KUR`ÂN - Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi

advertisement
KUR’ÂN: TABİATI, SAHİH OLUŞU, MÜSLÜMAN AKIL
ÜZERİNDEKİ ETKİ VE OTORİTESİ*
Muhammed Ebu LEYLA
Çev.: İbrahim H. KARSLI
ÖZET:
Kur’ân’ın, Allah’ın vahyi olduğu hususunda pek çok delil mevcuttur. Makale bunlardan bazılarını özetlemektedir. Birinci olarak, Hz.
Peygamber açık ve net bir şekilde kendi sözleriyle Allah’ın Kelâmı’nı
birbirinden ayırmıştır. İkinci olarak, Hz. Peygamber Kur’ân metnini
Allah’tan telakki ettikten hemen sonra kayda geçirme konusunda
son derece titizdi. Üçüncü olarak, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı Allah’tan alması, kendisinde psikolojik ve fiziksel bir takım etkilenmelerin tezahürüyle beraber oluyordu. Dördüncü olarak, her ikisini
karşılaştırdığımızda, Allah’ın Kelâm’ı farklı olup Hz. Peygamber’in
kendi sözlerine benzememektedir. Beşinci olarak, Müslümanlar Allah’ın Kelâmı’yla Peygamber’in sözlerini, kıraatlerinde birbirinden
tefrik eder. Makale ayrıca Kur’an’ın tahrif ve tahribatlara karşı koruma altına alındığını delilleriyle açıklamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kur’an, vahiy, sahihlik, tahrif, mucize
THE QUR’ÂN: NATURE, AUTHENTICITY, AUTHORITY AND
INFLUENCE ON THE MUSLIM MIND
ABSTRACT:
There are many proofs that the Quran is God’s revelation. The
article summarises some of them. First, the Prophet Muhammad
distinguished clearly and sharply between his own words and the
words of God. Secondly, the prophet was keen to write down the
text of the Qur’an immediately after he received it from God.
Thirdly, his reception of the Qur’an from God was accompanied by
psychological and physical changes in himself. Fourthly God’s
speech is distinctive and does not resemble Muhammad’s own
words, if we compare the two. Muslims distinguish between the
words of God and the words of the Prophet when they read them
out. Also the article explains that The Quran was truly safeguarded
against corruption and alteration by proofs.
Key Words: Qur’ân, revelation, authenticity, corruption, miracle
280
Muhammed Ebu LEYLA
Kur’ân’ın tabiatı ve otoritesi
Müslümanlar, Kur’ân’ın uzun bir zaman zarfında Hz. Muhammed’e vahyedilen, bütünüyle Allah’ın kelâmı olduğuna ve herhangi
bir tahrif ve değişikliğe karşı onun iyi bir şekilde korunduğuna inanırlar.
Kur’ân’ın, Allah’ın vahyi olduğu hususunda pek çok delil mevcuttur. Fakat bu makalemizde en önemlilerini özetleyeceğiz. Birinci
olarak, Hz. Peygamber açık ve net bir şekilde kendi sözleriyle Allah’ın
Kelâmı’nı birbirinden ayırmıştır. Böyle eşsiz bir kitabın müellifi olduğunu ileri sürebilme iddiası şerefli bir şey olmasına rağmen, o hiç bir
zaman Kur’ân’ı kendisine nispet etmemiştir.
İkinci olarak, Hz. Peygamber Kur’ân metnini Allah’tan telakki ettikten hemen sonra kayda geçirme konusunda son derece titizdi.
Kendi sözleriyle Allah’ın Kelâm’ı arasındaki ayrımı garantiye almak
ve bu ikisinin karışmasına mani olmak gayesiyle hadisleri yazmamaları konusunda sahabeyi uyarmıştır. Hatta, Kur’ân’ın bir parçası olmadığı halde kendi sözlerinden daha önce yazdıkları şeyleri çıkartmalarını emretmiştir.
Üçüncü olarak, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı Allah’tan alması, kendisinde psikolojik ve fiziksel bir takım etkilenmelerin tezahürüyle beraber oluyordu; yüzü kızarıyor, bazen vücudunda titremeler oluyor
ve terliyordu. Bu, yanında olanlar tarafından gözlemlenen bir durumdu. Diğer taraftan, vahyin haricinde konuştuğunda bu gibi durumların hiç biri vuku bulmuyordu. Eğer o, sıradan bir yazar olsaydı, yazdıklarına göre zihinsel ve bedensel olarak etkilenmesinde böyle
bir tezat meydana gelmezdi. Bir kimse nesir yazımından şiir yazımına
geçerken, her ne kadar psikolojik bir takım etkilenmeleri yaşasa bile,
burada olduğu gibi gözle görülür değişiklikler meydana gelmez. Yine
bu konuyla ilgili olmak üzere biz, Hz. Peygamber’in vahiy gelmeden
önceki hayatını inceleyecek olursak, bunun benzeri değişikliklerin
her hangi birini tecrübe etmediğini de görürüz.
Bu bağlamda şu söylenebilir ki, bazı müsteşrikler, Hz. Peygamberdeki bu değişiklikleri tahlil etmeye çalışarak, saralı olduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler, O’nun söylediği şeylerin tamamen bilincinde olduğu ve daha sonra yaşadığı bu vahiy tecrübesini
bütünüyle hatırladığını unutmaktadırlar. Günümüzde bu iddiaya
itibar edilmediği için üzerinde daha fazla durma ihtiyacını
hissetmiyoruz.
Dördüncü olarak, her ikisini karşılaştırdığımızda, Allah’ın Kelâm’ı, Hz. Peygamber’in kendi sözlerine benzememektedir. Hatta Hz.
Peygamber’in sözleri, belâğatın zirvesine ulaşsa bile, Kur’ân’ın kela-
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
281
mıyla mukayese edilemezler. O’nun sözleri karşısında Kur’ân’ın durumu, yıldızlara nazarın güneşin durumu gibidir.
Beşinci olarak, Kur’ân, Peygamber’in kendi sözlerinden farklı olarak mucizevîdir. İnsanlar, hatta bütün insan ve cinler toplanarak
Kur’ân’a benzer bir şey getirmeye çağırılmıştır.1 Fakat hiçbir kimseye
Hz. Peygamber’in sözleriyle ilgili olarak böyle bir çağrı yapılmamıştır.
İlk dönemlerden itibaren Müslümanlar, Allah’ın Kelâmı’yla Peygamber’in kelâmı arasındaki farkın tamamen idrakinde idiler. Onlar,
Allah’ın Kelâmı’nı ‘Allah buyurdu ki…’, Hz. Peygamber’in sözlerini de
“Peygamber buyurdu ki…” ifadeleriyle dile getirmişlerdir.
Altıncı olarak, Müslümanlar Allah’ın Kelâmı’yla Peygamber’in
kelâmını, kıraatlerinde de birbirinden tefrik eder ve Kur’ân’ın kıraatinde farklı bir ses tonu kullanırlar.
