özlemlerimiz küflü sandıklarınıza sığmaz!

advertisement
Bölgesel rejim krizi, IŞİD ve
Rojava Gerçeği
''8-9
Tekçi egemenlik biçimleri, neoliberal yıkım politikalarının işçi ve emekçi kitlelerde yarattığı sarsıntıyı sisteme entegre edemeyince, sınıfsal-ulusal-dinselmezhepsel baskı ve çelişkileri hafifletmek bir yana kitlelerin demokrasi talep
ve özlemlerini bastırarak derinleştirince yoksul emekçi halklar adeta hapsedildikleri düdüklü tencereyi havaya uçurdular...
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi
Sayı: 48 Ağustos 2014 1 TL
Sevdiğim insanın cenazesine bile
gidemiyorum
Okyanus’u siz öldürdünüz,
gazeteci, anne, baba, öğretmen, ağabey, abla, sevgili
olan siz! Koşulsuz sevmeyi
bilmeyen siz, her gün bize
kafamıza vurduğunuz ‘normal’ – ‘anormal’ ikiliğiyle
bizde temiz bir parçayı
öldürmektesiniz ...ölümle ve/veya intiharla bizi sınıyor,
yok etmeye çalışıyorsunuz. Bitmeyeceğiz” dedi ve ekledi:
“Alışın, varız, buradayız, gitmiyoruz!
" 14
Behrengi amcanın anlattıkları
ÖZLEMLERİMİZ KÜFLÜ
SANDIKLARINIZA SIĞMAZ!
Yeni bir yaşam özlemimiz burjuvazinin küflü
sandıklarına sığmaz. Kapitalizmin daralan
cenderesine, burjuva demokrasisinin dilek
ağacına, Erdoğan’ın gölgesine, Ekmel’in mavi
boncuklarına, Demirtaş’ın bitkisel yaşamına,
sığmaz.
Cumhurbaşkanı seçimi, kapımıza dayandı.
Seçmemiz istenen yalnız bir cumhurbaşkanı
değil. Burjuvazinin tıkanmış ve pejmürde
rejimini, yine bizim oylarımızla yeniden
yapılandırıp tahkim etme sürecinin önemli bir
Yazının sonunda
Behrengi Amcamıza
kulak verelim: “Öyküler
bizlere, toplumumuzun
gerçek resmini çizebilir;
sorunlarını ve nedenlerini
açıklayabilir. Öyküler, okuyanları yalnızca
eğlendirmez. Bu yüzden ben de, akıllı çocukların
öykülerimi yalnızca hoş vakit geçirmek için değil,
öğrenip bilgilenmeleri için okumalarını istiyorum.
" 15
halkası.
İyi ki doğdun Sınıfsız! İyi ki varsın Sınıfsız!
Rejim krizinin temelini toplumun artık
Toplamda 6 gece 7
tabutlaşan mevcut rejime sığmaz hale gelm- gün olan kampımız,
forumlarla, yaratıcı
esi oluşturyor. İşçi sınıfının Soma çığlığı,
drama
Gezi’deki milyonlar, Kürt halkının Lice çıkışı, oyunlarla,
çalışmalarıyla dolu dolu
kadınların her gün öldürülmeye ve tecavüz
geçti. Kampımız hayatın
edilmeye isyanı, gençlerin kendilerini sokakta kendisinden kopuk,
dışında,steril bir şekilde
ifade etmesi, Alevilerin tepkisi, LGBTilerin
olmadı, kampmızı hayatın kendisiyle bütünleştirip
itirazı… hepsinin işaret ettiği, artık eskisi
gelecek dönem için bir ivme kazandıracağı kampa
gibi hiçleştirilerek yaşamak ve yönetilmek
katılan herkesin ortak fikriydi.
"2
istememedir
Liberal-reformist bir “Yeni Yaşam”
istemiyoruz!
Cumhurbaşkanlığı seçiminde genç işçilere, işçi-öğrencilere, işsiz gençlere daha fazla
baskı, daha fazla yoksulluk, daha fazla sömürü çıkacağını biliyoruz. Bizlere herhangi
bir vaatleri yok. Kandırmak için bile, ihtiyaç ve özlemlerimize dair zahmet edip bir çift
kelam etmemekteler.Biz işçi-öğrenciler olarak bir savaşım vereceksek, başkalarının
seçim savaşlarında taraf olmamalı, kendi öz savaşımımızı yaratarak yaşamlarımızın
üzerindeki ablukayı dağıtmalıyız. Biz işçi öğrenciler olarak, cumhura baş seçme adı
" 11
altında sisteme yedeklenmeyecek ve kendi başımız bize yeter, diyeceğiz!
2
işçi meclisi
İyi ki doğdun Sınıfsız! İyi ki varsın
Bu yıl .sini düzenlediğimiz Sınıfsız gençlik
kampı sona erdi. Birlikte üretim ve payalaşımın
olduğu, oyunlar,atelyeler, drama çalışmalarının
olduğu ve on ayrı başlıkla forumlar gerçekleştirildi.
Forum tarzı tartışmalarının ’68 Baharı’nın ürünü
olduğunu Gezi ile yeniden toplumsallaşmasıyla
bir ivme kazandığı bu süreçte, panel tarzını, bilen-bilmeyen ikiliğini kampımızda yıktık. Kampta da forumları geliştirerek yeniden ürettik. Forumların içinden geçen hat, temel çizgilerini koyduğumuz gelecek tablosunu geliştirme, gençliğin
ellerinden kayıp giden sermayeleşen yaşamlarına yönelik tüm ifade kanallarıyla ortaya koydukları “yeni” bir yaşam ihtiyacıyla bütünleştirme;
insanlıktan yoksunlaştırılan hiçleştirilen emeği,
amansız yıkıcı ve güzelliği kurucu kolektif öznede
toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda özgürleştirme
canlandırma bütünleştirme çabasını hayata geçirdik. Kamp boyunca kendimizi ortaya koymamız
da iç-dış engelleri, sınırları zorladı, alabildiğine
zenginleştirdi, toplumsallaştırdı.
mamız, doğaya ne kadar yabancılaştığımızı, en
derinimizde hissettik. Doğa ile iç içe geçirdiğimiz
saatlerde, doğaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu
bir kere daha anladık. Saatler çok çabuk geçti ve
akşama yapacağımız “işçi-öğrenci formu” için
geri dönüş yoluna geçtik.
Akşam yemeğinden sonra foruma katılmayan
arkadaşların demlediği çayları elimize alarak (
foruma katılmak mecburi değildi ancak elbette
çay demlemek mecburiydi! ) “işçi-öğrenci” forumuna başladık.
Önce “işçi-öğrenci” nedir sorusuna verilen cevaplarla forumumuz başladı. Bir, iki cümlelik
cevaplarda aslında işçi-öğrenciliğin ne olduğunu
net olarak ortaya koymuş bulunduk toplamda.
4+4+4 süreciyle başlayan yaşam boyu öğrencilik
aynı zamanda yaşam boyu işçi olma durumunun, okulda bilgi üreticileri olarak bizlerin ürettiği bilgiyi sermayenin çıkarlarına uygun olarak
kullanıldığı, staj sömürüsü ile emeğimizi ucuz
iş gücü olarak kullanıldığı, asistan öğrencilerin,
üniversitelerde iş güvencesiz çalıştırılmaları ya
da proje asistanlığı ekseninde kölece çalışma
koşullarında çalıştırılmaları yada üniversitelerin
piyasaya uygun örgütlenişinden kaynaklı bilimsel-akademik gelişme ödevleri yerine, piyasanın
çıkarlarına uygun düşen ödevlerin verilip bu
ödevleri veya bitirme projelerini sermayedarlara
peşkeş çekilmesi ancak burada yaratılan görünmez emeği hiçe sayıldığı bu süreçte, İşçi-öğrenciler olarak; üniversite ve liselerde emek-sermaye
çelişkisinin içinde olduğumuzu bilince çıkartmak
için onlarca örnekler verildi. Saatler gece yarısını geçmiş ve yorgunluk arttığı için işçi-öğrenci
formunu bir sonra ki günde devam etme kararı
alarak, yataklarımıza döndük.
Ertesi gün sabah (uykucuların mız mızlamalarına
rağmen) dinamik bir şekilde kalkıp, kahvaltı ve
deniz ikilisinin tadına vardıktan sonra kadın-toplumsal cinsiyet forumuyla devam ettik. Forumda
kadın ve özgürlük teması işlenerek, ailede-iş
yerinde-okulda toplumun her yerinde kadının
toplumsal rollerinin temeli, bu temelden sıyrılma
mücadelesi ve gündelik yaşamla karşılaştığımız
sorunlar konuşuldu. Gelişkin bir kadın hareketi
ihtiyacı ve bunun giderilmesi için mücadele edilmesi gerektiği vurgulandı.
Gençliğim eyvah! Bu çığlığı attıran, dünya çapında Türkiye’yi pazarlarken kullanılan temel
sloganın “genç nüfus” olduğunu gördük. Sermayenin devleti, “ben üzerime düşeni yaptım, işte
size ucuz, yığınsal, genç işgücü; şimdi sıra sizde,
gelip tepe tepe sömürün!” derken bizler yeni bir
yaşamın temellerini kamp ile atmaya başladık.
Voleybol turnuvasına (çekilen takımlar olmasına
İşçi-öğrenci formunda da dile getirdiğimiz gibi;
rağmen) devam edildi. Maviler takımı “kaybetburjuvazi eğitimi de sanayileştirip, öğrencileri
menin manifestosunu bu turnuvada yazacağız”
eğitim süreci içinde proleterleştirirken; yeniden
şiarıyla, piyasada ki rekabet üzerine kurulu turyeniden eğitime tabi tuttuğu işçileri de öğrennuvalara göndererek “en güzel biz yenilirizi” tüm
cileştiriyor: Alın size yeni bir toplumsal sınıf
kamp sakinlerine gösterdi turnuva boyunca.
kesimi, “öğrenci işçi, işçi öğrenci”. Ve bundan
kaynaklı iyi ki doğdun Sınıfsız! İyi ki varsın
Akşam yemeğinden sonra yarım kalan işçi-öğSınıfsız! Ortaya koyduğumuz gelecek tablosu
renci formuna geçildi. Bir önce ki gece doygunolmasa, “Çığlık” tablosunun reproluğa ulaşan örneklerimiz artık, somut
diksiyonlarından başka neyiz? Sen
olarak ne yapacağımıza dair konuşma
olmasan, rüyalarımıza karşı sınıflı
ve örgütlenme üzerine, işçi öğrencilik
toplum devleti; hayallerimize sermaye
hakkında pratik olarak neler yapacabirikim kanallarıyız. Zaman ise hiç
ğımızı konuşmaya başladık. Kariyer
bizim olmadı zaten; azıcık boşluk
günlerinin üniversite öğrencilerinin
bulduk mu, çoğumuz için ikinci bir Gençliğim eyvah! Bu çığlığı attıran, dünya çapında Türkiye’yi pazarlarken hayallerini çalmasına izin verilmemeiş olanağıdır. İlkinde ölmediysek
kullanılan temel sloganın “genç nüfus” olduğunu gördük. Sermayenin si gerektiğini, ucuz iş gücü ve güvenhayret, ikincisinde bankodur ölüm devleti, “ben üzerime düşeni yaptım, işte size ucuz, yığınsal, genç işgücü; cesiz çalışmaların karşısında sınıfın
(Belediye taşeron işçisi ikinci işte
şimdi sıra sizde, gelip tepe tepe sömürün!” derken bizler yeni bir yaşamın bir bileşeni gibi hareket edilmesi
çalışırken elektrik çarpmasıyla ölgerektiğini, piyasayalaştırılan ödev
temellerini kamp ile atmaya başladık.
dü-Evrensel). Doğdun, gözümüzün
yüklerine karşı hak alıcı mücadele
nurusun; “eyvah!”lara, gaza, cezalara, atılmaya
edilmesi gerektiği vurgulandı. Sınıfsız olarak yaz
karşı Duman’ın “Eyvallah”ıyla varsın. Ortaya
süreci boyunca işçi-öğrencilerin yoğun olarak
koyduğun gelecek tablosunu gençliğin zengin
çalıştığı AVM’lerde, fabrikalarda , hizmet sektöçizgileriyle, renkleriyle geliştirerek herkesin kılma
ründe etkin bir çalışma yürütülmesi gerektiğini,
çabanla adımlıyorsun. İhtiyaçlar doludizgin ve
okul dönemine ise buradan alınan güçle, dinamik
patlamalı, sorular da var: Sınıfsız’ın kampı olur
bir giriş yapılarak merkezi bir kampanya fikriyle
elbet; fakat sınıfsız kamp olur mu? Bir haftalık
forum son buldu. Toplamda 6 gece 7 gün olan
kampta; kampa giren “ben” ile kamp sonrası
kampımız, forumlarla, yaratıcı oyunlarla, drama
“ben” arasında güneş yanığı, az biraz göbek ve
çalışmalarıyla dolu dolu geçti. Kampımız hayatın
“kahrolsun bazı şeyler!” dışında fark olacak mı
kendisinden kopuk, dışında, steril bir şekilde olderken, kamp sonrası için alınan somut kararlarla
madı, kampmızı hayatın kendisiyle bütünleştirip
olacağını iliklerimize kadar hissettik!
gelecek dönem için bir ivme kazandıracağı kampa katılan herkesin ortak fikriydi.
“Kürt sorunu ve barış sürecini” kapsayan forum
sonrası Dilek Yarımadası’nda bulunan Milli
Forumlarda konuşulan, bunun ekseninde üretiPark’a doğru yürüyüş gerçekleştirdik. Beton
len fikirler ve alınan kararlar, Sınıfsız Dergi okuyığınlarının arasında sıkışan yaşamlarımız, oryucularına metin olarak önümüzde ki günlerde
manın temiz havasına alışık olmayan bünyemiz,
ulaştıracağız.
ağaçlar içinden geçişimiz ve denizle tekrar buluşİşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 48- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
Enternasyonal sınıf
işçi meclisi
mücadelesini yükseltme zamanı
Günlerdir İsrail Gazze’ye saldırıyor, Filistin halkı
intifayla karşılık veriyor. beşyüzü geçkin ölü, binlerce yaralı var. Kobanê yanıbaşımızda. Kobanê şahsında Rojava halkları kendi geleceklerini belirleme
kararlarına kasteden IŞİD çetelerine karşı tüm imkansızlıkların içerisinde direniyor. Gazze İsrail toprakları ve Kızıldeniz’le -bu demektir ki denizden
de siyonist İsrail devletiyle- çepeçevre kuşatılmış
durumda. Siyonist İsrail devleti dışında dış dünyayla tek bağlantısı Mısır’la arasındaki Refah Sınır
Kapısı. Ve o da, ambargo ve ablukanın bir parçası
olarak kapalı. Kobanê de üç tarafı Arap yerleşim
bölgeleriyle ve bu yerleşim bölgelerinde konuşlanan
IŞİD çeteleriyle kuşatılmış durumda. Sınır olduğu
Suruç’ta ise Türkiye’nin ambargo ve ablukasıyla karşı karşıya.
Kobanê ile Gazze Temmuz sıcağında aynı kaderi
paylaşıyorlar. Gazze’deki bu kuşatma, Filistin halkı,
ölüm bombaları karşısında teslim olsun diyedir.
Kobanê’deki bu kuşatma, başta Kürt halkı olmak
üzere Rojava halklarının birlikte inşa ettikleri demokratik özerkliklik kırılsın diyedir. Ancak Filistin
de, Rojava da ölüm mangaları önünde diz çökmeyecektir.
Siyonist İsrail devleti Filistin halkını katlederek Filistin topraklarını sömürgeleştirmiş, Filistin halkını
kırıma uğratarak kendisine yaşam alanı bulmuştur.
Siyonizm Ortadoğu işçi sınıfı ve emekçi halklarının arasına saplanan kanlı bir kamadır. İşçi sınıfı
siyonizmi lanetlediği gibi antisemitizmle de arasına sınır çeker.
Bu iki sınıf düşmanı ideoloji işçi sınıfı ve emekçi
halkların hafızasında derin yaralar bırakmıştır.
Biri Hitler'in gaz odalarına kadar varan katliamların ve soykırımın, diğeri ise Filistin topraklarında
yıllardır süren katliamların, Sabra ve Şatilla vahşetinin acı hatıralarıyla birlikte anılan ideolojilerdir.
