tc gazi üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü tarih anabilim dalı

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANABİLİM DALI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ BİLİM DALI
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ VE
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Seçil ÖZDEMİR
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Mehmet Akif TURAL
Ankara 2009
i
ÖNSÖZ
Bu araştırmada II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada değişen
dengelerin ışığı altında Demokrat Parti Dönemi’nde Türkiye’nin Ortadoğu ile
ilişkilerinde Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi incelenmiştir.
Konu ile ilgili pek çok tek yönlü çalışma yapılmış olmasına rağmen; Dış
Politika tarihimizde, yabancı devletlerle ilişkilerimizin, dış politikamızı ne
yönde etkilediğine dair çalışmalar bulunmakta;
Ancak Demokrat Parti
Dönemi Ortadoğu Politikaları’na ait bu şekilde ayrıntılı bir inceleme
bulunmamaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalar özellikle Atatürk Dönemi ile
sınırlı kalmış yahut detaylandırılmamıştır.
Çalışmamızda amacımız özellikle 1950–1960 dönemi arasındaki
süreci mümkün olduğunca II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni
dengelerin
etkisi
gözetilerek
incelemek
ve
Demokrat
Parti’nin
dış
politikasında, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini, dönemin Türk – Amerikan
ilişkilerini göz önünde bulundurarak ortaya koymak olmuştur.
Tezimizin birinci bölümünde ifade etmeye çalıştığımız II. Dünya
Savaşından sonraki Amerikan Politikası için şunu söyleyebiliriz. Mevcut
Sovyet tehdidi ve bu tehdidi durdurma politikaları ile Amerika’nın Ortadoğu’da
ve Ortadoğu’ya hakim Türkiye’de kendi siyasi ve ekonomik anlayış biçimini
yaymak. Bu noktada dünya iki kutup arasında kalmışken Türkiye de tam
anlamıyla bu iki gücün arasında ancak birisinin doğrudan toprakları üzerinde
hak istemesi ile karşılaşmış ve tüm varlığı ile diğerine yanaşmıştı. Zira bu
dönemde dünya faşist imparatorlukların yıkılması ile meydana gelecek
boşlukta iyi bir yer kapabilme yarışı yaşanıyordu. Bu yarışta Amerika ve
Sovyetler karşı karşıya idi.
Dünyada faşizmin etkisinin tükenmiş olduğu bu yıllarda, demokrasi
rüzgârları esiyor ve Türkiye’de kendisini Batı’ya daha yakın göstermek için bu
rüzgâra katılıyordu. Demokrat Parti iktidarı bu durumda Batı’dan daha çok
destek alabilmek, kendilerini Sovyetlere karşı daha güçlü hissedebilmek için
NATO üyeliğini hedeflemiş ve bunun için Kore’ye Türk Askerlerini gönderip
adeta NATO üyeliğinin bedelini bu şekilde ödemişlerdi.
ii
Türkiye’nin
NATO
üyeliği
İngiltere
tarafından
uzun
süre
onaylanmamıştı. Çünkü İngiltere, Türkiye’nin bir Ortadoğu paktında yer
almasını istemişti. Bu konuda da Demokrat Parti Yöneticileri Ortadoğu
savunması için oluşturulacak bir paktta yer alınacağına dair gereken sözü
vererek NATO üyeliğini gerçekleştirmişlerdi. Bundan sonraki süreçte ise
Türkiye adeta NATO‘nun güney kanadı için bir savunma kalkanı olmuştu.
Türkiye NATO üyeliğinin bedelini ödemeye Ortadoğu’da devam
etmiştir. Türkiye, Ortadoğu’da Batı’nın amaçları ve istekleri doğrultusunda
oluşturulan Bağdat Paktı’na üye olmanın ötesinde öncülük etmiştir. Elbette
Türkiye’nin kendi komşularıyla dahi ilişkilerinde Batı paralelinde hareket
etmesi onu kendi komşularından uzaklaştırmış. Türkiye bölgesinde güçlü
olmaya çalışırken yalnızlaşmıştır.
Tezimizin ikinci bölümünde özellikle Ortadoğu bölgesindeki çalkantılar
anlatılmış, bu bölgede etkin olmak için Batı desteği ile kurulan Bağdat Paktı
ve bundan sonra Ortadoğu’da yaşanan kriz yıllarında Türkiye’nin bölge
politikalarında Amerikan etkisi açıkça ortaya konulmuştur. Batı yanlısı bu
politikanın Türkiye’yi kendi milli meselelerinde(Kıbrıs gibi) Arap Devletleri’nin
desteğinden mahrum bıraktığı; Ancak Demokrat Parti İktidarı’nın yılmadan
Batı’nın çıkarları için mücadelesine devam ettiği de belirtilmiştir.
Tezimizin üçüncü bölümünde ise Milli Davamız Kıbrıs Meselesi, 1950–
1960 yılları arasında yaşanan gelişmeler doğrultusunda ele alınmıştır.
Kıbrıs Adası, Ortadoğu ve Batılı Devletler söz konusu olduğunda göz
ardı edilemeyecek, sadece bulunduğu nokta itibariyle dahi tıpkı Türkiye gibi
Ortadoğu’nun kontrolüne sahip bir bölge olarak Batı’nın ilgi odağı olmuştur.
Kıbrıs Konusunda, Lozan Anlaşması ile İngiltere’ye devrettiğimiz haklarımızı,
II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin sömürgelerinden çekilme politikası ile
tekrar elde etme şansı bulmuştuk.
Kıbrıs’ta Yunanistan ve Rumlara karşı gösterdiğimiz milli direnç
Amerika’nın ve NATO’nun uyarıları ile kırılmış, Türkiye önce statükonun
korunması ya da Kıbrıs’ın bize ait olacağının kabul edilmesi fikrinden
vazgeçirilmişti. Amerika Ortadoğu’ya yönelik maddi yardımları bölgenin
huzuru için yaptığını bildirmiş, bir anlamda Türkiye’ye Kıbrıs konusundaki
iii
isteğinden vazgeç demişti. Ardından ortaya konulan taksim fikri de Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin kurulması kabul edilince, Demokrat Parti döneminde
sağlanamamıştı. Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan, Rumlar ile Türkler karşı
karşıya getirilerek, Kıbrıs tıpkı Ortadoğu gibi her an patlamaya hazır bir
bomba haline getirilerek müdahaleye hazır bir konuma getirilmiştir.
Türkiye’nin ise davası için mücadele etmesine adeta müsaade edilmemiştir.
Her şeye rağmen, Kıbrıs’ı kazanan Türk Halkı’nın Milli Hafızası, Kıbrıs’ın
zihinlerden ve kalplerden silinememiş olması vatan toprağımız için
mücadelemizde
hiçbir
emperyalist
devlete
boyun
eğmeyeceğimizi
kanıtlamamız ve emperyalist devletlerin bu gerçeği fark edememesi olmuştur.
Tezimin hazırlanmasında beni yönlendiren, teşvik eden ve her türlü
problemde hiçbir zaman yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Prof.Dr.
Mehmet Akif Tural’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Ayrıca tüm hayatım
boyunca hiçbir konuda benden desteğini esirgemeyen aileme minnetimi
kelimelerle ifade etmek mümkün değil.
iv
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ...........................................................................................................i
İÇİNDEKİLER...............................................................................................iv
KISALTMALAR DİZİNİ ................................................................................vi
GİRİŞ.............................................................................................................1
I.BÖLÜM
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DEĞİŞEN DENGELER VE GENEL
DURUM
1.1. YALTA VE POTSDAM KONFERANSLARI...........................................14
1. 2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI AMERİKA’NIN DEĞİŞEN TUTUMU........16
1.2.1. Truman Doktrini .................................................................................18
1.2.2. Marshall Planı....................................................................................22
1.3. NATO’NUN KURULUŞU VE NİTELİĞİ.................................................27
1.3.1. Nato Ve Türkiye .................................................................................28
1.3.2. Kore Savaşı Ve Türkiye’nin Nato’ya Girişi .........................................33
v
II. BÖLÜM
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ ORTADOĞU POLİTİKALARI VE AMERİKAN
TESİRİ
2. 1. DEMOKRAT PARTİ DIŞ POLİTİKA FELSEFESİ ................................39
2. 2. TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU SAVUNMASINDAKİ YERİ ......................42
2. 2.1. Ortadoğu Komutanlığı.......................................................................45
2. 2.2. Karaçi Anlaşması..............................................................................53
2. 3. TÜRK- IRAK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI..................................................56
2. 3.1. Bağdat Paktı Ve İngiltere’nin Rolü ....................................................59
2. 3.2. İran Ve Pakistan’ın Bağdat Paktına Katılması ..................................63
2. 3.3. Ürdün Ve Lübnan’ın Bağdat Paktı’na Katılması Problemi.................65
2. 3.4. Bağdat Paktı Ve Amerika..................................................................68
2. 3.5. Bağdat Paktı’nın Türk Dış Politikasına Etkisi ....................................71
2. 4. BAĞDAT PAKTININ MEYDANA GETİRDİĞİ SONUÇLAR..................74
2. 4.1. Bandung (Asya-Avrupa) Konferansında Türkiye’nin Tutumu............77
2. 4.2. Süveyş Krizi Ve Türk-Amerikan İlişkileri ...........................................81
2. 4.3. Eisenhower Doktrini Ve Türkiye........................................................84
2. 4.4. Suriye Olayları Ve Amerika’nın Etkisi ...............................................87
2. 4.5. Irak İhtilali – Ürdün Ve Lübnan Olayları ............................................92
2. 5. BAĞDAT PAKTI’NIN SONU ................................................................96
2. 6. İKİLİ ANLAŞMALAR VE 5 MART 1959 TÜRK – AMERİKAN
ANLAŞMASI ................................................................................................97
vi
III. BÖLÜM
KIBRIS MESELESİ
3. 1. KIBRIS MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ORTADOĞU’DA
KIBRIS’IN ÖNEMİ......................................................................................101
3. 2. MENDERES HÜKÜMETİ’NİN KIBRIS POLİTİKASI...........................104
3. 3. LONDRA KONFERANSI VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU ......................107
3. 4. 6–7 EYLÜL 1955 OLAYLARI VE KIBRIS ..........................................111
3. 5. DEMOKRAT PARTİ’NİN KIBRIS POLİTİKASINDA DEĞİŞİM VE
MACMİLLAN PLANI ..................................................................................114
3. 6. ZÜRİCH - LONDRA KONFERANSLARI VE KIBRIS
CUMHURİYETİNİN KURULUŞU...............................................................116
SONUÇ......................................................................................................119
KAYNAKÇA ...............................................................................................121
EKLER.......................................................................................................132
ÖZET .........................................................................................................159
ABSTRACT ...............................................................................................160
vii
KISALTMALAR DİZİNİ
S.
:Sayı
s.
:Sayfa
C.
:Cilt
Yay.
:Yayınları
Y.
:Yıl
a.g.e
:Adı Geçen Eser
y.a.g.e
:Yukarıda Adı Geçen Eser
a.g.m
:Adı Geçen Makale
y.a.g.m
:Yukarıda Adı Geçen Makale
A.D.
