemler kullanmışlardır. Bunlardan bir tanesi de tekrar etme yöntemiydi. İsa‟nın da tekrar etme yöntemi kullandığını görüyoruz. “Yine size gerçeği söyleyeyim...” Burada İsa‟nın “yine size gerçeği” sözcüklerini kullanması, söylediklerinin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir. “Gerçeği” diye tercüme edilen kelime, eski bir kelime olan amin kelimesidir. Genelde amin sözcüğünü, bir vaazın veya duanın sonunda söylenen söz olarak düşünürüz. Basit olarak, “Doğrudur” anlamını taşımaktadır. İsa bu eski kelimeyi, söylenen bir cümleye yanıt olarak değil, cümleye giriş kelimesi olarak kullandı. Tekrar etme yönteminin nükteli bir kullanımı da Yaratılış 14. bölümde görülebilir. Siddim Vadisi‟ndeki kralların savaş hikayesi, o yöredeki büyük zift çukurlarına düşen kişilerden bahsediyor. Bazı tercümelerde bu çukurlar, asfalt çukurlar veya katran çukurlar olarak adlandırılıyor. Neden tercümelerde böyle farklılıklar var? Bu çukurlar tam olarak ne çukuruydu? İbranicesi de net değil. Orijinal metinde çukur için bir İbranice sözcük kullanılıyor ve tekrar ediliyor. Hikaye tam olarak tuzak çukurlarından bahsediyor. Yahudiler, çukurlar var ve çukurlar var diyordu. Bazı çukurlar diğerlerine göre daha çok tuzak doludur. Bahsedilen çukurlar – tuzak çukurları – ise tüm çukurlar arsında en çok tuzak dolu olanıdır. Bir çukura düşmek normal bir şeydir fakat tuzak dolu bir çukura düşerseniz başınız büyük bir şekilde belaya girer. Kutsal Kitap, birçok durumda bazı şeyleri üç kere yineler. Bir şey hakkında üç kez yineleyerek bahsetmek, o şeyi yüksek dereceye çıkartmaktır ve büyük bir önemin vurgusunu o şeye iliştirmektir. Örneğin, Tanrı‟nın korkunç yargısı, Vahiy kitabında göğün ortasında uçan bir melek tarafından yüksek sesle beyan ediliyor: “Borazanlarını çalacak olan öbür üç güç meleğin borazan seslerinden yer yüzünde yaşayanların vay, vay, vay haline!” Aynı şekilde, “RAB'bin Tapınağı, RAB'bin Tapınağı, RAB'bin Tapınağı buradadır!...” diye bağıran halkın ikiyüzlülüğünden ötürü, halkı azarlamak için, Yeremya‟nın Tapınağın önünde yaptığı iğneleyici konuşmada da görüyoruz. Kutsal Yazılar‟da, Tanrı‟nın niteliklerinden sadece bir tanesi üç defa tekrarlanıyor. Tanrı‟nın özelliklerinden sadece bir tanesi üç defa yineleniyor. Kutsal Kitap, “Tanrı kutsal, kutsal, kutsaldır” diyor. Tanrı sadece kutsal değil aynı zamanda kutsal kutsaldır da. Tanrı kutsal, kutsal, kutsaldır. Kutsal Kitap‟ın hiçbir yerinde, Tanrı sevgi, sevgi sevgidir, ya da merhametli, merhametli, merhametlidir, veyahut öfkeli, öfkeli, öfkelidir veya adil, adil, adildir yazmıyor. Kutsal Kitap‟ta sadece “Tanrı kutsal, kutsal, kutsaldır, tüm dünya O‟nun görkemi ile doludur” yazıyor. “Seraflar‟ın sesinden kapı söveleriyle eşikler sarsıldı, tapınak dumanla doldu.” (Yeşaya 6:4) Eski kilise üyeleri üzerinde yapılan bir araştırmada, bu kişilerin kiliseye gitmemelerinin nedeninin, kiliseyi sıkıcı bulmaları olduğu görüldü. Birçok kişye, tapınmayı heyecan ve harekete getiren bir olay görmek, zor geliyor. Burada dikkatimizi şu çekiyor, Tanrı tapınakta göründüğünde, kapı ve kapı eşikleri, konuşamayan ve duyamayan tahta ve metaller, Tanrı‟nın varlığıyla hareket etmeye başladı. Metindeki tam anlam, bu nesnelerin sarsıldığıdır. Bu nesneler oldukları yerde titremeye başladı. “ „Vay başıma! Mahvoldum‟ dedim, „Çünkü dudakları murdar bir adamım, dudakları murdar bir halkın arasında yaşıyorum. Buna karşın Kral'ı, Her Şeye Egemen RAB'bi gözlerimle gördüm.‟ ” (Yeşaya 6:5) Sarsılan tek şey tapınağın kapıları değildi. Bina içinde en çok sarsılan şey Yeşaya‟nın bedeniydi. Yeşaya, yaşayan Tanrı‟yı gördüğünde, evrenin tek hükümdarı, tüm kutsallığıyla onun gözleri önünde durduğunda, “Vay başıma!” diye haykırdı. Yeşaya‟nın haykırışı, çağdaş bir insan kulağına garip geliyor. Bugünlerde insanların Vay kelimesini kullandıklarını çok nadir duyuyoruz. Bu sözcük eski ve modası geçmiş olduğundan, bazı çağdaş çevirmenler bu kelimenin yerine başka bir kelime koymayı tercih ediyorlar. Bu ciddi bir hatadır. Vay kelimesi boş veremeyeceğimiz, önemli bir Kutsal Kitap kelimesidir. Özel bir anlamı vardır. Vay denildiğinde, eski zamanlarda sahnelenen müzikal oyunlarda karşılaşılan sorunlar aklımıza geliyor. “Perils of Pauline” (“Pauline‟nin Korkusu”) adlı oyunda, cani ev sahibinin Pauline‟nin ipoteğini haciz etmeye geldiğinde, Pauline‟nin eroin aldığı kollarını gösterişi sergileniyordu. Ya da aklımıza, tren raylarına bağlanmış olan ve “Vay başıma” diye bağıran sevgilisini, arkasında iz bırakarak uçup kurtulmaya çalışan Mighty Mouse (Güçlü Fare) geliyor. Ve yahut “The Amos and Andy Show” programdaki şaşkın BalıkKral‟ın ünlü deyimi aklımıza geliyor, “Vay başıma, Andy, ne yapacağım ben?” “Vay” terimi de, diğer eski haykırma sözcükleri olan ah, vah ve hakikaten gibi emekli oldu. “Vay” terimini gündelik konuşmada kullanmaya devam eden tek dil, İbranice‟nin Alman lehçesidir. Çağdaş Yahudiler, hüsranlıklarını “Oy vay!” feryadıyla dile getiriyorlar. Bu ifade oy vay ist mer ifadesinin kısaltılmış halidir. İbranice‟nin Alman lehçesindeki “Vay” ifadesi de “Vay başıma!” ifadesinin kısaltılmasıdır. Yeşaya‟nın feryadının bütün şiddeti, Kutsal Kitap‟ın Yeşaya‟dan önceki bölümlerinde de özel konuşma şekillerinde görülmüş olması gerekiyor. Peygamberler mesajlarını iletirlerken, kutsal sözlerin en sık iletildiği biçim kehanetler idi. Kehanetler, Tanrı‟dan gelen iyi veya kötü bildirilerdi. Olumlu kehanetler Ne mutlu sözüyle başlıyordu. İsa, Dağdaki Vaazında, kehanetlerde bulundu. “Ne mutlu ruhta yoksul olanlara!” “Ne mutlu yaslı olanlara!” “Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara!” İsa‟yı dinleyenler, İsa‟nın bir peygamber yönetimini, yani iyi haber veren kehanetleri kullandığını anlıyorlardı. İsa, olumsuz kehanetlerde de bulundu. Ferisiler‟i öfkeyle uyarırken, Tanrı‟nın yargısının Ferisiler‟in kafalarının üzerinde olduğunu bildirdi. “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler!” İsa bunu o kadar çok söyledi ki, nakarat gibi olmaya başlamıştı. Peygamberlerin dudaklarındaki Vay sözcüğü ise bir yıkımın bildirisiydi. Kutsal Kitap‟ta, vay kelimesiyle yapılan kehanetler sonucu şehirler, uluslar, bireyler yıkıma uğramıştır. Yeşaya‟nın vay kelimesini kullanışı farklıydı. O, Tanrı‟yı gördüğünde kendi üzerindeki yargıyı bildiriyordu. “Vay başıma!” diye bağırarak kendi başı üzerindeki Tanrı gazabını, yargının bütün lanetini ve kendi yıkımını haykırdı. Bir Peygamberin yaptığı şeylerden bir tanesi, Tanrı‟nın adıyla başkalarına gazap getirmekti. Bir Peygamberin yaptığı bir diğer şey ise, Tanrı‟nın gazabını kendi üzerine getirmekti. Yıkım gazabının hemen ardından Yeşaya “Mahvoldum” diye haykırdı. Ben eski çevirisiyi tercih ediyorum, “Helak oldum”. Daha çağdaş çevirilerin helaktan mahva neden geçtiğini Kutsal Kitap‟ı okuyarak görebiliriz. Bugün kimse helak olmaktan bahsetmiyor. Ancak helak olmak, mahvolmaktan daha kuvvetli bir anlam içeriyor. Helak olmak dikiş yerlerinden ayrılmak, sökülmek demektir. Yeşaya‟nın ifade ettiği şey, çağdaş psikologların kişisel dağılma diye adlandırdıkları olaydır. Dağılmanın anlamı tam olarak tamamlamanın tersidir. Bir şeyi tamamlamak ise, bir şeyin parçalarını tam olarak birleşecek şekilde bir araya getirmektir. Okullar bir araya geldiğinde, iki ayrı öğrenci sınıfı, tek bedende yan yana konmuş oluyor. Doğruluk kelimesinin de kökü tamamlamaya dayanıyor. Doğruluk, hayatı tam veya sağlam olan bir kişiyi ifade ediyor. Eğer doğru bir kişi varsa bu da Amots oğlu Yeşaya‟dır. Yeşaya eksiksiz bir kişi, her anlamda dost birisiydi. Yaşadığı çağdaki insanlar tarafından ulustaki en doğru adam olarak görülüyordu. Bir erdem örneği olarak karşılanıyordu. Ve bu erdem örneği, bir an için Tanrı‟yı gördü. Bu kısacık an içinde tüm onuru kırıldı. Küçücük bir zaman içerisinde, kutsallığın mutlak değeri altında, tüm çıplaklığıyla sergilenmişti. Yeşaya, kendisini diğer ölümlülerle kıyaslasaydı, kişiliği sayesinde diğer insanlardan daha üstün durumda olduğunu düşünmeye hakkı olurdu. Ancak kendisi en yüce değerlerle kıyasladığı an, mahvoldu ve ruhsal ve ahlaksal açıdan yıkıldı. Perişan olmuştu. Paramparça olmuştu. Doğruluk anlayışı çökmüştü. Yıkımın aniden gerçekleşmesinin nedeni olarak Yeşaya‟nın ağzı gösteriliyordu. Yeşaya haykırdı, “Çünkü dudakları kirli bir adamım...”. İlginç. Bizse Yeşaya‟dan şunu söylemesini beklerdik, “Huyu kirli bir adamım” ya da “Düşünceleri kirli bir adamım”. Bunun yerine o, tüm dikkati dudaklarına çekiyordu. “Kirli bir ağzım var” dedi. Neden ağzına odaklandı? Belki de, Yeşaya‟nın sarf ettiği sözlerdeki anahtar, İsa‟nın şu sözlerinde de vardı, “İnsanı kirleten, ağzına giren değildir. Ağzından çıkandır insanı kirleten.” Ya da, Rabbimizin kardeşi olan Yakup‟un da dil üzerine yazdığı yazıya bakabiliriz: “Dil de bir ateş, bedenimizin üyeleri arasında bir kötülük dünyasıdır. Bütün varlığımızı kirletir. Cehennemden alevlenmiş olarak yaşamımızın gidişini alevlendirir. Her tür yabani hayvan, kuş, sürüngen ve deniz yaratığı insan soyu tarafından evcilleştirilmiş ve evcilleştirilmektedir. Ama dili hiçbir insan evcilleştiremez. Dil, öldürücü zehirle dolu, dinmeyen bir kötülüktür. Dilimizle Rab'bi, Baba'yı överiz. Yine dilimizle Tanrı'nın benzeyişinde yaratılmış olan insanlara söveriz. Övgü ve sövgü aynı ağızdan çıkar. Kardeşlerim, bu böyle olmamalı. Bir pınar aynı gözden tatlı ve acı su akıtır mı? Kardeşlerim, incir ağacı zeytin, ya da asma incir verebilir mi? Aynı şekilde, tuzlu su kaynağı tatlı su veremez.” (Yakup 3:6-12) Dil, ölümcül bir zehirle dolu, uyuklamayan bir günahkardır. Yeşaya‟nın fark ettiği şey de buydu. Yeşaya ayrıca, bu müşkül durumunda yalnız olmadığını da fark etti. Tüm ulusun kirli ağızlara sahip olduğunu da anladı: “... dudakları kirli bir halkın arasında yaşıyorum.” O anın parlaklığıyla, Yeşaya yeni ve köklü bir günah kavramına sahip oldu. Günahın kendisinde ve herkeste yaygın olduğunu gördü. Bir bakıma şanslı sayılırız: Tanrı, Yeşaya‟ya göründüğü gibi bize görünmüyor. Buna kim dayanabilir? Tanrı, genel olarak bize, bir seferde günahlarımızın az bir miktarını gösterir. Çürümüşlüğümüzün farkına yavaş yavaş varırız. Tanrı Yeşaya‟nın çürümüşlüğünü ona bir seferde gösterdi. Şüphesiz, Yeşaya yıkılmıştı. Yeşaya bunu şöyle dile getiriyor: “... Buna karşın Kral‟ı, Her Şeye Egemen RAB‟bi gözlerimle gördüm.” (Yeşaya 6:5). Yeşaya, Tanrı‟nın kutsallığını gördü. Yeşaya, hayatında ilk defa Tanrı‟nın kim olduğunu anladı. Aynı zamanda Yeşaya, hayatında ilk defa kendisinin kim olduğunu anladı. “Seraflar'dan biri bana doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor vardı; onunla ağzıma dokunarak, „İşte bu kor dudaklarına değdi, suçun silindi, günahın bağışlandı‟ dedi.” (Yeşaya 6:6-7) Yeşaya, yerde sürünüyordu. Vücudundaki tüm sinirler titriyordu. Saklanacak bir yer arıyor; dünyanın onu örtmesi veya tapınağın tavanı üzerine yıkılması ya da herhangi bir şey tarafından Tanrı‟nın kutsal görünüşünün altından çıkarılması için yalvarıyordu. Ancak saklanacağı bir yer yoktu. Tanrı‟nın önünde çıplak ve yalnızdı. Yanında kendisini teselli edecek bir Havva‟sı ve gizleyebilecek incir yaprakları yoktu. O‟nun çektiği acı, yalnızca, bir kişinin yüreğini yarıp dışarı çıkan ve ruhunu parçalara ayıran ruhsal bir acıydı. Suç, suç, suç. Amansız suçu, Yeşaya‟nın vücudundaki her gözenekten sesini yükseltiyordu. Kutsal Tanrı, aynı zamanda bir lütuf Tanrı‟sıdır da. Tanrı, Kendi hizmetkarının esenliksiz kalmasına razı olmadı. Yeşaya‟yı aklamak ve ruhunu yenilemek için acil müdahalelerde bulundu. Harekete geçmesi için bir Seraf‟a buyruk verdi. Meleksel bir varlık hızla hareket etti ve maşa ile sunağa uçtu. Seraf, yanan ateşin içinden, bir meleğin dahi dokunamayacağı kadar sıcak olan kırmızı bir kor alıp Yeşaya‟ya doğru uçtu. Seraf, akkoru peygamberin dudaklarına bastırdı ve orada söndürdü. Dudaklar, insan bedeninin en duyarlı bölümü, öpüşmenin buluştuğu noktadır. Yeşaya o an, ağzını yakan kutsal ateşi hissetti. Bedeninden gelen acı yanık kokusu Yeşaya‟nın burun deliklerini dolduruyordu ancak bu duyu, sıcaklığın dayanılmaz acısı tarafından köreltilmişti. Bu, sert bir merhamet, aklanmanın acı veren bir uygulamasıydı. Yeşaya‟nın acısı dağlanıyor, ağzındaki kir yanıp eriyordu. Yeşaya, kutsal ateş tarafında temizleniyordu. Yeşaya, bu ilahi aklanmayla, dudaklarını temizlemekten daha da öteye giden bir bağışlanma gördü. Baştan aşağı temizlendi, özüne kadar bağışlandı, ancak bu, tövbenin korkunç acısıyla birlikte gerçekleşti. Yeşaya, basit kibarlığın ve basit bir “Özür dilemenin” ötesinde bir durumdaydı. Kendi günahı yüzünden yastaydı ve ruhsal bir keder etrafını sarmıştı. Tanrı, Yeşaya‟ya şifa vermek için bir melek gönderdi. Yeşaya‟nın günahı kaldırıldı. Onuruna dokunulmadı. İnsanlığına hakaret edilmeden suçu kaldırıldı. Günahından ötürü duyduğu vicdan azabı yararlı oldu. Gördüğü ceza acımasızca değildi ve sıra dışıydı. Dudaklarının bir an için yanması, sonsuza dek sürecek bir şifa getirdi. Bir anda, dağılmış peygamber, tam bir hale getirildi. Ağzı temizlendi. Artık arınmıştı. “Sonra Rab'bin sesini işittim: „Kimi göndereyim? Bizim için kim gidecek?‟ diyordu. „Ben! Beni gönder‟ dedim.” (Yeşaya 6:8) Yeşaya‟nın görümü boyut değiştiriyor. Bu noktaya kadar, Yeşaya, Tanrı‟nın görkemini görmüş, Serafların şarkılarını duymuş, dudaklarının üzerinde yanan koru hissetmişti. Şimdi ise, ilk defa Tanrı‟nın sesini duyuyordu. Melekler o anda sessizliğe gömüldü ve Kutsal Kitap‟ta birçok suyun aynı anda çıkardığı ses olarak tanımlanan ses, tapınağın her tarafında gümbürdedi. Yankılanan bu ses, yüreği delen bir soru yöneltti: “Kimi göndereyim? Bizim için kim gidecek?” Burada, tarih içerisinde tekrar tekrar yinelenen bir örnek var. Tanrı görünüyor, insan dehşet içerisinde titriyor, Tanrı, insanı bağışlayıp şifa veriyor ve gönderiyor. Ümitsizlikten hizmet etmeye geçiş örneği. Tanrı, “Kimi göndereyim?” diye sorduğunda, Yeşaya “göndermek” sözcüğünün gücünü fark etmişti. “Gönderilmek” demek, Tanrı için hizmete gönderilmek, Tanrı adına konuşmak demektir. Yeni Antlaşma‟da elçi, “gönderilen kişi” anlamına geliyordu. Yeni Antlaşma‟daki elçinin karşılığı Eski Antlaşma‟da peygamberdi. Tanrı, yorucu olan ve yalnızlık gerektiren peygamberlik görevine bir gönüllü arıyordu. “Kimi göndereyim?” Yeşaya‟nın verdiği yanıta dikkat edin. “İşte, ben, beni gönder.” (Eski Çeviri). “İşte ben, beni gönder” ile “Ben buradayım, beni gönder” arasında çok önemli bir fark vardır. Eğer Yeşaya, “Ben buradayım, beni gönder” deseydi, sadece bulunduğu yeri işaret etmiş olacaktı. Ancak Yeşaya, Tanrı‟ya yerini bildirmekten çok daha ötede bir şeyle ilgileniyordu. “İşte ben” dedi. Bu ifade ile Yeşaya, gönüllü olarak öne doğru adım atıyordu. Verdiği yanıt oldukça yalındı, “Ben giderim. Başka yere bakma. Beni gönder.” Yeşaya‟nın yanıtında, iki şeye dikkat edilmelidir. Bunlardan ilki, Yeşaya‟nın Hupty Dumpty (Yumurta kafalı adam) olmadığıdır. Çocuk şiirinde anlatılan Bay Dumpty‟nin duvardan düşüşü oldukça üzücüdür çünkü tüm ülkede onu bir araya getirebilecek bir kişi bile bulunamaz. Ancak Humpty Dumpty, Yeşaya‟dan daha narin değildi. Yeşaya, yere düşen bir yumurtadan daha fazla parçaya ayrılmıştı. Fakat Tanrı, onu tekrar bir araya getirdi. Tanrı, parçalara ayrılmış birisini alıp bir göreve gönderebilecek güçtedir. Tanrı, günahkar bir adamı aldı ve peygamber yaptı. Ağzı kirli bir adamı aldı ve Kendi sözcüsü yaptı. Bu olaydan öğrendiğimiz ikinci önemli şey ise, Tanrı‟nın, Kendi lütfuyla Yeşaya‟nın ruhunda çalışması, Yeşaya‟nın kişiliğini yok etmemesidir. Yeşaya, “İşte ben” diyor. Yeşaya, hala daha “Ben” diyebiliyordu. Hala daha bir kimliğe sahipti. Hala daha bir kişiliğe sahipti. Tanrı, birçok sapkın Hıristiyan öğretişinin iddia ettiği gibi “ben”i yıkmaz, “ben”i kurtarır. Tanrı, insanın ben yapısına şifa verir ve böylece kişinin çağrıldığı görevi yerine getirmesini ve bu görevde başarılı olmasını sağlar. Yeşaya‟nın kişiliği onarılmıştı, yok edilmemişti. Tapınaktan ayrıldığında, hala daha Amots oğlu Yeşaya idi. Aynı kişiydi fakat ağzı temizlenmişti. Hiçbir vaiz Yeşaya‟nın çağrısına layık değildir. Her vaiz, ikiyüzlülük tehlikesinden zarar görebilecek durumdadır. Gerçekte bir vaiz, kendi vaazında Tanrı Sözü‟ne ne kadar bağlıysa, ikiyüzlülük tehlikesiyle o kadar karşı karşıyadır. Neden? Çünkü, bir kişi, Tanrı Sözü‟ne ne kadar bağlıysa, vereceği mesaj da o kadar yüce olur. Verdiği mesaj ne kadar yüce ise, kendine itaat etmekten o kadar uzak olmalıdır. Kiliselerde Tanrı‟nın kutsallığı üzerinde konuşma yaptığım zamanlar, içimde bir tedirginlik beliriyor. İnsanların vereceği tepkileri önceden hissedebiliyorum. Tanrı‟nın kutsal evinden, kutsal bir adamın huzurunda bulunduklarına inanarak ayrılıyorlar. Çünkü beni, kutsallık üzerine vaaz ederken dinliyorlar ve benim de verdiğim mesaj kadar kutsal olduğumu düşünüyorlar. İşte o zaman, “Vay başıma!” diye haykırmak istiyorum. Bir kişi, kendi çalışmasında kutsal olmaya çağrılıyor diye, o kişinin kutsal olduğunu düşünmek tehlikelidir. Burada bir ironi var. Tanrı‟nın kutsallığını öğrenmeye duyduğum derin açlığın sebebinin, kesinlikle kutsal olmadığım olduğuna eminim. Ben kirli bir adamım. Tanrı‟nın tapınağının dışında daha çok zaman geçiren birisiyim. Ancak daha fazlasını istememe yetecek kadar Tanrı‟nın görkemini gördüm. Bağışlanmış bir adamın ne demek olduğunu, bir göreve gönderilmenin ne demek olduğunu biliyorum. Ruhum daha fazlası için haykırıyor. Ruhumun daha fazlasına ihtiyacı var. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KORKUNÇ GİZEM Nedir bu içimde parlayan, acıtmadan yüreğime vuran şey? Hem titriyorum, hem parlıyorum. Bugüne kadar görmediğim bir titreme, Bugüne kadar olmak istediğim bir parıltı. ST. AUGUSTINE. Kitabın üçüncü bölümüne geldik ve hala daha kutsal olmanın ne demek olduğunu tanımlamış değilim. Keşke bu işi daha sonraya erteleyebilseydim. Kutsallığı tanımlamanın çok büyük bir zorluğu vardır. Kutsallığa gelene kadar daha çok şey var ve kutsallık bize o kadar uzak ki, neredeyse onu tanımlamak imkansız görünüyor. Yabancı bir sözcük olan kutsal kelimesinin içinde oldukça gerçek bir anlam yatıyor. Ancak ne zaman yabancı kelimelerle karşı karşıya gelsek, kelimenin ait olduğu yabancı dil sözlüğünün, açık bir tercüme ile bizi kurtarmasını ümit ederiz. Bizim şu anda karşılaştığımız sorun ise, kutsal sözcüğünün, tüm dillere yabancı olmasıdır. Hiçbir sözlük, bu sözcüğü tanımlamaya elverişli değildir. Tanımlamada yaşadığımız sorun, Kutsal Kitap‟ın kutsal sözcüğünü birden fazla anlamda kullanması gerçeğiyle daha da büyüyor. Kutsal Kitap kutsal kelimesini, bir şekilde, Tanrı‟nın iyiliğiyle yakından ilgili bir anlamda da kullanıyor. Kutsal kelimesini “pak, tüm lekelerden uzak, tamamen mükemmel ve en ince ayrıntısına kadar lekesiz” şeklinde tanımlamak adet olmuştur. Kutsal kelimesini duyduğumuzda, birçoğumuzun aklına gelen ilk kelime paklıktır. Kesinlikle, Kutsal Kitap, kelimeyi bu anlamıyla da kullanıyor. Ancak paklık veya ahlaki açıdan mükemmellik düşüncesi, kutsallık kelimesinin Kutsal Kitap‟ta kullanılan ikincil anlamıdır. Seraflar şarkılarını söylerken, Tanrı için “Pak, pak, pak” demekten ötesini kastediyorlardı. Kutsal kelimesinin birincil anlamı “ayrılmış”tır. “Kesmek” veya “ayırmak” anlamına gelen eski bir kelimeden türemiştir. Bu temel anlamı çağdaş dile tercüme edersek, şu deyimi kullanmamız gerekir, “bir tarafa ayrılmak”. Hatta daha doğrusu, “bir şeyin üstünde olmak” şeklinde kullanmamız gerekir. Göze çarpan, daha üstün bir değere sahip bir giysi veya eşya gördüğümüzde, şu ifadeyi kullanırız, “diğerlerinden daha üstün”. Her yazarın bir editöre ihtiyacı vardır. Editörler harika insanlardır. Sihirbazlardan daha marifetlidirler. Biçimsiz bir el yazısını alıp düzeltebilirler, bir parça yazıyı örtebilir ve anlaşılır bir hale getirebilirler. İnsanlar görmeden önce, yazarın yazım hatalarını ve dilbilgisi yanlışlarını gizlerler. Çok nadir bulunan bir cesaretle işlerini yapan editörler, kitap yayımının bilinmeyen kahramanlarıdırlar. Ama şunu söylemekte de yarar var, çoğu zaman can sıkıcı derecede açık sözlü oluyorlar. Editörüm, büyük kelimelerden nefret ediyor. Bu kitabı yazarken büyük kelimeler veya bilgece sözler kullanmamaya gayret göstereceğime dair söz vermemi istedi. Bu, krala çıplak olduğunu söylemek gibi bir şey. Cehaletimi örtmek için büyük kelimeler kullanıyorum. Bu iş için, büyük kelimeler kullanmak iyidir. Eğer hiç kimsenin anlamadığı bir kelime kullanırsam, insanlar, bahsettiğim şeyleri, kendileri anlamasa da benim anladığımı düşüneceklerdir. Takıldım kaldım. Büyük bir kelime kullanmak zorundayım. Editörüm bana çok kızacak. Büyük ve anlaşılması zor bir teolojik kelime için hazır olun. Hazır mısınız? ÜSTÜNLÜK Amanın. Saydım ve kelimede tam olarak sekiz harf var. Fakat “ihlal etmek” ifadesinde on harf olmasına rağmen herkes bu kelimenin anlamını biliyor. (Aslında ben on iki harf diye saymışım fakat editörüm bunu düzeltti.) Üstünlük kelimesinin anlamı, tam olarak “öbür tarafa geçmek”tir. “Var olan sınırları aşmak” olarak tanımlanır. Üstün gelmek demek, bir şey üzerinde yükselmek, bir sınırın üzerine çıkmak veya ötesine geçmek demektir. Tanrı‟nın üstünlüğü hakkında konuştuğumuzda da, Tanrı‟nın bizden üstün ve ötede olduğu anlamından bahsetmiş oluruz. Tanrı‟nın üstünlüğü deyimi, Tanrı‟nın yüce ve yetkin büyüklüğünü anlatır. Tanrı‟nın dünya ile olan ilişkisini ifade eder. Tanrı, dünyadan daha yücelerdedir. Dünya üzerinde yetkin bir güce sahiptir. Dünyanın, Tanrı üzerinde hiçbir gücü yoktur. Üstünlük, Tanrı‟nın yakıp yok eden görkemini, yükseklerdeki yüceliğini ifade eder. Tanrı‟yı tüm yaratıklardan ayıran sonsuz mesafeyi gösterir. Tanrı, sonsuz bir şekilde her şeyden ayrıdır. Kutsal Kitap, Tanrı‟ya kutsal dediğinde, aslında Tanrı‟nın üstün bir şekilde ayrı olduğunu kastediyor. Tanrı, bizim o kadar üzerimizde ve ötemizdedir ki, adeta bize tamamen yabancıdır. Kutsal olmak demek, “diğer” olmak, özel bir yönden farklı olmak demektir. Kutsal kelimesini, dünyasal şeylere uyguladığımızda da, bu anlamda kullanırız. Aşağıda yazılı olan, Kutsal Kitap‟ın kutsal diye nitelendirdiği şeylere dikkatle bakın: Kutsal toprak, Kutsal Sept günü, Kutsal yer, Kutsal keten ceket, Kutsal ev, Kutsal ondalık, Kutsal buhurdanlar, Kutsal ekmek, Kutsal tohum, Kutsal antlaşma, Kutsal meclis, Kutsal ulus, Kutsal meshetme yağı, Kutsal özgürlük yılı, Kutsal topraklar, Kutsal su, Kutsal sandık, Kutsal şehir, Kutsal söz, Kutsallar, Kutsalların Kutsalı. Bu liste, kesinlikle ayrıntılı bir liste değil. Bu liste, kutsal kelimesinin Tanrı dışında ne tür şeylere uygulandığını göstermektedir. Kutsal kelimesi, her durumda da, ahlaki ve manevi bir nitelikten farklı bir anlamı ifade etmek için kullanılmıştır. Kutsal olan nesneler, ayrılmış, diğerlerinden ayrı konulmuş nesnelerdir. Bu nesneler, Rab‟bimiz ve O‟nun hizmeti için, sıradanlıktan ayrılmış ve takdis edilmiş nesnelerdir. Listedeki nesnelerin hiçbiri kendi başına kutsal değildir. Kutsal olmaları için önce Tanrı tarafından takdis edilmeleri ve “kutsal kılınmaları” gerekir. Tanrı, tek başına kutsaldır. Sadece Tanrı, bir şeyi kutsal kılabilir. Sadece Tanrı, dokunduğu nesneyi sıradanlıktan çıkarıp özel, değişik ve ayrı bir nesneye dönüştürebilir. Eski Antlaşma‟nın kutsal kılınan nesnelere nasıl baktığına dikkat edin. Kutsal olan bir şey kendine özgü bir nitelik taşır. Ortak kullanımından ayrı tutulmuştur. Dokunulamaz, yenilemez, genel sorunlar için kullanılamaz. Özeldir. Saflık nerede devreye giriyor? Kutsallık kelimesiyle karşılaştığımızda, kutsallığı ihtiyacımıza göre saflık veya ahlaki kusursuzlukla eş koşmaya alışmışız. Nesneler kutsal kılındığında, takdis edildiğinde, saflığa da ayrılmış olurlar. Artık saf bir şekilde kullanılmaları gerekir. Ayrılmışlığı yansıttığı gibi saflığı da yansıtmalıdırlar. Saflık, kutsallığın dışında tutulamaz, kutsallığın sınırları içindedir. Ancak unutmamamız gereken şey, kutsallık kelimesinin anlamının gücünün, asla saflık kelimesinin anlamıyla azalmadığıdır. Kutsallık, saflığı içerir fakat saflıktan daha ötede bir şeydir. Kutsallık, saflık ve üstünlüktür. Yani, üstün bir saflıktır. Tanrı‟yı tarif ederken kutsal kelimesini kullandığımız zaman, başka bir sorunla karşılaşırız. Tanrı‟yı çoğu zaman, nitelikler diye adlandırdığımız, etraftan toplayarak derlediğimiz bir dizi özellik ve vasıfla tarif ediyoruz. Tanrı‟nın bir ruh olduğunu; her şeyi bildiğini; seven, adil, merhametli, bağışlayan, ...vb. olduğunu söylüyoruz. Kutsal kelimesini de, bu uzun nitelikler listesine bir nitelik olarak eklemek istiyoruz. Ancak kutsal kelimesini Tanrı için kullandığımızda, tek bir anlam kastetmiş olmuyoruz. Tersine, Tanrı, genel anlamıyla kutsal diye adlandırılır. Kutsal kelimesi Tanrı‟nın tanrılığıyla eş anlamda kullanılır. Kutsal kelimesi tüm ilgiyi Tanrı‟da toplamaktadır. Bizlere, Tanrı‟nın sevgisinin kutsal sevgi, adaletinin kutsal adalet, merhametin kutsal merhamet, bilgisinin kutsal bilgi, ruhunun kutsal ruh olduğunu hatırlatır. Kutsal kelimesinin, tüm ilgiyi Tanrı‟nın üstünlüğüne, yani Tanrı‟nın dünyanın üzerinde ve ötesinde olduğuna yoğunlaştırdığını gördük. Tanrı‟nın “aşağı uzanıp” bu dünyadaki bazı nesneleri takdis edebileceğini, onları kutsal kılabileceğini de gördük. Tanrı‟nın bayağı olana dokunması, bayağı olanı nadide yapar. Tekrar söylüyoruz, bu dünyadaki hiç bir şey kendi başına kutsal değildir. Sadece Tanrı, bir şeyi kutsal kılabilir. Sadece Tanrı, bir şeyi takdis edebilir. Kutsal olmayan nesneleri kutsal diye adlandırdığımızda, putperestlik günahına düşmüş oluruz. Sadece Tanrı‟ya gösterilmesi gereken saygı, korku, yücelik ve tapınmayı sıradan nesnelerle göstermek, çirkin bir putperestlik yanlışıdır. Yaratıcıya değil de yaratığa tapmak, putperestliğin özünü oluşturur. Eski çağlarda put yapanlar, karlı bir işe sahiptiler. Putların bazıları ağaçtan, bazıları taştan ve bazıları da değerli metallerden yapılıyordu. Put yapanlar pazarlara gidip en iyi malzemeleri alır ve iş yerlerine geri dönüp marifetlerini gösterirlerdi. Bir put yapıcısı, en iyi araç ve gereçlerini kullanarak elindeki malzemeye şekil vermek için saatlerce çalışırdı. İşini bitirdikten sonra da, dükkanını süpürür ve çalışma aletlerini titizlikle dolaba kaldırırdı. Ardından dizlerinin üstüne çöküp şekil verdiği put ile konuşmaya başlardı. Sessiz bir ağaç veya taş parçasıyla konuştuğunuzu bir düşünün. Putun söylenilenleri duyma olanağı yoktu. Cevap veremezdi. Yardım da edemezdi. Put sağır, aptal, sessiz ve aciz bir şeydi. Ancak insanlar, bu nesnelere kutsal bir güç yükleyip tapıyorlardı. Bazı putperestler biraz daha ince düşünüyordu. Taştan nesnelere veya totem direklerine tapmazlardı. Güneşe, aya veya soyut bir düşünceye tapıyorlardı. Fakat güneş de bir yaratıktır. Ayın üstün veya kutsal olan bir yanı yok. Tüm bu varlıklar, doğanın bir parçasıdır. Hepsi yaratılmıştır. Belki etkileyicilerdir fakat yaratılanların üzerine veya ötesine geçemezler. Kutsal değillerdir. Puta tapmak, kutsal olmayana kutsal demektir. Unutmayın, sadece Tanrı, kutsal kılabilir.(Bir kilise çobanının, bir evliliği veya Rabbin sofrasını kutsaması, Tanrı‟nın bu şeyleri kutsadığı gerçeğini beyan etmesi anlamına gelir.) Bir insan evladının, Tanrı‟nın asla kutsal kılmadığı bir şeyi kutsaması, gerçek bir kutsama değildir. Saygısızlıktır. Putperestliktir. Yaşadığımız yüzyılın başlarında, Alman bir öğrenci, kutsallık üzerine sıra dışı ve ilginç bir çalışma yaptı. Öğrencinin adı Rudolf Otlo idi. Otlo, bilimsel bir yolla kutsallık üzerinde çalışma girişiminde bulundu. Değişik kültür ve uluslardan olan kişilerin, kutsal kabul edilen şeylerle karşılaştıklarında nasıl bir davranış sergilediklerini inceledi. İnsanların kutsal ile karşılaştıklarında, ne tür duygulara sahip olduklarını araştırdı. Otto‟nun bulduğu ilk önemli keşif, insanların kutsalı tanımlarken zorlandıklarıydı. Otto, kutsal hakkında kesin şeyler söylenebilmesine rağmen, daima kutsal tanımının karşısında duran bir öğe olduğunu gördü. Bu öğe mantıksız bir öğe değildi. Tersine, oldukça mantıklıydı ve düşünce sınırlarımızın üzerinde idi. İnsanın kutsal ile olan tecrübelerinde, sözcüklerle anlatılamayan, fazladan bir şey vardı. Bu şey, Otto‟nun artı (plus) diye adlandırdığı şeydi. Artı, Kutsallığın insanlar tarafından hissedildiği fakat sözle anlatılamadığı kısmıdır. Kutsalın tam olarak ifade edilmesini engelleyen ruhsal bir öğedir. Otto, kutsal için özel bir terim buldu. Kutsalı mysterium tremendum, yani kabaca tercüme edersek, korkunç gizem diye adlandırdı. Otto kutsallığı şöyle tanımlıyordu: Bazen kutsallık, yumuşak bir akıntı gibi kişiyi sarar, derin bir tapınma halinin sakinliğiyle düşüncelere yayılır. Yok olana ve insan tarafından, dini olmayan, “bayağı”, sıradan bir duygu olarak kabul edilene kadar, yoğun, devam eden, adeta tınlayan ve çınlayan bir hal alır. Birden, kasılma ve çarpıntılarla ruhun derinliklerinden yukarı doğru fışkırabilir veya en garip heyecanlara, kendinden olmayan deliliklere, taşkınlıklara ve coşkulara itebilir. Vahşi, şeytani biçimlere sahiptir ve korkunç, tüyleri diken diken eden bir dehşete dönüşebilir. Ham halde bir vahşi geçmişe ve erken belirtilere sahiptir. Tekrar iyi, saf ve görkemli bir şeye dönüştürülebilir. Kimin huzurunda, yaratılışın sessiz, sakin ve titreyen alçakgönüllülüğüne dönüşebilir? İfade edilemez bir gizem ve tüm yaratılışın üzerinde olanın huzurunda. [Rudolph Otto, The Idea Of Holy (Kutsal Fikri) (Oxford University Press, 1950), pp. 12-13.] Otto tremendumdan (korkunçluktan) bahsediyordu çünkü kutsal korkusu içimizde kaynar. Kutsal, bizi bir çeşit korku ile doldurur. Şu cümleleri kurarız, “Kanım dondu”, “Tüylerim diken diken oldu”. Ruhsal olarak, “Rabbimiz çarmıha gerilirken bir zencinin orada olup olmadığını” düşünürüz. Bir şarkının nakaratı şöyle diyor, “Bazen titrememe..., titrememe..., titrememe... neden oluyor.” Kutsal hakkında karışık hislere sahip olmaya meyilli kişileriz. Kutsal tarafından aynı anda hem çekiliyor hem de itiliyoruz. Ondan kaçmaya çalışırken bir şey bizi ona yöneltiyor. Hangisini istediğimizi biliyor değiliz. Bir kısmımız kutsaldan nefret ederken diğer bir kısmımız kutsalı arzuluyor. Onsuz ne yaşıyor ne de yaşayamıyoruz. Kutsala karşı aldığımız tavır, hayalet hikayelerine ve korku filmlerine karşı gösterdiğimiz tavra çok yakındır. Çocuklar, hayalet hikayeleri anlatmaları için anne ve babalarına yalvarırlar. Korktuktan sonra da, anne ve babalarına durmaları için yalvarırlar. Ben, eşimi korku filmlerine götürmekten nefret ederim. Karım, korku filmlerini görene – veya göremeyene de diyebilirim - kadar bu filmleri görmek ister. Her seferinde aynı şey başımıza geliyor. Eşimin ilk yaptığı şey, kolumu kavramak ve tırnaklarını etime geçirmek oluyor. Eşim gözlerini kapatmak için ellerini kolumdan çektiği zaman rahatlayabiliyorum. Sonra eşim, koltuğundan kalkıp sinemanın arkasına geçip sırtını bir duvara dayıyor. Sadece orada, arkadan birisinin zıplayıp onu yakalayamayacağından emin olabiliyormuş. Son olarak da herkesle birlikte salonu terk ederken, koridorda sığınacak bir yer arıyor. Fakat yine de bana bu tür filmlere gitmeyi sevdiğini söylüyor. (Burada teolojik bir örnekleme olmalı.) İnsanların kutsala karşı karışık duygulara sahip olmasına, en iyi örnek, belki de radyo dünyasından verilebilir. Televizyon gelmeden önce, evin baş misafirleri radyo programlarıydı. Sabun şirketlerinin katkılarıyla hazırlanan operaları her gün dinlemek zorunda kalırdık. Duz şirketinin katkılarıyla radyoda Ma Perkins oyunu sunulurdu. Diğer şirketlerin katkılarıyla da radyoda, “Our Gal Sunday”, “One Man‟s Family”, “Dr. Brent”, “Stella Dallas”, “Just Plan Bill”, “Portia Faces Life”, “Mary Noble, Backstage Wife”, “Lorenzo Jones and his wife, Belle” ve buna benzer birçok opera sunulurdu. Akşam programlarında hareket ve maceraya yer veriliyordu. “The Lone Ranger”, “Superman”, “Tennessee Jed”, “Hop Harrigan”, ...vb. Benim en sevdiğim gizemli programlar, “Gangbusters”, “Mr. Keen-Tracer of Lost Person”, “Johnny Dollar-Insurance Investigator”, “The Shadow” and “Suspense” idi. Tüm korku programları, tüyler ürperten kapı gıcırdaması sesiyle başlardı. Sanki birisi tırnaklarıyla tahtayı tırmalıyordu. Kafamda, eski ve küflü bir tabutun açıldığı canlanırdı. Gıcırdayan kapı sesiyle beraber radyo spikerinin de yüksek sesi duyuluyordu, “INNER SANCTUM!”