Bizler işçiler ve emekçiler olarak bize çizilen sınırları kabul etmemeli ve tüm dünyanın işçileri
olarak bu kanın vahşetin barbarlığın karşısına dikilmeliyiz. Patronların sistemini de o sisteme hizmet edeceklerin seçildiği seçimi de boykot ediyoruz.
mücadele etmektir. Bugün, Türkiye işçi sınıfının
görevi, tekelci kapitalist devleti, İsrail’le Erdoğan’ın
“one minute” şovu sonrası azalmak bir yana artan
ekonomik ilişkileri, gizli açık askeri-siyasi-kültürel
her türlü ilişkiyi kesmesi için zorlamaktır. Siyonist
İsrail devletinin her alanda boykot edilmesini sağlamak, mazlum Filistin halkının yanında saf tutmanın biricik yoludur.
Şovenizm, işçi sınıfı ve emekçileri birbirine düşman
eden burjuva ideolojilerinden biridir. Türk işçi ve
emekçilerin Kürt halkına karşı yürütülen katliamlara kayıtsızlığının altında yatan da şovenizm zehridir. Yanı başındaki savaşa, Kürt halkının her parçasını etkileyecek olan Rojava kuşatmasına, Ortadoğu
halklarının ulusal-dinsel-mezhepsel (ama asla
sınıfsal olmayan!) çatışma ve çelişkilerle çürütülüp
birbirine kırdırılmasına seyirci kalmak işçi sınıfının
tekelci kapitalist devletin sermaye birikimini azamileştirmek için geliştirdiği bölge politikasına asker
Türk tekelci kapitalist devletine karşı, onun savaşpolitikalarına karşı, Kürt halkının kazanımlarının yokedilmesini hedefleyen Rojava politikasına karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. Kobanê’deki
ablukayı yıkmak için sınırları hükümsüz kılmak,
Rojava’ya uygulanan abluka ve ambargoyu kaldırmak için Kürt halkının yanında olmalıyız.
Rojava’ya destek, enternasyonal sınıf mücadelesini
yükseltmekten geçiyor. Bunun somut karşılığını
oluşturmaktan geçiyor. Kürt halkıyla mücadele
içerisinde kardeşleşmekten işçilerin birliği halkların kardeşliği sloganını yükseltmekten geçiyor.
Türk tekelci burjuvazisinin bölgede emperyalist
kapitalist sistem içerisinde konumlanması ve nemalanması gayreti şu sıralar Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde somutlanıyor. Türk burjuvazisinin bu
kan gölündeki rolünü nasıl oynayacağı umrumuzda
değil ve olamaz.
Bizler işçiler ve emekçiler olarak bize çizilen sınırları kabul
etmemeli ve tüm dünyanın işçileri olarak bu kanın vahşetin
barbarlığın karşısına dikilmeliyiz. Patronların sistemini de
o sisteme hizmet edeceklerin
seçildiği seçimi de boykot ediyoruz.
İsrail’le Türk tekelci kapitalist devletin ticaret
hacmi “one minute”
tanımadı ve her geçen
yıl artarak devam etti.
Erdoğan’ın “one minute”i
buraya kadardı! Bir yanBurjuvazinin çıkarlarını nasıl
dan siyonist İsrail devleti
layıkıyla temsil ettiklerini bildiile ekonomik ilişkiler
ğimiz isimler yine sahnede. Patkatlanarak devam eder,
ronları en iyi ben temsil ederim
siyasi-diplomatik ve askediyenleri de liberal reformist
ri ilişkiler perde arkasınsosla bizi sistemin içine çekmek
dan yürütülürken, diğer
isteyenlerede oy yok!
yanda Türkiye işçi sınıfı
ve emekçi kitleler, Filistin
İşçi sınıfı ve emekçiler dünyanın
halkını destekleme adına
neresinde olursa olsun, hangi
antisemitik söylemlerle
ulustan, hangi etnik kimlikten
zehirlenmektedir. Filisolursa olsun, hangi din veya meztin halkıyla dayanışmak
hepten olursa olsun aynı göğün
için Türkiye işçi sınıfı ve
altında küresel mali oligarşinin
emekçiler, Erdoğan’ın
azami kar iştahasının hedefi duve diğer burjuva temsilrumundadır. Sınırlar, ayrım ve ayrıİşçi sınıfı ve emekçiler dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulustan, hangi etnik kimlikten olursa olsun, hangi din veya calıklar, sömürü ve egemenlik; uluscilerin hamaset kokan
mezhepten olursa olsun aynı göğün altında küresel mali oligarşinin azami kar iştahasının hedefi durumundadır. Sınırlar, lar, ırklar, dinler, mezhepler arasında
nutuklarına, mızıldanmalarına değil kendi sınıf ayrım ve ayrıcalıklar, sömürü ve egemenlik; uluslar, ırklar, dinler, mezhepler arasında değil sınıflar arasındadır!
değil sınıflar arasındadır!
gücüne bel bağlamalıdır.
Enternasyonal mücadele, dünyanın neresinde
yazılmasıdır.
Savaş da, küresel mali oligarşiyle, emperyalist kapiolursa olsun işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist
talistlerle, tekelci kapitalist devletlerle, özcesi burjudevletler, küresel mali oligarşik kurumlar üzeTürkiye işçi sınıfı ve emekçileri yanıbaşındaki bu
va sınıf ve temsilcileriyle dili, dini, rengi, mezhebi
rinde basınç oluşturarak siyonist İsrail devleti
katliamlara ve savaşa sessiz kalamaz. Ortadoğu
ne olursa olsun tüm işçi sınıfı ve emekçi halklar
ile her türlü ekonomik, askeri, siyasi-diplomatik
halklarının katledilmesinde bilfiil rol oynayan
arasında olmalıdır.
anlaşma ve ilişkiyi kesmelerini sağlamak için
4
işçi meclisi
Dev Maden-Sen üyesi işçiler meclise yürüdü
Yürüyüşte üzerinde, katliamda hayatını kaybeden madencilerin isimlerinin yazılı olduğu
bir pankart ile taleplerin yazılı olduğu bir
pankart taşındı. Kortejin en önünde, yüzünü
siyaha boyayarak kefen giymiş bir işçi yürüdü.
Yürüyüş sonunda Meclis Dikmen kapısına
gelen işçiler burada, katliamda ölen işçiler
için bir dakikalık saygı duruşunda bulundu.
Saygı duruşunun ardından Dev-Maden-Sen
Genel Başkanı Tayfun Görgülü bir konuşma
yaptı. Görgülü, “Soma’da cinayete dönüşen
faciaya sebep olan açgözlüleri herkes biliyor.
Bunlar bize sözler verdiler. Bu sözlerin içinde
ölen madenci şehitlerimizin çocuk ve aileleri
yapılacak olan yardımlarla ilgili sözler var.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği çalışma koşulları
bakımından yasal alanlardaki çıkarılması
gereken yasal düzenlemeler ve diğerleri var.
Bu sözlerin tam ve eksiksiz olarak tutulmasını istiyoruz.” dedi.
Görgülü’den sonra DİSK Genel Başkanı
Kani Beko da bir konuşma yaptı.
Katliamın yaşandığı Soma madenlerinde çalışan işçiler adına basın açıklaması bir maden
işçisi okudu. “Soma’da değişik patronların
ocaklarında çalışan binlerce işçi kardeşimizi temsilen buradayız” sözleriyle başlayan
açıklamada yaşanan katliamın, madenlerdeki
çalışma koşullarının kaçınılmaz sonucu olduğu ifade edildi.
Katliamdan sonra Ankara’ya gelen bir işçi
heyetine Başbakan ve AKP grubu tarafından
verilen ve tutulmayan sözlerin takipçisi olarak buraya geldiklerini belirten maden işçisi,
verilen sözleri tek tek okudu.
Açıklamanın ardından işçiler arasından daha
önceden belirlenen bir heyet talepleri içeren
dosyaları sunmak üzere meclise girdi.
PTT kargo ve dağıtım işçileri iş bıraktı
PTT’nin Gebze, Dilovası, Körfez,
Kartepe, Gölcük ve İzmir’teki posta
dağıtım ve kargo işinde çalışan işçiler, maaşlarının zamanında ödenmemesi üzerine iş bıraktı.
Her ay sonu yaşanan maaş yatırılmaması sorununa tepki gösteren,
maaşlarının bir an önce hesaplarına
yatırılmasını ve bundan sonra da
ödemelerinin aksatılmamasını isteyen işçiler, Kandıra’daki PTT Posta
Toplama ve Dağıtım Merkezi’nin
önünde bir araya geldi. İzmit Merkez
PTT önüne yürüyen işçiler, sık sık
“Taşeron işçisi köle değildir”, “Bu
daha başlangıç, mücadeleye devam”,
“Direne direne kazanacağız” sloganları attı.
150’den fazla işçinin katıldığı eylemde İzmit Merkez PTT önündeki
açıklamayı Nakliyat-İş Örgütlenme
Daire Başkanı Erdal Kopal yaptı. İşverenin tamamen keyfi ve hukuksuz
davrandığını, maaşların zamanında
ödenmemesi gibi bir hakkın olamayacağını söyleyen Kopal, taşeronda
çalıştırılan işçilerin isyan etme noktasında olduğunu ifade etti. Kopal,
işçilerin haklarını sonuna kadar
savunacaklarını söyledi ve tüm kargo-dağıtım işçilerini Nakliyat-İş’te
örgütlenmeye davet etti.
Açıklamanın ardından işçiler bir
süre de oturma eylemi gerçekleştirdi.
İşçiler, maaşlarındaki aksamaların
sürmesi durumunda eylemlerini de
devam ettireceklerini duyurdu.
Turizm işçisine işkence!
Mustafa Yahyaoğlu okudu.
Açıklamada, İsmail’e yönelik asılsız iddialara cevaplar
verildi.
Yahyaoğlu şöyle devam
etti: “Bu olayla görüyoruz
ki turizm patronları ve
yönetimleri artık sadece
sömürmüyor bir de artık
işçi üzerinde kurduğu
psikolojik baskıyı fiziksel
baskıya çeviriyor. Turizm
işçilerinin bütün bu sömürü
çarkından kurtulmak için
çözümü tektir: Sendikalı
olmak, sendikalı olarak mücadele etmek!
DİSK’e bağlı Dev Turizm İş üyesi İsmail
Yılmaz, 17 Temmuz günü çalıştığı Antalya
Kundu mevkiinde bulunan Sherwood Breezes
Resort Otel’de otel yönetimi tarafından zorla
alıkonularak darp edildi.
müdürü ve sorumlusu ile Güvenlik müdüründen
oluşan patron yalakası çete İsmail’in çirkin
iddiaları reddetmesi üzerine İsmail’i otelin zemin
katında bulunan telefonunun çekmediği, penceresiz bir odaya hapsedip ve sorgulamaya çalıştılar.
17 Temmuz Perşembe günü gece vardiyasında
çalışan İsmail, mesai bitiş saati 08.30'da otelden
ayrılıp servise bindiği esnada otelden aranarak yüz tarama sisteminin yenilendiği, tekrar
işlem yapması gerektiği gerekçesiyle otele geri
çağırıldı. Otele geri dönen Yılmaz, durumun
yüz tarama sistemiyle alakalı olmadığını, otelin
hesaplarındaki bir açıktan kendisinin sorumlu
tutulduğunu öğrendi. Otelin İnsan Kaynakları
Dev Turizm İş: İsmail Yılmaz yalnız değildir
17 Temmuz’da gerçekleşen bu saldırının üzerine,
Dev Turizm İş sendikası, 18 Temmuz Cuma
günü saat 12.30'da Sherwood Breezes Resort
Otel önünde bir eylem gerçekleştirdi. Eylemde,
Türkçe ve İngilizce “İsmail Yılmaz yalnız
değildir” ozalitleri açıldı.
Basın açıklamasını, Dev Turizm genel başkanı
Biz Devrimci Turizm İşçileri
Sendikası olarak bu mücadelenin içindeyiz ve hiçbir üyemizin bu şekilde
bir muameleye maruz kalmasına izin vermeyiz.
Biz Devrimci Turizm İşçileri Sendikası olarak
başta üyemiz olan İsmail Yılmaz ve işten
çıkarılan önbüro işçilerinin arkasındayız. Onları
haklı oldukları bu mücadelelerinde yalnız
bırakmayacağız.
İsmail’i zorla alıkoyarak darp eden bütün sorumlular adalet tarafından cezalandırılana kadar
bu mücadelenin takipçisi olacağız”
5
Okmeydanı Hastanesi direnişi
öncü işçiler dağıtılarak
bitirildi!
Okmeydanı Eğitim ve
Araştırma Hastanesinde DevSağlık-İş üyesi taşeron sağlık
işçilerinin direnişi sessiz sedasız
bitirildi! Yaklaşık 62 gün süren
direniş, işçilerin önce çeşitli
hastanelerde işe alımı ve bayramdan sonra ise eski işlerine dönmelerinin kabul edilmesi sözü
ile direnişin sona erdirildiğini
öğrendik.
14 Mayıs 2014’te Okmeydanı
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Dev-Sağlık-İş üyesi
taşeron sağlık işçileri sendika, toplu sözleşme ve grev hakları için
eylem yapmıştı. ‘Sağlık işçisiyim,
Dev Sağlık-İş üyesiyim’ şiarıyla
sendika, toplu sözleşme ve
grev hakları için üretimden
gelen güçlerini konuşturup iş
bırakmışlardı.
Bu eylemleriyle birleştirdikleri
DİSK’in Soma için eylem
çağrısını hayata geçirerek, iş
bırakma eylemlerini 15 Mayıs
günü de sürdürmüşler ve
Soma katliamına karşı sınıf
dayanışmasının sarmalayıcı
diline, destek için iş bırakma eylemine başvurmuşlardı. Örgütlü
oluşlarının gücü dışında hiçbir
iş güvenlikleri olmayan taşeron
işçilerinin bu sınıfsal cüreti
taşeron kapitalistlerini ve
hastane yönetimini ziyadesiyle
ürkütmüştü. Cezalandırılmaması
düşünülemezdi! Aynen böyle yaparak 22 Mayıs’ta, Dev-Sağlık-İş
işyeri temsilcileri olan 8 işçi işten
çıkarılmış ve direniş başlamıştı.
Direnişin ilerleyen sürecinde
direnişçilerden bir kadın
işçi Okmeydanı Ağız Ve Diş
Hastalıkları Hastanesinde işbaşı
yaptırılmıştı. Fakat diğer 7
öncü işçi işe alınmadı ve işçiler
işe geri dönme mücadelelerini yaklaşık 62 gün sürdürmek
zorunda kaldılar. Henüz sendikadan bir açıklama yapılmasa da
sağlık işçilerinden öğrendiğimiz
kadarıyla yapılan görüşmeler
sonucu direnişçilerden 3 işçi
(Celel Kaya, Nail Tekin ve
İlhan Taş) Şişli Etfal Eğitim ve
Araştırma Hastanesinde; bir
işçi (Recep Meral) Eyüp Devlet Hastanesinde; Oktay Yavuz
Kasımpaşa Devlet Hastanesinde
ve diğer işçiler Ali Çakin ile
Muzaffer Mengi ise Okmeydanı
Ağız Ve Diş Hastalıkları Hastanesinde işbaşı yaptırılarak direniş
sonlandırıldı.
Bu dağılımla direniş bitirildikten
sonra ise başka ayak oyunlarının
yapıldığı açıklandı. İşçilerden
Recep Meral işbaşı yapmak için
gittiği Eyüp Devlet Hastanesinden “bize bu yönde bir talimat
gelmedi git işine bak” denerek
geri çevrildiği; Okmeydanı Ağız
Ve Diş Hastalıkları Hastanesinde işbaşı yapması gereken
Ali Çakin’inse aslında başka bir
ilçedeki hastaneye yönlendirildiği
anlaşıldı. İşçilerin bu ayak oyununu sona erdirme çabaları
sendika ve hastane yönetimi
nezdinde sürüyor! Bu durum
ise bayramdan sonra işçilerin
eski işlerine geri döneceklerine
dair verilen sözler ve yapılan
anlaşmanın akıbeti konusunda işçilerde ciddi bir endişe
oluşmasına neden olmakta.
Bir direnişin bu biçimde sona
erdirilmesi, bir örgütlülük
alanındaki öncü işçilerin bu
biçimde alanlarından koparılıp
çil yavrusu misali birçok alana
saçılması konusu komünist ve
sınıf bilinçli işçilere bu Pirus zaferinin hangi sendikal
politikaların eseri olduğunu,
hangi sendikal önderlik
anlayışının neticesi olduğunu
sorgulatmalı! Öncü işçilerin
resmen tasfiye edildiği bu
anlaşmanın neye, hangi amaçlara
hizmet ettiğini sorgulamalıyız.