:Aynı Doküman
Bknz
:Bakınız
ABD
:Amerika Birleşik Devletleri
BM
:Birleşmiş Milletler
SSCB
:Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
ODK
:Orta Doğu Komutanlığı
CENTO
:Merkezi
Anlaşma
Teşkilatı
(Central
Treaty
Organization)
NATO
:Kuzey Atlantik Anlaşması(North Atlantic Treaty
Organization)
TBMM
:Türkiye Büyük Millet Meclisi
CHP
:Cumhuriyet Halk Partisi
DP
:Demokrat Parti
M.S
:Milattan Sonra
TTK
:Türk Tarih Kurumu
AÜSBF
:Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
1
GİRİŞ
Milletlerin tarihleri ve kültürleri sahip oldukları coğrafya ile birlikte
şekillenir. Coğrafya’nın ortaya çıkarmış olduğu şartlar, milletler ve devletler
için yaşanması gereken zorunluluklar halini alır. Dolayısı ile milletler üzerinde
yaşamak zorunda oldukları coğrafya’nın yarattığı sorunları yaşamak ya da
nimetlerini paylaşmak durumundadır. Tarih boyunca Ortadoğu bölgesi ve bu
bölgeye
hakim
somutlaştıran
Anadolu
örnekler
coğrafyası,
stratejik
oluşturmuşlardır.
Bu
olarak
etkiyi
net
bu
yaklaşımı
olarak
ifade
edebilmemiz için öncelikle Ortadoğu kavramını açıklamamız gerekir.
Ortadoğu kavramının tanımlanması ve sınırlarının çizilmesi güçtür. Bu
güçlük, kavramın “Doğu Avrupa” gibi coğrafi bir tanımdan ziyade siyasal ve
kültürel unsurlar tarafından belirlenmekte oluşundan kaynaklanmaktadır.
Ayrıca
kavram,
zaman
içinde
Amerika
ve
Avrupa’nın
yayılmacı
yaklaşımlarıyla da tanım değişikliklerine de uğramıştır. Dar bir bakış açısıyla,
Türkiye-İran-Mısır
üçgeni
ve
bunun
içinde
yer
alan
ülkeler
olarak
tanımlanabilen Ortadoğu, daha geniş bir biçimde bu devletleri ve onlara
komşu olan çevre Müslüman ülkeleri yani Kuzey Afrika, Somali, Afganistan,
Sudan’ı içerir.
Siyasal bilimde anlaşılan bir tanımla Ortadoğu, Arap Devletleri’ne
Türkiye, İran ve İsrail’in eklenmesiyle oluşan bölgedir. Bölge devletlerinin
nüfusu Lübnan ve İsrail dışında büyük çoğunluğuyla Müslüman olmakla
birlikte bunlar da kimi farklı alt bölüntülere ayrılmıştır. Bölge devletleri İran,
İsrail ve Türkiye dışında Arap’tır. Bölgeye hem Ortadoğu hem de Yakındoğu
denilebilmektedir. Bu adlandırma Avrupa’nın işgallerine dayanır. Avrupa’dan
en uzak bölgelere ‘Uzakdoğu’, Avrupa ile Uzakdoğu arasında kalan alana ise
‘Yakındoğu’ denmiştir. Daha sonra “Yakındoğu” terimi Osmanlı devletinin
yönetimi altındaki topraklar için kullanılmıştır. “Ortadoğu” terimi ise, II. Dünya
Savaşı sırasında İngiliz Ortadoğu Komutanlığı gibi askeri kuruluşların ortaya
çıkmasıyla kullanılmaya başlanmıştır.
2
Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında kültürel ve
ekonomik bir aracıdır. Şeker, narenciye, kâğıt, barut ve pusula gibi Uzakdoğu
malları, Ortadoğu kanalıyla Avrupa’ya ulaşmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlığın doğuş yeri olmuştur. Tarih boyunca Ortadoğu dünyada güç
dengesi olmak isteyen her devletin ilgisini çekmiş, sırasıyla Pers, Grek,
Roma, Arap, Moğol, Tatar ve Türk imparatorluklarının hükümranlık alanı içine
girmiştir. Dünyanın en önemli suyolları olan Türk Boğazları, Süveyş Kanalı,
Kızıldeniz, Bap-el Mendep Boğazı, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi
Ortadoğu’dadır.
Ortadoğu Bölgesinin 20. yüzyıldaki önemli yeri petrol üretimi ile
belirginleşmiştir.
Ortadoğu
petrolü
Avrupa
ile
Asya’nın
enerji
gereksinimlerinin önemli bir bölümünü karşılamaktadır. Batı Avrupa’da
tüketilen petrolün yüzde 75’i Ortadoğu’dan gelmektedir. Uzunca bir dönem
Sovyetler Birliği, bölge petrolünün Avrupa’ya akmasını önlemek için çaba
harcamıştır. Amerika ise petrolün batıya akması için çaba harcamıştır.1 Bu
durum tam olarak II. Dünya Savaşı sonrası iki güç dengesinin ortaya çıktığı
ve dünyada tam anlamıyla bir “dehşet dengesi” kurulduğu dönemde yaşanan
olayların ve Türk Dış Politikası’nın bu dengede komünizm tehdidine karşı
Batı desteğine yöneldiği dönemdir. Tarihsel süreç içerisinde Türkiye’nin dış
politikasına, özellikle Ortadoğu ve Batı ile ilişkilerine bu açıdan bakmak
gerekir. Çünkü Türkiye bir ateş çemberinde kendisini korumak zorundadır.2
Ortadoğu Coğrafyası tarihte binlerce yıl Türk Devletleri tarafından
yaşanmış, zaman zaman Türk Devletleri ateşin içinde de kalmıştır.
Ortadoğu Bölgesine tarihin çeşitli dönemlerinde Türkler hâkim
olmuşlar ve bölgede çeşitli devletler kurmuşlardır. Söz konusu coğrafyada
Türklerin kurdukları ilk bağımsız devlet, Mısır'da Abbasi Halifeliğine karşı
kurulan
Tolunoğulları
Devleti'dir.
Bunun
ardından
Ihşidiler
Devleti
kurulmuştur. Ihşidiler varlıklarını sürdürürlerken, Maveraünnehir'e inen sonra
İran ve daha sonra da Anadolu'da büyük devlet kuran Oğuz Türkleri
1
Oral Sander, Siyasi Tarih, İmge Yayınları,1994,s.98–124
Toktamış Ateş, “Dış Politikamız ve Ötesi”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Y.1992–
1993, s.248
2
3
(Selçuklular), Mısır hariç, Ortadoğu'nun büyük bir kısmına hâkim olmuşlardır.
Selçuklulardan sonra Ortadoğu'da Eyyübilerin hâkimiyeti3, daha sonra da
1517’de Suriye ve Mısır Seferleri ile başlayan ve I.Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar devam edecek olan Osmanlı hâkimiyeti görülmüştür4.
Osmanlı Devleti, uzun yıllar Ortadoğu’nun ve Akdeniz’in emniyetini
sağlamıştı; Ancak gerileme döneminden itibaren Ortadoğu bölgesinde
gücünü yitirmeye başlayan Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı sonrasında ise
Ortadoğu’yu tam anlamı ile kaybetmiştir. Bundan sonra ise orada asırlardır
barış içinde yaşayan halklar, Batılı emperyalistlerin yönetimi altına girmiştir.
Kısa sürede başta Afrika, Ortadoğu, Güney ve Güneydoğu Asya’da bulunan
çok sayıda İslam ülkesi sömürgeleştirilmiştir. Batılıların bu sömürgeci
politikalarının en önemli sebebi de Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını
keşfetmeleri olmuştur.
Emperyalistler Ortadoğu’ya tam anlamı ile hakim olmak için Osmanlı
vilayetlerinden suni devletler oluşturma stratejisini hayata geçirmiş ve Irak,
Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün isimli devletleri kurmuşlardır. Böylece
Osmanlının tüm halklara ve inançlara saygı göstererek, otoriter ve
hakkaniyete dayanan yönetimi yaklaşık dört yüz yıl sürmüş iken, Batılı güçler
hiçbir hakları olmadığı halde kendi çıkarları için bölgenin tamamında
günümüzde de devam eden karışıklıkların, huzursuzlukların ve istikrarsızlığın
temellerini bilerek ve isteyerek atmışlardı.5 Bu şekilde Birinci Dünya
Savaşı’nın ardından Üçüncü dönem haçlı seferlerini de başlatmış oluyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan Birinci Dünya Savaşı ve
sonrasında, Batılı devletlerin tüm dünyada işgal ve sömürgeleştirme
harekâtlarına karşı çıkan yine Türk milleti olmuştur. Bilindiği üzere, Sevr
Anlaşması ile Anadolu dört bir yandan işgal edilmeye başlanmış ve bu işgal
harekâtına
karşılık
Anadolu
insanı,
Gazi
Mustafa
Kemal
Paşa’nın
önderliğinde Kuvâyyi Milliye ruhuyla İstiklal Savaşı’nı yapmıştır. Zaferle
sonuçlanan savaşın sonucunda bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
3
Ayşe Kuşçu, “Türklerin Ortadoğu Hâkimiyeti”, Akademik Ortadoğu Dergisi, S.1, s.37–48
Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları Atatürk Dönemi,
İstanbul, 2006, Gökkubbe Yay. , s.61
5
Ziya Gözler, “Ortadoğu’nun Yeni Yüzü”, www.baremdergisi.com , 11.04.2007
4
4
Henüz
I.Dünya
Savaşı’nın
ateşi
soğumadan,
bu
savaşın
sonuçlarından memnun olmayan Fransa, Almanya gibi devletler vardı. Bu
memnuniyetsizliğin etkisi ile dünyada esmeye başlamış olan savaş
rüzgârlarının ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmamızın da etkisiyle
Dış Politikamız bir denge değişimi yaşamıştı. Bu değişimde Özellikle 1939
yılında Türkiye’nin toprakları üzerinde Sovyetlerin tehditleri ve talepleri ile
karşılaşması da bu dönemden sonra Batı ile ilişkilerinin daha yakın olmasının
bir sebebi olmuştur.
Sovyet talepleri öncesinde 1923’den sonra kuzey sınırlarımızda
kendimizi güvende hissetmemize karşın, güneyimizde tehdit ve tehlikelere
maruz bulunmaktaydık. Böyle bir durum karşısında bulunan Türkiye’nin
arkasını kuzeye vererek, güneyden gelen tehdit ve tehlikelere karşı durması
da 1939 yılına kadar süren Türk-Rus dostluk münasebetlerinin de bir sebebi
idi.
Kuzeyimizde Sovyetler Birliği ile 1921 Moskova antlaşması ile
başlayan, 1925 Ankara antlaşması ile yenilenen iyi ilişkiler 1939 yılında
Sovyetlerin Türk Boğazları, Kars ve Ardahan üzerinde hak talep etmesine
kadar devam etmiştir.6 Bu tarihten sonra ise durum değişmiş, kuzeyimizde
gelişme ve saldırı yönleri Balkanlar ve Güney Denizleri olan Nazi ve Bolşevik
emperyalizmleri kendini göstermiştir. Bu durumda Türkiye her iki tehlikenin
de yolları üzerinde bulunuyordu. Bu sebeple, bundan sonra 1923 den sonraki
durum tersine dönmüştür. Artık sırtımızı Akdeniz’e vererek kuzey tehlikesine
karşı kendimizi kollamak durumundaydık.7 Bu zamana kadar en yakın
ilişkileri sürdürdüğümüz Sovyetler Birliği ile bundan sonra ilişkilerimiz
bozulmuştur.