. Inner sanctum sözcüklerinin neresi korkunç? Ne anlama geliyor? Inner Sanctum kabaca “yürekte kutsal” anlama geliyor. Kutsal olanın huzuruna çıkarılmak kadar kişiyi dehşete düşüren, düşüncelere korku salan bir şey yoktur. Şimdi ise, biz de, mysterium tremendumun huzuruna getirilirken titremeye başlıyoruz. Kutsal Tanrı‟nın gizemli kişiliği, Latince‟de augustus (Yüce) kelimesiyle anlatılır. İlk Hıristiyanlar, bu unvanı Sezar‟a takmakta sorun yaşıyorlardı. Hıristiyanlara göre, hiçbir insan august unvanını hak etmiyordu. Sadece Tanrı, yüce olarak çağrılmaya layıktı. Yüce olmak demek, korku uyandırmak, korku vermek demektir. Tam anlamıyla, korku veren sadece Tanrı‟dır. İnsanların kutsala bakışı üzerine yaptığı çalışmada Otto, insanın kutsal ile karşılaştığında sahip olduğu duygunun, yaratılmışlığın getirdiği bir dayanamama, karşı koyamama duygusu olduğunu keşfetti. Bu da, Tanrı‟nın varlığını fark ettiğimiz zaman, bizlerin yaratılmış olduğunu en çok fark ediyoruz anlamına geliyor. Mutlak olanla tanıştığımızda, bizim mutlak olmadığımızı hemen anlıyoruz. Sınırsız olanla tanıştığımızda, aklımızı başımıza topluyor ve sınırlı olduğumuzu anlıyoruz. Sonsuz olanla tanıştığımızda, geçici olduğumuzu anlıyoruz. Tanrı ile tanışmak, tersine, güç gerektiren bir çalışmadır. “Diğer” ile olan tezatlığımız bizi eziyor. Yeremya peygamberi ve Tanrı‟ya olan yakarmasını düşünüyoruz: Beni kandırdın, ya RAB, Ben de kandım. Bana üstün geldin, beni yendin... (Yeremya 20:7) Burada sanki Yeremya‟nın kötü bir şekilde kekelemeye yakalandığını duyar gibiyiz. Genelde Kutsal Kitap, açıklamalarını kısa tutar, ekonomik bir dil kullanır. Yeremya bu kuralı, son derece açık olan bir şeyi ifade ederken zaman harcamasıyla bozuyor. “Beni kandırdın, ya Rab, Bende kandım” diyor. Aynı ayetin son cümleleri, boşu boşuna kurulmuştur. Tabi ki de Yeremya kandırıldı. Eğer Tanrı Yeremya‟yı kandırmışsa, Yeremya kandırılmış olmaz da ne olur? Eğer Tanrı, Yeremya‟nın üstesinden gelmişse, Yeremya yenilmiş olmaz da ne olur? Fakat belki de Yeremya, şikayetini dile getirdiğinde Tanrı‟nın onu anladığından emin olmak istiyordu. Belki de, duygularını belirtmek için İbranice‟nin tekrarlama yöntemini kullanıyordu. Yeremya kandırılmış ve yenilmişti. Tanrı‟nın mutlak gücü karşısında kendisini güçsüz ve çaresiz hissediyordu. O an Yeremya, kendi yaratılmışlığının son derece farkındaydı. Yaratılmış olmamızın bize sürekli hatırlatılması her zaman hoş olmuyor. Şeytan‟ın orijinal ayartma sözleri aklımızdan silineceğe benzemiyor, “Tanrı gibi olacaksınız.” Şeytan‟ın bu iğrenç yalanı, bize inanması pahalıya mal olacak bir yalandır. Eğer Tanrı gibi olabilseydik, ölümsüz, yanılmaz ve çok güçlü olurduk. Şu an sahip olmadığımız ve olamayacağımız birçok güce sahip olurduk. Ölüm, çoğu zaman bizleri korkutur. Birisi öldüğünde, bizlerin de ölümlü olduğunu ve ölümün bir gün bize de uğrayacağını hatırlarız. Ölüm, düşüncelerimizden atmaya çalıştığımız bir düşüncedir. Bir başkasının ölümünün yaşamımıza izinsiz girerek, geleceğin bilmediğimiz bir zamanında, neyle karşılaşacağımızı bizlere hatırlatmasından rahatsız oluruz. Ölüm, yaratılmış olduğumuzu bizlere hatırlatır. Ölüm, korkunç olmasına rağmen, kutsal Tanrı ile buluşmanın yanında bir hiçtir. Tanrı ile karşılaştığımızda, yaratılmışlığımızın tamamı sona erer. Tanrı ile karşılaştığımızda, bizleri Tanrı ve küçük ilahlar olduğumuza inandıran ve sonsuza dek yaşamak isteyen efsaneler darmadağın olur. Ölümlü yaratıklar olduğumuzdan ötürü, her türlü korkuyu sergilemeye mecburuz. Endişeleri ve korkuları olan kişileriz. Bazı kişiler kedilerden, bazıları yılanlardan, diğerleri kalabalık yerlerden veya yükseklikten korkarlar. Bu korkular, bizleri yıpratır ve yürek esenliğimizi rahatsız ederler. Hepimizin acı çektiği, özel bir korku türü vardır. Bu korkunun adı xenophobia (yabancı korkusu)dır. Yabancı korkusu, garip ve yabancı olan her şeye karşı duyulan bir korkudur (bazen de nefrettir.). Yabancı korkumuzun en büyük hedefi Tanrı‟dır. En büyük yabancı, Tanrı‟dır. En garip olan, Tanrı‟dır. Tanrı kutsaldır, bizler değil. Kutsal olduğu için Tanrı‟dan korkuyoruz. Duyduğumuz korku, Kutsal Kitap‟ın bizlere buyurmuş olduğu Rab korkusu değildir. Doğuştan gelen, bayağı bir korkudur. Tanrı, bize göre çok büyüktür. Aynı zamanda müthiştir de. Bizden zor dileklerde bulunur. Emniyetimizi tehdit eden Gizemli Yabancıdır. O‟nun huzurunda titrer ve sarsılırız. O‟nunla kişisel olarak görüşmek, bizler için en büyük sarsıntı olabilir. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KUTSALLIK SARSINTISI Kutsal Kitap‟ta da daima anlatıldığı gibi, kutsal insanların Tanrı‟yı gördüklerinde vurulmuş ve ezilmiş olmaları ne şaşırtıcı ve dehşet vericidir... İnsanlar, kendilerini Tanrı‟nın görkemiyle kıyaslamadığı sürece, değersiz olduklarına tamamen ve derinden inanmazlar. JOHN CALVIN Karanlık ve fırtınalı bir geceydi. Bu klasik ifadeyle hikayeye başlamak için çok uzun süre bekledim. Bu klasik giriş cümlesi edebiyatçı arkadaşlarım tarafından kötüye kullanıldı, öyle ki “Karanlık ve Fırtınalı Gece Kulübü” adlı bir klüp oluşturdular. Her sene kitap ve denemelerin en kötü giriş cümlelerine ödüller verirler. Belki de Markos‟un Müjdeyi yazdığı sırada, zaten bir Karanlık ve Fırtınalı Gece Kulübü vardı. İsa‟nın fırtınayı dindirişini anlatmaya bakın nasıl başlıyor: “O gün akşam olunca öğrencilerine, „Karşı yakaya geçelim‟ dedi.” (Markos 4:35) İsa ve öğrencileri Celile‟deydiler. İsa, Celile gölü diye adlandırılan gölün kıyısında toplanmış kalabalığa öğretişte bulunuyordu. Bu su birikintisi, doğanın büyük tasarımlarından birisidir. Göl, etrafı dağlarla çevrili bir çukuru doldurmaktadır. Gölün taze suyu, Filistin‟in kurak bölgesi için önemli bir yaşam kaynağıdır. İsa‟nın öğrencileri profesyonel balıkçılardı. Gölün olgun kıdemlileriydiler. Gölün durumunu, halini ve güzelliğini biliyorlardı. Celile Gölü, ruh hali sert bir şekilde değişen çekici bir bayan gibidir. Bölgedeki tüm gemiciler, suyun karasızlığını bilir. Göl, dağların ortasında ve Akdeniz ile çöl arasında oluşu nedeniyle doğanın garip bir süsünü oluşturmaktadır. Sert rüzgarlar, sanki bir borudan geçiyormuş gibi gölün yüzeyinden akabiliyor. Bu rüzgarlar, habersiz gelip bir saniye içinde durgun gölü, gürleyen fırtınaya çevirebiliyor. Günümüzde bile, bu kadar çağdaş teçhizata sahip olmalarına rağmen Filistinli gemiciler, Celile Gölü‟nün sert halinin öfkesi altında can verme korkusu yüzünden gölde gemiyle açılmayı reddediyorlar. Öğrencilerin lehine olan iki şey vardı: Tecrübelilerdi ve Efendileri ile birlikteydiler. İsa onlara akşamleyin gölün karşı tarafına geçelim dediğinde, öğrencilerin hiçbirisi korkmamıştı. Karşı kıyıya geçmek için kayıklarını hazırladılar. Ardından göl huysuz bir hal aldı. Bayan Göl, öfkeden deliye dönmüştü. “Bu sırada büyük bir fırtına koptu. Dalgalar kayığa öyle saldırıyordu ki, kayık neredeyse suyla dolmuştu.” (Markos 4:37) Celileli balıkçıların en çok korktukları şey, başlarına gelmişti. Ne zaman çıkacağı belli olmayan fırtına, kayığa vuruyor ve fırtınanın şiddeti kayığı alabora edecekmiş gibi korkutuyordu. En güçlü yüzücü bile suya düşse kurtulamazdı. Öğrenciler, parmaklarındaki eklem yerleri beyaza dönene kadar filika küpeştelerini sımsıkı tutuyorlardı. Bindikleri kayık, bir uskuna veya yolcu gemisi değildi. Niteliksiz bir balıkçı teknesiydi. Ani bir kıvrılma, teknenin yanına çarpacak büyük bir dalga, hepsini ölüme sürükleyebilirdi. Öğrenciler hiddetle göl ile savaşıyor, kayığın başını dalgaların içine doğrultmaya çalışıyorlardı. Belki de gemiciler ilk dualarını burada etmişti, “Ya Rab, senin gölün oldukça büyük, benim kayığım ise oldukça küçük.” İsa, kayığın arkasında uyuyordu. Biraz kestiriyordu. Aynı tutumu, ben de başka bir yerde görmüştüm. Bir keresinde, bindiğim uçak şiddetli fırtınaya yakalanmıştı. Uçak irtifa kaybediyor, binlerce kilometre yükseklikten aşağıya bir taş parçası gibi düşüyordu. Midem neredeyse tavana değecekti. Yolcuların dehşet içindeki çığlıklarını duyuyor, hosteslerin panik yaptıklarını görüyordum. Tüm bunlar olurken yanımdaki adam bebek gibi uyuyordu. O zaman yanımdaki arkadaşı tutup sallamak ve “Senin sorunun ne kardeşim? Korkman gerektiğini anlamadın mı?” demek istemiştim. Kutsal Kitap, İsa‟nın bir yastığa yaslanıp uyuduğunu söylüyor. Herkes panik içindeyken, İsa huzurlu bir uykudaydı. Öğrencileri rahatsız durumdaydı. Korku ve öfkenin karışımı bir duygu içerisindeydiler. İsa‟yı uyandırmaya yöneldiler. İsa‟nın bu durumda neler yapabileceği hakkında ne düşündüklerini bilmiyorum. Metinde de açıkça görüldüğü gibi öğrenciler, İsa‟nın yapacağı şeyi kesinlikle beklemiyorlardı. Tüm amaç ve niyetlerine rağmen bulundukları durum çaresizdi. Her saniye dalgaların büyüklüğü ve şiddeti gittikçe artıyordu. Öğrenciler de herkes gibi insandılar. İnsanlar, tehlikeye düştükleri zaman, tehlike tarafından tehdit edildikleri ve ne yapacaklarını bilmedikleri zaman, derhal önderlerine dönerler. Bir adım atma imkanı olsa da olmasa da, önderin işlerinden birisi de bir sonra atılacak olan adımın ne olduğunu bilmektir. “İsa, kayığın kıç tarafında bir yastığa yaslanmış uyuyordu. Öğrenciler O'nu uyandırıp, „Öğretmenimiz, batıyoruz! Hiç aldırmıyor musun?‟ dediler.” (Markos 4:38) Öğrencilerin sorusu gerçek bir soru değildi. Bir suçlama idi. Üstü kapalı bir şekilde ima ediyorlardı. Aslında İsa‟ya, “Ölsek, umurunda değil” diyorlardı. Tanrı‟nın Oğlu‟nu merhametsizlikle suçluyorlardı. İsa‟ya yapılan bu çirkin saldırı, insanlığın Tanrı‟ya karşı gösterdiği alışagelmiş tavırla aynıdır. Tanrı, nankör insanlığın bu tür şikayetlerini her gün dinlemek zorundadır. Cennet, kızgın insanların tekrar eden suçlamalarıyla bombardıman ediliyor. Tanrı‟nın bize olan merhametini kanıtlamak için elinden geleni yapmadığını düşündüğümüz zaman, Tanrı‟yı “sevgisiz”, “acımasız” ve “uzak” diye adlandırmış oluyoruz. Metinde, İsa‟nın, öğrencilerinin “sorusunu” yanıtladığına dair bir belirti yok. İsa‟nın yanıtı, söz kısmını geçip doğrudan eyleme geçti. Söyleyeceklerini suya ve fırtınaya sakladı: “İsa kalkıp rüzgârı azarladı, göle, „Sus, sakin ol!‟ dedi. Rüzgâr dindi, ortalık sütliman oldu. İsa öğrencilerine, „Neden bu kadar korkaksınız? Hâlâ imanınız yok mu?‟ dedi.” (Markos 4:39-40) İsa‟nın hayatı mucizelerden oluşan bir meşaleydi. O kadar çok mucize yaptı ki, onları dinlemekten kolayca bıkabiliriz. Bu öyküyü okuyabilir ve hiç etkilenmeden bir sonrakine geçebiliriz. Ancak şu anda, İsa‟nın mucizelerinin en hayret verici olanlarından biri üzerinde duruyoruz. Öğrencilerin üzerinde özel etki yaratan bir olayla karşı karşıyayız. Öğrencilerin bile düşüncelerinde soru işareti bırakan bir mucizeydi. İsa, doğanın azgın güçlerini, Kendi sesiyle denetim altına aldı. İsa, Tanrı‟dan, kendilerini fırtınadan kurtarmasını dilemedi. Durum ile doğrudan ilgilendi. Bir buyruk, ilahi bir emir verdi. Doğa ise hemen itaat etti. Rüzgar, Yaratcısı‟nın sesini işitti. Sular, Efendisinin buyruğunu tanıdı. Rüzgar derhal dindi. Havada bir esinti dahi kalmadı. Sular dümdüz bir cam gibi oldu. Öğrencilerin tepkisine dikkat edin. Sular dinmişti fakat öğrenciler hala daha çalkalanıyorlardı: “Onlar ise büyük korku içinde birbirlerine, „Bu adam kim ki, rüzgâr da göl de O'nun sözünü dinliyor?‟ dediler.” (Markos 4:41) Burada değişik bir örneğin anlatıldığını görüyoruz. Fırtınanın ve kudurmuş suların öğrencileri korkutması ilginç değildir. Ancak, tehlike geçtikten ve sular dindikten sonra, öğrencilerin korkularının da, fırtına gibi aniden yok olması gerekirdi. Böyle olmadı. Sular dinmiş, öğrencilerin korkuları ise artmıştı. Bunu nasıl açıklarız? Çağdaş psikiyatrinin babası olan Sigmund Freud, insanların doğadan korkmalarından dolayı din icat ettikleri teorisini benimsiyordu. Teoriye göre insan, bir deprem, tufan veya yakıp yok eden hastalıkla karşılaştığında kendisini yardıma muhtaç hisseder. Freud, insanın bu yüzden, depremin, tufanın ve hastalığın üstünde gücü olan bir Tanrı icat ettiğini söylüyordu. Tanrı kişiseldir. O‟nunla konuşabiliriz. O‟nunla pazarlık yapabiliriz. Doğanın yıkıcı güçlerinden bizi kurtarması için O‟na yalvarabiliriz. Depremlere yalvaramaz, tufanlarla tartışamaz veya kanserle pazarlık yapamayız. Teori şöyle devam ediyor, bu yüzden bizler, bu korkunç şeylerle ilgilenirken bize yardım etmesi için Tanrı icat ederiz. Kutsal Kitap‟taki bu hikayede vurgulanan şey, fırtınanın tehdidi geçtikten sonra öğrencilerin korkusunun artıyor olmasıdır. Fırtına, öğrencileri korkutmuştu. İsa‟nın fırtınayı yatıştırması onları daha çok korkutmuştu. Mesih‟in gücünde, doğada gördüklerinden daha çok korkutan bir şeyle karşılaşmışlardı. Öğrenciler, kutsalın huzurundaydılar. Freud‟un bu konu üzerinde söylediklerine şaşırıyoruz. İnsanlar, kendilerini bir Tanrı icat etmeye teşvik eden doğanın güçlerinden daha da ürkütücü kutsallığa sahip bir Tanrı‟yı neden öncelikle icat etsin? İnsanların, kutsal olmayan sadece esenlik veren bir tanrı icat etmesini anlayabiliriz. Ancak, insanlar neden depremden, tufandan veya hastalıktan daha korkunç bir tanrı icat etsin? Tufanın kurbanı olmak veya kansere av olmak başka şey, yaşayan Tanrı‟nın ellerine düşmek başka şeydir. İsa suları dindirdikten sonra öğrencilerin söyledikleri sözler her şeyi açıklıyor. “Bu adam nasıl bir adam ki, rüzgar da göl de onun sözünü dinliyor?” diye haykırdılar. Soru, “Bu nasıl bir adam ki?” idi. İsa‟nın türünün ne olduğunu soruyorlardı. İsa‟yı koyabilecekleri bir sınıf, bilindik bir biçim arıyorlardı. Eğer insanları belli biçimlerle sınıflandırırsak, onlarla nasıl ilgileneceğimizi hemen biliriz. Düşmanca kişilere başka, dost olan kişilere başka tepkiler veririz. Zekilere başka, halktan kişilere başka davranırız. Öğrenciler, İsa‟yı koyabilecekleri uygun bir sınıf bulamadılar. İsa, sınıf kalıplarının ötesindeydi. Tek başına bir sınıf idi, sui generis. Öğrenciler böyle birisiyle daha önce hiç karşılaşmamışlardı. İsa, karşılaştıkları insanlar gibi değildi. Tek başına bir tür, tamamen bir yabancı idi. Daha önce, değişik türden insanlarla karşılaşmışlardı, kısa, uzun, zayıf, şişman, aptal, akıllı. Grekler, Romalılar, Suriyeliler, Mısırlılar, Samiriyeliler ve hemşehrileri Yahudilerle tanışmışlardı. Ancak kutsal bir adamla, rüzgara ve dalgalara konuşan ve sözünü dinleten birisiyle daha önce tanışmamışlardı. Gölde, fırtınanın ortasındayken, İsa‟nın uyuyabilmesi de oldukça garip. Fakat eşsiz bir olay değil. Uçakta ben panik tarafından sarılmışken yanımda uyuklayan yolcu arkadaşımı tekrar düşünüyorum. Bir kriz ortasında uyuyabilen kişiler görmek, nadir görülen bir şey olabilir fakat bu eşsiz bir şey değildir. Uçaktaki arkadaşımdan etkilenmiştim. Ancak arkadaşım, uyanıp da uçağın penceresinden dışarıya doğru rüzgara bağırarak, rüzgarı buyruğuyla durdurmamıştı. Eğer bunu yapsaydı, etrafıma bakınır ve bir paraşüt bulmaya çalışırdım. İsa farklıydı. Muhteşem bir başkalığa sahipti. Yüce, gizemli bir yabancıydı. İnsanların kendilerini rahatsız hissetmesine neden oluyordu. Mesih‟in fırtınayı yatıştırma hikayesinin, İsa‟nın hizmetinde bir çeşit küçük tekrarı daha vardı. Luka bu tekrarın yerini Ginnesar Gölü olarak bildiriyor. Görülüyor ki, Yahudiler, Celile‟nin tepeleri arasında yerleşen büyük su kitlesine ne ad vereceklerini bilememe sorunu yaşıyorlardı. Bu göl, bazı yerlerde Ginnesar Gölü, diğer yerlerde ise Celile Gölü diye biliniyordu. “Halk, Ginesar gölünün kıyısında duran İsa'nın çevresini sarmış, Tanrı'nın sözünü dinliyordu. İsa, gölün kıyısında iki kayık gördü. Balıkçılar kayıklarından inmiş ağlarını yıkıyorlardı. İki kayıktan Simun'a ait olanına binen İsa, ona kıyıdan biraz açılmasını rica etti. Sonra oturdu, kayığın içinden halka ders vermeye devam etti. Konuşmasını bitirince Simun'a, „Derin sulara açılın, balık tutmak için ağlarınızı salın‟ dedi. Simun şu karşılığı verdi: „Efendimiz, bütün gece çabaladık, hiçbir şey tutamadık. Yine de senin sözün üzerine ağları salacağım.‟ Bunu yapınca öyle çok balık yakaladılar ki, ağları yırtılmaya başladı. Öbür kayıktaki ortaklarına işaret vererek gelip yardım etmelerini istediler. Onlar da geldiler ve her iki kayığı balıkla doldurdular; öyle ki, kayıklar az kalsın batıyordu.” (Luka 5:1-7) Eğer öğrencilerin, sıkıntı ve öfkelerini İsa‟ya gösterdikleri bir olay varsa, o da bu olaydır. Simun Petrus yorgundu. Tüm gece ayaktaydı ve balık tutmadaki başarısızlığı yüzünden sinirliydi. Balık tutma işi korkunç geçmişti. Bu tür bir tecrübe, profesyonel balıkçıyı dahi bozuk bir ruh haline sokmaya yeterdi. İsa tüm sabah boyunca öğretişte bulunurken, Petrus, etrafında itişen kalabalık ile ilgileniyordu. Petrus‟un bozuk ruh haline, bu bıkkın ve kızgın durumunu da ekleyin. İsa vaazını bitirdiğinde Simun eve gidip yatağa girmeye hazırlanıyordu. İsa ise, balık tutmaya gitmek istiyordu. İsa‟nın, derin sulara açılmak gibi olağanüstü bir fikri vardı. Satırları okuyup Simun‟un kızgın ve alaycı sözünü canlandırmak için fazladan bir şeye gerek yok. “Efendimiz, bütün gece çabaladık, hiçbir şey tutamadık. Yine de senin sözün üzerine ağları salacağım.” Bu durumda, Simun, İsa‟nın hikmetine olan gerçek saygısını şöyle gösterdi, “Ağları atacağım.” Yine de Petrus, kızgınlığını göstermeyi gerekli gördü. Bu söylediği ile şu sözler aynı anlama geliyor, “Bak İsa, olağan üstü bir öğretmensin. Vaazların hepimizi büyülüyor. Senden büyük teolog yok. Din konusunda hepimizi utandırıyorsun. Ancak, lütfen, bize biraz güven. Bizler profesyoneliz. Balık tutma işini biliyoruz. Tüm gece oradaydık ve hiçbir şey yok, sıfır. Balık yok. Hadi eve gidip uyuyalım. Şansımızı sonra deneriz. Fakat ısrar ediyorsan, eğer sözlerine uymamız gerekiyorsa, o zaman elbette ki ağları atacağız.” Simun Petrus‟un halini görebiliyorum. Andrea‟ya bir bilir kişi bakışı atıyor ve nefes verirken, mırıldanarak yeni temizlediği ağları kaldırıp suya atıyor. Kendi kendine şöyle düşünüyor olmalı, “Kendini beğenmiş vaizler! Hepsi aynı. Her şeyi bildiklerini sanırlar.” Olayın nasıl sonuçlandığını biliyoruz. İsa‟nın Petrus‟a ağları indirmesini söylediği yerde, çok geçmeden, sanki Celile Gölü‟ndeki tüm balıklar ağlara dolmaya başladı. Balıklar, sanki kimin birinci olarak ağa takılacağını görmek için yarışıyor gibiydi. “Son gelen çürük yılan balığıdır!” Ağlar, o kadar çok balıkla dolmuştu ki, oldukça gerilmişlerdi. Ağlar yırtılmaya başladı. Diğer öğrenciler, kayıklarıyla beraber aceleyle olay yerine geldiğinde bile, balıkları taşıyacak yeterli yer yoktu. Her iki kayık da, ağzına kadar balıkla dolmuştu, tekneler az daha batacaktı. Bu miktarda balık, balıkçıların o güne kadar tanık oldukları en çok sayıda yakalanan balıktı. Petrus nasıl tepki verdi? Siz ne tepki verirdiniz? Ben kendimin ne tepki vereceğimi biliyorum. Olay yerinde bir anlaşma yapardım. İsa‟dan bunu nasıl yaptığını bana iskelede, ayda beş dakika göstermesini dilerdim. Tarihteki en kazançlı balık tutma işine sahip olurdum. İş ve kazanç, Petrus‟un düşüncelerinden en uzak olan şeylerdi. Ağlar yırtılırken, Petrus balıkları göremiyordu bile. Tek gördüğü İsa‟ydı. Ne söylediğine bakın: “Simun Petrus bunu görünce, „Rab, uzaklaş benden, ben günahlı bir adamım‟ diyerek İsa'nın dizlerine kapandı.” (Luka 5:8) O an Petrus, Kutsal bir Beden‟in huzurunda bulunduğunu fark etti. Umutsuz bir şekilde rahatsızdı. İlk tepkisi tapınma oldu, Mesih‟in önünde dizlerinin üstüne çökmüştü. “Rab, sana tapıyor, seni yüceltiyorum” demek yerine, “Lütfen benden uzak dur. Lütfen beni bırak. Buna dayanamıyorum” dedi. Mesih‟in yaşamı, Mesih‟e yaklaşmak için kalabalığı yarıp geçen insanların yaşamıdır. “Bana merhamet et” diye yakaran cüzamlı, İsa‟nın giysisinin eteğine dokunmak için uzanan kanamalı kadın, İsa‟nın ölürken söylediği sözleri dinlemeye çabalayan çarmıhtaki haydut ve “Bana gel. Bana bak. Bana dokun.” diye haykıran insanlar, İsa‟nın hayatını oluşturuyor. Petrus böyle değildi. Petrus‟un acınaklı durumu farklıydı: İsa‟dan, kendisiyle arasına mesafe koymasını, kendisini terk etmesini ve kendisinden ayrılmasını istedi. Neden? Tahminde bulunmaya gerek yok. Satırları okumaya gerek yok çünkü satırlar kendi başlarına Petrus‟un neden İsa‟dan gitmesini istediğini açıklıyor, “Ben, günahlı bir adamım!” Günahkar kişiler kutsalın huzurunda rahatsız olurlar. Sefaletin, arkadaşlığı sevmesi bir klişedir. Aynı zamanda, hırsızlar arasında da bir arkadaşlık vardır. Ancak hırsızlar, polis memurlarının arkadaşlıklarının teselli eden varlıklarını aramazlar. Günahkar sefalet, saflığın arkadaşlığını sevmez. İsa‟nın Petrus‟a, Petrus‟un günahları hakkında hiçbir şey söylememesi dikkatimizi çekiyor. Hiçbir azarlama veya yargı sözü yoktu. İsa‟nın yaptığı tek şey, Petrus‟a nasıl balık yakalanacağını göstermekti. Ancak kutsal belli olduğu zaman, onu sözlerle ifade etmeye gerek yoktur. Petrus, göz ardı edemeyeceği bir mesaj yakalamıştı. Tüm doğruluğun ve tüm saflığın üstün ölçüsü, Petrus‟un gözleri önünde parlıyordu. Aynı Yeşaya gibi, Petrus da helak olmuştu. Tarihteki garip gerçeklerden birisi de, Nasıralı İsa‟nın iyi ününün imanlı olmayanlar arasında da hoş karşılandığıdır. İsa hakkında insafsızca konuşan kişi sayısı azdır. Kiliseye açıkça düşman olan ve Hıristiyanları hor görenler genelde İsa‟ya olan övgülerini esirgemezler. Hatta Tanrı‟nın öldüğünü söyleyen ve kilisenin gerilemesinden ötürü yas tutan Friedrich Nietzsche bile, İsa‟dan bahsederken bir kahramanlık örneği olarak bahsediyor. Akıl hastanesinde geçirdiği son yıllarında Nietzsche, mektuplarını “Çarmıha gerilmiş Olan” harfleriyle imzalayarak deliliğini belirtiyordu. Dünyanın karşı konulmaz tanıklığı, İsa‟nın eşsiz mükemmelliğinedir. George Bernard Shaw bile, İsa‟yı eleştirirken, Mesih‟in Kendisinden daha yüce bir değer düşünemiyordu. İsa hakkında, “Bazı zamanlar, İsa da bir Hıristiyan gibi davranmadı.” diyordu. Shaw‟ın eleştirisindeki ironiyi görmezden gelemeyiz. Ahlaki üstünlüğe gelince, Mesih‟e Tanrısallığı veya Kurtarıcılığı yakıştıramayanlar, İsa‟yı insan olarak takdir ediyorlar. Aynı Pontius Pilatus‟un dediği gibi, “Ecce homo.”, “Bu işe siz bakın!” “O‟nda hiçbir suç bulamadım”. Çağdaş insanların İsa‟yı takdir edişine baktığımızda, İsa‟nın çağdaşlarının neden İsa‟yı öldürdüklerini anlamak güç geliyor. Neden onlarca kalabalık İsa‟nın kanının akıtılması için haykırdı? Neden Ferisiler O‟ndan tiksiniyordu? Neden öylesine iyi, öylesine dürüst bir dost, ülkedeki en yüksek din kurulu tarafından ölüme mahkum edildi? Bu gizemi anlamak için, yanıt olarak, günümüz Filistin‟ine bakmalıyız. Yeruşalem‟i gezen bir hacı, bu saygın şehrin görkemiyle büyülenir. Geceleri projektör ışığıyla aydınlatılan eski duvarlar, Kutsal Şehre büyülü bir görünüm kazandırır. Zeytin Dağı‟ndan şehre doğru, Kidron Vadisinin rüzgarlı yolundan geçerek gelen birisi, tapınağın tepesine yakın olan Doğu Duvarının yanından uzanan yolu süsleyen “Peygamberlerin Mezarı” anıtının hala durduğunu görebilir. Anıt yüzyıllardır, ta Mesih‟in zamanından bu yana bulunduğu yerde duruyor. Anıtta, bir Yahudi minyatürü olan Mount Rushmore gibi Eski Antlaşma‟daki büyük peygamberlerin simaları kabartma ve oymalar olarak yer alıyor. İsa‟nın yaşadığı zamanda, Eski Antlaşma‟nın peygamberleri saygı görüyorlardı. Geçmişin büyük kahramanlarıydılar. Yaşadıkları zaman nefret edildiler, küçümsendiler, reddedildiler, hor görüldüler, zulmedildiler ve kendi dönemlerinin insanları tarafından öldürüldüler. İlk Hıristiyan şehit İstefandır. Kızgın bir kalabalık tarafından öldürüldü, çünkü İstefan kendisini dinleyenlere, ellerindeki kanı hatırlatmıştı: “Ey dik kafalılar, yürekleri ve kulakları sünnet edilmemiş olanlar! Siz tıpkı atalarınıza benziyorsunuz, her zaman Kutsal Ruh'a karşı direniyorsunuz. Atalarınız peygamberlerin hangisine zulmetmediler ki? Adil Olan'ın geleceğini önceden bildirenleri de öldürdüler. Melekler aracılığıyla buyrulan Yasa'yı alıp da buna uymayan sizler, şimdi de adil Olan'a ihanet edip O'nu katlettiniz!” (Elçilerin İşleri 7:51-53) İstefan‟ın bu iğneleyici sözlerinin, onu dinleyenlerin yüreklerine işleyip onları tövbeye sürüklemesi gerektiğini düşünebiliriz. Ancak dinleyenler üzerinde böyle bir etki olmadı: “Kurul üyeleri bu sözleri duyunca küplere bindiler, İstefan'a karşı dişlerini gıcırdattılar. Kutsal Ruh'la dolu olan İstefan ise, gözlerini göğe dikip Tanrı'nın görkemini ve Tanrı'nın sağında duran İsa'yı gördü. „Bakın‟ dedi, „göklerin açıldığını ve İnsanoğlu'nun Tanrı'nın sağında durmakta olduğunu görüyorum.‟ Bunun üzerine kulaklarını tıkayıp çığlıklar atarak hep birlikte İstefan'a saldırdılar. Onu kentten dışarı atıp taşa tuttular. İstefan'a karşı tanıklık etmiş olanlar, kaftanlarını Saul adlı bir gencin ayaklarının dibine bıraktılar.” (Elç. İşl. 7:54-58) İnsanlar, rahatsız olmayacak şekilde, kendilerinden uzak olduğu sürece ahlaki üstünlüğü takdir ediyorlar. Yahudiler, mesafeli bir şekilde peygamberlere saygı gösterdiler. Dünya, mesafeli bir şekilde Mesih‟e saygı gösteriyor. Petrus, İsa‟nın kendisine oldukça yakın olana kadar İsa ile birlikte olmak istiyordu. Fakat sonra Petrus yakardı, “Lütfen benden uzak dur.” Birkaç yıl önce, The Peter Principle (Petrus ilkesi) adlı kitap, en çok satan kitaplar listesine girdi. Kitabın öğretişinin temel noktası, iş dünyasında bir aksiyom oldu: İnsanlar beceriksizlik seviyelerini, birleşik yapılarda beceriklilik seviyesine doğru çıkarmaya yönelirler. Kitap, Simun Petrus‟un, İsa‟nın huzurunda neden rahatsız hissettiğini kısmen açıklamanın dışında bir şey yapmıyor. The Peter Principle kitabı, beceriklilik ve beceriksizlik sorularını ele alıyor. İnsanlar beceriksizlik seviyelerini beceri seviyelerine dönüştürmeye yönelir aksiyomu, iş dünyasında terfi çalışması üzerine dayalı bir aksiyomdur. Kişi, işini iyi yaparsa terfi eder. Şirkette puanını yükseltir. Yukarıya doğru tırmanışı, belli bir noktada durur. Bu nokta, kişinin işini iyi yapmayı bitirdiği yerdir. İşini iyi yapmayı durdurduğunda da, terfi etmeyi durdurur ve geri kalan günlerini beceri seviyesinin bir adım ötesinde çalışarak geçirmeye razı olur. Beceriksizlik seviyelerine takılı kalmış insanlar, kendileri ve şirketleri için bir felakettir. Herkes, Petrus İlkesinin tuzağına düşmez. Hall, kitabında bu tuzaktan kurtulan iki sınıf insandan bahsediyor. Bu iki sınıf, süper beceriksiz ve süper becerikli sınıflarıdır. Süper beceriksiz kişinin, seviyesini beceriksizlikten daha yukarıya çıkarma fırsatı yoktur çünkü zaten beceriksizdir. Becerikli olduğu bir seviye yoktur. Şirketin en düşük seviyesinde beceriksizdir. Bu kişi kısa zamanda şirketten çıkarılmalıdır. Asıl ironi, Petrus İlkesinden kurtulan diğer insan sınıfında yer alıyor. Bu sınıf, süper becerikli sınıfıdır. Süper becerikli kişiler, birleşik yapılarda zirveye nasıl çıkarlar? Çıkamazlar. Kitabın yazarı Hall, süper becerikli kişinin beceri merdivenini tırmanırken kendi üstündeki kişilere gözdağı veriyor olmasının, süper becerikli kişi için büyük zorluk çıkardığını söylüyor. Patronları ondan korkar, yerlerini bu kişiye kaptırma endişesi duyarlar. Patronlarının sahip oldukları onur ve güce karşı mevcut ve açık bir tehlike oluşturur. Süper becerikli kişi, şirkette basamakları çıkmakla değil, bir şirketten diğerine sıçramalar yaparak, yukarı doğru tırmandığı sürece başarılı olur. Hall‟ın teorisini, kiniz felsefesine dönüştürmek çok kolaydır. Şirketlerinde süratli yükselmeler yaparak zirveye ulaşan sayısız bir çok kişi örnek verebiliriz. Depo sorumlusu olarak şirkete giren ve yükselerek yönetim kurulu başkanı olan birçok kişi vardır. Hall, tabi ki de, bu tür duygusal Horatio Alger hikayelerinin kendi teorisinin istisnaları olduğunu söylüyor. İstatistikler ne olursa olsun, tartışılmaz olan gerçek şudur, süper becerikli kişinin, üstündeki kişilerin tehdidi yüzünden düşük seviyede kaldığı sayısız durum vardır. Başarıyı herkes alkışlamıyor. Hatırlıyorum da, üniversitede öğretmenlik yaptığım sıralarda bir son sınıf öğrencisi vardı. Gördüğüm en iyi bayan öğrenciydi. Ağırlıklı ortalaması tam 4.0 idi. Sıra dışı bir şekilde çalışıyordu. Son senedeki sınavlardan birisini okuduğumda ağzım açık kaldı. Çok kötü bir puanla dersten kalmıştı. Normal başarı çizgisinden o kadar sapmıştı ki, bir şeylerin ciddi bir şekilde ters gittiğini anladım ve onunla görüşmek için odama çağırıp nelerin yanlış gittiğini sordum. Hemen bana, göz yaşları içinde hıçkıra hıçkıra, bilerek sınavda başarısız olduğunu söyledi. Ona sebebini sorduğumda da, mezun olmaya yaklaşırken, asla bir koca bulamayacağı korkusuna kapıldığını açıkladı. “Hiçbir erkek benimle çıkmak istemiyor”, “Hepsi çok akıllı olduğumu ve sadece bir beyinden ibaret olduğumu düşünüyor”. Yürek burkan yalnızlık hikayesini ve kampüs sosyal hayatının dışında kaldığını anlattı. Kendisini bir parya (pariah) gibi hissettiğini söyledi. Bu bayan öğrenci, toplum tarafından affedilemez bir günah işlemişti. Çan eğrisini bozmuştu. Öğretmene ve öğrencilerin puanlarına göre, çan eğrisine göre değerlendirilmenin ne anlama geldiğini biliyorum. Öğrencilik günlerimde, kötü geçen bir sınavdan sonra sınıfı endişeyle terk ettiğimi hatırlıyorum. Öğretmenin, sınavı, çan eğrisine göre değerlendireceğini söylemesinin kulağıma nasıl hoş geldiğini hatırlıyorum. Çan eğrisine göre değerlendirmek şu anlama geliyordu, eğer sınavın yüzde 60‟nı yaparsam, öğretmenin uyguladığı çan eğrisi beni D‟den C‟ye hatta öğrencilerin sınavının kötü geçmesine göre B‟ye bile çıkarabilirdi. Bu durum beni, diğerlerini başarısız olmaya teşvik etmeye itiyordu. Ama her zaman kalabalıkta biri vardır. Herkesin sınavının yüzde 20‟sini 30‟unu yaparak, sınavın adil olmadığını açıkça kanıtlandığı ve öğretmenin mecburen çan eğrisi uygulaması gerektiği sırada, engellenemez bir beyin sınavın hepsini yapar. Bu üstün zekalı böyle bir performans gösterdi diye sınıfta hiç kimse ayağa kalkıp onu alkışlamamıştır. Hiç kimse çan eğrisini bozanları sevmez. Bu kişiler hepimizin kötü görünmesine neden olur. İsa Mesih de çan eğrisini bozan biri idi. Yüce bir çan eğrisi kırandı. Esas süper becerikli O‟ydu. Toplumdan dışlananlar O‟nu sevdi çünkü O, dikkatini bu kişilere yoğunlaştırdı. Fakat güç ve onur sahibi kişiler Mesih‟i hoş karşılamadılar. Kendilerini İsa‟nın ölümlü düşmanları olarak beyan eden Yahudi grubu, Ferisilerdi. Ferisilerin başlangıcı, Eski Antlaşma‟nın sonu ve Yeni Antlaşma‟nın başı arasındaki döneme rastlar. Bu mezhep, Yasa‟ya büyük bağlılık duyan birisi tarafından başlatıldı. Ferisi kelimesi aslında, “ayrılmış olan” anlamına geliyor. Ferisiler kendilerini kutsallığa ayırıyordu. Kutsallığın peşinden koşmak, yaşamlarının en önemli işiydi. Kutsallığı takip ediyorlardı. Kutsal olan sahneye çıktığında şapkalarını fırlatacak olanlar Ferisilerdi. Ferisiler, kendilerine özgü, kutsallığın peşinden koşma bağlılıkları aracılığıyla birbirleriyle paralel olmayan, meşhur bir doğruluk ve dindarlık saygısı kazanmayı başardılar. Arkadaşları yoktu. Şölenlerde ayrıcalıklı yerlerde ağırlanıyorlardı. İnsanlar onlara, din uzmanları olarak hayranlık duyuyordu. Elbiseleri, yüce rütbelerinin püskülleriyle süslüydü. Erdemlerini halkın ortasında sergiliyorlardı. Herkesin onları görebileceği yerlerde oruç tutuyorlardı. Köşe başlarında ve lokantalarda, dinsel dualarını ederken başlarını eğiyorlardı. Ferisilerin bir dilencinin bardağına sadaka niyetine attığı demir paranın sesini duymamak imkansızdı. “Kutsallıkları” herkesin görebileceği kadar ortadaydı. İsa, onları iki yüzlüler diye adlandırdı. İsa, Ferisilerin üzerine, yıkım getiren bir peygamberlikte bulunuyor: “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız.” İsa‟nın Ferisileri suçlaması sertti. İsa, Ferisileri birkaç kez iki yüzlü olmalarıyla eleştiriyor. İsa‟nın Ferisilere suçlama getirdiği birkaç örneği inceleyelim: “Din bilginleri ve Ferisiler Musa'nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size söylediklerinin tümünü yapın ve yerine getirin, ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının omuzlarına koyarlar da, kendileri bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmak istemezler. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin, muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye, havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selamlanmaktan ve insanların kendilerini „Rabbî‟ diye çağırmalarından zevk duyarlar.” (Matta 23:2-7) Ferisilerin ayırt edici bir zarafetleri yoktu. Kutsallıklarının gerçek bir güzelliği yoktu. Dış görünüşte gösterişli ve fiyakalılardı. Kutsallıkları yapmacıktı. Bu iki yüzlüler, doğruluğu oynayan birer oyuncuydular: “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz, ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin mezarlarını yaparsınız, doğru kişilerin türbelerini donatırsınız.” (Matta 23:25-28) İsa‟nın kullandığı tasvirler çarpıcıdır. İsa, Ferisileri, yalnızca dıştan temiz görünen bardaklar olarak betimliyor. Bir lokantaya gittiğimiz zaman ve garsonun önünüze, dışı temizlikten parlayan fakat içinde bir gün öncesinden kahve atıkları bulunan bir bardak koyduğunu düşünün. Hiç de iştah açıcı değil. Ferisilerin hizmeti de böyleydi. Badanalı mezar gibi, bedenlerinin ve benliklerinin çürümüş olduğu korkunç gerçeğini örtüyorlardı. Ferisilerin dış görünüşleri, ruhlarının çürümüşlüğünü saklıyordu. Biraz, İsa‟nın Ferisilere yakıştırdığı bazı adlara bakalım: “Sizi yılanlar!” “Engerek soyu!” “Ey kör kılavuzlar!” “Cehennem çocukları!” “Budala, körler!” Bu hitapları övgü olarak kabul etmek oldukça zor. İsa, bu kişileri yererken hiçbir acı sözünü esirgemedi. Sözleri İsa‟ya özgü olmayan acımasızlıktaydı fakat haksız bir şekilde acımasız değillerdi. İsa‟nın kullandığı bu sözler, İsa‟nın genel tarzından farklıydı. Genelde İsa‟nın günahkarları azarlama şekli yumuşaktı. Zinada yakalanan kadın ve kuyu başındaki kadına ciddi ama onları incitmeden konuşmuştu. Görülüyor ki İsa, sert yorumlarını büyük çocuklara, ilahiyat uzmanlarına sakladı. Onlardan ne yüz istedi ne de onlara yüz verdi. İsa‟nın Ferisilere çok eleştirisel davranmasından ötürü Ferisilere hak verebiliriz. Hiç kimse eleştirilmekten hoşlanmaz, özellikle de övgüye alışık olanlar. Ancak, Ferisilerin kinleri daha da arttı. İsa‟nın onlara bir şey demeden, Ferisilerin İsa‟yı hor göreceklerini söylemek yanlış olmaz. İsa‟nın salt varlığı, Ferisiler‟in İsa‟dan uzak durmalarına yetiyordu. Hiçbir şey; yalanı, doğrudan daha hızlı yayamaz, sahteyi gerçekten daha hızlı açığa çıkaramaz denir. Ustaca hazırlanmış sahte bir para, tecrübesiz bir çift göz tarafından anlaşılmayabilir. Kalpazanların korktukları şey, birisinin bu sahte paraları, gerçek olanla yan yana getirdiğinde taklit olduğunu anlamasıdır. İsa‟nın varlığı da, taklitlerin arasında gerçeğin varlığını gösteriyordu. Gerçek kutsallık görüldüğünde, sahteler memnun olmamıştı. Sadukilerin de İsa ile sorunu vardı. Sadukiler, o zamanın en üst kahin sınıfıydı. Saduki ismi, Eski Antlaşma‟daki adının anlamı İbranice‟de “doğruluk” kelimesinden gelen kahin Sadok‟tan geliyor. Ferisiler kendilerini kutsallar olarak görüyorsa da, Sadukiler kendilerinin kutsal olduklarını iddia ediyorlardı. İsa‟nın ortaya çıkmasıyla, her ikisinin de doğrulukları, adaletsizliğin parıltısında kaldı. Onların da çan eğrileri bozulmuştu. Ferisi ve Sadukilerin İsa‟ya olan kinleri, küçük bir rahatsızlık olarak başladı ve için için yanan bir öfkeye dönüştü. Sonunda da ateşli bir şekilde, İsa‟nın ölümünü istemekle son buldu. Açıkçası İsa‟ya tahammül edemiyorlardı. Celile Gölünde öğrenciler, Mesih‟i koyabilecekleri bir sınıf bulamamış, “Bu nasıl bir adam?” sorusunu yanıtlayamamışlardı. Ferisilerin ve Sadukilerin hazır bir cevapları vardı. İsa, bir “küfürbaz” ve “şeytan” idi. Gitmesi gerekiyordu. Süper becerikli olan yok edilmeliydi. Beden almış Mesih, artık yeryüzünde değildir. Göğe çıkmıştır. Bugün kimse O‟nu göremez veya fiziksel olarak duyamaz. Ancak, O‟nun Kutsallığının korkunç gücü hala hissedilmektedir. Bazen bu korku, insanlara naklediliyor. Aynı Yahudiler‟in Sina Dağı‟nın eteklerindeyken, Musa‟nın göz kamaştıran suratından korkarak kaçtığı gibi, bugün de insanlar Hıristiyanlar‟ın huzurunda durmaktan rahatsızlık duyuyorlar. Eğitimimin zor yanlarından biri de, Hollandaca diliyle verdiğim mücadeleydi. Okumak için Hollanda‟ya gittiğimde, Hollandaca‟nın kulağa hareketli bir şarkı gibi gelmesi, beni şaşkına çevirmişti. Hollandaca‟nın sesli harfleri, benim için telaffuz etmesi imkansız, dil ise oldukça deyimle dolu idi. Tam Hollandaca‟yı denetim altına aldım dediğimde, beni tamamen şaşırtan bir ifadeyle karşılaşıyordum. Bir keresinde, Amsterdam‟da, bir arkadaşımın evinde verdiği akşam yemeğinde bu tür bir ifadeyle karşılaştım. Sohbet, münasebetsiz, tasarlanmamış, ani ve küçük bir sessizlik getiren kesilme olana kadar neşeli gidiyordu. Hollandalı arkadaşımın “Er gaat een Domine voorbij!” demesiyle sessizlik bozuldu. Ben de, “Ne dedin?” diye sordum. Arkadaşım bu garip deyimi bir defa daha tekrar etti. Kelimelerin teker teker anlamlarını biliyordum ancak bir araya geldiklerinde bir anlam ifade etmiyorlardı. Arkadaşımın, bu münasebetsiz sessizliği bozmak için söylediği şey şuydu: “Rahip geçiyor!” Arkadaşlarıma bunun anlamını sordum. Bana, bu deyimin, münasebetsiz bir sessizliğin canlı bir sohbeti böldüğünde söylenen Hollandaca bir deyim olduğunu söylediler. Rahibin geçtiğini söylemek, ani sessizliği açıklamak içinmiş. Bu düşünceye göre, bir rahipten daha hızlı bir şekilde, hiç kimse, partinin şenliğini bölemez. Rahip göründüğü zaman, eğlence sona erer. Artık sesli ve neşeli bir sohbet olamaz, yerine resmi bir sessizlik gelir. Bu tür bir sessizlik oluştuğunda, yapılacak olan en iyi açıklama, oradan rahibin geçmiş olmasıdır. Aynı olayı, golf kursumda çoğu zaman yaşıyorum. Yabancılarla birlikte golf oynarken, bana ne iş yaptığımı sorana kadar her şey iyi gidiyor. Benim bir rahip olduğumu öğrendikleri zaman da, aramıza mesafe koyuyorlar. Sanki, aniden benim bir ölümcül hastalık taşıdığımın ve onlara bulaştıracağımın farkına varıyor gibiler. Saygılı konuşmalarını genellikle bol bol özür takip ediyor. “Küfrettiğim için özür dilerim. Bir rahip olduğunuzu bilmiyordum.” Sanki rahip bu sözleri daha önce hiç duymamıştır. Bir rahibin ağzından, tüm yaşamı boyunca bu tür sözlerin çıkmış olabileceği düşünülmüyor. Yeşaya‟nın murdar ağız karmaşası bizi beklemeye devam etmektedir. Kutsal Yazılar, zayıf kişinin kendisini, kimse kovalamadan kaçıtığını söylüyor. Luther bunu şöyle ifade etmişti, “Putperest, bir yaprağın hışırtısında bile titrer.” Rahibin var oluşundan dolayı oluşan rahatsızlık hissi, Mesih‟in kilisesi tanımına ters düşer. İnsanlarda garip etkiler yaratabilir. Birkaç yıl önce, profesyonel golf turnesinin önde gelen golfçülerinden birisine, Birleşmiş Devletler Başkanı Gerald Ford, Nicklaus ve Billy Graham ile birlikte dörtlü bir oyun teklif edildi. Profesyonel golfçü, özellikle Ford ve Billy Graham ile oynamaktan çekiniyordu. (Daha önce birçok kez Nicklaus ile oynamıştı.) Oyun bittikten sonra, başka bir profesyonel golfçü, bu golfçüye gelip, “Başkan ve Billy Graham ile oynamak nasıldı?” diye sordu. Profesyonel golfçü, sövmeye başladı ve canı sıkılmış bir tavırla, “Billy Graham‟in boğazıma din tıkmasına ihtiyacım yok” dedi. Sonra dönüp hiddetli bir şekilde, topa vurma provası yapılan yere yöneldi. Arkadaşı bu kızgın profesyonel golfçüyü prova yerine kadar takip etti. Golfçü şoförünü arabadan indirdi ve toplara öfkeyle vurmaya başladı. Boynu kıpkırmızı olmuştu, sanki kulaklarından buhar çıkıyordu. Arkadaşı ona hiçbir şey demedi. Sadece banka oturup onu izledi. Birkaç dakika sonra profesyonel golfçünün öfkesi geçti. Yatışmıştı. Arkadaşı sessizce, “Billy biraz üzerine mi geldi?” diye sordu. Golfçü mahçup bir şekilde iç çekerek, “Hayır, din hakkında konuşmadık bile. Sadece kötü bir oyun geçirdim.” dedi. İlginç. Billy Graham; Tanrı, İsa veya inanç hakkında tek bir söz etmemişti ancak profesyonel golfçü, Billy‟yi golfçünün boğazına din tıkmakla suçlayarak oyundan sonra öfkelenip gitmişti. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Aslında zor değil. Billy‟nin bir söz söylemesine gerek yoktu. Profesyonel golfçüyü rahatlatmak için bir bakış atmasına da gerek yoktu. Billy Graham, öylesine din ile bütünleşmişti ki, öylesine Tanrısal şeylerle bağdaşmıştı ki, varlığı, kimse kovalamadan kaçan zayıf adamı darboğaz etmeye yetti. Luther doğru söylemiş, bir putperest yaprağın hışırtısında dahi titrer. Cennetin nefesini ensesinde hisseder. Kusurlu tarafından sunulmuş ve kısmen kutsanmış olsa bile kutsallık tarafından sıkıştırıldığını hisseder. Profesyonel golfçünün Billy Graham‟a gösterdiği tepki, Petrus‟un İsa‟ya gösterdiği tepkiye benziyor. “Benden uzak dur, ben günahlı bir adamım.” Hem bu golfçü, hem de Petrus, Kutsal‟ın huzurunda bulunmanın sarsıntısını yaşamışlardı. Kutsallık, nefreti kışkırtır. Kutsallık ne kadar büyük ölçüde olursa, insanın ona karşı düşmanlığı da o derece büyük olur. Anlamsız görünüyor. Hiç kimsenin sevgisi İsa Mesih‟in sevgisinden daha büyük olamaz. Fakat İsa‟nın sevgisi insanların öfkesini kışkırtmıştır. İsa‟nın sevgisi mükemmel, üstün ve kutsal idi fakat bu büyük sevgi insanları sarstı. Böyle bir sevgi, karşısında duramayacağımız kadar görkemlidir. Amerikan Edebiyatı‟nda, yok eden sevgi üzerine herkesçe bilinen bir hikaye vardır. Bu sevgi, garip bir sevgidir, o kadar şiddetlidir ki etkisiyle nesneleri ezmektedir. Yazar John Steinbeck‟in öğrencileri, Steinbeck‟in Of Mice and Men (Fareler ve İnsanlar) adlı kitabının en meşhur karakteri Lennie‟nin aslında bir Mesih örneği olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bir Mesih örneği Lennie? Bu iddiaya kızan birçok Hıristiyan oldu. Lennie, koca ve aptal bir zalimdir. Bir katildir. Böyle birisi, Mesih örneği nasıl olabilir? Of Mice and Men, sürekli iş değiştiren, kırlarda dolaşan ve bir gün kendi çiftliklerine sahip olacaklarını hayal eden, Lennie ve George adlı iki göçmen işçinin hikayesidir. Steinbeck, onları şöyle tarif ediyor: Her ikisi de kalın kumaşlı pantolonlar ve kalın kumaşlı, pirinçten düğmeleri olan ceketler giyiyordu. Her ikisinin de başında biçimsiz, siyah bir şapka, omuzlarında ise asılı duran ince battaniyeleri vardı. Adamlardan ilki kısa, çevik, esmer tenli idi, keskin ve güçlü yüz hatlarına sahipti ve gözleri kıpır kıpır hareket ediyordu. Vücudunun her bir parçası tanımlanmıştı: küçük, güçlü elleri, zayıf kolları, ince ve kemikli burnu. Arkasında yürüyen ikinci adam ise birincinin tersine, biçimsiz bir yüzü, büyük ve soluk gözleri, geniş eğimli omuzları olan dev bir adamdı. Ağır ağır yürüyor, yürürken ayaklarını, bir ayının pençelerini atması gibi sürüklüyordu. Kolları vücudunun yanlarında sallanmadan, gevşekçe asılı duruyordu. İki karakterdeki zıtlığa bakın. George‟un yüzü açıkça tanımlanıyor. Lennie, “biçimsiz bir surat”a sahip. Bu iri adamda anlaşılamayan bir şey var. Bir ayı gibi yürüyor fakat saf bir çocuğun aklına sahip. Lennie geriden geliyordu. Aslında George olmadan çaresiz durumda. George ona bakmak ve basit cümleler kurmak zorunda. Lennie‟nin garip bir tavrı var. Fare, tavşan gibi tüylü hayvanları seviyor. George‟un kendi çiftliklerini alacağı ve kendisinin de kendi tavşan ve farelerine bakacağı günü hayal ediyor. Fakat Lennie‟nin bir sorunu var. Kendi gücünün farkında değil. Eline bir tarla faresi veya bir tavşan aldığında, tek yapmak istediği şey hayvanı sevmek, sevgisini hayvana bol bol aktarmaktır. Fakat tüylü yaratıklar bunu anlamaz, korkup Lennie‟nin ellerinin arasından kaçmak isterler. Lennie, sevgisini kabul ettirmek için hayvanı daha da sıkı tutar. Fakat, ağır elleriyle hayvanları sıkması sonucu onları istemeden öldürür. Lennie‟nin küçük tüylü yaratıklarla uğraşması, George için değişmez bir rahatsızlık kaynağıdır. Lennie‟nin cebinde ölü bir fare ile etrafta dolaştığını anladığı zaman morali bozulur. Çok kötü bir şey. Ancak George, Lennie‟yi oğlu gibi sever ve bu zayıflıklarına sabırla katlanır. Lennie‟nin kendisini, kalfanın karısıyla baş başa bulmasıyla hikaye doruk noktasına ulaşır: Curley‟in karısı ona gülerek “Delisin sen” dedi. “Ama hoş bir çiftçisin. Koca bir bebek gibi. Ne demek istediğin anlaşılıyor. Saçımı yaparken bazen, çok yumuşak olduğundan saçımı şekle sokup okşuyorum” Nasıl yaptığını göstermek için elini başına götürdü. “Bazılarının saçları kalın telli oluyor” dedi kadın kendini beğenmişçesine. “Curley‟e bak. Saçları kablo teli gibi. Ancak benim saçım yumuşak ve iyi. Çünkü saçlarımı çok sık tarıyorum. Bu da saçıma iyi geliyor. Bak, dokun buraya.” Kadın Lennie‟nin elini ve kendi başına götürdü. “Buraya dokun ve ne kadar yumuşak olduğunu gör.” Lennie‟nin büyük parmaklaarı kadının saçını okşamaya başladı. “Saçımı dolaştırmıyorsun değil mi?” dedi kadın. güzel!” “Vay! Bu çok güzel” dedi Lennie ve daha sert okşamaya başladı, “Bu çok “Dikkat et, saçımı dolaştıracaksın.” dedi kadın ve ağlayarak “Dur artık, saçımı dolaştıracaksın.” dedi. Kadın kafasını sağa sola salladı ve Lennie‟nin parmakları kadının saçlarına dolandı ve takıldı. Kadın ağlayarak, “Git, git buradan” diye bağırdı. Lennie panik yapmıştı. Yüzü buruştu. Kadın çığlık attı ve Lennie, diğer eliyle kadının ağzını ve burnunu tutarak, “Lütfen bunu yapma. George delirecek” diye yalvardı. Kadın şiddetli bir biçimde, Lennie‟nin elleri arasında mücadele veriyordu. Kadın ayaklarıyla yeri dövüyor ve kurtulmak için kıvranıyordu. Lennie‟nin ellerinin arasında boğuk bir çığlık yükseldi. Lennie korkuyla ağlamaya başladı. “Lütfen böyle şeyler yapma”, diye yalvardı. “George kötü bir şey yaptığımı söyleyecek. Tavşanlara bakmama izin vermeyecek.” Lennie, elini biraz kıpırdattı ve kısık sesli bir ağlayış yükseldi. O zaman Lennie iyice öfkelendi. “Yapma artık”, dedi, “Bağırmanı istemiyorum. George‟nin „Sen‟ diye başlayan cümleleriyle başımı belaya sokacaksın. Artık kes şunu.” Kadın mücadele etmeye devam etti ve gözleri korkudan deliye döndü. O zaman Lennie kadının kafasını salladı, kadına çok kızmıştı. “Sakın bağırma” dedi ve kadının kafasını salladı. Kadın, bir balık gibi çırpınıyordu. Kadın birden hareketsiz kaldı çünkü Lennie kadının boynunu kırmıştı. Lennie‟nin bir fareyi öldürmesi ile bir insanı öldürmesi farklı şeylerdir. Bu kez Lennie‟nin garip hareketleri ileri gitmiştir. George, Lennie‟yi, kovalamacanın içinden kırlara doğru götürür. Salinas Nehri‟nin derin yeşil gölcüğüne giderler. Orada oturarak biraz dinlenir ve konuşmaya başlarlar. Lennie, kötü bir şey yaptığı için George‟tan kendisini azarlamasını bekler. Ardından Lennie, George‟a acaba bir gün kendi çiftliklerinin olup olmayacağının sorar. “Nasıl olacağını anlat” dedi Lennie. George, uzaktan gelen sesleri dinliyordu. Bir süre ciddiydi. “Nehre bak Lennie, sana anlatırken sen de kafanda canlandırabilirsin.” Lennie kafasını çevirip göle ve Gabilans‟ın karanlık yokuşuna baktı. “Küçük bir yer alacağız” diye başladı George. Lennie hayale dalmıştır, hayalini kurduğu çiftliği uzaklarda görüyorken, George cebinden bir Luger çıkarır. Lennie‟nin tüm dikkati, gözlerinin önünde dans eden tavşan ve tavukların hayaline kilitlenmiştir. Posse yaklaşırken George nişan alıp tetiği çeker. (..posse?....)‟in önderi Slim, sahneye ilk defa çıkar. Slim onlara doğru gitti ve bir Lennie‟ye, bir de George‟a baktı. Yavaşça, “kafasının tam arkasında” dedi. Slim, doğrudan George‟a gidip yanına oturdu. “Aldırma” dedi Slim, “İnsan bazen bunu yapmalıdır.” “İnsan bazen bunu yapmalıdır.” Yıkıcı insanlar bazen infaz edilmelidir. Başkalarını ezen insanlara hoşgörülü davranılmamalıdır. Lennie‟nin yıkıcı hareketlerinin arkasında bir çocukluk, bir masum sevgi aramayın. Gösterdiği sevgide gizli bir davranış, ayartıcı bir ima yoktu. Sevgisi saf bir sevgiydi; o kadar derin bir sevgiydi ki, kendisine karşı duranları boğuyordu. George‟un bir seçeneği yoktu. Lennie‟nin bu dünyada daha fazla yaşayamayacağını biliyordu. Lennie‟nin ölmesi gerekiyordu. Lennie, dokunduğu her şeyi ve herkesi yaralıyordu. Mesih için de bu böyleydi. Dünya, İsa‟ya hoşgörü ile davranabilirdi, İsa‟yı sevebilirdi, ancak bir yere kadar. Mesih, yer ve zamanla sımsıkı bağlandığında bizim için tehlikesiz olur. Fakat Mesih, bu düşman insanların dünyasında daha fazla kalamazdı. Halkın iyiliği için İsa‟nın ölmesi gerektiğine karar veren, Kayafa idi. Bazen siz de bunu yapmak zorundasınız. BEŞİNCİ BÖLÜM LUTHER’İN DELİLİĞİ Bırakın Tanrı, Tanrı olsun. MARTİN LUTHER Düşüncelerimizi Tanrı‟nın kutsallığına yöneltirsek, karşılaşacağımız sonuç rahatsız edici olabilir. Martin Luther, Tanrı‟nın kişiliği hakkında derin bilgiye sahip olmaktan dolayı başı belaya girenlerden biriydi. Luther‟in sıradışı kişiliği, Tanrı‟yı araştırması ile kısmen biçimlenmişti. Kişiliği düzelmiş miydi yoksa bozulmuş muydu? Ruhu, Tanrı‟yla karşılaştığı için aklanmış mıydı, yoksa iyice delirmiş miydi? “Tanrı‟yı sevmek mi? Bazen O‟ndan nefret ediyorum.” Luther gibi, inancındaki gayretinden ötürü saygı duyulan birisinin ağzından çıkabilecek garip bir ifade. Ancak Luther‟in ağzından çıktı. Luther, insafsız ifadeleriyle dikkat çekiyordu. “Bazen Mesih‟i, elinde kılıcıyla bana gelen, öfkeli bir yargıçtan farklı birisi olarak görmüyorum.”. “Musa‟yla birlikte darağacına” Bu adam delirmiş miydi? Bu soruyu yanıtlamadan önce, Luther‟in yaşamında ve davranışlarında, Luther‟i yargılamaya ya da delirmeye iten bazı yönlere bakalım. Luther‟in karakterinde göze çarpan ilk şey, öfkesinin şiddetli çıkışları ve sert dilidir. Eleştirdiği kişileri “köpekler” olarak adlandırmayı seviyordu. Eleştirdiği kişilerin tepkisini duyduğu zaman, “Köpekler havlamaya başlıyor” derdi. Dili zaman zaman dünyasallığa kaçıyor, ağza alınmayacak kelimelerle süsleniyordu. Erasmus‟un eleştirisine karşı Luther‟in verdiği yanıta bir bakalım: ... ileri sürdüğün tezlere yanıt vermek benim için tamamen bir zaman kaybı. Ben onları zaten tekrar tekrar çürüttüm ve Philip Melancthon da ilahiyat öğretişleri üzerine yazdığı kitabında senin tezlerini ayaklar altında ezerek un ufak etti. Bence, Philip‟in bu kitabının ömrü, okunma süresiyle sınırlı kalmayıp Kilise yazılarına da dahil edilmeyi hak ediyor. Oysa senin kitabını bu kitapla kıyasladığımda, kitabın o kadar fakir ve değersiz kalıyor ki, akıcı ve sevecen dilini, bahsettiğin pis şeylerle kirletmenden ötürü senin için üzüntü duyuyorum. Böyle düşük nitelikli bir yazıyı süslü bir anlatımla, uzlaşma diliyle ifade etmek bana çok çirkin geliyor. Aynı, altın veya gümüş tabaklarda gübre veya pislik taşımaya benziyor. [Martin Luther, İradenin Tutsaklığı, Revell 1970 ] Luther‟in gürültülü davranışı, Marburg‟daki önemli bir toplantıda ortaya çıktı. Yeni Protestan hareketinin önderleri, Rabbin Sofrası hakkındaki yanlışlıkları düzeltmek için bir araya gelmişlerdi. Karşılıklı konuşmaların ortasında Luther, yumruğunu masaya vurarak, üst üste “Hoc est corpus meum, hoc est corpus meum.” (“Bu benim bedenimdir”) diyordu. Luther‟in tuhaflıkları, Amerika‟da meşhur olan Nikita Khrushchev‟in aksiliklerine benziyordu. Luther, zaman zaman şüphesiz aşırıya kaçıyordu. Saçmalamaya başlıyordu. İnsanları aşağılaması, onlara köpek demesi çoğu zaman sert idi. Fakat bu sorunlar, her ne kadar Luther‟in ahlakı hakkında soru işareti oluştursa da, Luther‟in akli dengesini belirlemede yeterli olmayan konulardı. Ancak, Luther‟in konuşma tarzından daha ötede sorunlar mevcuttu. Davranışları bazen tamamen tuhaflaşıyordu. Bir çeşit korkuya kapılmıştı. İyi bilinen bir hikayeye göre, Luther sert bir fırtınanın içinde yürürken, aniden bir yıldırım Luther‟in yakınında bir yere düşer ve Luther‟i yere fırlatır. Büyük kilise tarihçisi olan ve Luther‟in hayatını kaleme alan Roland Bainton hikayeyi şöyle anlatıyor: 1505 yılının Temmuz ayına ait bunaltıcı bir günde, yalnız bir gezgin, Stoternheim‟in Saxon köyünün çevresindeki kavurucu yolda yorgun argın yürüyordu. Kısa boylu fakat güçlü bir gençti ve üniversite öğrencisine ait bir elbise giyinmişti. Köye doğru yaklaşırken gökyüzü bulutlanmaya başladı. Ani bir yağmur ve ardından şiddetli bir fırtına başladı. Bir yıldırım, karanlığı yarıp genç adamı yere çaldı. Genç adam, doğrulmaya çalışarak, dehşet içerisinde “Aziz Anne, bana yardım et! Bir keşiş olacağım.” diye feryat etti. Bu şekilde azizliğe çağrılan bu adam, ilerde azizler inanışını reddedecekti. Keşiş olacağına dair ant içen bu adam, daha sonra manastırdan ayrılacaktı. Katolik Kilisesi‟nin sadık bir çocuğu olan bu adam, daha sonra ortaçağ katolik yapısını paramparça edecekti. Papanın sadık hizmetkarı olan bu adam, daha sonra papaları Mesih-karşıtı olarak ilan edecekti. Bu genç adam Martin Luther‟di. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978) ] Bu olaydan kısa bir süre sonra, Luther sözünü yerine getirdi. Hukuk üzerine okumayı bırakıp babası Hans‟ı üzerek manastıra girdi. Yüce yargı ve cezanın belirtisi olan şiddetli ölüm korkusu, Luther‟i avlamıştı. Luther yaşamı boyunca, mide hastalıklarından ve bir o kadar da canı en çok yakan böbrek taşı rahatsızlığından acı çekmişti. Birçok kez, öleceğini yazmıştı. Birçok kez, mezardan sadece birkaç gün veya birkaç hafta uzakta olduğunu düşünmüştü. Düşen yıldırım, hafızasında unutamayacağı bir yara bırakmıştı. Herkes, yıldırım çarpmasıyla gelen ölümün kendisine bu kadar yakın olması durumunda aynı tepkiyi vermez. Birkaç yıl önce, profesyonel üç golfçü, Chicago‟nun yakınlarında düzenlenen Western Open turnuvasında yıldırım çarpmasıyla yere düşmüşlerdi. Bu üç golfçülerden birisi olan Lee Trevino, meslek hayatını engelleyecek bir şekilde sırtından ciddi bir yara aldı. Katıldığı bir televizyon programında, sunucu bu olay hakkında Trevino‟ya şunu sordu, “Bu olaydan neler öğrendiniz?” Tipik bir “Merry Mex” tarzında Trevino bu soruyu yanıtladı, “Eğer Her Şeye Gücü Yeten de oynamak istiyorsa, yoluna çıkmamam gerektiğini öğrendim” ve ekledi, “Fırtına boyunca başımın üzerinde 1-demirini tutmam gerekiyormuş.” Programın sunucusu bu üstü kapalı ifade karşısında şaşırdı. “Neden?” diye sordu. Trevino‟nun gözleri parladı ve espirili bir şekilde, “Çünkü Tanrı bile 1-demirine vuramaz.” Trevino bu olaydan listesine birkaç espri eklemiş oldu. Luther ise, yaşadığı olaydan, bir keşiş ve teolog kişiliği kazanmış oldu. Luther‟in sürekli meydana gelen mide sorunları, ruhsal bir soruna da bağlıydı. Luther‟in sinirsel korkuları, sanki bütünüyle doğrudan midesine vuruyor, sindirim sistemini mahvediyordu. Midesindeki gaz sorunu, meşhur oldu ve Luther bu sorununu abartmaya başladı. Yazılarında, sürekli olarak yaptığı geğirme ve yellenmelerden bahseder. “Eğer Wittenburg‟da bırakırsam, sesini Leipzig‟de bile duyarlar” diyordu. Neyse ki Luther, gaz sorununu kutsal bir şekilde kullanma yolunu bulabildi. Öğrencilerine gaz çıkarmanın, şeytanın saldırılarını püskürten en etkili silah olduğunu tavsiye ediyordu. Başka bir yerde de, mürekkep okkasını fırlatarak Şeytana karşı direnmekten bahsediyordu. Luther, Şeytan ile arasındaki savaşta, kendisini kuşatma altındaki bir adam olarak görüyordu. Kendisinin, cehennemin prensesinin şahsi bir hedefi olduğundan emindi. Bu Şeytan hikayeleri, psikologların da bunları ele almasıyla gittikçe büyür. Psikologlar bu öyküleri, zihinsel dengesizliğin belirtileri olarak görürler. Luther‟in bir yandan halüsilasyonlardan, diğer yandan da Karanlığın Prensinin onu ilk hedefi olarak seçtiği hayalinden acı çektiği düşünülür. Ancak kilise tarihinin zirve noktasından bu yana baktığımızda, on altıncı yüz yılda şeytani güçlerin en çok Martin Luther‟e odaklandığını düşünmek pek şaşırtıcı değildir. Luther‟in hayatındaki, psikiyatrların kaşlarının kalkmasına neden olan bir diğer olay, Luther‟in kutladığı ilk ayiniydi. Luther, kendisini filizlenen bir teolog olarak görüyordu ve fazlasıyla utangaç olduğunu kimse bilmiyordu. Gelecekte, çarpıcı bir şekilde kürsülerde konuşacağını, usta bir nutukçu olacağını, o dönemin insanları bilmiyordu. Luther‟in rahipliğe atandıktan sonra rahip olarak sahneye çıktığı ilk tören, bu tören idi. Yaşlı Hans Luther ise, kazançlı bir iş alanına sahip hukuk eğitimini bırakıp manastır yaşamını tercih eden oğluyla neredeyse barışacaktı. Biraz gurur duyuyordu, “Benim oğlum rahip.” Düzenlenen bu tören, Luther‟in ailesi için gurur verici bir şeydi ve Luther‟in akrabaları Luther‟in törenini izlemek için halka karışmışlardı. Törene gelenlerin hiçbiri olup bitenleri önceden tahmin edemezdi. Luther, törene büyük bir ağırbaşlılıkla, rahiplere yakışır bir güven ve özdenetim yayarak başladı. Adak Duası‟nı etme zamanı geldiğinde – törenin bu kısmında Luther, Ekmek ve Şarap mucizesini (ekmek ve şarabın Mesih‟in gerçek bedeni ve kanına dönüşmesini) gerçekleştirmesi için Tanrı‟dan gücünü göndermesini dileme yetkisini ilk defa kullanacaktı ki – Luther tereddüt etmeye başladı. Luther, Rab‟bin Sofrası önünde donup kalmıştı. Mıhlanmış gibiydi. Bakışları donuklaştı ve alnında boncuk boncuk ter damlaları belirdi. Genç rahibi harekete geçirmeye çalışan, gergin bir sessizlik toplantıyı doldurdu. Hans Luther‟in duyduğu rahatsızlık gittikçe büyüyor ve bir ebeveyne ait utancın başından aşağı aktığını hissediyordu. Oğlunun alt dudağı titremeye başladı. Ayin sözlerini söylemeye çalışıyor fakat ağzından bir kelime dahi çıkmıyordu. Topallayarak, babası ile aile dostlarının oturdukları masaya gitti. Başaramamıştı. Ayini mahvetmiş, kendisini ve babasını rezil etmişti. Hans öfkeden deliye dönmüştü. Manastıra cömertçe bir bağışta bulunmuştu ama oğlunun onurlandırılışına tanıklık etmeye geldiği yerde utandırılmıştı. Martin‟e bağırarak rahipliğe uygun olup olmadığını sorgulayıp oğlunu aşağılıyordu. Martin, başından geçen yıldırım olayında hissettiği göksel çağrıya dayanarak bu çağrısını savunuyordu. Hans oğluna şöyle yanıt verdi, “Tanrı aşkına, Rabbin Sofrasında Şeytanı görmedin ya.” Rabbin Sofrası‟nda ne olmuştu? Luther, “Yaşayan, gerçek, sonsuz Tanrı, bunları sana sunuyoruz” sözlerini söylemesi gerektiği zaman felce uğramasını şöyle açıklıyor: Bu sözler beni şaşkına çevirdi ve dehşete düşürdü. Kendi kendime, “Dünyasal bir kralın önünde bile tüm insanların titrediğini görürken, hangi ağızla ben böyle bir krala hitap edebilirim? Ben kimim ki, Yüce Krala gözlerimi dikip ellerimi kaldırayım? Melekler Yüce Kralın etrafını sarıyor. Yüce Kralın işaret vermesiyle dünya titrer. Ve ben perişan bir cüce olarak, „Bunu istiyorum, şunu istiyorum‟ diyebilir miyim? Hem bir toz ve külden ibaretim ve günahla doluyum, hem de yaşayan, sonsuz ve gerçek Tanrı ile konuşuyorum.” diye düşündüm. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978) ] Ancak bu olaylar, Luther‟in akli dengesini sorgulamak için oldukça küçük olaylardır. Dikkatimizi, Luther‟in ve Hıristiyan dünyasının en çarpıcı olaylarından birine yönlendirmeliyiz. Luther‟in hayatındaki en büyük denenmesi, en büyük sınavı, 1521 yılında Imperial Diet of Worms‟da (Wormların Kraliyet Meclisi) oldu. Devletin ve kilisenin önde gelenlerinin önünde, Yüce Roma İmparatoru Charles‟ın huzurunda, bir kömür madencisinin oğlu, karşıt görüşünden ötürü yargılanıyordu. Bir teolog profesörünün, Luther‟in ileri sürdüğü doksan beş tezi Wittenburg‟daki Castle Church‟ün kapısına asmasıyla olaylar denetim dışında gelişmeye başladı. Bu doksan beş tez, Luther‟in teolojik sorunlar hakkında konuşup tartışmaya davet ettiği konulardı. Luther bu tezleriyle, ulusal veya uluslararası bir alev yaratmak istememişti. Bazıları, muhtemelen öğrenciler, bu tezleri ele geçirip Gutenberg‟in olağanüstü yeni buluşu olarak bu tezlereden yararlandılar. İki hafta içinde, Almanya bu tezler hakkında konuşmaya başladı. Bainton bu olanlar hakkında Karl Barth‟ın ifadelerine yer veriyor: Luther, eski katedralin çan kulesinin dönen merdivenlerini karanlıkta çıkan birisi gibiydi. Karanlıkta çanın ipini tutmuş hareket etmeden bekliyordu. Çalacak çanın sesinin duymaktan korkuyordu. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978)] Ardından bir tartışma kasırgası koptu. Tezler Roma‟ya, Papa Leo‟ya yollandı. Hikayeye göre Leo bunları okuyup şöyle diyor, “Luther sarhoş bir Alman. Ayılınca farklı düşünecektir.” Başlayan kavga, manastır sınıfı ile teologlar arasına taşındı. Luther, Augsburg ve Leipzig‟de en ciddi tartışmalarla mücadele ediyordu. Sonunda Luther, papanın bildirdiği yazılı bir buyrukla suçlu bulundu. Exurge Dominie başlıklı bildiri şu sözlerle başlıyordu: “Ya Rab Kalk ve bu davaya yargıçlık et. Vahşi bir domuz senin üzüm bağına girdi.” Papanın buyruğu yayınlandıktan sonra, Luther‟in kitapları Roma‟da yakıldı. Luther, olanları öğrenmek için imparatora başvurdu. Sonunda, Meclis Worms‟da toplandı ve Luther‟e seyahat için “Emniyet Belgesi” verildi. Worms‟ta olanlar, efsaneleri oluşturan şeylerdi. Aslında efsaneler olaylardan doğmuşlardır. Hollywood, efsanelerin büyüsünü sahneye aktarmıştır. Luther‟in Worms‟taki galibiyeti, yiğit bir kahramanın günahkar bir yönetim yapısına meydan okuması gibidir. Luther‟e sorarlar, “Yazılarını geriye çekecek misin?” Kafamızda Luther‟in, yetkililerin karşısında korkmadan durup, yumruğunu havada sıkarak “İşte burada duruyorum!” dediğini canlandırıyoruz. Ardından topuğunun üstünde geriye dönüp insanların alkışları arasında, cesurca koridorda yürüdüğünü düşünüyoruz. Luther de beyaz atına biner ve Protestan Devrimini başlatmak için gün batımına doğru dört nala koşturur. Böyle olmadı tabi ki. Meclisin ilk toplantısı 17 Nisan‟da oldu. Hesaplaşmaya başlanmadan önce ortam heyecanlı bir şekilde elektrikliydi. Luther, toplantıya gitmeden önce cesurca konuşmuştu: Worms‟ta sözlerimi şöyle geri alacağım: “Önceden Papa‟ya Mesih‟in papazı demiştim. Sözlerimi geri alıyorum. Papa‟nın Mesih‟in düşmanı ve Şeytanın elçisi olduğunu söylüyorum. [Roalnd Bainton, Here I Stand (NAL, 1978)] Kalabalık, daha cesur ifadeler bekliyordu. Nefeslerini tutmuş, vahşi domuzun saldırıya geçmesini bekliyorlardı. Kraliyet Meclisi açıldığında, Luther büyük koridorun ortasında duruyordu. Yanında ise, üzerinde Luther‟in tartışma yaratan kitaplarının bulunduğu bir masa vardı. Bir yetkili, Luther‟e bu kitapların ona ait olup olmadığını sordu. Neredeyse fısıldarcasına bir sesle Luther soruya cevap verdi, “Kitapların hepsi benim, yazılmış başka kitaplarım daha var.” Ardından Luther‟e söylediği sözleri geri almaya hazır olup olmadığı konusunda kesin bir soru yöneltildi. Meclis, Luther‟in yanıtını bekledi. Ne havaya kalkan bir yumruk, ne de meydan okuyan bir mücadele vardı. Yine Luther, duyulması zor bir ses tonuyla, “Yalvarırım, bunu düşünmem için bana zaman verin” diye yanıtladı. İlk ayinde olduğu gibi Luther yine bocalamıştı. Güveni onu terketmişti. Vahşi domuz birden yerini ağlayan bir köpek yavrusuna bırakmıştı. İmparator, bu istem karşısında oldukça şaşırmıştı ve bunun bir zaman kazanma taktiği, bir teolojik hile olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Ancak ertesi güne kadar merhametini gösterdi ve düşünmesi için Luther‟e yirmi dört saat tanındı. O gece, odasında tek başına olan Luther, en dokunaklı dualarından birini yazdı. Duası, Tanrısı önünde yere kapanmış, düşmanları önünde tek başına durabilmek için çaresizce cesaret arayan, gururu yıkılmış bir adamı yansıtıyordu. Luther, Getsamani bahçesinde gibiydi: Her Şeye Gücü Yeten Sonsuz Tanrım! Dünya ne korkunç! Beni yutmak için ağzını nasıl açtığını, benim ise Sana olan inancımın ne kadar küçük olduğunu gör!... Of! Benliğim ne kadar zayıf, Şeytan ne kadar güçlü! Eğer bu dünyadaki herhangi bir şeyin gücüne dayanırsam her şey biter... Ölüm çanları çalar... Yargı gelir... Tanrım! Tanrım! Benim Tanrım! Bu dünyanın bilgeliği karşısında bana yardım et. Bunu yap, yalvarıyorum sana; Kendi büyük gücünle... bunu yaparsın... Bu benim değil Senin işin. Burada işim yok... Dünyanın bu büyük adamlarıyla çarpışacak hiçbir şeyim yok! Günlerimi mutluluk ve esenlik içinde geçirebilirdim. Ancak böyle olmasının sebebi Sensin... Bu da doğru ve kalıcı olandır! Ya Rab, yardım et bana! Sadık olan ve değişmeyen Tanrı! Sırtımı bir insana dayamıyorum. Bu boş bir şeydir! İnsandan olan sendeler, insandan gelen düşmeye mahkumdur. Tanrım! Tanrım! Duymuyor musun? Tanrım! Artık yaşamıyor musun? Hayır, ölmüş olamazsın. Hayır olamazsın fakat saklanmışsındır. Bu iş için beni Sen seçtin. Bunu biliyorum!... Bu yüzden Tanrım, isteğini yerine getir! Dayanağım, kalkanım, kalem olan sevgili oğlun İsa Mesih‟in adı uğruna beni bırakma. Rab neredesin?... Tanrım neredesin?... Gel! Sana dua ediyorum, hazırım... Acı çeken bir kuzu gibi,... hayatımı senin gerçeğin önüne sermeye hazır olduğumu gör. Acımın sebebi kutsallıktır. Senin kutsallığın!... Gitmene izin vermeyeceğim! Hayır, sonsuza dek seni bırakmayacağım! Dünya kötü ruhlarla dolup taşsa bile, senin ellerinin işi olan bu beden dışarı atılıp ayaklar altında çiğnense, parçalara ayrılsa, ..., yanıp kül olsa bile canım Senindir. Evet, bana güven veren sözün elimde. Ruhum sana aittir ve sonsuza dek sende kalacaktır! Amin! Tanrım, yardımını gönder!... Amin! Ertesi gün öğleden sonra Luther, salona döndü. Bu sefer sesi titremiyordu. Soruyu konuşarak yanıtlamaya çalıştı. Kendisini sorgulayan kişi son olarak bir yanıt istedi: Sana soruyorum Martin, dürüstçe ve uzatmadan yanıtla. Kitaplarını ve içindeki hataları reddediyor musun? Luther yanıtladı: Kralınız ve efendiniz basit bir cevap istediği için, uzatmadan ve işi zora sokmadan size yanıt vereceğim. Kutsal Yazılar ve açık bir sebep tarafından suçlu bulunmadığım sürece, papaların ve konseylerin yetkisini kabul etmeyeceğim çünkü papalar ve konseyler birbiriyle çelişiyor. Vicdanım, Tanrı Sözü‟nün kölesidir. Hiçbir şeyi reddetmiyorum ve reddedemem, çünkü vicdanıma karşı gelmem ne doğru ne de güvenli olur. İşte burada duruyorum, yoksa yapamam. Tanrı yardımcım olsun. Amin. Deli bir adama ait sözler mi? Belki. Bir insanın, Hıristiyan dünyasının kurulu tüm yetkisi karşısında, papanın, imparatorun, konseylerin ve inançların karşısında durmaya nasıl cüret ettiği kafalara takılıyor. Kilisenin en bilginleri ve en yüksek yetkilerini inkar eden, kendi düşüncesinin ve Kutsal Kitap yorumunun gücünü, tüm dünyanın karşısına koyan bir gurur olsa gerek. Bu bir kendini beğenmişlik hastalığı mıdır? Ya da kendini büyük görme rahatsızlığı mıdır? Tüm bunlar imanlı bir dehanın mı, yoksa bir manyağın saçmalıkları mıdır? Tek başına duran bu adam için verilen karar ne olursa olsun, bu adam, Hıristiyan dünyasını ikiye bölmüştü. Bu olay, kilise ve Martin Luher‟in yaşamı için önemli olduğu kadar, ilerde bilginlerin Luther‟in deliliğini yargılama sebepleri için önemli değildi. Daha sıradışı, daha hasta, gerçekten ölümcül şeyler vardı bu adamda. Luther‟in deliliğini yargılama sebepleri, Luther‟in manastırda keşişlik yaparken sergilediği davranışlarla alakalıydı. Bir keşiş olan Luther kendini sert bir sofuluğa adadı. Mükemmel bir keşiş olmaya çalıştı. Günlerce oruç tutuyordu ve ciddi bir şekilde kendine acı çektirmekten zevk alıyordu. Kendini inkar etme konusunda manastır kurallarının ötesine gitmişti. Sabaha kadar edilen dua zamanları herkesinkinden daha uzundu. Kendisine verilen battaniyeleri almadığı için neredeyse donarak ölecekti. Bedenini o kadar ciddi şekillerde cezalandırıyordu ki, daha sonra, sindirim sistemine keşiş hücresindeyken kalıcı bir zarar verdiğini açıkladı. Luther, bu olayı şöyle anlatıyor: İyi bir keşiştim ve kendi düzenimin kurallarını o kadar sıkı yerine getiriyordum ki, keşişliği sayesinde cennete girebilecek kişi varsa o da bendim diyebilirim. Manastırda beni tanıyan kardeşlerim beni doğrulayacaklardır. Eğer daha fazla devam etseydim, dua geceleri, dualar, okumalar ve diğer işlerle kendimi öldürebilirim. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).] Luther‟in yaptıkları arasında en ilginç olanı her gün yaptığı itiraf alışkanlığı idi. İtiraf, keşişlerin yapması gereken bir şeydi fakat gündelik olarak değil. Gerekli olan şey, kişinin tüm günahlarını itiraf etmiş olmasıydı. Luther, hiçbir gününü günah işlemeden geçirmediği için, affedilmeyi arzulayarak, günah çıkarma odasına hergün gitmesi gerektiğini düşünüyordu. İtiraf, manastır hayatının düzenli yapılan bir parçasıydı. Diğer keşişler düzenli bir şekilde rahiplere gidip “Baba, günah işledim. Dün gece ışıklar söndükten sonra mum ışığında Kutsal Kitap‟ımı okudum.” Ya da, “Dün öğle yemeğinde Philip kardeşin patates salatasına imrendim.” diyorlardı. (Bir keşiş, bir manastırda nasıl bir sorunla karşılaşabilir ki?) Baba rahip itirafı dinler, rahipsel bir affetme gösterir ve günahına karşılık olarak yerine getirmesi için, keşişe küçük bir ceza verirdi. Bu kadar. Tüm iş sadece birkaç dakika sürüyordu. Bu Luther Kardeş için böyle değildi. Gittiği Baba Rahibi çıldırtıyordu. Kısaca günahlarını ezbere söylemek Luther‟i tatmin etmiyordu. Hayatında itiraf edilmemiş bir günah kalmamasına dikkat ediyordu. Günah çıkarma odasına her gün giriyor ve saatlerce orada kalıyordu. Bir keresinde Luther, bir önceki gün işlediği günahları itiraf etmek için o odada altı saat geçirmişti. Manastır reisleri Luther hakkında düşünmeye başladılar. Uyumadığı zamanlarda, görevlerini yerine getirmek ve çalışmak yerine günah çıkarma odasında saatlerce zaman geçirmeyi tercih etmesine bakarak, Luther‟in bir dalavere çevirdiğinden şüpheleniyorlardı. Zihinsel olarak dengesizleştiği, hızla ciddi bir akıl bozukluğuna doğru ilerlediği konusunda kaygılanıyorlardı. Luther‟in danışmanı olan Stauptiz, sonunda Luther‟e kızdı ve onu azarladı: “Bana bak”, dedi, “eğer Mesih‟in seni affetmesini diliyorsan bu tür kabahatlerle değil, aileden birisini öldürme, kutsal olana saygısızlık etme, zina gibi affedilecek bir şeyle gel... Tanrı, sana kızmıyor ki. Sen Tanrı‟ya kızıyorsun. Tanrı‟nın sana ümit etmeyi buyurduğunu bilmiyor musun?” [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).] İşte bu! İşte Luther‟in bu yönü, kendisine deli denmesine neden olan en büyük yönüdür. Bu adam radikal bir şekilde sıradışıydı. Luther‟in suç anlayışı kendinden öncekilerden çok farklıydı. Suçu onu o kadar hasta ediyordu ki, duyguları onu o kadar rahatsız ediyordu ki, normal bir insan olarak işlevini yerine getiremez olmuştu. Normal bir keşiş olarak bile işlevini yerine getiremiyordu. Hala daha yıldırımdan kaçıyordu. Bainton, Luther‟in durumunu şöyle özetliyor: Sonuç olarak, en korkunç güvensizlik onu kuşattı. Ruhunu bir korku kapladı. Vicdanı o kadar rahatsız oldu ki, yaprağın rüzgardaki hışırtısından bile ürküp titremeye başladı. Ruhunu bir kabus dehşeti sardı. Karanlıkta, canını almaya gelen kişinin gözleri içine bakmıştı. Luther‟i koruyan Göksel kişilerin hepsi geri çekilmişti. Şeytan, arzulayan bakışlarıyla bu güçsüz canı çağırmıştı. Tekrar eden bu eziyetler, Luther‟in bedensel olarak çektiği rahatsızlıklardan çok daha kötüydü. Luther‟in dış görünüşü, zihinsel hastalıkla öyle bir uyuşuyordu ki, insan Luther‟in rahatsızlığını gerçekten dini zorluklardan mı, yoksa midesindeki veya vücudundaki bezlerdeki kusurlardan mı kaynaklandığına karar vermede zorlanırdı. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).] Luther‟in davranışlarının sebebi nedir? Kesin olan bir şey var: Her ne kadar savunma mekanizması normal olan insanlar, vicdanlarının suçlayıcı sesini kısmak zorunda olsalar bile, Luther bundan yoksundu. Bazı kuramcılar, insanın deliyken akıllı haline nazaran gerçeği daha doğru görebildiğine katılıyorlar. Aklımıza, psikiyatra gidip de korkudan eli ayağı tutulduğu için kilise pikniğine gidememekten şikayet eden adamın hikayesi geliyor. Psikiyatr daha da derine indiğinde, adam, pikniğe giderken yolda araba kazası geçirebileceğini, piknikte zehirli bir yılanın onu sokabileceğini, fırtına geldiğinde kendisine yıldırımın çarpabileceğini veya sandaviç yerken ölebileceğini anlatır. Tüm bu korkular, ciddi olasılıkları gösteriyor. Yaşam, tehlikeli bir iştir. Hiçbir yerde, yaşamı tehdit eden tehlikelerden uzak olamayız. Howard Huges, tüm milyonlarına rağmen, düşman mikropların saldırısından tamamen uzak durabileceği bir yer bulamamıştır. Bu psikiyatr da tüm pikniklerin güvenli olduğunu kanıtlayamaz. İnsanın, herşeyin aksi gidebileceğini düşünmesi doğrudur ancak böyle düşünen kişi sıradışı olmaktan kurtulamaz, çünkü bu kişi, her gün etrafımızı saran açık ve güncel tehlikeleri aldırış etmememiz için taşıdığımız savunmalardan yoksundur. Ruh bilimi analizcileri, Luther‟in geçmişinin ve yaşamının bir yönünü sıklıkla gözden kaçırıyorlar. Luther‟in manastıra gitmeden önce, hukuk alanında kendisini Avrupa‟nın en parlak beyinleri arasında kabul ettirdiğini gözden kaçırıyorlar. Luther zekiydi. Beyninde sorun yoktu. Hukukun kolay anlaşılamayan ve zor noktalarını anlayabilmesi, herkesin dikkatini çekiyordu. Bazıları onu hukuk dahisi olarak takdim ediyordu. Çoğu zaman, dahilik ve delilik arasında ince bir çizginin olduğunu ve kimi insanın bu çizginin ötesine geçtiği, kimin ise geride kaldığı söylenir. Belki Luther‟in sorunu da buydu. Luther deli değildi. Bir dahiydi. Üstün bir hukuk anlayışı vardı. Kurnaz hukuk zekasını Tanrı‟nın yasasına uyarlamasıyla, en ölümcül eksiklikleri gördü. Luther, En Büyük Buyruğu inceledi, “Tanrın olan Rabbini bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün gücünle ve bütün aklınla sev, komşunu da kendin gibi sev.” Ardından kendisine, “En Büyük Günah nedir?” diye sordu. Bazıları bu soruya, en büyük günah, adam öldürme, zina, küfretme veya inançsızlık diye yanıt verebilir. Luther bu yanıtlarla aynı görüşte değildi. Eğer En Büyük Buyruk Tanrı‟yı bütün yüreğinle sevmek ise, En Büyük Günahın da Tanrı‟yı bütün yüreğinle sevmemektir sonucuna varmıştı. Büyük sorumluluklar ile büyük günahlar arasında bir denge olduğunu görmüştü. Birçok insan böyle düşünmüyor. Hiçbirimiz En Büyük Buyruğu, beş dakikalığına bile yerine getiremiyoruz. Çok yüzeysel bir şekilde bu buyruğu yerine getirdiğimizi düşünebiliriz ancak bir anımızı ele aldığımızda hiçbirimizin Tanrı‟yı tüm yüreğiyle, tüm aklıyla veya tüm gücüyle sevmediğini açıkça görürüz. Hiç kimse komşusunu kendisi gibi sevmiyor. Bu konu üzerinde derin düşünmek için elimizden gelen her şeyi yapabiliriz fakat daima düşüncelerimizin arkasında, En Büyük Buyruğu her gün ihlal ettiğimizden ötürü bizi suçlayan ve kafamızın etini yiyen bir anlayış vardır. Yeşaya‟nın da dediği gibi, kimsenin En Büyük Buyruğu tutmadığını biliyoruz. İşte tesellimiz de budur: Hiç kimse mükemmel değil. Hiçbirimiz Tanrı‟ya karşı mükemmel bir sevgi duyamıyoruz, öyleyse neden üzülelim? Bu, akıllı imanlıları hergün altı saat günah çıkarmaya yönlendirmez. Eğer Tanrı, En Büyük Buyruğu yerine getirmeyenleri cezalandırsaydı, dünyadaki tüm insanları cezalandırmak zorunda kalacaktı. Sınav çok büyük ve çok şey istiyor, bu haksızlık. Tanrı, hepimizi bir çan eğrisine göre yargılamak zorunda. Luther bunu böyle görmüyordu. Luther, Tanrı‟nın, insanları bir çan eğrisine göre değerlendirmesiyle Kendi kutsallığını tehlikeye sokacağının farkındaydı. Tanrı‟nın böyle yaptığını düşünmek çok büyük küstahlık ve aptallıktır. Tanrı bize uyum sağlamak için Kendi değerlerini alçaltmaz. Tamamıyla Kutsal, doğru ve adil olarak kalmaya devam eder. Fakat bizler adaletsiziz ve bu da çıkmazda olduğumuzu gösteriyor. Luther‟in hukuk zekasına bir soru takıldı: Adil bir Tanrı‟nın önünde adil olmayan bir kişi nasıl kurtulabilir? Herkes bu konuda rahat iken, Luther acıdan kıvranıyordu: Tanrı‟nın erişilmez ışıkta oturduğunu bilmiyor musunuz? Bizler, Tanrı‟nın harika ve dipsiz ışığının akıl ermez görkemini anlamak, daha da derinlere inmek isteyen, zayıf ve umursamaz yaratıklarız. Yaklaşıyoruz, kendimizi yaklaşmaya hazırlıyoruz. Sonra O‟nun görkemi bizi paramparça edip yendiğinde de şaşırıyoruz! [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).] Luther, İncil‟de, İsa‟ya gelip kendi kurtuluşu hakkında soru soran, ileri gelen zengin adam karakterine tamamen zıt bir kutuptaydı: İleri gelenlerden biri İsa'ya, “İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?” diye sordu. İsa, “Bana neden iyi diyorsun?” dedi. “İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı'dır. O'nun buyruklarını biliyorsun: „Zina etmeyeceksin, adam öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, annene babana saygı göstereceksin.'“ (Luka 18:18-20) İsa ile bu zengin adamın herkesçe bilinen bu buluşmasında, çoğunlukla bir nokta gözden kaçıyor. Bu nokta da, adamın İsa‟yı selamlama şeklidir. Adam İsa‟ya “İyi öğretmenim” diye sesleniyor. İsa bu önemi gözden kaçırmadı. İsa, iyi kelimesinin anlamı hakkında yüzeysel bir bilgiye sahip bir adamla konuşuyor olduğunu hemen anladı. Adam, İsa ile kurtuluş hakkında konuşmak istiyordu. Bunun yerine İsa, sohbeti kurnazca iyiliğin ne olduğu üzerine çevirdi. İsa, adama iyinin anlamı hakkında unutamayacağı bir ders verme fırsatı yakalamıştı. İsa, adamın Kendisini selamlama şekline odaklandı: “Bana neden iyi diyorsun?” Soruyu daha öte bir koşulla vurguladı: “İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı‟dır.” Kırmızı alarm çalıyor. Bazıları, hatta bilgili teologlar bile, İsa‟nın buyruklarına takılıyorlar. Bazıları, İsa‟nın sözlerini şöyle anlıyorlar, “Bana neden iyi diyorsun? Ben iyi değilim. Yalnız Tanrı iyidir. Ben Tanrı değilim. İyi değilim.” Burada İsa asla Kendi tanrılığını inkar etmiyor. Kendi iyiliğini de inkar etmiyor. Zengin adama doğru anlayış kazandırmak, adamın İsa‟ya tam olarak iyi demesini sağlardı. İsa iyi idi. İyi Olanın beden almış haliydi. Zengin adam, Tanrı‟nın görüntüsüyle konuşuyordu. Burada önemli olan, zengin adamın bunun farkında olmamasıdır. Zengin adam, İsa‟ya büyük bir öğretmen olduğu için saygı duyuyordu ancak adamın İsa‟da gördüğü tek şey buydu. Tanrı‟nın görüntüsüyle konuştuğunu bilmiyordu. İyi Olanın Görüntüsü ile iyilik hakkında tartıştığına dair elinde bir belirtisi yoktu. Zengin adam, açıkçası inandığı Kutsal Kitap‟ı da bilmiyordu. Mezmur‟un 14. bölümünün ne demek istediğini anlamamıştı: Akılsız içinden, “Tanrı yok!” der. İnsanlar bozuldu, iğrençlik aldı yürüdü, İyilik eden yok. RAB göklerden bakar oldu insanlara, Akıllı, Tanrı'yı arayan biri var mı diye. Hepsi saptı, Tümü yozlaştı, İyilik eden yok, Bir kişi bile! (Mezmurlar 14:1-3) Bu mezmur Yeni Antlaşma‟da Pavlus tarafından tekrarlanıyor ve pekiştiriliyor. Bildiri açıktır. İyilik eden yok, bir kişi bile. “Bir kişi bile” deyimi tüm yanlış anlaşılma ihtimalini siliyor. İddianame, tek başına iyiliği barındıran Tanrı Oğlu dışında hiçbir istisnayı kabul etmiyor. İnsanın ruhu, böyle bir iddianame karşısında geri adım atıyor. Kutsal Yazılar kesinlikle abartıyordur. Bazı insanların iyilik ettiğini biliyoruz. İnsanların sıklıkla iyi şeyler yaptığını görüyoruz. Kimsenin mükemmel olmadığını kabul ediyoruz. Hepimiz zaman zaman sürçüyoruz. Fakat, birçok iyi iş yapıyoruz ve yapacağız da, değil mi? Hayır! Bu tamamen zengin adamın düşünme şeklidir. Zengin adam iyiliği yanlış değerlerle ölçüyordu. İyi işleri, dışa yönelik üstün niteliklere göre değerlendiriyordu. Tanrı bizlere bazı iyi işler yapmamızı buyuruyor. Fakire yardım etmemizi buyuruyor. Fakire yardım ediyoruz. Bu iyilik etmektir, değil mi? Hem evet, hem hayır. Dışa yönelik bu davranışımız Tanrı‟nın buyruğunu yerine getirdiği için, bu anlamda iyidir. Bu anlamda çok sık iyilik yaparız. Fakat Tanrı, yüreğe bakar. En derin amaçlarımızla ilgilenir. İyi bir işin Tanrı‟nın iyilik değerini aşması için, Tanrı‟yı mükemmel biçimde seven ve komşusunu da kendisi gibi seven bir yürekten taşması gerekir. Hiçbirimiz Tanrı‟ya ve komşumuza karşı mükemmel bir sevgi duymaya ulaşamadığımız için, tüm dışa yönelik iyi işlerimiz kirlidir. İyi işlerimiz, yüreğimizdeki amaçlarımızın kusurlarından oluşan lekeyi taşırlar. Kutsal Kitap‟ın mantığı da budur: Kimse mükemmel bir yüreğe sahip olmadığı için, hiç kimse mükemmel bir iş yapamaz. Tanrı‟nın yasası, gerçek doğruluğun aynasıdır. İşlerimizi bu aynanın önüne getirdiğimizde aynadaki yansıma kusurlarımızı bize gösterir. İsa, bu aynayı zengin adamın gözü önüne koymuştu: “O‟nun buyruklarını biliyorsun: zina etmeyeceksin, ...” İsa‟nın zengin adama sıraladığı buyrukların, Yasa‟nın ikinci tabletinde yer alan, yani insanlara karşı olan sorumluluklarımızı ilgilendiren buyruklar olduğuna dikkat etmek önemlidir. Bu buyruklar, hırsızlık, zina, adam öldürme, ...vb olayları içeriyor. Dikkat ederseniz, İsa‟nın özet geçtiği buyruklar arasında, doğrudan Tanrı‟ya olan yükümlülüğümüzle ilgili ilk buyruklar yok. Zengin adam ne cevap verdi? Üzülmemişti. Soğukkanlılıkla aynaya baktı ve bir kusurunu göremedi. Sadece kendini beğenmişlikle tanımlanabilen bir tavırla adam yanıt verdi: “Bunların hepsini gençliğimden beri yerine getiriyorum.” Adamın ya cahil ya da küstah olduğunu düşünüyorum. İsa‟nın sabrını anlayamıyorum. Ben olsam, kendimi tutamazdım. Şu sözlerle kızgınlığımı anında dile getirirdim, “Ne! Gençliğinden beri On Emri yerine getiriyor musun! Son beş dakika içinde On Emrin hiçbirini yerine getirmedin ki. Dağdaki vaazımı duymadın mı? Haksız yere birine öfkelendiğinde, yasanın adam öldürmekle ilgili derin buyruğuna karşı gelmiş olduğunun farkında değil misin? Eğer bir kadına şehvetle baktıysan, zina etmemek ile ilgili büyük buyruğu ihlal etmiş olduğunu bilmiyor musun? Hiç birisine yan gözle bakmadın mı? Her zaman annene babana saygı gösteriyor musun? Deli ya da kör olmalısın. İtaatkarlığın yüzeysel konularda iyi. Sadece yüzeysel olarak itaat ediyorsun.” Ben böyle davranırdım. Ama İsa böyle davranmadı. İsa daha kurnaz ve etkiliydi: İsa bunu duyunca ona, “Hâlâ bir eksiğin var” dedi. “Neyin varsa hepsini sat, parasını yoksullara dağıt; böylece göklerde hazinen olur. Sonra gel, beni izle.” (Luka 18:22) Eğer İsa‟nın şakayla karışık bir konuşması varsa, o da bu konuşma olmalıdır. Eğer İsa‟nın bu sözlerini birebir algılarsak, bu konuşmanın tarihteki en doğru iki adam arasında, birisi kusursuz diğeri sadece bir tane eksiği olan iki Kuzu arasında geçtiği sonucuna varmak zorunda kalırız. İsa‟nın ağzından, benim ahlaki kusursuzluğumda sadece bir tane eksik olduğunu duymak beni sevindirirdi. Biz daha iyi biliyoruz. Eğer fikir yürütüp İsa‟nın düşüncelerinin gizli yerlerine girebilsek, şöyle bir düşüncenin yer aldığını görebiliriz: Ya, demek gençliğinden beri tüm buyrukları yerine getirebiliyorsun. Görelim bakalım. İlk buyruk nedir? Ya evet, “Benden başka Tanrın olmayacak.” Bunu nasıl yerine getirdiğine bir bakalım. İsa, zengin adamı sınava tabi tuttu. Zengin adamın hayatında, Tanrı‟dan önce gelen şey parasıydı. İsa mücadeleyi bu noktaya, adamın bir numaralı buyruğa olan itaatine çekti: “Neyin varsa hepsini sat...” Adam ne yaptı? Tek kusuruna nasıl değindi? Üzüntü içerisinde uzaklaştı çünkü çok malı vardı. Adam On Emir‟den sınava tabi tutudu ve ilk sorudan sonra sınavı terk etti. Bu öykünün ana fikri, bir Hıristiyan‟ın tüm mal varlığını bırakması gibi bir kural ortaya koymak değildir. Bu öykünün ana fikri, itaatin ne olduğu ve iyiliğin gerçekten ne gerektirdiğidir. İsa, adamın blöfünü gördü ve iddiayı artırdı. İsa, yüzyıllar sonra başka bir genç adamla karşılaştığında, bu genç adama günahını göstermek için, zahmet gerektiren bir ders hazırlamak zorunda kalmadı. Luther‟e asla, “Bir eksiğin var” demedi. Luther zaten birçok eksiği olduğunu biliyordu. Luther bir avukattı, Eski Antlaşma Yasası üzerine çalışmıştı, saf ve kutsal Tanrı‟nın isteklerini iyi biliyordu ve bu da onu deliye çeviriyordu. Luther‟in aklı, çözemeyeceği yasal bir çıkmazla karşılaşmıştı. Bir çözüm yolu yok gibiydi. Gece gündüz Luther‟in başının etini yiyen soru, adil bir Tanrı‟nın nasıl olur da adil olmayan bir insanı kabul edebiliyor olmasıydı. Sonsuz kaderinin, bu sorunun cevabında yattığını biliyordu. Ancak sorunun yanıtını bulamıyordu. Daha küçük düşüncelere sahip olanlar, cahilliklerinin verdiği mutlulukla eğlenerek ve neşeyle yollarına devam ediyorlardı. Tanrı‟nın Kendi mükemmelliğini tehlikeye atıp onları cennete alacağını düşünmeleri onları memnun ediyordu. Tüm bunlardan sonra, eğer cennetin dışında kalırlarsa, cennet onlar için dışardan göründüğü gibi olağanüstü bir yer olmayacaktı. Tanrı‟nın bir çan eğrisine göre değerlendirmesi gerekiyor. Erkekler yine erkek olacaktır. Tanrı, birkaç ahlaki kusurun O‟nu telaşlandıramayacağı kadar büyüktür. İki şey Luther‟i diğer insanlardan ayırıyordu: İlki, Luther, Tanrı‟nın kim olduğunu biliyordu. İkincisi, aynı Tanrı‟nın Yasası‟nın istemlerinin ne olduğunu anlamıştı. Yasayı iyice öğrenmişti. Müjdeyi anlamasaydı işkenceden ölebilirdi. Ve Luther‟in başından en son dini deneyimi gerçekleşti. Bir yıldırım çarpmamış veya mürekkep hokkası uçmamıştı. Sessizliğin içinde, Luther tek başına çalışırken meydana gelmişti. Luther‟in “kule-deneyimi” diye adlandırdığı olay, dünya tarihinin rotasını değiştirdi. Bu olay, Tanrı‟ya ve Tanrı‟nın ilahi adaletine yeni bir anlayış getirdi. Bu anlayış, Tanrı‟nın Kendi adaletinden ödün vermeden nasıl merhametli olabileceğine ve kutsal bir Tanrı‟nın kutsal bir sevgiyi nasıl ifade ettiğine değinen bir anlayıştı: Pavlus‟un Romalılar‟a yazdığı Mektubu anlamayı çok istiyordum. Önümde “Tanrı‟nın adaleti” ifadesinden başka bir engel yoktu, çünkü adaleti, Tanrı‟nın adil olması ve adil bir şekilde adaletsiz olanı cezalandırması olarak algılıyordum. Eksiksiz bir keşiş olmama rağmen vicdanında sorunları olan bir günahkar olarak Tanrı‟nın önünde duruyordum ve sahip olduğum değerlerin O‟nu yatıştırıp yatıştırmadığından emin değildim. Bu yüzden adil ve öfkeli bir Tanrı‟yı sevemiyor, böyle bir Tanrı‟dan nefret ve şikayet ediyordum. Fakat sevgili Pavlus‟a sımsıkı sarılmıştım ve büyük bir özlemle ne demek istediğini bilmek istiyordum. “Doğru kişi imanla yaşayacaktır.” ifadesi ile Tanrı‟nın adaleti arasındaki bağlantıyı görene kadar gece gündüz bunun üzerinde düşündüm. Sonra Tanrı‟nın adaletinin, imanımızla bizi aklayan Tanrı‟nın lütfu ve saf merhameti aracılığıyla gelen doğruluk olduğunu kavradım. Bunun üzerine kendimi yeniden doğmuş ve açılan kapılardan cennete doğru ilerliyor hissettim. Kutsal Yazılar‟ın tümü benim için yeni bir anlam kazanıyordu ve beni önceden nefretle dolduran “Tanrı‟nın adaleti”, şimdi daha büyük bir sevgiyle, ifade edilemez bir şekilde bana tatlı geliyordu. Pavlus‟un bu yazısı bana cennetin kapısı gibi görünüyordu. Eğer doğru bir şekilde, kurtarıcınız olarak Mesih‟e iman ederseniz, bağışlayan bir Tanrı‟ya anında sahip olursunuz. İmanınızın sizi Tanrı‟nın yüreğine ve isteğine doğru yöneltmesiyle, gerçek lütfu ve taşan sevgiyi görürsünüz. Tanrı‟ya imanla bakmak için, Tanrı‟nın öfke ve affetmemezlik barındırmayan, baba ve dost gibi olan yüreğine bakmalısınız. Tanrı‟yı öfkeli gören kişi, Tanrı‟ya doğru bir şekilde bakmıyordur. Yüzünü kara bir bulut kaplamış gibi, sadece bir perdeye bakıyordur. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).] Kendisinden önce Yeşaya‟ya olduğu gibi Luther de, yanan koru, dudaklarında hissetti. Helak olmanın ne demek olduğunu biliyordu. Kutsal bir Tanrı‟nın aynasıyla paramparça olmuştu. Daha sonra, cennetin tadına bakmadan önce Tanrı‟nın onu cehennem çukuru üzerinde sallandırması gerektiğini söylemişti. Tanrı, hizmetkarını çukura düşürmedi. Luther‟in hayatını çukurdan korudu. Tanrı, Kendisinin adil ve aklayan bir Tanrı olduğunu kanıtladı. Luther, müjdeyi ilk defa anladığında cennetin kapıları ortadan ikiye açıldı ve Luther içeri girdi. “Doğru kişi imanla yaşayacaktır.” Bu Protestan Reformunun savaş narasıydı. Sadece imanla, sadece Mesih‟in üstünlüğüyle aklanma fikri, müjdenin o kadar merkezindeydi ki, Luther bu fikir için, “kiliseyi ayakta tutan veya yıkan madde” demişti. Luther, bu maddenin kendisini de, ya ayakta tutacak ya da yıkacak madde olduğunu biliyordu. Luther, Pavlus‟un Romalılar‟daki öğretişini kavradığı zaman yeniden doğdu. Suçunun ağırlığı kalkmıştı. Delirten işkenceler bitmişti. Tüm bunlar Luther için o kadar çok şey ifade ediyordu ki, papanın, konseyin, kralın, imparatorun hatta gerekirse tüm dünyanın karşısında durabilmesine yetiyordu. Cennetin kapılarından geçiyordu ve kimse onu engellemiyordu. Luther, neyi protesto ettiğini bilen bir Protestandı. Luther deli miydi? Belki de. Eğer öyleyse, duamız o ki, Tanrı böyle bir delilik salgınını tüm dünyaya göndersin ki, bizler de yalnız imanla gelen doğruluğu tadalım. ALTINCI BÖLÜM KUTSAL ADALET Adalet, en yüce erdem sayılır, sabah yıldızından, gece yıldızından daha fazla hayranlık uyandırır... ARISTOTLE Martin Luther, adaletsiz insanların adil ve kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda yaşamasının ne kadar ciddi bir sorun olduğunu anlamıştı. Luther keşişlerin keşişi, Pavlus da Ferisilerin Ferisisi idi. Her ikisi de iyi eğitimli, zeki kişilerdi. İman ettiği sırada Pavlus‟un, Filistin‟deki en fazla eğitime sahip kişi olduğu söyleniyordu. Yirmi bir yaşlarındayken iki Felfese doktoruna (Ph.D) eş bir değere sahipti. Yasa ve Tanrı‟nın adaleti sorunu üzerinde derin bir mücadele vermişti. Keşiş olan Luther ve Ferisi olan Pavlus, kutsal adalet sorunu tarafından bitip tükenmişlerdi. Her ikisi de, müjdenin avukatı olmadan önce Eski Antlaşma‟nın öğrencileriydiler. Eski Antlaşma‟yı okuyan herkesin, Eski Antlaşma‟daki Tanrı yargısının görünen vahşiliğiyle mücadele etmesi gerekir. Birçok kişi, Eski Antlaşma‟yı okudukça bu yargıyla daha çok mücadele eder. “Sert ifadeler” diye adlandırdığımız şiddetli bölümlerde takılırlar. Bazı insanlar bu ifadeleri, Hıristiyanlığı gözü kapalı reddetmeye yetecek nedenler olarak görüyorlar. Bu ifadeler, Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟nın hor görülmesinin nedeni gibi duruyorlar. Bazı insanlar ise, Eski Antlaşma‟yı dinsel bir benzetmeye dönüştürerek veya kes yapıştır yöntemiyle vahşi bölümleri ilkel efsaneler seviyesine indirerek, Eski Antlaşma‟nın vurgusunu azaltıyorlar. Hatta bazıları daha da ileri gidip, Eski Antlaşma‟daki Tanrı ile Yeni Antlaşma‟daki Tanrı‟nın farklı olduğuna, Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟nın kötü huylu ve alevlenen öfkesi Yeni Antlaşma‟daki sevgi Tanrı‟sının değeri altında olan, Şeytani ve belirsiz bir Tanrı olduğuna inanıyor. Bu bölümde, doğru gözle ve dikkatli bir şekilde Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟ya bakmak istiyorum. Eski Antlaşma‟da bulabildiğimiz en zor, en saldırgan bölümlere bakmak ve yapabilirsek bu bölümleri anlayabilmemizi istiyorum. Harun‟un oğulları olan Nadav ve Avihu‟ya inen ani ve hızlı yargıya bakacağız. Tanrı‟nın ahit sandığına dokunduğu için Tanrı‟nın Uzziya‟yı vuruşuna bakacağız. Tanrı‟nın büyük cezalar buyurduğu uzun suç listesine bakacağız. Tanrı‟nın buyruğu altında kadınların ve çocukların katliamına bakacağız. Dikkat edin. Bu bölüm, midesi ve yüreği sağlam olmayanlar için uygun değildir. Eğer tek başınıza bu bölümü okuyacaksanız, şunu bilin ki En Korkunç uçurumlardan aşağıya bakacağız. Harun'un oğulları Nadav'la Avihu buhurdanlarını alıp içlerine ateş, ateşin üstüne de buhur koydular. RAB'bin buyruklarına aykırı bir ateş sundular. RAB bir ateş gönderdi. Ateş onları yakıp yok etti. RAB'bin huzurunda öldüler. (Levililer 10:1-2) Nadav ve Avihu, kahindiler. Başkahin Harun‟un oğullarıydılar. Tanrı‟nın Kendisi Harun‟u Başkahin olarak seçmişti. Harun, Musa ile birlikte çölde İsrail halkına önderlik yapmıştı. İsrail‟de Tanrı ile yakından bir ilişkiye sahip birisi varsa, o da Musa ile Harun‟du. Birimiz Tanrı‟dan, Harun‟un oğullarıyla uğraşırken biraz geri adım atmasını bekleyebilir. Ancak bu olmadı. Sunakta günah işledikleri için, Tanrı hızla ve şiddetli bir şekilde davrandı ve onları oracıkta sildi. Sunağı fahişelerle kirletmiş veya Ammonlular gibi insan kurban etmiş değillerdi. Tek yaptıkları, bir parça “aykırı ateş” sunmaktı. Bu aykırı ateşin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Kulağa, bu genç kahinlerin, ibadetlerinde birazcık yaratıcı bir şey deniyorlarmış gibi geliyor. Belki de davranışları kınanması gereken bir saldırıydı. Fakat ölümle mi cezalandırılmalıydı? Denemekten ne zarar çıkardı ki? Neden anında infaz? Albert Eintein‟ın bir bilim adamı arkadaşı, erozyonların ve dev buzulların hareketi aracılığıyla yeryüzü şekillerinde meydana gelen yavaş değişime karşı olarak ileri sürdüğü teorileriyle jeoloji dünyasını sarstı. Immanuel Velikovsky, Nadav ve Avihu‟nun hikayesine de açıklık getiren bir teori sundu. Velikovsky, yeryüzündeki değişikliklerin, bir gezegenin veya kuyruklu yıldızın dünyanın çok yakınından geçmesi sonucu manyetik kutupların yer değiştirip dünyanın ters yönde dönmesini sağlamasıyla oluşan yeryüzündeki ani şekil değişikliklerinin sonucu olduğu düşüncesindeydi. Olabildiğince hızlı dönen bir topacı düşünün. Sonra birden, ters yönde dönmeye başladığını düşünün. Eğer topacın içinde su olsaydı ne olurdu? Ters yönde, gelgite uğramış bir dalga oluşurdu. Teorinin bir bölümüne göre de, yeryüzüne büyük miktarda petrol içeren meteorlar yağdı ve yerkabuğundaki çatlakları petrolle doldurarak yerin altında büyük petrol tabakaları oluşmasına neden oldu. (Petrolce zengin olan Orta Doğu‟yu düşünün.) Bu dev kuyruklu yıldızın kuyruğu, insanların kendisini bir işaret olarak görmeleri için yıllardır gökyüzünde görülüyor ve aynı Yahudiler‟in kırk yıl değişik yönlerde tüm çölü dolaştığı gibi kıvrımlı bir yol izliyor. Velikovsky‟e göre İsrailliler‟in bulut direği ve ateş direği, bu kuyruklu yıldızdı. Nadav ve Avihu, yerde duran bir miktar petrol buldular ve ne olduğunu merak ettiler. Jed Clampett‟e göre bu buldukları ilk petrol örneğiydi. Sonra Nadav ve Avihu, eğer bu petrolü sunakta yanan maddeyle karıştırırlarsa neler olabileceğini görmek istediler. Bu maddeyi ateşe attıklarında, birden alev aldı ve patladı. Kahinleri öldürdü. Ancak ilkel bir toplumda, bu olay tanrıların yargısının ani bir göstergesi olarak görülürdü. Velikovsky, bu hikayeyi açıklamak için doğal bir açıklama sunuyordu. Velikovsky‟e göre, Nadav ve Ahivu‟nun ölümleri bir kaza, bilinmeyen bir ateşle oynayan çocukların feci bir sonu idi. Kutsal Kitap bu olaya başka şekilde bakıyor. Tanrı‟nın doğaüstü bir yargısı olarak yazıyor. Doğal kelimesi kabul edilebilir ancak Nadav ve Ahivu‟nun ölümünün bir kaza olmadığı gayet açıktır. Bu ölümden, Tanrı‟nın yargı ve öfkesi sorumludur. Harun bu olayı nasıl karşıladı? Kutsal Kitap, “Harun‟un hoşuna gitmedi” diyor. Bundan emin olabiliriz. Harun açıkça deliye dönmüştü. Yaşamını sonsuza dek Tanrı hizmetine adamıştı. Oğulları da kendisinin izinden yürüyordu. Kutsandıkları günü ve kahinlik için diğer insanlardan ayrıldıklarında duyduğu onuru hatırlayabiliyordu. Bu olay bir aile sorunuydu. Hizmet ettiği Tanrı‟dan ne teşekkür almıştı? Tanrı, sunağın kurallarından birisini birazcık ihlal etmiş gibi göründüler diye, hiç beklemeden Harun‟un oğullarını infaz etmişti. Harun aceleyle Musa‟yı görmeye ve olanları anlatmaya gitti. Sanki Harun, “Tamam Tanrım. Doğru Musa‟ya gidiyorum, Seni Musa‟ya söyleyeceğim. Bizimle bu konuda uğraşacaksın.” der gibiydi. Bu yüzden Harun Musa‟ya gitti ve durumundan şikayetçi oldu: Musa Harun'a şöyle dedi: “RAB demişti ki: „Bana hizmet edenler kutsallığıma saygı duyacak Ve halkın tümü beni yüceltecek.‟” (Levililer 10:3) Musa, Harun‟a RAB‟in yanıtını verdi. Harun‟a, kahinlerin esas kutsanmışlığının ne olduğunu hatırlattı. Kutsal bir görev için ayrılmışlardı ve üzerlerine düşen belirli gereklerden ciddi bir şekilde sorumlulardı. Kutsal bir Tanrı‟nın önünde hizmet etme ayrıcalığına sahiplerdi. Tapınma çadırındaki her kap, özel bir tarife göre yapılmıştı ve her madde Tanrı‟nın buyurduğu ayrıntılı ölçülerde kutsal kılınmıştı. Bu ayetlerde, bir belirsizlik yoktur. Harun ve oğulları, buhur sunağına saygı konusunda doğru yöntemlerle özel olarak eğitilmişlerdi. Tanrı şöyle demişti: Sunağın üzerinde başka buhur, yakmalık sunu ve tahıl sunusu sunmayacaksınız; üzerine dökmelik sunu dökmeyeceksiniz. Harun yılda bir kez sunağın boynuzları üzerinde arınma töreni yapacak. Kuşaklarınız boyunca yılda bir kez günah sunusunun kanıyla sunağı arındıracak. Sunak ben, RAB için çok kutsaldır. (Çıkış 30:9-10) Buyruklar oldukça açıktı. Buhur sunağı Tanrı tarafından en kutsal olarak beyan edilmişti. Nadav ve Avihu, bu sunağın üzerinde izni olmayan ve aykırı bir ateş sunduğunda, Tanrı‟ya açık bir meydan okuma davranışı sergiliyorlardı. Yaptıkları hareket, bariz bir asilik, kutsal yere karşı yapılan affedilemez bir saygısızlıktı. Bir gurur günahı işlemiş, Tanrı‟ya ihanette bulunmuşlardı: En kutsal yeri kirletmişlerdi. Tanrı‟nın yargısı çok hızlıydı. Musa‟ya yaptığı açıklama oldukça açıktı: “Bana hizmet edenler kutsallığıma saygı duyacak ve halkın tümü beni yüceltecek” Bu sözler, gelecekle ilgili bir kehanet veya peygamberlik değildi. Tanrı “...-eceğim” dediği zaman, bunu yüce bir buyruk, kimsenin hiçe sayamayacağı bir buyruk olarak söylemiş demektir. Bu olayın kilit noktası, Levililer 10:3‟ün son cümlesinde bulunuyor: “Harun hiçbir şey söylemedi.” Harun başka ne yapabilirdi? Tartışma sona ermişti. Kanıt ortaydaydı ve Tanrı kararını vermişti. Harun‟un oğullarının, bu tür bir ateş sunmaları tamamen yasaktı. Bir itaatsizlik örneği sergilemişlerdi ve Tanrı da, adaletinin tokmağını onların üzerine indirmişti. Bu yüzden Harun sessizdi. Sessizliğini koruyordu. Sunacağı bir özür, yapacağı bir itiraz yoktu. Aynı, Yargı Günündeki günahkarlar gibi ağzı kapalıydı. Burada Tanrı‟nın cezalandırıcı adaletini, suçluyu cezalandıran adaletini görüyoruz. Bu ceza, insafsız ve sıra dışı bir ceza mı? Gerçekten de adaletin ötesine geçen ve sınırı aşıp adaletsizliğe varan bir ceza mı? Bizde yerleşen adalet kavramı, cezanın suça uygun olmasıdır. Eğer ceza, suçtan daha ciddi ise, bir adaletsizlik yapılmıştır. Kutsal Kitap, Nadav ve Avihu‟nun, günah işlediklerinin farkında olmadıkları gibi bir sebep gösteremeyeceklerini açıkça belirtiyor. Tanrı buyruklarını onlara açıklamıştı. Sunakta, izni olmayan bir ateş sunmalarına izin verilmediğini biliyorlardı. Günah işlediklerini kolayca görebiliyoruz. Ancak Nadav ve Avihu, Tanrı‟nın onları orada infaz etmeye itecek kadar ciddi bir günah işlediklerini düşünmüyorlardı. Burada, Tanrı‟nın elinden gelen acımasızlığı ve işlenen suç için oldukça merhametsiz ve sıra dışı bir ceza verildiğini haykıran bir örnekle karşı karşıyayız. Bu boyutta bir ceza bizi şaşırtmakla kalmıyor, afallatıyor da. Bu hikayeyi, Yaratılış bölümünde önceden öğretilen Tanrı adaletinin özellikleriyle nasıl bağdaştıracağız? Yaratılış diyor ki, “Bütün dünyayı yargılayan adil olmalı”. İsrail‟in temel olarak kabul ettiği şey, Tanrı‟nın yargılarının daima doğruluğa dayandığıydı. Tanrı‟nın adaleti asla adaletsiz, saçma ve zalimce değildir. Tanrı‟nın adaletsiz olması imkansızdır çünkü O‟nun adaleti kutsaldır. Eğer Nadav ile Ahivu‟nun hikayesini anlamakla mücadele ediyorsak, Uzza‟nın hikayesini anlamakta daha büyük zorluk çekeriz. Davut İsrail‟in krallığına terfi ettiğinde, krallığını pekiştirmek için hemen harekete geçti. Binbaşılarına ve subaylarına danışıp İsrail‟in en kutsal sandığı olan Antlaşma Sandığını, “çekildiği köşesinden” merkezi bir yere geri getirme kararı aldı. Sandık, Filistililer tarafından ele geçirilmişti. O tarihi günde İsrail‟in görkemi İsrail‟den ayrıldığı söyleniyor. Sandık ele geçirildiğinde İsrail‟in en büyük hazinesi çalınmış ve putperest tapınağı olan Dagon‟a götürülmüştü. Sandık geri getirilmeden önce, güvenle korunan bir yere konulmuş, ait olduğu yere iade edileceği ve ulusun ortasında önemli konumunu alacağı zamanı bekliyordu. İşte o saat gelmişti ve Davut, bu görkemi geri istiyordu. Şöyle dedi: “Tanrımız'ın Sandığı'nı geri getirelim. Çünkü Saul'un krallığı döneminde ona gereken önemi vermedik.” Topluluk bu öneriyi benimseyerek sandığı geri getirmeye karar verdi. (1.Tarihler 13:3-4) Sandık ulus için kuvvet veren bir işaretti. Tanrı‟nın tahtı, En Yüce Olan‟ın kutsal koltuğuydu. Tanrı‟nın bizzat Kendisinin titiz bir tasarımı ile yapılmış ve süslenmişti. Sanctus Sanctorum‟a , Kutsalların Kutsalı‟nda oturmalıydı. Sandık, akasya ağacından yapılmıştı ve içi dışı altın kaplıydı. Etrafında altın bir pervaz vardı. Sandığı taşımak için, içinden sırıklar geçirilsin diye sandığın ayaklarına dört altın halka takılmıştı. Sırıklar da akasya ağacından yapılmıştı ve altın kaplamaydılar. Sandığın kapağı, “Bağışlanma Kapağı” olarak adlandırılıyordu. Saf altından yapılmıştı. Dövme altından iki keruv yapılıydı ve yüzleri birbirine dönük, kanatları ise yukarı doğru açık olacak şekilde sandığın iki kenarına yerleştirilmişti. Davut‟un Yeruşalim‟e geri getirilmesini emrettiği kutsal nesne buydu. Tanrı'nın Sandığı'nı Avinadav'ın evinden alıp yeni bir arabaya koydular. Arabayı Uzza'yla Ahyo sürüyordu. Bu arada Davut'la bütün İsrail halkı da lir, çenk, tef, zil ve borazanlar eşliğinde ezgiler okuyarak, Tanrı'nın önünde var güçleriyle bu olayı kutluyorlardı. Kidon'un harman yerine vardıklarında öküzler tökezledi. Bu nedenle Uzza elini uzatıp sandığı tuttu. RAB sandığa elini uzatan Uzza'ya öfkelenerek onu yok etti. Böylece Uzza orada, Tanrı'nın önünde öldü. Davut, RAB'bin Uzza'yı cezalandırmasına öfkelendi. O günden bu yana oraya Peres-Uzza denilir. (1. Krallar 13:7-11) Davut, Tanrı‟nın yüreğine sahip bir adamdı. Sadece iradesi güçlü bir kral değil, aynı zamanda usta bir müzisyen, galip bir savaşçı ve baş teologtu da. Eğer Tanrı, Uzza olayıyla Davut‟u bu denli dışarıya taşıracak şekilde öfkelendirdiyse, bu olay, teoloji bilgisi zayıf bir okuyucuyu kim bilir ne kadar tedirgin eder? Nadav ve Avihu‟nun durumundan çok, Uzza‟nın infazı, Tanrı‟nın sevgi ve şefkat Tanrısı olduğunu düşünen okuyucuları itiraz etmeye sürükler. Kutsal Kitap, Tanrı‟nın sabırlı olduğunu ve yavaş öfkelendiğini söylüyor. Kesinlikle bu olay Tanrı‟nın Uzza‟ya duyduğu öfkeyi, kaynama noktasına çıkaramazdı. Uzza, sandığa dokundu ve küt! Tanrı öfkeyle patlamıştı. Yine, Uzza‟nın ölümüne doğal bir neden aranılarak bu olayın sertliğini yumuşatma çabaları yapıldı. Uzza‟nın kutsal sandığa karşı çok fazla saygı duyduğu, bu türde bir korkuyla kutsal sandığa dokunduğu ve dokunur dokunmaz korkusunun Uzza‟ya galip geldiği, dolayısıyla kalp krizi geçirip orada öldüğü ileri sürüldü. Sadece ödü kopmuştu. Bu açıklama, olayda Tanrı‟ya düşen payı tamamen kaldırıyor. Kutsal Kitap‟ın bu kısmını yazan kişinin açıklamaları, Eski Antlaşma‟daki bir ilkel batıl inanç saçmalığından başka bir şey değildir. İnsanların bu tür açıklamaya varması, sadece çağdaş insanların doğaüstü olan her şeye karşı tedavisi olmayan bir alerjisi olduğundan değil, aynı zamanda bu hikayenin adalet anlayışımıza aykırı olmasından kaynaklanır. Ne olduğuna tekrar bakalım. Sandık, bir öküz arabasıyla Yeruşalim‟e taşınıyordu. O gün, ulusal kutlamanın yapıldığı sevinçli bir gündü. Görkem, Kutsal Kent‟e geri geliyordu. Kalabalıklar kitleler halinde dışarıdaydı. Tören, büyük bir şölene dönüşmüştü ve cenklerle, lirlerle, teflerle, zillerle ve borazanlarla ilerliyordu. Bu manzarayı düşünün: Sanki çalınan yetmiş yedi adet büyük boruyla geçen alay gibi. İnsanlar sokaklarda dans ediyordu. Birden öküz tökezledi ve araba devrilir gibi oldu. Sandık bulunduğu yerden kaydı ve çamura düşüp kirlenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu değerli nesnenin, çamurun içine düşerek aşağılanması, düşünülmeyecek bir şeydi. Uzza‟nın hareketi kesinlikle iç güdüseldi. Yaptığı şey, inancına