Hz. Peygamber, ashabından bazılarını Kur’ân okudukları zaman
‘güzel sesli’ olarak tavsif etmiş ve sık sık Kur’ân’dan kendisine okumalarını onlardan istemiştir. Bir defasında Ebû Musa el-Eş’ari’nin
evinin yanından geçerken, O’nun Kur’ân okuduğunu işitmiş, dinlemek için durarak yaklaşmış ve sesinden son derece etkilenmiştir.
Sabah namazında buluşmuşlar. Hz. Peygamber önceki gece kıraatini
dinlediğini söylediğinde, o şöyle cevap vermiştir: Böyle olduğunu bilseydim sizin için daha da güzel okurdum. Onun sesi tabi’î bir şekilde
çok güzeldi.2
Yine bir defasında Hz. Peygamber, İbn Mes’ud’dan kendisine
Kur’ân okumasını istediğinde, o şöyle cevap vermiştir: Sana
vahyedildiği halde o’nu sana ben mi okuyacağım? Hz. Peygamber
şöyle cevap vermiştir: Ben onu başkalarının ağzından dinlemekten
hoşlanıyorum. Bunu üzerine İbn Mes’ûd Peygamber’e kadınlarla ilgili
sureyi okumaya başlar. O aşağıdaki ayeti okuduğunda:
“Her ümmetten (inanç ve davranışlarının doğru olup olmadığına
tanıklık edecek) bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman
(halleri) nice olur?” (4/Nisa, 41)
Hz. Peygamber ‘Bu kadar kâfi’ diyerek okumasını bitirmesini
ondan talep eder. İbn Mes’ûd Hz. Peygamber’in yüzüne baktığında
gözlerinin dolu dolu yaşlandığını görür.3
* Çeviren: Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. KARSLI, KTÜ Rize İlahiyat Fak.
[email protected]. Bu makale, Muhammed Ebu Leyla tarafından kaleme
alınmış olup The Islamic Quarterly dergisinde yayınlanmıştır. Cilt: XXXVI, No: 4,
(14.3.1992)
1
17/İsrâ, 88.
2
Bu hadis, Ebu Mûsa el-Eş’arî tarafından rivayet edilmiş olup muhaddisler tarafından ittifakla kabul edilmiştir.
3
Hadis, Abdullah İbn Mesûd’dan rivayet edilmiştir. Müslüman alimlerin hepsi de bu
hadisi, ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca bu konuda daha fazla bilgi için Gazâlî,
282
Muhammed Ebu LEYLA
Bütün bunlar, sadece Kur’ân ve hadisler arasındaki farkı değil,
aynı zamanda Müslümanların Kur’ân öğrenimindeki titizliği de ortaya koymaktadır.
Kur’ân’ın nakli ve sahih oluşu
Batılı insan, Hıristiyanlığın yaşandığı bir ortamda doğup büyümesine rağmen, Kur’ân’dan tamamen de habersiz değildir. Kur’ân’ın
Avrupa dillerine pek çok tercümesi yapılmıştır. Bu gerçek, Batı aydınının ona olan alâkasını ortaya koymakta ve bunu pekiştirmektedir.
İlk Latince tercüme takriben 1143 yıllarında yapılmış olup bunu diğerleri takip etmiştir.4 Bununla beraber, söz konusu çeviriler üzerinde yapılacak en yüzeysel bir gözden geçirme sonucu, Kur’ân’ın doğru
anlaşılmadığı, dahası yanlış şekillerde temsil edildiği ortaya çıkacaktır. Başka müracaat edeceği her hangi bir kaynağa sahip olmayan
Batı insanının, bu metinlerle yetersiz, çarpıtılmış bir Kur’ân ve belki
de İslam anlayışına sahip olması da garip bir durum değildir. İlave
etmeliyim ki bu, batılının kendi referans kaynakları üzerindeki ciddi
bir yansımadan daha az bir şekilde onun insanlığı ve dürüstlüğü üzerine yansımıştır.
Çeviri söz konusu olduğunda, bütün müslümanların ana dili
Arapça olmamasına rağmen, İslam toplumlarında Kur’ân’ın kahir
ekseriyetle orijinal Arapça’sıyla okunması da, kaydedilmesi gereken
enteresan bir durumdur. Hz. Peygambere vahyedildiği şekilde Kur’ân
dilinin tercüme edilmezliği kabul edilmiş olabilir. Bununla beraber,
müslümanlar arasında her dönemde Kur’ân’ı kendi orijinal dilinden
anlamak ve Hz. Peygambere vahyedildiği şekliyle onun mesaj ve öğretilerini kavrama gayretleri vardır. Bu bağlamda tercüme işinin çetrefilli bir konu olduğu ileri sürülebilir. Fakat açıktır ki; hemen hemen
her çeşit metinde bir dilden diğerine nakil, manada bir dereceye kadar müphem ve mücmelliği, en kötü ihtimalle hatalı tercümeleri ihtiva etmektedir. Bütün diller, kültürel bir temele, yahut da bireysel
olarak bazı güçlere dayanan kendi yapı ve anlama sistemlerine sahiptirler. Dolayısıyla bir dereceye kadar dil, doğrudan ve bütünüyle
tercüme edilmeyen bir olgudur.
Tercüme kutsal metne uygulandığında, Allah Kelâmı’na müdahale eden insan aklını ima eder. Daha da ileri giderek birisi, Allah’ın
Kelâmı’nı tercüme etmenin, onun mesajını çeşitli seviyelerde değişikliğe uğratma anlamına geldiğini söyleyebilir.
4
İhyâu ulûmi’d-dîn, Beyrut, Dâru’l-kitabi’l-arabî, ts. III, 111 ve devamı; İbn Teymiye,
Mecmuatu’r-resâil ve’l-mesâil, (thk. Reşid Rıza), Kahire, Lecnetu’t-turâsi’l-arabî, ts.
III, 18 ve devamı; Muhammed Ebû Leyla, el-Kur’anu’l-Kerîm dustûru’l-muslimîn, elMuslimûn, haftalık gazete, (Londra 1406/1986), c.II, no. 71, s. 8.
Bkz. J. Arberry, İntroduction to The Koran İnterpreted, Londra, Oxford University
Press, 1969, s. 10; yine Muhammed Salih el-Bandâk, el-Kur’an ve’l-musteşrikûn,
Beyrût, s. 106.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
283
Bunu Tevrat’tan örneklendirmek istiyorum. Ezra bu kitabı, zamanın Yahudileri tarafından anlaşılan Babil harfleri ile yeniden yazmıştır. Yahudilerin elinde çok sayıda Targum yani Tevrat şerhleri
mevcuttu. Yunanca olan ve birçok ciddi konuda İbranice Tevrat’tan
ayrılan Yetmişler (Septegent) elimizdedir.5 Bu açıdan Hz. İsa’ya baktığımızda, Aramice konuşan bir Yahudi olduğu için, İncil’i de bu dilde
almış olması gerekirdi. Takipçileriyle Aramice konuştuğu açıktır. Fakat ondan Aramice geriye sadece bir kaç ifade kalmıştır. (Mark:
5:41;7:34; Matt: 27:46) Bununla beraber asıl İncil’in hiçbir parçası
orijinal diliyle muhafaza edilememiştir.
