KUR’ÂN: TABİATI, SAHİH OLUŞU, MÜSLÜMAN AKIL ÜZERİNDEKİ ETKİ VE OTORİTESİ* Muhammed Ebu LEYLA Çev.: İbrahim H. KARSLI ÖZET: Kur’ân’ın, Allah’ın vahyi olduğu hususunda pek çok delil mevcuttur. Makale bunlardan bazılarını özetlemektedir. Birinci olarak, Hz. Peygamber açık ve net bir şekilde kendi sözleriyle Allah’ın Kelâmı’nı birbirinden ayırmıştır. İkinci olarak, Hz. Peygamber Kur’ân metnini Allah’tan telakki ettikten hemen sonra kayda geçirme konusunda son derece titizdi. Üçüncü olarak, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı Allah’tan alması, kendisinde psikolojik ve fiziksel bir takım etkilenmelerin tezahürüyle beraber oluyordu. Dördüncü olarak, her ikisini karşılaştırdığımızda, Allah’ın Kelâm’ı farklı olup Hz. Peygamber’in kendi sözlerine benzememektedir. Beşinci olarak, Müslümanlar Allah’ın Kelâmı’yla Peygamber’in sözlerini, kıraatlerinde birbirinden tefrik eder. Makale ayrıca Kur’an’ın tahrif ve tahribatlara karşı koruma altına alındığını delilleriyle açıklamaktadır. Anahtar Kelimeler: Kur’an, vahiy, sahihlik, tahrif, mucize THE QUR’ÂN: NATURE, AUTHENTICITY, AUTHORITY AND INFLUENCE ON THE MUSLIM MIND ABSTRACT: There are many proofs that the Quran is God’s revelation. The article summarises some of them. First, the Prophet Muhammad distinguished clearly and sharply between his own words and the words of God. Secondly, the prophet was keen to write down the text of the Qur’an immediately after he received it from God. Thirdly, his reception of the Qur’an from God was accompanied by psychological and physical changes in himself. Fourthly God’s speech is distinctive and does not resemble Muhammad’s own words, if we compare the two. Muslims distinguish between the words of God and the words of the Prophet when they read them out. Also the article explains that The Quran was truly safeguarded against corruption and alteration by proofs. Key Words: Qur’ân, revelation, authenticity, corruption, miracle 280 Muhammed Ebu LEYLA Kur’ân’ın tabiatı ve otoritesi Müslümanlar, Kur’ân’ın uzun bir zaman zarfında Hz. Muhammed’e vahyedilen, bütünüyle Allah’ın kelâmı olduğuna ve herhangi bir tahrif ve değişikliğe karşı onun iyi bir şekilde korunduğuna inanırlar. Kur’ân’ın, Allah’ın vahyi olduğu hususunda pek çok delil mevcuttur. Fakat bu makalemizde en önemlilerini özetleyeceğiz. Birinci olarak, Hz. Peygamber açık ve net bir şekilde kendi sözleriyle Allah’ın Kelâmı’nı birbirinden ayırmıştır. Böyle eşsiz bir kitabın müellifi olduğunu ileri sürebilme iddiası şerefli bir şey olmasına rağmen, o hiç bir zaman Kur’ân’ı kendisine nispet etmemiştir. İkinci olarak, Hz. Peygamber Kur’ân metnini Allah’tan telakki ettikten hemen sonra kayda geçirme konusunda son derece titizdi. Kendi sözleriyle Allah’ın Kelâm’ı arasındaki ayrımı garantiye almak ve bu ikisinin karışmasına mani olmak gayesiyle hadisleri yazmamaları konusunda sahabeyi uyarmıştır. Hatta, Kur’ân’ın bir parçası olmadığı halde kendi sözlerinden daha önce yazdıkları şeyleri çıkartmalarını emretmiştir. Üçüncü olarak, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı Allah’tan alması, kendisinde psikolojik ve fiziksel bir takım etkilenmelerin tezahürüyle beraber oluyordu; yüzü kızarıyor, bazen vücudunda titremeler oluyor ve terliyordu. Bu, yanında olanlar tarafından gözlemlenen bir durumdu. Diğer taraftan, vahyin haricinde konuştuğunda bu gibi durumların hiç biri vuku bulmuyordu. Eğer o, sıradan bir yazar olsaydı, yazdıklarına göre zihinsel ve bedensel olarak etkilenmesinde böyle bir tezat meydana gelmezdi. Bir kimse nesir yazımından şiir yazımına geçerken, her ne kadar psikolojik bir takım etkilenmeleri yaşasa bile, burada olduğu gibi gözle görülür değişiklikler meydana gelmez. Yine bu konuyla ilgili olmak üzere biz, Hz. Peygamber’in vahiy gelmeden önceki hayatını inceleyecek olursak, bunun benzeri değişikliklerin her hangi birini tecrübe etmediğini de görürüz. Bu bağlamda şu söylenebilir ki, bazı müsteşrikler, Hz. Peygamberdeki bu değişiklikleri tahlil etmeye çalışarak, saralı olduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler, O’nun söylediği şeylerin tamamen bilincinde olduğu ve daha sonra yaşadığı bu vahiy tecrübesini bütünüyle hatırladığını unutmaktadırlar. Günümüzde bu iddiaya itibar edilmediği için üzerinde daha fazla durma ihtiyacını hissetmiyoruz. Dördüncü olarak, her ikisini karşılaştırdığımızda, Allah’ın Kelâm’ı, Hz. Peygamber’in kendi sözlerine benzememektedir. Hatta Hz. Peygamber’in sözleri, belâğatın zirvesine ulaşsa bile, Kur’ân’ın kela- Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 281 mıyla mukayese edilemezler. O’nun sözleri karşısında Kur’ân’ın durumu, yıldızlara nazarın güneşin durumu gibidir. Beşinci olarak, Kur’ân, Peygamber’in kendi sözlerinden farklı olarak mucizevîdir. İnsanlar, hatta bütün insan ve cinler toplanarak Kur’ân’a benzer bir şey getirmeye çağırılmıştır.1 Fakat hiçbir kimseye Hz. Peygamber’in sözleriyle ilgili olarak böyle bir çağrı yapılmamıştır. İlk dönemlerden itibaren Müslümanlar, Allah’ın Kelâmı’yla Peygamber’in kelâmı arasındaki farkın tamamen idrakinde idiler. Onlar, Allah’ın Kelâmı’nı ‘Allah buyurdu ki…’, Hz. Peygamber’in sözlerini de “Peygamber buyurdu ki…” ifadeleriyle dile getirmişlerdir. Altıncı olarak, Müslümanlar Allah’ın Kelâmı’yla Peygamber’in kelâmını, kıraatlerinde de birbirinden tefrik eder ve Kur’ân’ın kıraatinde farklı bir ses tonu kullanırlar. Hz. Peygamber, ashabından bazılarını Kur’ân okudukları zaman ‘güzel sesli’ olarak tavsif etmiş ve sık sık Kur’ân’dan kendisine okumalarını onlardan istemiştir. Bir defasında Ebû Musa el-Eş’ari’nin evinin yanından geçerken, O’nun Kur’ân okuduğunu işitmiş, dinlemek için durarak yaklaşmış ve sesinden son derece etkilenmiştir. Sabah namazında buluşmuşlar. Hz. Peygamber önceki gece kıraatini dinlediğini söylediğinde, o şöyle cevap vermiştir: Böyle olduğunu bilseydim sizin için daha da güzel okurdum. Onun sesi tabi’î bir şekilde çok güzeldi.2 Yine bir defasında Hz. Peygamber, İbn Mes’ud’dan kendisine Kur’ân okumasını istediğinde, o şöyle cevap vermiştir: Sana vahyedildiği halde o’nu sana ben mi okuyacağım? Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: Ben onu başkalarının ağzından dinlemekten hoşlanıyorum. Bunu üzerine İbn Mes’ûd Peygamber’e kadınlarla ilgili sureyi okumaya başlar. O aşağıdaki ayeti okuduğunda: “Her ümmetten (inanç ve davranışlarının doğru olup olmadığına tanıklık edecek) bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?” (4/Nisa, 41) Hz. Peygamber ‘Bu kadar kâfi’ diyerek okumasını bitirmesini ondan talep eder. İbn Mes’ûd Hz. Peygamber’in yüzüne baktığında gözlerinin dolu dolu yaşlandığını görür.3 * Çeviren: Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. KARSLI, KTÜ Rize İlahiyat Fak. [email protected]. Bu makale, Muhammed Ebu Leyla tarafından kaleme alınmış olup The Islamic Quarterly dergisinde yayınlanmıştır. Cilt: XXXVI, No: 4, (14.3.1992) 1 17/İsrâ, 88. 2 Bu hadis, Ebu Mûsa el-Eş’arî tarafından rivayet edilmiş olup muhaddisler tarafından ittifakla kabul edilmiştir. 3 Hadis, Abdullah İbn Mesûd’dan rivayet edilmiştir. Müslüman alimlerin hepsi de bu hadisi, ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca bu konuda daha fazla bilgi için Gazâlî, 282 Muhammed Ebu LEYLA Bütün bunlar, sadece Kur’ân ve hadisler arasındaki farkı değil, aynı zamanda Müslümanların Kur’ân öğrenimindeki titizliği de ortaya koymaktadır. Kur’ân’ın nakli ve sahih oluşu Batılı insan, Hıristiyanlığın yaşandığı bir ortamda doğup büyümesine rağmen, Kur’ân’dan tamamen de habersiz değildir. Kur’ân’ın Avrupa dillerine pek çok tercümesi yapılmıştır. Bu gerçek, Batı aydınının ona olan alâkasını ortaya koymakta ve bunu pekiştirmektedir. İlk Latince tercüme takriben 1143 yıllarında yapılmış olup bunu diğerleri takip etmiştir.4 Bununla beraber, söz konusu çeviriler üzerinde yapılacak en yüzeysel bir gözden geçirme sonucu, Kur’ân’ın doğru anlaşılmadığı, dahası yanlış şekillerde temsil edildiği ortaya çıkacaktır. Başka müracaat edeceği her hangi bir kaynağa sahip olmayan Batı insanının, bu metinlerle yetersiz, çarpıtılmış bir Kur’ân ve belki de İslam anlayışına sahip olması da garip bir durum değildir. İlave etmeliyim ki bu, batılının kendi referans kaynakları üzerindeki ciddi bir yansımadan daha az bir şekilde onun insanlığı ve dürüstlüğü üzerine yansımıştır. Çeviri söz konusu olduğunda, bütün müslümanların ana dili Arapça olmamasına rağmen, İslam toplumlarında Kur’ân’ın kahir ekseriyetle orijinal Arapça’sıyla okunması da, kaydedilmesi gereken enteresan bir durumdur. Hz. Peygambere vahyedildiği şekilde Kur’ân dilinin tercüme edilmezliği kabul edilmiş olabilir. Bununla beraber, müslümanlar arasında her dönemde Kur’ân’ı kendi orijinal dilinden anlamak ve Hz. Peygambere vahyedildiği şekliyle onun mesaj ve öğretilerini kavrama gayretleri vardır. Bu bağlamda tercüme işinin çetrefilli bir konu olduğu ileri sürülebilir. Fakat açıktır ki; hemen hemen her çeşit metinde bir dilden diğerine nakil, manada bir dereceye kadar müphem ve mücmelliği, en kötü ihtimalle hatalı tercümeleri ihtiva etmektedir. Bütün diller, kültürel bir temele, yahut da bireysel olarak bazı güçlere dayanan kendi yapı ve anlama sistemlerine sahiptirler. Dolayısıyla bir dereceye kadar dil, doğrudan ve bütünüyle tercüme edilmeyen bir olgudur. Tercüme kutsal metne uygulandığında, Allah Kelâmı’na müdahale eden insan aklını ima eder. Daha da ileri giderek birisi, Allah’ın Kelâmı’nı tercüme etmenin, onun mesajını çeşitli seviyelerde değişikliğe uğratma anlamına geldiğini söyleyebilir. 4 İhyâu ulûmi’d-dîn, Beyrut, Dâru’l-kitabi’l-arabî, ts. III, 111 ve devamı; İbn Teymiye, Mecmuatu’r-resâil ve’l-mesâil, (thk. Reşid Rıza), Kahire, Lecnetu’t-turâsi’l-arabî, ts. III, 18 ve devamı; Muhammed Ebû Leyla, el-Kur’anu’l-Kerîm dustûru’l-muslimîn, elMuslimûn, haftalık gazete, (Londra 1406/1986), c.II, no. 71, s. 8. Bkz. J. Arberry, İntroduction to The Koran İnterpreted, Londra, Oxford University Press, 1969, s. 10; yine Muhammed Salih el-Bandâk, el-Kur’an ve’l-musteşrikûn, Beyrût, s. 106. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 283 Bunu Tevrat’tan örneklendirmek istiyorum. Ezra bu kitabı, zamanın Yahudileri tarafından anlaşılan Babil harfleri ile yeniden yazmıştır. Yahudilerin elinde çok sayıda Targum yani Tevrat şerhleri mevcuttu. Yunanca olan ve birçok ciddi konuda İbranice Tevrat’tan ayrılan Yetmişler (Septegent) elimizdedir.5 Bu açıdan Hz. İsa’ya baktığımızda, Aramice konuşan bir Yahudi olduğu için, İncil’i de bu dilde almış olması gerekirdi. Takipçileriyle Aramice konuştuğu açıktır. Fakat ondan Aramice geriye sadece bir kaç ifade kalmıştır. (Mark: 5:41;7:34; Matt: 27:46) Bununla beraber asıl İncil’in hiçbir parçası orijinal diliyle muhafaza edilememiştir. Bu açıklamalardan sonra, bir metin olarak Kur’ân’a dikkatleri çekmek istiyorum. Kur’ân konusunda en yetkili âlimlerimizden biri olan Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Musennâ (v. 210h.), İ’câzu’l-Kur’ân adlı eserinde onu ‘Allah’ın özel kitabı’ olarak tanıtır ve başka hiçbir kitabın aynı şekilde isimlendirilemeyeceğini ileri sürer. Devamla da Kur’ân’ın, bütün sureleri bir arada topladığı için böyle olduğu, tarifin bizzat kendisinden kaynaklandığı, dolayısıyla Kur’ân’ın hiçbir beşere izafe edilemeyeceği ve onun Allah’ın kitabı olduğunu söyler.6 Kur’ân’ın Allah’tan telakki edilmesinde hiçbir şekilde insan aklı aracılık etmemiş, yahut da onun süzgecinden geçmemiştir. Bu da hiç bir beşer sözünün ona ilave edilmediği anlamına gelmektedir. Cebrail’in Allah’tan getirdiği Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in sadece kendisi telakki ediyordu. İlâhî mesaj ona yazılı olarak değil de şifahi bir şekilde intikal ediyor; o da Allah’ın Kelâmı’nı vahiy sürecinde kelime kelime, harf harf alıyordu. İlâhî mesaj Allah’ın takdirine göre farklı yer ve zamanlarda vahyedilirken, insanın ihtiyacı, bölgenin ve zamanın şartları nazarı itibara alınıyordu. Hz. Peygamberin vefatıyla vahiy kemale ererek nihayete ermiş ve gelen vahiylerin yazılma süreci de son bulmuştu. Bundan sonra ne bir ayet ne de bir kelime, yahut da tek bir hece ona ilave edilmemiştir. Şu halde o, bütünüyle vahiydir. Kur’ân’ın aslını muhafaza ettiği konusunda Hz. Peygamber’in vefatını ele alarak teyit etmekte de fayda vardır. Tevrat’ta insan eliyle sokuşturulan Hz. Musa’nın ölüm konusu, metnin tahrifata uğradığını ortaya koymaktadır. “Böylece Allah’ın kulu Musa onun takdirine göre Moab toprağında vefat etmiştir (Tensiye 34:5). Bununla beraber, müminlere son derece üzüntü verici gelmesine rağmen, Hz. Peygamber’in vefatından Kur’ân’da söz edilmemiştir. Bu da, Kur’ân’ın ne derece aslı5 6 Bkz. İbn Hazm, el-Fisâl, II, 23 ve devamı; yine R. Pfeiffer, Introduction, 68. ve 120. sayfaların devamı; Frederic Kenyon, Our Bible and The Ancient Manuscripts, Londra, ve Spottiswoode, 1939, s. 35 ve devamı; ve N. Rif’at, İbn Hazm on Jews and Judaism, s. 220 ve devamı. Mecâzu’l-Kur’an, (thk. M. Fu’âd Sezgin), Kahire, el-Hancî ve Dâru’l-Fikr 1390/1970, 1 ve devamı. 284 Muhammed Ebu LEYLA nı ve sahihliğini koruduğunu örneklemeye yardım eden hakikatlerden biridir. Bundan da öte, Tevrat ve genel olarak tüm Eski Ahit’in aksine Kur’ân’ın yer ve zaman referansları tamamen Hz. Peygamber’in dönemi ve daha öncesine aittir. Oysa bu Tevrat’ta özellikle gelecekle ilgili yer ve zamana yapılan atıflar, çok açık bir şekilde insan ya da insanların müdahalesinin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konu da, Kur’ân’ın aslının korunduğunun teyidine daha ileri seviyede yardım eden hususlardan biridir.7 Bilgi vermesi açısından şu konu da önemlidir: Sonraki tarihlerde dine muhalif olan bazı insanlar, yanlış bir tutumla Hz. Peygamber’e isnat edilen uydurma rivayetleri yaymaya çalışmışlardır. Aslı olmayan ve sonradan uydurulmuş bu rivayetler oldukça fazladır ve müslümanlar tarafından el-ahâdîs el-mevzûa olarak bilinmektedir. Müslüman alimler bu uydurma rivayetlerin çok iyi farkındadırlar. Hadis ilmi, doğruyla yanlış olanının arasını mükemmel bir şekilde tefrik ederek tasnifini gerçekleştirmiştir. Şimdi bu yalan rivayetlere önem verilmemekte ve sahih ehl-i sünnet İslam’ından ayrı tutulmaktadırlar. Bu yanlış rivayetleri uyduranlar, müslüman alimleri, kendisiyle rivayetlerin değerlendirilip sıhhat derecesine göre sınıflandırıldığı kriterler geliştirmeye yöneltmiştir. Bu ilmi etkinlik genel olarak müslüman aklın özelliğinin bir yansımasıdır. Bir müslümana göre “sahih oluş” (authenticity) son derece önemli bir değerdir. Eğer rivayetler yahut da dini olarak isimlendirilen diğer etkinlikler bu özelliği taşımıyorlarsa reddedilmeleri gerekmektedir.8 Hadislere tatbik edilen “sıhhat” kriterlerinin aksine şu söylenebilir ki, bu gibi kriterlerden hiçbiri Kur’ân’ın kendisi için geliştirilmemiştir. Bu belki ilk anda bize garip gelebilir. Fakat Kur’ân’ın tabiatı düşünüldüğünde, böyle bir işlemin gereksiz olduğu ortaya çıkacaktır. Mevzu rivayetlerin geçmişine rağmen, Kur’ân’ın orijinal mesajına ilave yapma, düzeltme yahut da herhangi bir şekilde onun değiştirilmesi konusunda hiçbir teşebbüs olmamıştır. Daima kutsal ve tahriften korunduğu kabul edilen metin, dine muhalif hareketin menfi hedeflerine maruz kalmamıştır. Ayrıca şu da söylenebilir ki, Kur’ân’ın dünyanın dört bir yanına ulaşmış olması, İslamî ilimlerin karakteri ve az önce zikredilen “sıhhat” kriteri gibi hususlar dikkate alındığın7 8 Bkz. N. Rif’at, İbn Hazm on Jews and Judaism, s. 220 ve devamı. Bu konuda bkz. Muhyiddin Yahya İbn Şeref en-Nevevî (621-676 h.) en-Menhelu’rrâvî min Takrîb en-Nevevî, (thk. Mustafa el-Hâd), Beyrut, Dâru’l-mallâh, ts. s. 29 ve devamı, Ebu Amr İbnu’s-Salâh (642/1244), Mukaddime fî ulûmi’l-hadîs, Beyrut, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, 1398/1978, s. 1 ve devamı; Ebû Amr Osmân İbn Abdurrahman eş-Şehrezvârî, (577-643h.), Ulûmu’l-hadîs, (thk. Nureddin ‘Itr), elMedînetu’l-munevvere, 1972 ve Ebu Muhammed Abdurrahman er-Râzî, (240-327 h.), ‘İlelu’l-hadîs, Bağdâd, el-Musennâ, 1343). Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 285 da, kutsal metinle ilgili herhangi bir tahrifin vuku bulduğunu hem pratikte hem de manevi açıdan kabul etmek mümkün değildir. Kur’ân’a herhangi bir ilavenin imkânsızlığı şu gerçekle de ortaya konulabilir: İlk dönemlerden itibaren Kur’ân’ı Kerim yaygın bir şekilde ezberlenmiştir. Böylece müslümanların kolektif hafızasına mal olması, herhangi bir değişikliğin onda meydana gelme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Kur’ân’ın sıhhati, iki temel esasa dayanmaktadır. Birinci olarak, bizatihi Yüce Allah’ın Kur’ân’ı himaye etmesi, vahyini muhafaza edeceğine ve onu tahrifattan koruyacağına dair vaatte bulunmuştur. İsrâ suresinin dokuzuncu ayetinde O şöyle buyurmaktadır: “O zikri (kitab) Biz indirdik Biz; onun koruyucusu da elbette Biziz!”9 İkinci olarak, Kur’ân’ı Yüce Allah’tan alıp onu insanlığa tebliğ eden Hz. Peygamber’in masum oluşu, vahiy ve tebliğinin tahrifattan uzak olarak kabul edilmesine sebep teşkil eder. Bazı kimseler, Kur’ân tarafından ortaya konulduğu şekilde, aynı karakteri taşıyan ve müslümanların inandığı diğer kutsal kitaplardan farklı olarak ilâhî himayenin neden sadece Kur’ân için söz konusu olduğunu merak edebilirler. Burada, en azından geçmişte Allah’ın Kelâm’ı olan Tevrat’ı örnek olarak gösterebiliriz. O’nun bu haliyle, tahriften korunmuş olarak varlığını devam ettirmesi gerekmez miydi? Oysa gayet açıktır ki; o, tahrifattan uzak kalamamıştır. Fakat bu, insan zafiyetinin ve Allah’ın emrine olan itaatsizliğin bir neticesi olarak kabul edilmelidir. Bu tür yozlaşma, Allah’ın gönderdiği peygamberleri koruyamamalarına paralel bir şekilde - onları öldürmüşlerdirO’nun kelamını koruyamama dolayısıyla meydana gelen tahrifat, esasta Allah’a değil, insana ait bir başarısızlıktır. Şunu da vurgulamamız gerekir ki, evrensel son ilahi vahiy olması ve önceki kitapların temel öğretilerini ihtiva etmesi, Kur’ân’ın tahrifata karşı ilâhî garantiye mahzar olmaya değer bir kitap olduğunu göstermektedir. Kur’ân’ın ilahi himayede olduğuna delil olması bakımından Hz. Peygamber’in hayatı ve karakterine de bakabiliriz. Bu, tabiatıyla Kur’ân, sünnet, tarih ve kelam sahalarından temin edilecek konuyla ilgili diğer gerçek ve esasları da ihtiva edecektir. Peygamberle ilgili olarak tarih, yaşadığı İslam öncesi toplumda şiddetli kabile çatışmaları ve iç kargaşaların vuku bulduğuna tanıklık etmektedir. Yine tarihi delil, Hz. Peygamber’in itiraza mahal bırakmayacak ve herkes tarafından kabul edilecek şekilde güvenilir bir kimse olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hatta Peygamber olmazdan önce de böyleydi. O, el-sâdıku’l-emîn, doğru ve güvenilir bir şahıs olarak tanınmaktaydı. İhtilaflara yol açan çatışmalar yaygınla9 ‘Kur’an’ ve ‘zikr’ müteradif anlamlı kelimelerdir. 286 Muhammed Ebu LEYLA şınca, Hz. Peygamber’in hakemliği bütün kabile tarafından kabul görüyordu. Hatta verdiği kararlar ilgili tarafların dünyevi ve siyasi arzularına ters düştüğü durumlarda dahi bu durum geçerliydi.10 Hz. Peygamber’in doğru ve güvenilir bir kimse olarak kabul görmesi, putperest Arapları aşıp bazı Hıristiyan rahiplere kadar varmaktadır. Mesela Varaka bin Nevfel, Hira mağarasında Hz. Peygamber’in vahiy aldığını duyunca, bunun gerçek Allah Kelâm’ı olduğunu kabul ederek iman ve tasdikini izhar etmiştir.11 Diğer taraftan zevcesi Aişe’ye Hz. Peygamber’den sorulduğunda, onun ahlâkının tamamen Kur’ân’a uygun düştüğünü söylemiştir.12 Hz. Peygamber’in mizacı pırıl pırıl, gönlü de doğrulukla dopdoluydu. O, insan zihnini zayıflatabilecek ve onu doğru yoldan alıkoyacak günaha teşvik edici unsur ve maddi ihtiraslardan uzak, oldukça sade bir hayat sürmüştür. Hz. Peygamber bu gibi saptırmalardan uzak bir şekilde, enerjisini Kur’ân’la öğüt vermeye ve onu nakletmeye teksif edebiliyordu. Bunu başarmak için kesintisiz devam eden motivasyon ve anlama çabası, bir ölçüde Hz. Peygamber’in açık zihinli ve sade hayat tarzının bir neticesi olmalıydı. O ilk vahyi, zihni ve muhakeme melekesinin tecrübeyle kıvama ererek hikmet ve insanlığın gösterilmesini sağlayan kırk yaşında almıştır. Hz. Peygamber Kur’ân’ı alıyor ve onda ayetleri beşer beşer tebliğ ediyordu. Hz. Peygamberin ümmiliği göz önünde bulundurulursa vahy gelir gelmez derhal kâtipleri çağırıyor, böylece vahyin telakki edilmesiyle yazılması arasındaki süre oldukça kısa oluyordu. Kur’ân’ın ezberlenmesi yanında, düz taşlara, papirüslere, hurma dalları, deri parçaları ve tahtalara yazılması da, onun muhafazası konusundaki diğer bir delilimizi oluşturmaktadır. Buna ilave olarak, Muhâsibî’nin (v. 243/853) kaydettiğine göre, Hz. Peygamber’in Kur’ân ayetlerini derhal yazmayı emrettiğini de bilmekteyiz.13 Kaydedildiğine göre, onun ashabı vakit geçirmeden ayetleri beşer beşer ezberliyor ve onları devamlı pratiğe geçiriyordu. Hz. Peygamber’in hayatında Kur’ân’ın nasıl kayda geçirildiğini örnek vererek anlatmak için aşağıdaki olayı nakletmek istiyorum. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber amcasının oğlu Ali’ye şöyle demiştir: Kur’ân benim yatağımın altında ipek ve yaprak tomarlarında yazılıdır; O’nu al ve derle. Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettikleri 10 11 12 13 Bkz. İbn İshak, Sîre, 86. el-Buhârî, Sahîh (Kitâbu bedu’l-vahy) Bkz. el-Gazâlî, İhyâ, VIII, 89 ve makale yazarının ‘Muslim Morality’ isimli kitabı. Bkz. Celâluddîn es-Suyûtî, el-İtkân, I, 85 ve Bedruddîn Muhammed İbn Abdullah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhîm), Kâhire el-Halebî, 1972, I, 238; ve Ebû Abdullah ez-Zincânî, Târîhu’l-Kur’ân, Beyrût, 1388/1969, s. 44. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 287 gibi onu tahrif etmeyin, Ali kalkar ve Kur’ân’ı sarı bir kılıf içerisinde derledikten sonra onu mühürler.14 Buhârî’nin sahihinde rivayet edilen şu olayla bu nakil desteklenmektedir: Irak’tan bir adam gelerek Hz. Peygamber’in zevcesi Aişe’den “sendeki Kur’ân’ı bana göster” talebinde bulunur. Hadisi rivayet eden zat, Aişe’nin kitabı çıkarıp ilgili ayetleri ona yazdırdığını bize bildirmektedir.15 İbn Abbas zamanında ticari amaçla Kur’ân’ın yazılıp yazılmayacağı konusu tartışılmıştır. İbn Abbas’ın talebesi yüzlerce Kur’ân nüshası yazmıştır.16 Kur’ân, vahiyden hemen sonra yazıya geçirilmiş ve oradan okunmuştur. Bu, Hz. Ömer’in İslam’a girmesiyle ilgili rivayetten açık bir şekilde anlaşılmaktadır. O, kapıdan içeri girdiğinde, kendisinden gizlemeyi düşündükleri Tâhâ suresinin ilk ayetlerini kocasıyla beraber okuyan kızkardeşi Fatma’yı bulmuştu. Yine Kur’ân yazılı nüshalarla düşman memleketlerine gitmeyi müslümanlara yasaklayan çok sayıda rivayet mevcuttur.17 Ayrıca müslüman iki grup arasındaki mücadelede, guruplardan biri Kur’ân sayfalarını mızraklarının ucunda kaldırmıştı.18 Bu hadise, Kur’ân nüshalarının daha o zaman itibariyle hayli fazla olduğunu göstermektedir. İbn Hazm’a göre, Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 25 yıl sonra, halife Osman döneminin bidayetinde yazılmış en az 100.000 tane Kur’ân-ı Kerim nüshası mevcuttu.19 Kur’ân’ı inceleyen yabancı araştırıcılar ne yazık ki yanlış noktadan hareket etmekte ve onu tenkitte hatalı metotlar kullanmaktadırlar. Çoğu kez onlar mücevherat mesabesindeki değerli taşları, kum ve çakıl gibi değersiz şeylerin tartılacağı terazide tartmaktadırlar. Örneğin, onlar Kutsal Kitab’ın tenkidi için geliştirilmiş metotları, oldukça farklı olmasına rağmen Kur’ân’a uygulamaktadırlar. Bu yaklaşımlarıyla her iki kitabın birbirinden farklı geçmişi ve özelliklerini görmezlikten gelmektedirler. Kur’ân yirmi yılı aşan uzun bir dönemde vahyedilmiş, fazla bir zaman geçmeden de yerleşik bir toplumun kullanımına sunulmuştur. Bununla ilgili sayısız delil vardır ve burada onları tekrar etmeye gerek yoktur. Hz. Peygamber vefat ettiğinde İslam bütün Arabistan, Yemen ve Bahreyn’e yayılmıştı. Camiler bina edilmiş, her köy ve be- 14 15 16 17 18 19 ez-Zincânî, Târîhu’l-Kur’ân, s. 44. el-Buhârî, Sahîh, VI, 110. el-Buhârî, “Kitabu halki ef’âli’l-‘ibâd”, Ali Sâmî en-Neşşâr ve Ammâr et-Tâlibî, Akâidu’s-selef, Kahire, el-Ma’ârif, 1971, s. 157. el-Buhârî, Sahîh (Kitabu’l-cihâd) es-Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, (thk., Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Bağdâd, elMusennâ, 1383/1964, s. 174. İbn Hazm, el-Fisâl, II, 81-84 yine İbn Hazm, er-Redd ala İbn Nighrila, s. 77 ve devamı. 288 Muhammed Ebu LEYLA devi topluluğuna varıncaya kadar Kur’ân geniş bir alanda okunan ve çoğaltılan bir kitap olmuştu. İslam’ın ulaştığı okullarda o öğretilmiş; müslüman çocuklar İslam’ın vardığı her köşede onu öğrenmişlerdir. Başlangıçtan itibaren Kur’an, mevcut eğitim ve öğretimin temelini oluşturmuştur. Durum, ilk halife Hz. Ebu Bekr döneminde şöyle idi: Kur’ân, yazılı bir metin ve şifahi olarak yayılıyordu. Hatta Ebu Bekr zamanında Arapların bazısı İslam’a karşı baş kaldırınca İslam’ın bütününe karşı gelmediler, sadece zekât vermeyi reddettiler. Onların, Hz. Peygambere itaati reddettikleri veya Kur’ân’ı yaktıkları yahut da ona dil uzattıkları hususunda her hangi bir delil mevcut değildir. Onlardan çok az bir kısmı vardır ki, bunlar da kısa zamanda tekrar İslam’a dönmüşlerdir. Kur’ân oldukça geniş bir alana yayılarak her tarafta Kur’ân kursları açıldı. İkinci kuşak müslümanlardan büyük alim halife Ömer Bin Abdülaziz dönemi Şam kadısı İbn Amir’i buna örnek olarak verebiliriz. Rivayet edildiğine göre, Kur’ân-ı Kerim’i öğretmek üzere tesis edilen okulunda kendisinin yokluğunda bu görevi yerine getirecek dörtyüz tane öğrencisi bulunmakta idi.20 Sadece bir yerde Kur’ân öğretimi için dörtyüz kişi bulunmaktaysa, onların yetiştirdiği