Sovyet
istekleri
sadece
Türk
yöneticilerini
değil,
Ortadoğu’da
menfaatleri olan ve Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya inmesinden korkan Batılı
devletleri de telaşlandırmıştı. Bu sebeple Türkiye kendisini Sovyetlere karşı
korumak için ihtiyaç duyduğu ekonomik ve askeri desteği, bulunduğu noktada
6
Faruk sönmezoğlu,Türk Dış Politikası,Der Yay. İstanbul 2006 s.117–118
Aptülahat Akşin, Türkiye’nin 1945 den Sonraki Dış Politika Gelişmeleri Orta Doğu
Meseleleri,İsmail Akgün Matbaacılık, 1959 İstanbul, s.8-9
7
5
Sovyetlere karşı bir engel teşkil etmesi ve Ortadoğu’nun güvenliğini
sağlaması kaydı ile Amerika’dan bulmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri II. Dünya Harbine kadar içine kapalı bir
izolasyon politikası yürütürken, savaş boyunca silah satarak ekonomisini
güçlendirmiş ve savaşın sonunda da büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştı.
Amerika bundan sonra ise Ortadoğu Bölgesinin stratejik ve ekonomik
kaynaklarını
kullanarak
dünyayı
kontrol
altında
tutma
mücadelesine
yönelmiştir. Böylece Amerika, Monroe Doktrini’ni terk ederek milletler arası
politikaya müdahil olmuştur.
Amerika Birleşik Devleti’nin yeni dış politikasında, Türkiye özellikle
stratejik konumu dolayısıyla ister istemez önemli bir yere sahip olmuştur. II.
Dünya Savaşı’nın ardından değişen bu durumda öncelik büyük siyasi
karmaşıklıklar içindeki Yunanistan olsa da, Doğu Akdeniz’in ve Ortadoğu’nun
kilit ülkesi konumunda olan Türkiye, Amerikalıların Sovyet Rusya’yı
çevreleme ve durdurma politikası açısından kilit ülke olmuştur.
Bundan sonra tarih II. Dünya Savaşının enkazından iki büyük güç
olarak çıkan Amerika ve Sovyetler Birliği arasındaki hâkimiyet mücadelesine
sahne olmuştur. O zamana kadar içine kapalı bir politikası yürüten Amerika
artık dünya hâkimiyetine yönelmiştir. Bunun için görünen amacı Sovyet
yayılmasını durdurmak, halklara yardım etmek olan Amerika’nın doğrudan
yöneldiği coğrafya ise Ortadoğu olmuştur.
Henüz I.Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin Ortadoğu petrolleri
üzerinde tekel oluşturma çabası Amerika’yı rahatsız etmişti ve şimdi İngiltere
Ortadoğu’daki sömürgelerinden çekilmek zorundaydı. Bundan sonra her
Batılı
ülkenin
küçük
ya
da
büyük
hesaplarının
olduğu
Ortadoğu
coğrafyasında, yörünge Amerikan ekseninde olacaktı.8 Ancak o zamana
kadar yabancı olduğu bir coğrafyaya hâkim olmak için Amerika’nın uzun
vadeli planlar yapması gerekmiştir.
II.
Dünya
Savaşından
sonraki
Amerikan
Politikası
için
şunu
söyleyebiliriz. Mevcut Sovyet tehdidi ve bu tehdidi durdurma politikaları ile
8
Yusuf Yazar, Orta Doğu Değişen Dengeler, Seha Neşriyat, İstanbul 1989, s.36–37
6
Amerika’nın Ortadoğu’da ve Ortadoğu’ya hakim Türkiye’de kendi siyasi ve
ekonomik anlayış biçimini yaymak. Bunun için bölgede bir İsrail Devleti’nin
kurulmasını bile sağlamış bu sayede Amerika kendi hamleleri için tutunacağı
bir köşe taşı oluşturmuştu. Ancak Ortadoğu’yu kontrol etmek için İsrail yeterli
değildi, bölgenin tarihine, kültürüne yabancı olmayan hem de bölgedeki
tehlikelerden, karmaşadan, kavgalardan uzak, hiçbir etnik, dini sancısı
olmayan Türkiye Amerika’nın amacına ulaşması için ortak hareket etmek
zorunda olduğu ülkeydi.
Amerika Sovyetlere karşı destek amacı ile yaptığı yardımlarla bir
yandan devletlerin sempatisini kazanmaya diğer yandan bu yardımlar
sayesinde bölge devletlerinin tembelleşmesini sağlayıp endüstrileşmesini
durdurmayı, yaratıcı kabiliyetlerini yitirip ekonomik olarak kendisine muhtaç
hale gelmelerini sağlamaya çalışmıştır. Askeri yardım ve destek bahanesi ile
de Eisenhower Doktrininden sonra resmen Ortadoğu’da askeri birliklerini de
yerleştirmeye başlamıştır. Yani bir taşla iki kuş vurmuştur. Bu dönemde
Amerika için gerçekten de Sovyetleri zararsız hale getirmenin tek yolu onlara
dünyada karşı koyacak güç ve iradenin var olduğunu göstermekti. Dünya’ya
hakim olmanın yolu ise Ortadoğu’ya hakim olmaktı. İşte Amerika, yardım adı
ile dağıttığı paralarla bunun bir adımını sağlamış oluyordu.9
Bu noktada dünya iki kutup arasında kalmışken, Türkiye de tam
anlamıyla bu iki gücün arasında ancak birisinin doğrudan toprakları üzerinde
hak istemesi ile karşılaşmış ve tüm varlığı ile diğerine yanaşmıştı. Zira bu
dönemde dünya faşist imparatorlukların yıkılması ile meydana gelecek
boşlukta iyi bir yer kapabilme yarışı yaşanıyordu. Bu yarışta Amerika ve
Sovyetler karşı karşıyadır.
Faşist imparatorluklar yıkılırken dünyada demokrasi rüzgârları esiyor
ve Türkiye’de kendisini Batı’ya daha yakın göstermek için bu rüzgâra
katılıyordu.
9
İsmet Giritli, Komünizm Batı Ortadoğu ve Türkiye, Nur Ofset, İstanbul,1977,s.14
7
Bu nokta da şunu söyleyebiliriz II. Dünya Savaşından sonra dünya,
içine kapanıp yaralarını sararken, Türkiye kendisini soğuk savaşı yaşayan iki
süper gücün arasında ve Batı’nın gölgesinde bulmuştur.10
Demokrat Parti iktidarı bu durumda Batı’dan daha çok destek
alabilmek, kendilerini Sovyetlere karşı daha güçlü hissedebilmek için NATO
üyeliğini hedeflemiş ve bunun için Kore’ye Türk Askerleri’ni gönderip adeta
NATO üyeliğinin bedelini askerlerimizin kanıyla ödemişlerdi.
Türkiye’nin
NATO
üyeliği
İngiltere
tarafından
uzun
süre
onaylanmamıştı. Çünkü İngiltere, Türkiye’nin bir Ortadoğu paktında yer
almasını istemişti. Bu konuda da Demokrat Parti Yöneticileri Ortadoğu
savunması için oluşturulacak bir paktta yer alınacağına dair gereken sözü
vererek NATO üyeliğini gerçekleştirmişlerdi. Her ne kadar NATO üyesi bazı
devletler
Türkiye’nin
üyeliğinin
Sovyet
tehdidini
arttırmasından
endişelenmişlerse de Türkiye’nin, NATO‘nun güney kanadı için bir savunma
kalkanı olduğu çok açıktı.
Türkiye, NATO üyeliğinin bedelini henüz bu üyelik gerçekleşmeden
ödemeye başlamıştır. Ortadoğu’da da Batı’nın amaçları ve istekleri
doğrultusunda oluşturulan Bağdat Paktı’na üye olmanın ötesinde öncülük
etmiştir. Elbette Türkiye kendi komşularıyla dahi ilişkilerinde Batı paralelinde
hareket etmesi onu kendi komşularından uzaklaştırıyor, Türkiye bölgesinde
güçlü olmaya çalışırken yalnızlaşıyordu.
I. Dünya Savaşından sonra girişilen bu sömürge saldırısının dönüm
noktası, İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü çıkan Amerika’nın, Filistin’in
hamiliğini üzerine alması olmuştur. 1947’de, Siyonist hareket lideri, Amerika
Başkanı Truman’a gönderdiği mektupta özetle şunları yazıyordu; “Avrupa’da
bulunan Yahudilerin güven ve istikrarı için, Filistin’de bir Yahudi devletinin
kurulması zaruridir. Bu durum, Amerika’nın Ortadoğu’da kalıcı bir dost
kazanması bakımından da elzemdir.”11 İsrail Devleti’nin kuruluşu Amerika’nın
10
Erdal Şimşek, Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, Kum Saati Yayınları, İstanbul, Şubat, 2005
s.68,Şevket Çizmeli, Menderes Demokrasi Yıldızı, Arkadaş Yay. 2.Baskı, s.49,Kadir Koçdemir,
Milli Devlet ve Küreselleşme, Ötüken Yay, İstanbul,2004,s.250
11
Ramazan Özey, “Ortadoğu Neresidir? Ortadoğu Neden Önemlidir?”, www.ramazanozey.net
,16.05.2007, Aptülahat Akşin,a.g.e,s.8
8
Ortadoğu planları için adeta bir üs kurması iken, bizim açımızdan ise Amerika
ile ortak aldığımız her kararda Ortadoğu devletlerinin tepkisini çekmemize
sebep olmuştur.
II.
Dünya
Savaşı
sırasında
Türkiye
tarafsızlık
politikasını
benimsemiştir. Kurduğu ittifaklara, baskı ve zorluklara rağmen bu tutumunu
muhafaza etmiştir. Bu şekilde Türkiye, Almanların Ortadoğu’ya inmesini ve
Sovyetleri, Kafkaslardan da baskı altına almasını önlemişse de savaş
sonrasında Sovyetler birliğinin toprak talepleri ile karşımıza çıkması, Savaşın
son haftalarında Türkiye’nin, San Fransisko Konferansı’na* Birleşmiş Milletler
kurucu üyesi olarak katılabilmek için Almanya’ya savaş ilan etmesine sebep
olmuştur.
Türkiye’nin, Batı dünyası yanında yer alması, Batı paralelinde politika
sergilemesi sadece II. Dünya savaşı sonrası Sovyet istekleri karşısında bir
destek aranması sonucu ortaya çıkmış değildir. Bunun ötesinde tarihsel ve
ileriye dönük kültürel nedenler de bulunmaktadır; Türkiye Cumhuriyeti,
Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğmuştur. Dış politikamız açısından
da İmparatorluk dönemi ve Cumhuriyet Dönemi arasında çok büyük bir fark
vardır diyemeyiz. Çünkü Batılılaşma, Cumhuriyet Dönemi’nin değil Osmanlı
Devleti’nin de III. Selim’den itibaren dış politikasının ana eksenidir.12 Soğuk
Savaş Dönemi de var olan bu tarihsel yönelişi kolaylaştırmıştır.
19.Yüzyıldan itibaren devam eden çağdaşlaşma çabaları için daima
batı örnek alınmıştır. Bu durum Emperyalist Batı tarafından kendi yararlarına
uygun
olarak
kullanılmıştır.
