Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193 Ramazan ATA1 BİR

advertisement
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
Ramazan ATA1
BİR İSLAM BİLİM TARİHİ DENEMESİ
Özet
Bilim insanlığın en önemli değerlerinden birisidir. İslam Tarihine baktığımız
zaman bilimin gelişmesine büyük önem verdiğini görürüz. Hz. Muhammed ilme,
bilime, eğitim ve öğretime büyük önem vermiştir. Çünkü her şeyden önce Allah
tarafından Ona indirilen ilk emir “Oku” emridir. Dolayısıyla kendisine ve
ümmetine Allah’ın ilk emri okuması, öğrenmesi, kendini ve rabbini tanımasıdır.
Kur’an-ı Kerim’de ayrıca bununla ilgili birçok başka emirler vardır. Bu ilk
emirlerden dolayı İslam medeniyeti tarih boyunca cahiliyeti ortadan kaldırıp
eğitimi merkeze alan okuma ve öğrenme medeniyeti olmuştur. Bu medeniyet
yaklaşık XV. Asra kadar dünyaya doğudan ve batıdan önemli katkılarda
bulunmuştur.
XVI. Asırda Rönesans ve Reform hareketleri ile ilahi kökenlerinden koparılan
Batı din ve biliminin asıl ayarlarına döndürülmesi zamanı gelmiştir hatta
geçmektedir. Gerçeklik ile farklı ilişkiler kurarak günümüze gelen bilim tarihte hiç
olmadığı biçimde insanlığın kaderine hükmeder hale gelmiştir. Bilginin eşyaya
uyarlanması ile ortaya çıkan teknoloji kelebek etkisi şeklinde dünyanın en ücra
köşelerine kadar girmiştir. Bilim ve teknolojinin insan ve tabiatta yarattığı etkiler
içinden çıkılamaz problemler üretme başlamıştır. Teknolojik üretim dünyamızda
bilinen, bilinmeyen veya sonradan ortaya çıkan birçok tehlikeli sonuçlar
doğurmaktadır. Bilim artık insanlığın sonunu getirme kapasitesine ulaşmıştır.
Gerek kirlilik manasında, gerek küresel ısınma manasında, gerek nükleer enerji ve
silah manasında olsun bilim insanlığı felakete yaklaştırmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İslam, Bilim, İlim, Eğitim, Öğretim.
1
Yrd. Doç.Dr., Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı,
[email protected]
Ramazan Ata
A STUDY OF ISLAMIC SCIENCE HISTORY
Abstract
Science is one of the most important virtues of human being. When we looked at
history of Islam it can be easily noticed that Islam value on evolving of science.
The Holy Prophet Muhammed gave great importance to knowledge, science,
education and training. Because the first divine inspiration was “READ”. That is
why to him and to his followers the first commandments were read, learn and be
aware of themselves and their God. Besides in Quran there are a lot of
commandments in this regard. Because of these first commandments Civilization
of Islam have been a civilization throughout the history that has given importance
to study and learning. This civilization had made important contribution directly or
indirectly to the whole world or The West until XV century.
In XVI century it was highly time to make the Western science and religion turn
back its original settings after Reformism and Renaissance movements that
deprived from their religious orientations. Science that has various relations with
reality has become the most influential on human beings’ fate unlike any period in
the history. The technology which came into existence with the application of
knowledge to the material has reached to the far ends of the world like butterfly
effect. The effect on human and nature created by science and technology has
reached such a complicated degree resulting insoluble problems. Technological
production has been bringing a lot of dangerous issues which are known or not or
possibly coming out. Science has reached to a potential to be able to end the
mankind. Both in terms of pollution and global warming or with the nuclear energy
and nuclear weapons science make people closer to a disastrous end.
Key Words: Islam, Science, Knowledge, Education and Teaching.
GİRİŞ
İnsanın yaratılışı ve görevi ilahi kitaplar ve bilim adamları tarafından değişik boyutları
ile geniş biçimde açıklanmış ve diğer canlılardan temel farkının düşünmesi olduğu ifade
edilmiştir. Uygarlık tarihine bütün insanlar değişik biçimde katkıda bulunmuşlardır. Bugünkü
dünya yalnız Batı medeniyetinden ibaret olmadığı gibi, Batı medeniyeti ve bilim tarihi yalnız
başına bütün insanlığı temsil edemez. Medeniyetin oluşumunda Batılılar kadar Doğuluların ve
diğer insanların da katkıları vardır. Fakat bu katkı Batı tarafından takdir edilmemekte hatta yok
sayılmaktadır.
Günümüzde işlenen Bilim Tarihi’ne baktığımız zaman taraflılık dikkat çekmektedir. İlk
çağlardaki Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri ile başlatılan Bilim Tarihi çalışmalarında,
Yunan ve Roma’ya aslan payı verildikten sonra yaklaşık bin yıllık İslam dönemi es geçilerek
Rönesans dönemine oradan da Modern döneme geçilmektedir.2 Bu tarz Bilim Tarihi insanlara
öylesine hâkim olmuştur ki, Batı medeniyeti dışındaki insanlar dahi bunu eleştirmeye cesaret
edememektedir. Buna diğer insanların cesaret edememesi anlaşılabilir ama Avrupa’nın en yakın
komşusu hatta 20. asra kadar ortağı olan ve 17. asra kadar bu medeniyetin temelinde harcı olan
Müslümanların sessizliği anlaşılamaz. Bu tür Bilim Tarihi araştırmacılarına göre, yedinci asır ile
2
Federico Mayor-Augusto Forti, Bilim ve İktidar, Çev., Mehmet Küçük, Ankara, 1997, s. 13-37.
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
178
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
onbeşinci asır arasındaki Müslüman bilim adamlarının rolü, Sigrid Hunke ve Ahmet Kabaklı
hocanın deyimi ile “postacı” mesabesindedir. Yani onlar yazdıkları binlerce eser ile sadece
ilkçağda yazılan Yunanca eserlerin Batı’ya aktarılmasını sağlamışlardır.3 Türkiye’de Bilim
Felsefesi’nin en önemli temsilcisi olan ve muhafazakâr çevreden telakki edebileceğimiz Hilmi
Ziya Ülken bile yaklaşık 250 sayfalık “Bilim Felsefesi” isimli kitabında Müslümanların bilime
katkısından neredeyse hiç bahsetmemiştir.4
Birçok uzmanın kabul ettiğine göre Doğu medeniyeti maneviyatçı, Batı medeniyeti ise
maddiyatçıdır. Doğu medeniyeti dediğimiz zaman İslam, Afrika, Çin ve Hint medeniyetlerini
kastediyoruz. Batı medeniyeti dediğimiz zaman Avrupa, Amerika ve onun ortağı olanları
kastediyoruz. Burada incelenmesi gereken içe dönük maneviyatçı ve ruhçu özellikler taşıyan
Doğulu özellikler ile dışa dönük Batı düşüncesidir. Asya düşüncesi esas itibariyle kurtuluşa
odaklanmış mistik ve aydınlanmacı bir öze sahipken, Batı düşüncesi dışa dönük ilerlemeci,
aydınlatmacı ve rasyonel bir öze sahiptir. Bundan dolayı mistik düşünce Doğulu, felsefi
düşünce ise Batılıdır. Doğu’da bildiğimiz Batılı manada bir felsefe yoktur dense yanlış olmaz.
Felsefi düşüncenin ilk temelleri Ege’nin doğu kıyılarında yani Asya’nın en batı noktasında
atılmış olabilir ama gelişimini bir Batılı gibi sürdürmüş ve temel özelliklerinin çoğunu
Avrupa’dan almıştır.
Batı düşüncesi son derece zengindir. Sürekli ilerleme düşüncesine dayandığı için durup
dinlenmeksizin yeni düşünceler üretmek zorunda hisseder kendisini. Aristocu evren
düşüncesinden Newton’cu düşünceye ve ondan Einstein’cı ve oradan da günümüzdeki Quantum
düşüncesine bu sürekli ilerleme ideali sayesinde ulaşmıştır. Bu düşüncenin modern dönemdeki
temelini mutlak ruh düşüncesi ile Hegel atmıştır. Hegel’in ideale doğru ilerleme düşüncesi
Batı’nın sürekli ilerleme düşüncesine yeni bir ivme kazandırmış ve onu her alanda sürekli
hareket, artma, olgunlaşma, araştırma, mücadele, deşeleme, hükmetme, dikkat, çalışkanlık ve
merak içine sürüklemiştir.5
Buna en açık örnek Everest bölgesinde yaşayan insanlarla oraya tırmanmak için sürekli
gelen batılılardır. Everest bölgesinde yaşayan Doğulu insanlar için oraya tırmanmak hiçbir
zaman birincil bir amaç değildir. Ama bir Batılı için durum bunun tam tersinedir. Doğulu bu
yüksek dağa bakarak mistik düşüncelere dalıp manevi arınmaya ve yükselişe dalarken, Batılı
dağa tırmanmayı düşünce ve merak itibariyle birincil amaç olarak görür. Bu düşünce yapısını en
güzel açıklayan bir İngiliz dağcısını sözleridir. Bir İngiliz dağcısına neden Everest’in tepesine
çıkmak istediğini sorduklarında “Çünkü orada duruyor” cevabı vermiştir.6 Doğulular binlerce
yıldır yanı başında durdukları tepeye tırmanmayı sadece yanlarında bulunuyor olmasından
dolayı gereksiz bir sıkıntı olarak görürken, batılılar dünyada bulunan hiçbir yerin veya
maddenin bilgileri dışında kalmasını dünyayı keşfetmeye adanmış mücadeleci ruhlarına
yedirememektedirler. Bu mücadeleci irade peşinden güç istemini getirdiği için; istilalar,
hükmetmeler ve sömürmeler hemen bunun peşinden gelmiştir.