öğrencilerin sayısını ve diğer bütün şehir, kasaba ve köylerde bulunanların ne kadar olması gerektiğini artık siz düşünün. Aşağıdaki hadis, müslümanların Kur’ân’a gösterdikleri alâkayı göstermesi izhar etmesi bakımından bize büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. Malik bin Avf rivayet etmektedir: Bir gün kendisiyle beraber otururken Hz. Peygamber, kıyametten önce Yüce Allah’ın bütün bilgimizi nasıl çekip alacağını bize haber verir. Bunun üzerine Ziyad, Hz. Peygamber’e şu soruyu tevcih eder: “Kur’ân-ı Kerîm yanımızda olup onu çocuklarımıza ve kadınlarımıza öğrettiğimiz halde Yüce Allah bizim bilgimizi nasıl çekip alacaktır?” Burada görüldüğü gibi o, çocuk ve kadınların Kur’ân’ı ezbere bildikleri halde, bilginin nasıl olur da kendilerinden çekilip alınabileceğine olan hayretini dile getirmektedir. Gerçekten Kur’ân’ı ezbere bilen birçok kadın vardı. Belki de onların ilki, ailesine namazda imamlık yapma hususunda Peygamber tarafından kendisine müsaade edilen Ummu Varaka’dır.21 Bu bağlamda şu da belirtilmelidir ki; İslam, Kur’ân’ı ezberlemeyi, imamlık, 20 21 İbnu’l-Cezerî, en-Neşr fî kırâ’ati’l-‘aşr, Kahire, el-Halebî, ts. II, 254 ve Ahmet Mekkî el-Ensârî, Ed-difâ’ ani’l-Kur’ân, Kahire, Daru’l-ma’ârif, 1393./1973, I, 120. es-Suyûtî, el-İtkân, I, 72. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 289 halifelik ve diğer idari makamlar için gerekli bir meziyet olarak görmüştür. Gayet açıktır ki, Kur’ân İslam toplumu üzerinde oldukça önemli bir etkiye sahiptir. O, Kur’ân’ın bütününü ezbere bilen müstesna alimlerin yetişmesine sebep olmuştur. Belirttiğimiz gibi Kur’ân’ı ezberleyen bu alimler, aynı zamanda onunla ilgisizmiş gibi gözüken diğer ilimlerle ilgili olan metinleri de biliyorlardı. Zira İslamî eğitim, dini bilgi ile deneye dayalı ilimlerle alâkalı olan bilginin arasını ayırmaz. İslam devletinin, Hz. Peygamber’in bizzat kendi sağlığında kurulduğu hatırlatılmasına gerek duyulmayan bir hakikattir. Onun liderliğinde bu devlet; ilahi vahye tam manasıyla uygun olarak idare edilmiştir. Haddi zatında devletin temel dayanağı ve karar mekanizmasının en üstün kriteri olması hasebiyle Kur’ân, sadece orijinal bir metin olarak değil, aynı zamanda toplumun sahih ve uygulanabilir bir esasını teşkil etmiştir. O, hakikati bütünüyle ihata ederek uyumlu bir şekilde, dini, manevi ve sosyal realiteyi elde etmeyi bilmiştir. Bu bağlamda Kur’ân’la Kitab-ı Mukaddes’i mukayese etmek dikkat çekicidir. Kitab-ı Mukaddes’i 286 farklı dilde temin etmek mümkündür. Japonya’da nüfusun yüzde birinden daha az bir kısmı, Hıristiyan olduğunu söylemekle beraber, son birkaç yılda Kitab-ı Mukaddes’in Japonca tercümesi 150 milyondan fazla satış yapmıştır. Batı Almanya’da Kitab-ı Mukaddes atlas ya da yemek kitaplarının yanında satılır. Bununla beraber şu söylenebilir ki, Kitab-ı Mukaddes’e sahip olan her yüz kişiden sadece onbeş kişi onu okumaktadır. Manfred Barthel, şöyle demektedir: “Kutsal kitabın, değerli antika eserlerin sergilendiği rafın bir parçası veya diğer kitapların yıkılmaması için kullanılan ilgi çekici bir destek konumuna doğru hızla gittiği görülmektedir. Aynı yazar sözlerini şöyle sürdürür: Kitab-ı Mukaddes nüshası marketlerden bile satın alınabilir. Yahut da suçluluk duygusuna kapılmadan onu bir otel odasındaki çekmeceden kaldırmak ya da almak mümkündür. Bazı yerlerde bir kimse, satıcı makinelere madeni para koyup turistler için hazırlanan cep İncil’lerinden elde edebilir. Keza sesli olarak kasete kaydedilmiş şekilde İncil’i birçok yerde bulmak mümkündür. Amerika’da kahvaltı için hazırlanan ve içlerinde çeşitli gıda maddelerinin bulunduğu kutular, Kitab-ı Mukaddes’ten alınan pasajlarla süslenir. Sözü geçen yazar sözlerini şöyle devam ettirir: Bütün bunlar temeldeki hakikati değiştirmemektedir. Diğer kitaplar, Kitab-ı Mukaddes gibi geniş bir kullanım alanına sahip olmasalar da, onlarla mukayese edildiğinde, sınırlı sayıdaki okuyucunun 290 Muhammed Ebu LEYLA kapağını açtığı, neticede en çok satan fakat kimsenin okumadığı bir kitap olma konumunu devam ettirmektedir.22 Kur’ân diğer kutsal kitaplardan farklı olarak, zengin-fakir, kadın-erkek yahut çocuk gibi ayrım ve sınırlamalara gitmeden, bütün müslümanlar tarafından okunmaktadır. Kur’an metnini okumayı bırakın, onlar okuma ve ezberleme konusunda emrolunmuşlardır. Yüce Allah ezberledikleri her bir harf için onları mükâfatlandıracağını va’d emektedir. Kur’ân’ın ele alınması, okunması, ezberlenmesi yahut da başkalarına tebliğ edilmesi hiç kimseye yasaklanmamıştır. Yalnız kadının aybaşı halinde, doğumu müteakip kırk günlük süre içerisinde, kadın ve erkeğin cünüplük hallerinde geçici yasaklamalar mevcuttur. Kur’ân’ın okunması ve ezberlenmesi müslüman olmayan Araplar için de söz konusudur. Nitekim çok sayıda gayr-i Müslim de, ayetleri ezbere bilmekte idi. Müslüman çocuklar da hayatlarının oldukça erken dönemlerinde Kur’ân’ı ezberlerler. Hiçbir müslüman alim, Kur’ân’ın kendi inhisarında olduğunu iddia edemez. O, Yahudilikteki Tevrat örneğinde olduğu gibi, bir din adamları gurubunun tekelinde değildir. Onlarda haham, Tevrat tomarlarını açar, okur, daha sonra