Bu açıklamalardan sonra, bir metin olarak Kur’ân’a dikkatleri
çekmek istiyorum. Kur’ân konusunda en yetkili âlimlerimizden biri
olan Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Musennâ (v. 210h.), İ’câzu’l-Kur’ân
adlı eserinde onu ‘Allah’ın özel kitabı’ olarak tanıtır ve başka hiçbir
kitabın aynı şekilde isimlendirilemeyeceğini ileri sürer. Devamla da
Kur’ân’ın, bütün sureleri bir arada topladığı için böyle olduğu, tarifin
bizzat kendisinden kaynaklandığı, dolayısıyla Kur’ân’ın hiçbir beşere
izafe edilemeyeceği ve onun Allah’ın kitabı olduğunu söyler.6
Kur’ân’ın Allah’tan telakki edilmesinde hiçbir şekilde insan aklı
aracılık etmemiş, yahut da onun süzgecinden geçmemiştir. Bu da hiç
bir beşer sözünün ona ilave edilmediği anlamına gelmektedir. Cebrail’in Allah’tan getirdiği Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in sadece kendisi telakki ediyordu. İlâhî mesaj ona yazılı olarak değil de şifahi bir şekilde
intikal ediyor; o da Allah’ın Kelâmı’nı vahiy sürecinde kelime kelime,
harf harf alıyordu. İlâhî mesaj Allah’ın takdirine göre farklı yer ve
zamanlarda vahyedilirken, insanın ihtiyacı, bölgenin ve zamanın
şartları nazarı itibara alınıyordu. Hz. Peygamberin vefatıyla vahiy
kemale ererek nihayete ermiş ve gelen vahiylerin yazılma süreci de
son bulmuştu.
Bundan sonra ne bir ayet ne de bir kelime, yahut da tek bir hece ona ilave edilmemiştir. Şu halde o, bütünüyle vahiydir. Kur’ân’ın
aslını muhafaza ettiği konusunda Hz. Peygamber’in vefatını ele alarak teyit etmekte de fayda vardır. Tevrat’ta insan eliyle sokuşturulan
Hz. Musa’nın ölüm konusu, metnin tahrifata uğradığını ortaya koymaktadır. “Böylece Allah’ın kulu Musa onun takdirine göre Moab
toprağında vefat etmiştir (Tensiye 34:5). Bununla beraber, müminlere son derece üzüntü verici gelmesine rağmen, Hz. Peygamber’in vefatından Kur’ân’da söz edilmemiştir. Bu da, Kur’ân’ın ne derece aslı5
6
Bkz. İbn Hazm, el-Fisâl, II, 23 ve devamı; yine R. Pfeiffer, Introduction, 68. ve 120.
sayfaların devamı; Frederic Kenyon, Our Bible and The Ancient Manuscripts, Londra, ve Spottiswoode, 1939, s. 35 ve devamı; ve N. Rif’at, İbn Hazm on Jews and
Judaism, s. 220 ve devamı.
Mecâzu’l-Kur’an, (thk. M. Fu’âd Sezgin), Kahire, el-Hancî ve Dâru’l-Fikr 1390/1970,
1 ve devamı.
284
Muhammed Ebu LEYLA
nı ve sahihliğini koruduğunu örneklemeye yardım eden hakikatlerden biridir. Bundan da öte, Tevrat ve genel olarak tüm Eski Ahit’in
aksine Kur’ân’ın yer ve zaman referansları tamamen Hz. Peygamber’in dönemi ve daha öncesine aittir. Oysa bu Tevrat’ta özellikle gelecekle ilgili yer ve zamana yapılan atıflar, çok açık bir şekilde insan
ya da insanların müdahalesinin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
konu da, Kur’ân’ın aslının korunduğunun teyidine daha ileri seviyede yardım eden hususlardan biridir.7
Bilgi vermesi açısından şu konu da önemlidir: Sonraki tarihlerde
dine muhalif olan bazı insanlar, yanlış bir tutumla Hz. Peygamber’e
isnat edilen uydurma rivayetleri yaymaya çalışmışlardır. Aslı olmayan ve sonradan uydurulmuş bu rivayetler oldukça fazladır ve
müslümanlar tarafından el-ahâdîs el-mevzûa olarak bilinmektedir.
Müslüman alimler bu uydurma rivayetlerin çok iyi farkındadırlar.
Hadis ilmi, doğruyla yanlış olanının arasını mükemmel bir şekilde
tefrik ederek tasnifini gerçekleştirmiştir. Şimdi bu yalan rivayetlere
önem verilmemekte ve sahih ehl-i sünnet İslam’ından ayrı tutulmaktadırlar.
Bu yanlış rivayetleri uyduranlar, müslüman alimleri, kendisiyle
rivayetlerin değerlendirilip sıhhat derecesine göre sınıflandırıldığı kriterler geliştirmeye yöneltmiştir. Bu ilmi etkinlik genel olarak
müslüman aklın özelliğinin bir yansımasıdır. Bir müslümana göre
“sahih oluş” (authenticity) son derece önemli bir değerdir. Eğer rivayetler yahut da dini olarak isimlendirilen diğer etkinlikler bu özelliği
taşımıyorlarsa reddedilmeleri gerekmektedir.8
Hadislere tatbik edilen “sıhhat” kriterlerinin aksine şu söylenebilir ki, bu gibi kriterlerden hiçbiri Kur’ân’ın kendisi için geliştirilmemiştir. Bu belki ilk anda bize garip gelebilir. Fakat Kur’ân’ın tabiatı düşünüldüğünde, böyle bir işlemin gereksiz olduğu ortaya çıkacaktır. Mevzu rivayetlerin geçmişine rağmen, Kur’ân’ın orijinal mesajına
ilave yapma, düzeltme yahut da herhangi bir şekilde onun değiştirilmesi konusunda hiçbir teşebbüs olmamıştır. Daima kutsal ve tahriften korunduğu kabul edilen metin, dine muhalif hareketin menfi hedeflerine maruz kalmamıştır. Ayrıca şu da söylenebilir ki, Kur’ân’ın
dünyanın dört bir yanına ulaşmış olması, İslamî ilimlerin karakteri
ve az önce zikredilen “sıhhat” kriteri gibi hususlar dikkate alındığın7
8
Bkz. N. Rif’at, İbn Hazm on Jews and Judaism, s. 220 ve devamı.