Batı düşüncesi sürekli ilerleme düşüncesini Hegel ile tarih alanında biçimlendirirken,
Darwin ile biyoloji alanına uyarlamış, sosyalizm ve kapitalizm biçiminde ise ekonomiyle
3
Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, İstanbul, 1972, s. 14.
Hilmi Ziya Ülken, Bilim Felsefesi, İstanbul, 1969, s. 1-250.
5
Daryuş Şayegan, Batı Karşısında Asya, Çev., Derya Örs, İstanbul, 2005, 217-220.
6
Şayegan, Asya, s.218.
4
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
179
Ramazan Ata
bütünleştirmiştir. Bu düşünce biçimlerinin hepsinin kökenleri Batı düşüncesi dediğimiz yapıdır;
Yunan Felsefesi, Roma Hukuku ve Rönesans’la içi boşaltılıp sekülerleştirilmiş Hıristiyan
inancıdır.7 Örneğin kendisini Marksist olarak niteleyen birisi, Marks’ın Hegel’den doğduğunu,
Hegel’in Kant’ın varisi, Kant’ın Hume ve Descartes’in varisi ve bunların hepsinin de Rönesans
ile açılım kazanan seküler Batı düşüncesinin varisleri olduklarını bilmelidir.8
Batı ve Doğu biliminin gelişim çizgileri ortaya konulması gereken en önemli noktadır.
Batıdan çok önceleri medeniyetin bayraktarlığını yapan Doğu özellikle Müslüman Doğu hangi
noktadan itibaren bilimin bayraktarlığını Batı’ya devretmiş ve tabiri caizse tarih dışına
itilmiştir? Bu soruyu cevaplamak ve Batı bilimine kaybettiği ilahi temelleri yeniden
kazandırmak Doğuluların ve özellikle Müslümanların en önemli görevidir. Batı biliminin
insanlığa getirdiği en büyük yük herkesin günahlarını bir kereliğine yüklenmek üzere kendini
feda eden yarı tanrı yarı insan İsa fügürüdür. Bu anlayışta Hz. İsa, evreni kendi mutlak
iradesiyle yoktan var eden yaratıcı ve şahsiyet sahibi bir tanrının dünyaya inmiş biçimi olarak
tasvir edilmektedir. Böyle bir anlayışa sahip Hıristiyanlar, tanrı ve medeniyet adına her alana
müdahale hakkını kendilerinde görmektedirler.
Bu, bozulmuş olsa da özünde ilahi kökenlere sahip olan anlayışın, manevi boyutlarını
terk etmek Batı’yı bugünkü noktaya getirmiştir. Dinin manevi boyutunu yaşamak istemeyen
sekülerleşmiş Batı, kaçış noktası olarak sürekli ilerleme, gelişme ve değişmeyi manevi hayatın
alternatifi olarak seçmiştir. Manevi kökenlerinden koparılmasından dolayı sürekli bir arayış
içinde olan bu düşünce, Hegel felsefesindeki mutlak ruh gibi tarihin basamaklarını aşamalı
olarak tırmanır. Sürekli arayış içindeki bu düşünce Kierkegaard’ın deyimiyle korku,
Heiddeger’in deyimiyle kaygının iteklemesiyle teselliyi doğa, insan, ruh, varlık, ahlak, sanat,
estetik, teknik vb. araştırmalarında arar. Bu sürekli araştırma ve ilerleme düşüncesi yöntem
haline gelmiş ve bir yöntembilimi gerekli kılmıştır. Bu indirgemeci yöntembilim; doğada
matematik, sezgide hesap makinesi, insanın günlük hayatında ise işgücü ve hammadde şeklinde
programlanmıştır. Bu arayışın Batı düşüncesi ve bilimini getirdiği son nokta, teknoloji ve
maddenin zirveleri ama insanlık ve maneviyatın dipleri olmuştur.
Batı düşüncesi bu noktaya Hıristiyanlığı bozup Grek düşüncesinin tersyüz edilmiş
Platonist ve her şeyin merkezine insanı alan anlayışı ile ulaşmıştır. Eflatun’a gelene kadar
Yunan düşüncesi tabiatı ve onda görülenleri keşfe yönelmişken Eflatun ile onu yorumlamaya
yönelmiştir. Yani önceleri tabiattaki nesneler öncelikli iken, Eflatun’dan itibaren insan
düşüncesi ve bakışı ile mağara örneğinde görüldüğü gibi doğru veya yanlış insan algısı önemli
hale gelmiş ve nesnel bilgi öznelleşmiştir. Esasında Eflatun, insan duyularının nesneleri ve var
oluşu asıl mahiyeti ile kavramaktan uzak olduğunu ifade eder. Fakat Batı Hz. İsa’yı tersyüz
ettiği gibi Eflatunu da tersyüz etmiş, aklı tanrının yerine koyarak sürekli ilerlemenin de etkisiyle
bunun başarılabileceğini iddia etmiştir. Geldiğimiz noktada bu düşüncede en aşırı giden
Scientistler, Tanrı düşüncesinin yerine bilimi koyma aşamasına gelmişlerdir ki, meşhur birçok
insan bunu bir inanç biçimi olarak kabul etmekte ve Scientology ismi verilen bu dine
inandıklarını ifade etmektedirler.9
7
Christopher Dawson, Batının Oluşumu, Çev., Dinç Tayanç, İstanbul, 1976, s. 5-6.
Şayegan, Asya, s. 219.
9
https://tr.wikipedia.org., 05, 09, 2015, Scientology, ABD. li bilim-kurgu yazarı L. Ron Hubbard
tarafından geliştirilen bir inanç ve buna bağlı uygulamaların bulunduğu bir inanç akımı. Başlarda
Hubbard tarafından kişisel gelişim için hazırlanan bir felsefe iken daha sonra dinî bir akıma dönüşmüştür.
8
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
180
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
Heiddeger, Eflatun’dan günümüze ulaşan Batı düşüncesinin geldiği noktayı “varlığın
unutuluşu” olarak ifade eder. Kilise ile sürekli bir mücadele ve çatışma içinde olan Batı bilimi
onu yok edemeyeceğini anlayınca onu tersyüz ederek uzlaşma yoluna yönelmiştir. Burada kilise
babalarının skolâstik dönemdeki Eflatuncu yorumları onlara kılavuzluk etmiştir. Eflatun’un
idealar alanında oluşturduğu öznellik ve metafiziki düşünce aşamalı olarak 20. asırda Nietzsche
tarafından güç istemine dönüştürülmüş ve maddeleştirilerek tanrının öldüğü iddia edilmiştir.
Nietzsche insanlığın yirminci asra kadar geçirdiği teolojik 3500 yıllık tarihi decedance yani
bozulma çağı olarak yorumlamış ve reddetmiştir. Bundan dolayı onun anlayışında, düşüncede
keşfetmenin yerini güç istemi almış, yaratıcıya saygının yerini ise başkaldırı ve isyan almıştır.
Özellikle batı düşüncesinin son iki asrı neredeyse bütün manevi değerlere karşı başkaldırıyla
geçmiştir. Albert Camus bu düşüncenin gelişimini “Başkaldıran İnsan” isimli eserinde ifade
etmiştir. Bu eserinde Camus, manevi düşüncelerle mücadelenin en uç noktası olarak Nieztche
tarafından “tanrının öldüğü” ve insanın artık bağımsız olduğunun iddia edildiğini
belirtmektedir.10 Buna karşı Dostoyevski romanlarında “tanrı öldüyse her şey mubahtır” fikrini
işlemiştir.11
Geldiğimiz aşamada Batı düşüncesi, hem Hegel’in idealist düşüncesi açısından olsun,
hem de Heiddeger’in Varoluşçu düşüncesi açısından olsun yolun sonuna yani Fukuyama’nın
deyimiyle kapitalist, liberal, serbest piyasa düzeni ile “Tarihin Sonu” noktasına gelmiş
durumdadır. Çağımızın post modern düşünürleri ise neredeyse sabit hiçbir doğru kabul
etmeyerek, Einstein’ın izafiyet teorisini bilimden alıp bütün sosyal alanlara da
uygulamaktadırlar. Belki de bilim tarihinin en büyük hatası doğa bilimlerinin kural ve verilerini
aynen alıp sosyal bilimlere uygulaması olmuştur. Sosyal bilimlerin olması gereken manevi ve
psiko-sosyal temelleri böylece ihmal edilmiş ve bu dallar tabiri caizse bir savrulma yaşamıştır.