Bu sendikal anlayış özellikle İstanbul’da taşeron sağlık
işçilerinin mücadelesine
önderlik etme basiretini çoktan yitirdiğini ispatlamıştır.
Örgütlülük düzeyinin güçlü
olduğu İstanbul’daki belli başlı
hastanelerdeki gerileme ve
dağınıklık bu konuda fazla söze
gerek bırakmayacak açıklıktadır.
Sendikal önderlik basireti
gösteremediği gibi öncü işçilerin
aşağıdan inisiyatifine bile sahip
çıkamayıp önce bu insiyatifi
engellemeye, başaramadığında ise
onu en geri sınırlara hapsederek
sündürme yoluna gidebilmiştir.
Okmeydanı Eğitim ve Araştırma
Hastanesi taşeron sağlık işçileri,
mücadele tarihinin en eski
aracına başvurarak üretimden gelen güçlerini kullanıp sınıflarının
eylem gücüyle konuştular! Sendika, toplu sözleşme ve grev hakları
için giriştikleri cüretli eylemleri
içinde sınıf dayanışmasının da en
güzel örneğini gösterdiler. Katledilen 301 Soma işçisi için sendikal disiplin içinde hareket ederek
iş bırakma eylemlerini bir gün
uzatarak kolektif hareket etme
yeteneği gelişen işçi sınıfının
güçlü bir kesimi olduklarını dosta
düşmana gösterdiler.
Taşeron işçilerinin bu ileri militan duruşları asgari bir sendikal
önderlikten bile yoksun hale getirildi.. Bırakalım mevcut örgütlü
mevzileri korumayı öncü
işçilerin bir alandaki yoğunlukları
tasfiye edilmiş oldu.
işçi meclisi
Sütaş İşçilerine saldırı
Bursa Karacabey’deki Sütaş Fabrikası
önünde, Tek Gıda İş Sendikası üyesi Sütaş
işçilerinin, yaklaşık 3 aydır süren eylemi
jandarma ve polisin saldırdı. Jandarma,
sendikanın Şube Başkanı Suat Karlıkaya’yı
gözaltına alındı.
Sendikal faaliyetler sebebiyle işten atma
saldırısının ardından başlayan direnişi,
Sütaş’ın Karacabey Fabrikası önünde oturma
eylemi şeklinde sürdüren Tek Gıda İş Sendikası
üyesi işçilerin direniş alanından çıkartılması
için fabrika yetkililerinin imdadına her zamanki gibi polis ve jandarma yetişti.
Son günlerde direnişçi işçilerin üzerindeki
baskıyı artıran tönetim saldırı silyali veriyordu zaten. Eylemci işçilerden asılan pankartı
kaldırmasını istedi. Buna müsade etmeyeceklerini belirten işçilere polis jandarma
eşliğinde saldırıldı ve Tek Gıda İş Sendikası
Bursa Şubesi Teşkilatlanma Başkanı Suat
Karlıkaya gözaltına alındı.
Tek Gıda-İş Sendikası saldırı ile ilgili yaptığı
açıklamada “üyelerimizin tamamen yasal
ve meşru hak ve özgürlüklerine jandarma güçlerinin yaptığı bu kanunsuz müdahaleyi kınıyoruz. Sütaş Mücadelesinden
Vazgeçmeyeceğiz!” denildi.
Beltaş işçilerine işten atma
tehdidi
Beşiktaş Belediyesi’ne bağlı BELTAŞ A.Ş. adlı
şirkette park ve bahçeler işinde çalışan 250
işçi bizzat belediye başkanı Murat Hazinedar
tarafından işten çıkartılmakla tehdit ediliyor.
Toplu iş sözleşme görüşmelerinin sonuna
gelinmiş olmasına karşın ihale sürecinin Eylül ayında biteceği gerekçe gösterilerek Cuma
günü Genel-İş Sendikası üyesi olan bütün
işçilere amirlerce iş akidlerinin feshedildiğini
belirten bir kağıt imzalatılmaya çalışılmıştı.
İşçiler 22 Temmuz Salı günü saat 09.00 itibariyle iş başı yapmayıp grev haklarını kullanarak belediye binasının iki yan sokağında
bulunan Levent Birlik Parkı’nda toplandılar.
İşçiler belediye başkanı Murat Hazinedar’ın
kendilerine açıklama yaparak, kimsenin işten
çıkarılmayacağı sözünü yazılı olarak beyan
etmesini, aksi takdirde belediye önünde çadır
kuracaklarını söylüyorlar.
Sabah saatlerinde Genel-İş Genel Merkez yöneticileri işçilerin yanına uğradılar. Ardından
da belediye başkanı Haznedar’la görüşme
yaptılar. Saat 10.00’da şube başkanının işçilere
yaptığı açıklamada, belediye başkanının halen
net bir cevap vermediğini, toplantı halinde
olduklarını ve saat 13.00’da işçilerin yanına gelerek açıklama yapacağını söyledi.
İşçilerin bu oyalamaya karşı belediye binası
önüne gitmek istemesini ise sendikacılar,
öğlenki açıklamayı beklemek gerektiğini savunarak buna engel oldular. Şuan parkın içindeki
bekleyiş sürüyor. Greve ise yüzde 85 oranında
katılım sağlanmış durumda.
6
işçi meclisi
Bir Grev Yasağı
Daha!..
Şişecam grevinin ardından bir grev yasağı da
Ciner Grubuna bağlı Park Holding maden
işçilerine getirildi.
Park Holdingin üç madeninde Türkiye Maden
İşçileri Sendikasının uygulama aşamasına
gelen grev kararı Holding tarafından mahkemeye taşınarak durduruldu. Mahkeme Ankara,
Kütahya ve Maraş’taki linyit madenlerinde
2500 işçinin greve çıkacağı gün, ihtiyati tedbir
kararıyla grevi durdurdu.
Mahkeme kararı, enerji sektöründe grevlerin
durdurulabileceği, linyit kömürünün de enerji
üretiminde kullanıldığı gibi zorlama bir hükme
dayanıyor.
Sendika, linyit madenlerinde grev yasağının
2012'de kaldırıldığını, mahkemenin ise eski
yasa üzerinden zorlama bir karar çıkardığını
belirterek hükme itiraz edeceklerini belirtti.
“Bu karar bu ülkede grev yasak anlamına
geliyor. Tekrar itiraz edeceğiz. Sonra yüksek mahkemeye başvuracağız” açıklaması
yapıldı. Bununla birlikte grev hakkı mahkeme
koridorlarında süründürülürken, sendikanın
fiili bir eylem kararı almaması da dikkat çekti.
12 Eylül’ün geniş grev yasakları, bakanlar
kurulu ya da mahkeme kararıyla grevlerin her
vesileyle yasaklanabilmesi keyfi, son dönemlerde havayollarına, borsaya toptan grev yasağı
konulması girişimi, cam ve maden işçilerinin
grevlerinin
yasaklanması, hiçbir
büyük ve etkili greve
izin verilmemesi,
toplu sözleşme ve
grev hakkı açısından
durumu özetliyor.
Büyük sanayi işçilerinin artan hoşnutsuzluk
birikimi ve mücadele istekliliği son 2 yılda
artan grev kararlarına ve eylemlere yansıyor.
Bürokratik sendikaların eskisi gibi TİS’leri sessiz sedasız satmasını zorlaştırıyor. Devreye burjuvazinin devleti, bakanlar kurulu ve mahkeme
kararlarıyla giriyor. Enerji ve maden sektörlerinde ise, Yatağan işçilerinin direnişi, Soma,
Enerji-Sen, Maden-Sen ile artan bir hareketlilik var. Yine devreye burjuvazinin devleti,
hükümet ve mahkemeleriyle keyfi grev yasağı
sokuluyor. Artan bir taban basıncına ve tepkiye
gark olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden İş’i de
görünüşü kurtarma çırpınışından kurtarıyor.
Grev yasakları, özellikle de işçi sınıfının
daha geniş bir hareketlenme zeminine sahip
olduğu kriz sürecinde, daha mücadelenin ilk
adımında burjuva devletin baskı ve yasaklarıyla
karşılaşmasının tipik bir biçimidir. Neoliberal despotik çalışma rejiminin de ayrılmaz
bileşenlerinden biridir. İşçi sınıfının burjuvazinin neoliberal sınıf diktatörlüğü aygıtıyla
mücadele etmeden, fiili ve taban komite ve
meclislerine dayalı sınıf savaşımı demokrasisi
anlayışına sahip olmadan, elindeki kırıntıları
bile koruyamayacağını gösteriyor. İşçi sınıfının
daha mücadelenin ilk basamak eşiğinde burjuva devletin baskıları, hükümeti, polisi, mahkemeleri, hukuki ya da fiili yasa ve yasakları,
medyası vb ile de karşılaşması, siyasallaşmanın
ve sınıf savaşımını salt ekonomik-sendikal
olmayan, ekonomik, siyasal, ideolojik-kültürel
bir bütün olarak kavramasının da bir zeminini
oluşturuyor.
İşçi sınıfı ancak siyasallaşan ve toplumsallaşan
sınıf olarak meşru ve fiili, bağımsız savaşım
ve örgütlenme kanallarını açabilir. Grev hakkı
grev yaparak kazanılır. Grevlere, direnişlere
işçi komitelerimizi, işçi meclislerimizi kurarak hazırlanalım. Burjuvazinin baskı ve
yasaklarını, örgütlü fiili mücadele ile aşalım.
Grevleri yasaklanan cam ve maden işçileri
birlikte mücadele etmelidir. Son dönemlerde
anlamlı bir hareketlenme ve örgütlenme mücadelesi içinde olan enerji ve maden işçileri
topyekun ayağa kalkmalı, iş katliamları, grev
ve sendika yasaklarına karşı birlikte mücadele
etmelidir.
Düzce’de altı orman işçisi yaşamını yitirdi
Düzce’nin Yığılca ilçesinde orman işçilerinin
bulunduğu traktörün üzerine ağacın devrilmesi
sonucu aralarında 17 yaşındaki Hale Çelik ve
13 yaşındaki Sedat Yalçın’ın da olduğu 6 işçi
hayatını kaybetti, 15 işçi yaralandı.
Kaza, akşam saatlerinde Yığılca Kırık mevkiinde
meydana geldi. Ormanda çalıları ve otları temizleyen işçiler yağmurun başlamasıyla traktörün
römorkuna binerek ilçe merkezine doğru yola
çıktı.
Traktör yolda ilerlerken, yolun kenarında bulunan bir ağaç rüzgarın etkisiyle devrildi. Bunun
üzerine traktör ve bağlı olduğu römork devrilirken işçiler altında kaldı. Römorkun altında kalan
34 yaşındaki Birgül Çelik, 43 yaşındaki Nazım
Kara, 23 yaşındaki Erkan Çakır, 17 yaşındaki
Hale Çelik, 13 yaşındaki Sedat Yalçın ve 40
yaşındaki Adalet Altınay yaşamlarını kaybetti.
düzce-işkazasıİl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü
ve itfaiye ekipleri römorkun altında kalanları
çıkarırken, 15 yaralı Düzce Devlet Hastanesi
ve Düzce Üniversitesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi’ne götürülüp tedaviye alındı. Kazayla
ilgili soruşturma başlatıldı.
27 Kişi tedavi altına alındı
Yaralanan 25 kişi Düzce Devlet Hastanesi, Düzce
Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi
ve Yığılca Sağlık Ocağı’na götürülüp tedaviye
alındı. Hastanelerin önünde toplanan yaralıların
ve ölen kişilerin yakınları feryatlar ederek
ağladılar.
Hastanelerde tedavi gören yaralıların isimleri
şöyle; ‘Aysun Çelik, Gönül Altay, Selindar
Çelen, Fatma Tokgöz, Nurten Çelik, Emine
Kara, Oktay Çelik, Gaye Çelik, Fadime Tokgöz,
Lale Altay, Arife Çilingir, Ahmet Çilingir, Necibe Kartal, Birsen Demir, Saniye Çelen, Dilek
Yalçın, Durkadın Yalçın, Bayram Çilingir,
Altun Çilingir, Haydar Çilingir, Hanım Yalçın,
Volkan Yalçın, Birsel Demir, Emine Karadağ,
Arif Altıay.’
Ölenlerin cenazeleri köylerine getirildi
Yığılca ilçesinde, şiddetli rüzgar nedeniyle orman işçilerini taşıyan traktörün üzerine ağaç
devrilmesi sonucu, römorkun altında kalarak
hayatını kaybeden 7 kişinin cenazeleri evlerine
getirildi.
İşçilerin hepsinin Sarıkaya Köyünde ikamet
ettiği ve Sarıkaya mevkisindeki ormanda çalı ve
diken temizliği yaptıkları öğrenildi.
Kentteki çeşitli hastanelerde tedavileri süren
işçilerden çoğunun durumunun ise ağır olduğu
bilgisi alındı.
Özlemlerimiz küflü
sandıklarınıza sığmaz!
Cumhurbaşkanı seçimi, kapımıza dayandı.
Seçmemiz istenen yalnız bir cumhurbaşkanı değil.
Burjuvazinin tıkanmış ve pejmürde rejimini, yine
bizim oylarımızla yeniden yapılandırıp tahkim
etme sürecinin önemli bir halkası.
Rejim krizinin temelini toplumun artık tabutlaşan
mevcut rejime sığmaz hale gelmesi oluşturyor. İşçi
sınıfının Soma çığlığı, Gezi’deki milyonlar, Kürt
halkının Lice çıkışı, kadınların her gün öldürülmeye ve tecavüz edilmeye isyanı, gençlerin kendilerini sokakta ifade etmesi, Alevilerin tepkisi,
LGBT'ilerin itirazı… hepsinin işaret ettiği, artık
eskisi gibi hiçleştirilerek yaşamak ve yönetilmek
istememedir.
Burjuvazi de eskisi gibi salt sopayla kitlelere söz
geçiremediğini, böyle giderse kazanın daha fena
fokurdayabileceğinin pek güzel farkında. Sermaye
efendileri nasıl farkında olmasın ki? Şu bunaltıcı
yaz sıcağı ve Ramazan ayında bile her yer eylem,
her şey direniş. Grevleri yasaklanan Şişe Cam
İşçileri İstanbul plazalarının kapısına dayanıyor,
Zonguldak’ta madenciler Valiliğe yürüyor,
Kürtler Rojava’yla dayanışma için sınıra yürüyor,
kadınlar Meclise yürüyor, Aleviler Sivas’ta 2
Temmuz’un hesabını soruyor, doğa savunucuları
yasaklanan alanda kamp yapıyor… Burjuvazi bu
yüzden sopayı elden bırakmadan, kitlelerde yeni
bir beklenti yaratarak sokağı sandığa gömmenin
hesabını yapıyor.
Ey kitleler, diyor, biz sizi sömürenler ve ezenler aslında sizin iyiliğinizi isteyen dostunuz
ve kardeşiniz. Çoğulcu, katılımcı, uzlaşmacı
süslemeler yaptığımız demokrasimiz emrinize amedeyken ne gerek var öyle iki de bir hop
eyleme, hop sokağa? Lütfedip ölülerinizi tabuta,
dirilerinizi sandığa diziyoruz. Bunu da bulamayanlar var. Tıpış sandığa, yoksa sizi IŞİD’e veririm. Hem siz her zaman sandıkla bir şeylerin
belki değişebileceği ihtimalini seversiniz… Döner
döner yine seversiniz.
Bu kez önümüze 3 aday koyuyorlar.
Başbakan Erdoğan pervasızca kendi kendini cumhurbaşkanlığına, oradan da devlet
başkanlığına atama hesabında. Hayranları kendisine “uzun adam” diyor, boyu kadar elleri, dişleri
ve burnu da uzadıkça uzuyor. İşçiler ölüyor,
Erdoğan uzuyor. Kürtler, kadınlar, gençler ölüyor,
Erdoğan uzuyor. Rojavalılar, Filistinliler ölüyor,
Erdoğan uzuyor. Erdoğan’ın başkanlığa sınavsız
yatay geçiş yapmasına karşı çıkan, CHP, MHP,
BBP, DYP, DP, DSP Ekmeleddin İhsanoğlu
diye ortak bir aday çıkardılar. İslam İşbirliği
Teşkilatından tekaüt. Neoliberal muhafazakarlığın
“cool” versiyonu. O kadar sakin ki konuşmasını
dinleyen herkes uyuyor. Burjuvazi biber gazıyla
sokaktan dağıtamadığı kitleler için, onu “hey
sakin ol dostum, hadi sokaktan tıpış” gazı olarak
yedekte tutuyor. “Alo babacım”ın agrasif serveti
ile karşılaştırılamasa da, “sakin” bir 300 milyon
dolar ile Türkiye’nin sayılı para babaları arasında
yer alıyor. Üçüncü aday, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş. Liberaller onu her yazılarında
“genç, yakışıklı, zeki, esprili, özgüvenli” diye
tanıtıyor. Sanırsınız ki büyük bir sermaye grubunun halkla ilişkiler departmanına eleman alımı
için gazete ilanını okuyorsunuz. “İmaj her şeydir
gerçek hiçbir şey, (demokrasi) susuzluğunu
dinle!” Ve neoliberal holding demokrasisinin
“çoğulcu, katılımcı,
özerkçi, müzakereci”
yeni sürümünü bekle!