Bu konuda bkz. Muhyiddin Yahya İbn Şeref en-Nevevî (621-676 h.) en-Menhelu’rrâvî min Takrîb en-Nevevî, (thk. Mustafa el-Hâd), Beyrut, Dâru’l-mallâh, ts. s. 29 ve
devamı, Ebu Amr İbnu’s-Salâh (642/1244), Mukaddime fî ulûmi’l-hadîs, Beyrut,
Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, 1398/1978, s. 1 ve devamı; Ebû Amr Osmân İbn
Abdurrahman eş-Şehrezvârî, (577-643h.), Ulûmu’l-hadîs, (thk. Nureddin ‘Itr), elMedînetu’l-munevvere, 1972 ve Ebu Muhammed Abdurrahman er-Râzî, (240-327
h.), ‘İlelu’l-hadîs, Bağdâd, el-Musennâ, 1343).
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
285
da, kutsal metinle ilgili herhangi bir tahrifin vuku bulduğunu hem
pratikte hem de manevi açıdan kabul etmek mümkün değildir.
Kur’ân’a herhangi bir ilavenin imkânsızlığı şu gerçekle de ortaya konulabilir: İlk dönemlerden itibaren Kur’ân’ı Kerim yaygın bir şekilde
ezberlenmiştir. Böylece müslümanların kolektif hafızasına mal olması, herhangi bir değişikliğin onda meydana gelme ihtimalini ortadan
kaldırmıştır.
Kur’ân’ın sıhhati, iki temel esasa dayanmaktadır. Birinci olarak,
bizatihi Yüce Allah’ın Kur’ân’ı himaye etmesi, vahyini muhafaza edeceğine ve onu tahrifattan koruyacağına dair vaatte bulunmuştur.
İsrâ suresinin dokuzuncu ayetinde O şöyle buyurmaktadır: “O zikri
(kitab) Biz indirdik Biz; onun koruyucusu da elbette Biziz!”9 İkinci
olarak, Kur’ân’ı Yüce Allah’tan alıp onu insanlığa tebliğ eden Hz.
Peygamber’in masum oluşu, vahiy ve tebliğinin tahrifattan uzak olarak kabul edilmesine sebep teşkil eder.
Bazı kimseler, Kur’ân tarafından ortaya konulduğu şekilde, aynı
karakteri taşıyan ve müslümanların inandığı diğer kutsal kitaplardan farklı olarak ilâhî himayenin neden sadece Kur’ân için söz konusu olduğunu merak edebilirler. Burada, en azından geçmişte Allah’ın
Kelâm’ı olan Tevrat’ı örnek olarak gösterebiliriz. O’nun bu haliyle,
tahriften korunmuş olarak varlığını devam ettirmesi gerekmez miydi?
Oysa gayet açıktır ki; o, tahrifattan uzak kalamamıştır. Fakat bu,
insan zafiyetinin ve Allah’ın emrine olan itaatsizliğin bir neticesi olarak kabul edilmelidir. Bu tür yozlaşma, Allah’ın gönderdiği peygamberleri koruyamamalarına paralel bir şekilde - onları öldürmüşlerdirO’nun kelamını koruyamama dolayısıyla meydana gelen tahrifat, esasta Allah’a değil, insana ait bir başarısızlıktır.
Şunu da vurgulamamız gerekir ki, evrensel son ilahi vahiy olması ve önceki kitapların temel öğretilerini ihtiva etmesi, Kur’ân’ın tahrifata karşı ilâhî garantiye mahzar olmaya değer bir kitap olduğunu
göstermektedir. Kur’ân’ın ilahi himayede olduğuna delil olması bakımından Hz. Peygamber’in hayatı ve karakterine de bakabiliriz. Bu,
tabiatıyla Kur’ân, sünnet, tarih ve kelam sahalarından temin edilecek konuyla ilgili diğer gerçek ve esasları da ihtiva edecektir.
Peygamberle ilgili olarak tarih, yaşadığı İslam öncesi toplumda
şiddetli kabile çatışmaları ve iç kargaşaların vuku bulduğuna tanıklık etmektedir. Yine tarihi delil, Hz. Peygamber’in itiraza mahal bırakmayacak ve herkes tarafından kabul edilecek şekilde güvenilir bir
kimse olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hatta Peygamber olmazdan önce de böyleydi. O, el-sâdıku’l-emîn, doğru ve güvenilir bir
şahıs olarak tanınmaktaydı. İhtilaflara yol açan çatışmalar yaygınla9
‘Kur’an’ ve ‘zikr’ müteradif anlamlı kelimelerdir.
286
Muhammed Ebu LEYLA
şınca, Hz. Peygamber’in hakemliği bütün kabile tarafından kabul görüyordu. Hatta verdiği kararlar ilgili tarafların dünyevi ve siyasi arzularına ters düştüğü durumlarda dahi bu durum geçerliydi.10
Hz. Peygamber’in doğru ve güvenilir bir kimse olarak kabul görmesi, putperest Arapları aşıp bazı Hıristiyan rahiplere kadar varmaktadır. Mesela Varaka bin Nevfel, Hira mağarasında Hz. Peygamber’in
vahiy aldığını duyunca, bunun gerçek Allah Kelâm’ı olduğunu kabul
ederek iman ve tasdikini izhar etmiştir.11 Diğer taraftan zevcesi
Aişe’ye Hz. Peygamber’den sorulduğunda, onun ahlâkının tamamen
Kur’ân’a uygun düştüğünü söylemiştir.12 Hz. Peygamber’in mizacı
pırıl pırıl, gönlü de doğrulukla dopdoluydu. O, insan zihnini zayıflatabilecek ve onu doğru yoldan alıkoyacak günaha teşvik edici unsur
ve maddi ihtiraslardan uzak, oldukça sade bir hayat sürmüştür. Hz.
Peygamber bu gibi saptırmalardan uzak bir şekilde, enerjisini
Kur’ân’la öğüt vermeye ve onu nakletmeye teksif edebiliyordu. Bunu
başarmak için kesintisiz devam eden motivasyon ve anlama çabası,
bir ölçüde Hz. Peygamber’in açık zihinli ve sade hayat tarzının bir
neticesi olmalıydı.
O ilk vahyi, zihni ve muhakeme melekesinin tecrübeyle kıvama
ererek hikmet ve insanlığın gösterilmesini sağlayan kırk yaşında almıştır.
Hz. Peygamber Kur’ân’ı alıyor ve onda ayetleri beşer beşer tebliğ
ediyordu. Hz. Peygamberin ümmiliği göz önünde bulundurulursa
vahy gelir gelmez derhal kâtipleri çağırıyor, böylece vahyin telakki
edilmesiyle yazılması arasındaki süre oldukça kısa oluyordu.