Elbette
Savaş
sonrası
Sovyet
istekleri
savunmamızda Amerika’nın desteğini arttırmıştır. Truman Doktrini ve
Marshall yardımı ile başlayan desteklerin doğal sonucu da dış politikamızın
Amerika ile paralel olması olmuştur.13 Esasında Türk- Amerikan ilişkileri
XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, 1783’te yapılan Versailles Anlaşması ile
*
San Fransisco Konferansı: Resmi adı “Milletler Arası Teşkilat Hakkında Birleşmiş Milletler
Konferansı” olan anlaşma hakkında ayrıntılı bilgi için bknz: Mehmet Gönlübol, Milletlerarası Siyasi
Teşkilatlanma, Sevinç Matbaası, 3. Basım, Ankara, 1975,s.176
12
Gökhan Koçer, “Türk Dış Politikasında Din Unsuru”, Akademik Orta Doğu Dergisi, C.I,
S.I,2006,Eylül, s.131–155
13
Esat Çam, “Dış Politikamızda Seçenek Değerlendirmesi”,İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Mecmuası, C.36,S.1–4,Ekim 1976-Eylül 1977, s.183–197
9
ortaya çıkan Amerika Birleşik Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkması ile
başlamıştır.
Bu
dönemde
Osmanlı
Devleti
gerileme
devrine
girmiş
bulunuyordu ve topraklarında pek çok Batılı devletin sömürgeci niyetleri için
yürüttüğü faaliyetlerle mücadele ediyordu. 1874’de Osmanlı Devleti ile bir
Dostluk anlaşması imzalayan Amerika İle Osmanlı Devleti arasında bundan
sonra
yoğun
ticari
ilişkiler
de
başlamış,
çeşitli
ticaret
anlaşmaları
imzalanmıştır. Ancak henüz Amerika otuz yıllık bir devletken dahi diğer Batılı
devletler gibi Anadolu’da misyoner faaliyetlere giriştiği görülmektedir.14 Bu
nokta
özellikle
II.
Dünya
savaşından
sonra
yoğunlaşan
Amerikan
yardımlarının asıl sebebini anlamamızı sağlamaktadır.
Türkiye, Atatürk’ten sonra dış politikada hareketsizlik disiplininin hâkim
olduğu, tam anlamıyla kendi kabuğuna çekilmiş bir dış politikaya sahip
olmuştur. Bu tutum tarihi fırsatların değerlendirilememesine, ikinci dünya
savaşından sonra sınırların belirlenmesinde, On İki adanın İtalyanlardan
alınıp Yunanistan’a devrinde söz sahibi olunmamasına kadar pek çok
meselede kendini göstermiştir. Ancak problemlerin dışında kalmak için
gösterilen dikkate rağmen savaşın ardından Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den
Kars ve Ardahan ile boğazlar üzerinde de kontrol hakkı istemesine karşın
Türkiye o dönemde yalnız olmasına rağmen onurlu bir şekilde direnmiştir.
Türkiye coğrafi konumu itibari ile Rusların önünde doğal bir engel
vazifesi görürken Boğazlardaki otoritesiyle de Rusların Akdeniz’e “sıcak
sulara” inmesine tarih boyunca engel olmuştur.15
Sovyetlerin talepleriyle birlikte Yunanistan’ın da tehdit altına alınması
ve Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inme emellerinin ortaya konması, Amerika
Birleşik Devletleri’ni harekete geçirmiş ve 1947 yılında kabul edilen Truman
doktrini ile Türkiye ve Yunanistan’ın toprak bütünlüğü garanti altına alınmıştır.
Truman Doktrini Türk dış politikasında bir dönüm noktasıdır. Türkiye
bundan sonra batı ile iş birliğini dış politikasının temel hedefi yapacaktır.16
14
Fuat Köprülü, “Tarihte Türk Amerikan Münasebetleri”,Belleten, C.51,S.200,Y.1987,s.929–947
Güler Yavuz, “ II.Dünya Savaşı Sonrası Türk-Amerikan İlişkileri(1945-1950)” , Gazi
Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, Cilt 5, Sayı 2, (2004), 209-224
16
Kamuran İnan, Dış Politika, Timaş yay. İstanbul 1998,s.55–56
15
10
Truman doktrini aynı zamanda Türkiye’nin emniyet ve istiklalinin Amerika için
de önemli olduğu dünyaya ilan edilmiştir.17
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde olduğu gibi Cumhuriyetin de ilk
yıllarında yabancı sermayeye sıcak bakılmıştı. Ancak 1946’dan sonra tüm
sorunların çözümü buna bağlıymış gibi değerlendirilip ekonomik politikalarda
da Amerika’nın tüm dayatmaları kabul edilmiştir.18 Truman doktrinin ardından
ikinci adım olan Marshall planına da dahil edilen Türkiye ile Amerika arasında
artık aktif iş birliği süreci de başlamıştır.
Zira Amerika için komünizm
tehlikesinin durdurulması gibi, Ortadoğu bölgesinin ve bu bölgede ki
petrollerin nakil yollarının da emniyet altına alınması zaruri görülmekte idi.19
Türkiye bu dönemde batı ile iş birliği yapmak ve kuruluşlar içinde yer almak
için demokratik sisteme geçme lüzumunu görmüş ve kabul etmiştir.
II. Dünya Savaşından sonra beliren Sovyet tehdidine karşın, Batı ile
sıkı ilişkiler kurma çareleri arayan İnönü yönetimi, Batı kamuoyunda o
dönemde tek parti yönetimine duyulan antipatiyi de göz önünde tutarak çok
partili hayata yönelmiştir. Bu da devlet hayatında önemli bir dönüm noktası
olmuştur.20
Blokların şekillendiği, Soğuk Savaşın başladığı, geri kalmış ülkelerin
baş kaldırdığı, yeni dünya düzeninin temellerinin atıldığı, savaş sonrası
ortamı, tüm ülkeler gibi Türkiye de merak ve endişe içerisinde izlemiştir.
İzlemekle de kalmamış, İsmet İnönü önderliğinde ülkenin yönetici seçkinleri
de bu yeni düzene uymaya çalışmıştır. Buldukları iki çare vardı; bir yandan
emperyalist güçlere yanaşmak, öte yandan memleket içinde biçimsel bir
demokrasi düzeni kurmak.21 Bunun için “Milli Şef” İsmet İnönü, İkinci Dünya
Savaşının sonuna doğru aniden demokrasiye geçme kararını vermiştir.22
Nitekim bu sıralar uluslararası platformda Türkiye’yi temsilen yapılan bazı
17
Ayın Tarihi, I.Kabine Toplantısı, 22 Mayıs 1950
H.Bayram Kaçmazoğlu, Demokrat Parti Dönemi Toplumsal Tartışmaları, Birey Yayıncılık,
Kasım 1998,s.198–200
19
Aptülahat Akşin,.a.g.e, s.9-11
20
Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, s.20-24, İmge Kitapevi, Ankara 1998,Doğan
Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, Bilgi Yayınevi, 6.basım, Aralık 1973,C.II,s.351
21
y.a.g.e. , s.24
22
Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar (1923–2005) , Umay Yay. 2005 İzmir,
www.1001Kitap.com, 22.11.2007
18
11
konuşmalarda, verilen demeçlerde Türkiye’nin demokrasi yoluna girmek
niyetinde olduğu belirtilirken, içte de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs
1945 yılında resmi bayram sebebiyle yayınladığı mesajda Türkiye’nin siyasi
hayatında demokrasiye git gide daha fazla yer verileceğini müjdeliyordu.
Ülkenin dünya şartlarına uyum sağlamak için girdiği bu demokrasi ortamında
muhalif sesler daha güvenli yükselmeye başlamıştır.
7 Ocak 1946 da Celal Bayar liderliğinde kurulan Demokrat Parti 14
Mayıs 1950 yılında yapılan seçimler sonucunda iktidara gelmiştir. Türkiye’de
iktidar ilk kez serbest seçimle el değiştirmişti.23
Batı tarzı demokratik sistem 1950 yılında kurulmuş; Ancak bu sistemin
geleceği savaş süresince ihmal edilmiş olan sanayinin ve ekonominin
geliştirilmesine bağlı olmuştur. Demokrat Parti yöneticileri de çok partili
sistemin gereği gibi işleyebilmesi için sağlam bir ekonomik temele
dayandırılması gerektiğinin farkındaydılar. Dahası artık siyasi partiler iktidara
gelebilmek için seçmenine bazı sözler vermeli, iktidara gelmek için bazı
programlar yapmalı ve yeniden seçilebilmek için artan umutlar karşısında
yüksek yaşam standardı sözlerini tutmalıydılar. Ancak ülkenin ekonomik
durumu, bu tür isteklerin yabancı devletlerin kredileriyle ve uluslararası
yardımlarla karşılanabileceğini ortaya koyuyordu. O dönemde bu yardım
ancak batıdan gelebilirdi.
Savaş süresince, dünyada savaşan diğer devletlere silah satarak
ekonomisini büyütmüş olan ve artık Ortadoğu’da etkin rol oynamak isteyen
Amerika, bu yardımların talep edilmesi için en uygun devlet olarak
görülmüştür.24 Zaten Amerika, Ortadoğu’da İngilizlerin yerini doldurma
siyasetine başladığı andan itibaren bu bölgedeki devletleri ilk olarak
ekonomik yardımlarla kendisine bağımlı hale getirme politikasına girişmiştir.
Bu durum Demokrat Parti’nin Amerika ile ilişkilerini yakınlaştırırken, tüm
politikalarını da onun paralelinde yürütmesine sebep olmuştur. Hatta zaman
içerisinde bu politikalar Demokrat parti’nin dış politika felsefesi halini almıştır.
23
Mahmut Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları , İstanbul Matbaası,1977,s.33
Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitapevi 2.Baskı, Yayına Hazırlayan: Melek Fırat
s.230-231
24
12
1954 Yılına gelindiğinde Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü mecliste
yaptığı konuşmada “Bugün, Birleşik Amerika ile ittifakımız ve işbirliğimiz,
siyasetimizin temel prensiplerinden biri olmuştur ve olmaya da devam
edecektir.25” Sözleriyle iddia ettiğimiz gibi, Amerika paraleli politikaların,
DP’nin dış politika felsefesi haline geldiğini ispatlamıştır. Ancak bu durum
diğer taraftan Türkiye’nin, özellikle Ortadoğu Devletleri ile zaten uzak olan
ilişkilerini iyice uzaklaştırmıştır. Zira bu tarihe kadar, Türkiye’nin Ortadoğu
politikası için “kendi haline bırakma” tabiri kullanılabilir. Atatürk döneminden
itibaren özellikle Araplara karşı görülen bu ilgisizliğin sebebi öncelikle I.Dünya
Savaşı sırasında Arapların bize karşı emperyalist devletlerle işbirliği
yapmasının henüz hafızalardan silinmemiş olması ve bu anıların etkisi ile ne
düşmanlık gösteren ne de dostluk arayan bir politikaya dönmüştü. Atatürk’ün
ölümünden sonra İsmet İnönü de bu politikada bir değişiklik yapmamıştı.26
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya
çıkan Sovyet tehdidi, Türkiye’yi önce Batı ile olan ilişkilerinde yakınlaşmaya
yöneltmiştir. Bu dönemde Amerika da geleneksel “yalnızcılık” politikasını
bırakarak, Sovyet yayılmasını önlemek için harekete geçmiştir. Başlangıçta
dünya barışını korumaya yönelik görünen bu Amerikan Politikasının zamanla
Amerika’nın kendi çıkarlarını koruyarak, dünya hâkimiyetine doğru yönelişinin
ilk adımları olduğu görülecektir.