Demirtaş “sadece
bağlama çalıyor” olabilir ama daha önemli
olan hangi sınıfın
türküsünü söylediğidir.
Soma’dakinden bile
besbeter koşullarda
çalışan ve yaşayan, iki
kat ezilen ve sömürelen Kürt işçilerin, kent
ve kır yoksullarının,
kadınların, gençlerin sınıfsal-ulusal-cinsel
kurtuluş umutlarını ya kimler çalıyor?
Cumhurbaşkanı seçimleri 30 Mart’a göre daha
yumuşak bir havada geçiyor. 17 Aralık krizi ve 30
Mart seçimlerinde burjuvazinin kitleleri soymak
ve ezmek için en fazla ihtiyaç duyduğu devlet
aygıtlarının ciddi biçimde tahrip olması, kitlelerin
burjuva hükümet, meclis, ordu, polis, yargı,
medyasıyla rejime olan güvensizlik ve tepkilerinin artması, kitleleri rızalarını alarak sömürme
ve ezmenin aracı burjuva neoliberal demokratik temsiliyet ve müzakere mekanizmalarının
tıkanmasının kitlelerin aşağıdan sokak inisiyatifini büyütmesi, burjuvaziyi fena halde ürküttü. Tepemizde birbirine tekme sille giren burjuva sınıf
kesimleri, bunun sokakları daha da kızıştırdığını
gördüler. İyisi mi, dediler, uzlaşalım. Gezi’yi,
Soma’yı, Lice’yi rejimin yeniden yapılandırılması
zayiatına sayıp unutturalım. Kitleleri yeniden
neoliberal demokrasinin kendileri için olduğuna
inandırıp hasılatı kırışalım. Bunun için AKP’yi
biraz esnetelim, CHP’yi Ekmelleyip neoliberal
muhafazakarlığı kurumlaştıralım. Kürt burjuvazisi küçük kardeşimize de ucundan bir kanal
açıp, bu kadar muhafazakarlıktan bayılacak gibi
olanları da, onun “radikal demokrasi” vaatleri
üzerinden sisteme yedekleyelim.
Şimdi karşımıza çıkan 3 adayın da “vizyon
belgeleri”nde “çoğulcu, katılımcı, müzakereci
demokrasi, uzlaşma, barış” yazması raslantı
değildir. Bu, neoliberal burjuvazinin tüm kesimlerinin ortaklaşan, rejimi yeniden yapılandırma
programının estetize ve idealize edilmiş ifadesidir. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan
işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları bundan ne
beklemelidir? Daha keskin bir sömürülme ve
sopanın yanında bir nebze inceltilmiş ama bir
o kadar da derinleştirilmiş bir köleleştirilme
dışında hiçbir şey! Burjuva neoliberal çoğulcu,
katılımcı, müzakereci demokrasi de, uzlaşma
ve barış da, burjuvazi için ve burjuva sınıf kesimleri arasındadır. Erdoğan ve İhsanoğlu’nun
“vizyonları”, safkan burjuva mali oligarşik gericilik ve güç yoğunlaşmasına, geri ve güdük temsil,
istişare, müzakere mekanizmalarıyla ucundan
kapsayıp köleleştirme demokrasisinin katıştırılmış
biçimidir. Demirtaş’ın göreli farkı, Kürt burjuvazisinin yönetime alt düzeyde katılım, özerklik
ve Kürdistan’daki sermaye birikiminde payını
artırma isteminin belirleyici olduğu biçimde,
ezilen ulus, cins, mezhep, cinsel yönelimden burjuva ve orta sınıfların liberal çoğulcu, katılımcı,
müzakereci reformizm platformunu temsil
etmesidir. Demirtaş’ın TÜSİAD’ın belli kesimleri ve TÜSİAD medyası tarafından parlatılması,
liberal aydınların yoğun tezaruhatına gark olması,
7
işçi meclisi
küçük burjuva solun geniş bir kesimini çevresinde toplayıvermesi, geriye kalan devrimcilik
iddiasında olan küçük burjuva örgütlerdeki liberal
reformistleşmeyi de kolayca derinleştirip kendine yedekleyivermesi, Türk egemen ulusçuluğu
ve şovenizmiyle bile uzlaşıp vizyon belgesinde
“demokratik özerklik” istemini bile geri çekmesi,
ve en önemlisi, Gezi’yi, Soma’yı, Lice’yi sisteme
soğurmaya oynaması, zaten başka bir söze gerek
bırakmıyor.
Demirtaş’ın “radikal demokrasi”si, burjuva
demokrasisinin sınıflar arası güç dengelerine dayalı şu eski sosyal demokrasisinden bile
geriye kırılmış, piyasa çeşitliliği ve kimliklerin
piyasalaştırılması demokrasisidir. Hangi sınıf
için hangi sınıfa karşı demokrasi, sorusunu
sormayan bir siyasetin; sermayenin, meta
egemenliğinin, özel mülkiyetin, bürokrasinin
kaldırılması temelinde olmayan bir demokrasinin “radikal” olması mümkün değildir.
Demirtaş’ın “yeni yaşam” vaadi, şu eski, tahammül edilmez hale gelmiş kölece yaşam yerine,
tahammül edilebilme ihtimali olan kölece bir
yaşam geçirme beklentisini yaymaktan ibarettir.
Asıl olarak da, burjuvazinin işçi sınıfını, kürtleri,
kadınları, gençleri, lgbtileri, doğayı yönetemez
hale gelmiş rejimini, yönetebilir, sömürü ve
egemenliğini derinleştirerek sürdürebilir hale
getirmesinin ifadesidir. Sermaye ve mali oligarşik
diktatörlüğü, meta egemenliği, özel mülkiyet,
erkek egemenliği, devlet ve bürokrasi, başta
yöneten/yönetilen ve cinsiyetçi işbölümü olmak
üzere her türlü işbölümü, ayrıcalık ve eşitsizlik,
sınırlar, sınıflar, uluslar, ırk, din, mezhep ortadan
kaldırılmadan, yeni bir yaşamın kurulabileceği
liberal-ütopik reformist bir fantaziden ibarettir!
Komünistlerin ve sınıf bilinçli işçilerin
cumhurbaşkanı seçimlerindeki tutumu, kesin
boykottur. Boykot ettiğmiz yalnız sözkonusu
adaylar değildir. Aynı zamanda temsil ettikleri
neoliberal burjuvazi ve programıdır. İşçi sınıfını,
ezilen ulus, cins, mezhep, cinsel yönelim ve
gençleri eskisi gibi yönetmekte zorlanan burjuvazisinin eskisinden daha derin sömürmek
ve egemenliği altında tutmak için rejimini
yeniden yapılandırılmasını da bizim sırtımızdan
gerçekleştirme hesabıdır.
Yeni bir yaşam özlemimiz burjuvazinin küflü sandıklarına sığmaz. Kapitalizmin daralan
cenderesine, burjuva demokrasisinin dilek
ağacına, Erdoğan’ın gölgesine, Ekmel’in mavi
boncuklarına, Demirtaş’ın bitkisel yaşamına,
sığmaz. Burjuvazinin tüm egemenlik biçimlerini
yıkarak özgürleşir, üretimin ve yönetimin tam ve
dolaysız toplumsallaştırılması yoluyla gerçekleşir.
8 işçi meclisi
8
9 işçi meclisi
Bölgesel rejim krizi, IŞİD ve Rojava Gerçeği
Ortadoğu’da statükoyu sarsan ve parçalayan gelişmeleri
tetikleyen ezilen halkların bu cendereye sığmayan talep ve
özlemleri, isyanları oldu. Tekçi egemenlik biçimleri, neoliberal yıkım politikalarının işçi ve emekçi kitlelerde yarattığı sarsıntıyı sisteme entegre edemeyince, sınıfsal-ulusaldinsel-mezhepsel baskı ve çelişkileri hafifletmek bir yana
kitlelerin demokrasi talep ve özlemlerini bastırarak derinleştirince yoksul emekçi halklar adeta hapsedildikleri
düdüklü tencereyi havaya uçurdular.
Eski statükoyu, yapıyı parçalamak bir şeydir. Ancak, bu
hamlenin nihayete erdirilmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi ve özgürlük taleplerinin karşılanması, neoliberal
yıkım programlarının rafa kaldırılması, bölgesel devrimin
önünün açılması bir başka şeydir. Bu sonuncusunun, önderlik boşluğunda, işçi sınıfının ve emekçilerin emperyalist
kapitalist güçlerin, bölgesel tekelci kapitalistlerin ve yerel
işbirlikçi burjuva güçlerin hegemonya mücadelelerine
yedeklendiği koşullarda gerçekleşmesi mümkün değildir.
Yani, parçalananın yerine işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin lehine bir yapının, dengenin oluşmasını sağlayacak şekilde sınıf
mücadelesi yükseltilemediğinde küresel mali oligarşi, egemenliğini, yeniden yapılandırma yönelimini yeni oluşan sarsıntı ve krizin içerisinde -gerektiğinde krizi derinleştirerek
yeniden yapılandırma için araziyi düzleyerek- belirginleştirir. İşçi sınıfı ve emekçi halkları çok daha ağır bir cendereyle
karşı karşıya bırakır. Bölgede yaşanmakta olan da tam da
budur!
İşçi sınıfı ve emekçi halkların tekçi egemenlik biçiminin
hakim olduğu gerici diktatörlükleri yıkan isyan dalgası örgütsüzlük ve önderlik boşluğuyla emperyalist kapitalistlerin
hegemonya krizine meze, şeri dinci çete ve oluşumlara fidelik oldu. İşçi sınıfı ve emekçi halkların özgürlük arayışı saptırılarak kanlı boğazlaşmaların yaşandığı gerici iç savaşlara
dönüştürüldü.
IŞİD nereden çıktı, nasıl güç kazandı?
IŞİD gibi dinci gerici çeteler, sınıfsal-ulusal-dinsel-mezhepsel çelişki ve çatışmalarla sarsılan bölgede, emperyalist
kapitalist blokların ve yerel bağlaşıklarının arasında yaşanan,
Suriye ve Irak’ta olduğu gibi vekalet savaşları biçimine de
bürünen hegemonya mücadelesinin derinleştirmiş olduğu
bölgesel rejim krizinin sonucu olarak yaşanan otorite boşluğunda palazlanıp büyüdüler.
Hegemonya krizinin sonucu olarak bölgede oluşan kaosu
işçi meclisi
değerlendiren IŞİD Irak ve Suriye’de etkinlik sağlamaya başladı. Rakka ile sadece vur-kaç yapmaktan çıkıp şeriat ilan
ederek bir toplumsal düzen tesisine yöneldi. Etki alanını genişletti. Rojava’yı hedef aldı. Serekaniye’ye dönük saldırıları,
Türk tekelci kapitalist devletin açık desteğine rağmen, YPG
tarafından püskürtüldü. Ancak en son Musul’da ele geçirdiği
ağır silahlarla bu sefer Kobanê’ye dört bir koldan saldırdı.
Dün Baas rejimi varken Irak’ta nüfus olarak çoğunluk olan
şiiler ülke yönetiminde yoklardı. Ve sunni mezhepçi politikalarla ayrımcılığa uğramaktaydılar. Devletin dini sunnilikti.
Irak işgalinden sonra Baas rejimi tüm kurum ve kuruluşlarıyla parçalanıp dağıtıldığında yönetim kademelerinden
uzaklaştırılanlar da sunniler oldu. Demografik yapıya göre
tesis edilen Irak yönetimi özellikle Maliki döneminde mezhepçi politikalarla sunni azınlık üzerinde baskı kurmaya
başladı. Dışlayıcılık sistematik bir hal aldı. Bu, sunni Arapların selefi IŞİD’in etrafında toplanmalarına ve mezhepçi bir
çizgide geliştirilen savaşa bilfiil katılmalarına neden oldu.
IŞİD bu haliyle yönetimden bütünüyle dışlanan eski Baasçıları, sunni aşiretleri arkalayarak, bir sunni koalisyon olarak
öne çıktı. Musul’u, zaten sunni nüfusu nedeniyle Irak merkezi yönetiminin burada kurumsallaşamamış olmasından
dolayı kolayca ele geçirdi.
Musul’un düşmesiyle birlikte Irak’ta merkezi hükümetin
hükmü kalmadı. Irak, fiilen sunni Arap kesimlerin yaşadığı
bölgede (ve Suriye’nin kuzeyini içine alan bölgede) hakimiyet kuran IŞİD’in ilan etmiş olduğu şeriatçı islam devleti,
Kerkük’ü de oluşan boşluğu değerlendirerek topraklarına
katmış olan Güney Kürdistan ve şii çoğunluğun bulunduğu bölgelere doğru daralan Bağdat yönetimi biçiminde üçe
ayrılmış durumda. Tarihi, Musul’un işgali öncesine döndürebilmek ve Irak’ta yaşayan halkları 20. yüzyılın başında
Fransa ve İngiltere tarafından çizilmiş olan yapay sınırlara
hapsetmek artık olası görünmüyor. Suriye ile Irak sınırı
da aşılmış durumda. Yarın IŞİD, onu palazlandırıp bölge
halklarının başına musallat eden emperyalist kapitalistlerce
oyundışı bırakılsa bile bu realite öyle kolay kolay geriye döndürülemeyecektir. Suriye ve Irak’ta fiili olarak yaşanmakta
olanın sadece bu iki ülke ile sınırlı kalması da beklenemez.
IŞİD’in sarstığı dengelerle birlikte artık Suriye, Irak ve bu iki
ülkedeki gelişmelerin muhtemel yansımalarıyla Lübnan ve
Ürdün’e kadar olan bölgede sınır değişikliklerinin yaşanması
çok uzak bir senaryo değil.
Bugün yaşanmakta olanlar -IŞİD’in Musul ve Suriye’de sunni
Arap halkın yoğun olduğu bölgelerde hakimiyet kurması-,
bölgede yaşanan rejim krizi, emperyalist kapitalistlerin
hegemonya ve güç mücadeleleri, bölgesel tekelci kapitalist
güçlerin bu temelde geliştirdikleri pozisyon ve yerel kapitalist güçlerin çelişki ve çatışmaları ekseninde yaşanmaktadır. Özcesi IŞİD’e hareket serbestisi kazandıran tam da
bu düzlemdir. Diğer yandan şu da açık ki, her emperyalist
kapitalist, bölgesel tekelci kapitalist ve yerel hegemon güç
bölgede yaşanmakta olan her gelişmeye etkide bulunmaya
çalışmanın yanısıra (Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye yakın zamana kadar IŞİD’i hiç de örtük olmayan biçimlerde
desteklemiştir. Türkiye lojistik üs olarak özellikle Rojava’daki kanlı katliamları için) ortaya çıkan yeni tabloyu da kendi
çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Örneğin, İhvan çizgisini hakim kılarak bölgeyi düzenleyen ülke
olmayı hedefleyen Türkiye, yaşadığ hüsrandan sonra, bugün
IŞİD üzerinden, etki ve kapsama alanı, vizyonu alabildiğine
daralmış olan sunni ekseni politikasını yeniden tedavüle
sokmayı hedeflemektedir. Keza Rojava’da fiili olarak devletleşmeye doğru giden Kürt halkına karşı da IŞİD’i desteklemekte, önünü açmaktadır. Buna karşın IŞİD’in öngörülemezliği, hesap edilemezliği -Musul konsolosluğunun işgali
ve konsolostakilerin rehin olması bunun en açık göstergesiise işini, oyun kurmasını bir hayli zorlaştırmaktadır.
Küresel mali oligarşinin gelecek projeksiyonunda IŞİD’e yer yok!