Bu savrulma insanlığı da büyük bir yabancılaşmanın içine itmiştir. Bu metafiziki kökenlerden
uzak anlayış insanlığı, zenginlik ve teknoloji alanında zirve noktasını ulaştırırken, maneviyat ve
paylaşma alanında dip noktayı itmiştir. Bunun en güzel ifadesi şu ayettir: “Muhakkak ki biz
insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.”12 Batı bilim ve
düşüncesinin geldiğimiz aşamadaki genel manzarası budur. Bilim bir araç olmaktan çıkmış bir
amaç haline gelmiştir. Böylece bilimin efendisi olması gereken insan onun kölesi haline
gelmiştir. Bilimin sürekli ilerlemesine ayarlanmış hayat düzeni insanları bazı sıkıntılardan
kurtarırken çok daha fazlasıyla yaşamak zorunda bırakmıştır
1. İSLAM BİLİMİNİN OLUŞUM VE GELİŞİMİ
Her medeniyetin mensuplarına ruh ve canlılık veren kendine özgü tarihi süreçte
gelişmiş ve kök salmış temelleri vardır. Aslında bir medeniyeti oluşturan inancı ve ona bağlı
ahlâk sistemidir. Bu inanç ve ahlâk sistemi o medeniyete yön verecek değerler sistemini
oluşturur.13 Kendi tarihinden ve medeniyetinden habersiz olan Müslümanlar Batı karşısındaki
düştükleri gerilikten sanki dinlerini sorumlu tutuyormuşçasına yukarda belirttiğimiz Bilim
Tarihi tezine inanmışlar ve bu anlayışa tarih ışığında cevaplar verememişlerdir. İslam Bilim
Tarihi artık başta İslam dünyası olmak üzere bütün dünyaya objektif biçimde tanıtılmalıdır.
Burada en önemli görev belki de biz Türklere düşmektedir. Çünkü bu alana katkıda bulunan
10
Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Çev. Tahsin Yücel, Ankara, 1990, s. 127-140.
Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev., Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2013, s. 841.
12
İmam Gazalî, İhya-i Ulûm’id-Din, Terc., Ali Arslan, İstanbul, 1993, s. 271-283.
13
İbrahim Sarıçam, Seyfettin Erşahin, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, 2006, s. 53.
11
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
181
Ramazan Ata
bilim adamlarının çoğu ya bizdendir veya bizim medeniyet çevremizde yetişmişlerdir. Öyleyse
Müslümanların kan ve gözyaşı ile boğulduğu çağımızda kendi medeniyet köklerimizin değerleri
bize yol gösterecekse işe buradan başlanmalıdır.
İslam, referansları bilinen dinler arasında ilk emri “Oku” olan tek dindir. Bundan dolayı
İslam’ın temel kitabı olan Kur’an-ı Kerim’de okuma, yazma, düşünme, ilim, bilim ve benzeri
konularda birçok emir ve tavsiyeler vardır. Bilim ve düşünmeyle ilgili yalnızca inen ilk 5 ayeti
ihtiva eden Alak suresini tamamen anlasak ve uygulasak bilim konusunda İslam’ın ne kadar
çağlar ötesi bir din olduğunu anlamış oluruz.14 Peygamberimiz (s.a.v) başta“Aklı olmayanın dini
yoktur” hadisi olmak üzere birçok hadiste dinimizin akla ve bilime verdiği önemi ayrıca
vurgulamıştır.15 Medine’de hasta olan bazı insanları Haris b. Kelede’ye yönlendirerek, doktorun
dinî kimliğinin önemli olmadığını göstermiş ve Cündişapur Okulu ile ilk bağlantıyı kurmuştur.16
Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidîn dönemindeki uygulamalar bilime verilen önemi göstermiştir.17
Ortaçağ’ın ikinci yarısında (622-1453) Avrupa neredeyse bütün yönlerden karanlıklar
içinde yüzerken, İslam Dini ortaya çıktı ve kısa sürede bütün dünyaya yön verecek bir
medeniyet üretti. Kısa sürede oluşumunu tamamlayıp geniş bir coğrafyaya yayılan bu
medeniyet, temas halinde olduğu eski medeniyet ve kültürlerden faydalanmakta hiç tereddüt
etmedi. Çin, Hint, Mısır ve Antik Yunan medeniyetlerinin ürünlerinden hem faydalandı hem de
onları İslamî katalizörler yardımıyla yeni bir mecraya soktu. 8. Asır başlarından itibaren yoğun
ve programlı bir tercüme faaliyeti ile Arapça’ya kazandırdı.18
İlk vahiyle başlayan süreç 632 yılında vefat eden Peygamberimizle dünya görüşü
oluşumunu tamamlamıştır. Aslında henüz dünya görüşü oluşurken eş zamanlı olarak bilgi
geleneği oluşumu da başlamıştır. Bunun sonucunda henüz 8. Asrın başlarında çok gelişmiş bir
bilgi geleneği doğmuştur. Bu gelenek içerisinde devam ettirilen bilgi edinme faaliyetleri 9.-10.
Asırlarda en parlak devrini idrak etmiştir.19 Bu süreçte bilimsel bilginin oluşmasıyla geliştirilen
yöntem sayesinde bilimler sınıflandırılarak düzenli bölümlere ayrılmıştır. Bu sayede tefsir,
hadis, kelam, tarih, dil gibi bilimler doğmuştur. Mevcut bilgi geleneği içinde bu bilimler
geliştirilirken Yunan bilim geleneği ile temas başlamıştır. Böylece fizik, matematik, tıp,
astronomi, kimya ve diğer bilimler İslam dünyasında tanınmıştır. İşte 10. Asırda ulaşılan bu
seviyeye İslam bilim geleneği diyoruz.20
İslam âleminde ilmi faaliyetler ilk fetihlerden hemen sonra eski medeniyetlerle karşı
karşıya gelinen Hulefa-i Raşidîn döneminde başladı. İslam topraklarına hızlı bir şekilde katılan
İran, Irak, Suriye, Mısır ve Türkistan’ın bir bölümü kadim medeniyetlerin önemli bağlantı
noktalarıydı. Keldanilerin, Fenikelilerin, Mısırlıların, İranlıların, Yunanlıların ve Hintlilerin
varisleri olan bu bölgeler dönemin önemli bilim merkezleri durumundaydı. İlk dönemde
neredeyse sadece dinî ilimlerden ibaret olan İslam bilim anlayışı bu kadim merkezlerle tanışınca
14
Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş, Ankara, 1996, s. 228.
Buharî, İlim, 10; Tirmizî, İlim, 3,19; Ebu Dâvud, İlim, 9, 12.
16
Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, Çev., Nabi Avcı-Kasım Turhan-Ahmet Ünal,
İstanbul, 1991, s. 197-198.
17
Ahmet Turan Yüksel, İslam’da Bilim Tarihi, Konya, 2012, s. 38.
18
Lütfi Göker, Bilim ve Teknolojinin Gelişimi ile Türk-İslam Bilginlerinin Yeri, İstanbul, 1996, s. 61.
19
Wilhelm Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Yay. M. Fuad Köprülü, Ankara, 1973, s. 142.
20
Alparslan Açıkgenç, İslam Medeniyetinde Bilgi ve Bilim, İstanbul, 2013, s. 155-156.
15
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
182
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
yeni anlayışlar geliştirmiştir. Bu anlayış değişmesinde fetihlerle beraber ticaretin gelişmesi ve
başka dillerden yapılan tercümelerinde etkisi olmuştur.21
Emevîler döneminde başlayan tercüme hareketleri Abbasîler döneminde
Beytülhikme’nin kurulmasıyla sistematik hale gelmiştir. İslam bilim ve felsefesi oluşum
sürecinde kısmen Hint, İran ve büyük oranda Yunan bilim ve felsefesi ile etkileşim içinde
olmuştur. Bundan dolayı İslam bilim ve felsefesi kendinden önceki ekollerle Modern Avrupa
bilim ve felsefesi arasında bir köprü vazifesi görmüştür denilebilir. Bununla beraber İslam bilim
ve felsefesi sadece Doğu ile Batı’yı bir araya getiren uzlaşmacı ve eklektik bir düşünce biçimi
değildir. Müslümanlar öncelikle var olan birikimi tanımaya çalışmışlar, daha sonra da onu
İslamî bir ruhla geliştirmişlerdir. İslam düşünürleri çevre medeniyetlerden aldıkları bilim ve
felsefeyi İslamî kaynaklar ışığında yeniden yorumlayarak özgün bir düşünce sistemi meydana
getirmişlerdir.22
İslam dünyasının âlimleri Antik Yunan, Çin ve Hind eserleri için yazdıkları şerh, haşiye
ve tahliller yanında, tamamen kendilerine özgü müstakil eserler de yazmışlar ve İslamî
referanslara dayalı yeni anlayışlar geliştirmişlerdir. Bunun yanında teoriden pratiğe geçerek
yaptıkları keşif ve icatları ile bilimi teknolojiye yönlendirmenin yolunu açmışlardır. Böylece
bilginin teknolojiye dönüşümünün ilk adımını atarak, bilimsel yönden İslam Rönesansını
başlatmışlardır. 7. ve 15. Asırlar arasında Müslüman âlimler tarafından zamanın bilimsel dili
olan Arapça hazırlanmış eserler, 10. Asır başlarından itibaren öncelikle Sicilya ve Endülüs
olmak üzere neredeyse bütün Avrupa’ya yayıldı. Bu eserler Avrupalı mütercimler tarafından
önce Latinceye sonra da 17. ve 18. Asırlarda bütün Avrupa dillerine çevrildi. Avrupalı âlimler
bu eserlerden istifade ederek bilim ve teknolojiyi bugünkü seviyesine çıkardılar.23
Buradaki sıkıntı, Farukî tarafından, “İslam’ın Özü” olarak nitelenen ve “Bilginin
İslamîleştirilmesi” olarak tarif edilen, ilk dönem Müslüman bilgin ve düşünürlerdeki bu
anlayışın dönemimizdeki pek çok yerli ve yabancı Müslüman bilim adamı tarafından ihmal
edilmesidir.24 Dönemin Müslüman âlimlerine baktığımız zaman bilginin İslamîleştirilmesine
çok dikkat ettiklerini görürüz. Örneğin İbni Sina “El-Kanun fi’t-Tıb” isimli eserinde buna çok
dikkat etmiştir. Kanun yaklaşık 1 milyon kelimelik büyük bir tıp ansiklopedisidir. Neredeyse o
dönemde bilinen bütün kadim tıp ve İslam tıbbını içerir. Esasen ünlü Yunanlı tabip Calinus’un
eserlerine benzemekle beraber, birçok noktada onu düzeltmiş, tefsir etmiş, açıklamış ve hatta
ıslah ederek ötesine geçmiştir.25
İslam kendisini bilgiyle özdeşleştiren bir dindir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?” ayeti bunu en güzel şekilde ifade etmektedir.26 Bu ayette belirtildiği gibi bilgi bir hedef
olduğu kadar aynı zamanda bir gerekliliktir. Bir başka ayette bu konuda: “Allah’tan gerçek
manasıyla ancak âlimler korkar” buyrulmuştur.27 Böylece gerçek imanın Allah’ı ve
yarattıklarını tanımakla mümkün olacağını en güzel şekilde ifade edilmiştir. Bundan dolayı
21
Ziya Kazıcı, Mehmet Şeker, İslam-Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1982, s.107-108.