sıkı bir şekilde bağlı her Yahudi‟nin, sandığın çamura düşmemesi için yapacağı şeydi. Sandığı tutmak ve kutsal şeyin düşmesini engellemek için elini uzattı. Bu, Tanrı‟ya karşı önceden tasarladığı bir meydan okuma değildi. Refleks ile yapılmış bir hareketti. Bizim gözümüzde bu hareket, bir kahramanlık hareketi olarak görülebilir. Uzza‟nın, cennetten Tanrı‟nın ağlayarak, “Teşekkürler Uzza!” diye bağıran sesini duyması gerektiğini düşünebiliriz. Tanrı böyle yapmadı. Tersine Tanrı, Uzza‟yı öldürdü. Olay yerinde Uzza‟nın canına kıydı. Bir başka ani infaz daha. Çağdaş kuramcıların bu konuyla nasıl ilgilendiğini biliyoruz. Ancak şimdi, Kutsal Kitap tarafından bu olayın nasıl göründüğünü sorguluyoruz. Uzza‟nın günahı neydi? Bu soruyu yanıtlamak için Yahudi tarihine, kahinliğin ortaya çıkışına ve Tanrı‟nın kahinlere verdiği buyruklara bakmalıyız. İsrail‟de bir kişinin kahin olabilmesi için Levi soyundan gelmesi gerekiyordu. Tüm kahinler Leviliydi ancak tüm Levililer kahin değillerdi. Levililer‟in özel bir boyu da, Kehatoğulları kabilesiydi. Adlarından da anlaşıldığı gibi, bu kabile Kehat soyundan geliyordu. Kehatoğulları, son derece özel bir görev için Tanrı tarafından kutsanmıştı. Sadece bir iş için eğitiliyorlardı: Buluşma Çadırı‟nın en kutsal eşyalarını taşımak Kehatoğulları'nın Buluşma Çadırı'ndaki görevi şudur: En kutsal eşyaları taşımak. (Çölde Sayım 4:4) Buluşma Çadırı‟nın bir çadır olduğunu hatırlamak önemlidir. Taşınabilirdi. İsrail‟in oymakları taşınırken, Buluşma Çadırı‟nı da yanlarında götürüyorlardı ve böylece Tanrı da onların arasında olabiliyordu. Buluşma çadırını taşırken, öncelikle kutsal eşyaların örtülmesi ve korunması gerekliydi. Şöyle okuyoruz: Ordugah başka yere taşınırken Harun'la oğulları Kutsal Yer'e ait bütün eşyaları ve takımları örtmeyi bitirdikten sonra, Kehatoğulları onları taşımaya gelecekler. Ölmemek için kutsal eşyalara dokunmayacaklar. Buluşma Çadırı'ndaki bu eşyaların taşınması Kehatoğulları'nın sorumluluğu altındadır. (Çölde Sayım 4:15) Bu buyruğu pekiştirmek için Tanrı, daha ileri koşul ve şartlar ekliyor: RAB Musa‟yla Harun‟a şöyle dedi: “Kehat boylarının Levililer‟in arasından yok olmasına yol açmayın. En kutsal eşyalara yaklaşınca ölmemeleri için şöyle yapın: Harun‟la oğulları Kutsal Yer‟e girecek, her adamı göreceği işe atayıp ne taşıyacağını bildirecek. Ancak Kehatoğulları içeri girip bir an bile kutsal eşyalara bakmamalı, yoksa ölürler.” (Çölde Sayım 4:17-20) Uzza bir Kehatoğlu idi. Görevinin ne olduğunu tam olarak biliyordu. Çağrılmışlığın disiplini altında eğitilmişti. Tanrı‟nın, Antlaşma Sandığına dokunulmasının büyük bir suç olduğunu bildirdiğini biliyordu. Hiçbir Kehatoğlu‟nun, durum ne olursa olsun sandığa dokunmaya izni yoktu. Hiçbir acil durum, bu ihlal edilmemiş kuralı bozmaya sebep olamazdı. Uzun sırıkların geçirildiği dört altın halka ile tamamlanan ve özenle hazırlanan antlaşma sandığı öyle tasarlanmıştı ki, sandığın dokunulmaması gerektiği anlaşılıyordu. Kişi sadece sırıklara dokunabiliyor ve bu sırıkları, sandığı taşımak için yapılmış halkalara geçiriyordu. Bu uzun sırıklarla sandığı taşıma görevi ise Kehatoğullarına aitti. Sandığı bir öküz arabasıyla taşımaya ilişkin hiçbir koşul yoktu. Öncelikle, antlaşma sandığının öküz arabası üzerinde ne aradığını sormalıyız. Tanrı, Kehatoğullarının tapınma çadırındaki kutsal şeylere bakmaması konusunda bile sertti. Kutsal şeylere bakmak bile büyük suçtu. Tanrı, bir Kehatoğlu‟nun Kutsallar Kutsalında sandığa bir anlığına bakmasına bile ölüm buyurmuştu. Uzza‟nın sadece sandığa dokunması değil, ona bakması bile yasaktı. Uzza bir şekilde sandığa dokundu. Elini uzattı ve sandık yere düşmesin diye, sandığın hareket etmesini engellemek için elini sandığa koydu. Kutsal bir kahramanlık davranışı değil mi? Hayır! Bu davranış, bir gurur davranışı ve haddini bilmezlik günahı idi. Uzza, kendi elinin, yerden daha az kirli olduğunu düşünüyordu. Oysa sandığı kirleten toprak veya çamur değil, bir insan dokunuşuydu. Yeryüzü itaatkar bir yaratıktır. Tanrı‟nın söylediklerini yapar. Zamanı geldiğinde ürününü verir. Tanrı‟nın koyduğu doğa yasalarına itaat eder. Sıcaklık belli bir noktaya düştüğünde yer donmaya başlar. Toprağa su deydiğinde Tanrı‟nın tasarladığı gibi çamur olur. Yeryüzü, evrensel bir ihanette bulunmaz. Yeryüzünün kirli bir yanı yoktur. Tanrı, kötülükle kirlenmiş, Kendisine karşı asi olan, Tanrı‟ya karşı isyanıyla tüm yaratılışı mahveden ve yeryüzünün, gökyüzünün ve de suların doğum sancıları içerisinde kurtuluş gününü sızlanarak beklemesine neden olan birisi tarafından, kutsal tahtına dokunulmasını istemiyordu. Bu kişi insandı. Yasak olan, insanın dokunmasıydı. Uzza, suçsuz biri değildi. Uyarı almadan cezalandırılmış değildi. Bir buyruğu ihlal etmeden cezalandırılmış değildi. Bu ilahi yargıda, keyfi bir istek yoktu. Tanrı‟nın o an yaptığı şeyde keyfilik veya saçmalık yoktu. Fakat sıra dışı bir şey vardı. İnfazın aniliği ve olayın sonucu, bizi şaşırtıyor, anında sarsıyor ve bize ters geliyor. Uzza‟nın ve Nadav ile Avihu‟nun hikayelerini duyduğumuzda, sinirlenmemizin ya da öfkelenmemizin bir nedeni var. Bu tür şeyleri hazmedemiyoruz, çünkü Kutsal Kitap‟a değin çok önemli dört kavramı anlayamıyoruz: kutsallık, adalet, günah ve lütuf. Kutsal olmanın ne demek olduğunu anlamıyoruz. Adaletin ne olduğunu anlamıyoruz. Günahın ne olduğunu anlamıyoruz. Lütfun ne olduğunu anlamıyoruz. Uzza‟nın hikayesi, bir ilahi adalet örneğidir. Bir ilahi merhamet örneği değildir. İlahi adalet hakkında az da olsa bir anlayışa sahip olmadan, ilahi merhameti anlayamayız. Kutsal Kitap, Tanrı‟nın adaletinden bahsettiğinde, genelde bu adaleti, ilahi doğruluğa bağlar. Tanrı‟nın adaleti, doğruluğa bağlıdır. Doğruluğa bağlı olmayan adalet diye bir şey yoktur. Tanrı‟da kötü bir adalet vardır diye de bir şey yoktur. Tanrı‟nın adaleti, daima ve her zaman, Tanrı‟nın kutsal kişiliğinin bir ifadesidir. Kutsal Kitap‟taki adalet kelimesi, bir kural veya kaideye uymayı ima etmektedir. Tanrı, kurallarına göre oynar. Adaletin asıl kuralı, Tanrı‟nın sahip olduğu kutsal kişiliğidir. O‟nun doğruluğu ikiye ayrılır. Tanrı‟nın içe yönelik doğruluğunu, dışa yönelik doğruluğundan ayırırız. Tanrı‟nın yaptıkları daima varlığıyla tutarlıdır. Tanrı daima kutsal kişiliği doğrultusunda hareket eder. Tanrı‟nın “içe yönelik doğruluğu”, Tanrı‟nın sahip olduğu kişiliğin manevi bir üstünlüğüdür. Bu doğruluk, Tanrı‟nın yetkin saflığının temelini oluşturur. Tanrı‟da grilik yoktur. Tanrı, kutsal birisi olarak, asla kutsal olmayan bir davranışta bulunamaz. Sadece kutsal olmayanlar adil ve doğru olmayan davranışlarda bulunurlar. Tanrı‟da bir tutarlılık, bir “doğruluk” vardır. Çoğu zaman insanın günahkarlığı doğru olmamakla ifade edilir. Hepimiz eğriyiz. Suçlara çoğu zaman “eğri” şeyler olarak bakmamız bir tesadüf değildir. Eğri şeylere eğri dememizin nedeni, eğri olmalarıdır. Doğru değillerdir. Tanrı doğrudur. Tanrı‟nın doğruluğu O‟nun dışa dönük davranışlarında, dışa yönelik doğruluğunda görülür. Tanrı, sonsuzluklar boyunca, asla eğri bir şey yapmamıştır. Tanrı, Nadav ile Avihu‟yu öldürdü. Tanrı Uzza‟yı öldürdü. Tanrı, aynı şeyi, Yeni Antlaşma‟da Hananya ile Safira‟ya da yaptı. Tüm bunlar yargının doğru eylemleriydi. Kutsal Kitap, Tanrı‟nın, evrenin Yüce Yargıcı olduğunu açıkça öğretmektedir. Uzza‟nın hikayesini okuduktan sonra sorduğumuz soru şu oluyor: Tanrı‟nın bunu yapmaya hakkı var mıydı? Tanrı, gökyüzü ve yeryüzünün Yüce Yargıcı olma görevini üstlendiği için adil olmak zorundadır. Eğer Yüce Yargıç adaletsiz olursa, adaletin üstün geleceğine dair bir ümidimiz olmaz. Dünyasal hakimlerin bozulmuş olduklarını görüyoruz. Rüşvet alıyorlar, taraf tutuyorlar. Çoğu zaman cahillikten bunları yapıyorlar. Hata yapıyorlar. Tanrı böyle değildir. Tanrı‟da bozukluk yoktur. Kimse O‟na rüşvet veremez. Tanrı taraf tutmayı reddeder. Tanrı kişiye göre davranmaz. Asla cahillikle hareket etmez. Hata yapmaz. Bu dünyadaki arabaların arkalarına yapıştırılan etiketlerde, “Earl Warren‟ı görevden alın” diye yazabilir fakat ancak bir ahmak Tanrı‟yı suçlama talebinde bulunur. Atamız İbrahim, Tanrı‟nın adaleti sorusuyla boğuştu. Tanrı, Sodom ve Gomora‟yı yok edeceğini bildirmişti. Tanrı bu şehirleri tamamen, erkek, kadın, çoluk çocuk herkesi yok etmeyi tasarlıyordu. İbrahim bundan rahatsız olmuştu. İlahi öfkenin, şehirleri cezalandırırken suçluların yanında masum olanları da yok etmesinden endişeleniyordu. İbrahim, eğer Tanrı bir yargı göstergesi olarak şehirleri siliyorsa, aynı, bir öğrencinin suçu yüzünden tüm sınıfı cezalandıran bir öğretmen gibi, Tanrı‟nın yargısının da ayrım yapmamasından korkuyordu: RAB'be yaklaşarak, “Haklıyı da haksızla birlikte mi yok edeceksin?” diye sordu, “Kentte elli doğru kişi var diyelim. Orayı gerçekten yok edecek misin? İçindeki elli doğru kişinin hatırı için kenti bağışlamayacak mısın? Senden uzak olsun bu. Haklıyı, haksızı aynı kefeye koyarak haksızın yanında haklıyı da öldürmek senden uzak olsun. Bütün dünyayı yargılayan adil olmalı.” (Yaratılış 18:23-25) “Bütün dünyayı Yargılayan adil olmayacak mı?” Bundan daha öte, yanıt almak için sorulmayan bir soru olamaz. İbrahim, günahkar olanlarla birlikte doğru olanı da öldürme olasılığının Tanrı‟dan uzak olduğunu düşünüyordu. “Senden uzak olsun bu.” İbrahim‟in, bu tür bir davranışın Tanrı‟dan ne kadar uzak olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Tanrı‟nın masum insanları suçlularla birlikte öldürmesi gibi uzak bir ihtimal asla olmamıştır. Tanrı bunu yapsaydı kutsal olmayı bırakması gerekirdi. Tanrı olmayı bırakması gerekirdi. Tanrı, İbrahim için elinden geleni yapmak istiyordu. Tanrı, eğer İbrahim şehirde kırk beş doğru kişi bulursa tüm şehri bağışlayacağını söylüyordu. Otuz doğru kişinin hatırı için, hatta on doğru kişinin hatırı için şehri bağışlayacaktı. İbrahim‟e düşen görev yüzde seksen daha kolaylaşmıştı. Metinin sonuna baktığımızda Tanrı, eğer İbrahim “bir” doğru kişi bulabilirse şehri bağışlayacağını söylüyor. Sodom ve Gomora‟ya ne oldu? İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RAB‟bin huzurunda durduğu yere gitti. Sodom‟a, Gomora‟ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu. (Yaratılış 19:27- 28) Tüm gökyüzünün ve yeryüzünün Yargıcı, doğru olanı yapmıştı. Hiçbir suçsuz insan cezalandırılmamıştı. Tanrı‟nın adaleti asla doğruluğundan ayrılmaz. Tanrı asla suçsuzu suçlu çıkarmaz. Asla suçluyu aklamaz. Asla şiddet göstermeden cezalandırmaz. Asla doğruluğun karşılığını vermemezlik yapmaz. Tanrı‟nın adaleti mükemmel adalettir. Tanrı her zaman adaletle davranmaz. Bazen merhametle davranır. Merhamet adalet değildir ancak adaletsizlik de değildir. Adaletsizlik, doğruluğa saldırır. Merhamet, şefkat ile lütuf ortaya koyar fakat doğruluğa zarar vermez. Tanrı‟da merhamet adında adil olmayan bir şey görebiliriz fakat adaletsizlik göremeyiz. Tekrar soruyoruz, Yeni Antlaşma ve Eski Antlaşma arasındaki belirgin fark nedir? Eski Antlaşma, Yeni Antlaşma‟ya göre Tanrı‟yı daha sert gibi gösteriyor. Eski Antlaşma‟daki büyük cezalar konusunu düşünün. Eski Antlaşma, ölümle cezalandırılabilecek sayısız suç sıralıyor: anneyi ya da babayı dövmek veya onlara lanet etmek kutsal sunulara saygısızlık etmek adam öldürmek adam kaçırmak puta tapmak çocuk kurban etmek kutsal şeylere saygısızlık etmek sept günü kurallarını çiğnemek falcılık yapmak cincilere ve ruh çağıranlara yönelmek yasa dışı boşanmak eşcinsellik akrabalarla zina yapmak hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek kızları fahişeliğe sürüklemek ırza geçmek yalancı peygamberlikte bulunmak baş kahinin verdiği karara boyun eğmemek büyük bir durumda yalancı tanıklık etmek köle yapmak için adam kaçırmak. Bu liste, Eski Antlaşma‟da ölüm cezasını gerektiren suçlar listesinin sadece bir kısmıdır. Yeni Antlaşma‟nın yanında, bu liste sert görünüyor. Birkaç yıl önce Time dergisi, Maryland eyaletinde geçen bir olaydan bahsetmişti. Bir kamyon şoförü alkolden ve ahlaksız davranışlarından ötürü tutuklanmış. Polisler adamı yakalamak için olay yerine geldiklerinde, adam ağzını bozmaya başlamış. Gürültücü bir tavırla açık seçik şeyler konuşuyor, memurlara ağzına geleni söylüyormuş. Polisler adamın bu çirkin sözlü saldırısına çok kızmışlar. Adamı sulh hakiminin önüne çıkardıklarında, adamın ağzının bozukluğu devam etmiş. Sulh hakiminin, alkol ve ahlaksız tavırları için adama verebileceği en büyük ceza yüz dolar para cezası ve otuz gün hapis cezası olmuş. Sulh hakimi, adama o kadar kızmış ki, “kitabı adama fırlatmak” istemiş. Hakim, Maryland‟ın yasa kitabında hala yer alan eski bir yasa bulmuştu. Bu yasa kullanılmamasına rağmen asla yürürlükten kaldırılmamıştı. Yasa, topluma karşı saygısızlığı yasaklıyordu. Adam, polislere savurduğu kötü sözlerin bir kısmında Tanrı‟nın adını kirletip Tanrı‟ya küfrettiği için, sulh hakimi, adamın cezasına, yüz dolar para cezası ve otuz gün hapis cezası daha eklemiş. Time gazetesi müdürü, bu olayı nefret uyandırıcı bir tavırla sunuyordu. Müdürün şikayeti, saygısızlığa verilen cezalarda, kilise ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının ihlal edilmiş olmasına değildi. Müdürün nefreti, bir insanı altmış gün hapiste tutan ve iki yüz dolar para cezasına çarptıran hakimin kararının büyük bir adli yanlış olmasına dayanıyordu. Bu tür bir ceza çok sertti. İnsafsız ve sıra dışı bir cezaydı. Anlaşılan, gazete müdürü, alkole ve ahlaksız davranışlara verilen cezalara üzülmüyordu. Saygısızlığa verilen bu ceza, gazete müdürünün uygulayamayacağı bir cezaydı. Bu ceza, Tanrı‟nın İsrail‟de oluşturduğu kanunnameye tamamen tersti. Kamyon şoförü, Harun tarafından tutuklanmadığına şükretmeli. Eski Antlaşma‟da, İsrail‟deki en yüksek avukat bile, müvekkilinin topluma karşı yaptığı saygısızlığa, yüz dolar para cezası verilmesini kabul etmezdi. Burada karşılaştığımız sorun, sarhoş olup toplumda rahatsızlık yaratmanın mı, yoksa herkesin ortasında kutsal bir Tanrı‟nın itibarını zedelenmenin mi daha kötü olduğudur. Time gazetesi müdürü kendi fikrini söylüyordu. Tanrı‟nın yanıtı ise başkaydı. Eğer Eski Antlaşma‟nın yasaları günümüzde olsaydı, tüm televizyon ağlarının yürütülmesi çok uzun zaman önce durdurulmuş olurdu. Yeni Antlaşma‟nın, büyük suçların sayısını azalttığını inkar edemeyiz. Eski ve Yeni Antlaşma‟yı kıyasladığımızda, Eski Antlaşma radikal biçimde daha sert görünüyor. Bunun yanında, Eski Antlaşmanın sıraladığı büyük suçlar listesinin, orijinal suç listesine göre büyük oranda azalmış olduğunu unutuyoruz. Eski Antlaşma yasaları, ilahi sabır ve tahammülün, elinden geleni yaptığını gösteriyor. Eski Antlaşma, şaşkınlık yaratan bir tür lütuftur. Şaşırtan lütuf mu? Tekrar söylüyorum. Eski Antlaşma‟nın büyük suçlar listesi, orijinal suç listesinin oldukça az bir bölümünü içeriyor. Bu da şaşırtıcı derecede bir lütuftur. Eski Antlaşma‟da yazılı olanlar, her şeyden önce Tanrı‟nın lütfudur. Bu nasıl olur? Benim bu garip sözlerimden anlam çıkarmak için öncelikle başlangıca, evrenin orijinal kurallarına dönmemiz gerekiyor. Yaratılan orijinal düzende, günahın cezası neydi? “Günah işleyen kişi ölecektir.” Evrende tüm günahlar ölüm cezasını hak ediyor. Her günah büyük bir suçtur. Tanrı, bize evrende yaşama armağanı vermek zorunda değildir. Bize borçlu değildir. Yaşam armağanı O‟nun lütfundan gelir ve O‟nun yüce etkisi altındadır. Yaratılışında insan soyuna verilen görev, Tanrı‟nın kutsallığına tanıklık etmek ve Tanrı‟nın görüntüsünü taşımaktır. Tanrı‟nın kutsallığını yansıtmak için yaratıldık. Tanrı‟nın elçileri olmak için yaratıldık. Tanrı, insanı denedi ve şöyle dedi. “Eğer günah işlersen ölürsün.” Günah, yaşam armağanının kaybedilmesine neden olur. Yaşama hakkı günah aracılığıyla yitirilir. Bir kişi günah işlediği zaman, Tanrı‟dan insanlık adına edeceği tüm talepleri yitirir. İşte büyük bir soru: Evrende günahın cezası ne zaman değerlendirilmeye alındı? Ceza şu şekilde miydi, “Eğer günah işlersen öleceksin.”? Hayır! Günahın cezası Tanrı tarafından açıkça belirtilmişti, “Ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” Yaratılışta, günahın cezası sadece ölüm değildi, anında ölümdü. O günlerdeki ölüm, Nadav ve Avihu‟nun karşılaştığı kadar hızlı, Uzza‟nın silinmesi kadar ani ve Hananya ve Safira‟nın başına geldiği kadar çabuk idi. “Günah işledin an kesinlikle ölürsün.” Birçok yorumcu, Yaratılış 2. bölümdeki “ölüm” kelimesini, ruhsal ölüm olarak çevirerek bu ilahi uyarıyı yumuşatmaya çalışıyor. Metinde bahsedilen şey bu değil. Tanrı‟nın uyardığı ceza, tam anlamıyla gerçek ölüm cezasıydı. Adem ve Havva, o gün ruhsal ölüm cezasını kesinlikle tattılar fakat Tanrı, cezalarının ölçüsü kadar merhamet gösterdi. Bizde bir söz vardır, “Ertelenen adalet, reddedilen adalettir.” Her zaman değil. Yaratılışta ve insanın günaha düşüşünde, adalet tamamıyla ertelendi ve böylece lütuf için çalışma fırsatı sağlanmış oldu. Buradaki adaletin ertelenmesi, adaletin reddedilmesi değil merhamet ve lütfun ortaya çıkmasıdır. Ölüm cezası insanlara o zaman yüklenmişti, hala daha yüklüdür. Tüm insanlar ölür. Yetmişimize kadar yaşar ve ölürüz. Hepimiz öleceğiz çünkü hepimiz ölüm cezası altındayız. Hepimiz küreğin ucunda oturmuş, infazımızı bekliyoruz. Tüm zamanların en büyük kitlesini öldürülen adam, Adolf Hitler veya Joseph Stalin değildi. En büyük kitleyi öldüren şey Doğa Anadır. Herkes onun kurbanı olur. Doğa Ana, Tanrı‟dan bağımsız çalışmaz. Kutsal bir Tanrı‟nın öç alıcısıdır. “Günah işledin gün kesinlikle ölürsün.” Bu adaletsizlik mi? Bir düşünün. Tanrı‟nın tüm günahlara ölüm cezası yüklemesi kötü bir şey miydi? Evet diyorsanız, dikkat edin. Evet diyorsanız, öncelikle sizi günah cezasına çarptıran, günaha düşmüş ve günahkar bir doğayla bunu söylüyorsunuz. Eğer evet diyorsanız, Tanrı‟nı kişiliğini karalamış oluyorsunuz. Eğer evet diyorsanız, Tanrı‟nın kutsallığına saldırıda bulunmuş oluyorsunuz. Eğer ever diyorsanız, tüm yeryüzünün adil yargıcına saldırmış oluyorsunuz. Eğer evet diyorsanız, günahın ne olduğuyla ciddi bir şekilde ilgilenmemişsinizdir. Evet dememeliyiz. Hayır demeli ve bunu yürekten söylemeliyiz. Günaha verilen ölüm cezası adaletsizlik midir? Asla. Unutmayın, Tanrı bizleri kendi isteğine göre yarattı. Tanrı, insan soyuna, Kendi görüntüsünü taşıma ayrıcalığı tanımıştır. Tanrı, bizleri meleklerden biraz aşağıda yarattı. Kendi isteği uyarınca, bizlere tüm dünyanın üzerinde yetki hakkı tanıdı. Bizler kaplumbağa değiliz. Ateşböceği değiliz. Tırtıl veya çakal da değiliz. Bizler insanız. Tüm evrenin görkemli ve kutsal Kralı‟nın görüntüsüyüz. Bizlere verilen yaşam armağanını, Tanrı‟nın amacına göre kullanmadık. Bu gezegendeki yaşam, her geçen gün evrensel ihaneti yerine getirdiğimiz bir yer halini aldı. İşlediğimiz suç, Benedict Arnold‟unkinden çok daha ciddi ve yıkıcıdır. Herhangi bir krala veya ulusa ihanet eden hiçbir vatan haini, bizlerin Tanrı‟ya ettiğimiz ihanet kadar kötü olmamıştır. Günah, evrensel bir ihanettir. Günah, mükemmel ve lekesiz bir Egemenliğe yapılan ihanettir. Her şeyimizi borçlu olduğumuz Kişi‟ye, Kendinden bize yaşam veren Kişi‟ye karşı yapılan büyük nankörlüktür. Hiç, en hafif suçun, en önemsiz günahın bile derin kapsamını düşündünüz mü? En önemsiz konuda bile Yaratıcımıza boyun eğmediğimiz zaman ne demiş olduğumuzu biliyor musunuz? Tanrı‟nın doğruluğuna hayır demiş oluyoruz. “Tanrım, Senin yasan iyi değil. Benim kararım Senin kararından daha iyi. Senin yetkin bana işlemez. Ben, Senin yetkinin üzerinde ve ötesindeyim. Senin bana buyurduğunu değil, kendi isteğimi yapma hakkım var.” demiş oluyoruz. En küçük günah, evrensel yetkiye meydan okumaktır. Her şeyimizi borçlu olduğumuz Kişi‟nin karşısına geçirten, ihtilalci ve isyankar bir eylemdir. O‟nun kutsallığına bir hakarettir. Tanrı‟nın yanlış tanıkları oluruz. Tanrı‟nın görüntüsünü taşıyarak günah işlediğimizde, tüm yaratılışa, yetkimiz altındaki tüm doğaya, gökyüzündeki kuşlara, yerdeki böceklere şunu demiş oluyoruz: “Tanrı böyledir. Yaratıcımız işte böyle davranır. Ayna‟ya bakın, bize bakın, Her Şeye Gücü Yeten‟in kişiliğini göreceksiniz.” Tüm dünyaya şunu demiş oluyoruz, “Tanrı tamahkardır. Tanrı merhametsizdir. Tanrı acımasızdır. Tanrı katildir, hırsızdır, iftiracıdır, zina yapar. Tanrı, bizim yaptığımız her şeydir.” İnsanlar günah konusunda birleştiğinde, “Krallardan ve önemsiz şeylerden” bahsederler. Bu en büyük kumpastır. Taca uzanmaya çalışır, taht için düzen kurarız ve Tanrı‟ya “seni üzerimizde hüküm süresin diye istemiyoruz” deriz. Davut bunu şöyle açıklıyor: Nedir uluslar arasındaki bu kargaşa, Neden boş planlar yapar bu halklar?Yeryüzü kralları ayaklanıyor, Önderler birleşiyor RAB‟be ve meshettiği krala karşı. “Koparalım onların kayışlarını” diyorlar, “Atalım üzerimizden bağlarını.” (Mezmurlar 2:1-3) Günah işlediğimizde sadece Tanrı‟ya ihanet etmiş olmuyoruz, aynı zamanda birbirimizi kirletmiş oluyoruz. Günah insanları kirletir. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Günahım aracılığıyla insanları incitirim. Onların kişiliğine zarar veririm. Onların eşyalarını yağmalarım. İtibarlarını zedelerim. Yaşamlarından, kıymetli bir değer çalarım. Mutluluğa olan umut ve hayallerini ezerim. Tanrı‟nın onuruna leke sürdüğümde, O‟nun görüntüsünü taşıyan tüm insan soyunun onuruna da leke sürmüş olurum. Sonra da Tanrı‟nın günahı neden bu kadar ciddiye aldığını merak ederim? Tartışmacı bir Roma Katolik teologu olan Hans Küng, Eski Antlaşma‟da Tanrı‟nın günaha karşı gösterdiği sert yargısı hakkındaki yazısında, günah gizeminin en esrarengiz yönünün, günahkarların ölümü hak etmesi değil, ortalama durumda olan bir günahkarın var olmaya devam etmesi olduğunu söylüyordu. Küng doğru bir soru soruyor. Sorun Tanrı‟nın neden günahı cezalandırdığı değil, neden insanın isyankarlığına izin verdiğidir. Hangi kral veya hükümdar, sürekli isyan eden bir halka bu kadar çok sabır gösterir? Küng‟ün yaptığı gözlemin en önemli noktası, günahkarların ortalama bir durumda yaşamaya devam ettiklerinden bahsetmesidir. Bu da, Tanrı‟nın Kendisini tutmasının, alışagelen ve olağan bir şey olduğu anlamına geliyor. Aslında Tanrı, tahammül eden, sabırlı ve yavaş öfkelenendir. Aslında Tanrı o kadar yavaş öfkelenir ki, öfkesini gösterdiği zaman şaşırıyor ve karşı geliyoruz. Tanrı‟nın sabrının, bizi tövbeye yöneltmek ve kurtulalım diye bize zaman tanımak için tasarlandığını çok çabuk unutuyoruz. Alçakgönüllülükle af dilemek için Tanrı‟nın önüne gelme fırsatından yararlanacağımıza, bu lütfu, günah işlerken daha cesur olma fırsatı olarak görüyoruz. Tanrı‟nın işlediğimiz günahları umursamadığını veya bizi cezalandıracak gücü olmadığını düşünerek kendimizi kandırıyoruz. En büyük ahmaklık ise, bu baş kaldırışımızın yanımıza kar kalacağını düşünmemizdir. Eski Antlaşma, sert bir Tanrı‟nın tarihini anlatmaktan öte, Tanrı‟nın sabrının ne kadar uç noktada olduğunu anlatan bir belgedir. Eski Antlaşma, sürekli Tanrı‟ya karşı ayaklanan, ısrarla kalın enseli olmaya devam eden insanların tarihini anlatır. Bu insanlar yabancı bir ülkede köle oldular. Tanrı‟ya yakardılar. Tanrı da onların sızlanmalarını işitti ve onları kurtarmak için harekete geçti. Onları boyunduruk altından çıkarmak için Kızıl Deniz‟i ikiye böldü. Bu insanların Tanrı‟ya yanıtı ise, altın bir buzağıya tapmak oldu. Hala daha Kenan‟ın ele geçirilmesi sorunuyla yüzleşmemiz gerekiyor. Tanrı oradaki erkek, kadın ve çocukların kılıçtan geçirilmesini kesin olarak buyurmuştur. Vaat Edilen Topraklar, kanlı bir kılıçla, bebeklerin ve kadınların kanını döken bir kılıçla İsrailliler‟e verildi. Tanrı, doğrudan kan gölü buyruğu verdi: “Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde, önünüzden birçok ulusu - Hititler'i, Girgaşlılar'ı, Amorlular'ı, Kenanlılar'ı, Perizliler'i, Hivliler'i, Yevuslular'ı, sizden daha büyük ve daha güçlü yedi ulusu kovacak. Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda, tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız.” (Yasa‟nın Tekrarı 7:1-2) Neden Tanrı böyle bir buyruk verdi? Kadın ve çocukların kılıçtan geçirilmesini nasıl buyurabildi? Yine, olayı yumuşatmak için çağdaş girişimlerde bulunuyoruz. Birleşmiş Devletler‟de ana kilise akımı tarafından, lise öğrenciler için hazırlanan bir müfredatta, Yeni Antlaşma‟da sergilenen Tanrı sevgisi doğrultusunda, Tanrı‟nın asla böyle savaşçı bir buyruk veremeyeceğini bildiğimiz ifade ediliyor. Eski Antlaşma‟nın da, ilkel bir savaşçı grup olan ve karşılaştıkları sert politikaları, ilahi yaptırımlara havale ederek yargılamaya çalışan İbrani halkını anlatan bir yazılı belge olduğu anlatılıyor. Bu müfredatı yazanlar, Tanrı‟nın asla böyle bir buyruk veremeyeceğine inanıyorlar. Böyle bir buyruğun, mitolojiden saygısızca Kutsal Kitap‟a sokulduğunu düşünüyorlar. Bu tür açıklamalar, sorunun en önemli yanlarını görmezden gelir. Öncelikle, Kenan‟ın ele geçirilmesinden çok daha sert, benzer bir tarihi olay var, Tufan. Tufan olayında Tanrı, Nuh ve ailesi dışında dünyadaki tüm nüfusu yok etti. Tufan, büyütülmüş oranda bir “Kenan‟ın ele geçirilmesi” olayıydı. Daha büyük yanlışımız, günahın doğasını anlayamamamızdır. Yorumcuların varsayımına göre, Tanrı, Kenan‟daki suçsuz insanların kökünü kuruttu. Aslında Kenan‟da suçsuz ne bir kadın ne de bir çocuk vardı. Kenan‟da yaşayan birçok kadın ve çocuk vardı. Fakat hiçbirisi de suçsuz değildi. Kenan‟ın ele geçirilmesi, Tanrı‟nın günahkar bir ulus üzerindeki adil bir yargısının açık bir göstergesiydi. Tanrı, bu noktayı İsrail‟e açıkladı. Tanrı ayrıca İsrail‟e suçsuz olmadığını da açıkladı. Tanrı doğru insanlar için günahkar insanları yok etmemişti. Tanrı, Kenanlılar‟a adaletini, İsrailliler‟e ise merhametini döktü. Tanrı bunu İsrailliler‟e hatırlatmakta gecikmedi: “Tanrınız RAB bu ulusları önünüzden kovunca, „RAB doğruluğumuzdan ötürü bu ülkeyi mülk edinelim diye bizi buraya getirdi‟ diye düşünmeyin. Çünkü RAB, bu ulusları yaptıkları kötülükler yüzünden önünüzden kovuyor. Onların topraklarını mülk edinmeye gitmenizin nedeni doğruluğunuz, erdeminiz değildir. Tanrınız RAB bu ulusları kötülükleri yüzünden ve atalarınız İbrahim‟e, İshak‟a, Yakup‟a ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için önünüzden kovacak. Şunu anlayın ki, Tanrınız RAB‟bin bu verimli toprakları mülk edinesiniz diye size vermesinin nedeni doğruluğunuz değildir. Çünkü siz dikbaşlı bir halksınız. (Yasa‟nın Tekrarı 9:4-6) Bu bölümde Tanrı, Kenanlılar‟ı bozguna uğratmasının nedeninin, İsrailliler‟in doğruluğu olmadığını üç kez hatırlatıyor. Tanrı bu noktanın açıklığa kavuşmasını istiyordu. İsrailliler, kendilerinin putperest uluslardan daha iyi olduğunu düşünerek, bu sebepten ötürü Tanrı‟nın “kendi taraflarında” olduğu sonucuna varabilirlerdi. Tanrı‟nın bildirisi, böyle bir sonuca varılmasını imkansız kılıyordu. Tanrı‟nın kutsallığı, Kenan‟ın ele geçirilmesi konusunun merkezinde yatmaktadır. Böyle olmasına uygun görülmesinin sebebi Tanrı‟nın kutsallığıdır. Bir yandan Tanrı, Kenanlılar tarafından Kendi kutsallığına karşı hergün yapılan hakaretleri cezalandırmak için harekete geçti. Diğer yandan ise, kutsal bir amaç için bir yer ve ulus hazırlıyordu. Tanrı, bu topraklardaki halka hiç merhamet gösterilmemesini buyurdu. Sebebini de açıkladı: Kız alıp vermeyeceksiniz. Kızlarınızı oğullarına vermeyeceksiniz; oğullarınıza da onlardan kız almayacaksınız. Çünkü onlar oğullarınızı beni izlemekten saptıracak, başka ilahlara tapmalarına neden olacaklardır. O zaman RAB size öfkelenecek ve sizi çabucak yok edecek. Onlara şöyle yapacaksınız: Sunaklarını yıkacak, dikili taşlarını parçalayacak, Tanrıça Aşera'yı simgeleyen sütunlarını devirecek, putlarını yakacaksınız. “Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için, yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.” (Yasa‟nın Tekrarı 7:3-6) Tanrı, İsrail‟i kutsal olduğu için seçmedi. Onları kutsal kılmak için seçti. İsrail, kelimenin iki anlamıyla da kutsal olmaya çağrıldı. İsrail, farklı olmaya, Tanrı‟nın kurtuluş planı için bir araç olarak ayrılmaya çağrıldı. Aynı zamanda, arınmış olmak için de kutsal olmaya çağrıldı. Putperestliğe ait uygulamaların, İsrailliler‟in arasında bulunmaması gerekiyordu. Tanrı‟ya yaklaşarak kutsal kılınması gerekiyordu. Ulusların kurtuluşu İsrail‟den gelecekti. Vaat Edilen Topraklar, gelecek olan Mesih‟in yetişeceği yer olacaktı. Putperest tapınaklarına veya putperest ayinlerine yer yoktu. Tanrı, gelecek kurtuluşa yer ayırmak için, dünyayı kavuran bir politikayı uygun gördü. Eski Antlaşma‟da yer alan ilahi adaletin işleyişindeki sorunlara bakmış olduk. Tanrı‟nın adaletinin bir saçmalık veya haksızlık olmadığını göstermeye çalıştık. Şunu da eklemeliyiz ki, Eski Antlaşma‟daki Tanrı ile Yeni Antlaşma‟daki Tanrı arasında gerçek bir zıtlık yoktur. Mesih‟in “Baba” diye seslendiği kişi Eski Antlaşma‟daki Tanrı‟ydı. Bu Tanrı, İbrahim‟in, İshak‟ın ve Yakup‟un Tanrı‟sı olan, dünyayı o kadar çok seven ve dünyayı kurtarmak için Kendi biricik Oğlunu gönderen Tanrı‟ydı. İsteğini etiyle kanıyla yerine getirecek olan Tanrı İsa‟ydı. Mesih‟i yok eden şey, Nadav, Avihu ve Uzza‟yı öldüren Tanrı‟nın isteğiydi. Dünyayı tufanla yok eden Tanrı, lütfunun sularını bize döken Tanrı‟ydı. Eski ve Yeni Antlaşma arasındaki gerçek olmayan zıtlık, Kutsal Yazılar‟da yer alan en zalim ilahi öçte görülebilir. Bu da, Eski Antlaşma‟da değil, Yeni Antlaşma‟da bulunmaktadır. Tanrı‟nın öfkesi ve adaletinin en sert ifadesi çarmıhta görülmektedir. Eğer adaletsizlikten şikayet edecek birisi varsa bu da İsa‟dır. İsa, Tanrı tarafından cezalandırılan tek suçsuz kişiydi. Eğer Tanrı‟nın öfkesinde sendeliyorsak, çarmıhta da sendeleyelim. Şaşkınlığımızın odak noktası burası olmalıdır. Ahlaki bir saldırıda bulunacaksak bu da Golgota‟ya yöneltilmelidir. Çarmıh, Tanrı‟nın öfkesinin en korkunç ve aynı zamanda en güzel örneğiydi. Tarihteki en adil ve en lütufkar eylemdi. Eğer İsa, ilk olarak, dünyanın günahını isteyerek Kendi üzerine almamış olsaydı, Tanrı İsa‟yı adaletsizlikten daha öte, şeytani bir şekilde cezalandırmış olurdu. Mesih, bunu yaptığı, Tanrı Kuzusu olmaya gönüllü olduğu ve günahlarımızı yüklendiği için, bu gezegendeki en iğrenç, en rezil kişi oldu. Mesih, taşıdığı bu günah yüküyle, Babasının gözünde son derece iğrenç oldu. Tanrı da öfkesini bu kirli kişiye döktü. Tanrı, Mesih‟i taşıdığı suçtan ötürü suçlu buldu. Burada, Tanrı‟nın kutsal adaleti mükemmel bir şekilde gözler önüne seriliyor. Fakat, bu bizim için yapıldı. Bizden istenen adaleti O karşıladı. Çarmıhın “bizim için” yapılan kısmı, çarmıhın lütfuna ait görkemin göstergesidir. Aynı anda adalet ve lütuf, öfke ve merhamet. Anlaşılmayacak kadar garip. Tanrı‟nın adaletinin ifadesi oldukça sıra dışı olduğu için, korkumuzdan bu adalete yaltaklık ediyoruz. Küng‟ün de belirttiği gibi, Tanrı‟nın genel davranış yöntemi bir çeşit lütuftur. Lütuf artık bizi hayrete düşürmüyor. Lütufa olan alışkanlığımız artıyor. Lütfu itirazsız kabul ediyoruz. Belki de bunun en iyi örneği, İsa‟nın öğretişinde bulunuyor: O sırada bazı kişiler gelip İsa'ya bir haber getirdiler. Pilatus'un nasıl bazı Celilelileri öldürüp kanlarını kendi kestikleri kurbanların kanına kattığını anlattılar. İsa onlara şöyle karşılık verdi: “Böyle acı çeken bu Celilelilerin, diğer bütün Celilelilerden daha mı çok günahlı olduğunu sanıyorsunuz? Size hayır diyorum. Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız. Ya da, Şiloha'daki kule üzerlerine yıkılınca ölen o on sekiz kişinin, Kudüs'te yaşayan diğer insanların hepsinden daha mı çok suçlu olduğunu sanıyorsunuz? Size hayır diyorum. Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız.” (Luka 13:1-5) Bu konuşma, İsa‟nın “sert ifadeleri”nin en zor olanlarından birisidir. Buradan şu soru çıkıyor, “Pilatus‟un kestiği insanlara ya da kulenin yıkılmasıyla ölen suçsuz insanlara ne demeli? Tüm bunlar olurken Tanrı neredeydi?” Konuşmanın altında yatan soru şuydu: “Tanrı, bu olayların meydana gelmesine nasıl izin verebildi?”. Bu soru üstü örtülü bir suçlamadır. Burada yatan sorun, her zaman olduğu gibi, Tanrı‟nın suçsuz insanların acı çekmesine nasıl izin verebildiğidir. Soruda ima edilen itirazı duyabiliyoruz. Suçu olmayan bu on sekiz kişi, kendi işleriyle meşgul bir biçimde sokaktan aşağıya doğru ilerliyordu. “Kaldırım gözcüsü” olma oyunu oynamıyorlardı. Sorularıyla inşaat işçilerini oyalamıyorlardı. Bir banka soyup kaçmıyorlardı. Sadece “orada”, yanlış zamanda ve yanlış yerde bulunuyorlardı. Ölümcül bir kazanın sonuçlarına katlanmışlardı. İsa‟nın bu olayı şöyle açıklamasını beklerdik: “Bu faciayı duyduğuma çok üzüldüm. Böyle şeyler olur ve bu konuda yapabileceğimiz çok şey yok. Kısmetmiş. Bir kaza. İyi birer Hıristiyan olarak, iyi ile beraber kötüyü de kabullenmeyi öğrenmelisiniz. Soğukkanlı olun. İyi Stoacılar olun! Sizlere İsrail‟i koruyanın asla uyuklamayacağını öğrettiğimin farkındayım. Fakat bu, şairane ve abartılı bir ifadedir. Evreni idare etmenin, Babam için ne kadar zor bir görev olduğunun farkında mısınız? Yorucu bir iş. Arada bir Babamın kestirmesi gerekiyor. Söz konusu olayın geçtiği öğlen, Babam çok yorgundu ve biraz şekerleme yaptı. Babam uyuduğu sırada kule düşmüş. Bundan ötürü üzgünüm ve bu şikayetlerinizi O‟na bildireceğim. O‟ndan, ilerde biraz daha dikkatli olmasını dileyeceğim.” Ya da İsa şöyle diyebilirdi: “Biliyorum, sizlere, Baba‟mın her bir serçenin yere konuşunun farkında olduğunu, başınızdaki saçların sayısının bildiğini söyledim. Çevrenizde kaç tane kuş uçuğunun farkında mısınız? Ya da başınızdaki saçların sayısının! Kulenin düştüğü öğlen, Babam, saçları keçe gibi olan bir arkadaşın saçlarını saymakla meşguldü. Babam bu arkadaşın saçlarına o kadar yoğunlaşmıştı ki, düşen kuleyi gözden kaçırdı. Babam‟a önceliklerini bir sıraya sokmasını ve serçeler ile saçlara çok zaman ayırmamasını önereceğim.” İsa‟nın söylediği şey bunlar değildi. İsa‟nın söylediği şey şuydu, “Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız.” Aslında İsa şunu söylüyordu: “Sizler yanlış soruyu soruyorsunuz. Bana şunu sormanız gerekirdi, „Neden Kule benim başıma düşmedi?