da herkes kendi işine döner. Bu dinde, Tevrat ve diğer kutsal kitaplar Hz. Harun’un neslinden gelen hahamlar gurubunun eli altında bulundurulur. Halka ise bunların nüshalarını ellerinde bulundurmak, hatta onları okumak dahi yasaklanmıştır. Bu, sadece hahamın yapabileceği bir iştir. O ise Tevrat’ı ezberlememiştir. Sadece, yüzünden okur. Biz daha önce, Tevrat ve mabedin, düşmanların tecavüz ve imhası dolayısıyla zarara uğramış olabileceği konularından bahsetmiştik.23 İncillere baktığımızda, Hz. İsa’dan bir asır sonra ortaya çıktıklarını görmekteyiz. Ancak Milattan sonra 367 yılında İskenderiye piskoposu Athanasius’un, Hıristiyan kutsal kitapların bir kısmının tespit edilmesi üzerine hassasiyetle durarak, bunlardan 27 tanesinin kabule şayan asıl metinler olduğu görüşü benimsenmiştir.24 Kabule şayan olan dört İncil’in tam tarih, kaynak ve yazarları hakkında da herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İncillerin diğer birçoğu da yasaklanıp imha edilmiştir. Bu gerçeğe ilaveten, resmilik sıfatına haiz olan dört İncil; ne geniş halk kitleleri tarafından yaygın bir şekilde okunmakta ne de bilinmekteydi. Dikkate değer bir konu da şudur ki; kilise azizlerinin ilk yazmalarında, İncil’den iktibas edilen pasajlar her zaman hatasız bir şekil22 23 24 M. Bartnel, What the Bible really says, İngiltere, Souvenir Press ltd, 1982, s. 11 ve devamı. Bkz. es-Samua el-Mağrîbî, İfhâm el-Yahûd, s. 49 ve devamı. Bkz. M. Barthel, What the Bible really says, s. 292; ve C. R. Gregory, Canon and Text of the New Testament, Edinburgh, T. And T. Clark, 1907, s. 19 ve devamı. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 291 de nakledilmemiştir. İki yüz elli tanesi doğrudan doğruya ilk kitaplardan olmak üzere, yaklaşık dokuz yüz yerde Yeni Ahit’te Eski Ahit referans gösterilmiştir. Bu ilk kitaplardan yapılan nakiller genellikle doğru değildir.25 Kur’ân, müslümanların günlük ibadetlerinin ve takva sahibi kimselerin gece kıldıklar teheccüd namazlarının bir parçası olarak ezberlenir. Hiçbir namaz Kur’ân’dan bir parça okunmaksızın sahih değildir. Gerçekte “salât” kelimesi, az ya da çok Kur’ân’dan ezberden bir parça okuma anlamına gelir. Namaz kılan kimsenin, okuma yazma bilmeyen yahut da Arapça’yı okuyamayacak durumda olmadığı müddetçe, ibadetlerinde Kur’ân’daki sure ve ayetlerin tertibini nazarı itibara alarak Arapça okuması gerekir. Arapça okuyamayacak durumda ise, öğreninceye kadar herhangi bir dili kullanması kendisine caizdir. Müslümanların ibadetinde ilâhî söylemek, şarkı okumak yahut da herhangi bir müziği terennüm etmek yoktur. Bu durum, ibadet eden kimsenin dikkatini sadece Kur’ân üzerinde yoğunlaştırmasına yardımcı olur. Böylece metin her hangi bir değişiklik ve tahrife karşı korunmuştur. Bu aynı zamanda, bizim tarihimize mahsus ve takdire değer bir konu olan profesyonel hafızlar arasında ezberleme yeteneğinin gelişmesine de yardımcı olur. Düzenli olarak ve yaygın bir şekilde sık sık tekrar edilmesi ve bizatihi okunuşunun ibadet olması sebebiyle, Kur’an kendi bütünlüğünü muhafaza eder. İşte bu sebeplerden dolayı, Kur’ân’ın ortaya çıktığı zamanda tarihçiler tarafından zikredilmemesi faraziyesine dayanarak onun sahihliği hususunda şüpheler ileri sürmek saçmadır.26 Böyle bir iddiada bulunmak, ilk tarihçilerin bahsetmemesi dolayısıyla Himalaya Dağları’nın olmadığı, yahut da, sadece Heredot’un kendisinden söz etmesi sebebiyle Mısır’ın var olarak bilindiği anlamına gelir. Özet olarak bir kimse, İslam’ın Kur’an, Kur’ân’ın da İslam manasına geldiğini söyleyebilir. 25 26 J.A.R. “Canon”, T. K. Cheyne ve J. S. Black, Encycloaedia Biblica, Londra, Adam ve Charles Black, 1899, I, sütün 676. Bkz. A. Mingana, The Transmission of the Qur’an, (Woodbrooke Studies, Cambridge, 1928), II, 39. 292 Muhammed Ebu LEYLA Kur’ân: Yönlendirmesi ve müslüman akıl üzerindeki etkisi Kur’ân’ın binlerce müslüman tarafından ezberlenmesi, onların zekâlarının keskinleşmesine ve ezberleme melekelerinin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Onlar sadece kutsal değil, aynı zamanda normal kitapları da öğrenerek, dokuz yaşlarından daha erken dönemlerde ezberlemeyle ilgili önemli başarılar elde etmişlerdir. Aristotales’in metinleri, Galen’ın tıbla ilgili eserleri ve buna benzer kitapları ezbere bilen çok sayıda müslüman bilim adamının bulunduğuna dair kayıtlar mevcuttur. Hatta müslüman ilim adamı Enbârî’nin, devlet bütçe hesaplarındaki rakamları ezberlediği hatırlandığında, hayrete düşmekten insan kendisini alamaz. Hikâye şöyledir: Bir defasında bütçede kesin küçük bir meblağın hesap girdisi vardı. Bahsi geçen bilgin, ezberinden onlara söz konusu miktarın nereye kaydedildiğini söyler. Neticede onun bu ifadesi, yazılı kayıtlar tarafından doğru olarak teyid edildi.27 Diğer bir bilim adamı Ahmed bin İbrahim el-Abderi (v. 626 h.), meşhur geometri bilgini Öklit’in bütün teorilerini şekilleriyle beraber ezberlemiştir.28 Sosyoloji ilminin öncüsü meşhur İbn Haldun da, Kur’ân’ı, hadisleri, kadim Arap müelliflerinin deyişlerini, Şatıbî tarafından Kur’ân hakkında yazılmış iki uzun şiiri, hukuk, mantık ve ahlâkla ilgili diğer kitapları ezbere