Sarıçam-Erşahin, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 150.
23
Göker, Bilim ve Teknoloji, s. 63.
24
İsmail Râci el-Farukî, Luis Lâmia el-Farukî, İslam Kültür Atlası, Çev., Mustafa Okan Kibaroğlu, Zerrin
Kibaroğlu, İstanbul, 1999, s. 11-13.
25
Mehmet N. Bolay, İbn-i Sina, Ankara, 1988, s. 85.
26
Zümer, 39/9.
27
Fâtır, 35/28.
22
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
183
Ramazan Ata
İslamiyet bilginin edinilmesini ibadetle eş görür ve tavsiye eder. Bununla beraber İslami bilgi,
Bâtınilerin iddia ettiği gibi herkesin bilemeyeceği mistik bir bilgi de değildir. İslami bilgi, bütün
akıl sahipleri tarafından anlaşılabilir ve öğrenilebilir bilgidir. Bu bilgi yerin ve göğün, insanın ve
tarihin tahlilî bir bilgisidir. İslami bilgi, sonuçlar üreten, irfana öncülük eden, insanın kendisini
ve rabbini tanımasını sağlayan denenmiş, pratik bir bilgidir.28
İlim sayesinde tabiatın harikalarla dolu olduğunu görerek, Allah’a gönülden
yaklaşmaktayız. Tabiatta her şeyin belli kanunları vardır. Biz bu kanunları zamanla araştırarak
buluyoruz. Bu kanunları buldukça inancımız alelâde olmaktan çıkıp pozitif bir boyuta taşınıyor.
Böylece bilmeyenlerin bir kraldan korkar gibi Allah’tan korkmalarındaki olumsuz korkudan
kurtularak, sevdiğimiz birinin sevgisini kaybetmekten korkar gibi Allah’tan korkarak olumlu bir
korkuya yani haşyete ulaşıyoruz.29 Klasik Yunan felsefesinde olduğu gibi İslam felsefe
geleneğinde de ahlâk ilmini diğer felsefî ilimlerden ayıramayız. İbni Sina başta olmak üzere
Müslüman filozofların çoğu ahlâka felsefî konular arasında yer vermişlerdir.30
İslami bilgi, spekülatif olmaktan ziyade pratik ve insanların faydasına yöneliktir.
Bundan dolayı boş ve değersiz olarak nitelenen keyfi ve mesnetsiz düşünme biçiminden
mümkün olduğunca uzak durur. Allah’ın gönderdiği yazılı kitap Kur’an ile Allah’ın yarattığı
tabiat kitabı anlaşılması gereken iki bilgi kaynağıdır. Bu iki kitabın içerikleri birbirini
tamamlayıcı özellikler taşır. Birisini anlamadan diğerini tam olarak anlamak mümkün değildir.
Allah bazılarını Kur’an’da açıkladığı tabiat kanunlarının, bazılarını da tabiata gizlemiştir ki
İnsan zekâsı ile onu bulsun ve her bir buluşunda Allah’a olan inancı tazelensin. Tabiata gizlenen
ve bazı dönemlerde bulunan tabiat kanunlarının ve yeni keşiflerin hikmeti bu olsa gerektir.31
Allah, Kur’an ve tabiat kitabındaki bilgilerin anlaşılmasında ve yorumlanmasında
önceliği birincisine vermiştir. Bunu “Oku, yaratan Rabbi’nin adıyla Oku”32 buyurarak açıkça
ifade etmiştir. Kur’an epistemolojisinde bize, yüce yaratıcının bizzat kendisi tarafından;
Allah’ın, metafiziki varlıkların, tabiatın, insanın ve bütün diğer eşyanın nasıl anlaşılması
gerektiğinin bilgisi verilir. Bundan dolayı vahyin ve yaratılışın manasını anlamada ihtisas
gerektirdiği için önce bu ilimlerin öğrenilmesi tavsiye edilmiştir. Kur’an, Hadis ve Fıkıh gibi bu
bilimlere Ulûm-i Şeriyye yani Dinî İlimler ismi verilmiştir. Bu ilimlerin öğrenilmesi için iyi bir
dil bilgisine ihtiyaç vardır. Bu ilimleri bilmeden Tabiat ilimlerini okumaya ve anlamaya geçmek
ters taraftan baktığımız zaman Bilginin Sekülerleşmesi manasında anlaşılmış ve İslam bilginleri
tarafından eleştirilmiştir.
İslam’da bilgiye ve öğrenmeye büyük önem verilmiş fakat hiçbir zaman Yunan
felsefesinde olduğu gibi Prometheus’un bilgi hırsızlığı veya Kur’an’da ifade edildiği gibi Hz.
Âdem’in yasaklanmış bilgiyi öğrenme çabası hoş karşılanmamıştır. Bilgi sahibi olanların
mesuliyet sahibi, kâmil, akıllı ve mutmain olması tavsiye edilmiştir. Âlimler bilgiyi minnetle ve
hadlerini bilerek kabul etmişler ve bununla hakkı ve hakikati gerçekleştirmek için sürekli
çalışmışlardır. İslam inancına göre gönderilen bütün peygamberlerin bir görevi de doğru
araştırmanın yolunu açmak ve ilmin önündeki engelleri kaldırmak olmuştur. Çünkü sahih ve
doğru bilgi, Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, insanı mutlaka yaratıcısına ulaştıracaktır.
28
Farukî, Kültür Atlası, s. 257.
Nihat Keklik, Felsefenin İlkeleri, İstanbul, 1982, s. 170.
30
İbni Sina, s. 71.
31
Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 170-175.
32
Alak, 96/1-2.
29
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
184
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
Vahyin amacı Allah’ı ifşa etmekten ziyade, O’nun emir ve yasaklarını bildirerek ilme giden
yolu açmaktır. Kur’an’da bütün ilimlerin bir hülasası vardır. Gerçeğin genel ve açık bir
hülasasını arayan herkes için bu kitap bir referanstır.33
İslam medeniyeti bilginlikten ziyade bilgeliği teşvik eder. Bilmekten amaç
hükmetmekten ziyade anlamaktır. Tabiatı ve Allah’ın ona koyduğu kuralları tanıyarak, Allahın
azametini anlayıp kavramaktır. Bu anlayış Batı biliminden tamamen farklı bir bakış açısını ifade
eder. Burada vurgulanması gereken husus, İslam bilim zihniyeti ile diğer medeniyetlerin
bilimsel zihniyetleri arasında kesinlikle bazı farklılıkların olduğudur. Bir defa Müslüman bilim
adamlarının bilim için bilim anlayışını savunmadıklarını baştan söylemeliyiz. Bizzat Hz.
Peygamber’in “Allah’ım! Faydasız ilimden sana sığınırım” duası bu tür bir anlayışın İslam’da
olmadığının en açık delilidir. Buradan İslam’da bilim için bilimselliğin hoş karşılanmadığı
düşüncesine varabiliriz. Bundan dolayı medreselerde dinî ve müspet bilimlere beraberce yer
verilmiştir. Bağdat Nizamiye Medresesi programına baktığımız zaman Kuran, Tefsir, Hadis,
Fıkıh ve Kelam gibi Din ve Hukuk derslerinin yanı sıra Felsefe, Mantık, Tıp, Riyaziye,
Hendese, Fizik ve Kimya gibi müspet bilimlere yer verildiğini görürüz.34
Diğer taraftan Müslüman bilim adamları, Kuran’ın ifade ettiği “Hakiki ilim Allah
katındadır” düsturu mucibince her bilimin Allah’ın bir ismine dayandığını bundan dolayı
bilimler geliştikçe İslam’a inancın pekişeceği fikrindedirler.35 Bundan dolayı bilim aslında
özünde ahlak taşıyan bir alandır. Bilim bizden daha büyük bir şeyle bizi daima münasebette
tutar; bize daima yenilenen ve daima genişleyen bir manzara gösterir. Bu büyük manzarada,
bize daha büyük şeyler keşfettirir. Bu yeni manzaralar ve keşifler bizim için daimi birer sevinç
ve mutluluktur. Fakat bu sevinç ve mutluluk, kendimizi kâinatın daha büyük sırları içinde
unuttuğumuz için ahlakça sağlam, ilahi bir sevinç ve mutluluktur.36
İslam medeniyeti bilimsel kurumların yaşamasını vakıflar vasıtasıyla desteklemiştir.