Kur’ân’ın ezberlenmesi yanında, düz taşlara, papirüslere, hurma dalları, deri parçaları ve tahtalara yazılması da, onun muhafazası konusundaki diğer bir delilimizi oluşturmaktadır. Buna ilave olarak, Muhâsibî’nin (v. 243/853) kaydettiğine göre, Hz. Peygamber’in Kur’ân
ayetlerini derhal yazmayı emrettiğini de bilmekteyiz.13 Kaydedildiğine
göre, onun ashabı vakit geçirmeden ayetleri beşer beşer ezberliyor ve
onları devamlı pratiğe geçiriyordu. Hz. Peygamber’in hayatında
Kur’ân’ın nasıl kayda geçirildiğini örnek vererek anlatmak için aşağıdaki olayı nakletmek istiyorum.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber amcasının oğlu Ali’ye şöyle demiştir: Kur’ân benim yatağımın altında ipek ve yaprak tomarlarında yazılıdır; O’nu al ve derle. Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettikleri
10
11
12
13
Bkz. İbn İshak, Sîre, 86.
el-Buhârî, Sahîh (Kitâbu bedu’l-vahy)
Bkz. el-Gazâlî, İhyâ, VIII, 89 ve makale yazarının ‘Muslim Morality’ isimli kitabı.
Bkz. Celâluddîn es-Suyûtî, el-İtkân, I, 85 ve Bedruddîn Muhammed İbn Abdullah
ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhîm), Kâhire el-Halebî, 1972, I, 238; ve Ebû Abdullah ez-Zincânî, Târîhu’l-Kur’ân, Beyrût,
1388/1969, s. 44.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
287
gibi onu tahrif etmeyin, Ali kalkar ve Kur’ân’ı sarı bir kılıf içerisinde
derledikten sonra onu mühürler.14 Buhârî’nin sahihinde rivayet edilen şu olayla bu nakil desteklenmektedir: Irak’tan bir adam gelerek
Hz. Peygamber’in zevcesi Aişe’den “sendeki Kur’ân’ı bana göster” talebinde bulunur. Hadisi rivayet eden zat, Aişe’nin kitabı çıkarıp ilgili
ayetleri ona yazdırdığını bize bildirmektedir.15
İbn Abbas zamanında ticari amaçla Kur’ân’ın yazılıp yazılmayacağı konusu tartışılmıştır. İbn Abbas’ın talebesi yüzlerce Kur’ân nüshası yazmıştır.16
Kur’ân, vahiyden hemen sonra yazıya geçirilmiş ve oradan okunmuştur. Bu, Hz. Ömer’in İslam’a girmesiyle ilgili rivayetten açık
bir şekilde anlaşılmaktadır. O, kapıdan içeri girdiğinde, kendisinden
gizlemeyi düşündükleri Tâhâ suresinin ilk ayetlerini kocasıyla beraber okuyan kızkardeşi Fatma’yı bulmuştu. Yine Kur’ân yazılı nüshalarla düşman memleketlerine gitmeyi müslümanlara yasaklayan çok
sayıda rivayet mevcuttur.17 Ayrıca müslüman iki grup arasındaki
mücadelede, guruplardan biri Kur’ân sayfalarını mızraklarının ucunda kaldırmıştı.18 Bu hadise, Kur’ân nüshalarının daha o zaman
itibariyle hayli fazla olduğunu göstermektedir.
İbn Hazm’a göre, Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 25 yıl
sonra, halife Osman döneminin bidayetinde yazılmış en az 100.000
tane Kur’ân-ı Kerim nüshası mevcuttu.19 Kur’ân’ı inceleyen yabancı
araştırıcılar ne yazık ki yanlış noktadan hareket etmekte ve onu tenkitte hatalı metotlar kullanmaktadırlar. Çoğu kez onlar mücevherat
mesabesindeki değerli taşları, kum ve çakıl gibi değersiz şeylerin tartılacağı terazide tartmaktadırlar. Örneğin, onlar Kutsal Kitab’ın tenkidi için geliştirilmiş metotları, oldukça farklı olmasına rağmen
Kur’ân’a uygulamaktadırlar. Bu yaklaşımlarıyla her iki kitabın birbirinden farklı geçmişi ve özelliklerini görmezlikten gelmektedirler.
Kur’ân yirmi yılı aşan uzun bir dönemde vahyedilmiş, fazla bir
zaman geçmeden de yerleşik bir toplumun kullanımına sunulmuştur. Bununla ilgili sayısız delil vardır ve burada onları tekrar etmeye
gerek yoktur. Hz. Peygamber vefat ettiğinde İslam bütün Arabistan,
Yemen ve Bahreyn’e yayılmıştı. Camiler bina edilmiş, her köy ve be-
14
15
16
17
18
19
ez-Zincânî, Târîhu’l-Kur’ân, s. 44.
el-Buhârî, Sahîh, VI, 110.
el-Buhârî, “Kitabu halki ef’âli’l-‘ibâd”, Ali Sâmî en-Neşşâr ve Ammâr et-Tâlibî,
Akâidu’s-selef, Kahire, el-Ma’ârif, 1971, s. 157.
el-Buhârî, Sahîh (Kitabu’l-cihâd)
es-Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, (thk., Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Bağdâd, elMusennâ, 1383/1964, s. 174.
İbn Hazm, el-Fisâl, II, 81-84 yine İbn Hazm, er-Redd ala İbn Nighrila, s. 77 ve devamı.
288
Muhammed Ebu LEYLA
devi topluluğuna varıncaya kadar Kur’ân geniş bir alanda okunan ve
çoğaltılan bir kitap olmuştu.
İslam’ın ulaştığı okullarda o öğretilmiş; müslüman çocuklar İslam’ın vardığı her köşede onu öğrenmişlerdir. Başlangıçtan itibaren
Kur’an, mevcut eğitim ve öğretimin temelini oluşturmuştur.
Durum, ilk halife Hz. Ebu Bekr döneminde şöyle idi: Kur’ân, yazılı bir metin ve şifahi olarak yayılıyordu. Hatta Ebu Bekr zamanında
Arapların bazısı İslam’a karşı baş kaldırınca İslam’ın bütününe karşı
gelmediler, sadece zekât vermeyi reddettiler. Onların, Hz. Peygambere itaati reddettikleri veya Kur’ân’ı yaktıkları yahut da ona dil uzattıkları hususunda her hangi bir delil mevcut değildir. Onlardan çok
az bir kısmı vardır ki, bunlar da kısa zamanda tekrar İslam’a dönmüşlerdir.
Kur’ân oldukça geniş bir alana yayılarak her tarafta Kur’ân
kursları açıldı. İkinci kuşak müslümanlardan büyük alim halife Ömer Bin Abdülaziz dönemi Şam kadısı İbn Amir’i buna örnek olarak
verebiliriz. Rivayet edildiğine göre, Kur’ân-ı Kerim’i öğretmek üzere
tesis edilen okulunda kendisinin yokluğunda bu görevi yerine getirecek dörtyüz tane öğrencisi bulunmakta idi.20 Sadece bir yerde Kur’ân
öğretimi için dörtyüz kişi bulunmaktaysa, onların yetiştirdiği öğrencilerin sayısını ve diğer bütün şehir, kasaba ve köylerde bulunanların
ne kadar olması gerektiğini artık siz düşünün.