Amerika’nın
Ortadoğu
politikasında
görülen
değişiklik
başkan
Truman’ın 5 Nisan 1946 da yaptığı bir konuşmada açıkça anlaşılmaktadır:
“yakın ve Ortadoğu’ya bir göz attığımızda buranın çok kritik bir bölge
olduğunu görüyoruz. Bu bölgede zengin doğal kaynaklar bulunmaktadır, en
hareketli kara, deniz ve hava yolları bu bölgeden geçmektedir. Tüm bu
nedenlerden dolayı bu bölge büyük ekonomik ve stratejik öneme sahiptir.”
1947 yılı başlarında İngiltere’nin Türkiye ve Yunanistan’a yaptığı yardımları
keseceğini ve Yunanistan’daki askerlerini geri çekeceğini Amerika’ya
bildirmesi üzerine Amerika Cumhurbaşkanının dış politika danışmanı olan
George F. Kenan, 1947 Baharında yaptığı öneride Yakın ve Ortadoğu’da
25
26
Ayın Tarihi, 20 Şubat 1954
Mahmut Dikerdem, a.g.e. , s.10 – 13
13
İngiltere’nin çekilmesi ile doğacak olan Boşluğu doldurmayı, böylece
İngiltere’nin sorumluluğunu almayı teklif etmişti.
II. Dünya Savaşı’nın Bitiminden Truman Doktrini’ne kadar Türkiye
Sovyetlerin toprak taleplerine tek başına göğüs germek zorunda kalmıştı.
Truman Doktrini Türkiye’nin güvenliğini sağlamak amacında olmasa da
doktrinin
birinci
amacı
dünyanın
neresinde
olursa
olsun,
Sovyet
yayılmacılığını önlemek ve Amerikan siyasi ve ekonomik anlayış biçimini
yaymaktır. Bu noktada Türkiye’nin askeri ve siyasi açıdan desteklenmesinin
Sovyet tehdidini Ortadoğu’dan uzak tutma amacı olduğu söylenebilir.27
Türkiye’nin Yakın ve Ortadoğu ülkelerine yönelik siyaseti, İkinci Dünya
Savaşı’nın hemen sonrasında farklı eğilimlerin ilk işaretlerini vermesine
rağmen asıl aktif değişim 14 Mayıs 1950 serbest seçimlerini kazanan Adnan
Menderes’in önderliğindeki Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra
gerçekleşmiştir. Zira batının yakın ve Ortadoğu’daki çıkarları, Menderes
Hükümeti tarafından kendi çıkarlarıyla ortak algılanmış ve Menderes
Hükümeti dış politika kararlarında batı dünyasının aktif bir üyesi rolünü
üstlenmiştir.
Menderes Hükümeti’nin dış politikasına görünürde yön veren temelleri
üç noktada özetlersek, bunlar;
1.Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarın korunması
2.Arap ülkeleri ve İsrail arasındaki anlaşmazlığın tatmin edici bir çözüme
ulaşması.
3.Komünizme karşı etkili bir güvenlik sisteminin oluşturulması;28
Ancak
bizim
kanaatimiz
ve
tezimizde
savunduğumuz
düşünce
Menderes Hükümeti’nin bu üç noktayı temel felsefe haline getirmesinin
altındaki sebeptir ki bu sebep, Batı desteğine sahip olmaktır. Başka bir ifade
ile Demokrat Parti Döneminde, belirttiğimiz üç nokta dış politikamızın amacı
olması gerekirken Batı desteği sağlayabilmek için araç olmuştur.
27
28
Bağcı Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, ODTÜ Yay. , Ankara 2001,s.3-6
Faruk Sönmezoğlu, y a.g.e, s.172–175
14
BİRİNCİ BÖLÜM
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DEĞİŞEN DENGELER VE GENEL
DURUM
1.1. YALTA VE POTSDAM KONFERANSLARI
Yalta Konferansı (4 –11 Şubat 1945): Yalta Konferansı, müttefiklerin
zaferi kazanacağının belli olmaya, yani savaşın sonunun görünmeye
başladığı
dönemde,
gelecekteki
barışın
esaslarını
saptamak
üzere
Roosevelt, Churchill ve Stalin arasında yapılmıştır.
Müttefiklerin
Almanya'yı
işgali
harekâtının
sürdüğü
sıralarda,
Almanya'nın tesliminden önce yapılan ve 4 Şubat 1945'te çalışmalarına
başlayan bu son konferansta, önce cephelerdeki durum incelenmiş ve
Almanya'ya karşı yapılan savaşın son aşamasındaki ortak harekât hakkında
düşünce birliğine varılmıştır. Ancak, savaşta ortak düşmana karşı birlikte
hareket eden Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Sovyetler Birliği, bu
noktadan itibaren, birbirlerinden farklı isteklerde bulunmaya başlamıştır.
Farklı isteklerle Yalta'da bir araya gelen "Üç Büyüklerin” liderleri yani,
Roosevelt, Churchill ve Stalin arasındaki görüşmeler, 11 Şubat 1945 tarihine
kadar sürmüş ve "Yalta Kararları"nın alınmasıyla son bulmuştur.
Yatla Konferansı Kararları’na göre, üç lider, Yalta Konferansı'nda
Almanya'yı kayıtsız şartsız teslim olmaya zorlamak için ortak askeri harekâtın
sürdürülmesini, yapılan plana göre her üç devletin silahlı kuvvetlerinin
Almanya'nın birer bölgesini işgal etmesini, merkezi Berlin olmak üzere her üç
devletin komutanlarından oluşacak bir "Merkez Kontrol Komisyonu"nun
kurulmasını kararlaştırmıştır. Ayrıca Fransa’ya da işgal etmek üzere bir
bölgenin verilmesini, Alman militarizmi ile Nazizmini yok etmeyi ve
Almanya'nın, bir daha dünya barışını bozamayacak duruma getirilmesini,
Almanya'nın savaş tazminatı ödemesini karara bağlayıp 25 Nisan 1945'te
San Francisco’da Birleşmiş Milletlerin kurulması amacıyla bir konferansın
15
toplanmasını ve konferansa Mihver Devletler’e savaş açmış olan ülkelerin
alınmasını kararlaştırmışlardı.29
Yalta Konferansı’nın Türkiye açısından önemi de bu noktada ortaya
çıkmıştır. 20 Şubatta İngiliz büyükelçi Peterson, Dış işleri bakanı Hasan
Saka’ya, Türkiye’nin San Francisco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler
Kurucular Toplantısına katılabilmesi için, en geç mart ayına kadar Almanya
ve Japonya’ya savaş ilan etmesi gerektiğini bildirmiştir. Bu bildiri üzerine 23
Şubat 1945 de Türkiye her iki ülkeye de savaş ilan etmiştir.
Yalta Konferansı’ndan hemen sonra. Sovyetler Birliği 15 Mart 1945’de
Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktını, yeni şartlara uymadığı için feshetmiştir.
Almanya’nın yenilmesi, Avrupa dengesinde meydana gelen boşluktan
yararlanan Sovyetler Birliği, Türkiye’ye karşı emperyalist emellerine dair
isteklerine Potsdam Konferansı’nda Boğazlar konusunda devam etmiştir.30
Birleşik Amerika, İngiltere, Sovyetler Birliği ile savaş sonrası durumu
değerlendirmek ve işbirliği yapmak için 17 Temmuz 2 Agustus 1945 tarihinde
toplanan Postdam Konferansı’nda31 Boğazlar konusundaki Sovyet istekleri
Stalin tarafından dile getirilmiştir. Sovyetlerin Türk Boğazlarında üs istemek
konusundaki ısrarları, tarafların görüşlerini birleştirmek konusunda başarılı
olamamış, bu noktada iki önemli durum ortaya çıkmıştır. Bunlar: Amerika ve
İngiltere’nin, Montreux Rejimi’nin değişimine karşı olmadıkları, Amerika’nın
boğazlar konusunda söz sahibi olmak istediğidir.32 Zira konferans sırasında
Sovyetlerin sunduğu öneri mektubunda, Montreux Sözleşmesi’nin şimdiki
şartlara uymadığı için ortadan kaldırılması, Boğazlar Rejimi’nin, Boğazlarla
ilgili devletler olarak Türkiye ve Sovyetler Birliği’ne ait olması istenmişti.
Sovyetlere göre Karadeniz’de barışın korunması için Boğazların başka
devletler tarafından düşmanca amaçlar için kullanılması bu yöntem ile
çözülecekti. Ancak bu talepler İngiltere ve Amerika tarafından kabul edilemez
bulunmuştu. Keza Türkiye’de Sovyetlerin bu taleplerini kesin bir dille
29
http://www.textara.com/siyasi_tarih_kongre_somurge_seferi_ulke?page=0%2C4 , 26.02.2008
Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1977, s. 252–253
31
Mehmet Gönlübol, Haluk Ülman ve Diğerleri, Olaylarla Türk Dış Politikası( 1919–1973 ),
Ankara, 1982, 5.Baskı, s. 205
32
Nevin Ateş , “ Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası ve Hükümet Programları” İktisat Dergisi,
Mayıs-Haziran, 1996, s.71–75
30
16
reddetmiştir.
Potsdam
konferansı
bu
talepler
üzerine
bir
sonuca
varılamadığından tıkanma noktasına geldiği için bu konu dış işleri bakanları
konseyine havale edilmiştir.
Konferans sonunda kabul edilen protokolde boğazlarla ilgili olarak üç
hükümette, Montreux’de imzalanmış sözleşmenin değişmesi gereğini kabul
etmiştir.
Bu
gelişmeler
Soğuk
Savaş
Döneminin
de
ilk
adımlarını
oluşturmuştur.33
Potsdam konferansı 2 Ağustos günü sona erdikten sonra, Sovyetlerin
toprak taleplerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1945 günü Türkiye
Büyük Millet Meclisi‘nde yaptığı konuşmasında şu cevabı verir: “Türk
topraklarından ve haklarından kimseye verilecek bir borcumuz yoktur…” Bu
konuşmadan birkaç ay sonra 5 Nisan 1945 günü Türk Büyükelçisi Münir
Ertegün’ün naşının Missouri zırhlısı ile İstanbul’a gönderilmesi, Amerika
tarafından Sovyetlere verilen bir mesaj niteliği taşımaktaydı. Amerika bu
şekilde her hangi bir durumda Türkiye’nin yanında yer alacağını belirtmiş
oluyordu.34
Özellikle II. Dünya Savaşı ardından Komünizm tehdit ve tehlikesine
karşı Ortadoğu’yu, Akdeniz’i savunma görevini kendi çıkarları doğrultusunda
şart gören bir Amerika’nın Türk devleti’nin ortaklığına olduğu gibi güvende
olmasına da ihtiyacı vardı. Bu sebeple Amerika Missouri zırhlısı ile verdiği
mesajı savaş sonrası stratejilerinde uygulamaya geçmiştir.