Görev başında bulunan hükümdarlar, onların aile fertleri, devlet adamları ve diğer zenginler
öldükten sonra da sevaplarının devam etmesi için bu tür kurumları insanlara faydalı olmaları
şartıyla vakıflara bağlamışlardır. Bünyesinde bilimsel çalışmalar yapılan çok sayıda astronomi,
kimya, eczacılık ve tıp kurumları kurulmuş ve vakıflar sayesinde yaşamaları temin edilmiştir.
Bir vakıf kurumu olarak Bağdat’ta 975’li yıllarda inşa edilen Adudî Hastahanesi bu vakıf
anlayışının güzel örneklerinden birisidir. Bu hastahane masraf ve harcamalarını sahip olduğu
vakıf mallarının gelirinden sağlamaktadır. Zaman içinde zenginleşen bu vakıf mülkleri arasında
değirmenler, araziler, bahçeler, dükkânlar ve köyler bulunmaktadır. Adudî Hastahanesi, sadece
hastaların tedavi edildiği bir tıp kurumu olarak kalmamış aynı zamanda tıp öğreniminin
yapıldığı bir akademi hüviyetini de kazanmıştır. Ünlü hekimler İslam dünyasının her tarafından
öğrencileri Bağdat’a çekmiştir. Öğrencilere teorik öğretimden ayrı olarak pratik/klinik eğitimin
de hasta başında verildiğinin bazı işaretleri bulunmaktadır.37
33
Farukî, Kültür Atlası, s. 257.
Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yay., Ankara, 1982,
s. 36.
35
Alparslan Açıkgenç, İslam Medeniyetinde Bilgi ve Bilim, İstanbul, 2013, s. 102.
36
Henri Poincare, Son Düşünceler, Çev. Hamdi Ragıp Atademir-Süleyman Ölçen, İstanbul, 1986, s. 170.
37
Ahmet Güner, İslam Tıbbı ve Hastahaneleri Tarihine Bir Katkı Biyografilerle Adudî Hastahanesi
Tarihi, İzmir, 2005, s. 27-30.
34
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
185
Ramazan Ata
İfade etiğimiz ve İslam biliminin temelini teşkil eden teorik/pratik birlikteliği ve ahlaki
olma özelliğini Batı biliminde görmemekteyiz. Zira temelde “bilim için bilim” anlayışına
dayanan Batı bilimi sonunda yaratıcıyı ve dini inkâr eder noktaya gelmiştir. Batının bu zihniyet
yapısı veya başka bir deyişle paradigması, sonunda gelip bütün metafiziki düşünceleri reddeden
pozitivizme dayanmıştır.38 İslam dünyasında ve Batı’da evrim düşüncesini savunan bilim
adamları olmasına rağmen, batıdakiler buradan hareketle ateizme giderken, İslam
dünyasındakiler evrimi Allahın tabiata koyduğu bir kanun olarak görmüşlerdir. İslam bilim
zihniyetinde, Kuran’ın “Allah size şah damarınızdan daha yakındır” ilkesi hiçbir zaman göz ardı
edilmemiştir. Bu yüzden İslam, bilim zihniyeti insanlığın yararına olan ve insanlık için yapılan
bilimi desteklemiştir. Böylece manevi bir temele oturtulan bilim, tabiatı tahrip etmediği gibi,
dinî ve ahlakî değerlere de saygılı olmuştur.39
Einstein’ın dediği gibi insanlardaki zihniyet yapısını değiştirmek atomu parçalamaktan
daha zordur. İslamiyet, bu zihniyet değişimini gerçekleştirmeyi çok kısa sürede değişik
milletlerde başarmıştır. Zihniyet, bir toplum veya topluluktaki bireylerde görüş ve inanış
etmenlerinin etkisiyle beliren düşünme yolu, düşünüş biçimi olarak tarif edilir.40 Zihniyet
değişimini tetikleyen üç temel etken vardır: Din, bilim ve kültür.41 İslam Dini bütün
Müslümanların zihniyet yapısını ayet ve hadisler ışığında kökten değiştirmiştir. Cahiliyye
toplumu yerine kısa sürede bilgiye dayalı medeni bir İslam toplumu ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Burada aklı merkeze yerleştirerek bilimsel topluma giden yolu da açmıştır.
Bilimsel zihniyet ile İslam medeniyeti arasında derin bir bağlantı vardır. Bilimsel
zihniyet, İslam dünya görüşünün bilgi yapısını her yönden âlem yapısına bağlamaktadır. Bu
anlayış İslam medeniyetinin gelişiminde ve olgunlaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Müslüman ilim adamları arasında ortaklaşan halka hizmeti amaç edinen İslam inancı, onların
çalışmaları ile İslam medeniyetinin ayrılmaz parçası olmuştur. Böylece İslam dünya görüşünün
âlem yapısı bilgi yapısına yol açarak İslamî zihniyetleri bilim zihniyetine aktararak yeni
anlayışlar ortaya çıkarmıştır.42 Bazı Osmanlı düşünürleri bilimin sonuç vermesi gerektiğinin
farkına varmışlardır ama bu Osmanlı bilim düşüncesinde maalesef genel bir ilke halini
alamamıştır. Bu konuda en önemli Osmanlı düşünürlerinden birisi olan Kınalızade şöyle der:
“İlim ağacı aksiyon meyvesini vermezse, itibar dairesinin dışında kalır.”43
Müslümanlar arasında İslam’ın ortaya çıkışının daha ikinci asrında gelişimini
tamamlayan bu zihniyet değişimi yönetimden de gördüğü destek ile büyük gelişmeler
göstermiştir. Burada ne kadar eleştirirsek eleştirelim bu bilimsel zihniyetin gelişiminde
Mutezilenin katkısını gözden uzak tutamayız. Abbasî yönetiminde Mutezilenin etkisinin artışı
ile bilimsel zihniyetin gelişimi ve parlak çalışmaların ortaya çıkması arasında bir paralellik
dikkat çekmektedir. Bu düşüncenin Abbasîlerin resmi görüşü haline gelmesi sonunu da
hazırlamıştır diyebiliriz. Bilimsel bir düşüncenin siyasallaşması ona faydadan çok zarar vermiş
ve bilimsel düşüncenin gerilemesine neden olmuştur.
38
Auguste Comte, Pozitivizm İlmihali, Çev. Peyami Erman, İstanbul, 1986, s. 314-368.
Açıkgenç, s. 102-104.
40
Alper Yıldırım, Yeni Türkçe Sözlük, İstanbul, 2013, s. 683.
41
Ali Çavuşoğlu, Kültür ve Zihniyet, Ankara, 2011, s. 36.
42
Açıkgenç, s. 105.
43
Kınalızade Ali, Ahlâk-ı Alâi, Haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Eser No: 30, s. 30.
39
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
186
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
15 asırlık İslam geleneği sadece Kur’an ve Sünnetten ibaret değildir. İslamî geleneğinin
alarak İslam kalıbında yoğurduğu sanat biçimleri, felsefe ve bilim okulları ile sosyal ve siyasi
kurumlar da İslamî’dir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis’le birlikte başta peygamber olmak üzere dinî
önderlerin söz ve uygulamaları da İslam geleneği ağacının kol ve kökleri gibidir. Sanatlar,
ilimler, bilimler, sosyal kurumlar ve benzerlerinden kimi gövdeye daha yakın kimi daha uzak
olsa da hepsi bu gövdenin parçalarıdır. Bazı dallar bu geleneğin özünü yansıtırken bazıları daha
az yansıtır ama hepsi bu geleneğin vazgeçilmez birer parçasıdır.44
Günümüzde bizzat İslam dünyasında olduğu kadar Batı’da da İslamî prensip ve
tezahürleri gerçek boyutlarından koparmadan incelemeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç
vardır. Hem de bu çalışmalar İslamî görüşe uygun mantıksal analiz ve tasvir yöntemleriyle
yapılmalıdır.45 Böylece modern bilim ve felsefenin insanlığa getirdiği dünyevîleşme hastalığı bir
nebze olsun dizginlenebilir. Artık dünyevîleşme insanlığı yok olmaya doğru götüren en büyük
hastalık haline gelmiştir.
2. İSLAM BİLİMİNİN GERİLEMESİ
Bilimsel anlayışın gelişimi genellikle üç aşamada gelişmektedir. Birinci aşamada, bir
medeniyetin temel referansları ışığında bilgi edinmeye müsait bir yapı yani dünya görüşü
oluşmaktadır. İkinci aşamada, bu dünya görüşü çerçevesinde bilgi anlayışı ve bilginler sınıfı
oluşmaktadır. Üçüncü ve son aşamada ise bilginler sınıfı bu bilgi anlayışını kavramlaştırmakta
ve yöntem haline getirerek sistemleştirmektedirler. Böylece bu ortak anlayış bilim ve yöntem
haline gelerek o çerçevede çalışacak bütün insanların zihnine kazınmaktadır.46
İslam bilim tarihinde bu aşamaların tam olarak geliştiğini ve bir bilim geleneğinin
oluştuğunu görüyoruz. Bu geleneği kesintiye uğratan durum ise İmam-ı Gazalî’nin felsefeyi
suçlayan ve bunun ardından felsefe ile uğraşanları tekfir eden tutumu olmuştur. İslam biliminde
gerilemenin ne zaman başladığını tespit etmek için bir takım ölçütlere ihtiyacımız vardır. Bu
ölçütlerin en önemlisi pratik çalışmalardan teorik çalışmalara yönelmenin ve özgün buluşların
azalmasının tarihini tespit etmektir diye düşünüyoruz. Özellikle tıp ve astronomi alanındaki
buluşlar ve bunun günlük hayata uyarlanması bilimin motor gücünü teşkil eder. İslam bilimin
bu pratik yönünün onuncu ve on ikinci asırlar arasında İslam dünyasının doğu ve batı ucunda
son derece geliştiğini görüyoruz.47
İslam biliminin gerilemeye başlamasında Gazalî’nin felsefeyi dışlayıcı düşüncesinin
etkisi temel olmuştur denilebilir. Fakat bu anlayış esasında yanlış bir anlayıştır. İmamı
Gazalî’nin tepkisi, bilim ve felsefeden ziyade Batınî felsefe ve düşüncesineydi. 11. Asrın son
döneminde İslam dünyasının en önemli meselesi Batınîlikti. Batınîlik Ekolü, felsefî
kavramlarla, şüphecilik, tasavvuf ve mutezilenin karışmasından doğmuştur. İmamı Gazalî’nin
felsefeye karşı tepkisini de Selçuklu Devleti için büyük tehdit oluşturan Batınî felsefe karşıtı
düşünce olarak anlamak daha doğru olur.48
Siyasî, dinî ve felsefi boyutları olan bu harekete karşı Selçuklu Devleti her üç boyutu ile
tedbirler almaya çalışıyordu. Bu mücadelenin dinî ve felsefî boyutu ile mücadeleyi başta
44
Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Düşünce ve Hayat, Çev. Fatih Tatlılıoğlu, İstanbul, 1988, s. 7-8.