‟”. İsa, şaşkınlıklarını yanlış yere yönelttikleri için insanları azarlamıştı. Teoloji öğreterek geçirdiğim yirmi yıl boyunca, Tanrı‟nın neden herkesi kurtarmadığını soran sayısız öğrencim oldu. Sadece bir öğrencim bana gelip, “Anlayamadığım bir şey var. Tanrı neden beni kurtardı?” diye sordu. Tanrı‟nın bizi kurtarması, gerçekten bizi şaşırtmıyor. Yüreklerimizin derinliklerinde, gizli bir yerlerde, Tanrı‟nın bize, merhametini borçlu olduğu düşüncesini barındırıyoruz. Eğer cennetin dışında tutulsaydık, cennet aynı cennet olmazdı. Günahkar olduğumuzu fakat kesinlikle son derece kötü olmadığımızı biliyoruz. Kişiliklerimizde, Tanrı‟nın bizi gerçekten yargıladığında, kurtuluşa bizi de dahil etmesini sağlayacak, yeteri kadar özellik var. Bizi şaşırtan lütuf değil adalettir. İtiraz etmeden lütfu kabul etme eğilimimizi, üniversite öğrencilerine ders verirken anlamaya başladım. Hıristiyan bir kolejde, 250 öğrenciden oluşan bir birinci sınıfa, Eski Antlaşma dersi vermekle görevliydim. Sınıftaki ilk günümde, dersteki ödevler hakkında ayrıntılı bir açıklama yaptım. Deneyimlerim bana, dönem ödevlerinin, üst düzeyde bir açıklama gerektirdiğini öğretmişti. Bu derste, üç küçük ödev gerekiyordu. İlk ödevin, Eylül‟ün son gününün öğlesine kadar masama bırakılması gerektiğini öğrencilere açıkladım. Hastanede yatmak zorunda kalan ya da ailesinden birisi ani bir şekilde vefat eden öğrenciler dışında hiçbir öğrenciye fazladan süre tanınmayacaktı. Ödevini zamanında teslim etmeyen öğrenci ödevinden F notunu alacaktı. Öğrenciler, yapmaları gerekeni anladıklarını onayladılar. Eylül‟ün son günü geldiğinde, 225 öğrenci itaat edip dönem ödevlerini elden verdiler. Geriye kalan yirmi beş kişi ise, büyük bir vicdan azabıyla ve korkuyla bekliyordu. “Profesör Sproul. Çok üzgünüz. Zamanımızı düzgün bir şekilde kullanmadık. Liseden üniversiteye tam bir uyum sağlayamadık. Lütfen bize F vermeyin. Lütfen, lütfen bize biraz daha zaman tanıyın.” diye yakardılar. Onların bu bahaneleri karşısında merhametle başımı eğdim ve “Tamam” dedim. “Bu seferlik size zaman tanıyacağım. Fakat, unutmayın ki bir sonraki ödev, Ekim‟in son gününe kadar hazır olacak.” Öğrenciler, minnettarlıklarını bol miktarda dile getirdiler ve bir sonraki ödevi, tam zamanında hazırlayacaklarına dair büyük sözler verdiler. Ve Ekim‟in son günü geldi. İki yüz öğrenci ödevleriyle birlikte sınıfa geldi. Elli öğrencinin eli boştu. Biraz gerginlerdi fakat panik yapmıyorlardı. Onlara ödevlerini sorduğumda, yeniden pişman olduklarını belirttiler. “Profesör, bu hafta ailemizin yanına gittik. Bunun yanında, dönem ortasına geldiğimiz için diğer derslerin ödevlerinin de hazır olması gerekiyordu. Lütfen bize bir fırsat daha tanıyın. Söz veriyoruz, bir daha olmayacak.” Bir kez daha yumuşadım ve “Tamam, fakat bu sefer son. Eğer bir sonraki ödevi geciktirirseniz, F alırsınız. Ağlama, sızlanma olmayacak. Anlaşıldı mı?” dedim. “Ooo, Tabi Profesör. Siz fevkalade birisiniz.” Sınıf birden şarkı söylemeye başladı, “Sizi seviyoruz Prof. Sproul. Hem de çok.” Bay Beğeni olmuştum. Kasım‟ın son günü geldiğinde ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz? Doğru. Yüz elli kişi ödevleriyle sınıfa geldi. Ödevini getirmeyen yüz elli kişi ise, son derece kayıtsız bir şekilde dersliğin koridorunda dolaşıyordu. “Ödevleriniz nerede?” diye sordum. Bir öğrenci yanıt verdi, “Merak etmeyin Profesör, ödevler üzerinde çalışıyoruz. Birkaç gün içinde size iletiriz, dert etmeyin.” Öldürücü kara not defterimi elime aldım ve öğrencilerin adlarını deftere yazmaya başladım. “Johnson! Ödevin yanında mı?” diye sordum. “Hayır efendim” diye yanıt geldi. Ben de “F” diye yanıtladım ve notu deftere yazdım. “Muldaney! Ödevin yanında mı?” diye sordum. Yanıt yine “Hayır efendim” diye geldi. Deftere bir F daha yazdım. Öğrenciler son derece kızgın bir tepki gösterdiler. Protesto ederek bağırdılar, “Bu adil değil!” Bağıran öğrencilerin birisine baktım ve “Lavery! Bunun adil olmadığını mı düşünüyorsun?” diye sordum. “Hayır” diye homurdandı. “Anlıyorum. Adalet mi istiyorsun? Geçen sefer de ödevini geciktirdiğini hatırlıyorum. Eğer adalet diye ısrar ediyorsan, adaleti kesinlikle göreceksin. O zaman sadece bu ödev için sana F vermeyeceğim fakat bir önceki ödevinden aldığın notu da F yapacağım. Bunu fazlasıyla hak ettin.” Öğrenciler sersemlemişti. Lavery‟nin tartışacak hali kalmamıştı. Düşüncesiz davrandığı için özür diledi. İki değil de bir tane F aldığına sevindi. Öğrenciler, onlara gösterdiğim merhameti kayıtsız kabul ettiler. Kabullendiler. Adalet kendini birden gösterdiğinde, hazırlıksız yakalanmışlardı. Adalet, öğrencilerde şok etkisi yarattı ve onları kızdırdı. İki ay gibi kısa bir süre içinde, sadece iki ölçek merhametten sonra böyle olmuştu. Tanrı‟nın normal işleyişinde, benim ödevleri karşısında öğrencilere gösterdiğimden çok daha fazla merhamet vardır. Eski Antlaşma, yüzlerce yılı kapsıyor. Bu zaman dilimi boyunca Tanrı, merhametini tekrar tekrar göstermiştir. İlahi adaletini Nadav ve Uzza‟ya gösterdiği zaman, gördüğü tepki şok ve kızgınlık oldu. Tanrı‟dan, merhametli olmasını bekliyoruz. Sonraki adımımız ise daha kolay: Merhamet istiyoruz. Merhametin gelişini göremeyince de ilk tepkimiz Tanrı‟ya öfke duymak ve itiraz etmek oluyor: “Bu adil değil.” İlk günahımızdan ötürü yaşam armağanına olan haklarımızı yitirdiğimizi çok çabuk unutuyoruz. Bu sabah nefes alabiliyor olmam, ilahi merhametin bir göstergesidir. Tanrı bana borçlu değildir. Ben her şeyimi O‟na borçluyum. Eğer, bu gün öğlenleyin, kafama bir kule düşmesine izin verirse, bunu adaletsizlik diye iddia edemem. Temel sorunlarımızdan bir tanesi de adalet ve merhameti karıştırmamızdır. Adaletsizliklerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Adaletsizlik insanlar arasında oluyor. Her birimiz, kimi zaman bir başkasının elinden gelen adaletsizliğin kurbanı olmuşuzdur. Her birimiz kimi zaman bir başkasına karşı adaletsizlik göstermişizdir. İnsanlar birbirlerine karşı adaletsizce davranırlar. Kesin olan bir şey var: İnsan elinden gelen adaletsizlikten ne kadar acı çekmiş olsam da, Tanrı‟nın elinden, asla küçücük bir adaletsizlik bile görmedim. Varsayalım ki, birisi beni yalan yere para çalmakla suçluyor. Bana suçlamalar yöneltiliyor ve tutuklanıp hapse atılıyorum. İnsanlarla ilişkide bulunmam yüzünden, büyük bir adaletsizliğin kurbanı oluyorum. Tanrı‟ya yakarıp bu dünyada beni haklı çıkarmasını dilemeye hakkım var. Haksız yere acı çektiğimden ötürü şikayet edebilirim. Beni haksız bir şekilde hapse attıkları için, Tanrı bu adamlara kızar. Tanrı, beni bu adaletsizlikten kurtarıp haklı çıkaracağına dair söz verir. Adaletsizlik gerçek bir şeydir ve bu dünyada her gün meydana gelmektedir. Canımızı acıtan adaletsizliklerin hepsi yatay olarak gerçekleşir. Bu dünyadaki baş rol oyuncuları arasında meydana gelir. Ancak bu dünyanın üstünde ve üzerinde duran kişi, her şeyin Büyük Yargıcıdır. Benim O‟nunla olan ilişkim ise dikeydir. Ben bu dikey ilişkiden ötürü asla adaletsizliğe uğramam. İnsanlar bana kötü davransa bile Tanrı asla kötü davranmaz. Bir insanoğlunun bana adaletsizce davranmasına Tanrı‟nın izin vermesi, Tanrı‟nın adaletidir. İnsanlar ve gördüğüm adaletsizlikten ötürü Tanrı‟ya şikayet edebilmeme rağmen, insanlar tarafından böyle bir adaletsizliğe uğramama izin verdiği için Tanrı‟ya isyan edip O‟nu dikey bir adaletsizlik yapmakla suçlayamam. Tanrı‟nın, işlemediğim bir suçtan ötürü, benim ömür boyu hapse atılmama izin vermesine son derece hakkı vardır. İnsanların gözünde suçsuz olabilirim ancak Tanrı‟nın önünde suçluyum. Çoğu zaman, bizlere yapılan adaletsizlikten ötürü Tanrı‟yı suçluyoruz ve yüreğimizde Tanrı‟nın bize karşı adil olmadığı gibi acımasız bir duyguyu besliyoruz. Tanrı‟nın lütufkar olduğunun farkında olsak bile, yeteri kadar lütufkar olmadığını düşünüyoruz. Daha fazla lütuf hak ediyoruz. Lütfen son cümleyi bir daha okuyun: Daha fazla lütuf hak ediyoruz. Bu cümlede yanlış olan nedir? Dilbilgisi açısından bir yanlışlık yok. Öznesi, yüklemi ve tümleci var. Bu konuda editörün kırmızı kalemini kullanmasına gerek yok. Ancak cümlenin özünde ve anlamında ciddi bir yanlışlık var. Hiç kimsenin, hiçbir zaman, hiçbir yerde, lütfu hak etmesi mümkün değildir. Lütuf anlam itibarıyla hak edilmeyendir. Bir şeyi hak etmekten bahsettiğimiz sürece lütuftan bahsetmiyoruzdur, adaletten bahsediyoruzdur. Sadece adalet hak edilir. Tanrı asla merhametli olmak zorunda değildir. Merhamet ve lütuf, isteğe bağlı olmalıdır aksi taktirde merhamet ve lütuf olmazlar. Tanrı asla lütuf “borçlu” değildir. Bunu bize birden fazla defa hatırlatmaktadır. “Merhamet ettiğime merhamet edeceğim.” Bu, ilahi ayrıcalıktır. Tanrı, yüce yetkin merhamet hakkını Kendisine saklıyor. Aynı ölçüde günah işleyen on kişiyi düşününün. Tanrı da, bu on kişiden beş kişiyi cezalandırsın ve diğer beşine de merhametini göstersin. Bu adaletsizlik midir? Hayır! Bu olayda, beş kişi adalet, diğer beş kişi ise merhamet görmüştür. Kimse haksızlığa uğramamıştır. Biz ise bu olayı şöyle kabul etmeye çalışıyoruz: Eğer Tanrı, bu on kişiden beşine merhamet ettiyse diğer beşine de aynı ölçüde merhamet etmelidir. Neden? Tanrı asla merhametli olmak zorunda değildir. Eğer Tanrı bu on kişiden dokuzuna merhamet etse bile, onuncu kişinin, adaletsizliğin kurbanı olduğuna dair bir şikayette bulunmaya hakkı yoktur. Tanrı, hiçbir zaman merhamet borçlu değildir. Tanrı, herkese eşit davranmak zorunda değildir. Belki yeniden söylesem iyi olacak. Tanrı, herkese eşit davranmak zorunda değildir. Eğer Tanrı bize karşı bir kez olsun adaletsiz olsaydı, o zaman şikayet edebilmek için elimizde bir sebep olurdu. Ancak Tanrı‟nın, sadece komşuma merhamet göstermesi, benim de O‟nun merhametinde hak sahibi olmam anlamına gelmez. Tekrar hatırlamalıyız ki, merhamet her zaman isteğe bağlıdır. “Merhamet ettiğime merhamet edeceğim.” Tanrı‟dan alabileceğim daima sadece iki şey vardır: adalet veya merhamet. O‟nun elinden asla adaletsizliğe uğramam. İnsanlar tarafından adalet görmeyi, Tanrı‟dan dileyebiliriz ancak Tanrı‟nın Kendisinden adalet dilememiz son derece saçma olur. Öğrencilerimi daima uyarıyorum: “Asla Tanrı‟dan adalet dilemeyin, adalet görebilirsiniz.” Nadav, Avihu ve Uzza‟nın hikayelerini okuduğumuzda, korkup büzülmemizi sağlayan şey, merhamet ile adaleti birbirine karıştırmamızdır. Tanrı‟nın sürekli merhamet borçlu olduğunu düşündüğümüzden, Tanrı, adaletini döktüğünde kızıyoruz. Tanrı‟nın lütfunu kayıtsız kabul etmemeliyiz. Lütuf karşısında hayran kalma özelliğimizi asla kaybetmemeliyiz. “Yüce Adalet” şarkısını söylüyoruz. Şarkının sözleri şöyle devam ediyor: Yüce Adalet, acımasız ve keskin Benim gibi bir azizi yaralıyor: O kadar iyiyim ki, hiçbir anlam ifade etmiyor Üzerime Kule düşmesi! Teoloji okulunda öğrenciyken, vaaz dersinde verdiğim bir “deneme vaazı”nı hatırlıyorum. Vaazımda Tanrı‟nın lütfunun harikalarını övüyordum. İlahide de söylediği gibi “Tanrı‟nın lütfu, sonsuz lütuf...” hakkında konuşuyordum. Vaazımın sonunda profesör bana bir soru sordu. “Bay Sproul,” dedi, “Tanrı‟nın lütfunun sonsuz olduğu fikrini nereden edindiniz? Tanrı‟nın lütfunun kesinlikle bir sınırı yok mudur?” Profesör sorusunu sorar sormaz başımın dertte olduğunu anladım. Bana bu düşünceyi öğreten ilahinin o kısmını veya sözlerini profesöre gösterebilirdim fakat Kutsal Yazılar‟dan, Tanrı‟nın lütfunun sonsuz olduğunu öğreten bir kelime dahi bulamazdım. Bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulamamamın nedeni, böyle bir ayetin olmamasıdır. Tanrı‟nın lütfu sonsuz değildir. Tanrı sonsuz ve lütufkardır. Sonsuz bir Tanrı‟nın lütfunu alırız fakat bu lütuf sonsuz değildir. Tanrı, kendi sabır ve tahammülüne sınır koymuştur. Tanrı, bir gün baltanın aşağı ineceği ve yargısının döküleceği konusunda bizi tekrar tekrar uyarmaktadır. Bence, lütfu kayıtsız kabul etmeye meyilli olduğumuz için, Tanrı, zaman zaman İsrail‟e, lütfu asla kayıtsız bir şekilde üzerlerine almamaları gerektiğini hatırlatmayı gerekli görmüştür. Çok nadir ve çarpıcı durumlarda Tanrı, adaletinin korkunç gücünü göstermiştir. Tanrı Nadav ve Avihu‟yu öldürdü. Tanrı, Uzza‟yı öldürdü. Kenanlılar‟ın kılıçtan geçirilmesini buyurdu. Sanki Tanrı, şunu demek istiyordu, “Dikkatli olun. Lütfumun yararlarından zevk alırken adaletimi unutmayın. Günahın ciddiyetini unutmayın. Kutsal olduğumu unutmayın.” YEDİNCİ BÖLÜM KUTSAL BİR TANRI İLE SAVAŞ VE BARIŞ Eğer insan Tanrı için yaratılmadıysa, Neden sadece Tanrı‟da mutluluk buluyor? Eğer insan Tanrı için yaratıldıysa, Neden Tanrı‟ya karşı direniyor? BLAISE PASCAL Kutsal Kitap‟ın kayıtları arasında, Tanrı ile güreşen bay bayanların hikayeleri yer almaktadır. İsrail kelimesinin gerçek anlamı “Tanrı ile güreşir”dir. Tanrı kutsaldır. Bizlerden yüce ve üstündür. Ancak Kendisi ile güreşebildiğimiz Tanrı‟dır. Bu güreşimizde amacımız kesin bir savaş değil kesin bir barıştır. Bazıları bunu başarmıştır. Bu bölümde, Tanrı ile güreşmeye gidip barışla dönen kişi örneklerine bakacağız. Yakup‟a, Eyüp‟e, Habakuk‟a ve Tarsuslu Saul‟a bakacağız. Ardından Tanrı ile barışmanın ne anlama geldiğini inceleyeceğiz. Yakup yaramaz birisiydi. Adı, “Yerine geçen” anlamına geliyordu. Babasını kandıran, abisini kullanan ve annesiyle beraber kötü bir oyun düzenleyen birisiydi. İshak‟ın oğlu ve İbrahim‟in torunu olan birisinin böyle bozuk olmasını düşünmek oldukça güç. Ancak Yakup, kendi hayat yolculuğunda köklü bir değişime uğramıştır. Bu değişim Beytel‟de başladı: Yakup Beer-Şeva'dan ayrılarak Harran'a doğru yola çıktı. Bir yere varıp orada geceledi, çünkü güneş batmıştı. Oradaki taşlardan birini alıp başının altına koyarak yattı. (Yaratılış 28:10-11) Eski Filistin‟de seyahat etmek, çoğu zaman büyük bir sıkıntıydı. Akşamları, yağmacı hırsızların ve vahşi hayvanların tehlikesi kol geziyordu. Yakup‟un yolculuğunda, yol üstünde Yakup‟un kalabileceği bir barınak yoktu. Yakup, güneş batana kadar olabildiğince yol yürüyordu. Geceleyin yıldızların altında kamp kuruyordu. Uyumak için yastık niyetine bir taş kullanıyordu. Yakup uykuya daldığında, yaşamının değişmesine neden olacak bir düş gördü: Düşte yeryüzüne bir merdiven dikildiğini, başının göklere eriştiğini gördü. Tanrı‟nın melekleri merdivenden inip çıkıyorlardı. RAB yanıbaşında durup, “Atan İbrahim‟in, İshak‟ın Tanrısı RAB benim” dedi, “Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim. Yeryüzünün tozu kadar sayısız bir soya sahip olacaksın. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru yayılacaksınız. Yeryüzündeki bütün halklar senin ve soyunun aracılığıyla kutsanacak. Seninle birlikteyim. Gideceğin her yerde seni koruyacak ve bu topraklara geri getireceğim. Verdiğim sözü yerine getirinceye kadar senden ayrılmayacağım.” (Yaratılış 28:12-15) Yakup‟un düşünde gördüğü merdivene, genelde Yakup‟un merdiveni denilir. Bu merdiven, cennet ile yeryüzü arasında bir köprü görevindeydi. Yakup, yaşamının bu noktasına kadar göksel şeylerle ilgilenmiyordu. Tanrı‟nın var olmadığına dair derin bir anlayışa sahipti. İshak‟ın oğlu ve İbrahim‟in torunu olan birisinin böyle “dünyasal” olması oldukça garip. İbrahim, Tanrı ile konuşmuştu. Yakup küçükken, kamp ateşi etrafında babası ve dedesi hakkında kesinlikle birçok hikaye dinlemişti. Tanrı‟nın İbrahim‟e, oğlu İshak‟ı Moriya Dağı‟ındaki sunakta kurban etmesini buyurduğunu duymuş olmalıydı. Yakup‟un hayatı bu dünya üzerinde geçiyordu. Göksel şeylerden bahsetmek onda az etki yaratıyordu. Aklı, dünyaya odaklanmıştı. Ona göre cennet ile dünya arasında köprü kurulamaz bir uçurum vardı. Eğer bir Tanrı varsa, Yakup‟un hayatıyla ilgilenemeyecek kadar uzak ve üstün olmalıydı. Yakup‟un atalarına konuşan Tanrı, Yakup‟un erişemeyeceği kadar yükseklerdeydi. Ta ki Yakup bir düş görene kadar. Düşte bir merdiven görünüyor. Merdiven, kutsal olanın krallığı ile kirli olanın krallığı arasında bir bağlantı, bir temas noktası idi. Yakup, meleklerin merdivenden çıkıp indiklerini gördü. Her iki yönde de hareket ediyorlardı, dünyadan cennete, cennetten dünyaya. Sürekli bir gidiş geliş vardı. Tanrı‟nın huzurundan insanın huzuruna doğru hareket ediyorlardı. Yakup, merdivenin baş ucunda Tanrı‟nın kendisini gördü. Tanrı Yakup‟a konuşarak, İbrahim ve İshak‟a daha önceden verdiği vaadi doğruladı. Tanrı‟nın vaadi ilerdeki nesiller için de devam edecekti. Bu vaat Yakup aracılığıyla diğer nesillere geçecekti. Yakup, Tanrı‟nın söz verdiği vaat antlaşmasının taşıyıcısı olacaktı. Tanrı, Yakup‟a, nereye giderse gitsin onun yanında olacağına ve tüm vaatler yerine getirilene kadar onunla birlikte kalacağına dair söz verdi. Yakup‟un merdivenine ne oldu? Görüm, neredeyse Eski Antlaşma tarihinde yok oluyor. Yüzyıllar geçiyor, görüm hakkında hiçbir şey söylenmiyor. Birden, Yeni Antlaşma‟da tekrar görünüyor: Filipus, Natanyel‟i bularak ona, “Musa'nın Kutsal Yasa'da hakkında yazdığı, peygamberlerin de sözünü ettiği kişiyi, Yusuf‟un oğlu Nasıralı İsa‟yı bulduk” dedi. Natanyel Filipus‟a, “Nasıra‟dan iyi bir şey çıkabilir mi?” diye sordu. Filipus, “Gel de gör” dedi. İsa, Natanyel‟in kendisine doğru geldiğini görünce onun için, “İşte, içinde hile olmayan gerçek bir İsrailli!” dedi. Natanyel, “Beni nereden tanıyorsun?” diye sordu. verdi. İsa, “Filipus çağırmadan önce seni incir ağacının altında gördüm” cevabını Natanyel, “Rabbî, sen Tanrı'nın Oğlusun, sen İsrail‟in Kralısın!” dedi. İsa ona dedi ki, “Seni incir ağacının altında gördüğümü söylediğim için mi inanıyorsun? Bunlardan daha büyük şeyler göreceksin.” Sonra da, “Size doğrusunu söyleyeyim, göğün açıldığını, Tanrı'nın meleklerinin İnsanoğlu üzerinde yükselip indiklerini göreceksiniz” dedi. (Yuhanna 1:45-51) İsa‟nın Natanyel‟e söyledikleri ilginçti. Konuşmada İsa, Kendisinin, Yakup‟un merdiveni, cennet ile dünya arasındaki köprü, Üstün Olan ile ölümcül insan arasındaki uçurum üzerinde uzanan Kişi olduğunu bildiriyordu. Tanrı‟nın melekleri O‟nun üzerinde inip çıkıyordu. Var olmayan Tanrı‟yı bizlere sunuyordu. Yakup‟un loş ve karanlık bir yolda gördüğü şey, bu muydu? Yakup, düşünden uyandığında sersemlemişti. Gece gördüğü gürümün gücü, onu alt etmişti: Yakup uyanınca, “RAB burada, ama ben farkına varamadım” diye düşündü. Korktu ve, “Ne korkunç bir yer!” dedi, “Bu, Tanrı'nın evinden başka bir yer olamaz. Burası göklerin kapısı.” (Yaratılış 28:16-17) Yakup‟un düş gördüğü yerin adı “Beytel” olarak bilinmeye başladı. Beytel kelimesi İbranice‟de “Tanrı‟nın Evi” anlamına gelir. Ortada bir tapınma çadırı, tapınak veya kilise yoktu. Ama Yakup orayı Tanrı‟nın Evi olarak adlandırmıştı çünkü Kutsal Olan, Kendisini orada tanıtmıştı. Yakup‟un söylediği sözler, tipik bir çağdaş insanın hisleridir. Yaşadığımız günler, insanların Tanrı‟nın var olmadığı anlayışını benimsediği günlerdir. Yanan çalılar, ateşten sütunlar veya Mesih‟in bedeninin aramızda dolaşmasını görmüyoruz. Kendimizi, terkedilmiş, düşman denizine ve hatta daha kötüsü yabancı bir evrene atılmış hissediyoruz. Ne çıkışı, ne de yıldızlara kadar uzanan bir merdiveni olmayan bir dünyaya kilitlenmiş gibiyiz. Yakup da düşünü görene kadar aynı şekilde hissediyordu. Sözleri bizim çağdaş durumumuza uyuyor. “RAB burada, ama ben farkına varamadım.” Tanrı hep oradaydı. Tanrı Yakup‟tan uzak değildi ancak Yakup, tüm yaşamı boyunca Tanrı‟yı bulamamıştı. Tanrı‟nın varlığından habersizdi. Tanrı‟nın varlığından habersiz olma faciası, her gün milyonlarca insanın hayatında sergileniyor. Tanrı burada fakat biz bunun farkında değiliz. Tanrı‟nın yüce varlığının farkına varılmaya başlandığında, insanın en derin kişisel mücadelesi de başlamış oluyor. Düş, Yakup‟un mücadelesini sona erdirmedi. Düş, devam edecek bir mücadelenin başlangıcıydı. O andan itibaren Yakup, kendi canı için savaşıyordu. “Ne korkunç bir yer!”. Yakup‟un, Tanrı‟nın evinde bulunmasına dair verdiği yanıt buydu. İnsanlar genelde kilisede böyle hissetmezler. Bir korku ya da bizleri titreten Kişinin huzurunda olma anlayışı yoktur. Tanrı korkusu olan kişiler, asla, kilise sıkıcıdır diye şikayet etmezler. Bilginler, Yakup‟un tam olarak ne zaman değiştiği konusunda hem fikir değiller. Bazı bilginler, Yakup‟un tam olarak Beytel‟de, Tanrı‟nın varlığının ezici gücüyle karşılaştığı zaman değiştiğini söylüyor. Bazıları ise, bu değişimin yıllar sonra, Yakup‟un imanla Tanrı ile güreştiği zaman meydana geldiğini belirtiyor: Yakup o gece kalktı; iki karısını, iki cariyesini, on bir oğlunu yanına alıp Yabbuk Irmağı‟nın sığ yerinden karşıya geçti. Onları karşıya geçirdikten sonra sahip olduğu her şeyi de geçirdi. Böylece Yakup arkada yalnız kaldı. Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti. Yakup‟u yenemeyeceğini anlayınca, onun uyluk kemiğinin başına çarptı. Öyle ki, güreşirken Yakup‟un uyluk kemiği çıktı. Adam, “Bırak beni, gün ağarıyor” dedi. Yakup, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıt verdi. Adam, “Adın ne?” diye sordu. “Yakup.” Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü Tanrı‟yla, insanlarla güreşip yendin.” Yakup, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu. Ama adam, “Neden adımı soruyorsun?” dedi. Sonra Yakup'u kutsadı. Yakup, “Tanrı'yla yüzyüze görüştüm, ama canım bağışlandı” diyerek oraya Peniel adını verdi. (Yaratılış 32:22-30) Yakup‟un güreştiği kişi, açıkça görüldüğü gibi insandan öte birisiydi, Tanrı‟nın bir meleği idi. Çarpışma şiddetliydi, tüm gece sürmüş ve iki savaşçı da birbirine üstünlük sağlayamamıştı. Sonunda melek, Tanrı‟nın galip gelen gücünü kullandı ve Yakup‟un uyluk kemiğinin başına çarptı. Yakup‟un “zafer”i, bir yeri ele geçirmiş olması değil, hayatta kalmasıydı. Mücadeleden üstün ayrıldı fakat hayatının geri kalan kısmını aksayarak geçirdi. Yakup ile melek arasında, isimler üzerine geçen konuşma önemlidir. Melek, Yakup‟tan adını talep etti. İsim talep etmek, bu gün sahip olduğumuz, “amca” diyerek ismini öğrenme geleneğine benziyordu. Bir savaşçı için isim vermek, karşı tarafın üstünlüğünü kabul etmek anlamına geliyordu. İsim vermek, bir teslim olma eylemiydi. Yakup, ismini verdiğinde, canını da teslim etmişti. Kendi hayatı üzerindeki yetkiyi bırakmıştı. Teslim olmakla beraber yeni bir isim, yeni bir kimlik gelmişti. İsrail. Yenilgide bile Yakup, gururuna dokunmaması için mücadeleyi berabere getirmeyi, eşitlemeyi ümit ediyordu. Mücadeleyi yarıda bırakma kararı bile yardımcı olabilirdi. Meleğe, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu. Karşılıklı isim verme konusundaki farklılığa dikkat edin. Melek, Yakup‟tan adını talep etti ve Yakup adını bağışladı. Yakup kibarca meleğin adını rica etti fakat öğrenemedi. Yüce zaferin son vuruşuydu bu. Tanrı ile beraber kalmak veya mücadeleyi yarıda bırakmak olmaz. Her Şeye Gücü Yeten ile güreşirsek kaybederiz. O, tüm evrenin namağlup şampiyonudur. Kutsal Olan, kişisel bir dövüşle yenilemez. Ancak, bu olayda bir teselli var. Yakup, Tanrı ile güreşti ve hayatta kaldı. Yenilmiş, sakat kalmıştı fakat savaştan canlı çıkmıştı. Bu olaydan en azından şunu öğrenebiliriz, mücadelelerimiz dürüst olduğu sürece, Tanrı bizimle mücadele etmekten kaçmayacaktır. Kutsal Olan ile güreşebiliriz. Aslında, yaşamlarımızı değiştirecek olan Tanrı‟nın değiştirici gücünü görmek için, Tanrı‟yla güreşmemiz gerekiyor. Ruhumuzun teslimiyetiyle gelen tatlılığı tatmanın ne demek olduğunu öğrenmek istiyorsak, Tanrı ile sabaha kadar dövüşmenin ne demek olduğunu bilmeliyiz. Hiç kimsenin Tanrı ile olan tartışması, Eyüp ile Tanrı arasındaki tartışmadan daha acı ve keskin olmamıştır. Eğer Tanrı ile mücadele etme hakkı olan birisi varsa, o da Eyüp‟tür. Eyüp, Tanrı tarafından doğru kişi olarak beyan edilmişti ve buna rağmen ölçülemeyecek kadar büyük dertlerle uğraşıyordu. Eyüp‟ün hikayesi, sanki Tanrı ile Şeytan arasındaki evrensel mücadelede bir piyondan başka bir şey olmayan zavallı bir adamın hikayesi gibi görünüyor. Tanrı, Eyüp‟ün sınava tabi tutulmasına izin verdi. Eyüp‟ün malları çalındı, ailesi öldürüldü ve son olarak acı veren çıban cezasına uğradı. Ağrıları dinmedi. Bedenindeki ağrılar kısa zamanda ruhunu da etkiledi. Bir keresinde, kemoterapi tedavisiyle kanserle savaşan, yaşlı bir bayanla konuşmuştum. Tedavinin yan etkisi olan mide bulantısından acı çekiyordu. Bayana buna nasıl dayandığını sordum ve o da içten bir cevapla, “Bir Hıristiyan olarak, başının sürekli tuvaletin üzerinde olması çok zor” dedi. Bayan, beden ile ruh arasındaki yakın ilişkiyi anlamıştı. Beden dinmeyen bir ağrıya yakalanmışken ruhsal olmak çok zordur. Fakat Eyüp, Tanrı‟ya karşı saygısızlıkta bulunmadı. “Beni öldürseler de, O‟na güveneceğim.” diye yakardı. Eşi bile Eyüp‟ün tam bir ferahlığa kavuşması için çabalıyordu. Tavsiyesi kısa ve özdü: “Tanrı‟ya söv de öl bari!” Eyüp kolay yolu reddetti. Tavsiyelerini dinlediği arkadaşlarının aptalca tesellilerden acı çekiyordu. Sonunda sorun üzerinde Tanrı ile mücadele etmek için ayaklandı. Tanrı ile birebir yüzleşti. Bu perişan durumunun yanıtı için Tanrı ile güreşti ve mücadele etti. Tanrı‟nın yanıtı pek de teselli edici değildi: RAB kasırganın içinden Eyüp‟e şöyle yanıt verdi: “Bilgisizce sözlerle Tasarımı karartan bu adam kim? Şimdi erkek gibi kuşağını beline vur da, Ben sorayım, sen anlat. “Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin? Anlıyorsan söyle. Kim saptadı onun ölçülerini? Kuşkusuz biliyorsun! Kim çekti ipi üzerine? Neyin üstüne yapıldı temelleri? Kim koydu köşe taşını, Sabah yıldızları birlikte şarkı söylerken, İlahi varlıklar sevinçle çığrışırken? “Denizin ardından kapıları kim kapadı, Ana rahminden fışkırdığı zaman; Ona bulutları giysi, Koyu karanlığı kundak yaptığım, Sınırını koyduğum, Kapılarıyla sürgülerini yerleştirdiğim, „Buraya kadar gelip öteye geçmeyeceksin, Gururlu dalgaların şurada duracak‟ dediğim zaman? (Eyüp 38:1-11) Bu, zorlu bir sözlü sınavdı. Eyüp Tanrı‟dan bir cevap bekliyordu. Cevap yerine bir deste soruyla karşılaştı. Tanrı Eyüp‟ü, Eyüp‟ün cehaleti yüzünden Tanrı‟nın yüce bilgeliğine gölge düşürmekle azarladı. Tanrı sanki şöyle diyordu, “Tamam Eyüp. Beni sorguya mı çekmek istiyorsun? Güzel, sorularını yanıtlayacağım fakat önce benim sana birkaç sorum olacak.” Bir taramalı tüfekten çıkan mermiler gibi, sorular da Tanrı‟nın dudaklarından aşağı düşüyordu. Her bir soru bir öncekinden daha korkutucuydu. Sonunda Eyüp konuştu: O zaman Eyüp RAB'bi şöyle yanıtladı: “Bak, ben değersiz biriyim, Sana nasıl yanıt verebilirim?Ağzımı elimle kapıyorum. Bir kez konuştum, yanıt almadım, İkinci kez konuşamam artık.” (Eyüp 40:3-5) Eyüp‟ün aldığı tavrı düşünün. Ağzını eliyle kapadığını söyledi. Ağzını tıkadı. Ağzından daha fazla aptalca sözler çıkmasın diye eliyle dudaklarını kapadı. Tanrı ile mücadele ettiğinden ötürü üzgündü. Sözlerinin haddini aştığını anlamıştı. Sadece söylemek istediklerini söylemişti. Ancak sorguya çekme devam ediyordu. Tanrı, sınavı henüz bitirmemişti. Eyüp‟ü mağlup eden bir sürü soru sordu: Adaletimi boşa mı çıkaracaksın? suçlayacaksın? (Eyüp 40:8) Kendini haklı çıkarmak için beni mi Olay ortada. Eyüp‟ün mücadelesi, ilahi adaletin dişlerine takılıyor. Eyüp‟ün ithamları, Kutsal bir Tanrı‟ya karşı hakarettir. Tanrı‟nın sorusu, Eyüp‟ün kulaklarında çınlıyor: “Kendini haklı çıkarmak için beni mi suçlayacaksın?” Şüphesiz, Eyüp haklı çıkarılmayı çok istiyordu. Arkadaşlarının suçlamalarından bıkmıştı. Neden bu kadar perişan durumda olduğunu anlamıyordu. Haklı çıkarılmak için dua ediyordu. Ancak arzusunu denetleyememişti. Kendisini haklı çıkarmak için, neredeyse Tanrı‟nın adaletini değiştirecekti. Tanrı‟nın kötü olanı yapmış olabileceğine dair tartışmaya çarpı atmıştı. Tanrı, Eyüp‟e açıkça sordu: “Kendini suçsuz çıkarmak için beni mi suçlayacaksın?” Tanrı‟nın soruları, tüm ağırlığıyla Eyüp‟ün üzerine iniyordu. Eyüp, soruların altında eziliyordu. Sonunda elini ağzından çekti ve yeniden konuşmaya başladı. Bu sefer sözlerinde hiç bir suçlama yoktu. Sadece tövbesini dile getirmek için sessizlik yeminini bozdu: “Senin her şeyi yapabileceğini biliyorum, Hiçbir amacına engel olunmaz. „Tasarımı bilgisizce karartan bu adam kim?‟ diye sordun. Kuşkusuz, anlamadığım şeyleri konuştum, Beni aşan, bilmediğim şaşılası işleri. “ „Dinle de, konuşayım‟ dedin, „Ben sorayım, sen anlat.‟ Kulaktan duymaydı bildiklerim senin hakkında, Şimdiyse gözlerimle gördüm seni. Bu yüzden kendimi hor görüyor, Toz ve kül içinde tövbe ediyorum.” (Eyüp 42:2-6) Eyüp‟ün bu bölümünü okuduğumuzda, Tanrı‟nın Eyüp‟ü korkutmaya çalıştığı fikrine kapılabiliriz. Eyüp, yanıt bulmak için Tanrı‟ya yakardı ve Tanrı da Eyüp‟ün sorularını yanıtlayacağını söyledi. Ancak hiç yanıt gelmedi. Elbette, sorulara yanıt verileceğine dair verilen sözün bir şartı vardı: önce Eyüp‟ün yanıt vermesi gerekiyordu. Ancak Eyüp sınavdan geçememişti. Bu yüzden Tanrı da cevap vermedi. Eyüp ikna olmuştu. Oysa Tanrı, hiç yanıt vermemiş, Eyüp‟ün soruları rafa kaldırılmıştı. Eyüp, doğrudan alabileceği en büyük yanıtı almıştı. Tanrı, Eyüp‟ün sorularını kelimelerle değil Kendisiyle yanıtlamıştı. Eyüp, Tanrı‟nın kim olduğunu görür görmez tek ihtiyacının O‟nu görmek olduğunu anladı. Detayları Tanrı‟nın ellerine bırakabilirdi. Artık Tanrı, gizeme bürünmediği için Eyüp de birkaç tane yanıtsız soruyla rahatlıkla yaşayabilirdi. Tanrı Kendisini gösterdiğinde, Eyüp tövbe etmekle o kadar meşguldü ki daha fazla mücadele etmeye zamanı yoktu. Eyüp öfkesini kendisine yöneltmişti: “Bu yüzden kendimi hor görüyor, toz ve kül içinde tövbe ediyorum.” Eski Antlaşma‟da, Tanrı ile mücadele eden bir başka kişiye daha bakacağız. Habakkuk peygamber, kendi adalet anlayışına ters gelen şeyler yapmakla Tanrı‟yı suçluyordu. Peygamber, Tanrı‟nın halkının kendilerinden daha günahkar bir ulus tarafından elem çekeceğinden endişe duyuyordu. Dışarıdan bakıldığında, sanki Tanrı, Yahudiler‟e verdiği sözden vazgeçmiş, sözünden dönmüş ve ilahi sadakatini günahkar Babilliler‟e vermiş gibi görünüyor. Habakuk‟un durumu, günümüzde Hitler‟in Yahudiler‟i ateşte yakarken, Tanrı‟nın Hitler tarafında olduğunu düşünen bir Yahudi‟nin durumuna benzetilebilirdi. Habakuk‟un şikayeti sesli bir protesto gibi yankılanıyordu: Ya RAB, ne zamana dek seni yardıma çağıracağım, Beni duymuyor musun? “Zorbalık var” diye haykırıyorum sana, Ama kurtarmıyorsun! Bunca kötülüğü bana neden gösteriyorsun, Nasıl hoş görürsün bunca haksızlığı? Nereye baksam şiddet ve zorbalık var. Kavgaların, çekişmelerin sonu gelmiyor. Bu yüzden yasa işlemez oldu, Bir türlü yerini bulmuyor hak. Kötüler doğruları kıskaca almış Ve böylece adalet saptırılıyor. (Habakuk 2:2-4) Habakuk, öfkesini kusuyordu. Şikayeti o kadar ateşliydi ki birazcık altını yakmıştı. “Bir türlü yerini bulmuyor hak” diyordu. Kesinlikle, bu dünyada son olarak düzeltilmeyi bekleyen adaletsizlikler var, “bir türlü yerini bulmuyor hak” demek, ölçüyü kaçırmaktır. Eyüp gibi Habakuk da bazı cevaplar bekliyordu. Tanrı‟yla boğuşmaya gitti ve güreşmeye hazırlandı. Gözcü kulesinde durup Her Şeye Gücü Yeten‟den bir cevap bekledi. Sonunda Tanrı konuştuğunda, Habakuk‟un tepkisi Eyüp‟ünkisine benziyordu. Sesini duyunca yüreğim hopladı, Seğirdi dudaklarım, Kemiklerim eridi sanki, Çözüldü dizlerimin bağı. Ama bize saldıran halkın felakete uğrayacağı günü Sabırla bekleyeceğim. (Habakuk 3:16) Peygamberin tepkisi, anne ve babası tarafından azar işitmiş küçük bir çocuğun tepkisine benziyordu. Peygamberin yüreği hoplamış, dudakları seğirmişti. Hepimiz, ağlamak üzere olan küçük çocukları görmüşüzdür. Oluşacak seli engellemeye çalışırlar fakat titreyen alt dudakları onları ele verir. Bu olayda ise Tanrı‟nın huzurunda, dudakları seğiren, yetişkin bir adam vardı. İçten içe çürüdüğünü, kemiklerinin eridiğini hissediyordu. Peygamberin iskelet yapısı sanki yıkılıyordu. Mysterium tremendum titremesi bacaklarına saldırıyordu, peygamberin bacakları birbirine çarpmaya başladı. Peygamber Tanrı ile olan güreş karşılaşmasından uzaklaşmıştı fakat bacakları titreyerek yürüyordu. Tanrı‟nın görünmesiyle birlikte, Habakuk‟un tüm kızgın itirazları bitmişti. Konuşması, ani bir şekilde, acı bir ümitsizlikten değişmez bir güvene ve ümide dönüşmüştü: Tomurcuklanmasa incir ağaçları, Asmalar üzüm vermese, Boşa gitse de zeytine verilen emek, Tarlalar ürün vermese de, Boşalsa da davar ağılları, Sığır kalmasa da ahırlarda, Ben yine RAB‟le sevineceğim, Kurtuluşumun Tanrısı‟yla sevinçten coşacağım. (Habakuk 3:17-18) Artık Habakuk sevincinde, ümitsizliğinde olduğu gibi ateşliydi. Arkasını Tanrı‟nın egemenliğine dayayabilirdi. Habakuk‟un sözleri günlük konuşma dilimize çevrilse şöyle olabilirdi: “Bütçe asla dengelenmese, borsa düşse, yiyecek fiyatları yukarı fırlasa, çelik üretimini Japon ithalatçılar kapsa, otomobil sanayisi dursa, bankalar kepenkleri indirse, Ruslar topraklarımızı yağmalasa ve Steelers takımı Super Bowl kupasını kaybetse de ben yine kurtuluşumun Tanrısı sayesinde sevineceğim.” Yakup, Eyüp ve Habakuk, hepsi Tanrı‟ya savaş ilan ettiler. Hepsi, cennetin kale duvarlarına, oklarını yağdırdılar. Hepsi yenilgiye uğradı ve fakat yüceltilmiş ruhlarla mücadelelerinden ayrıldılar. Bedelini acı çekerek ödediler. Tanrı tartışmalarına izin verdi, fakat barış sağlanmadan önce savaş çok kızgın geçti. Tarsuslu Saul da benzer şekilde, Tanrı‟nın mağlup eden zaferini gördü. Hıristiyanlık adında ve Ferisileri reddeden yeni bir topluluk ortaya çıkmıştı. Saul, Ferisiler için çalışan bir milliyetçiydi. Hıristiyanları yer yüzünden silme görevine atanmıştı. Yetkililer tarafından görevlendirilen Pavlus, ev ev dolaşıyor ve ilk Hıristiyanları toplayıp hapse atıyordu. İstefan taşlanırken o da kenarda duranlar arasındaydı ve taşlamayı desteklemişti. Hıristiyanları katletmeye devam etmek için, yeni görev olarak Şam‟a gönderildiğine sevinmişti. Şam yolunda Kutsal Olan ile tanıştı. Kral Agripa‟nın önünde yargılanması sırasında olayı şöyle anlattı: Ey kralım, öğlende yolda giderken, gökten gelip benim ve yol arkadaşlarımın çevresini aydınlatan, güneşten daha parlak bir ışık gördüm. Hepimiz yere yıkılmıştık. Bir sesin bana İbrani dilinde seslendiğini duydum. „Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?