Aşağıdaki hadis, müslümanların Kur’ân’a gösterdikleri alâkayı
göstermesi izhar etmesi bakımından bize büyük ölçüde yardımcı olmaktadır.
Malik bin Avf rivayet etmektedir: Bir gün kendisiyle beraber otururken Hz. Peygamber, kıyametten önce Yüce Allah’ın bütün bilgimizi nasıl çekip alacağını bize haber verir. Bunun üzerine Ziyad, Hz.
Peygamber’e şu soruyu tevcih eder: “Kur’ân-ı Kerîm yanımızda olup
onu çocuklarımıza ve kadınlarımıza öğrettiğimiz halde Yüce Allah
bizim bilgimizi nasıl çekip alacaktır?” Burada görüldüğü gibi o, çocuk
ve kadınların Kur’ân’ı ezbere bildikleri halde, bilginin nasıl olur da
kendilerinden çekilip alınabileceğine olan hayretini dile getirmektedir.
Gerçekten Kur’ân’ı ezbere bilen birçok kadın vardı. Belki de onların ilki, ailesine namazda imamlık yapma hususunda Peygamber
tarafından kendisine müsaade edilen Ummu Varaka’dır.21 Bu bağlamda şu da belirtilmelidir ki; İslam, Kur’ân’ı ezberlemeyi, imamlık,
20
21
İbnu’l-Cezerî, en-Neşr fî kırâ’ati’l-‘aşr, Kahire, el-Halebî, ts. II, 254 ve Ahmet Mekkî
el-Ensârî, Ed-difâ’ ani’l-Kur’ân, Kahire, Daru’l-ma’ârif, 1393./1973, I, 120.
es-Suyûtî, el-İtkân, I, 72.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
289
halifelik ve diğer idari makamlar için gerekli bir meziyet olarak görmüştür.
Gayet açıktır ki, Kur’ân İslam toplumu üzerinde oldukça önemli
bir etkiye sahiptir. O, Kur’ân’ın bütününü ezbere bilen müstesna
alimlerin yetişmesine sebep olmuştur. Belirttiğimiz gibi Kur’ân’ı ezberleyen bu alimler, aynı zamanda onunla ilgisizmiş gibi gözüken
diğer ilimlerle ilgili olan metinleri de biliyorlardı. Zira İslamî eğitim,
dini bilgi ile deneye dayalı ilimlerle alâkalı olan bilginin arasını
ayırmaz.
İslam devletinin, Hz. Peygamber’in bizzat kendi sağlığında kurulduğu hatırlatılmasına gerek duyulmayan bir hakikattir. Onun liderliğinde bu devlet; ilahi vahye tam manasıyla uygun olarak idare
edilmiştir. Haddi zatında devletin temel dayanağı ve karar mekanizmasının en üstün kriteri olması hasebiyle Kur’ân, sadece orijinal bir
metin olarak değil, aynı zamanda toplumun sahih ve uygulanabilir
bir esasını teşkil etmiştir. O, hakikati bütünüyle ihata ederek uyumlu bir şekilde, dini, manevi ve sosyal realiteyi elde etmeyi bilmiştir.
Bu bağlamda Kur’ân’la Kitab-ı Mukaddes’i mukayese etmek
dikkat çekicidir. Kitab-ı Mukaddes’i 286 farklı dilde temin etmek
mümkündür. Japonya’da nüfusun yüzde birinden daha az bir kısmı,
Hıristiyan olduğunu söylemekle beraber, son birkaç yılda Kitab-ı
Mukaddes’in Japonca tercümesi 150 milyondan fazla satış yapmıştır.
Batı Almanya’da Kitab-ı Mukaddes atlas ya da yemek kitaplarının
yanında satılır. Bununla beraber şu söylenebilir ki, Kitab-ı Mukaddes’e sahip olan her yüz kişiden sadece onbeş kişi onu okumaktadır.
Manfred Barthel, şöyle demektedir: “Kutsal kitabın, değerli antika
eserlerin sergilendiği rafın bir parçası veya diğer kitapların yıkılmaması için kullanılan ilgi çekici bir destek konumuna doğru hızla gittiği görülmektedir. Aynı yazar sözlerini şöyle sürdürür: Kitab-ı Mukaddes nüshası marketlerden bile satın alınabilir. Yahut da suçluluk
duygusuna kapılmadan onu bir otel odasındaki çekmeceden kaldırmak ya da almak mümkündür. Bazı yerlerde bir kimse, satıcı makinelere madeni para koyup turistler için hazırlanan cep İncil’lerinden
elde edebilir. Keza sesli olarak kasete kaydedilmiş şekilde İncil’i birçok yerde bulmak mümkündür. Amerika’da kahvaltı için hazırlanan
ve içlerinde çeşitli gıda maddelerinin bulunduğu kutular, Kitab-ı
Mukaddes’ten alınan pasajlarla süslenir. Sözü geçen yazar sözlerini
şöyle devam ettirir:
Bütün bunlar temeldeki hakikati değiştirmemektedir. Diğer kitaplar, Kitab-ı Mukaddes gibi geniş bir kullanım alanına sahip olmasalar da, onlarla mukayese edildiğinde, sınırlı sayıdaki okuyucunun
290
Muhammed Ebu LEYLA
kapağını açtığı, neticede en çok satan fakat kimsenin okumadığı bir
kitap olma konumunu devam ettirmektedir.22
Kur’ân diğer kutsal kitaplardan farklı olarak, zengin-fakir, kadın-erkek yahut çocuk gibi ayrım ve sınırlamalara gitmeden, bütün
müslümanlar tarafından okunmaktadır. Kur’an metnini okumayı
bırakın, onlar okuma ve ezberleme konusunda emrolunmuşlardır.
Yüce Allah ezberledikleri her bir harf için onları mükâfatlandıracağını va’d emektedir. Kur’ân’ın ele alınması, okunması, ezberlenmesi
yahut da başkalarına tebliğ edilmesi hiç kimseye yasaklanmamıştır.
Yalnız kadının aybaşı halinde, doğumu müteakip kırk günlük süre
içerisinde, kadın ve erkeğin cünüplük hallerinde geçici yasaklamalar
mevcuttur. Kur’ân’ın okunması ve ezberlenmesi müslüman olmayan
Araplar için de söz konusudur. Nitekim çok sayıda gayr-i Müslim de,
ayetleri ezbere bilmekte idi. Müslüman çocuklar da hayatlarının oldukça erken dönemlerinde Kur’ân’ı ezberlerler.