Nasr, İslam’da Düşünce, s. 9.
46
Açıkgenç, s. 140.
47
Mustafa Armağan, Ah Endülüs, Derin Tarih Dergisi, Kasım, 2005.
48
Necip Taylan, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul, 1985, s. 144-145.
45
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
187
Ramazan Ata
Cüveynî ve talebesi Gazalî olmak üzere Nizamiye medresesi mensupları yerine getiriyordu.
Selçuklu Devletinin en önemli teorisyeni Nizamülmülk Batınîlik meselesi ile siyasi, idari ve
askeri alanda mücadele ederken dini ve felsefi alanda en önemli yardımcısı İmamı Gazalî
olmuştur. Nizamülmülk, ülkenin her yerine yaydığı Nizamiye Medreseleri vasıtasıyla Batınîlik
ile mücadeleyi hedeflerken bunun içini İmamı Gazalî gibi Sünnî âlimlere hazırlattığı programla
doldurmayı hedeflemiştir.49
İslam bilim tarihinde gerileme içten ve dıştan olmak üzere iki boyutlu olarak gelişmiştir.
İçten gerilemenin ana nedeni, İslam dünyasının lokomotifliğini üstlenen Osmanlı Devleti’nde,
bilim anlayışını reorganize etmek için Türkistan’dan Fatih Sultan Mehmed tarafından davet
edilen Ali Kuşçu’nun 1474 tarihinde daha gelişinden ve astronomi ile matematik ilimlerinin
temelini atmasından bir yıl bile geçmeden aniden ölmesi nedeniyle Osmanlı biliminin pratik
çalışmalar yörüngesine girememesidir.50 Dış etken ise doğudan ve batıdan Müslümanlar
tarafından sıkıştırılan Avrupa’nın Okyanuslara açılarak kendilerini zenginleştirecek ve bilimsel
çalışmalarını destekleyecek Coğrafi Keşiflere yönelmeleridir.
Bize göre İslam biliminin gerilemesinde Doğu-Batı aksının kırılmasının büyük etkisi
vardır. Batı’da yer alan Endülüs ile Doğu’da bulunan Horasan ve Türkistan gibi İslam’ın ana
merkezleri arasında denizden ve karadan sürdürülen bağlantı özellikle 12. Asırdan itibaren
kopmuş ve yerini Haçlılarla şiddetli bir mücadele almıştır. Bu mücadele sonucunda Haçlılar
sadece askerî alanda değil bilimsel alanda da Doğu ve Batı Müslümanlarının arasındaki
bağlantıyı koparmayı temel hedef olarak belirlemişlerdir. Bu noktada haçlılar ile Moğollar
ittifak yapmışlardır.51 Bu dönemde İslam dünyasının kalbinde başlayan Sünnî-Abbasî hilafeti ile
Şiî-Fatımî hilafetinin hâkimiyet alanlarını geliştirmek için yaptıkları faaliyetler bu durumu daha
da ağırlaştırmıştır. Bu duruma bir de İslam dünyasındaki Tavaif-i Mulûk dediğimiz iktidar
parçalanmaları eklendiği zaman bilimdeki ferdi çalışmaların devam etmesi ama bunun
sistematik çalışma ve keşiflere dönüşememesini daha iyi anlamlandırabiliyoruz.
Bu dört boyutlu negatif yapılanma yani; Haçlılarla mücadele, Moğollarla mücadele,
Sünnî-Şiî mücadelesi ve iktidar parçalanmaları İslam dünyasında içe kapanma ve dinin bekası
için bazı tedbirlerin alınmasını gerektirdi. Haçlılara karşı Osmanlının Çanakkale savaşında
yaptığı gibi en yetenekli beyinler gazalara yönlendirilirken, Şiîlere karşı kurulan medreseler
başta Nizamiye medreseleri olmak üzere İslam akaidini yıkıcı tesirlere karşı korumak üzere
yapılandırıldı. Başta Cüveynî ve Gazalî olmak üzere bu medreselerin müfredatını hazırlayan
büyük âlimler Dinî ilimlerin dışındaki bilimleri çok az programa eklediler veya tamamen
dışladılar. Hatta felsefî bilimler dışlanırken bu alanda çalışan filozoflar tekfir edildi.52
Daha önce de İslam dünyasında felsefeye karşı düşünceler bulunurken, Batınîler
meselesi, Gazalî’nin düşüncelerinin siyasî ve ilmî alandan destek bulmasını sağladı. Bu
durumun nedenini Gazalî’nin Tehafütü’l-Felasife adlı eserinde çok iyi görebiliyoruz.
Gazzalî’nin mutezile, felsefe ve filozoflara karşı içerden, felsefî ve sağlam reddiyesi zaman ve
mekânın uygun olmasından dolayı çok etkili olmuştur.53 Şunu unutmamak gerekir Gazalî fildişi
49
Ahmed Çelebi, İslam’da Eğitim Tarihi, Çev., Ali Yardım, İstanbul, 1976, s. 366-372.
Yüksel, İslam’da Bilim Tarihi, s. 98.
51
Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 62-65.
52
İmamı Gazalî, Tehafüt El-Felasife, İstanbul, 1981, s. 17-62.
53
M. Âbid El-Cabirî, Gazalî Düşüncesinin Temel Unsurları ve Çelişkileri, Çev., Mesut Okumuş, AÜİFD,
C. XLIV (2003), Sayı 1, s. 400.
50
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
188
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
kulesinde ilim yapan tuzu kuru bir âlim değildir. Gazalî henüz 28 yaşında iken 1086 tarihinde
yakın çevresine girdiği Nizamülmülk ile birlikte Selçuklu idarî mekanizmasının temel yapı
taşlarını oluşturmuştur.54 Kendisi son derece dindar birisi olmasına rağmen; Saltanatı yani
dünyevi iktidarı Selçuklulara, Hilafeti yani uhrevi iktidarı Abbasîlere vererek Laik sistemi
meşrulaştıran teorisyendir diyebiliriz.
İslam dünyasının Haçlılar, Batınîler ve iktidar parçalanmaları ile üçlü tehdit altında
bulunması görünüşte onu bir çelişki içindeymiş gibi göstermektedir. Tehafütü’l-Felasife’de
felsefeye karşı çıkıp, Miyaru’l-İlim’de Mantığı bilmeyenin sağlam fikre sahip olamayacağını
söylemesi, Miyaru’l-İlim’de mantıklı düşünmenin yollarını gösterip İhya ve Munkız’da gerçek
bilgiye tasavvufla ulaştığını belirtmesi normalde telifi kabil olmayan durumlardır. Fakat bütün
bunları çağın üçlü tehdidi çerçevesinde düşündüğümüz zaman gayet iyi anlamlandırabiliyoruz.
Hiç unutulmaması gereken konu Gazalî’nin Selçuklu Devletinin bir düşünür ve âlimi olmasıdır.
Gazalî özellikle fıkha dair eserlerinin çoğunu Nizamiye müderrislerinin arasına
girdikten sonra yazmaya başlamıştır. Selçukluların en tehlikeli düşmanı bu dönemde
Nizamülmülk’ün de belirttiği gibi Batınîler idi.55 Batınîlik dinî, siyasî ve felsefî bir mezhepti.
Hasan Sabbah her üç alanda da kendisini gayet iyi yetiştirmişti. Bundan dolayı bu alanların
hepsinde onlarla aynı şekilde mücadele edilmeliydi. Batınîler dinî alanda imamın her konuda en
iyi hüküm verici olduğunu iddia ederken, siyasî alanda imamet ve ona itaatin zorunluluğu
üzerinde duruyorlar, felsefî olarak ise Mutezile ile ortak hareket ediyorlardı. Gazalî “Fedaihu’lBatıniyye” isimli eserini bunların bu tür düşüncelerini çürütmek için yazdı. Batınîlerin felsefesi
özellikle Yeni Eflatuncu ve mistik ağırlıklı bir felsefeydi.