‟ dedi. „Üvendireye karşı tepmekle kendine zarar veriyorsun.‟ “Ben de, „Ey efendim, sen kimsin?‟ dedim. “ „Ben senin zulmettiğin İsa‟yım‟ diye cevap verdi Rab. „Haydi, ayağa kalk. Seni hizmetimde görevlendirmek için sana göründüm. Hem gördüklerine, hem de kendimle ilgili sana göstereceklerime tanıklık edeceksin. Seni kendi halkının ve diğer ulusların elinden kurtaracağım. Seni, ulusların gözlerini açmak ve onları karanlıktan ışığa, Şeytan‟ın hükümranlığından Tanrı‟ya döndürmek için gönderiyorum. Öyle ki, bana iman ederek günahlarının affına kavuşsunlar ve kutsal kılınanların arasında yer alsınlar.‟ “Bunun için, ey Kral Agripa, bu göksel görüme uymazlık etmedim.” (Elçilerin İşleri 26:13-19) Saul, doğruluğun ardından gitmeye gayretliydi. Saul, Ferisilerin Ferisisiydi ve yasal mükemmelliği yerine getirmeye çalışan birisiydi. Gayretinde görünen ironi ise şudur, Saul hedeflerine ulaşmak için gayret gösterdikçe Tanrı‟nın işlerine daha da karşı geliyordu. Tanrı, doğruluğun ardından gidilmesine karşı değildir. Tanrı, doğruluğun ardından gidilmesini ister ancak gurur ve kibrin karşısında durur. Kendi doğruluklarıyla şişen insanların karşısında durur. Saul, Tanrı için savaştığına inanıyorken aslında Tanrı ile savaşıyordu. Bu ironik savaşta Saul, karşı durduğu Mesih‟le karşılaşmakla darmadağın olmuştu. Tanrı‟nın Eski Antlaşma‟da açıklanan isimlerinden bir tanesi de El Şaday ismidir. Bu ismin anlamı, “Gökler gibi gürleyen” ya da “Galip gelen”dir. Tanrı, Kendisini Eyüp‟e El Şaday adıyla göstermiştir. Eyüp‟ün gördüğü şey, tüm insanları yenen ve hiçbir insan tarafından yenilgiye uğramayan egemen Tanrı‟nın müthiş gücüydü. Saul, “Galip Gelen” ile Şam yolunda tanıştı. Saul, çöl yolunda yaşadıklarını, göz kamaştırıcı bir ışığın görünmesiyle anlatmaya başlıyor. Öğleyin çöl yolu, güneşin parlaklığının özellikle güçlü olduğu ve çok ince atmosfer tabakasının arasından geçerek günü etkilediği bir yerdi. Normal koşullar altında var olan güneş ışığı şiddetlidir. Çöldeki güneşin arkasından gelip de kendini fark ettirecek bir ışık sıradışı bir ışık olmalıdır. Saul bu ışıktan bahsederken, güneşten daha parlak, daha göz kamaştırıcı diyordu. Bu ışığı “gökten gelen ışık” olarak tanımlıyor. “Gökten gelen ışık” ifadesi gökyüzünden gelen ışık anlamına gelmiyor. Güneş, gökyüzünde parlar. Saul, Tanrı‟nın göksel görkeminin huzurundaydı. Tanrı‟nın görkemi, Kendi kutsallığının dışa yönelik bir göstergesidir. Tanrı‟nın görkeminin parlaklığı o kadar parlaktır, o kadar göz alıcıdır ki, öğle güneşini gölgede bırakır. Vahiy kitabında, gökten gelen Kentin, Yeni Yeruşalim‟in görüntüsünü okuyoruz: Kentte tapınak görmedim. Çünkü gücü her şeye yeten Rab Tanrı ve Kuzu, kentin tapınağıdır. Kentin, güneş ya da ay tarafından aydınlatılmaya gereksinmesi yoktur. Çünkü Tanrı‟nın görkemi onu aydınlatıyor. Kuzu da onun çırasıdır. (Vahiy 21:22-23) Yeni Yeruşalim‟in güneşi yoktur çünkü güneşe ihtiyacı yoktur. Tanrı‟nın ve Mesih‟in görkemi o kadar parlaktır ki, güneşi alt etmiştir. Saul bu parlaklığın ışınları tarafından kör olmuştur. Güneşe çıplak gözle bakan kişiye ne olabileceğini düşünün. Güneş tutulması yaşandığı zamanlar, güneşin önünden geçen gölgenin garip görüntüsü insanları cezbeder. Çıplak gözle bu görüntüye bakmak gibi güçlü bir ayartıya kapılırız. Ancak, güneş tutulmasında bile çıplak gözle güneşe bakmak acı verici ve tehlikelidir. Bu tür durumlarda televizyonlar bizi, gözlerimizde ciddi zararlar olmaması için, çıplak gözle güneşe bakma girişimlerinde bulunmamamız konusunda uyarır. Eğer güneş tutulmasında bile güneşe çıplak gözle bakamıyorsak, tam anlamıyla güneşten daha parlak olanın parlaklığı ne kadar şiddetli olacaktır? Tanrı‟nın görkemi, güneşin tüm gücüyle parlamasındaki kadirden çok daha parlak bir kadirdedir. Saul, bir melek ile güreşmedi. Fakat göksel bir güç onu yere fırlattı. Belirli bir süre Saul kör kaldı. Ne bir uyarı, ne de onu uyaracak rüzgar fısıltısı vardı. Mutlak ve güçlü bir şekilde çöl kumuna devrilmişti. Gökten, ışıkla birlikte ses de geldi. Aynı ses başka yerde, bir araya gelmiş birçok ırmağın sesi gibi, kayaların üzerinden gürleyerek çağlayan şelaleler gibi, kükreyen bir ses olarak tanımlanıyor. Saul, sesin Arami dilinde, yani İsa‟nın ana dilinde seslendiğini belirtiyor. Ses, Saul‟a kişisel olarak, adını tekrar ederek hitap ediyordu: “Saul, Saul.” Böyle ikileyerek hitap etme şekli, bir dostu selamlamayı ifade ediyordu. Tanrı, yanan çalıda Musa‟ya ve Moriya Dağında sunağın yanında duran İbrahim‟e bu şekilde hitap etmişti. Bu şekil aynı zamanda, İsa‟nın Yeruşalim için ağlarken kullandığı ve İsa‟nın çarmıhtayken karanlığın çöktüğü zaman Babasına yönelttiği hitap şekliydi. “Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?” Dikkat edin, ses Saul‟un neden Mesih‟in kilisesine zulmettiğini sormuyor. Bunun yerine “Neden bana zulmediyorsun?”diyor. Mesih‟in kilisesine saldırmak Mesih‟e saldırmaktır. Ardından şu soru geliyor: “Neden üvendireye karşı tepiyorsun?” Öküz üvendireleri, öküz arabalarında öküzlerin arkasına bağlanan, ucunda sivri çiviler bulunan uzun değneklerdir. Eğer bir öküz, inatçılık yapıp ilerlemek istemezse, arka ayakları bu üvendireye çarpar ve öküzün inatçılığını gösterir. Bir kere üvendireye çarptıktan sonra delirip tekrar tekrar üvendireye vuran öküzün aptallığını bir düşünün. Öküz üvendireye ne kadar çok çarparsa o kadar çok canı acır. Bu da, kafasını hızla duvara çarpan, durduktan sonra ne kadar iyi hissettiğiyle kendini teselli eden bir adamın durumuna benziyor. Ses Saul‟a şöyle diyordu, “Seni aptal öküz! Üvendireye vurmaya devam etmen ne kadar aptalca. Başaramazsın. Boşuna savaşıyorsun. Şimdi teslim olma zamanıdır.” Saul‟un yanıtı basit fakat dolu bir soruydu: “Ey Efendim, sen kimsin?” Saul, kendisini mağlup eden Kişinin kim olduğunu bilmiyordu fakat bildiği bir şey vardı, o da o Kişinin Efendi olduğuydu. Bu olayda, aynı Yakup‟un İsrail olması gibi, Saul da Pavlus oldu. Savaş sona ermişti. Saul Tanrı ile mücadele etmiş ve kaybetmişti. Yeşaya‟da olduğu gibi, burada da Saul, elçilik görevine olan çağrısını almıştı. Saul‟un hayatı ve bununla beraber dünya tarihinin de rotası değişmişti. Pavlus, yenilmekle barış bulmuştu. Pavlus, hikayesini Agrippa‟ya anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam etti: “Bunun için ey Kral Agrippa, bu göksel görüme uymazlık etmedim.” Saul, Mesih‟e karşı savaşında gayret gösterdikçe, bu gayreti gittikçe artıyordu. Asla unutamayacağı biçimde, Tanrı‟nın keskin olan kutsallığının görümünü görmüştü. Saul, bu görüm üzerine düşündü ve yazdığı mektuplarda görümün anlamını yorumladı. Aklanmanın ne demek olduğunu anlamış bir adam oldu. Kutsal savaş onun için sona ermişti, artık kutsal bir barışa giriş yapmıştı. Yazıları aracılığıyla, manastırda bulunan Luther‟in gözlerini açan ve Hıristiyan kilisesine, Tanrı ile kalıcı bir barışta bulunmanın reçetesini yazan bir elçi olmuştu. Kutsal bir Tanrı ile olan mücadelemizin kökü, Tanrı‟nın doğruluğu ile bizim adaletsizliğimizin uyuşmamasına dayanıyor. Tanrı adildir, biz ise adaletsiziz. Bu gerilim, bizde Tanrı‟ya karşı bir korku, düşmanlık ve öfke yaratır. Adil olmayan birisi adil olan bir yargıçla arkadaşlık etmek istemez. Görkemi gözlerimizi kör eden ve adaleti bizi mahkum eden Kişinin huzurundan kaçan kaçaklar haline geliyoruz. Aklanmadığımız sürece veya aklanana kadar O‟nunla savaş halindeyiz. Sadece aklanmış kişi, kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda rahat olabilir. Elçi Pavlus, aklanmanın anında getirdiği yaraları, meyveleri bildiriyor. Romalılar‟a yazdığı mektupta, aklandığımız ve iman sayesinde Mesih‟in doğrulunu giyindiğimiz zaman, neler olduğunu açıklıyor: Böylece imanla aklandığımıza göre, Rabbimiz İsa Mesih sayesinde Tanrı‟yla barışmış oluyoruz. İçinde bulunduğumuz bu lütfa Mesih aracılığıyla, imanla kavuştuk. Ve Tanrı‟nın yüceliğine erişmek ümidiyle övünürüz. (Romalılar 5:1-2) Aklanmamızın ilk meyvesi Tanrı ile barışmaktır. Eskiden Yahudiler için barış, değerli fakat kolay bulunamaz bir şeydi. Günümüzde de, Orta Doğu‟daki karışıklık, tarihin bir tekerrürü gibi. Kenan‟ın fethinden Yeni Antlaşma‟daki Roma işgaline kadar olan zaman diliminde İsrail, sadece birkaç yıl savaşmamıştır. Asya ve Afrika arasında önemli bir köprü oluşturan Filistin bölgesi, sadece ticaret açısından değil aynı zamanda savaş açısından da bir geçit olmuştur. Küçük İsrail, çoğu zaman kendini dünyasal güçlerle rekabet halinde buluyor ve başkaları tarafından, askeri açıdan bir masa tenisi topu gibi kullanıyordu. Yahudiler barış hasreti çekiyordu. Kılıçların saban demirine çevrileceği günün özlemini duyuyorlardı. Barış Prensi‟nin dünyaya gelip bitmeyen düşmanlıkları sona erdireceği dönemi bekliyorlardı. Bir Yahudi için barışmak o kadar önemliydi ki, adeta barış kelimesi bir selam sözcüğü olmuştu. Biz nasıl “merhaba”, “güle güle” diyorsak bir Yahudi de basit bir şekilde Şalom diyordu. Bugün ise, Yahudi dilinin söz dağarcığında sadece şalom sözcüğü, selamlama sözcüğü olarak kalmıştır. Barış sözcüğü, ilk olarak, askeri bir çatışmanın durmasını belirtiyor. Ancak, bu sözcüğün daha derin bir anlamı daha var. Bir Yahudi barış kelimesiyle, iç barışı, ruhun sükunetini, yani sorunlu bir ruhun sona ermesini de düşünüyordu. Bizler de, “zihinsel barış”dan bahsettiğimizde, buna benzer bir kavram elde ediyoruz. 1945 yılının bunaltıcı bir yaz gününde, Chicago sokaklarında stickball oynadığım zamanı hatırlıyorum. O an, tüm dünyam, bir çukurdan diğerine uzanan bir parça yerdi. Benim için önemli olan tek şey, atış sırasının sonunda bana geldiğiydi. Çıkan karışıklık ve etrafımdaki gürültü yüzünden ilk atışımın bölünmesi canımı sıktı. İnsanlar apartman kapılarından dışarıya çıkmış bağırıyor ve tahta kaşıklarla metal tabaklara vuruyordu. Bir an dünyanın sonu geldi zannettim. Ancak bu, kesinlikle benim oyunumun sonuydu. Bu gürültülü karışıklığın arasında, gözlerinden yaşlar boşalarak telaşla bana doğru koşan annemi gördüm. Annem beni kolları arasına aldı, sıktı ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak, “Bitti, bitti, bitti!” dedi. O gün, 1945 yılının Zafer Bayramıydı. Tüm bu olanların ne anlama geldiğini bilmiyordum fakat kesin olan bir şey vardı. Bu da, savaş bitmişti ve babam eve dönüyordu. Artık uzak ülkelerden uçak postası gelmeyecekti. Artık haberlerden, her gün, savaş kayıplarına dair haberler duymayacaktık. Artık pencerelere, üzerinde yıldızlar bulunan ipek kumaşlar asılmayacaktı. Artık demir çorba tabaklarına vurulmayacaktı. Artık tayin belgeleri olmayacaktı. Savaş sona ermişti ve sonunda barış gelmişti. Yaşanılan bu sevinç anı, çocuk beynimde, kalıcı bir etki yarattı. Barışın önemli bir şey olduğunu, kazanıldığı taktirde dizginlenemeyen bir kutlamaya, kaybedildiğinde ise acı bir vicdan azabına neden olduğunu öğrendim. Chicago sokaklarında o gün bende oluşan etki, barışın sonsuza dek bizimle kalacağı idi. Barışın ne kadar kırılgan olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Çok kısa bir süre önce, Gabriel Heater gibi haber spikerleri, Çin‟de bulunan askeri taburlar, Rusya‟daki nükleer tehdit ve Berlin kuşatması hakkında olumsuz haberler veriyordu. Amerika‟nın barışı kısa sürdü, bir kez daha Kore‟deki ve Vietnam‟daki savaşa teslim oldu. Kırılgan. Değişken. Narin. Tüm bunlar, dünyasal barışın olağan halleridir. Barış sözleşmeleri de, aynı kurallar gibi, bozulmak üzere yapılmış gibi görünüyor. Nevil‟de oturan bir milyon sakin, balkonlarından elini uzatarak ve “Barış, bizim zamanınızda sağlandı” diye haykırarak, insanlık tarihinin savaşlardan başka bir şey olmadığını da kanıtlamış oluyorlardı. Barışa çok fazla güvenmemeyi kısa zamanda öğreniyoruz. Savaş, davet edilmediği yere çabucak ve kolay bir şekilde giriyor. Fakat, güvenebileceğimiz kalıcı bir barışın hasretini çekiyoruz. Bu barış, tam olarak Pavlus‟un Romalılar‟a Mektubunda bildirdiği barıştır. Tanrı ile olan kutsal savaşımız bittiğinde, Luther gibi cennetin kapılarından geçtiğimizde, imanla aklandığımızda, savaş sonsuza dek biter. Günahtan arınmamız ve ilahi bağışlamanın beyan edilmesi ile, Tanrı ile sonsuza dek sürecek bir barış antlaşmasına girmiş oluruz. Aklanmamızın ilk meyvesi, Tanrı ile barışmaktır. Bu barış kutsal, kusursuz ve üstün bir barıştır. Ortadan kaldırılamaz bir barıştır. Tanrı, bir barış antlaşması imzaladığı zaman, bunu sonsuza dek imzalamış olur. Savaş sonsuza dek bitmiştir. Tabi ki de günah işlemeye, asiliğe ve Tanrı‟ya karşı düşmanca hareketlerde bulunmaya devam ederiz. Ancak Tanrı bir savaş müttefiği değildir. Asla bizimle savaşmaya itilemez. Baba‟nın yanında bir avukatımız var. Barışımızı koruyan bir aracımız var. Aracımız, barışımız üzerinde hüküm sürer çünkü O, hem Barış Prensi hem de bizim barışımızdır. Artık, “ne mutlu barışı sağlayanlara” başlığı altında bahşedilen Tanrı çocuklarıyız. Günahlarımızla, artık bir askeri komutan değil, bir Baba ilgileniyor. Barışa sahibiz. Mesih tarafından mühürlenen ve güvence altına alınan bu barışa sahibiz. Tanrı ile olan barışımız kırılgan değil, sabittir. Günah işlediğimizde, Tanrı bundan hoşlanmaz ve bizi düzeltmek için harekete geçip, günahımızdan ötürü bizi suçlu bulur. Ancak bize karşı savaş açmaz. Artık, yayını germiş ve öfkesinin okları yüreğimize yöneltilmiş değildir. Antlaşmayı her bozduğumuzda, bize kılıcını göstermez. Aklanmayla gelen barış sadece dışa yönelik değildir. Özlemi duyulan içe yönelik barış da Mesih‟te mevcuttur. Bir keresinde Aziz Augustine şöyle dua etmişti, “Tanrım, bizleri Kendin için yarattın ve yüreklerimiz Sen‟de rahat bulana kadar rahat edemez.” Hepimiz iç rahatsızlığa yakalanmanın ne demek olduğunu biliyoruz. Tanrı‟ya yabancılaşmakla gelen suçluluk ve boşluk hislerinin, başımızın etini nasıl yediğini de biliyoruz. Barış sağlandığında korkunç boşluğumuz doldurulur ve yüreklerimiz yatışır. Yeni Antlaşma, bu barışa “anlayışı aşan barış” adını veriyor. Bu barış, alışılmış dünyasal barışın “dışında”, kutsal bir barıştır. Sadece Mesih‟in verebileceği bir barıştır. Mesih‟in Kendisinde olan bir barıştır. Müjde‟de yazılanlara bakarak, Mesih‟in bu dünyada çok az şeye sahip olduğunu görüyoruz. Mesih‟in bir evi yoktu, başını yaslayacağı bir yer yoktu. Bir mesleği veya şirket hissesi yoktu. Sahip olduğu şeylerden bir tanesi elbisesiydi. Bu değerli giysi de, O‟nu idam edenler tarafından çalınmıştı. Mesih‟in Kendi mirasçılarına hiçbir şey vasiyet etmeden, parasız bir şekilde öldüğü düşünülebilir. Bizler Mesih‟in mirasçılarıyız. İlk bakışta, mirası olmayan mirasçılar gibi görünebiliriz. Ancak Kutsal Kitap açık bir şekilde, Tanrı‟nın, Kendi Krallığını seve seve biricik Oğlu‟na verebileceğini söylüyor. İsa‟ya Babasından miras kaldı ve bu miras da bize geçti. Mesih bize bir gün şu sözleri duyabileceğimize dair söz vermiştir, “Gel Benim bir tanem, dünyanın kuruluşundan önce Babamın senin için hazırladığı krallığı miras al.” Aldığımız tek miras Tanrı‟nın egemenliği değildir. İsa, son dileğinde ve antlaşmasında, mirasçılarına çok özel bir şey bıraktı: Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. (Yuhanna 14:27) İşte Mesih‟in vasiyeti budur: esenlik. Bizim mirasımız O‟nun esenliğidir. Mesih, hediyesini bu dünyanın verdiğinden çok değişik şekilde verir. Ne gizli bir nedene, ne de kötü bir koşula bağlar. Kendi esenliğini bizlere, Kendisinin değil bizim yararımız için verir. Bu hediye, öteki dünyaya uygun bir davranışla, öteki dünyadan verilen bir hediyedir. Sonsuza dek onu korumamız için bizim olmuştur. Barış, aklanmayla birlikte gelen sadece bir tane meyvedir. Bu kutsal barışın yanında bir şey daha var: erişim. Erişim sözcüğü, kutsal bir Tanrı ile güreşmiş birisi için çok önem taşır. Kendi dünyamızda, etrafımızda erişimle ilgili bir çok tabela görürüz. Bir tabelada “ERİŞİM YOK” yazar, diğerinde ise “SINIRLI ERİŞİM” yazar. Tarihte “ERİŞİM YOK” tabelasının asılı olduğu bir yer de Cennetin kapıları idi. Eski Antlaşma‟daki tapınakta bile, sıradan bir insan tarafından Tanrı‟nın tahtının olduğu yere erişim yoktu. Baş kahinin bile bu bölmeye erişimi, yılda bir kere ve çok tedbirli bir şekilde girmesiyle “sınırlıydı.” Kalın bir perde, Kutsalların Kutsalını, tapınağın diğer bölümlerinden ayırıyordu. Oraya girilmesi yasaktı. Sınırlıydı. Aşağı sınıftan bir imanlı için bu bölmeye giriş izni yoktu. İsa öldüğü zaman, yani Adil Olan‟ın adil olmayan için öldüğü an, tapınaktaki perde yırtıldı. Tanrı‟nın huzuru, bizim için erişilebilir oldu. Cennetin kapılarındaki “ERİŞİM YOK” tabelası, Hıristiyanlar için kaldırıldı. Artık, özgürce kutsal topraklara ayak basabiliriz. O‟nun lütfuna, hatta daha fazlası, O‟na erişim iznimiz var. Aklanmış kişilerin artık, “Benden uzak dur, çünkü ben günahkar bir adamım” demesine gerek yok. Artık, kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda rahat olabiliriz. Sorularımızı O‟na götürebiliriz. Tanrı, bizim yakarışlarımızı duyamayacak kadar uzakta değildir. Mesih‟in doğruluğunu giyinenler olarak, O‟nun önüne gelebiliriz. Tekrar ediyorum: Tanrı‟nın huzurunda rahat olabiliriz. Kesinlikle korkuyla, saygı ve tapınma ruhuyla Tanrı‟nın önüne gelmeye devam ediyoruz fakat iyi haber, Tanrı‟nın önüne gelebiliyor olmamızdır: Gökleri aşmış olan büyük başkâhinimiz Tanrı‟nın Oğlu İsa varken, açıkça benimsediğimiz inanca sımsıkı sarılalım. Çünkü zayıflıklarımızda bize yakınlık duyamayan değil, tersine, her alanda bizim gibi sınanmış, yine de günah işlememiş bir başkâhinimiz vardır. Bu nedenle merhamete ermek ve gerektiğinde bize yardım edecek lütfa kavuşmak için Tanrı‟nın lütuf tahtına cesaretle yaklaşalım. (İbraniler 4:14-16) Kutsal Kitap bizi, emin bir şekilde lütuf tahtına yaklaşmaya devam ediyor. Bazı çevirilerde cesaret kelimesi kullanılıyor. Aklanmış kişiler olarak, Tanrı‟ya yaklaşırken cesur olabiliriz. Cesur olmak veya güvende hissetmek, küstah veya ukala olmakla karıştırılmamalıdır. Uzza cesurluğun ötesinde küstahtı. Nadav ve Avihu güvende hissetmeyi abartıp Tanrı‟nın görkemine hakaret ettiler. Tanrı‟nın huzuruna cesaretle ve güven içinde gelmeliyiz. Tanrı‟dan kaçmaya ya da huzuruna girmekte tereddüt etmeye gerek yok. Ancak, O‟nun huzuruna girdiğimiz zaman iki şeyi unutmamalıyız, Tanrı‟nın kim olduğunu ve bizim kim olduğumuzu. Bir Hıristiyan için kutsal savaş sona ermiştir, barış sağlanmıştır. Baba‟ya erişim bizlerindir. Ancak Tanrı‟nın önünde titremeye devam etmeliyiz. Tanrı hala kutsaldır. Bizim titrememiz, korku ve saygıdan kaynaklanan titremedir, bir korkağın veya putperestin hışırdayan yapraktan korkması gibi bir titreme değildir. Luther, bunu şöyle açıklıyordu: “Tanrı korkumuz, bir mahkumun kendisine eziyet edenin önünde duyduğu köle korkusu gibi değil, sevgili Babasını kızdıran bir çocuğun korkusu gibi olmalıdır.” Güven içinde Tanrı‟ya gelebiliriz, cesaretle O‟na yaklaşabiliriz, erişim iznimiz var. Kutsal bir barışa sahibiz. SEKİZİNCİ BÖLÜM KUTSAL OLUN Apolyon ne yaptığına dikkat et; Çünkü ben Kral‟ın yolunda yürüyorum Kutsallık yolunda; Bu yüzden kendine dikkat et. JOHN BUNYAN İlk kiliselerde Hıristiyanlara azizler deniliyordu. O zamandan bu zamana aziz sözcüğü, kelime hazinemizde büyük değişikliklere uğradı. Artık aziz kelimesi akla, süper doğru kişi, ruhsal gücü olan ve sıra dışı bir dindarlığa sahip kişiyi getiriyor. Roma Katolik Kilisesi, bu kelimeyi, ruhsal bay ve bayan kahramanların oluşturduğu özel listeye giren kişiler için kullanıyor. Kutsal Kitap, aziz kelimesini sıradan imanlılar için kullanmaktadır. Yeni Antlaşma‟da Tanrı‟nın halkından olan herkes aziz ismini alıyordu. Kelimenin anlamı, kısaca, “kutsal olan”dır. Yeni Antlaşma‟daki azizler kutsal kişilerdi. Her çeşit günahla uğraşan imanlılar için bu terimin kullanılması garip görünüyor. Pavlus‟un mektuplarını okuduğumuzda, Pavlus‟un insanlara azizler diye hitap etmesi ve sonra da bu insanları, aptallıkları ve günahkar davranışları yüzünden azarlaması dikkatimizi çekiyor. Kutsal Yazılar‟daki azizlere aziz demesinin nedeni, saf oldukları için değil, saflığa ayrıldıkları ve çağrıldıklarından dolayı saf olmalarıdır. Kutsal kelimesi insanlara verildiği zaman, aynı Tanrı‟da olduğu gibi iki anlam taşır. Hatırladığımız gibi, Tanrı‟yı ifade etmek için kutsal kelimesi kullanıldığında, ilk olarak Tanrı‟nın bizden farklı veya ayrılmış olduğunu, ikinci olarak da Tanrı‟nın mutlak saflığını anlıyoruz. Ancak bizler Tanrı değiliz, üstün değiliz, saf hiç değiliz. O zaman nasıl oluyor da, Kutsal Kitap bizi “Kutsal olanlar” diye adlandırabiliyor? Bu soruyu yanıtlamak için Eski Antlaşma‟ya bakmamız gerekiyor. Tanrı, İsrail‟i Mısır‟ın köleliğinden kurtarıp özel bir ulus yaptığında, onları ayırdı. Onları Tanrı‟nın seçilmiş halk diye adlandırdı ve onlara özel bir görev verdi. Onlara “Kutsal olun, çünkü Ben Kutsalım” dedi. İsrail‟in bu özel çağrısı aslında yeni değildi. Bu çağrı, Musa veya İbrahim baba ile başlamamıştı. Kutsallığa çağrı, ilk olarak Adem ve Havva‟ya yapılmıştı. Bu çağrı, insan soyunun asıl göreviydi. Bizler Tanrı‟nın suretinde yaratıldık. Tanrı‟nın suretinde olmak demek, diğer varlıkların arasında Tanrı‟nın kişiliğini yansıtmak ve onlara ayna tutmak üzere yaratılmış olmak demektir. Bizler, tüm dünyayı Tanrı‟nın kutsallığıyla aydınlatmak için yaratıldık. Bu, insanın asıl amacı, varoluşunun asıl nedenidir. Presbyterian kiliselerinde, çocukların eğitiminde Westminister ilmihali‟nden yararlanıyorlar. İlmihalin ilk sorusu şudur: “İnsanın başlıca amacı nedir?” Soruda, her insanın taşıdığı birincil sorumluluğun ne olduğu soruluyor. İlmihalde sorunun yanıtı şöyle yer alıyor: “İnsanın başlıca amacı Tanrı‟yı yüceltmek ve sonsuza dek Tanrı‟dan zevk almaktır.” Ben çocukken bu soru karşısında zor anlar yaşamıştım. Sorunun yanıtının iki kısmını tam olarak bir araya getiremiyordum. Tanrı‟yı yücelterek nasıl zevk alınabileceğini anlayamıyordum. Tanrı‟yı yüceltmenin, O‟nun kutsal yasasına itaat etme gibi şeyleri içerdiğini düşünüyordum. Bu da bana çok eğlenceli gelmiyordu. Tanrı‟nın kurallarına itaat etmek ile benim zevklerim arasında zıtlık olduğunu biliyordum. Gerçekten anlamasam da, saygı ile benden beklenen cevabı ezbere söylüyordum. Tanrı‟yı, sevincin önündeki bir engel olarak görüyordum. Başlıca amacım olarak Tanrı‟nın yüceliği için yaşamak, düşündüğüm bir şey değildi. Sanırım bu konuda Adem ve Havva‟nın da küçük bir sorunu vardı. Gençliğimdeki bir büyük sorun da, mutluluk ile zevk arasındaki farkı tam olarak anlayamamamdı. Adam olmaya başladıktan sonra tüm çocukça şeyleri bir kenara bıraktım demeyi çok isterdim. Maalesef, durum böyle değil. Yetişkin yaşamıma sarılmaya devam eden çocukça şeyler var. Hala daha, mutluluk ile zevk arasındaki farkla mücadele ediyorum. Fark beynimdeydi fakat henüz damarlarımda dolaşan kana geçmedi. Hayatımda pek çok günah işledim. Hiçbir günahım da beni hiç mutlu etmedi. Hiçbiri hayatıma bir gram dahi mutluluk getirmedi. Öte yandan günah, hayatımda mutsuzluğu bereketledi. Televizyonlarda veya dergi röportajlarında, dünyaya bir daha gelseler yine aynı hayatı yaşamak istediklerini söyleyen ünlü kişilere şaşıp kalıyorum. Böyle bir akılsızlık, beni hayrete düşürüyor. Yeniden yapabilme fırsatımın olmasını isteyebileceğim pek çok şey var. Şimdi bile, ikinci şansımda da aynı akılsızlığı yapma olasılığım var ama yine de şansımı denemek isterdim. Günahlarım bana mutsuzluk getirmedi. Ancak günahlarım, bana zevk verdi. Zevkten hoşlanırım. Zevk ilgimi fazlasıyla çekmeye devam ediyor. Zevk, büyük bir eğlence olabilir. Tüm zevkler günah değildir. Doğrulukta bulunmak daha büyük zevk verir. Ancak yine bir fark var. Günah zevkli olabilir fakat asla mutluluk getirmez. Artık madem tüm bunları anlıyorum, o zaman neden hep günaha ayartılıyorum? Mutluluk ile zevk arasındaki farkı bilen kişinin, mutluluğu, zevk ile takas etmeye devam etmesi aptalca görünüyor. Bir kişinin, kendisinden mutluluğunu çalacağını bildiği şeyi yapması son derece aptalcadır. Ancak yapıyoruz. Günahın gizemi, sadece kötü ve yıkıcı olması değil, aynı zamanda büsbütün aptalca olmasıdır. Yıllarca sigara içtim. Kaç kişi olduğunu tam olarak saymadım, fakat tahminimce yüzlerce kişi, dikkatimi, sigara içmemin benim için iyi bir şey olmadığı gerçeğine çekmeye çalıştı. Sadece bana, olacakları hatırlatıyor, Amerika‟daki her sigara içenin bildiği şeyleri söylüyorlardı. Hıristiyan olmadan önce sigara içmenin bana zarar verdiğini biliyordum. Sağlık Bakanlığının,sigara paketinin üzerine uyarısını koyduğunu biliyordum. İçtiğim ilk sigaradan itibaren bunu biliyordum. Yine de sigara içmeye devam ettim. Halis delilik. İşte günah budur. Hiç, beyniniz size yanlış olduğunu söylediği halde, yapmaya devam ettiğiniz bir şey oldu mu? Eğer hayır diyorsanız, ya yalan söylüyorsunuz, ya kendinizi kandırıyorsunuz, ya da dünyanın kurtarıcısı olmaya hak kazanmışsınızdır. Hepimiz bu tuzağa düşüyoruz. Yapmamız gerekeni bildiğimiz şeyler yerine, yapmak istediğimiz şeyleri yapıyoruz. Şüphesiz biz de Pavlus gibi yakarıyoruz “Ben ne zavallı bir adamım, beni bu ölümlü bedenden kim kurtaracak?” Sorunumuz, kutsal olmaya çağrılmamız ve kutsal olmadığımızdır. Aynı soru tekrar karşımıza çıkıyor, eğer kutsal değilsek neden Kutsal Kitap bizlere “azizler” diyor? Kutsal Kitap‟ın bizlere “kutsal olanlar” diye adlandırmasının iki sebebi var: İlk olarak, bizler kutsalız çünkü Tanrı için kutsal kılındık. Ayrıldık. “Değişik” bir yaşama çağrıldık. Hıristiyan hayatı, uyum göstermeyen bir hayattır. Bu uyumsuzluk düşüncesi Romalılar‟da açıklanıyor: Bunun için ey kardeşler, Tanrı‟nın merhameti uğruna size yalvarırım: kendinizi Tanrı‟ya diri, kutsal ve O‟nu hoşnut eden bir kurban olarak sunun. Ruhsal tapınmanız budur. Bu çağın gidişine uymayın; Tanrı‟nın iyi, beğenilir ve yetkin isteğinin ne olduğunu ayırt edebilmek için düşüncenizin yenilenmesiyle değişin. (Romalılar 12:1-2) Eski Antlaşma‟da tapınma, Tanrı‟ya sunulan kurban sunularıyla birlikte sunağın etrafında yoğunlaşıyordu. Kurban edilen hayvanların ve çeşitli tahıl ürünlerinin çoğu, günah sunusunu oluşturuyordu. Hayvan kurbanlarının, tek başına günahın borcunu ödemeye güçleri yoktu. Bu kurbanlar, çarmıhta kurban edilecek tek büyük kurbanı işaret eden simgeydiler. Mükemmel Kuzu boğazlandıktan sonra, kurban sunuları sona erdi. Hıristiyan kiliselerinin artık, böyle hayvan kurban etmesine gerek yok çünkü bu tür kurbanlara ihtiyacı yok. Artık hayvan kurbanı sunmak, Mesih‟in sunduğu kurbanın mükemmelliğine leke sürer. Hayvanların kurban edildiği günler bittiği için, birçok kişi Tanrı‟ya sunulan kurbanların Tanrı‟nın midesini bulandırdığını söylüyor. Bu gerçekten doğru değildir. İşte elçi Pavlus bizleri, yeni bir tür kurbana, bedenlerimizi diri kurbanlar olarak sunmaya çağırıyor. Tanrı‟ya tahılımızı ya da hayvanlarımızı değil, kendimizi vermeliyiz. Bu yeni kurban bir kefaret için değildir. Bir günah sunusu da değildir. Tanrı‟ya bedenlerimizi kurban etmek, bir şükran sunusudur. Pavlus‟un bunun için sözcüğünün ardından, bu sunudan bahsediliyor. Kutsal Yazılar‟ın bir metninde, bunun için sözcüğünü gördüğümüz zaman, anında, bir sonuçla karşılaşacağımıza dair tetikte bekleriz. Bunun için sözcüğü, kendisinden önce söylenenler ile varılmak üzere olan sonucu birbirine bağlar. Romalılar‟ın 12. bölümündeki “bunun için” sözcüğü, Pavlus‟un daha önceki bölümlerde, Mesih‟in bizim yerimize yaptığı kurtarma işini detaylı bir şekilde anlatırken ortaya koyduklarına geri götürüyor. Bizi, Mesih‟in işinden çıkarabileceğimiz tek doğru sonuca götürüyor. Mesih‟in bizim yerimize elde ettiği görkemli aklanmanın ışığında, varabileceğimiz tek mantıklı sonuç, bizlerin yürürken, nefes alırken tamamen diri kurbanlar olarak kendimizi Tanrı‟ya vermemiz gerektiğidir. Diri bir kurban neye benzer? Pavlus ilk olarak uymama terimiyle bunu tanımlıyor. “Bu çağın gidişine uymayın.” İşte bu nokta, birçok Hıristiyan‟ın yoldan saptığı noktadır. Bu dünyaya uymayanlar olmamız gerektiği gayet açıktır. Ancak tam olarak ne tür bir uymamazlık istendiğini anlamak zordur. Uymamazlık güç bir sorundur ve kolayca yüzeysel bir duruma indirgenebilir. Uymama sorununun, Hıristiyanlar tarafından çok basit seviyede ele alınması bir faciadır. Bu dünyaya uymayan birisi olmanın en basit yolu, kültürümüzde ne moda ise, ona zıt olanı yapmaktır. Eğer kısa saç moda ise, uymayan birisi saç uzatır. Eğer sinemaya gitmek rağbette ise, Hıristiyanlar, “dünyasal” diye kabul ettikleri sinemalardan uzak dururlar. Bunun en uç örneği ise, oldukça dünyasal diye, elbise düğmesi kullanmayı veya elektrik kullanmayı reddeden mezheplerde görülebilir. Bu dünyaya uymamanın yüzeysel şekli, tipik bir ferisi tuzağıdır. Tanrı‟nın Egemenliği, düğmeler, sinemalar veya danslarla ilgili değildir. Tanrı‟nın endişesi, ne içtiğimiz ya da ne yediğimize odaklanmamıştır. Bu dünyaya uymama çağrısı, dışa yönelik uygulamaların ötesinde olan, daha derin bir doğruluk seviyesine çağrıdır. Eğer inanca bağlılık, sadece dışa yönelik uygulamalar ile tanımlanırsa, Pavlus‟un öğretişindeki tüm önem kaybolmuş olur. Bir yolunu bulup, İsa‟nın, insanı kirleten şeyin ağızdan giren değil çıkan şey olduğunu bildiren sözlerini duyduğumuzu hepimiz inkar ediyoruz. Hala daha, Tanrı‟nın Egemenliğini yeme içme sorunu yapmak istiyoruz. Neden bu tür çarpıklıklar, Hıristiyan çevrelerde yayılmış durumda? Verebileceğim tek yanıt, bunun sebebinin günah olduğudur. İnancımıza olan bağlılığımızın belirtileri, inanca saygısızlığımızın kanıtı olabilir. Önemsiz şeylere önem verirsek ve değersiz olanı orantısız bir şekilde şişirirsek, Ferisileri taklit etmiş oluruz. Dans etmeyi ve sinemaya gitmeyi, ruhsallık sınavı olarak kabul edersek, gerçek olanın yerine ucuz bir manevi değeri geçirme suçunu işlemiş oluruz. Bizler bu tür şeyleri, doğruluğun daha derin meselelerini gizlemek için yaparız. Bir kimse dans etmekten ya da sinemaya gitmekten uzak durabilir. Bunlar, büyük bir manevi yüreklilik gerektirmezler. Zor olan ise dili denetlemek, doğrulukla hareket etmek ve Ruh‟un meyvelerini sergilemektir. Hayatım boyunca, göz dikmek konusu üzerine bir tek vaaz dinlemedim. Viski‟nin kötü yanları üzerine pek çok vaaz dinledim fakat göz dikmenin kötü yanları üzerine hiç vaaz dinlemedim. Garip. Emin olun, Kutsal Kitap, sarhoşluğun günah olduğunu bildiriyor fakat asla önem açısından ilk 10‟a sokmuyor. Göz dikme yasağı, On Emir‟den bir tanesidir! Gerçekten dünyaya uyum sağlamayan kişi, göz dikmeyi, dedikoduyu, iftira etmeyi, nefret etmeyi ve kötülük beslemeyi bırakan, Ruh‟un meyvelerini vermeye başlayan kişidir. İsa, akıllarını dışa yönelik sorunlarla meşgul ettikleri için Ferisileri azarlamıştı: “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa‟nın daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden esas bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayırır, ama deveyi yutarsınız!” (Matta 23:23-24) İsa, din bilginlerini ve Ferisileri, ağır sorunları ihmal edip küçük sorunlar üzerinde fazla durdukları için azarladı. İsa bu konuyu ya/veya sorunu olarak değil, hem/ve sorunu olarak görüyordu. Ondalıkların verilmesi gerekiyordu fakat adalet, merhamet ve bağlılık konularına gösterilecek büyük ilginin yerine geçmemeliydi. Ferisiler, dışa yönelik, harici, görünen dindarlığa önem veriyor fakat daha yüce ruhsal konulara önem vermiyordu. Bir kimse, bu dünyaya uyum sağlamamak olsun diye bu dünyaya uyum sağlamayan bir kişi olabilir. Tekrar vurgulamak istiyorum ki, bu ucuz bir dindarlıktır. Asıl çağrımız, uyum sağlamamanın ötesinde değişmektir. İngilizce‟de conform (uyum sağlama) ile transform (değişme) kelimelerinin aynı köke, form (biçim) köküne sahip olmaları dikkatimizi çekiyor. Bu iki kelime arasındaki tek fark ön ekleridir. Con ön eki, “ile” anlamına gelir. O zaman “to conform” (uyum sağlamak), “yapılar veya biçimler ile” anlamına gelmektedir. Amerikan kültürüne göre, bir conformist (uyum sağlayan), “ile birlikte” olan kişidir. Bir nononformist (uyum sağlamayan) ise “dışında kalan” kişi olarak kabul edilebilir. Eğer bir Hıristiyan‟ın hedefi “dışında kalmak” ise, korkarım hepimiz bunu başarıyoruz. Trans ön eki ise “öbür tarafında” veya “ötesinde” anlamına geliyor. “To be transformed” (değiştirilmek) dediğimizde, bu dünyanın yapılarının ve biçimlerinin üzerine çıkmayı kastetmiş oluyoruz. Bizler, bu dünyanın yönlendirişini takip etmemeliyiz, bu yönlendirilişten ayrılıp onun üzerine, daha yüksekteki bir çağrıya ve biçime yükselmeliyiz. Bu çağrı, “onsuzluk” şapşallığına değil, üstün bir mükemmelliğe çağrıdır. Kendisini diri bir kurban olarak sunan ve tapınmasını da bu şekilde yapan bir Hıristiyan, yüksek ölçüde terbiyeye sahip birisidir. Doğruluğun yüzeysel biçimiyle hoşnut olmaz. Bir “aziz”, Tanrı‟nın egemenliğini özenle takip etmeye çağrılmıştır. Ruhsal anlayışında derinleşmeye çağrılmıştır. Pavlus‟un, değişmiş bir yaşam için altını çizdiği ana yöntem “düşüncede yenilenmek”ten geçiyor. Bu da, ne az ne de fazla eğitim demek oluyor. Ciddi bir eğitim. Derin bir eğitim. Tanrı‟ya ait olan şeyler üzerinde, terbiye eden bir eğitim. Bu eğitim, Tanrı Sözü‟nün hakimiyetini gerektirir. Bizler, düşüncelerinin değişmesiyle yaşamları değişen kişiler olmalıyız. Gerçek değişim, Tanrı, insan ve dünya kavramları üzerinde yeni bir anlayış kazanmakla gelir. En sonunda, Mesih‟in görüntüsüne benzer olacağız. İsa gibi olmalıyız, fakat ölümsüzlüğü kazanabiliriz anlamında değil. Bizler tanrısal insanlar değiliz. Ancak insan varlığımız, İsa‟nın mükemmel insani varlığını yansıtmalı ve buna ayna tutulmalıdır. Büyük bir buyruk! İsa‟ya benzer olmak için, öncelikle İsa gibi düşünmeye başlamalıyız. “Mesih‟in