IŞİD, kuşkusuz bölgesel rejim krizinin oluşumunda olduğu kadar yeniden yapılanma sürecinde de söz sahibi olan
ve olmak isteyen tüm güçlerin etki etmeye çalıştığı, kendi
yeniden yapılandırma hamlelerine tramplen yapmaya çalıştıkları bir aktördür. Öte yandan kontolsüz bir güç olduğu,
bölgedeki kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzeyi
karşılayabilecek siyasal-toplumsal-ekonomik ilişkileri ve
kurumsallaşmayı sağlayamayacağı için, bölgede hegemonya
mücadelesi veren emperyalist kapitalist güçlerin (ve bölgesel uzantılarının) üzerinde bölgesel yeni güç dengesini tesis
edemeyecekleri ve devredışı bırakacakları bir aktördür.
Çok açıktır ki, öngörülemez ve enerji havzasının olduğu bölgeyi istikrarsızlaştıracak (emperyalist kapitalistler istikrarsızlaştırmayı, krizi yeniden yapılandırmanın bir ayağı olarak,
yönetilebilir kılacak şekilde ister, buna uygun politik adımları atabilirler. Ancak bu sürgit devam etmez), enerji yollarını
tehdit edecek gelişme ve aktörlere karşı rekabet halindeki
emperyalist kapitalist güçler (ve onların etrafında oluşan
dizilim) aralarındaki hegemonya mücadelesine rağmen aynı
dalga boyunda yer alabilirler. IŞİD’a karşı yaşanmakta olacak
olan da, budur. Bu nedenle IŞİD’ın bir geleceği yoktur.
Ayrıca bu salt dış güçler -emperyalist ve bölgesel tekelci
kapitalist güçler- üzerinden de okunamaz. Bölgedeki köklü
sunni aşiretlerle ve siyasal karar vericilerle IŞİD arasındaki çelişki ve çatışmaların derinleşmesi yakındır. Maliki’nin
ayrımcı mezhepçi politikalarına karşı aynı safta çarpışsalar
da ekonomik-siyasi çıkarları IŞİD’in gelecek vizyonuna çok
uymamaktadır. Yüzük kardeşliğini bozacak olan da, tam da,
bu olacaktır. Ve en önemlisi de IŞİD’in ipi sunni Arap halkın
IŞİD’ın ortaçağ karanlığına sığmayacak olan istemleri doğrultusunda gelişecek olan toplumsal başkaldırılarıyla, bugün
Rojava halklarının ölümüne direnişleriyle sarsılıp çekilecektir.
Rojava: Kürt halkının kendi geleceğini belirleme mücadelesi
IŞİD, Rojava’da kurulmuş olan özyönetime karşı düşmanlık
besleyen tüm bölgesel hegemon gerici gücün desteğini arkalamış olarak Rojava’ya saldırmaktadır. Düne kadar IŞİD ve
En Nusra adlı dinci gerici çeteler Katar, Suudi ve Türk devletinin açık desteğiyle, Türkiye’nin her türlü lojistik üs, askeri
araç gereç (2000 tır silah gibi), eğitim desteğiyle Rojava’yı
Cizire kantonuna bağlı Serekaniye üzerinden kuşatmaya ça-
IŞİD... Öte yandan kontolsüz bir güç olduğu, bölgedeki kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş
olduğu düzeyi karşılayabilecek siyasal-toplumsal-ekonomik ilişkileri ve kurumsallaşmayı sağlayamayacağı için, bölgede hegemonya mücadelesi veren emperyalist kapitalist güçlerin (ve
bölgesel uzantılarının) üzerinde bölgesel yeni güç dengesini tesis edemeyecekleri ve devredışı
bırakacakları bir aktördür.
lıştı ve düşürmeyi hedefledi. Ancak,vahşetin her türlüsünü
kullanarak, önüne çıkan yoksul emekçi halkları sindirerek
ilerlemeye çalışan çeteler Rojava’da kendi özyönetimlerini
oluşturarak güç kazanan, kendi ordulaşmalarıyla anayurt savunmasını yapan Rojavalıları geçemediler. Seferberlik ruhunu kıramadılar. Şimdi ise IŞİD çetesinin hedefinde Kobanê
kantonu var.
halkı olmak üzere Rojava halklarının kazanımlarını, özgürlük mücadelesini yok etmeyi hedeflemektedir. 19 Temmuz
2012'de, Rojava’da devrimsel adımların startının verildiği,
Kürt halkının Esad güçlerini kovup yönetime elkoyduğu ilk
kent Kobanê ‘dir. Şimdi, dinci gerici çete ve onu destekleyenler, bu simgesel anlamı da yüklenmiş olan Kobanê’yi düşürmek istiyorlar.
Daha önce Rojava’da birçok kez ağır kayıplar vererek püskürtülen IŞİD çetesi, güçlerini, Musul’u işgal ederek ele
geçirdikleri askeri mühimmatla (Kobanê kuşatmasında 10
tank kullanıyorlar, ayrıca kimyasal silah kullanmaya başladılar) tahkim etmiş, savaşçı sayısı ve gücünü artırmış
olarak, Rakka’nın hemen dibindeki Kobanê’ye saldırıyor.
IŞİD, Musul’da Irak askerlerinin bırakıp kaçtıkları ağır silah ve askeri araçlarla 2 Temmuz’dan beri Kobanê’yi dört
bir taraftan kuşatmış durumda. Ağır kuşatmayı yarmak
için genç yaşlı demeden Rojavalılar yurt savunmasındalar.
Kobanê IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerin arasında bir
ada durumunda. Neden Kobanê? Çünkü IŞİD’in Suriye’de
ele geçirip alan hakimiyeti politikasını geliştirerek kendi
ideolojisi temelinde toplumsal bir düzen tesis ettiği ilk
kent olan Rakka’nın hemen yanıbaşında. Ve IŞİD’in elindeki diğer kentlerle Rakka’nın bağlantısını kesiyor. Üstüne
üstlük Türkiye ile de sınır. Suruç’un adeta devamı olan ve
Mürşitpınar Sınır Kapısı’nın olduğu bir kent. (Daha doğrusu Kobanê Suruç’un, Suruç Kobanê’nin bir parçası). Bu
nedenle, Kobanê’nin düşürülmesi, ekonomik, askeri, siyasi
her yönden IŞİD ve onunla açık-örtük işbirliği içindeki
güçler için oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Öte yandan, Kobanê aynı zamanda, Rojava’nın diğer iki kantonu
olan Cizire ve Efrîn’in tam ortasındaki kanton. Kobanê’nin
düşürülmesi Rojava kantonları (Cizire ve Efrîn) arasındaki
bağlantının kopartılması demek; nüfusu, büyüklüğü, petrol
yatakları ve tarım yönünden zengin coğrafi yapısı ile Rojava
için merkezi konumda olan Cizire’nin kuşatılması demek ve
böylece Rojava’nın düşürülmesi yolunda bir eşiğin aşılması
demektir. Bu saldırı, Kürt halkının kazanımlarını yoketmeyi hedeflemektedir. Bu saldırı sadece Rojava’yı değil Kuzey
Kürdistan’da yürütülen ulusal mücadeleyi ve kazanımları da
hedeflemektedir. Bu saldırı, Rojava’daki demokratik özerkliğin boğulması, kendi özyönetimlerini oluşturan başta Kürt
Tekelci kapitalist devlet ve G. Kürdistan Federe Yönetiminin Rojava politikası
KDP ile Türkiye’yi Rojava politikasında buluşturan, ekonomik-siyasi çıkarlarıdır. Ekonomik ayağı malumdur. Rojava’daki petrol yataklarının G. Kürdistan’ın kontrolü altına
girmesi Türkiye ile G. Kürdistan’ın petrol kardeşliğine güç
katacaktır. Siyasi çıkarların başına ise iki tarafın da PKK’nin
etki gücünü zayıflatmak istemesini yazabiliriz. Türk tekelci
burjuvazisi için tablo şudur: Madem Suriye’de bir Kürt realitesi var. Ve eski statüsüzlüğe artık hapsedilemeyecek bir Kürt
uyanışı sözkonusu. Rojava üzerinde PYD’nin hakimiyetini
kırıp -bu PKK’yle süren neoliberal reformist çözüm sürecinde tekelci kapitalist devletin elinin güçlenmesi demektirBarzani çizgisi doğrultusunda Rojava’nın G. Kürdistan’ın bir
uzantısı haline getirilmesi öncelikli hale gelmiştir. Barzani
cephesinden ise, dört parçada örgütlü olan PKK ile hegemonya mücadelesinin en önemli mevzisi bugün Rojava’dır.
Rojava’da Kürtlerin statü kazanması ve fiili olarak devletleşmesi, Barzani’nin Kürtler üzerinde, devletleşme adımlarını
atarak kazanmış olduğu prestiji de gölgede bırakabilecek bir
gelişmedir. Barzani KDP’si, dört parça Kürdistan’da geliştirmeye çalıştığı otoriteyi sarsacak bu gelişme karşısında Türkiye ile ortak bir Rojava politikası geliştirmiş, çetelerin saldırılarına Rojava’yla sınır hattına kazdığı hendeklerle, sınır kapılarını kapatıp insani yardım da dahil uyguladığı ambargoyla
zımni destek sunmaktadır. Kürt halkının Rojava’da bir arada
yaşadığı halklarla birlikte demokratik özerkliği inşa etmesi,
kendi özyönetimini geliştirmesi hem Türkiye için hem de G.
Kürdistan Federe Yönetimi için kontrol altına alınması ve
etkisizleştirilmesi gereken bir durumdur.
IŞİD’in Rojava’ya dönük saldırılarına karşı dünya sessiz. Emperyalist kapitalist güçlerin, bölgesel tekelci kapitalistlerin
10
işçi meclisi
IŞİD’in Irak’taki ilerleyişine dönük tepkilerine,
açıklamalarına bakarak IŞİD’in Rojava’daki
vahşetine de ses çıkartacaklarını düşünmek
ham hayaldir. Kürdistan’ın Kudüs’ü olarak ilan
edilen Kerkük’e IŞİD’in saldırma olasığına karşı
yaptığı açıklama ve hamlelere bakıp KDP’nin ve
Barzani’nin Kobanê için de bir çift kelam edeceğini -parayla değil ya- düşünenler de yanılıyorlar. Kürt halkı Rojava’da demokratik özerkliği
ilan edip, kendi özyönetimlerini oluşturduğunda tepkisi ‘bu oldu bittiyi kabul etmeyeceğiz’
olan Barzani, Rojava ile G. Kürdistan arasına
hendek kazan, insani yardıma bile izin vermeyen bir ambargo uygulayan Barzani, sessizce,
muhtemel ki el ovuşturarak IŞİD’in Kobanê’ye
dönük saldırılarını izlemektedir.
Oysa, KCK IŞİD’in Musul’u almasından hemen
sonra Kerkük’e yönelme olasılığına karşı Kürtlerin ulusal birliği yönünde çağrıda bulunmuş ve
Kürdistan’daki kazanımları her türlü saldırıya
karşı savunmaya hazır olduklarını ifade etmişti. Bu çağrı sonrası KDP ile kimi temaslar da
geliştirmeye çalıştı. Ancak KDP Kerkük’e karşı
IŞİD’le savaşma olasılığını hesaba katarken,
Rojava konusunda mevcut tutumunu değiştirme ve IŞİD’e karşı ortak bir cephe oluşturma
çağrılarını yanıtsız bıraktı. Burada Türkiye ile
Rojava konusunda varmış oldukları konsensüsün devam ettiğini söyleyebiliriz.
KCK, IŞİD çetelerinin Kobanê’ye Türkiye üzerinden geçmesine izin veren, çetelere lojistik
destek sağlayan Türk tekelci kapitalist devleti
de uyardı. Yaptığı açıklamada “Kuzeyde çözüm
süreci, Rojava’da IŞİD’i destekleme politikaları
bir arada olamaz. Kürt halkı ve hareketimiz de
bunu kabul etmez. AKP devleti, ya IŞİD’i destekler ya da sürecin ruhuna uygun hareket eder.
Aksi takdirde Rojava’daki devrimin Kuzeye, kuzeydeki devriminde Rojava’ya sıçraması kaçınılmazdır ve bunun önünde hiçbir güç duramaz.”
diyerek, Kürt sorununun olduğu kadar Kürt
ulusal mücadelesinin ve bu mücadeleyi yürüten
aktörlerin de bölgeselleştiği gerçeğini hatırlattı.
Berxwedana gelan Rojava
Bu saldırılar karşısında, Rojava halkı silahlanmış olarak şeriatçı dinci çetelerin karşısına
dikilmiş durumda. Çocuğundan, 60-70'lik dedelere kadar bir halk yurt savunmasında. Bayrakları gibi kendileri de karanlık olan çetelere
karşı kazanımlarını, kendi kendini yönetme
hakkını, özgürlüğünü savunuyor. Kürdistan’ın
kalbi, işgalci güçlerin, gerici çetelerin saldırdığı Kobane’de savaş mevzilerinde atıyor. Kürt
halkı, Rojava’yla, Rojava’nın Kobanê kantonundaki direnişle soluk alıp veriyor. Nabız atış-
ları Kobanê’nin nabız atışlarına karışıyor. Tel
örgülerin, duvarların, hendeklerin hükümsüz
kalacağı bir dayanışmayı örmek için seferber
oluyor.
“Marksizm’in en değer verdiği şey, kitlelerin tarihsel inisiyatifidir.” (Lenin) Rojava’da 19 Temmuz 2012'den beri, Suriye rejimiyle, bölgedeki
gerici yerel burjuva kesimlerle, emperyalist ve
bölgesel tekelci kapitalist güçler adına vekalet
savaşı yürüten paramiliter şeriatçı islamcı çetelerle çelişerek, çatışarak yaşanan budur. Baas
rejiminin tüm kurumlarını ortadan kaldırıp
yönetime el koyarak, kendi özyönetimlerini
oluşturan Rojava halklarının kazanımlarını
korumak için verdikleri mücadeleyi hiç tereddütsüz desteklemeli, onlara yönelen saldırıları
durdurmak için bu saldırıların bilfiil örgütleyeni ve destekleyeni olan tekelci kapitalist devlete
karşı mücadele etmeliyiz.
Rojava’da ulusal kimlik, siyasal statü için mücadele eden Kürt halkı, konjonktürel durumu,
bölgede hegemonya kriziyle yaşanan boşluğu
değerlendirerek demokratik özerkliğini ilan
etmiştir. Bu adım kuşkusuz, mülkiyet ilişkilerine karşıtlık ekseninde gelişmediği, sınıfsal
farklılaşma ve karşıtlıkları belirginleştirecek bir
çizgide, proletaryanın önderliğinde gelişmediği
için burjuva demokratik nitelikte bir adım olarak kalmaktadır.
“Sadece mevcut durumu değiştirmek için
değil, ama aynı zamanda kendinizi de değiştirmek ve siyasal iktidara yetenekli hale
getirmek için 15, 20, 50 yıllık bir iç savaşlar
ve uluslararası mücadeleler dönemini aşmak
zorundasınız.” Bu sözler Marx’ın işçilere seslenişidir. Rojava’da yaşanan mücadelenin, (bugün
yaşanmakta olan işçi sınıfının öz girişkenliğinin, öz etkinliğinin bir sonucu olmasa da) kendi özyönetimlerini oluşturma ve bunu ölümüne
savunma çabalarının, işçi sınıfı ve emekçilerde
yaratacağı dönüşüm de budur. Kitlelerin öz
inisyatiflerine dayanan girişimleri, örgütlenmeleri, aşağıdan demokrasi yönünde attıkları
adımları -bu paramiliter çetelere karşı savaşım
içerisinde, yaşamı yeniden inşa etmeleriyle birlikte kitlelerin bilincinde çok daha güçlü bir biçimde yer edecektir- Kürt işçi sınıfının oluşum
ve gelişiminde olduğu kadar bölge işçi sınıfı ve
emekçileri için de önemli bir eşiktir. Rojava,
PKK çizgisindeki PYD’nin hegemon güç olması nedeniyle, Türkiye ile, Kuzey Kürdistan’daki
neoliberal reformist barış sürecine koşut olarak,
bir entegrasyon sürecine girdiğinde veya stratejik ilişkiler geliştirdiğinde bile, bölgenin küresel
mali oligarşik dizaynına eklemlendiğinde bile,
Kürt işçi ve yoksul emekçileri açısından, olduk-
ça zengin bir mücadele, örgütlenme ve savaşım
deneyimi olarak kalacaktır. İşçi sınıfının ve
sınıf mücadelesinin oluşum ve gelişiminde, bu
tür dönemeçler, kitlelerin tarihsel eylemiyle
sahnede olduğu keskin çatışma süreçleri oldukça önemlidir. Ve işçi sınıfının öncülüğünde
gelişecek bir devrim de ancak bu uğraklardan
geçerek sınıflaşacak olan işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecektir. Rojava’ya da buradan
bakacağız. Önderlik boşluğu nedeniyle, toplumsal-sınıfsal isyan ve direnişleri, emperyalist,
bölgesel tekelci kapitalistler ve yerel işbirlikçi
burjuva güçler tarafından yozlaştırılıp çürütülen, gerici iç savaşlarla birbirine kırdırılan bölge
işçi sınıfı ve emekçi halklarının, sınırların da
savaşın da sınıflar arasında olduğunun bilincini
edineceği hat da budur.