Batınîliğin reddi için zorunlu olarak felsefenin reddedilmesi Gazalî’nin de bağlı olduğu
Eşarîliğin kelamî delillerini temelsiz bırakıyordu. Bundan dolayı felsefenin boşalttığı alanın
mantık tarafından doldurulması gerekiyordu. Bu durum aynı zamanda Batınîlikteki zorunlu
imamet doktriniyle aklın kiraya verilmesini engellemek için de gerekliydi. Gazalî böylece
mantığı düşüncesinin temeline yerleştirerek, hem Batınîliğin en önemli temellerinden birini
çürütmüş hem de Selçuklu-Abbasî iktidar paylaşımına kapı aralamış oluyordu. Bu düşüncenin
geliştirilmesinde Nizamülmülk’ün etkisi bulunurken, Melikşah’ın ses çıkarmaması da zımnen
desteklediğini göstermektedir.56
Gazalî Tehafütü’l-Felasife ile İslam dünyasında felsefenin belini kırmış Miyaru’l-İlim
ile mantığı kelam için bir silah haline getirmiştir. Tehafüt ile felsefeden uzaklaştırdığı İslam
düşüncesini İhya ile tasavvufa yönlendirmiştir. Bu yönlendirme ister istemez İslam düşüncesini
yeniden felsefeye yönlendirmiştir ama bu rasyonel felsefeden ziyade mistik felsefe dediğimiz
neo-Plâtonizm olmuştur. İbni Rüşd’ün rasyonel felsefeye eski itibarını iade etmeye çalışması ise
İslam dünyasından ziyade Endülüs ve Avrupa düşüncesi üzerinde etkili olmuştur.57
Yerimizin darlığından dolayı bu kısa açıklama ile Gazalî’nin felsefeyi reddedip mantığı
düşüncesinin temeline yerleştirmesini belirttikten sonra diğer çelişkiyi açıklamaya geçebiliriz.
Mantığı düşüncesinin temeline yerleştiren Gazalî bununla taban tabana zıt olan, kurtuluş için
şahsi gözlemlerine de dayanarak insanları niçin tasavvufa çağırmıştır. Bu durumu da dönemin
54
55
57
Cabirî, s. 412.
Nizamülmülk, Siyasetname, Çev., Nurettin Bayburtlugil, İstanbul, 1981., s. 285-310
Cabirî, s. 409.
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
189
Ramazan Ata
Selçuklu idari ve askeri seçkinlerinin inanç yapısında aramak gerekir. Selçuklu gaza ve fetih
ideolojisinin temelini tasavvuf teşkil ediyordu. Selçuklu cihan hâkimiyeti düşüncesinin vurucu
ve kurucu gücünü alperen denilen gazi dervişler teşkil ediyordu. Ayrıca Batınîlerin mistik
düşüncesinin mantığın yanı sıra aynı dilden de çürütülmesi gerekiyordu. Gazalî’ye göre Şiî
işrakîliğinin ve irfanının panzehiri tasavvuftur. Batınî tasavvufun siyasi boyutundan
temizlenmiş bir tasavvuf onun en büyük engelidir.58
Değişik medeniyetlerden yapılan tercümelerle yeni bir aşamaya geçen İslam biliminde
bazı bulanıklıklar ortaya çıkmıştır. Bu bulanıklığı gideren Gazalî’nin felsefe, mantık ve
tasavvufla ilgili yeni sentezleri olmuştur. Bu çalışmalar bazı bulanıklıkları ortadan kaldırırken
kamplaşmalara neden olmuştur. Kamplaşma okullaşma şeklinde olsaydı yeni bilimsel açılımlara
yol açabilirdi fakat ideolojik boyutta olduğu için her kamp diğerini yok etmeye yönelmiş ve
yeni gelişimleri engellemiştir. Yenilikler her alanda zındıklıkla veya küfürle suçlanmıştır.59
Günümüzden bakıldığı zaman çelişki gibi görünen felsefenin reddedilip mantığın
merkeze alınması, mantığın merkeze alınıp kurtuluş için tasavvufa sarılınması dönemin siyasi
şartlarında düşünüldüğü zaman son derece rasyonel çözümlerdir. Gazalî’nin bazı yönleri ile
dönemsel olan bu düşüncelerinin, vazgeçilmez temel umdeler olarak sonraki dönemlere de
yayılması, felsefenin ve müspet ilimlerin dışlanması veya en azından ikinci planda kalması gibi
sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bu skolâstik düşünce müspet ilimlerin sistemleşmesi önündeki en
büyük engel olmuştur. Dönem içinde çağın çok ilerisinde çalışmalar yapan âlimler çıkmışsa da
bu durum ferdi çalışmaların ötesine geçememiştir. Bu çalışmaların devlet tarafından bir program
dâhilinde sistematik olarak desteklenmemesi de sürekli hale gelip teknolojiye dönüşmesini
engellemiştir.
3. İSLAM BİLİMİNİN ÇÖKÜŞÜ VE MODERN BİLİMİN ORTAYA ÇIKIŞI
Haçlı seferleri, Moğol istilası ve iktidar parçalanması sonucu İslam dünyasında ortaya
çıkan parçalı ve dağınık yapı bilimin gelenekselleşmesini ve bir sistem haline gelmesini
engellemiştir. Ayrıca sahabe ve tabiun döneminde temelleri atılan ahlaki ivme bu dönmeden
itibaren zayıflamaya başlamıştır. Doğudan ve batıdan yaşanan istilalar ve parçalanmalar
Müslümanların kendilerine olan güvenlerini kaybetmelerine neden olmuştur. Ahlaki bozulma da
buna eklenince İslam dünyası bilimsel gelişmelerin ve teknolojinin dışında kalmıştır. İslam
bilim geleneğinin gerilemesini tetikleyen nedenler ahlaki çöküntünün siyasi alanda kendisini
göstermesiyle başlamıştır. Bunun ikinci boyutu bilim adamlarının ilmi çalışmalarının ilmî
açıdan değil dinî açıdan eleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Bu durum bilimsel çalışmaların
rahatlıkla kamu alanına aktarılmasını zorlaştırmıştır.60
Şunu belirtmek gerekir ki durağanlaşma veya çöküş döneminde de bir bilim geleneği en
büyük bilim adamını yetiştirebilir. Ancak gelenek çöktüğü için bu bilim adamı tek başına bir
şey ifade etmez ve çöküşü engelleyemez. Çünkü çöküşün en önemli nedeni olan ahlaki
durağanlık ve bozulma toplumun bütün katmanlarına yayılmıştır ve toplum yeni çalışmaların
yapılmasını bu yapısı ile kısıtlamaktadır. Bundan dolayı bu türden bilim insanlarının çalışmaları
diğer insanları harekete geçirememektedir. Bundan dolayı 16. Asırda İslam dünyası Osmanlı
fetihleri ile büyük ilerlemeler sağlarken bu durum maalesef ilmî alanda görülmemiştir.
58
Cabirî, s. 413.
Açıkgenç, s. 151-152.
60
Açıkgenç, s. 154.
59
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
190
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
Tarih bize şunu göstermiştir ki, her zaman ilmi gelişmeler ile devletlerin güçlenmesi
paralel gitmez. Bu noktada Abbasîler dönemindeki Tavaif-i Mulûk ile Endülüs Emevîlerindeki
Tavaif-i Mulûk ve Rönesans dönemi Avrupa şehir devletleri arasında bir paralellik
görülmektedir. O dönemdeki bilimsel gelişmelerin geniş imparatorluklardan ziyade daha küçük
hanedan veya şehir devletlerinde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu küçük devletler liderlerine bağlı
olarak bu tür çalışmaları desteklemiş ve yeni buluşlara kapı aralamıştırlar. Büveyhîlerin desteği
ile çalışmalarını gerçekleştiren İbni Sina, Fatımîlerin desteği ile çalışmalarını yapan İbni
Heysem, Medicilerin desteği ile çalışmalarını yapan Leonardo da Vinci gibi âlimler buna örnek
olarak gösterilebilir.
16.asırdan günümüze yaklaştıkça İslam bilimindeki durağanlaşmanın arttığını
görmekteyiz. Özgün bilimsel çalışmalar gittikçe azalmakta ve yapılan çalışmalar da geçmiş
eserlerin şerh ve açıklamasından ibaret kalmaktadır. Müslümanların araştırma ruhunu
kaybetmesi sonucunda büyük emeklerle kurulan bilimsel gelenek ve bilgi düzeneği de kırılmaya
uğramıştır.61 Bu düzeneğin kırılması İslam bilim geleneğinin artık çağ dışına itilmesine neden
olmuştur.
Osmanlı Devleti siyasi ve ekonomik olarak bir zirveyi ifade ederken bilimsel manada bu
durumdan çok uzaktadır. 15. Asırdan 18. Asra kadar dünyanın tek süper gücü diyebileceğimiz
Osmanlı Devleti, tarihin bilimsel manada en önemli değişikliklerinin yaşandığı ve bilimin
teknolojiye dönüşmeye başladığı bu dönemde bütün gücünü ve imkânlarını topraklarını
genişletmek ve birliğini korumak için harcamıştır. Bu güç israfı maalesef sadece Müslüman
olmayanlara karşı değil aynı zamanda sınırları içinde olan Müslümanlara karşı da
gerçekleşmiştir.
Günümüzde bağımsız devlet olmuş ve uzun asırlar boyunca Osmanlı yönetimi altında
kalmış bazı Müslüman kardeşlerimiz bilim ve teknolojide geri kalmalarının nedenini Osmanlıya
yüklemektedirler. Özellikle Arap-İslam dünyasındaki yerel emir ve şeyhler Müslüman birliğinin
ahlaki duyarlılığına asgari ölçüde sahip olmadıkları için Osmanlı Devleti buraları sınırları içinde
tutabilmek için bütün enerjisini buralara harcamıştır. Eğer buralar bu bilince sahip olsaydılar
güç israfı engellenip harcamalar daha gerekli yerlere aktarılabilirdi. Maalesef bilinç
eksikliğinden dolayı bu şans kaçırılmıştır.