aklına” ihtiyacımız var. O‟nun değer verdiği şeylere değer vermemiz, hor gördüğü şeyleri hor görmemiz gerekiyor. O‟nun öncelik tanıdığı şeylere biz de öncelik tanımalıyız. O‟nun önemli gördüğü şeyleri biz de önemli olarak görmeliyiz. Bunlar, Tanrı Sözü‟nün hakimiyeti olmadan olmaz. Ruhsal büyümenin anahtarı, ciddi bir seviyede kurban edilmeyi gerektiren, derin bir Hıristiyan eğitimidir. Aldığımız mükemmellik çağrısı budur. Bizlerin dışında kalan dünya gibi olmamalı, yüzeysel bir Tanrı anlayışıyla yaşamlarımızı sürdürmeye yetinmemeliyiz. Ruhsal sütle memnun olmayıp ruhsal et yemeye özlem duyma konusunda büyümeliyiz. Aziz olmak demek, ayrılmış olmak demektir. Elbette, bundan daha fazlası da demektir. Bir aziz, hayati bir işlem olan kutsal kılınma işlemi içinde olan birisi olmalıdır. Günbegün kutsallığın ardından daha fazla giderek temizlenmeliyiz. Aklanmışsak, kutsal da kılınmalıyız. Bir seferinde bir üniversite sınıfına teoloji dersi veriyordum. Bir öğrenciye döndüm ve bir soru sordum. Öğrencinin verdiği yanıt, sınıfı kahkahaya boğdu. Öğrencinin komik yanıtının alay konusu olmuştum. “Sorunuzun yanıtı bilmiyorum, fakat eminim ki bunun için Latince bir deyiminiz vardır!” demişti. Öğrencilerim, Latin deyimlerle öğretişleri açıklama zevkimle dalga geçmeyi seviyorlar. Bazen Latince deyimler kullanmam gerekiyor. Ağızdan çıkarken kulağa oldukça hoş ve anlamlı geliyorlar. Bu Latince deyimlerden en azından bir tanesini bile kullanmadan bir kitap bile yazamam. İşte bir tane geliyor: Bu kitap için kullanacağım Latince deyimimi, Martin Luther‟den ödünç aldım. Luther bu deyimi, aklanmış günahkarların durumuna dikkat çekmek için kullanıyordu. Simul Justus et peccator. Enfes bir deyim! En sevdiğim deyimlerden biri. Şimdi yapmamız gereken, bu deyimin ne anlama geldiğini düşünmek. Kelime kelime bakalım: Simul - bu Latince kelimenin anlamı “aynı anda ve bir seferde”dir. Justus - doğru anlamına gelir ve adalet kelimesiyle aynı köke sahiptir. Et - babaannem bu kelimenin, yemek fiilinin geçmiş zamanı olduğunu öğretmişti! Aslında et, “ve” anlamına gelen Latince bir kelimedir. Julius Sezar‟ın hançerlendiğinde söylediği son sözleri hatırlıyoruz. Pompey büstünün dibinde yere düşmeden önce Brütüs‟e bakıp acı içinde, “Et tu, Brute?” (Sen de mi Brütüs?) diye haykırmıştı. Peccator - günahkar anlamına gelen bir Latince kelimedir. Öyleyse hepsini bir araya getirelim ve ne bulduğumuza bir bakalım: Simul Justıs et peccator - “aynı anda hem doğru hem günahkar”. İşte aziz kişi budur, aynı anda hem doğru hem de günahkar olan kişidir. Bir azizin günahkarlığının devam ettiği gayet açıktır. O zaman bir aziz nasıl doğru olabilir? Bir aziz, doğru kişidir çünkü aklanmıştır. Kendisi veya kendi başına, doğru bir kişi değildir. Mesih‟in doğruluğu aracılığıyla Tanrı‟nın gözünde doğru kılınmıştır. İşte imanla aklanma denilen şey budur. Kendi kurtuluşumuz için Mesih‟e ve sadece Mesih‟e güvenirsek, Tanrı da hesabımıza, İsa‟nın tüm doğruluğunu havale eder. O‟na inandığımızda O‟nun doğruluğu bizim doğruluğumuz olur. Bu yasal bir işlemdir. Doğruluk havalesi, gerçek bir mülk takasının olmadığı bir hesap havalesi gibidir. Tanrı, ben günahkar olmaya devam ederken hesabıma İsa‟nın doğruluğunu yatırır. Tüm bunlar kulağa, bir düzenbazlık gibi, Tanrı yasal oyunlar oynuyormuş gibi geliyor. Bizler, kendimiz ve kendi başımıza doğru olmadığımız halde, Tanrı bizi doğru sayıyor. İşte müjde budur! İşte iyi haber budur, adil ve kutsal olan bir Tanrı‟nın yargı tahtının önünde, mükemmel bir doğruluk hesabına sahip olabiliriz. İmanla bizlere geçen doğruluk, Mesih‟in doğruluğudur. Bu, ne bir düzenbazlık ne de bir oyundur. İşlem gerçektir. Tanrı‟nın bildirisi ciddidir. Mesih‟in doğruluğu geçekten de hesabımıza yatırılır. Tanrı bizi doğru görüyor, çünkü İsa‟nın doğruluğuyla örtündük ve bu doğruluğu giyindik. Bu, sadece İsa‟nın ölerek günahlarımızın cezasını ödemiş olması değildir. O‟nun yaşamı da ölümü kadar bizim için önemlidir. Sadece günahlarımız, borçlarımız ve kusurlarımız, Mesih tarafından alınmadı, aynı zamanda O‟nun itaatkarlığı, serveti ve değeri de bizlere verildi. Doğru olmayan bir kişinin, doğru ve kutsal bir Tanrı‟nın huzurunda durabilmesinin tek yolu budur. Doğruluğun aktarılması kavramı çok tehlikelidir. Çok kolay karıştırılabilir ve ciddi bir şekilde kötüye kullanılabilir. Bazıları, bir kişi eğer Mesih‟e inanıyorsa, o zaman yaşamının değişip değişmemesi hakkında hiç endişe etmemesi gerektiğini düşünüyor. İmanla aklanma, günah işlemeye bir izin olarak görülebilir. Eğer Mesih‟in doğruluğuna sahipsek, neden o zaman günahkar hayatlarımızın değişmesi için endişe ediyoruz? İyi işlerimiz bizi cennete götüremiyorsa, neden hep kaygı duyuyoruz? Bu tür sorular asla, gerçekten aklanmış kişilerin ağızlarından çıkmaz. Luther cesaretle, sadece imanla aklanma öğretişini beyan ettiğinde, şöyle dedi, “Aklanma sadece imanla olur fakat sade bir imanla değil.” Yakup da bunu daha önceleri değişik bir yolla söylemişti. “Eylemsiz iman ölüdür.” Gerçek bir iman, ya da kurtaran iman, Luther‟in fides viva (Pardon yine yaptım), “yaşayan iman” diye adlandırdığı imandır. Bu iman, anında tövbe ve doğruluk meyveleri veren bir imandır. Eğer birisi imanı olduğunu söylüyorsa ve imanı eylemsiz ise, bu durum, kişinin imanının gerçek olmadığının açık bir kanıtıdır. Gerçek iman, her zaman, Mesih‟e gerçek bir uyum sağlar. Eğer bir kişi aklanırsa, kesinlikle, bunu kutsal kılınma takip eder. Kutsal kılınmanın olmaması, aklanmanın asla olmadığı anlamına gelir. İman ettiğimiz an, anında aklanırız. Tanrı bizi doğru kılmadan önce, bizden iyi işler beklemez. Tanrı bizi doğru kıldığı sırada, bizler günahkarızdır. Bir günahkarın, paklaşması için ne kadar zaman gerekir? Sorunun yanıtı hiçtir. Aklanmamız ile kutsal kılınmamızın başlaması arasında zaman farkı yoktur. Ancak aklanmamız ile kutsal kılınmamızın tamamlanması arasında büyük bir zaman aralığı vardır. Luther bunu açıklamak için basit bir benzetme kullanıyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir hastanın durumunu tarif ediyordu. Doktor, adamı kesinlikle iyilileştirecek ilaca sahip olduğunu söyler. Doktor, hastaya, ilacı aldığı an iyi olacağını söyler. O an hasta, hala hastadır ancak ilaç hastanın ağzından geçip vücuduna girdiğinde hasta iyileşmeye başlar. Aklanmamız da böyle olur. Gerçekten inanmaya başladığımızda, o an iyileşmeye başlarız; kutsal ve pak olma işlemi devam etmektedir ve ilerde tamamlanacağı kesindir. Bir Hıristiyan‟ın büyüme hedefi, doğrulukta başarılı olmaktır. Bugün Hıristiyan dünyasında böyle bir ifade, kulağa radikal gelebilir. Hıristiyanlar, doğruluk üzerinde çok zor konuşurlar. Kelime neredeyse bir küfür haline gelmiştir. Doğruluk kelimesine yakın, bir başka kelime kullanmak tercih ediliyor. Bir öğrencinin, bir kilise üyesinin ya da başka birinin bana gelip de, “Nasıl doğru olabilirim?” diye sorduğunu hiç görmedim. Birçok kişi, ahlaklı, manevi, ruhsal veya dindar olma konusunda bana bir şeyler söylemiştir. Ancak kimse doğru olmak hakkında konuşmak istemiyor gibi görünüyor. Belki de bunun nedeni, kendi başımıza doğru olmanın bir günah olduğunu düşünmemizdir. Doğru kelimesi, birazcık Ferisiliğe ait gibi geliyor. Doğru olmak hakkında konuşmak yerine, ruhsal olmak hakkında konuşmak, kulağa daha ruhsal geliyor. Ruhsal olmanın tek bir gerçek amacı vardır. Ruhsal olmak amaç değil, araçtır. Tüm ruhsal uygulamaların amacı, doğruluğu hedeflemelidir. Tanrı, bizi kutsal olmaya çağırdı. Mesih, Hıristiyan yaşamının öncelik sırasını belirledi: “Siz öncelikle, O‟nun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size tüm bunlar verilecektir.” Hedef, doğruluktur. Doğruluğun ardından gitme konusunda ilerleyip ilerlemediğimizi nasıl bilebiliriz? Kutsal olma çağrımızda gerçekten ilerleme kaydedip kaydetmediğimizi nasıl bilebiliriz? Kutsal Kitap bu sorulara ışık tutuyor. Doğru kişi, meyveleriyle tanınır. Doğru kişi, Kutsal Ruh‟un kutsal kılan gücüyle o kişide ve o kişi üzerinde çalışmasıyla kutsal kılınmış bir kişidir. Kutsal Ruh, kutsallığın ne olduğunu bilir. Kutsal Ruh, adını sadece Kutsal olduğu için değil, bizlerde kutsallık sergilemek üzere çalıştığı için de almıştır. Doğruluğun meyveleri, Kutsal Ruh aracılığıyla bizlerde gelişen meyvelerdir. Eğer kutsal olmak istiyorsak, eğer doğruluğa gerçekten acıkmışsak, o zaman tüm dikkatimizi Kutsal Ruh‟un Meyvelerine vermeliyiz. Kutsal Ruh‟un meyvelerinin, günahkar doğamızın meyveleriyle tamamen zıt olduğu belirtilmektedir: Benliğin işleri açıktır. Bunlar cinsel ahlaksızlık, pislik, sefahat, putperestlik, büyücülük, düşmanlık, çekişme, kıskançlık, öfke, bencil tutkular, ayrılıklar, bölünmeler, çekememezlik, sarhoşluk, çılgınca eğlenceler ve benzeri şeylerdir. Sizi daha önce uyardığım gibi yine uyarıyorum, böyle davrananlar Tanrı'nın Egemenliğini miras alamayacaklar. (Galatyalılar 5:19-21) Bu bölümde Pavlus, Tanrı‟nın Egemenliği‟ne dair İsa‟nın daha önce yaptığı uyarıyı tekrar ediyor. Yukarıda bahsedilen şekillerde tanımlı yaşamlara sahip insanlar, Tanrı‟nın Egemenliği‟ni miras alamayacaklar. Bu, her işlediğimiz günahın, cennete gitme hakkını kaybetmemize neden olduğu anlamına gelmiyor. Pavlus, ismi geçen günahlarla sürekli ve istikrarlı bir biçimde nitelenen bir yaşam tarzından bahsediyor. Burada, hem içe, hem dışa yönelik günahlardan bahsedilmesi dikkatimizi çekiyor. Hem bedenin işlediği hem de yüreğin işlediği günahlar ele alınıyor. Sıralanan bu günahlar, büyük ve bağışlanamaz günahlar olarak tanımlanabilir. Yeni Antlaşma, günahların derecesini kabul ediyor. Bazı günahlar diğerlerinden daha kötüdür. Bu önemli nokta, Hıristiyanlar tarafından çoğunlukla görmezden gelinir. Protestanlar, özellikle günahın dereceleri veya mertebeleri kavramı ile mücadele ederler. Bu, kısmen, Roma Katolik fikri olan, ölümcül ve bağışlanabilir olmak üzere iki tür günah vardır fikrine bir tepkidir. Roma, bazı günahlara “ölümcül” diyor çünkü bu günahlar o kadar ciddidir ki ruhumuzdaki lütfu öldürür. Daha küçük günahlar “bağışlanabilir” diye adlandırıyorlar, bu günahlar ise kurtaran lütfu yok edemiyorlar. Bizler, günahın günah olduğunu ve hiçbir günahın bir diğerinden daha büyük olmadığını düşünmeye yöneliyoruz. İsa‟nın Dağdaki Konuşmasında, bir kadına şehvetle bakmanın, bir zina suçu olduğu konusundaki öğretişini düşünüyoruz. Kutsal Kitap‟ın, yasanın bir noktasında karşı günah işlediğimizde tüm yasaya karşı günah işlemiş olduğumuzu öğrettiğini biliyoruz. Bu iki öğretiş, günahın dereceleri konusunda kolayca kafamızı karıştırabilir. İsa, bir kadına şehvetle bakmanın zina ile ilgili yasayı bozduğunu söylerken, şehvetle bakmanın, tamamen zina etmek kadar kötü olduğunu söylüyor veya vurguluyor değildi. O‟nun işaret ettiği şey, zina ile ilgili yasanın içeriğinin, gerçekten zina etmekten daha fazlasını yasakladığı idi. Buyruğun geniş bir uygulama alanı vardır. Ferisiler, gerçek anlamda zina etmedikleri için bu buyruğun karşısında günahsız olduklarını düşünüyorlardı. Gerçek anlamda adam öldürmekten kaçınmakla, öldürmeyi yasaklayan yasayı yerine getirdiklerini zannediyorlardı. Öldürmeyi yasaklayan yasanın geniş anlamı üzerinde, haksız öfkenin ve nefretin de yer aldığını göremiyorlardı. İsa, nefretin başka birisinin yaşamına karşı günah işlemek olduğunu öğretti. Nefret, insanları bozar. Gerçekten adam öldürmek kadar ciddi olmasa da, yine de bir günahtır. İşlenen en küçük günah, tüm yasaya karşı bir günahtır. Yasa, bizler için kutsallık ölçüsüdür. Bu ölçüye karşı işlediğimiz en küçük günahta bile, kutsallık çağrısını bozmuş oluruz. Tekrar söylüyorum, bu, her bir günahın bir diğer günahla aynı derecede kötü olduğu anlamına gelmez. İsa tekrar tekrar, suçları diğerlerine oranla daha büyük olan kişilerin, cehennemdeki cezalarının derecesinden bahsetti. Günahın dereceleri düşüncesini aklımızda tutmamız önemlidir, çünkü bu sayede günah ile büyük günah arasındaki farkı anlarız. Tekrarlıyorum tüm günahlarımızın bağışlanması gerekir. Tüm günahlarımız, Tanrı‟ya karşı ihanetimizin göstergesidir. “Büyük” günahlarımız için olduğu kadar “küçük” günahlarımız için de bir Kurtarıcı‟ya ihtiyacımız var. Ancak bazı günahlar diğerlerine göre daha önemlidir ve küçük günahları büyütmek gibi bir ferisi tuzağına düşmemek için bu önemli günahların ne olduklarını belirlememiz gerekir. Toplumumuzdaki fazla kilo sorununa verilen önemi düşünün. Amerika‟da her sene, diyet için milyonlarca dolar harcanıyor. Kilomuzu denetim altında tutmak için, bazı harika sebepler var. Obezliğin büyük bir sağlık sorunu olduğunu biliyoruz. Oburluğun da günah olduğunu biliyoruz. Kutsal Ruh‟un tapınağını yiyeceklerle doldurmaya ve genişletmeye eğilim gösteriyoruz. Ulusça, kozmetik ürünlerine gösterdiğimiz ilgi kadar, sağlığımız veya oburluğumuz için zayıflığa ilgi göstermiyoruz. Hoş görünmek için zayıflamak istiyoruz. Bunda bir yanlışlık yok. Ancak zayıflık, kutsallık için bulabileceğimiz en üstün değer değildir. İnsanlar beni, aşırı kilosundan ötürü incitmez. İnsanlar bana iftirada bulundukları zaman beni incitirler. İftira sorununu denetlemek için çok az para harcıyoruz. Belki de bazı şeyleri denetlemek, kilo sorunumu denetlemekten daha zordur. Bazıları iştahını denetleme sorunuyla baş edebilir. Hiç kimse dilini denetleme sorunuyla baş edemez. Şimdiye kadar tanıdıklarınız arasında Tanrı‟ya en yakın gördüğümüz kişileri düşünün. Bu kişiler kilolarını, sizde hayranlık uyandıran Tanrı‟ya bağlılıklarına ne kadar dahil ediyorlar? Acımasız bir dile sahip kaç kişiyi, Tanrı adamı olarak gördünüz? Ruh‟un meyveleri, benliğin işlerinin tamamen karşısında durmaktadır. Ruh‟un meyveleri, Tanrı‟ya bağlı kişilerde gördüğümüz erdemlerdir. Pavlus‟un bahsettiği meyvelere bakın: Ruh‟un meyvesi ise sevgi, sevinç, esenlik, sabır, şefkat, iyilik, bağlılık, yumuşak huyluluk ve özdenetimdir. (Galatyalılar 5:22) Bunlar, kişinin kutsallıkta büyüdüğünün işaretidir. Bu erdemleri ekip biçmeye çağrıldık. Ruh‟un meyvelerini vermek için, Ruh‟un meyvelerini uygulamalıyız. Kutsal Ruh, meyveleri verme konusunda bize yardım etmeye çalışır fakat bu meyveleri vermek için tüm gücümüzle gayret etmeye çağrıldık. Pavlus, Ruh‟un meyveleri diye verdiği listeyle bizlere, kutsal kılınmanın bir reçetesini veriyor. Hepimiz on adımda bir şeyler öğrenmeyi seviyoruz. Kutsal olmak için kolay diye bir şey olmaz. Ancak Kutsal Kitap, kutsallığın nasıl olması gerektiğini bilmemiz konusunda bize kolaylık sağlıyor. Ruh‟un Meyveleri, işte odaklanmamız gereken yer budur. Pavlus bunu, bizim için basit hale indiriyor. Pavlus, Ruh‟un Meyvelerinden oluşan bu erdemler listesine şu sözlerle devam ediyor: Bu tür nitelikleri yasaklayan yasa yoktur. Mesih İsa‟ya ait olanlar, doğal benliği, tutku ve arzularıyla birlikte çarmıha germişlerdir. Ruh sayesinde yaşıyorsak, Ruh‟un izinde yürüyelim. Boş yere övünen, birbirlerine meydan okuyan, birbirlerini kıskanan kişiler olmayalım. (Galatyalılar 5:23-26) DOKUNZUNCU BÖLÜM ÖFKELİ GÜNAHKARLARIN ELLERİNDEKİ TANRI Cehennem sözünü duyan dünyasal insanların hemen hemen hepsi, oradan kurtulacağını düşünerek kendisiyle gurur duyar. JONATHAN EDWARDS Amerika‟da vaaz edilen en ünlü vaaz, belki de Jonathan Edwards‟ın “Öfkeli Tanrı‟nın Elindeki Günahkarlar” adlı vaazıdır. Vaaz sadece, birçok kez vaaz kataloglarında basılmakla kalmadı, aynı zamanda eski Amerikan edebiyatının antolojilerinde de yer aldı. Vaazda, yüreği değişmemiş kişinin cehennem tehdidi altındaki tehlikeli durumu o kadar korkunç bir şekilde betimlenmiştir ki, bazı çağdaş analizciler bunu son derece zalimane bulunmaktadır. Edwards‟ın vaazı, ilahi öfkenin kızgınlığını ve cehennemdeki günahkarların amansız cezasının dehşetini anlatan, şekilsel ifadelerle doludur. Bu tür vaazlar, günümüzde modası geçmiş olarak görülüyor ve pek tat vermediği, eskiden öğretilen teolojiye dayandığı düşünülüyor. Tanrı‟nın tövbe etmeyen yüreklere yönlendirdiği kızgın öfkesini ele alan vaazlar, yerel kilisenin çağdaş toplantı havasına pek uymuyor. Gotik kemerler, boyalı camlar, ruhu kedere sokan vaazlar kalmamış artık. Ait olduğumuz nesil, kendi başına düzelmeye önem veren ve günahı hoşgörüyle karşılayan, iyimser bir nesildir. Düşüncelerimiz şu noktaya kayıyor: Eğer bir Tanrı varsa, kesinlikle kutsal değildir. Şayet eğer kutsal ise, adil değildir. Aynı anda kutsal ve adil olsa bile, korkmamıza gerek yoktur çünkü O‟nun sevgisi ve merhameti, Kendi kutsal adaletini çiğneyecektir. Eğer Tanrı‟nın kutsal ve adil kişiliğine katlanabilirsek, bir konuda rahat olabiliriz: Tanrı öfke sahibi olamaz. Eğer bir beş dakika ciddiyetle düşünürsek, hatamızı göreceğiz. Eğer Tanrı daima kutsal ise, eğer Tanrı‟nın karakterinde bir gram adalet varsa, eğer gerçekten de Tanrı, Tanrı olarak varsa, o zaman bize kızmasın da ne yapsın? O‟nun kutsallığına saldırıda bulunuyoruz, adaletine hakaret ediyoruz, lütfunu hafife alıyoruz. Tüm bunların Tanrı‟yı hoşnut etmesi oldukça zor. Edwards, Tanrı‟nın kutsallığının doğasını anlamıştı. Kutsal olmayan bir insanın böyle bir Tanrı‟dan korkmak için birçok nedeni olduğunu anlamıştı. Edwards‟ın, ürkütücü bir teolojiyi aklamaya ihtiyacı yoktu. Edwards‟ı yiyip bitiren ihtiyacı, bu teolojiyi canla, başla, ikna edici bir şekilde ve kuvvetle paylaşmaktı. İnsanları korkutmak gibi zalimce bir zevkle değil fakat acımasızca paylaştı. Tanrı‟nın öfkesiyle karşılaşmanın getirdiği korkunç sonuçlar hakkında uyarılarda bulunacak kadar topluluğunu seviyordu. Topluluğundaki kişileri, bir suç yolculuğuna çıkartmayı değil, eğer yürekleri değişmezse başlarına gelecek tehlikeden onları haberdar etmeyi istiyordu. atalım: Edwards‟ın vaazının tadına bakmak için, vaazın küçük bir bölümüne göz Sizi cehennem çukurunun üzerinde tutan Tanrı, sanki elinde örümcek veya iğrenç bir böcek varmış gibi sizden iğreniyor ve sizi izliyor. Size olan öfkesi, alev alev yanıyor. Sizi değersiz ve ateşe atılmayı hak edenler olarak görüyor. O‟nun gözleri saftır ancak sizi görmeye tahammül ediyor. Sizler O‟nun gözünde, en iğrenç zehirli yılandan on bin kat daha mide bulandırıcısınız. Asi bir inatçının efendisine yaptığından daha fazla saldırıyı siz Tanrı‟ya yaptınız. Buna rağmen sizi ateşe düşmemeniz için tutan O‟nun elinden başka bir şey değildir. Dün akşam cehenneme gönderilmemiş olmanızı, gözlerinizi kapatarak uykuya dalıp ve bu sabah gözlerinizi tekrar bu dünyada açmış olmanızı hiçbir sebebe bağlamayın. Sabah uyanana kadar neden cehenneme atılmamış olmanıza, Tanrı‟nın elinin sizi tuttuğundan başka bir sebep gösterilemez. Tanrı‟nın evinde oturup da günahkar huyunuzla görkemli tapınmaya devam ederek Tanrı‟nın saf ve temiz gözlerini sinirlendirmenize rağmen, hala daha cehenneme gitmemenizin başka bir nedeni yoktur. Evet, birçok kez cehenneme atılmamanızın başka hiçbir açıklaması yoktur. Sen günahkar! İçinde bulunduğun korkunç tehlikeyi düşün: Sen ve senin gideceğin gibi, cehenneme gitmiş olanlara karşı öfkelenmiş ve kızmış olan Tanrı‟nın elinde olduğunu ve tam altında büyük bir öfke kazanı, geniş ve dipsiz, öfke aleviyle dolu bir çukur durduğunu düşün. İnce bir ipin ucuna asılı duruyorsun. İlahi öfkenin alevleri parlıyor ve tuttuğun ipi yavaş yavaş yakmaya hazır. Sen ise herhangi bir Aracıya, kendini kurtarabileceğin bir şeye, öfke alevlerinden seni uzak tutacak bir şeye, kendine ait hiçbir şeye, bugüne kadar yaptıklarının hiçbirine, yapabileceklerinin hiçbirine ve Tanrı‟nın senin canına kıymamasına merak duymuyorsun. Bu noktada bir düşün. Vaazın gidişatı acımasızca. Edwards‟ın vuruşları, topluluğundaki vicdan azabına kapılan yüreklere birer birer iniyor. Günahkarları bulundukları tehlikeden uyarmak için, Kutsal Kitap‟taki şekilsel anlatımı kullanıyor. Edwards, günahkarlara, kaygan zeminlerde yürüdüklerini ve kendi ağırlıklarından ötürü her an düşebilme tehlikesi yaşadıklarını anlatıyor. Onlara, her an kırılabilecek olan çürümüş kalaslardan yapılmış tahta bir köprüyle, cehennem çukuru üzerinden geçtiklerini söylüyor. Hastalık gibi olan ve gün ışığında görünmeden uçan oklardan bahsediyor. Tanrı‟nın yayının gerili olduğu ve öfkesinin oklarının günahkarların yüreğine doğru yönelttiğini söyleyerek günahkarları uyarıyor. Tanrı‟nın öfkesini, barajın kapaklarına karşı ilerleyen bir su birikintisi olarak tanımlıyor. Eğer baraj yıkılırsa, günahkarlar seller altında kalacak. Edwards kendisini dinleyenlere, cehennem ile aralarında boşluktan başka bir şey olmadığını hatırlatıyor: Sizin kötülüğünüz sizi kurşun gibi ağırlaştırıyor ve büyük bir ağırlık ve basınçla sizi aşağıya yani cehenneme doğru eğiyor. Eğer Tanrı gitmenize izin verse, anında batar ve tez biçimde dipsiz uçuruma batırılıp alçaltılırsınız. Ve artık sizin sağlıklı yapınız, kendinize gösterdiğiniz özen ve tedbirler, kurduğunuz düzen ve doğruluğunuz, sizi ayağa kaldırmada ve cehennemden çıkarmada, bir örümcek ağının yuvarlanan kayayı durdurabilmesinden daha az etkili olur. Vaazın uygulama kısmında Edwards, Tanrı‟nın öfkesinin doğasına ve ciddiyetine büyük önem veriyor. Düşüncesinin merkezinde, kutsal bir Tanrı‟nın öfkeli bir Tanrı da olması gerektiği yatıyor. Tanrı‟nın öfkesinde bakmaya dayanamayacağımız bazı ana noktaları sıralıyor. 1. Bu öfke kime ait? Edwars‟ın paylaştığı öfke sınırsız bir Tanrı‟nın öfkesidir. Edwards, konusu gereği, Tanrı‟nın öfkesi ile insanın veya kralın öfkesini kıyaslıyor. İnsanın öfkesi biter. Bir son noktası vardır. Sınırlıdır. Tanrı‟nın öfkesi sonsuza dek sürebilir. 2. Tanrı‟nın öfkesi şiddetlidir. Kutsal Kitap birçok kez Tanrı‟nın öfkesini, şiddetin bir üzüm cenderesine benzetiyor. Cehennemde ne merhamet ne de saf insaf vardır. Tanrı‟nın öfkesi, sadece bir rahatsızlık veya ılımlı bir hoşnutsuzluk değildir. Tanrı‟nın öfkesi, tövbe etmeyene karşı duyulan, yakıp yok eden bir öfkedir. 3. Tanrı‟nın öfkesi ebedidir. Cehennemdekilere yöneltilen Tanrı öfkesinin sonu yoktur. Arkadaşımız diye onlara merhamet gösterseydik, cehennem çukuruna atılacak her bir günahkarı düşündüğümüzde hüngür hüngür ağlamamız gerekirdi. Lanetlilerin yakarışlarını beş saniye bile duymaya dayanamazdık. Tanrı‟nın öfkesiyle bir anlığına bile karşılaşmaya dayanamayız. Bunun sonsuza dek olmasını düşünmek daha korkunçtur. Bu tür vaazlarla uyanmak istemiyoruz. Mutlu bir şekilde uyumayı, sakin bir uyku ile dinlenmeyi arzuluyoruz. Bizi bekleyen facia ise şudur, Kutsal Yazılar‟ın açık uyarılarına ve İsa‟nın bu konudaki ciddi öğretişine rağmen, günahkarların ileride cezalandırılacak olmalarına saygı duyarak Siyon dağında huzur içinde olmaya devam ediyoruz. Eğer Tanrı‟ya inanıyorsak, Tanrı‟nın kızgın öfkesinin bir gün döküleceği gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Edwards bunu şöyle belirtiyor: Cehennem sözünü duyan dünyasal insanların hemen hemen hepsi, oradan kurtulacağını düşünerek kendisiyle gurur duyar; kendi güvencesi için kendisine güvenir; yaptıklarına, yapıyor olduklarına ve yapmayı tasarladıklarına bakıp kendisiyle övünür. Herkes, kafasındaki sorunları ortaya serer ve gelecekte olan lanetten nasıl kaçabileceğini düşünür; kendisi için kurduğu düzenin iyi olduğunu ve aldığı tedbirlerin başarılı olacağını düşünerek kendisiyle övünür. Edwards‟ın vaazına nasıl tepki veriyoruz? Korku duygumuzu mu kışkırtıyor? Bizi sinirlendiriyor mu? Kendimizi, cehennem ve ebedi ceza hakkındaki fikirleri küçümsemekten başka bir şey yapmayan bir insan topluluğu olarak mı görüyoruz? Tanrı‟nın öfkesini, ilkel veya ağza alınmaz bir kavram olarak mı düşünüyoruz? Cehennem kavramı bize hakaret mi geliyor? Eğer öyleyse, tapındığımız Tanrı, kutsal bir Tanrı değildir: o zaman, aslında tapındığımız kişi Tanrı bile olmaz. Eğer Tanrı‟nın adaletini hor görüyorsak, Hıristiyan değilizdir. Her bir parçası, Edwards‟ın şekilsel yolla anlattığı gibi tehlikeli olan bir durum içerisindeyiz. Eğer Tanrı‟nın öfkesinden nefret ediyorsak, bunun nedeni, Tanrı‟nın Kendisinden nefret etmemizdir. Bu ithamlar karşısında, ateşli bir şekilde itiraz edebiliriz fakat bu ateşimiz, sadece, Tanrı‟ya olan düşmanlığımızı kanıtlar. Bastıra bastıra, “Hayır, nefret ettiğim kişi Tanrı değil Edwards‟tır. Tanrı bana karşı, tamamen tatlıdır. Benim Tanrım, sevgi Tanrısıdır.” diyebiliriz. Ancak öfkesi olmayan bir sevgi Tanrısı, Tanrı değildir. Böyle bir Tanrı, taşlardan oyduğumuz putlara benzer. Jonathan Edwards, “Öfkeli Tanrı‟nın Elindeki Günahkarlar” adlı vaazının devamı niteliğinde bir başka ünlü vaazını verdi. Vaazın adını, “Doğası İtibarıyla Tanrı‟nın Düşmanı Olan İnsanlar” koydu. Eğer Edwards‟ın bu vaazının adını değiştirmeye cüret edebilseydim, şöyle değiştirirdim, Öfkeli Günahkarların Elindeki Tanrı. Eğer yüreğimiz değişmemişse, kesin olan bir şey vardır: Tanrı‟dan nefret ederiz. Kutsal Kitap‟ın bu konudaki görüşü kesindir. Bizler, Tanrı‟nın düşmanlarıyız. Yüreğimizde, Tanrı‟nın son yıkımına küfrediyoruz. Tanrı‟dan nefret etmek, bize, yağmurun yeryüzüne çiselemesi kadar doğal geliyor. Oysa rahatsızlığımız saldırıya dönüşebilir. Bu yazdıklarımı yürekten reddediyoruz. Günahkar olduğumuzu kabul etmeye istekliyiz. Kim istekli değil ki? Tanrı‟yı gereğinden daha az sevdiğimizi kolayca kabul ediyoruz. Ancak hangi birimiz Tanrı‟dan nefret ettiğini itiraf ediyor? Romalılar 5.Bölüm şunu açıkça öğretiyor: “Çünkü eğer biz Tanrı'nın düşmanlarıyken Oğlunun ölümü sayesinde O'nunla barıştıksa...” Yeni Antlaşma‟nın ana fikri, barıştırma temasıdır. Birbirlerini sevenleri barıştırmaya gerek yoktur. Tanrı‟nın bize olan sevgisi şaibeli değildir. Şüphe gölgesi bizim üzerimizde asılıdır. Soru işareti olan, bizim Tanrı‟ya olan sevgimizdir. İnsanın doğal aklı, Kutsal Kitap‟ın “dünyasal akıl” diye adlandırdığı insan aklı, Tanrı‟ya düşmandır. Tanrı‟ya olan düşmanlığımızı, O‟na olan saygımızın azlığı ile gösteririz. Tanrı‟nın, tüm bağlılığımıza layık olmadığını düşünürüz. O‟nun hakkında derin derin düşünmekten zevk almayız. Bir Hıristiyan için bile tapınma, çoğu zaman zor ve dua da ağır bir yük gibi gelir. Doğal eğilimimiz, Tanrı‟nın huzurundan olabildiğince kaçmak oluyor. Tanrı‟nın Sözü, bir basketbol topu gibi, aklımıza çarpıp geri dönüyor. Doğamız itibarıyla, Tanrı‟ya karşı sergilediğimiz tavır, sadece bir tür ilgisizlik değildir. Bir çeşit hainliktir. Tanrı‟nın hakimiyetine karşı koyuyor ve bizi yönetmesini kabul etmiyoruz. Dünyasal yüreklerimiz Tanrı‟ya duyulan sevgiden yoksundur. Tanrı‟nın kutsallığına soğuk ve donukturlar. Doğamızdan ötürü, Tanrı sevgisi bizlerde yoktur. Edwards‟ın da belirttiği gibi, doğal olan insanın, Tanrı‟yı bir düşman olarak gördüğünü söylemek yeterli değildir. Bu konuda daha titiz olmalıyız. Tanrı, bizim ölümcül düşmanımızdır. Günahkar arzularımızın karşısında en büyük tehlikedir. Bizden büyük ölçüde iğrendiği kesindir. Ne filozofların veya teologların yorumlarının ne de insanların ikna çabaları, bizleri Tanrı‟yı sevmeye özendirir. Bizler, Tanrı‟nın varlığını hor görüyor ve evreni Tanrı‟nın kutsal huzurundan kurtarmak için elimizden geleni yapıyoruz. Eğer Tanrı yaşamını bizim ellerimize bıraksaydı, bir an bile güvende olmazdı. O‟na aldırmaz, O‟nu yok ederdik. Bu itham, Tanrı‟nın Mesih‟te göründüğünde meydana gelenleri anlatan kayıtları bir kez daha incelemediğimiz sürece, abartılmış ve önemsiz gibi görünüyor. Mesih sadece öldürülmedi. Kindar insanların elinde can verdi. Kalabalıklar O‟nun kanının dökülmesi için bağırdı. Sadece öldürülmesi yetmiyordu, ölümünün yanında hor görülmesi ve küçümsenmesi gerekiyordu. Mesih‟in tanrısal varlığının çarmıhta ölmediğini biliyoruz. Ölüme giden, Mesih‟in insan tarafıydı. Eğer Tanrı, tanrısal varlığını idama terk etmiş olsaydı; eğer Tanrı, tanrısal özünün infazcıların çivileriyle yaralanmasına izin vermiş olsaydı, o zaman Mesih hala ölü olurdu ve Tanrı cennette olmazdı. Eğer kılıç Tanrı‟nın ruhuna işlemiş olsaydı, o zaman esas devrim gerçekleşmiş olurdu ve artık kral, insan olurdu. Ancak bizler Hıristiyanlarız. Tanrı‟nın sevgilileriyiz. Tanrı ile barıştırıldık. Ruh‟ta doğduk ve Tanrı sevgisi yüreğimizden dışarıya taşmaktadır. Artık düşman değil dostuz. Tüm bunlar, bir Hıristiyan için geçerlidir. Fakat dikkat etmeliyiz, yüreğimizin değişmesiyle insani yaratılışımız ortadan kaldırılmadı. Günaha düşmüş doğamızın her gün uğraşmamız gereken izleri varlığını sürdürüyor. Ruhumuzda, Tanrı‟dan zevk almayan bir bölge, ikamet etmeye devam ediyor. Bu bölgenin püsküllü kenarlarını, devam eden günahlarımızda görüyor, uyuşuk tapınmamızda gözlemliyoruz. Hatta bazen, bu bölge kendisini, inandığımız teolojide de göstermektedir. Tarih boyunca, Hıristiyan kiliseler arasında kendilerini kabul ettirmek için yarışan sadece üç büyük teoloji çeşidi olduğu söyleniyor. Bunların adları, Pelagianizm, Semi-Pelagianizm (Yarı-Pelagianizm) ve Augustuanizm‟dir. Pelagianizm, doğaüstü olaylara izin vermeyen doğa-bilimsel bir inançtır. Bu inanç günümüzde liberalizm olarak biliniyor. Semi-Pelaginizm, bugün Arminianizm olarak varlığını sürdürüyor. Augustinianizm‟e ise günümüzde Kalvinizm veya Reform Teolojisi deniliyor. Hem Semi-Pelagianizm, hem de Augustiniaizm, iman eden Hıristiyanlar arasında konuşulup tartışılan düşüncelerdir. Pelagianizm, Hıristiyan bir görüş değildir. Pelagianizm, Hıristiyanlık başlığı altında değil, Hristiyanlığın karşısındadır. Temel bir inançsızlık teolojisidir. Birçok kilisenin boğazına yapışmış olması, Tanrı‟ya düşman olan insan gücünün doğal bir göstergesidir. Bir Pelagian ya da liberal için doğaüstü bir olay yoktur. Onlar için Kutsal Yazılar‟da hiç mucize yoktur, Mesih‟in tanrılığı yoktur, İsa‟nın kefareti, dirilmesi, göğe alınması ve geri gelişi diye bir şey yoktur. Kısacası, bu görüşte Kutsal Kitap‟a değin bir Hıristiyanlık yoktur. Dindarlık maskesi giyinmiş halis putperestliktir. Peki ya Semi-Pelagianizm? Açıkça, Mesih‟in tanrılığı, ödediği kefaretin, dirilişin ve diğer şeylerin kesinliğini kabul eden Hıristiyan bir görüştür. SemiPelagianizm, evangelical (müjdeci) Hıristiyanlar arasında önemli bir yere sahiptir ve muhtemelen bu kitabı okuyan insanların büyük çoğunluğunun sahip olduğu teolojidir. Ancak ben, Semi-Pelaginizm‟in tüm doğruluğuyla birlikte, doğal eğilimlerimiz ile uzlaşma yapan bir teoloji sergilediğine inanıyorum. Bu görüşün Tanrı anlayışında göze batan bir eksiklik var. Tanrı‟nın kutsallığını saygıyla selamlamasına ve yüksek sesle Tanrı‟nın egemenliğine inandığını beyan etmesine rağmen, insanın Tanrı‟ya tek başına yönelebileceği ve yeniden doğmak için “karar” verebileceği hayalleriyle kendini avutuyor. Günaha düşmüş ve Tanrı‟nın düşmanı olan bir kişinin, günahkar yüreğinin değişmeden Tanrı‟yla barışmaya razı olabileceğini ileri sürüyor. Bu görüş, yeniden doğmadan, Mesih‟in görünmez dediği egemenliği gören ve yeniden doğmadan girilmez dediği bu egemenliğe giren kişilere sahip. Bugün evangelicallarda, günah ve suçları içinde ölü olan ve yeniden doğmayı seçme aracılığyla gelen yaşama kavuşmaya çalışan, yüreği değişmemiş günahkarlar var. Mesih, ölü insanların hiçbir seçim yapamayacağını, benliğin yarar getirmediğini ve kişinin Tanrı‟nın egemenliğini görmeden ve bu egemenliğe girmesine izin verilmeden önce Ruh‟ta doğması gerektiğini açık bir şekilde dile getirdi. Çağdaş evangelicalizmin hatası Tanrı‟nın kutsallığını anlayamamasıdır. Eğer bu nokta kavranmış olsaydı, artık Mesih‟in ölümlü düşmanlarının kendi güçleriyle İsa‟ya gelebileceği gibi şeylerden bahsedilmezdi. Sağlam bir teoloji, merkezinde lütuf olan teolojidir. Tanrı‟nın kişiliğini anladığımızda, Tanrı‟nın kutsallığından bir şeyler öğrendiğimizde, günahlarımızın ve çaresizliğimizin radikal doğasını anlamaya başlarız. Çaresiz günahkarlar, ancak lütufla kurtulabilir. Gücümüz tek başına bir hiçtir; merhametli bir Tanrı‟nın yardımı olmadan ruhsal açıdan güçsüzüzdür. Dikkatimizi Tanrı‟nın öfkesine ve adaletine yöneltmek hoşumuza gitmeyebilir ancak, Tanrı‟nın varlığının bu yönlerine yönelmediğimiz sürece, lütuf ile bizler için yazılmış olanlara asla değer vermeyiz. Edwads‟ın, Tanrı‟nın elindeki günahkarlar konulu vaazı dahi, cehennemin alevlerini vurgulamak için tasarlanmamıştır. Yankılanan vurgu, sadece alev çukuruna değil aynı zamanda bizleri tutan ve bu çukurdan kurtaran Tanrı‟nın ellerine de yönlendiriyor. Tanrı‟nın elleri, lütufkar ellerdir. Tek başlarına, bizleri kesin olan yıkımdan kurtarabilecek güçtedir. Kutsal bir Tanrı‟yı nasıl sevebiliriz? Bu önemli soruya verebileceğim en basit cevap, sevemeyeceğimizdir. Kutsal bir Tanrı‟yı sevmek manevi gücümüzün ötesindedir. Günahkar doğamızla sevebileceğimiz tek Tanrı türü, kutsal olmayan bir Tanrı, kendi ellerimizle yaptığımız bir puttur. Tanrı‟nın Ruh‟unda doğmadığımız, Tanrı kutsal sevgisini yüreklerimize dökmediği ve yüreklerimizi değiştirmek için lütfunu bize vermediği sürece, Tanrı‟yı sevemeyiz. Ruhlarımızı yenilemek için ilk adımı atan Kişi, Tanrı‟ydı. Tanrı olmadan, doğrulukla ilgili hiçbir şey yapamayız. Tanrı olmadan, sonsuza dek Tanrı‟nın kutsallığından uzaklaşmaya mahkum ediliriz. Tanrı‟yı sadece O bizi sevdiği için sevebiliriz. Kutsal bir Tanrı‟yı sevmek için gerekli olan şey, sertleşen yüreklerimizi işleyebilecek ve can çekişen ruhlarımızı uyandırabilecek bir lütuftur. Eğer Mesih‟te isek, uyanmışızdır. Ruhsal ölümden dirilip ruhsal yaşama geçtik. Ancak hala daha, gözlerimizden “uyku” damlıyor ve bazen zombi gibi etrafta dolaşıyoruz. Tanrı‟ya yaklaşmanın kesin korkusunu taşıyoruz. Tanrı‟nın kutsal dağının eteklerinde titremeye devam ediyoruz. Ancak, Tanrı bilgisinde büyüdüğümüz sürece, Tanrı‟nın saflığına karşı derin bir sevgi ve O‟nun lütfuna daha derinden bağlanma anlayışı kazanırız. Tanrı‟nın, tapınışımıza tamamen layık olduğunu öğreniriz. Tanrı‟ya karşı büyüyen sevgimizin meyveleri, O‟nun adına olan saygımızın artışıdır. Artık Tanrı‟yı seviyoruz çünkü O‟nun sevecenliğini görüyoruz. Artık Tanrı‟ya tapınıyoruz çünkü O‟nun görkemini görüyoruz. Artık Tanrı‟ya itaat ediyoruz çünkü O‟nun Kutsal Ruh‟u bizimle birliktedir. Tanrı kutsal, kutsal, kutsaldır...