Liberal-reformist bir
11
işçi meclisi
“Yeni Yaşam” istemiyoruz!
Cumhurbaşkanlığı seçiminde genç işçilere, işçi-öğrencilere, işsiz gençlere daha fazla baskı, daha fazla yoksulluk,
daha fazla sömürü çıkacağını biliyoruz. Bizlere herhangi bir vaatleri olmadığı, kandırmak için bile zahmet edip
vaatlerine bile girememekteyiz.
21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referandumunun
sonucu olarak cumhurbaşkanı olacak zat, bu sefer,
işçi ve emekçilerin seçimi ile belirlenecek. Daha
önceleri parlamentoda krizlerle veya uzlaşmalarla
belirlenen cumhurbaşkanı seçimi şimdiden
büyük bir “demokrasi şöleni”ne dönüştürülmüş
durumdadır! Burjuva partilerin, en irisinden en
zayıfına kadar, kitlelerin yönünü sandığa çevirmeye çalıştığı, sokağın sesinin burjuva demokrasisinin sınırlarıyla yüzleşeceği zamanlara girmiş
bulunuyoruz. CHP ve MHP’nin, tabelasını bile
indirmeye üşenen partilerle “büyük uzlaşı”sı
sonucu aday olan Ekmeleddin İhsanoğlu,
mağdurlukdan mağrurluğa sıçramış ve şimdi de
büyük bir mütevazilikle (!) Cumhurbaşkanlığı’na
aday olan Tayyip Erdoğan ve HDP kanadının
da “ezilenlerin” adayı olarak çıkarttığı Selahattin
Demirtaş burjuvazinin tüm renklerini kucaklayan
adaylardır.
Adayları tek tek inceleyecek olursak, herhalde
en kolay anlatımı Erdoğan için yapabiliriz. Her
gün TV’lerde, en az 3 saat dinlemediğimizde, bu
adama bir şey mi oldu, diye telaşlandığımız bir
isim, neticede. Başkanlık hayalleriyle Çankaya’ya
yürümeyi düşünen Erdoğan’ı, bizler Haziran
Direnişimiz ve şehitlerimizden, Soma ve her gün
üçer beşer katledilen işçilerden, Roboski’den,
Reyhanlı’dan, Suriye’den, Cam işçilerinin grev
yasağından, üniversite kampuslarımızı yönetmelik değişiklikleriyle bir kat daha cehenneme
çevirmesinden, işçi sınıfı ve öğrenci gençliğin
eğitim, sosyal, kültürel, sınıfsal hak ve özlemlerini
baskılamasından hatırlayacağız.
Kürt Hareketinin
BDP-HDP kanadının
son yıllardaki yarı
parlamenter, yarı
sokak siyaseti,
müzakere süreciyle
birlikte, parlamenter hayallerin
daha da güçlendiği
bir hal almıştır.
Seçimlerdeki
oy oranı, meclis
önergeleri, yerel
yönetimlerde etkin
olmak üzerinden
geliştirilen siyaset
Kürt halkının acil
ve yakıcı taleplerini karşılamaktan
oldukça uzaktır...
İçinde büyüdüğümüz
son 12 yılımıza
baktığımızda, bizleri
büyüten uzun adamın
muhafazarlık temelinde
dayattığı neoliberal
yönetişime rağmen,
her ne kadar burjuvazi
açısından Erdoğan kaderindeki kırılmalarla ilerlesede de, Gezi Direnişi
gençlik üzerinde istediği
cevabı alamadığının
en büyük göstergesi
olmuştur. 12 yılda
yapmaya çalıştığı şeyi
Gezi Direnişi, 17 günde
yıkmıştır. Erdoğan
liderliğindeki AKP
hükümetinin karnesini
çıkartmaya ne bu yazı
yeter, ne de öyle bir hedefimiz var. Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanlığı,
temelinde işçi sınıfının,
gençliğin, kadınların,
LGBTİ bireylerin,
Alevilerin, Kürt halkının
çıkarlarına karşı sermaye
ve devletinin çıkarlarına
sadık kalarak devrini tamamlamasının mükâfatı
olacaktır!
Erdoğan’dan sonra diğer favori aday ise; CHP,
MHP ve 3-5 tane burjuva siyasetinde hiçbir
esamesi olmamasına rağmen
yedek oyuncu olarak sistemin
bekasına çalışan burjuva partilerin uzlaşısıyla Ekmeleddin
İhsanoğlu’dur. Yeteri kadar mizaha
doyan okurlarımız için bir isim
mizahı yapmayacağız desek de,
telaffuzunu da, yazımını da zor
öğrenebildik, hiç bozmadan 10
Ağustos’a kadar gitmeyi umuyoruz. Hiç kimsenin bilmeyip
tanımamasıyla enterasan bir
şekilde favori olmayı başaran bir
aday olarak oldukça ilgi görmektedir!
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çatı adaylık meselesinden sonra vitrinleştirildiği, seçim çalışması
propagandasına dönüştürüldüğü özgeçmişinde,
İslam İşbirliği Teşkilatı’nda 10 yıl genel sekreter
olarak çalışması ön plana çıkmaktadır. 52 İslam
ülkesinin üye olduğu teşkilatta etkin olan ülkeler
petro dolarlara sahip Suudi Arabistan, Katar,
Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt… İslam
İşbirliği Teşkilatı dolaysız söylemek gerekirse,
petro-dolarların akıtıldığı, Irak, Suriye, Lübnan
gibi ülkelerdeki savaş ve iç savaşlara sermaye
ihraç eden küresel tekelci sermaye ve finans
kurumlarıyla doğrudan ilişkileri bulunan ülkelerin birliğinden ibarettir. Bugün Ekmeleddin
İhsanoğlu’nu sekreterlik broşuyla öve öve bitiremeyenler, yaptıkları halkla ilişkiler çalışmaları
aracılığıyla kapitalist diktatörlüklerin aklamasını
da sağlamaktalar. Liberal, muhafazakar, uysal,
siyaset dışı olarak topluma yansıtılan Ekmeleddin İhsanoğlu, tam tersine bölgesel savaşlara,
emperyalist müdahalelere, iç savaşlara petro dolar
akıtan ve silah ticaretiyle zenginliklerine zenginlik
katan ülkelerin yönettiği bir teşkilatın sorumlusudur.
Seçilme şansı oldukça düşük olmasına rağmen,
İhsanoğlu siyasette iki yönlü bir dönüşüme işaret
etmektedir. Bunlardan birincisi, iyi eğitimli,
muhafazakar, çatışmadan uzak bir siyasal profil
çizmesiyle siyasetin geleceğine de işaret ederken,
diğeri ise ciddi bir şekilde üniter yapı, misak-ı
milli, ordu vs. gibi cumhuriyetin kurucu ideolojisi
olan ulus-devlet paradigmasını artık CHP’nin bile
terk etmek zorunda kalışını…
Ve son aday Selahattin Demirtaş, seçimlere HDP
adayı olarak katılıyor. “Yeni bir yaşam” tutum
belgesiyle “gönüllerin şampiyonu” olan Demirtaş,
HDP’nin oylarını Cumhurbaşkanlığı seçiminde
ufakta olsa yükseltebilir. Demirtaş, toplamda
Kürt hareketinin bugüne kadar uyguladığı,
uygulamaya çalıştığı yerel yönetimler, çoğulcu
katılım ve kadın sorunundan, ekolojiye kadar pek
çok konuyu da içine alan tutum belgesiyle, Kürt
hareketinin burjuva demokrasisi sınırları içinde
kalarak zaten giderek düzen içileşen, reformlara
sırtını dayayan programını ifade etmiştir. Sadece
bu da değil, HDP bileşenlerinin ufkunun da ancak bu sistem içinde kalacağını, burjuva demokrasisine yedeklenmekten öteye geçemeyeceğini
göstermiştir. Kürt Hareketinin BDP-HDP
kanadının son yıllardaki yarı parlamenter, yarı
sokak siyaseti, müzakere süreciyle birlikte, parlamenter hayallerin daha da güçlendiği bir hal
almıştır. Seçimlerdeki oy oranı, meclis önergeleri, yerel yönetimlerde etkin olmak üzerinden
geliştirilen siyaset Kürt halkının acil ve yakıcı taleplerini karşılamaktan oldukça uzaktır. Mevsimlik
Kürt tarım işçileri, yoksulluktan dolayı batıda
çalışmaya gelen Kürt gençleri, Roboski, Lice ve
birçok devlet katliamları, Şırnak’taki madenci cinayeti, yerel seçimlerde Urla ve birçok yerde HDP
binalarına saldırılar ve seçimden çekilme, ırkçılık
gibi bir dizi sorun, özlem ve talebin parlamentarizme sığmaması Selahattin Demirtaş’ın en zayıf
karnı olacaktır.
Ancak, HDP nezhinde Kürt hareketinin,
oy oranını artırmayı ve Kürdistan’ın diğer
parçalarında yaşanan gelişmeler ekseninde
“müzakere” sürecinde elini güçlendirmeyi
hedeflediği açıktır. Tayyip Erdoğan’ın çok
istediği başkanlık sisteminin Kürt hareketinin
yerel yönetimler ve özerklik planı ekseninde yer
yer örtüşür durumuda oluşu, Cumhurbaşkanlığı
seçimi sonrasında başkanlık sistemi tartışmalarını
daha da derinleştirerek, karşılıklı hesapların ve
“müzakerenin” bir alanı haline getireceği gibi
biz komünist gençlerin de üzerinde duracağı bir
gündem olacaktır.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde genç işçilere, işçiöğrencilere, işsiz gençlere daha fazla baskı, daha
fazla yoksulluk, daha fazla sömürü çıkacağını
biliyoruz. Bizlere herhangi bir vaatleri yok.
Kandırmak için bile, ihtiyaç ve özlemlerimize dair
zahmet edip bir çift kelam etmemekteler. Bölgesel
güç olmaya niyetlenen; zor yoluyla, NATO’yla
kardeş/komşu halklara saldırı pozisyonu olan
kapitalist devletin çıkaracağı savaşta biz gençler
öleceğiz.
Her geçen gün, genç kesimlerin artan
işçileşmesiyle daha fazla ölüm, güvencesizlik,
düşük ücretle karşı karşıyayız. Üniversite okuyan
işçi-öğrencilerin eğitim için yerleştikleri bölümlerde yaşam, her geçen daha fazla zihinsel ve
fiziksel emeği ister/kullanır hale dönüşmüştür. Biz
gençlerin emeği üretim süreçlerinde yoğunlaştığı
halde yok sayılmakta, yaşamlarımız programlanmakta, talep ve özlemlerimiz göz ardı edilmektedir.
Biz işçi-öğrenciler olarak bir savaşım vereceksek,
başkalarının seçim savaşlarında taraf olmamalı,
kendi öz savaşımımızı yaratarak yaşamlarımızın
üzerindeki ablukayı dağıtmalıyız. Biz işçi
öğrenciler olarak, cumhura baş seçme adı
altında sisteme yedeklenmeyecek ve kendi
başımız bize yeter, diyeceğiz!
12
işçi meclisi
Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor
“Üretici güçlerin küresel-bölgesel temelden
gelişimine karşılık bölgede tekçi ulus, din,
mezhep, aşiret, cins yapılarıyla kastlaşmış geri
kapitalist üretim ilişkileri ve tortularının ağırlığı;
kapitalist üretim ilişkilerinin hızlı gelişimine
karşılık buna uygun düşmeyen eskimiş üst
yapı çelişkileri, bölgedeki toplumsal-siyasal
sarsıntılarının temelini oluşturmaktadır.
Kapitalizmin küresel-bölgesel temelden gelişimi
ve iç-dış entegrasyon artışına karşılık bölgedeki
rejimlerin durumu, kitlelerin eskisi gibi yaşamak
ve yönetilmek istememesinin bütün yıkıcılaşan
gereksinmeleri, bu çelişkilerin yapay biçimde
uzun bir dönem sürdürülmüş olması yüzünden,
şimdi bölge çapında daha şiddetli toplumsal,
siyasal, Uluslar arası bir krize ve sarsıntılara yol
açmaktadır.
ABD’nin Irak ve Afganistan, İsrail’ in Lübnan
işgallerinden yıpranarak çıkması, tekçi rejimleri sarsan ancak demokratik ve sosyal istemleri
de gerçekleşmeyen zincirleme kitle isyanlarıve
direnişleri, iç çatışmalar, İngiltere ve Fransa’nın
artan saldırganlığı, Rusya ve Çin’ in etkinliğini
ve ağırlığını arttırması, İran ve Türkiye’ nin
daha geniş temele yayılan yeni bölgesel güç
merkezleri olarak ortaya çıkışı, bölgedeki güç
ilişki ve dengelerini de değiştirmektedir. Ekonomik-toplumsal temelleriyle birlikte bölgesel bir
rejim krizine, tüm küresel-bölgesel güçlerin
müdahil olduğu bir bölgesel hegemonya, krizine
de yol açmakadır. Bölge bir bütün olarak yeni bir
eşitsiz, düzensiz, sarsıntılı, çatışmalı (dış müdahalelerin de bu temelden yoğunlaştığı) içsel
dönüşüm sürecindedir.” (KDÖ imzalı, 2012 tarihli, Kürsel Kriz, Dünya-Bölge-Türkiye’ ye Bakış
ve Taktik Sorunu yazısından)
Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ardından,
yıkılan Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerine Fransa ve İngiltere emperyalistlerinin insiyatifinde yeni siyasal sınır ve devletler ortaya çıktı.
Skyes- Picot uzlaşması olarak bilinen bu süreçte
Ortadoğu (İsrail ve Filistini dışında tutarsak)
yaklaşık 100 yıllık bir “istikrar” dönemine girdi!
Siyasal sınırların korunması temelinde gelişen
bu istikrar belirlenen siyasal sınırlar içerisindeki
iç çatışmaları, hegemonya ve sınıf mücadelelerini ise doğası gereği yok edemedi. Sınırlar
belirlenirken dayatılan emperyalist siyasalaskeri-ekonomik çıkarlar bölge halkının talep
ve özlemleriyle taban tabana karşıttı. Bölgenin
kapitalist gelişme anlamında din-mezhep-aşiret
ve cins yapılarıyla geri bir toplumsallık içerisinde
olması, işbirlikçilik karakterini de güçlendirdi.
Derin çelişik toplumsal yapı üzerindeki iktidar
ilişkileri de sürekli bir zor ve baskı ile karakterize oldu. Petrol açısından dünyanın en büyük
rezervlerini barındıran bu bölge emperyalist ve
bölgesel kapitalistlerin açık-örtük hegemonya
mücadelelerinin bir arenasına döndü. Kapitalist çıkarlar temelinde bölge halkları arasında
her türlü çelişki rakip güçleri geriletmek için
kullanıldı, kullanılıyor. Bölgede olan her
çatışmanın ardında bölge dışı emperyalist-kapitalist güçlerin parmağı olduğu artık bilinen açık
bir olgudur.
Skyes-Picot’la emperyalistler ve bölgesel kapitalist güç merkezleri arasında tanınmış olan siyasal
ve dolayımlı tüm dengeler bugün geldiğimiz
aşamada tarumar olmuş durumdadır. İçsel
dönüşüm süreci olarak ilerleyen bu süreçte tüm
güçler kendi çıkarlarını korumak geliştirmek için
hamle yapmaktadır.
Arap Baharı olarak kodlanan kitlelerin eskisi
gibi yaşamak ve yönetilmek istemiyoruz içerikli
isyanları bölgedeki sarsıntıyı içten ve derinden
daha güçlü hale getirdi. Sermayenin ve onun
ilişki biçimlerinin, neoliberal demokrasinin kürsel düzeyden yeniden kurulması, bu çizgi de ilerlemesi bölge emekçi halklarının tekçi ulus, aşiret,
mezhep, din merkezli siyasal yönetim biçimlerine isyanını hazırlayan ve tetikleyen en güçlü
etkendi. Bölgenin diktatörlük koşulları altında
bunalan emekçilerin yeni bir yaşam umudunun
dile gelmesiydi. Bu isyanlar birçok köşe taşını yerinden oynattı, Tunus, Libya ve Mısır’ da kurulu
işbirlikçi iktidarları devirdi. Bölge halklarının
önderliksiz isyanları, ufukları bu nedenle burjuva
demokrasisini aşamamayı getirince emperyalist ve bölgesel kapitalist güçler oluşan bu yeni ve
temelden gelen sarsıntıda kitleleri kendi çıkarları
temelinde manipüle ederek yeni bir toplumsalsiyasal mühendislik döneminin kapılarını açtılar.