İslam bilim geleneğinin çöküşü için tarih vermek gerekirse Osmanlı Devletinin birinci
dünya savaşındaki yenilgisinin kabulü olan 30 Ekim 1918 tarihini kabul edebiliriz. Bu tarihten
önce de bilimsel çalışmalar için pusula batıya çevrilmiştir ama bu antlaşma ile ortada Osmanlı
Devleti diye bir yapı kalmadığı için artık zorunlu olarak başka kapılar aranmaya başlanmıştır.
İslam bilimsel sürecinin başlaması için risaletin başlangıcı olan 610 tarihini kabul edersek bu
geleneğin bitişi olarak Mondros’u kabul etmek yanlış olmaz. Bir bilim geleneğinin çökmesi
demek, eserlerinin kaybolması ve o gelenekte üretilen eserlerin yok olması anlamına
gelmemektedir. Aksine çöküş demek, artık o geleneği kullanarak bilim yapmanın mümkün
olmaması demektir.62
61
62
Açıkgenç, s. 158.
Açıkgenç, s. 159-160.
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
191
Ramazan Ata
SONUÇ
Asrımızda Batılı oryantalistlerin büyük bir çoğunluğunda olduğu gibi maalesef
modernleşmiş Müslümanların çoğunda da İslam dininin birliğini ve çağlar boyu değişik
gelenekler arasındaki birleştirici gücünü inkâr etme düşüncesi revaçtadır. Medenî köklerinden
kopmuş bu tür kişiler, tarihsel ve analitik yöntemlerle 15 asırlık mirası kesip biçerek kendilerine
uygun deliller bulma peşindedirler. Fakat bu tür çalışmaları lâik perspektif ile sınırlandırdığınız
zaman hastalıklı hale getirirsiniz ki, İslamî anlayışın karşı olduğu tam da bu durumdur. Lâik
perspektif, bilimde tarih boyunca olan metafizikî alan ve aşkınlığa karşı çıkıp sınırlı pozitif
alanla sınırlayarak hayat ırmağının gerçek akışını durdurmaktadır.
Batı dünyasında hâkimiyetini ilan eden modernizasyon ve onun çocuğu teknoloji
medeniyeti, geleneksel toplumun bütün kurumlarını yıkarak kendine uygun yeni kurumlar
oluşturmuş ve böylece topluma hâkim olmuştur. Geleneksel toplumun bilinç yapısından farklı
bilinçler yapıları ve kavramlar oluşturan modernizasyon geleneksel bilinci ve toplum yapısını
mahvetmiştir. Tarih boyunca yaratanıyla, tabiatla, çevresiyle ve kendisiyle barış içinde yaşayan
insan, modernizasyon sonrasında yalnızlaşan ve yabancılaşan bir varlık haline gelmiştir.
Böylece geleneksel toplumda kendini evinde ve güvende hisseden insan modern toplumda
yalnızlaşmış ve yersiz-yurtsuz kalmıştır. Tabiri caizse bir nevi teknoloji kölesi haline gelmiştir.
Ancak İslam medeniyeti modernizmin kölesi olan bu insanları tekrar insanlığına
döndürebilir. İnsanı makinenin esiri haline getiren bütün çalışmalar nafile gayretlerdir. Elbette
Batıdaki din-bilim çatışmaları içinde gelişen bilim, din üzerinde bir hâkimiyet kurmuş olabilir.
Fakat bilimin sekülerleşmesi demek dinin ölmesi demek değildir. Yaşadığımız olaylar dine olan
ihtiyacı her zamankinden daha fazla göstermektedir. İslamiyet, dikkatli bir şekilde yapılmış ve
sekülerleşmemiş tarihsel ve analitik çalışmalara elbette karşı değildir. Bu tür çalışmalar tarih
boyunca Müslüman âlimler tarafından neredeyse bütün alanlarda kullanılmışlardır. Oysa İslam
dünyasındaki dindar âlimlerce, tarih boyunca fizikî ve metafizikî alan da uyumlu biçimde yerli
yerine konularak analitik ve tarihî yöntemlerle sağduyulu biçimde incelenmişlerdir. Bu karşılıklı
analitik incelemelerden ne fizikî alan ne de metafizikî alan zarar görmemiştir. Böylece hayatın
bütüncül ve evrensel boyutta anlaşılması sağlanarak daha kapsamlı bir bakış açısına ulaşılmıştır.
Türkler Müslüman olduktan sonra değişik sentezlerle din ile bilimi barıştırarak yollarına
devam etmişlerdir. Bu uzun süreçte bütün imkânlardan faydalanmayı ihmal etmemişlerdir.
Böylece oluşturdukları kapsamlı bakış açısının ışığında İslam dünyasına yaklaşık dokuz asır yön
veren Türk-İslam medeniyetini kurmuşlardır. Nasıl Max Weber, “Protestan Ahlâkı ve
Kapitalizmin Ruhu” isimli eserinde, Protestanlık ve Kapitalizmi ideal tip teorisine güzel bir
örnek olarak veriyorsa, Türklerin Müslüman olması da güzel bir ideal tip olarak bin yıldır
varlığını sürdürmektedir. Bu ideal birleşmenin tarihteki yol haritası iyi anlaşılırsa modernleşme
ile bozulan insan-bilim ilişkileri tekrar düzelme yoluna girecektir.
KAYNAKLAR
Açıkgenç, Alparslan, İslam Medeniyetinde Bilgi ve Bilim, İstanbul, 2013.
Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Ankara,
1982.
Armağan, Mustafa, “Ah Endülüs”, Derin Tarih Dergisi, Kasım, 2005.
Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerîm ve Yüce Meâli, Ankara, 1977.
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
192
Bir İslam Bilim Tarihi Denemesi
Barthold, Wilhelm, İslam Medeniyeti Tarihi, Yay. M. Fuad Köprülü, Ankara, 1973.
Bolay, Mehmet N., İbn-i Sina, Ankara, 1988.
Cabirî, M. Âbid, “Gazalî Düşüncesinin Temel Unsurları ve Çelişkileri”, Çev., Mesut Okumuş,
AÜİFD, C. XLIV (2003), Sayı 1.
Camus, Albert, Başkaldıran İnsan, Çev. Tahsin Yücel, Ankara, 1990.
Comte, Auguste, Pozitivizm İlmihali, Çev. Peyami Erman, İstanbul, 1986.
Çavuşoğlu, Ali, Kültür ve Zihniyet, Ankara, 2011.
Çelebi, Ahmed, İslam’da Eğitim Tarihi, Çev., Ali Yardım, İstanbul, 1976.
Dawson, Christopher, Batının Oluşumu, Çev., Dinç Tayanç, İstanbul, 1976.
Dostoyevski, Fyodor, Karamazov Kardeşler, Çev., Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2013.
Farukî, İsmail Râci, Luis Lâmia, İslam Kültür Atlası, Çev., Mustafa Okan Kibaroğlu, Zerrin
Kibaroğlu, İstanbul, 1999.
Gazalî, İmamı, İhya-i Ulûm’id-Din, Terc., Ali Arslan, İstanbul, 1993.
Gazalî, İmamı, Tehafüt El-Felasife, Çev., Bekir Karlığa, İstanbul, 1981.
Göker, Lütfi, Bilim ve Teknolojinin Gelişimi ile Türk-İslam Bilginlerinin Yeri, İstanbul, 1996.
Güner, Ahmet, İslam Tıbbı ve Hastahaneleri Tarihine Bir Katkı Biyografilerle Adudî
Hastahanesi Tarihi, İzmir, 2005.
Hamidullah, Muhammed, İslam’a Giriş, Ankara, 1996.
Hunke, Sigrid, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, İstanbul, 1972.
Kazıcı, Ziya, Şeker, Mehmet, İslam-Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1982.
Keklik, Nihat, Felsefenin İlkeleri, İstanbul, 1982.
Kınalızade, Ali, Ahlâk-ı Alâi, Haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Eser No: 30.
Mayor, Federico, Forti Augusto, Bilim ve İktidar, Çev., Mehmet Küçük, Ankara, 1997.
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam’da Bilim ve Medeniyet, Çev., Nabi Avcı-Kasım Turhan-Ahmet
Ünal, İstanbul, 1991.
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam’da Düşünce ve Hayat, Çev. Fatih Tatlılıoğlu, İstanbul, 1988.
Nizamülmülk, Siyasetname, Çev., Nurettin Bayburtlugil, İstanbul, 1981.
Poıncare, Henri, Son Düşünceler, Çev. Hamdi Ragıp Atademir-Süleyman Ölçen, İstanbul, 1986.
Sarıçam, İbrahim, Erşahin, Seyfettin, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, 2006.
Şayegan, Daryuş, Batı Karşısında Asya, Çev., Derya Örs, İstanbul, 2005.
Taylan Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul, 1985.
Ülken, Hilmi Ziya, Bilim Felsefesi, İstanbul, 1969.
Yıldırım, Alper, Yeni Türkçe Sözlük, İstanbul, 2013.
Yüksel, Ahmet Turan, İslam’da Bilim Tarihi, Konya, 2012.
TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 4, Sayı: 13, Eylül 2017, s. 177-193
193
Download