1. 2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI AMERİKA’NIN DEĞİŞEN TUTUMU
Dünyada 1945 yılında, artık koşulları ve durumları değişmiş büyük
güçler vardır. Bu güçler savaştan galip çıkmalarına rağmen büyük kayıplar da
vermişlerdi. Savaş sonrası dünyadaki güç dengelerinin durumlarını kısaca
değerlendirdiğimizde bu kayıpların etkisi daha net görülecektir;Sovyetler
33
A.Suat Bilge, Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri 1920–1964 Güç Komşuluk, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, 1992, s.259–265
34
Hikmet Erdoğdu, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve Nato İttifakı, IQ Kültür Sanat
Yayınları, s. 36
17
Birliği savaştan sonra ilk hedef olarak kapitalizmin etkilerinden korunarak
savaşta aldığı tahribatı giderme yoluna gitmiştir. Batı Avrupa’da özellikle
İtalyan ve Alman Kapitalizmi, Faşizmin genişleme çabalarından yenik ve
paramparça çıkarken, II. Dünya Savaşı öncesi dönemin bir numaralı
emperyalist ülkesi İngiltere de savaş kayıpları ve sosyal yıkımlar sonucunda
eski gücüne dönemeyecek ölçüde yıpranmıştır. Bunun doğal sonucu olarak
savaşın yaralarını sarması gereken İngiltere özellikle Ortadoğu’da sahip
olduğu sömürgelerinden vazgeçerek, sömürge pazarlarından yavaş yavaş
çekilmiştir.35
II. Dünya savaşı ertesi dünyada durum adeta dumanı hala tüten bir
yangın yeri görünümündeyken savaştan zinde ve rakipsiz çıkan tek güç
Amerika’dır. Bu döneme kadar içine kapanık dünyayı kendi içinde daha çok
ekonomik değerleri ile takip eden Amerika, özellikle İngilizlerin Orta Doğu’da
bıraktıkları boşluğu doldurmak için kabuğundan çıkmıştır.
Amerikan dış politikası bu döneme kadar gelen süreçte hep ekonomik
ve ticari faktörler ile şekillenmiştir. 1945’den itibaren bu politikaya yeni bir
boyut daha eklenerek siyasal faktörlerin de bundan sonra Amerikan
politikasına etki edeceği görülmüştür.
Sovyetler ile birlikte komünizm tehlikesinin Avrupa, Asya özellikle Orta
Doğu’ya yayılma tehdidi, Amerika için kabul edilemezdi. Türkiye’nin
komünizm tehdidine karşı Sovyetlerin önünde bir set oluşturan coğrafi ve
kültürel yapısı Amerikan dış politikasının bu yapısal dönüşüm ve değişiminde
Türkiye’nin güvenlik faktörü ile çakışır bir durum yaratmış ve Amerika ile
Türkiye arasında gerek komünizm tehdidi gerekse Ortadoğu güvenliği için bir
çıkar ortaklığı meydana getirmiştir.36
Zaman içerisinde Sovyet tehditleri ortadan kalksa bile Türk Amerikan
ilişkileri bu dönemde kurulan bağlar ve ittifaklar ile birlikte şekillenecektir. Bu
durum
35
zaman
zaman
Türk
Dış
Politikasının
hareket
serbestliğini
y.a.g.e. s. 28–29
Fahir Armaoğlu, “Yarım Yüzyılın Türk Amerikan İlişkileri 1947–1997”, Çağdaş Türk Diplomasisi
200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 422
36
18
kısıtlanmasına yol açmıştır. Bu noktada kamuoyu baskıları ve eleştirileri
Sovyet tehdidinin büyüklüğü hatırlatılarak kırılmıştır. 37
Kısaca II. Dünya savaşı sonuna kadar özellikle savaş ekonomisini
elinde tutarak savaştan en güçlü devlet olarak çıkan Amerika para ve güç
dengesini artık bizzat kontrole girişmiştir. Bu noktada yenidünya düzeninde
rakibi olabilecek ve tehlike oluşturacak olan Sovyet tehdidini de bölge
devletler ile özellikle Türkiye, Yunanistan gibi, Sovyetlerin Ortadoğu ve
Akdeniz’de önünü kesebilecek devletlerle stratejik ortaklıklar kurarak dünya’yı
bu bölgeden yönetme politikalarına yönelmiştir.
1.2.1. Truman Doktrini
Sovyet Rusya’nın Boğazlar üzerindeki isteği ve baskısının devamı
Türkiye bakımından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlardan en
önemlisi ordusunu hala savaş sırasındaki mevcudunda tutmak zorunda
olması idi. İktisadi gücü yeterli olmayan Türkiye için bu durum karşısında tek
çıkar yol dış yardım aramak olmuştur.
Batı dünyası, Ortadoğu ve Akdeniz’in savunması için çok önemli bir
yerde bulunan Türkiye ve Yunanistan’ı genişleme emellerine açıkça ortaya
koyan Sovyet Rusya karşısında yalnız bırakmamıştır. Ebetteki devletlerarası
ilişkilerde tarihin her döneminde ilk önce menfaatlerin söz konusu olması
Amerika’nın da kendi menfaatleri gereği bu iki ülkeye yardım etme kararını
almasına sebep olmuştur.
Başkan Truman, kendi adıyla anılan bir mesajı 12 Mart 1947 Mecliste
okumuştur38. “Amerikan siyasetinin, kendilerini boyunduruk altına almak için
silâhlı azınlıklar tarafından sarf edilen gayretlere ve haricî tazyiklere
mukavemet eden hür milletleri desteklemek olduğu kanaatindeyim.” Diyen
Başkan Truman, Yunanistan'a ve Türkiye'ye iktisadi yardım için kongreden
37
y.a.g.m, s.425
Oral Sander, Siyasi Tarih I. Dünya Savaşi’nin Sonundan 1980’e kadar, Ankara, Imge Kitapevi,
1989 s. 207
38
19
400 milyon dolar istemiştir. Truman, aynı zamanda, kongreden Yunanistan
ve Türkiye'ye, bu memleketlerin talebi üzerine, sivil ve askerî personel
göndermek müsaadesini istemiş ve eğer yeniden para ve yetki gerekirse,
kongreyi durumdan haberdar etmek hususunda tereddüt etmeyeceğini
açıklamıştır. Truman sözlerine şöyle devam etmiştir: “Eğer Yunanistan silâhlı
bir azınlığın kontrolü altına düşecek olursa, bu halin Yunanistan'ın komşusu
olan Türkiye üzerinde ciddi ve anî tesirleri olacaktır. Bu takdirde, karışıklık ve
düzensizlik bütün Orta Şarka yayılabilir.
Truman’ın bu sözleri, Vakit Gazetesi yazarlarından Asım Us’un
Amerika ve Sovyetlerin neden Türkiye’ye yöneldiklerini anlattığı makalesinde
açıkça ifade edilmiştir. Bu sebeple bu makaleyi buraya aktarmayı uygun
buldum:
Truman, Amerika Yunanistan'a ve Türkiye'ye yardımda bulunduğu
takdirde bunun uyandıracak olduğu geniş akisleri Müdrik bulunduğunu
söylemiş ve Sovyet Rusya'yı zikretmemekle beraber totaliter 'rejimlerin,
doğrudan doğruya veya bilvasıta, milletlerarası sulhun temellerini ve
binaenaleyh Amerika'nın güvenliğini baltalamakta olduklarını belirtmiştir...
Biz, tehlikenin yanı başında ve içinde yaşayan ve tehlikeyi vücuda getiren
emperyalist Rus Bolşeviklerini asırlardan beri birikmiş tecrübelerimizle
tanıyan Türkler temin edebilir ki dünya bir üçüncü cihan harbine doğru hızlı
adımlarla yürüyordu… Hiç bir gurura kapılmadan, hiç bir mükâfat davasına
kalkınmadan diyebiliriz ki, Bolşeviklik Yakın Şarkta şimdiye kadar bir yıkım
yapamamışsa, bunun en birinci sebebi Türk mukavemetidir.
Türkiye'nin iyi görüşü, Türk Milletinin sabır ve metaneti, vatanseverliği
ve anlayışı ve Türk Hükümetinin çelik iradesi olmasaydı bu gün Bolşevikler
Akdeniz’de, Suriye’de,
Filistin’de, Bağdat ve Belgrad’da idiler.
İki senedir Moskova Radyosunun mütemadi tahrikleri karşısında
başka bir milletin sinirlerinin bu kadar dayanabileceğine hiç ihtimal vermeyiz.
Fakat ne Türk Milleti sarsıldı, ne Türk Hükümeti.
Hudutlarımızdan içeri sokulan komünist ajanlarının faaliyetlerini biz
biliriz ve bunlara tamamen açığa vurmakta bir fayda görmeyiz. Millet Meclisi
20
kürsüsünden ilân edilen vesikalar Türkiye’de yeraltı Bolşevik tahriklerinin
üzerindeki perdenin ancak bir ucunu bir az açmıştır.
İkinci Cihan Harbinde Almanların ilerleyişi karşısında Türk Kalesi ne
hizmet ifa etmişse, resmî harb bittikten sonra başlayan gayri resmî Bolşevik
taarruzu karşısında da Türk milleti medeniyet dünyasına aynı hizmeti
yapmıştır. Fakat bu ne zamana kadar devam edebilirdi?
Moskoflar azacık ihtiyatsızlık edip de fiilî bir taarruza kalkmış olsalardı
bu topraklarda harb resmen başlamış olacaktı. Burada başlayacak bir harbe
Birleşik Amerikanın uzaktan seyirci kalması aklından geçebilir miydi? Onun
için, bilerek söylüyoruz ki Amerika içtinabı kabil bir harbi tahrik etmek
ihtiyatsızlığını yapmış değil, zarurî bir şekil almağa başlayan harbi durdurabilecek yegâne tedbiri bulmuştur.
Medeniyetin, tekniğin, tarihin gelişmesidir ki Birleşik Amerika’yı
Okyanuslar ortasındaki inzivasından çıkarmıştır. Roosevelt-'i, Truman'ı ve
başkanın son tedbirine müzaheret gösterenleri mesuliyet almağa sevk eden
şey realitedir. Avrupa’da, harb neticesinde, bir Rus devi vücut bulmuştur ki
Almanya’nın yıkılması neticesinde hâsıl olan boşluğu doldurmak iddiasına
kalkmıştı. Ne imza ve anlaşma tanıyor, ne İngiliz ve Amerikan protesto
notalarına
cevap
vermeğe
tenezzül
ediyordu.
Sadece
istilâ
ettiği
memleketlerde Komünizmi tesis etmek ve kuvvetlendirmekle meşgul oluyor,
bir taraftan da silâhlanıyordu. O durdurulmazsa Amerika mahvolacaktı, işte
Truman'ın yaptığı, yapmağa mecbur olduğu şey budur. Bugün işte o harbin
arifesine gelmiş bulunuyorduk. Birleşik Amerika Kongresindeki ifadeler Yakın
Şarkın maruz olduğu tehlikenin ne kadar ciddî ve aciz olduğunda şüphe
bırakmıyor. Hakikati görmek ve söylemek cesareti artık doğmuştur. Bolşevik
tedhişi ağızları artık kilitlemiyor. Hakikat budur. Amerika nihayet zarını
atmıştır, kozunu oynamıştır. Bolşeviklik garp medeniyetinin çelik duvarına
başını çarpmıştır. Demokrasiler için tehlike boş bulunmakta, gafil avlanmakta
idi. Bolşevikler bu muvaffakiyet imkânından artık mahrumdurlar. Medeniyet
21
dünyası rahat bir nefes alabilir ve bir tufan gibi garbı tehdit eden Bolşevik
dalgasının yavaş yavaş söndüğünü seyredebilir.”.39
II.