Hiçbir müslüman alim, Kur’ân’ın kendi inhisarında olduğunu
iddia edemez. O, Yahudilikteki Tevrat örneğinde olduğu gibi, bir din
adamları gurubunun tekelinde değildir. Onlarda haham, Tevrat tomarlarını açar, okur, daha sonra da herkes kendi işine döner. Bu
dinde, Tevrat ve diğer kutsal kitaplar Hz. Harun’un neslinden gelen
hahamlar gurubunun eli altında bulundurulur. Halka ise bunların
nüshalarını ellerinde bulundurmak, hatta onları okumak dahi yasaklanmıştır. Bu, sadece hahamın yapabileceği bir iştir. O ise Tevrat’ı ezberlememiştir. Sadece, yüzünden okur. Biz daha önce, Tevrat
ve mabedin, düşmanların tecavüz ve imhası dolayısıyla zarara uğramış olabileceği konularından bahsetmiştik.23
İncillere baktığımızda, Hz. İsa’dan bir asır sonra ortaya çıktıklarını görmekteyiz. Ancak Milattan sonra 367 yılında İskenderiye piskoposu Athanasius’un, Hıristiyan kutsal kitapların bir kısmının tespit edilmesi üzerine hassasiyetle durarak, bunlardan 27 tanesinin
kabule şayan asıl metinler olduğu görüşü benimsenmiştir.24 Kabule
şayan olan dört İncil’in tam tarih, kaynak ve yazarları hakkında da
herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İncillerin diğer birçoğu da yasaklanıp imha edilmiştir. Bu gerçeğe ilaveten, resmilik sıfatına haiz olan
dört İncil; ne geniş halk kitleleri tarafından yaygın bir şekilde okunmakta ne de bilinmekteydi.
Dikkate değer bir konu da şudur ki; kilise azizlerinin ilk yazmalarında, İncil’den iktibas edilen pasajlar her zaman hatasız bir şekil22
23
24
M. Bartnel, What the Bible really says, İngiltere, Souvenir Press ltd, 1982, s. 11 ve
devamı.
Bkz. es-Samua el-Mağrîbî, İfhâm el-Yahûd, s. 49 ve devamı.
Bkz. M. Barthel, What the Bible really says, s. 292; ve C. R. Gregory, Canon and
Text of the New Testament, Edinburgh, T. And T. Clark, 1907, s. 19 ve devamı.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
291
de nakledilmemiştir. İki yüz elli tanesi doğrudan doğruya ilk kitaplardan olmak üzere, yaklaşık dokuz yüz yerde Yeni Ahit’te Eski Ahit
referans gösterilmiştir. Bu ilk kitaplardan yapılan nakiller genellikle
doğru değildir.25
Kur’ân, müslümanların günlük ibadetlerinin ve takva sahibi
kimselerin gece kıldıklar teheccüd namazlarının bir parçası olarak
ezberlenir. Hiçbir namaz Kur’ân’dan bir parça okunmaksızın sahih
değildir. Gerçekte “salât” kelimesi, az ya da çok Kur’ân’dan ezberden
bir parça okuma anlamına gelir. Namaz kılan kimsenin, okuma yazma bilmeyen yahut da Arapça’yı okuyamayacak durumda olmadığı
müddetçe, ibadetlerinde Kur’ân’daki sure ve ayetlerin tertibini nazarı
itibara alarak Arapça okuması gerekir. Arapça okuyamayacak durumda ise, öğreninceye kadar herhangi bir dili kullanması kendisine
caizdir. Müslümanların ibadetinde ilâhî söylemek, şarkı okumak yahut da herhangi bir müziği terennüm etmek yoktur. Bu durum, ibadet eden kimsenin dikkatini sadece Kur’ân üzerinde yoğunlaştırmasına yardımcı olur. Böylece metin her hangi bir değişiklik ve tahrife
karşı korunmuştur. Bu aynı zamanda, bizim tarihimize mahsus ve
takdire değer bir konu olan profesyonel hafızlar arasında ezberleme
yeteneğinin gelişmesine de yardımcı olur.
Düzenli olarak ve yaygın bir şekilde sık sık tekrar edilmesi ve bizatihi okunuşunun ibadet olması sebebiyle, Kur’an kendi bütünlüğünü muhafaza eder. İşte bu sebeplerden dolayı, Kur’ân’ın ortaya
çıktığı zamanda tarihçiler tarafından zikredilmemesi faraziyesine dayanarak onun sahihliği hususunda şüpheler ileri sürmek saçmadır.26 Böyle bir iddiada bulunmak, ilk tarihçilerin bahsetmemesi dolayısıyla Himalaya Dağları’nın olmadığı, yahut da, sadece Heredot’un
kendisinden söz etmesi sebebiyle Mısır’ın var olarak bilindiği anlamına gelir.
Özet olarak bir kimse, İslam’ın Kur’an, Kur’ân’ın da İslam manasına geldiğini söyleyebilir.
25
26
J.A.R. “Canon”, T. K. Cheyne ve J. S. Black, Encycloaedia Biblica, Londra, Adam ve
Charles Black, 1899, I, sütün 676.
Bkz. A. Mingana, The Transmission
of the Qur’an, (Woodbrooke Studies,
Cambridge, 1928), II, 39.
292
Muhammed Ebu LEYLA
Kur’ân: Yönlendirmesi ve müslüman akıl üzerindeki etkisi
Kur’ân’ın binlerce müslüman tarafından ezberlenmesi, onların
zekâlarının keskinleşmesine ve ezberleme melekelerinin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Onlar sadece kutsal değil, aynı zamanda normal kitapları da öğrenerek, dokuz yaşlarından daha erken dönemlerde ezberlemeyle ilgili önemli başarılar elde etmişlerdir. Aristotales’in
metinleri, Galen’ın tıbla ilgili eserleri ve buna benzer kitapları ezbere
bilen çok sayıda müslüman bilim adamının bulunduğuna dair kayıtlar mevcuttur. Hatta müslüman ilim adamı Enbârî’nin, devlet bütçe
hesaplarındaki rakamları ezberlediği hatırlandığında, hayrete düşmekten insan kendisini alamaz.
Hikâye şöyledir: Bir defasında bütçede kesin küçük bir meblağın
hesap girdisi vardı. Bahsi geçen bilgin, ezberinden onlara söz konusu miktarın nereye kaydedildiğini söyler. Neticede onun bu ifadesi,
yazılı kayıtlar tarafından doğru olarak teyid edildi.27
Diğer bir bilim adamı Ahmed bin İbrahim el-Abderi (v. 626 h.),
meşhur geometri bilgini Öklit’in bütün teorilerini şekilleriyle beraber
ezberlemiştir.28
Sosyoloji ilminin öncüsü meşhur İbn Haldun da, Kur’ân’ı, hadisleri, kadim Arap müelliflerinin deyişlerini, Şatıbî tarafından Kur’ân
hakkında yazılmış iki uzun şiiri, hukuk, mantık ve ahlâkla ilgili diğer
kitapları ezbere bildiğini söyler.29
Müelliflerin şeyhi olarak isimlendirilen İbnu’l-Enbârî (v. 328h.)
de, ilmi metinleri hafızasından yazdırırdı. Bunu yaparken de bütün
kaynakları naklederdi. Zehebî onu, ezberleme yeteneği ve ezberlediği
konular açısından bütün zamanların eşsiz insanı olarak tavsif eder.