Mısır’ın ardından sıra Suriye’ye geldi. RusyaÇin emperyalist ittifakının bölgedeki en güçlü
üssü Suriye, Esad rejimiydi. Esad’ ın devrilmesi
ABD-AB emperyalistlerinin küresel çıkarları
önündeki bir engelin ortadan kalkması Rusya
ve Çin’ in kendi bölgelerine sıkıştırılması sürecini de hızlandıracaktı. Evdeki hesap çarşıya
uymadı. Rusya-Çin ve İran bütün ağırlıklarını
Esad’ a destek için koyunca Esad’ ın yıkılması
gerçekleşmedi. Suriye iç savaşının ilk dönemlerinde çabuk sonuç alma uğruna bölgenin kapitalist güçleri bütün uğursuz çeteleri, din savaşı
adı altında bölgeye taşınmasını getirdi. Suriye iç
savaşında Esad karşısında konumlandırılan çeteci muhaliflerinin bir siyasal vizyon ve birikimden
yoksun olmaları, çeteci tutumlar sergilemeleri Esad’ ın toplumsal destek aldığı gerçeğiyle
çakışınca Esad konumunu sağlamlaştırmış oldu.
Suriye iç savaşı sürecinde olgunlaşan, Irak’ taki
rejim kriziyle geniş bir coğrafyayı etkilemeye
aday gelişmeler, Rusya’ nın Ukrayna sorunuyla
uğraşmasının getirdiği bir süreçte Skyes-Picot’
un tabutuna son çivilerin çakılmasına da alanzaman açmış oldu.
Evet şimdi Skyes-Picot’ un defnedilme sürecindeyiz. Irak’ ın Musul kentinin birleşik sünni
örgüt ve güçler konsarsiyonun tarafından ele
geçirilmesi ve Suriye’ den Irak’ ın içlerine doğru
açılan yay da bir sünni devlet kurması (olmadı
eyalet sistemine geçiş) amacıyla yeni bir askerisiyasi süreç başlatıldı. Suriye’deki istikrarsızlığın
ve merkezi yapının dağınıklığının bir benzeri
Irak’a taşındı. Musul Irak’ ın 2. büyük şehri.
2 milyon civarı bir nüfus barındırıyor. Böyle
bir kentin Irak devletini madara edercesine
düşürülmesi hazırlıkların sağlam kotarıldığına
işaret ediyor.
Emperyalist ve bölgesel güçler Rusya’nın enerjisini Ukrayna sorununa yoğunlaştırdığı bir konjöktürde yeni bölgesel hegamonya için uygun zemini de bulmuş oldular. Rusya’nın Kırım hamleside
bu şekilde cezalandırılmış oldu. Farkedileceği
gibi Rusya Ortadoğudaki son gelişmelere bir
emperyalist güç merkezi olarak yeterli tepki
koyamadı (Maliki hükümetine silah yardımı
dışında). Ağırlık ve ihtiyatlarını anlaşılan
kendisi için çok daha önemli olan Ukrayna’ya
harcamaktadır. Böylece istenilen şimdilik olmuş,
Rusya kendi bölgesine sıkıştırılmıştır.
Ortadoğu’da sarsıntılar içinde yeni denge ve
hegemonya alanları oluşmaktadır. Bölgenin
yeni siyasi haritasında, özellikle Suriye ve
Irak’ ın parçalanması; bu parçalanmadan Irak
Kürdistan’ı Fedarasyonu’nun ABD, İsrail, Türkiye hamiliğinde bağımsızlaşması en önemli
gelişme olarak öne çıkmaktadır. İsrail’ in bölgede
yaşadığı sıkışmayı aşmak Arap-İsrail çelişkisinde
elini rahatlatmak için Kürt-Arap çelişkisinde
oynadığı, buradan Kürt- İsrail ittifakı çıkarmaya
çalıştığı görülüyor. Nitekim daha Barzani
bağımsızlık refarandumunu ilan etmeden İsrail
devleti tüm yetkilileriyle birlikte “bağımsız”
bir Kürdistan oluşumunu desteklediklerini
açıkladılar! Türkiye ise kamuoyu önüne utangaç
olarak sergilediği desteğini, gizli toplantılarda
daha açık belirtmektedir. Kürdistan petrol ve
doğalgazı üzerinde gelişen kapitalist bölgesel
güç iştahası geçmiş siyasal belirlemeleri, kırmızı
çizgileri unutmayı getirmektedir.
Siyasal- askeri çatışmaların sonu nereye varır,
henüz net değil. Bu pilav daha çok su kaldırır.
Karşıt güçlerin Rusya, Çin ve İran’ ın henüz tam
olarak tavır almadıkları koşullarda heran yeni
gelişmeler beklenmelidir.
Bölgenin emperyalist kapitalist güçler tarafından
küresel tekelci kapitalizme daha derinden entegrasyonu için birçok kirli plan devrededir. Bölgenin emekçi halklarının yeni bir yaşam, dünya
için kalkıştığı isyanlar hedeflerine ulaşmamış
olsada izlenmesi gereken yolu göstermektedir. Büyük bir özgürlük ve demokrasi özlemi
içindedir kitleler. Emperyalizm ve onun bölgesel
uzantıları, kapitalizm halklara kan ve ölümden
geleceksizlikten başka bir yol bırakmamakta,
kapitalits çıkar kavgalarında kitleleri ön cepheye
sürmek dışında bir vaatleri bulunmamaktadırlar.
Kavgalarıda kitleleri manipüle etmek için
kullandıkları tüm din,mezhep, ulus aşiret
aidiyetleri esasında gericidir. İşçi ve emekçilere
sunulan burjuvazi ve proletarya dışındaki
ayrımlar, kapitalistlerin çıkarlarını yansıtır. Sosyalist bir gelecek, bölgenin sosyalist temelde bir
sınıf mücadelesi dışında bir geleceği yoktur. Emperyalist-kapitalizmin vaat ettiği dünya Irak ve
Suriye’ de yaşanan vahşi katliamların dünyasıdır.
Ya barbarlık içinde yok oluş, ya sosyalizm! Her
açıdan acil tek çıkış yolu…
13
işçi meclisi
Dünya Kupasının ardından: Küresel futbol fuarı
Küresel futbol fuarına dönüştürülecek bir piyasa
ilişkisine evriltilmiş olan Dünya kupası sürüyor.
Milyarlarca doların su gibi akıtıldığı, amaç ve
hedefin bir sporun organizasyonu düzenlemekten ziyade ticari bir metaya dönüştürülen futbol
ve futbolcuların piyasaya çıkarıldığı bir organizasyon artık dünya kupası. Bu özelliğinden dolayı
da gün gün futbol estetiğinin kaybolduğu kazanmaya odaklı bir futbol anlayışının galebe çaldığı
görülüyor. Bir endüstiye dönüşmüş küresel
futbolun takımlar ve futbolcular üzerindeki etkisi
daha yakıcı olmakta.
2014 Dünya Kupası’ nın favorisi, son
dünya kupasını kaldıran, son iki Avrupa
şampiyonluğunu almış, kulüp takımları bazında
Avrupa kupalarına neredeyse ambargo koymuş
olan İspanya daha grup aşamasında elendi!
Barcelona tarzı “tiki-taka” sıyla fenomen olmuş,
topa ve oyuna hakimiyet üzerine kurulu, hepsi
kendi mevkiinde en iyiler arasında bulunan,
kişisel olarak tüm başarıları tatmış İspanya takım
oyuncularının tükenmişlik sendromu yaşadıkları
çok açık.
Futbol bir endüstriye, futbolcuların iş gücü bir
metaya dönüştürüldükten sonra, futbol da bir
aşırı üretim kriziyle karşı karşıya olduğumuz
görülüyor. Özellikle Avrupa liglerinde oynayan
futbolcuların artan maç trafiği (dolayısıyla
fikstürü tamamlayabilmek için gerekli kondisyonun futbolculara yüklenebilmesi adına arttırılan
antrenman dozu) verimi düşürmekte, istisnalar
hariç form grafiğini dalgalanır hale getirmektedir.
İnsan vücudunu fiziksel ve mental açıdan yaran
bu aşırı çalıştırmanın İspanya örneğinde olduğu
gibi havlu atmaları, tükenişin elle tutulur hale
gelmesini de getiriyor. Tabi hikaye bundan ibaret
değil. Rakiplerin İspanya’ ya karşı geliştirdikleri
önlemlerde bir o kadar belirleyicidi.
Her piyasa ilişkisinde olduğu gibi, shour must go
on ilkesi burada da hükmünü yürütüyor. Krallar
öldü, yaşasın yeni kral sloganı her yanı sardı ama
oynadığı futbolla takım olarak öne çıkan bir ülke
olmadı. Beklentiler gerçekleşmedi.
Brezilya gibi fantastik futbol oynayan, oyunun şov yönünüde unutmayan, kazanmaktan
ziyade keyif almayı da isteyen takımlar dahi
endüstriyelleştirildiler. Herhengi bir gelişmiş
kapitalist ülkenin işleyen çarkları üzerine kurulu bir takıma dönüştüler. İtalya’ nın 1-0 olsun,
bizim olsun anlayışı Almanya’ nın katı diziliş
sistemi, görev adamları mantığı, kondisyonu ve
direnç ve hızı yüksek futbolcularla başa rakibi
oynatmama ve bir kontra atakla maçı alma
üzerine kurulu hale getirildi. Latin Amerika
ülkeleri dışında (ve Afrika) özellikle Avrupa
ülke takımları böyle oynuyorlar. Böylesi
takımların maçlarını izletebilmek için de
elbetteki yapılabilecek tek şey ulusal duyguları
kışkırtmak olmaktadır.
Birey ve takım arasındaki ilişkilerde, tek tek
futbolculara doğaçlama için alan açan, taktiğini
kendi oyununu oynamak üzerine kuran, yetenekli oyunculardan oluşmuş, takım ruhunu,
kolektivizasyonu sahaya yansıtan, rakibin
oyununu bozmaktan ziyade kendi karekterini
sergileyen, izlenilebilir kılan, seyirciler üzerinde heran heyacanı ayakta tutan takım ve
futbolcuların bu endüstri çağında yerlerinin
olmadığı görülüyor.
Kapitalizm küresel planda ilerleyişini
arttırdıkça futbol işçi sınıfının oyunu olmaktan çıkartılarak burjuvazinin sterilize edilmiş
yaşam alanlarına hapsedilerek ruhu öldürülmektedir.
Futbol’da FİFA’nın kıta fedarasyonları ile
birlikte temel hedefleri futbolun bir kapitalist piyasa ilişkisi olarak küresel düzeyden
kurumsallaşmasını sağlamaktadır. Her küresel
kapitalist ilişkide yaşanan gerçeklik burada
da ortaya çıkmakta, standartlar çok renkliliği
değil, tek rengi doların yeşiline ulaşmak
olan tek düze kapitalist rekabet ortamını
doğurmaktadır. Piyasa ilişkisi sonucu küresel düzeyden futbolda dönen milyar dolarların
miktarı arttıkça bir sokak oyunu olan futbol bir
keyif aracı olmaktan (hem oyuncular hem seyirci için) çıkıp, kapitalist yıkıcı rekabete teslim
edilmektedir. Bilimsel gelişmelerin, bilgisayar
teknolojisinin futbola uyarlanmasıyla sahadaki
her futbolcunun ne kadar mesafe koştuğundan,
kaç top çalıp, kaç pas hatası yaptığına kadar her
istatistik bilgisi bir tuşun ötesindedir. Sermaye
ilişkisinin gerçekleşmesi için nasıl işçi hem mutlak hem göreli olarak sürekli büyüyen artı-değer
"Her küresel kapitalist ilişkide yaşanan
gerçeklik burada da ortaya çıkmakta,
standartlar çok renkliliği değil, tek
rengi doların yeşiline ulaşmak olan
tek düze kapitalist rekabet ortamını
sömürüsüne maruz kalıyorsa, yeşil sahaların
oyuncuları da sürekli artan beklenti eşiklerini
aşmak zorundadırlar.
İstatistikler ne söylersen söylesin, yaşil sahalarda
hiçbir bilgisayarın tanımlayıp öngöremeyeceği,
istatize edemeyeceği küçük bir bilek hareketi bile
bir oyunun kaderini değiştirebilir. İstatistikler
üzerinden kesin kararlar verilecek olsa Arjantinli Messi’nin Dünya Kupası maçlarındaki
performansı (attğı goller değil) ilk 18' e bile
girmeye yeterli olmazdı muhtemelen. Yaratıcı futbolcu açığının oluşturulduğu ortamda standartizasyon lejyoner tipi futbolcuları bir ihtiyaç
olarak çoğaltsada bu ilişkide aranan yaratıcı
futbolcuların ortaya çıkmasının da el birliğiyle
koşullar ortadan kaldırılır. Futbol bir matematik
hesabına çevrilemeyecek kadar çok yönlü, olsalık
hesaplarını aşan bir karakterdedir. Standartizasyon ve kapitalist yıkıcı rekabet anlayışının sürmesi
durumunda, sahalarda benzer karakterlerde oynayan, benzer tipte yetenekte futbolcuların, hiçte
izlenli olmayan, robotik düzende işleyen maçları
seyreder olacağız.
FİFA ve futbolun küresel sermaye baronları için
önemli olan azami kardır. Azami kara ulaşmak
için tek hedef kazanmak, ve daha fazla oynamaksa oynanan oyunun estetik olup olmaması sermaye sahibini niçin ilgilendirsin! İlgilendirmiyor
da!
2014 Dünya Kupası bu ilişkinin çok daha
görünür olmasını getirdi. Bundan sonraki
dünya kupalarında sermaye ilişkisinin futbolun
çok daha ötesine geçtiğini göreceğiz. Futbolun
sermayesinin dört yılda bir küresel, iki yılda
bir kıtasal, ve kulüp bazlarında ülke ve kıta
kupalarında temel hedef kapitalist ilişkilerin çok
daha güçlendirilmesi, futbola çekilen kitlelerin
artması ve azami üretim ve azami kar için her
yolun mübah olmasıdır. Böylesi yoğun bir futbol fikstürü ve sadece o günü, o maçı düşünen
kapitalist futbol anlayışında futbolcuları özellikle
fiziksel olarak, en küçük başarısızlığa tahammül
marjının çok daraltılması mental olarak çökertmektedir.
Psikolog yardımlarıda durumu
kurtaramamaktadır. Çünkü insani olan her
şeye derin bir yabancılaşma ilişkisidir kapitalizm. Bu yabancılaşma süreci toplumla birlikte
heryanı çürütürken futbol bu sonuçlardan azade
kalamazdı. Futbol asla sadece futbol değildir, sistemin tüm karakteri onda yansımasını bulur.
2014 Dünya Kupası’ na dönecek olursak, başta
da söylediğimiz gibi, finallere kalan tüm takımlar
Almanya gibi oynamaya çalışıyorlar. Bu ekolün
asıl sahipleri orada olduğu sürece taktiklerin pek
bir şansı yoktur.
Kahin Poul’ e sorma şansımız yok, o yüzden bahsimizi kendimiz açıklayalım. Erken final olacak.
Brezilya-Almanya yarı final maçı kupanın sahibini belirleyecek. Ki o sahip bizce Almanya olacak.
Çünkü aranan ve beklenen kapitalist ilişki en çok
Almanya’ da vücut bulmuş durumda.
Sevgili dostlar işte bahislerimi de açıkladım. Bu
mektup sizlerin eline geçtiğinde kupa sahibini
bulmuş olacak. Bakalım öngörülerim ne kadar
tutacak.
Ercan Akpınar
Sincan 1 No’lu F tipi Hapishanesi
B1-53
14
işçi meclisi
Sevdiğim insanın cenazesine
bile gidemiyorum
02 Temmuz 2014 öğle saatlerinde, Okyanus Efe Özyavuz adlı bir trans
erkek hayatına son verdi. 17 yaşında başarılı bir sporcu olan Okyanus, sosyal medya hesabında intiharının ardındaki sebebe işaret ediyordu: Ne boka
yaradı normal olmak?”