bildiğini söyler.29 Müelliflerin şeyhi olarak isimlendirilen İbnu’l-Enbârî (v. 328h.) de, ilmi metinleri hafızasından yazdırırdı. Bunu yaparken de bütün kaynakları naklederdi. Zehebî onu, ezberleme yeteneği ve ezberlediği konular açısından bütün zamanların eşsiz insanı olarak tavsif eder. Bununla beraber o, samimi bir dindar ve zahit bir kimse idi.30 Ebu Ali el-Kâlî, İbnu’l-Enbârî’nin, Kur’ân tefsirinde istifade etmek üzere 300.000 tane Arapça beyti ezberlediğini söyler. İnsanlar, onun yazılı kaynaklardan değil, sadece hafızasından nakilde bulunduğunu rivayet ederler. Kendisine kaç tane kitabı ezberlediği sorulunca, geniş hacimli on üç tane kitabı tümüyle ezbere bildiğini söylemiştir.31 27 28 29 30 31 el-Fahrî, fî Âdâbi’s-sultâniyye ve’d-devleti’l-İslâmiyye, (Akk, ts.), s. 244 ve devamı. İbn Abdilmâlik, ez-Zeyl ve’t-tekmîle, (thk, Muhammed İbn Serîf), Beyrût, Dâru’ssekâfe, 1973, böl. I, I, 89. İbn Haldûn, Mukaddime, thk. Abdu’l-Vâhid Vâfî), Kahire, Dâru’n-nahdet Mısır, ts. III, 1315. ez-Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, Haydarabad, Dâru’l-ma’ârif, el-Osmaniyye, 1958, III, 842 ve devamı. a.y. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1 293 Burada İslam toplumunu şekillendirme konusunda, Kur’ân’ın ne derece etkili olduğu ve onun söylediklerine müslümanların ne büyük bir alaka gösterdiği hususlarında çok sayıda örnek vermek mümkündür. İbn Abbas, Hz. Peygamber’in sağlığında on yaşlarında iken bütün “muhkem” ayetleri ezberlemiştir.32 Şâfi’î de yedi, başka bir rivayette ise dokuz yaşlarında iken onu ezberlemiştir; keza o İmam Mâlik’in hadis kitabını da on yaşlarında iken ezberlemişti. Şafi’î’nin bizzat kendisi de fevkalade bir hafızaya sahip olduğunun farkındaydı. Öğrencilik yıllarında, hocanın bir başka öğrenciye söylediği bir şiiri duyduğunda, herkesten önce onu ezberlerdi.33 Hicri 61 ile 118 tarihleri arasında yaşayan, Kur’ân’ı ve hadisleri ezbere bilen Katade de bunun eşsiz bir başarı olduğunun farkındaydı. O kendisiyle ilgili olarak şunları söyler: “Hayatımda benimle konuşan hiç kimseden aynı şeyi iki defa tekrarlamasını istemedim. Kulaklarım hiç bir şey işitmedi ki, kalbim onu ezberlemiş olmasın.34 Hicri 440 tarihlerinde vefat eden ed-Dânî Kur’ân, tefsir ve Arapça grameri sahasında en meşhur alimlerden biriydi. O da kendisi hakkında benzeri birçok şey söylemiştir. “Hayatımda hiçbir şey görmedim ki onu yazmamış olayım; hiç bir şey yazmadım ki onu ezberlememiş olayım. Hiçbir şey de ezberlemedim ki onu ilelebet öğrenmek için ezberlemiş olmayayım.”35 el-Bâcî’ye göre, İslam geleneğini kendi çağında en iyi bilen esSûrî (v. 410), hadis yazımıyla da sık sık ilgilenmişti. O, Buhârî’nin sahihini tek gözüyle Bağdat’tan getirilen yedi top kâğıda yazmıştır. Halk onun şöyle dediğini nakleder: “Siz bana bir hadis getirin ve onun metnini okuyun; ben de size onun senedini ve sahih olup olmadığını söyleyeyim.36 Yani o, söz konusu hadislerin tüm bilgisine sahipti. Biz Buhârî ile ilgili olarak kaydedilen benzeri bir hikâyeye daha sahibiz. Batıda Avenzoor olarak tanınan ortaçağın meşhur fizikçisi İbn Zuhr (v.1162 m.), metin ve senetleriyle Buhârî’nin Sahih’i yanında Ebu Hanife’nin bitkiler hakkındaki kitabı ve Galen’in tıp ve anatomi ile ilgili eserlerini de ezberlemişti. Burada kaydedilmesi gereken bir konu da şudur ki, İbn Zuhr’un tıp sahasındaki et-Teysîr isimli eseri miladi 1280’de Latince’ye, daha sonra da birçok Avrupa diline çevrilmiştir. Ve bu eser, tıp alanında uzun süre kaynak kitap olarak 32 33 34 35 36 el-Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an. Bkz. Ahmed İbnu’l-Huseyn el-Beyhakî, Menâkıbu’ş-Sâfi’î, (thk. Ahmed Sakr), Kahire Dâru’t-turâs, 1391/1971, I, 280 ve devamı, Yine Yâkut, Irşâdu’l-arîb, Beyrut, Dâru’l-musteşrik, 1922, XVII, 284. ez-Zehebî, Mîzânu’l-İtidâl, (thk. Ali Bicavî), Kahire, el-Halebî, 1963, 385. Bkz. Ebu Amr Osman ed-Dânî, et-Teysîr fî kıraati’s-seb’, İstanbul, Matba’atu’ddevle, 1930, sayfa dal ve ha’. ez-Zehebî, Tezkire, III, 1108. 294 Muhammed Ebu LEYLA kullanılmıştır. Aynı zamanda o, mide kanserini de ilk defa keşf eden bilim adamıdır.37 Tabakat kitapları, bu eşsiz hafıza gücüne sahip kimselerden birisini anlatmaya başladıklarında, onunla ilgili olarak genellikle şunları söylerler: “O, anlayarak ezberlerdi. Güçlü bir hafıza, üstün bir zekâ ve icat yeteneğine sahiptir.” Geleneksel kültürün ileri gelenleri, ezberlemenin anlamla beraber olduğunu söylerler. Onlara göre salt ezberleme otorite açısından faydasızdır.38 Açıktır ki Kur’ân, melek Cebrail yoluyla Hz. Muhammed’e, onun vasıtasıyla da insana gelen Allah Kelâmı’dır. Kur’ân gerçekten tahrif ve tahribatlara karşı koruma altına alınmıştır. O, Arapça olarak nazil oldu ve Hz. Peygamber’in sağlığında kayda geçirildi. O, bütün dünyada orijinal diliyle devamlı olarak okunur. Kur’ân’ın öğretileri, hiçbir ayrıma gitmeden bütün insanlara yöneliktir. 37 38 el-Marrâkuşî, ez-Zeyl, VI, 398. Bkz. örneğin es-Suyûtî, İs’âf el-mubatta’ bi ricâli’l-muvatta’, Beyrut, ts. s. 4 ve devamı; İbn Hazm, en-Nubez fî usûli’l-fıkh ez-Zâhirî, (thk Muhammed Zahid elKevserî), Kahire, Matbaatu’l-envâr, 1940, s. 21.