Bununla beraber o, samimi bir dindar ve zahit bir kimse idi.30
Ebu Ali el-Kâlî, İbnu’l-Enbârî’nin, Kur’ân tefsirinde istifade etmek üzere 300.000 tane Arapça beyti ezberlediğini söyler. İnsanlar,
onun yazılı kaynaklardan değil, sadece hafızasından nakilde bulunduğunu rivayet ederler. Kendisine kaç tane kitabı ezberlediği sorulunca, geniş hacimli on üç tane kitabı tümüyle ezbere bildiğini söylemiştir.31
27
28
29
30
31
el-Fahrî, fî Âdâbi’s-sultâniyye ve’d-devleti’l-İslâmiyye, (Akk, ts.), s. 244 ve devamı.
İbn Abdilmâlik, ez-Zeyl ve’t-tekmîle, (thk, Muhammed İbn Serîf), Beyrût, Dâru’ssekâfe, 1973, böl. I, I, 89.
İbn Haldûn, Mukaddime, thk. Abdu’l-Vâhid Vâfî), Kahire, Dâru’n-nahdet Mısır, ts.
III, 1315.
ez-Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, Haydarabad, Dâru’l-ma’ârif, el-Osmaniyye, 1958, III,
842 ve devamı.
a.y.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
293
Burada İslam toplumunu şekillendirme konusunda, Kur’ân’ın
ne derece etkili olduğu ve onun söylediklerine müslümanların ne büyük bir alaka gösterdiği hususlarında çok sayıda örnek vermek
mümkündür. İbn Abbas, Hz. Peygamber’in sağlığında on yaşlarında
iken bütün “muhkem” ayetleri ezberlemiştir.32 Şâfi’î de yedi, başka
bir rivayette ise dokuz yaşlarında iken onu ezberlemiştir; keza o İmam Mâlik’in hadis kitabını da on yaşlarında iken ezberlemişti. Şafi’î’nin bizzat kendisi de fevkalade bir hafızaya sahip olduğunun farkındaydı. Öğrencilik yıllarında, hocanın bir başka öğrenciye söylediği
bir şiiri duyduğunda, herkesten önce onu ezberlerdi.33 Hicri 61 ile
118 tarihleri arasında yaşayan, Kur’ân’ı ve hadisleri ezbere bilen
Katade de bunun eşsiz bir başarı olduğunun farkındaydı. O kendisiyle ilgili olarak şunları söyler: “Hayatımda benimle konuşan hiç
kimseden aynı şeyi iki defa tekrarlamasını istemedim. Kulaklarım hiç
bir şey işitmedi ki, kalbim onu ezberlemiş olmasın.34
Hicri 440 tarihlerinde vefat eden ed-Dânî Kur’ân, tefsir ve Arapça grameri sahasında en meşhur alimlerden biriydi. O da kendisi
hakkında benzeri birçok şey söylemiştir. “Hayatımda hiçbir şey görmedim ki onu yazmamış olayım; hiç bir şey yazmadım ki onu ezberlememiş olayım. Hiçbir şey de ezberlemedim ki onu ilelebet öğrenmek
için ezberlemiş olmayayım.”35
el-Bâcî’ye göre, İslam geleneğini kendi çağında en iyi bilen esSûrî (v. 410), hadis yazımıyla da sık sık ilgilenmişti. O, Buhârî’nin
sahihini tek gözüyle Bağdat’tan getirilen yedi top kâğıda yazmıştır.
Halk onun şöyle dediğini nakleder: “Siz bana bir hadis getirin ve onun metnini okuyun; ben de size onun senedini ve sahih olup olmadığını söyleyeyim.36 Yani o, söz konusu hadislerin tüm bilgisine sahipti. Biz Buhârî ile ilgili olarak kaydedilen benzeri bir hikâyeye daha
sahibiz. Batıda Avenzoor olarak tanınan ortaçağın meşhur fizikçisi
İbn Zuhr (v.1162 m.), metin ve senetleriyle Buhârî’nin Sahih’i yanında Ebu Hanife’nin bitkiler hakkındaki kitabı ve Galen’in tıp ve anatomi ile ilgili eserlerini de ezberlemişti. Burada kaydedilmesi gereken
bir konu da şudur ki, İbn Zuhr’un tıp sahasındaki et-Teysîr isimli
eseri miladi 1280’de Latince’ye, daha sonra da birçok Avrupa diline
çevrilmiştir. Ve bu eser, tıp alanında uzun süre kaynak kitap olarak
32
33
34
35
36
el-Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an.
Bkz. Ahmed İbnu’l-Huseyn el-Beyhakî, Menâkıbu’ş-Sâfi’î, (thk. Ahmed Sakr), Kahire
Dâru’t-turâs, 1391/1971, I, 280 ve devamı, Yine Yâkut, Irşâdu’l-arîb, Beyrut,
Dâru’l-musteşrik, 1922, XVII, 284.
ez-Zehebî, Mîzânu’l-İtidâl, (thk. Ali Bicavî), Kahire, el-Halebî, 1963, 385.
Bkz. Ebu Amr Osman ed-Dânî, et-Teysîr fî kıraati’s-seb’, İstanbul, Matba’atu’ddevle, 1930, sayfa dal ve ha’.
ez-Zehebî, Tezkire, III, 1108.
294
Muhammed Ebu LEYLA
kullanılmıştır. Aynı zamanda o, mide kanserini de ilk defa keşf eden
bilim adamıdır.37
Tabakat kitapları, bu eşsiz hafıza gücüne sahip kimselerden birisini anlatmaya başladıklarında, onunla ilgili olarak genellikle şunları söylerler: “O, anlayarak ezberlerdi. Güçlü bir hafıza, üstün bir
zekâ ve icat yeteneğine sahiptir.” Geleneksel kültürün ileri gelenleri,
ezberlemenin anlamla beraber olduğunu söylerler. Onlara göre salt
ezberleme otorite açısından faydasızdır.38
Açıktır ki Kur’ân, melek Cebrail yoluyla Hz. Muhammed’e, onun
vasıtasıyla da insana gelen Allah Kelâmı’dır. Kur’ân gerçekten tahrif
ve tahribatlara karşı koruma altına alınmıştır. O, Arapça olarak nazil
oldu ve Hz. Peygamber’in sağlığında kayda geçirildi. O, bütün dünyada orijinal diliyle devamlı olarak okunur. Kur’ân’ın öğretileri, hiçbir
ayrıma gitmeden bütün insanlara yöneliktir.
37
38
el-Marrâkuşî, ez-Zeyl, VI, 398.
Bkz. örneğin es-Suyûtî, İs’âf el-mubatta’ bi ricâli’l-muvatta’, Beyrut, ts. s. 4 ve devamı; İbn Hazm, en-Nubez fî usûli’l-fıkh ez-Zâhirî, (thk Muhammed Zahid elKevserî), Kahire, Matbaatu’l-envâr, 1940, s. 21.
Download