Dünya
Savaşı’nın
ardından
Amerika,
Ortadoğu’da
farklı
dönemlerde belirgin ve sistemli politikalar benimsemiş ve uygulamaya
başlamıştır. Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesi, Truman Doktrini ile
başlamıştır. Başkan Truman, bu doktrinle birlikte bölgedeki Sovyet
yayılmasını önlemek için Çevreleme Politikası’nı başlatmış ve böylelikle
Ortadoğu Bölgesi’nde, İngiltere politikasının yerini Amerikan politikası
almıştır. Bu çevrelemeyi yapmak için Amerika, bölgedeki ülkelerle ilişkiler
geliştirmiş ve Sovyetler Birliği’nin yayılmasına karşı bölgenin savunulması
için olağanüstü önem taşıyan güney kanadı ülkelerine askeri, teknik ve mali
yardımlarda bulunmuştur.40
12 Temmuz 1947’de Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında,
Türkiye’ye yapılacak yardımla ilgili bir anlaşma imzalanmıştır. Truman
Doktrini, bir yandan yeryüzünün iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-Amerikan
mücadelesinin
başladığını
ilan
edip,
Soğuk
Savaşın
ilk
adımlarını
oluştururken, öte yandan Doğu Avrupa ve Balkanlardaki bölünmeyi de çok
daha kesin çizgileriyle ortaya koymuştur.41
Başkan Truman’ın konuşmasındaki “Bolşeviklik Yakın Şarkta şimdiye
kadar bir yıkım yapamamışsa, bunun en birinci sebebi Türk mukavemetidir. “
sözleri de bu yardımın neden yapıldığı noktasında en net ifadedir.
Truman Doktrini ile Türkiye’ye 100 milyon dolar yardım yapılmıştır. Bu
miktarın 5 milyon doları savunma için önem arz eden yol yapım çalışmalarına
ayrılmıştır. 14 milyon 750 bin doları donanma için malzeme ve teknik destek
sağlanmasında kullanılmıştır. 26 milyon dolar hava kuvvetleri için, 48 milyon
dolar kara kuvvetleri için, 5 milyon dolar da tersaneler için kullanılmıştır.42
Elbette bu yardımda neyin nereye harcanacağının kontrolü Amerika’daydı ki
39
Asım Us, “Roosvelt ve Çörçil'in hatalarından” Vakit Gazetesi, 29 Mart 1947
Gamze Güngörmüş Kona, http://gamzegungormuskona.blogspot.com/2007/08/yeni-ortadou.html, 04.03.2008
41
Oral Sonder, a.g.e., s. 207
42
Turgay Merih, Soğuk Savaş ve Türkiye 1945–1960, Ebabil Yayınları, Ankara 2006,s.100-112
40
22
bu şekilde yardım sağlarken, devletlerin ekonomi ve siyasetlerinde de kontrol
sağlayabilsinler.
Truman doktrini, Türk Dış Politikasında büyük değişikliklere yol
açmıştır. Türkiye bundan sonra bütün dış politika felsefesini Batıya sıkı sıkıya
bağlanma felsefesine dayandırmış, Bu sebeple de Batı tarafından kurulan
hemen bütün askeri, ekonomik ve siyasal kuruluşlara katılmayı amaç
edinmiştir.
Truman Doktrini’nin Türk Dış Politikası üzerindeki etkisi somut olarak
Türkiye’nin Filistin sorunundaki tutumunda görülmüştür. Truman doktrinine
kadar Arap Devletleri’nin politikalarını destekleyen Türkiye’nin politikalarında
değişiklikler görülmeye başlar.43
Truman Doktrini’ne kadar Arap Ülkelerin özellikle Filistin konusundaki
siyasetini destekleyen Türkiye, Amerika’dan yardım almaya başladıktan
sonra Amerika’nın de etkisiyle bu konudaki siyasi tutumunu değiştirmeye
başlamıştır.44 Bu durum Türkiye’nin gerek kuzey gerekse güney komşularıyla
ilişkilerinde artık tamamen batı paralelinde politikaların sergilenmesi ile
gelişme göstermiştir.
1.2.2. Marshall Planı
II. Dünya Savaşı’ndan ekonomik ve sosyal bakımdan bitkin bir
durumda çıkan Avrupa Devletleri’nin kalkınmasını sağlamak için Amerika’da
1948 yılında, dört yıl süreli “İktisadi İşbirliği Kanunu” kabul edilmiştir. Bu
kanunun öncülüğünü Amerika Dış İşleri Bakanı General Marshall yapmıştır.
İktisadi İşbirliği Konferansına Türkiye’de katılmış, iktisadi durumu
konusunda gerekli bilgileri vermiş ve savaş sonrası iktisadi kalkınma
programını gerçekleştirmek için dış yardım yapılmasını istemiştir. Çünkü
Sovyetler tarafından sürekli tehdit altında bulunan Türkiye, Savaş bittiği halde
600 Bin kişilik ordusunu terhis edememiş, silâhaltında tutmuştu. Bu durum
43
y.a.g.e. , s.115
Hüseyin Bağcı, a.g.e. , s.9
44
23
bütçenin neredeyse yarıdan fazlasını eritiyordu. Başlangıçta Türkiye’nin
plana dâhil olma isteği Amerikalılarca kabul görmez, çünkü uzmanlar
Marshall Planı’nın milli ekonomik kalkınma programının finansmanı değil,
savaştan yıkılmış Avrupa’nın kalkınması için hazırlanmış bir plan olduğunu
savunmuştur.
Türkiye savaşa fiili olarak katılmamış ve savaştan doğrudan zarar
görmemiştir.45 Fakat mevcut bulunan Sovyet tehdidi, Amerika’nın Türkiye’yi
yalnız bırakmasına engel olmuştur. Aynı zamanda bölgesinde Sovyetlere
karşı güçlü olarak, özellikle Akdeniz ve Ortadoğu’yu komünizm tehdidinden
koruyacak gücün Türkiye olduğunun bilinmesi Amerikan Hükümeti’nin
konuyu bir daha ele almasını gerektirmiştir. Nihayetinde Türkiye’nin Marshall
Planı içine alınmasına karar verilmiştir.46(Ek-1) Görüldüğü gibi, savaştan
sonra Türkiye artık ittifaklar aramakta, askeri ve iktisadi yardım peşinde
koşmaktadır.47
Türkiye’ye Amerikan yardımının sağlanmasını öngören ekonomik
işbirliği antlaşması iki devlet arasında 4 Temmuz 1948 de Dışişleri
Bakanlığında imza edilmiştir. Anlaşmayı Hükümetimiz adına Dışişleri Bakanı
Necmettin Sadak, Amerika Birleşik Devletleri namına da Büyük Elçi Ekselans
Wilson imzalamışlardı.48
Marshall Planı dört yıllık bir süreyi kapsamaktaydı. (3 Nisan 1948–30
Haziran 1952 tarihleri arasında Amerika, Avrupa’ya toplam 13.325.800.000
dolar ekonomik yardım yapmıştır.
Amerika bu yolla giderek Komünizme
kayma olasılığının belirebileceği ülkelerde kendi siyasal zaferini sağlamaya
çalışmıştır.
Aynı
zamanda
yardımda
bulunduğu
ülkelerin
plan
ve
uygulamalarına denetim kolaylığı getirmişti. Zira Amerika bu yardımların
kullanılması konusunda beğenmediği her noktaya müdahale edip kendi
fikirlerini empoze etmiştir. Sadece ekonomi ile sınırlı kalmayan müdahale,
yardım alan ülkelerin tüm siyasetlerine de yayılmıştır. Çünkü konulan şartlara
göre Amerika’nın ulusal çıkarları ile uzlaşmayan bir durumda yardımlar geri
45
Nasuh Uslu, Türk Amerikan İlişkileri,21.Yüzyıl Yayınları, Birinci Basım, Ankara 2000, s.98
Mehmet Gönlübol, Haluk Ülman, , a.g.e. , s. 205, Ayrıca bknz: Ek Belge 1
47
Doğan Avcıoğlu, a.g.e. , s.373
48
Ayın Tarihi, 4 Temmuz 1948
46
24
çekilebilecektir.
yöneltmiştir.
49
Bu
durum
da
yardım
alan
hükümetleri
uysallığa
Bu durum bizim politikalarımızda da etkisini göstermişti.
Hükümetlerin Ekonomik destek sağlama istekleri, dış politikada Batı
desteği ve Batılılaşmış görünme arzusu maalesef Atatürk döneminden sonra
Türk dış politikasına adeta sinmiş ve bu gün dahi devam eden gerek iç
politikalarımızda gerekse dış politikamızda Batı etkisini gösteren bir durum
oluşmuştur. Zira bu yardımları yapan Batı, bu yardımların kontrolünü ve
neredeyse hangi kuruşunun ne için harcanacağını dahi kendisi belirlemiş ve
kontrol etmiştir. Bu durum kendi ekonomi politikamızı oluşturmamızı, kendi
milli ekonomi çizgimizi oluşturmamızı muhakkak ki etkilemiş, hatta önlemiştir.
Marshall Planı Sovyetler Birliği’nin tepkisine sebep olmuş, Truman
Doktrini’nin tamamlayıcısı niteliğinde ortaya çıkan plana ilk Sovyet tepkisi 16
Haziran tarihli Pravda gazetesinde, bu yardım tasarısının başka ülkelerin iç
işlerine karışmak olduğunun belirtilmesi ile görülmüştür. Molototov bu planı
doğu Avrupa ülkelerinin endüstrileşme planlarından vazgeçmeleri demek
olduğunu söyler.50
Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkardığı tehdit
özellikle Türkiye için Batılılardan destek beklentisini arttırmıştı. Türkiye’nin
Truman doktrini ile başlayan ve Marshall Planı ile Devam eden Amerikan
yardımları ile varlığını koruma stratejisi zamanla Türk Dış politikasını Amerika
ile uyum içinde sürdürme gerekliliğini ortaya çıkartmıştır. Bu da ister istemez
Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına da yansımıştır.
14 Mayıs 1948 günü Filistin’de “mandat” yönetimi kalkınca İsrail
Devleti ilan edilmiş, hemen ardından da Arap-Yahudi savaşı çıkmıştır. Yani
Ortadoğu sorunu kanlı bir duruma girmiştir.
Büyük devletlerin İsrail’i hemen tanımalarına karşın Türkiye bunu
yapmamış ve bu tavır Arap ülkelerinde övgü ile karşılanmıştı. Ancak 1948 yılı
sonlarında Türkiye’nin tavrında değişmeler başlamış ve 11 Aralık’ta Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nda bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararı
49
Turgay Merih, a.g.e. , s.51–53
Ataöv Türkkaya, “Marshall Planından NATO’nun Kuruluşuna Kadar Soğuk Harb”,AÜSBF
Dergisi, C.XXIII, Y.1968, s.277–278
50
25
alınırken, Türkiye’de komisyonda bulunarak Araplara karşı Amerika ve
Fransa gibi olumlu oy kullanmıştı.51 Ardından 28 Mart 1949 da İsrail’i tanıyan
ilk Müslüman ülke olmuştu. Dönemin hükümeti Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
İsrail ile 4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile ilk
resmi diplomatik ilişkiler başlamıştır.
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik
bir görünüm almaya başlamış, Türkiye’nin savaş sonrası güvenlik endişeleri,
Batıya yaklaşarak kendisini güvence altına alma düşüncesi, İsrail devleti’nin
tanınmasında önemli rol oynamıştır. Fakat bu politika, Türkiye’yi Ortadoğu
devletlerinden uzaklaştırmıştı. Tıpkı İsrail gibi Türkiye de, Amerika tarafından
dayatılan politikaların sonucunda gayrı resmi olarak Sovyetlere karşı bir
ittifakın parçası olurken Ortadoğu devletlerinden uzaklaştırılmıştı.52
Amerika, II. Dünya savaşı ardından evrensel bir politika takip etmeye
başlamıştı ve bu politikanın bir gereği olarak Ortadoğu bölgesine yakın ilgi
duymuştur. Ancak Amerika’nın Ortadoğu’ya girmesi ve nüfuz etmesi çok
zordu zira Amerika, Arap Ortadoğusu’na tamamen yabancı bir güçtü.