“Gözünüzü kapatın ve hayal edin… Sabah, kendinizi ait hissettiğiniz cinsiyete uymayan bir bedenle uyandığınızı hayal edin. Bir kıyafet gibi parçalayıp atamadığınızı, o tenle, o tene bakıp size ona göre davranan insanların
gözleriyle, sözleriyle, tacizkâr öğütleriyle boğulduğunuzu hayal edin! Kimsenin gerçekten kim olduğunuzu görmediğini, anlamadığını hayal edin…
Herkesin sizi o ten size uymuyor diye ittiğini, yadırgadığını, gittikçe içinize
gömüldüğünüzü hayal edin! Dayanamıyor musunuz? Değişin? Sonsuza
kadar kendinize yalan söylemek veya dünyayı karşınıza almak arasında
seçim yapın. Her şeye karşı gelip, ‘anormal’ olarak fişlenmeye boyun eğip
kendiniz olabilmek için değişin… Yine de ömrünüzce ‘normal’ kabul edilmemeye katlanmayı hayal edin…”
Okyanus’un ölümü ile ilgili arkadaşlarının yaptığı açıklama bu ifadelerle
başlıyordu. Ölümünde sorumluluğu olanlar için ise “Okyanus’u siz öldürdünüz, gazeteci, anne, baba, öğretmen, ağabey, abla, sevgili olan siz! Koşulsuz sevmeyi bilmeyen siz, her gün bize kafamıza vurduğunuz ‘normal’
– ‘anormal’ ikiliğiyle bizde temiz bir parçayı öldürmektesiniz” ifadeleri yer
aldı.
LGBTİ bireyler,“Yine de var olmaya devam ettiğimizde veya temel insan
haklarımız için itiraz ettiğimizde her tür şiddetle, ölümle ve/veya intiharla
bizi sınıyor, yok etmeye çalışıyorsunuz. Bitmeyeceğiz” dedi ve ekledi: “Alışın, varız, buradayız, gitmiyoruz!”
Açıklama, şu ifadelerle sonlandırıldı; “Devletin; polisi, öğretmeni, doktoru,
kanunu, yönetmeliği vasıtasıyla yol açtığı, yaşadığımız her türlü ayrımcılığın gerçekleşmesinde pay sahibi olması; barınma, eğitim, istihdam gibi temel haklarımıza sık sık sırf cinsiyet kimliğimiz nedeniyle erişmemizin engellenmesi; bu cinayetlerin ve intiharların zeminini oluşturan nedenlerden
sadece bir kaçıdır. Duyuruyoruz: Faili devlet, faili toplum, faili ‘normal!’”
Okyanus Efe Özyavuz’un kız arkadaşı İpek, Okyanus’u intihara sürükleyen
baskıları yazdı:
“İpek ben. Mukaddes’in 8 aylık sevgilisiydim. İlk kız arkadaşıydım. Trans
bireyi olduğunu görebiliyorsunuz. İlk tanıştığımız zamanlar bana “erkek
olmak istiyorum” dediğinde şaşırmamıştım çünkü zaten bir farkı yoktu,
gayet normal karşıladım. O gün ona bi isim ararken “Okyanus” isminin
ona çok yakışacağını söylemiştim. O günden sonra ona hep Okyanus dedim.
Ne kadar iyi ve merhametli biri olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Hayalleri gökkuşağı kadar ilgi çekici, gökyüzü kadar istekliydi. Bugün cenazesine
gidecektim gökkuşağı bayrağımla ama gece yarısı tehdit telefonları aldı ai-
lem “bu gece kan gövdeyi götürecek” diye. Annem apar topar geldi İzmir’e
beni almaya. Daha 4 saat önce karakolda ifade veriyordum. Neyse…
Kendini astığı gün sabahtan buluştuk Okyanus’la. Kafasının sol üst kısmında kızarıklık, sol elinde başparmağının kenar kısmında 3 tane kesik
vardı. “Bana olanları anlatacak mısın?” dedim, “anlatacağım” dedi.
“Dün babam, annem, kardeşim beni sizin oradan arabayla aldıktan sonra
üstüme gelmeye başladılar, çok üstüme geldiler. Sonra halamlara gittik
orada tüm sülale üstüme gelmeye başladı. Hiçbiri beni sevmiyor. Babam
ne dedi biliyor musun, “as kendini de hepimiz kurtulalım artık” dedi ve
beni dün gece o kadar çok zorladılar ki şu an nasıl buradayım hâlâ bilmiyorum” diye başladı anlatmaya.
Sonra “bana bir şey olursa Mira’ya hesap veremeyecekler biliyorsun dimi?”
dedi. (Mira: onun tek hayali Mira isminde gözleri onunki kadar güzel bir
kız çocuğuydu ve emin olun Mira’nın hayalini benden daha çok seviyordu.)
Sonra “ben gitsem gelir misin benimle?” diye sordu. “Gelemem” dedim.
Sonra en fazla 10 dakika daha konuştuk. “Ben eve gideceğim” dedi, “tamam” dedim. Doğru düzgün sarılmadı bile. “Düzgün sarılamadan gidemezsin” dedim. Ben sarıldım, o yine aynı sarıldı. Öptüm. Gitti…
LGBT bireylerine bu kadar baskı onları intihara sürüklüyor fark edin artık!
Öldüğünde cebinde ona hazırlayacağım slaytta yazacaklarımı yazdığım iki
tane kağıt vardı. “Telefonu aldılar ama bunu öldürseler vermem” demişti
sabah. Ne acı ki ben sevdiğim insanın cenazesine bile gidemiyorum.”
Kadınlar cinayetleri protesto etti
“Kadın ve trans cinayetlerine karşı
Meclis olağanüstü toplansın” diyen
birçok ilde eylem yaptı.
Bu eylemlerden birisi için Kadıköy’deki Boğa heykelinin önünde
toplanan kadınlar, “Boşanmayı değil, cinayeti engelle”, “Kadın katliamı
var, Meclis olağanüstü toplansın”,
“Erkek egemenliğine itaat etmiyoruz”, “Aile değil kadınız”, “Şiddeti
izleme müdahale et”, “Tokattan cinayete bir şans daha verme” sloganlarının yazılı olduğu Türkçe, Kürtçe ve
Ermenice dövizler ve pankartlar taşıdı. Caddeyi araç trafiğine kapatan
yüzlerce kadın, sloganlarla yürüdü.
caeli, Kayseri, Çanakkale, Eskişehir,
Adana, Dersim, Ovacık, Antakya,
Urfa, Denizli, Mersin, Samsun ve
Van’da kadın cinayetlerine karşı isyanımızı haykırmak için ev işi, çocuk bakımı dayatmalarına da kulak
asmadan sokaklardayız” diyen kadınlar adına ortak açıklama yapıldı.
“İki gün içinde altı kadın cinayeti
işlenmişken, kadın cinayetleri, evde,
iş yerinde, sokakta, her yerde, özel
ve kamusal alanda her an yaşamımızı tehdit eder hale gelmişken Meclis
nerede?” sorusunun sorulduğu açıklamada, hükümetin cinsiyetçi politikalarına tepki gösterildi.
Yol boyunca erkek devlet şiddetini
teşhir eden kadınlar, oturma eylemi
yaptı, alkış ve zılgıtlarla kadın ve
trans cinayetlerinin durdurulmasını
istedi. “İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Bursa, Marmaris, Fatsa, Ko-
Açıklamada şöyle denildi: “Siz aile,
aile dedikçe kadınlar öldürülüyor.
Siz ses çıkarmadıkça kadın cinayetleri meşrulaşıyor. Siz haksız tahrik
dedikçe hayatımız tehlikeye giriyor.
Ailenin kadından önce geldiği, ka-
dın yerine ailenin ikame ediliği bir
anlayış, kadın merkezlerinden, aile
avukatlarına, aile hekimlerine kadar
herkes tarafından dayatılmak isteniyor. Kadınların içinde öldürüldüğü,
şiddet gördüğü, emeğinin sömürüldüğü, dışına çıkmak istediğinde
öldürüldüğü aile, devletin erkek
egemenliğinin yansıması olarak
bir devlet kurumu olarak işliyor.”
Rojava’da direnen kadınları selamladı. Eylem, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganıyla sona erdi.
Ankara Kadın Dayanışması’nın çağrısıyla Güvenpark’ta bir araya gelen
kadınlar, ana caddeye çıkarak yolu
araç trafiğene kapattı. Sivil polisler kadınlara saldırdı. Kadınların,
saldırıya karşın yolu terk etmemesi
üzerine polis çekilmek zorunda kaldı. Daha sonra Yüksek Caddesi’ne
yürüyen kadınlar, burada oturma
eylemi yaptı.
Eylemde, kadın katliamını protesto
eden sloganların yanı sıra “İsrail,
Filistin’den elini çek”, “Filistinli kadınlar yalnız değildir”, “Rojavalı
kadınlar yalnız değildir” sloganları
da atıldı.
Kadınlar açıklamalarında, “Meclisin,
kadın ve trans cinayetleri gündemi
ile olağanüstü toplanmasını ve bu
toplantıda, kadın örgütlerinin belirlediği cinayetleri önleyebilecek
temel şartları doğrultusunda acil bir
eylem planı oluşturulmasını talep
ediyoruz” dedi.
Yetkililere seslenen kadınlar, “Siz
aile, aile dedikçe kadınlar öldürülüyor. Siz ses çıkarmadıkça kadın
cinayetleri meşrulaşıyor” dedi. Kadınlar, Meclis olağanüstü toplanıp
bir eylem planı hazırlayıncaya kadar
sokakta olacaklarını duyurdu.
15
Behrengi amcanın anlattıkları
işçi meclisi
Yaz mevsimi ile okulların tatile girmesinin ardından kitaplar indi raflardan, yaza bırakılan okuma
planlarına kısmende olsa uymaya çalışılacak
şimdi. Tabi bu konuda yaz tatilini en iyi değerlendirecek olanlar çocuklar. Çocuklar tüm yılın
baskısını attılar üzerlerinden. Ödevler, sınav hazırlıklarını ve yaz işlerini saymazsak elbette.
Peki yalanların ve yalancıların sisteminde çocuklara neyi, nasıl anlatacağız? Tüm olumsuzluklara rağmen tünelin ucunda bir ışık mutlaka
vardır, umudu katık edeceğiz aldığımız nefese!
Galileo, dünyanın döndüğünü söylediği için
canından olmuştu. Dünyanın içinde dönenleri
anlatılarına malzeme ettiği için de Samed Behrengi can verdi. Henüz yirmi sekiz yaşında iken
yaşama veda etse de ardında bir çok eser bıraktı.
Bunlardan en bilineni de “Küçük Kara Balık”tır.
Bir derede annesiyle birlikte yaşayan Küçük Kara
Balık, bir gün derenin sonunun nereye varacağını merak etmiştir. Anlamıştır ki; yüzdükleri
dere dünyanın kendisi değil. Ve yaşamı sadece o
derede, daracık bir çerçevede geçmemeli. Cesaret
örneği göstermiş ve dereden ayrılmıştır Küçük
Kara Balık. Karşısına çıkan zorluklar ve kötülüklerle tek başına mücadele etmeyi öğrenmiştir.
Çocuklara da, dünyada sadece kötülerin değil
iyilerin de kazanabileceğini göstermiştir. Yaşadıkları evin, sokağın, mahallenin ya da kentin
dünyanın kendisi olmadığını da göstermeye çalışır Küçük Kara Balık.
“Bir Şeftali Bin Şeftali”, “Çıngıraklı Deve”,
“Kel Güvercinci”, “Tarhun” ve “Sevgi Masalı”
Behrengi’nin akla gelen diğer kitapları. Kitaplardan kısaca söz etmek gerekirse; Bir Şeftali Bin
Şeftali, Polat ve Sahip Ali’nin öyküsü. Şeftali’nin
toprağın altında kalan kabuklu bir çekirdek olarak nasıl uyuyup beklediğini, mevsim bahara
dönünce nasıl çekirdeğin kabuğunu ikiye ayırıp
içinden filizlenip boy attığını, sonunda toprağın
üstüne çıkıp ağaç olabilmek, meyve verebilmek
için nasıl çabaladığı bir direniş öyküsü, teslim
olmayışın öyküsü!
“Çıngıraklı Deve” anne-babası ve kardeşleriyle
birlikte küçük bir kasabada yaşayan Latif ’i anlatıyor bize. Ailesini geçindirmekte güçlük çeken
babası, Latif ’i de yanına alarak Tahran’a gider ve
orada seyyar satıcılık yaparak para kazanmaya
çalışır. Latif de zamanını sokaklarda, yeni edindiği arkadaşlarıyla geçirir. Günün birinde bir
oyuncakçı dükkânının önünde gördüğü çıngıraklı bir deveye hayran kalan Latif, o kocaman,
şirin deveye sahip olmanın hayalini kurar ve
dükkânın önünden ayrılmaz olur. Tabi deveyi beğenen başka çocuklar da vardır. Sonunda
deve kimin olacak, söylemeyelim.
Okuyanlar öğrensin. Yaşadığımız
dünyanın gerçeklerinden bir kesiti
göstermesi açısından bu kitabın
yayımlanmış olması gerçekten çok
yerinde. Zira yaldızlı vitrinlerin
hemen ardındaki sefalet görülmüyor, gösterilmiyor. Çıngıraklı Deve
için, madalyonun diğer yüzü de
denilebilir.
“Kel Güvercinci” klasik bir Keloğlan masalını anımsatıyor. Kahramanın kel olması, annesiyle birlikte
yaşaması gibi benzerliklerin yanı
sıra, olay örgüsü ve güvercincinin
başından geçenler de Keloğlan’la
çok fazla benzerlik gösteriyor.
Keloğlan deyince de olaylar
malum tabi. Fakir mi fakir Kel
Güvercinci’nin on-on beş tane güvercini varmış. Onları eğitir, türlü
çeşitli numaralar öğretirmiş. Kulübelerinin tam karşısında ise kralın
görkemli sarayı yükseliyormuş. Ve
Kel Güvercinci ne zaman güvercinlerini eğitse, kralın güzeller güzeli
kızı da sarayın balkonundan onu
seyrediyormuş. Delikanlı da kızı
çok beğenmesine rağmen kralın,
kızını yoksul bir güvercinciye vermeyeceğinden umut etmezmiş.
Keloğlan masallarından yola çıkarak sonunda ne olacağını düşünedurun olmadı kitabı okuyun, ben
“Tarhun”dan da söz edeyim biraz.
Güzel Tarhun, bir tüccarın yedi kızından biri ve en küçükleridir. Altı
işe yaramaz, tembel ablaya sahiptir.
Ve bu altı ablasının da işe yaramaz,
tembel eşleri vardır. Fakat Tarhun
ablalarına hiç benzemez. Çevresinde olup bitenle hiç ilgilenmez.
Bir gün babaları büyük bir kutlama
yapmak ister, bütün ablaları ondan
değerli şeyler isterler ama Tarhun
öyle bir şey ister ki, babası ne kadar
arasa da onun istediğini bulamaz.
Tarhun, her şeyin metalaştığı, değer yitirdiği bir dünyanın aksine
bazı değerlere paha biçilemeyeceğini gösteren bir kitap.
Ve Sevgi Masalı. Padişahın güzeller
güzeli kızı ile sarayda çalışan Koç Ali’nin öyküsü. Kendisinden başka kimseyi beğenmeyen,
kimseyle arkadaş olmak istemeyen prensesin
tek oyun arkadaşı Koç Ali’dir. Koç Ali bir gün
prensese onunla evlenmek istediğini söyler ve bu
sözlere çok kızan prenses onu saraydan attırır.
Sonrasında yalnız kalan prenses hiçbir şeyle avunamaz ve hastalanıp yatağa düşer. Hastalığının
ise tek bir çaresi vardır, Sevgi Masalı. Bu masalı
kimden dinleyecek dersiniz?
Yazının sonunda Behrengi Amcamıza kulak
verelim: “Öyküler bizlere, toplumumuzun gerçek resmini çizebilir; sorunlarını ve nedenlerini
açıklayabilir. Öyküler, okuyanları yalnızca eğlendirmez.
Bu yüzden ben de, akıllı çocukların öykülerimi
yalnızca hoş vakit geçirmek için değil, öğrenip
bilgilenmeleri için okumalarını istiyorum.”
Görünen o ki yaşadığımız düzen devam ettiği
sürece, Samed Behrengi de değerinden bir şey
yitirmeden var olmaya devam edecektir.
*Kaynak: Mehmet Özçataloğlu
Download