Bölgede İngiltere ve Fransa gibi tarihi bir geçmişi yoktu. Bu şekilde Ortadoğu
bölgesini kontrolü altına alması imkânsızdı. Ancak burada yabancı bir
topluluğun kuracağı ve bölgedeki tüm devletlerin karşı olacağı zayıf,
korunmaya muhtaç, dış desteğe ihtiyaç duyan bir devlet Amerika için iyi bir
fırsat olabilirdi.
Kısaca belirtmek gerekirse; Amerika, Ortadoğu’da kendi emelleri için
ileri karakol bölgesi arayışında idi. İşte İsrail’e Amerika sınırsız destek
verirken artık dış politikasını menfaatleri gereği Batı’ya bağlamış bir
Türkiye’nin de daha fazla kayıtsız kalması beklenemezdi. Zira Truman
Doktrini gibi Marshall yardımı da özünde bu amaçlara ulaşıp Ortadoğu’da
etkin olabilmek için kurulmuş planların bir parçası idi.53
51
İsmail Soysal, “Ortadoğu Sorunları ve Türk Mısır Siyasal İlişkileri 1922–1984”,Dış Politika,
C.XII-T, S.1, Mart 1985, s.7
52
Tayyar Arı, “Türkiye’nin Orta Doğu Politikası ve ABD İle İlişkileri:Politik İkilem”,
http://www.tayyarari.com/yayinlar.html, 21.02.2008
53
Ömer Taşlı, Orta Doğuya Süper Güçlerin Etkileri, Fikir Yay. İstanbul 1991,s.58–59
26
Ekonomik yardımlar ile Amerika, destek adı altında devletlerin
endüstrileşmelerinin, üretici kabiliyetlerinin körelmesini sağlayarak kendi
gücüne muhtaç devletler oluşturma politikası yürütmüştür.
Marshall planı idarecisi Paul Hoffman 3 Mayıs 1950 de yaptığı
konuşmada Marshall Planı’nın Amerikan mükellefine bir santime bile mal
olmadığını ve olmayacağını söylemiştir. Hoffman, Marshall Planı olmasaydı
Avrupa’nın Komünizm dalgası altında kalmış olacağını ve bu takdirde milli
savunma için yapılacak olan masrafın Marshall Planından milyarlarca dolar
fazla olacağını belirtmiştir.54 Amerika ayan meclisi dış işleri komisyonu
başkanı Tom Connally ise 24 Haziran 1950 yılında yaptığı konuşmasında
Türkiye’nin milli savunmasını geliştirmek hususunda gösterdiği çabayı
memnuniyetle belirtmiş ve ayan meclisi üyelerine bu maksatla yapılan
yardımların devamını sağlamalarını tavsiye etmiştir. Connaly konuşmasının
devamında Türklerin Sovyet emperyalizmine karşı dimdik ayakta durduğunu
belirtmiştir.55
Marshall planının bitmesinden sonra, 1948 Ekonomik İş Birliği
Anlaşması çerçevesinde Amerika, Türkiye’ye değişik isimler altında yardım
yapmaya devam etmiştir. Bu durum savaş ekonomisinden normal ekonomiye
geçiş devresinin problemlerinin hafiflemesini sağlamıştır. 1950 yılında
Demokrat Parti iktidara geldiğinde ekonomik olarak da yeni bir evre başlamış
liberal ekonomi görüşü benimsenmiştir.56(Ek–2)
Sonuçta Amerika, artık ağlarını örmeye başlamış ve bu yardımlar ile
Ortadoğu kontrolü için kendisi ile ortak hareket etmesine muhtaç olduğu
ülkelerin başında gelen Türkiye’yi de askeri ve ekonomik destek ağlarıyla
kendisine bağımlı hale getirebilmek için harekete geçmişti.
54
Ayın Tarihi, 29 Mayıs 1950
Ayın Tarihi, 24 Haziran 1950
56
Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, 1974, s.491,ayrıca bknz: Ek Belge 2
55
27
1.3. NATO’NUN KURULUŞU VE NİTELİĞİ
İkinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu ve Dünya’da milliyetçilik
akımları ile çeşitli bölünmeler meydana gelmiştir. Bu durumdan faydalanan
Sovyetler Birliği öncelikli olarak kendi etrafındaki ülkelere Komünizm fikirlerini
yaymış, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan gibi
ülkeleri zorla işgal ederek, Komünist rejimi zorla kabul ettirdiği bu ülkeleri
birer uydu durumuna getirmiştir.57
Kuzey Atlantik Savunma Örgütü’nün
oluşma sebeplerini ise bu tehdidin önüne bir engel çekmek ve Ortadoğu
bölgesine de sıçramasını önlemek olarak özetleyebiliriz.
Amerika, Truman Doktrini ve Marshall Planı ile dünya hâkimiyeti
planlarını gerçekleştirmek için tehdit olarak gördüğü Sovyet yayılmasını
önleyici ilk önlemlerini almıştı. Yine aynı amaçla 4 Nisan 1949 tarihinde
Washington’da 12 Batılı ülke arasında (Belçika, Kanada, Fransa, İngiltere,
İtalya, Portekiz, İrlanda, Hollanda, Lüksemburg, İzlanda, Avusturya, Norveç,
Danimarka,
ABD)
imzalanan
NATO
yani
Kuzey
Atlantik
İttifakını
oluşturmuştur.
NATO ittifakının ilk evresi 1948 yılında İngiltere, Fransa, Belçika,
Hollanda ve Lüksemburg arasında oluşturulan Batı Avrupa Birliği’dir. Ancak
bu ittifakı oluşturan devletlerin her biri II. Dünya Savaşında yorgun düşmüş,
Sovyetlere karşı direnebilecek güçleri tükenmiş durumdaydı. Bu sebeple
ittifak oluşturulduğu andan itibaren Amerika’yı da bu ittifaka dahil etme
çabasında olmuştur. Amerika ise Monrea Doktrininden beri Avrupa ile
ittifaklara girmiyordu. Amerikan senatörlerinden Vandenberg’in Nisan 1948
de Senatoya sunduğu teklif ile Amerikan devlet başkanına, Amerika’nın
güvenliğini ilgilendiren ve karşılıklı yardıma dayanan bölgesel ve ortak
anlaşmalara katılma yetkisinin verilmesini ister. 11 Haziran 1948 de kabul
edilen bu kararlar, Vandenberg kararları olarak kabul edilir ve Amerika 1823
den beri uyguladığı inziva politikasını yahut Monrea Doktrinini fesh etmiş olur.
Dış politikasında resmi olarak da bu değişikliği yapan Amerika bundan
57
İsmail Soysal, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945–1990), C.II, Kesim A(Çok
Taraflı Bağıtlar), II. Baskı, TTK, Ankara, 2000, s.389
28
sonra Batı Avrupa İttifakını daha etkili ve geniş bir hale getirmek için Batı
Avrupa ülkeleri ve Kanada ile temasa geçmiştir. 4 Nisan 1949’a gelindiğinde
ise kısa adı NATO olan Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur.
Bu
dönemde
Amerika’nın
stratejisini
şu
şekilde
özetlemek
mümkündür; Komünist ve kapitalist sistemlere sahip olmaları sebebiyle
kaçınılmaz olarak bir çatışmaya gireceğini düşündüğü Sovyetler Birliği’ne
yakın olmak, gerektiğinde Sovyetlerin can damarlarını vurabilmek ama buna
karşın Sovyetler Birliği’ni kendinden uzak tutacak bir ön cephe savunma hattı
oluşturmaktır. Dolayısıyla NATO, Amerika’nın bu stratejisi içinde ön cephe
savunma hattı olarak, Batı Avrupa’da konuşlandırılmış bir güç olarak ortaya
çıkmıştır.58 "Washington Antlaşması" olarak da anılan antlaşma, bütün imzacı
devletlerin onayları verildikten sonra 24 Ağustos 1949'da yürürlüğe
girmiştir. Antlaşmayı
imzalayan
12
ülke:
Amerika,
Kanada,
Norveç,
Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz,
İzlanda ve İtalya’dır. İttifaka üye ülkeler milletlerin demokrasi ilkeleri ile kişi
hürriyetleri ve hukuk üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini korumak için
birleşmiş olduklarını belirtmişlerdi. İçlerinden birisine yapılmış saldırı hepsine
yapılmış sayılacaktı.59 (Ek–3)
Kendisini kuzey komşusuna karşı güvende hissetmek isteyen Türkiye
de kurulduğu günden itibaren NATO’ya katılmak istemiştir.
60
Türkiye’nin
NATO’ya üyelik talepleri CHP iktidarı ile başlamış, Demokrat Parti tarafından
da ısrarla sürdürülmüştür.
1.3.1. NATO Ve Türkiye
II. Dünya Savaşından sonra oluşan bloklar içinde kendini yalnız
hisseden Türkiye, Sovyet tehditleri nedeniyle Amerika’ya yaklaşarak bu
58
Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Kuruluşu, Misyonu, Geleceği ve Türkiye’nin Rolü”,2023
Dergisi, Y.4, S. 37, s.7
59
Fahir Armaoğlu, 20.yüzyıl Siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, 15.Basım,2005, s.447–448,
Kuzey Atlantik İttifakının tam metni için bakınız ek belge 3
60
Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler I”, SBF Dergisi, C.XXIII, Mart
1968,s.261
29
ülkeden aldığı yardımlarla ordusunu güçlendirmek ve Batılı güçlerin
oluşturduğu uluslararası bir kuruluşa girmek istiyordu.61
Bu dönemde, Amerika başta olmak üzere Batılı Devletler de
komünizm tehdidinin durdurulması ve Ortadoğu bölgesinin korunması için
Türkiye’nin öneminin farkında idi. Bu sebeple Marshall Planı ve Truman
Doktrini, Sovyetlerin Ortadoğu’da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine
karşı Amerika’nın almış olduğu ilk tedbirlerdi. Bunlar daha çok ekonomik
içerikli temel uygulamalardı.62 Bu tedbirlerdeki gayenin Amerika tarafından
Türk devletine karşı bir iyi niyet ya da yardımlaşma örneği değil, menfaatler
gereği olduğunu daha öncede belirtmiştik. Ancak Türkiye açısından
Sovyetlerin toprak talepleri ve tehditlerine karşı durabilmek için denge unsuru
olabilecek bir güce dayanmak ve böyle bir kuvvetin ittifakını elde etmek
gerekliydi.63
Ataöv Türkkaya’ya göre bu dönemde abartılan bir Sovyet tehlikesi söz
konusudur ve aslında Amerika sadece kendi hâkimiyetini yaymak Türkiye ise
ekonomik ve askeri yardımlardan faydalanmak için bu tehlikeleri abartarak
yansıtmıştır. Ancak Soğuk Savaş dönemi dediğimiz Sovyetlerin ve
Amerika’nın dünyanın iki kutbu olarak ortaya çıktıkları dönemde, birbirleri ile
girdikleri mücadele, dünya hâkimiyeti mücadelesi yani dünyanın ekonomik
stratejik üstünlüğe sahip bölgelerine kendi ideolojilerini kendi güçlerini
sindirerek zamanla kontrolü sağlamaktı. Bu noktada Sovyetler Birliği’nin
hırsını Türkiye’den toprak talepleri en açık şekilde ortaya koyarken, tarihi
deneyimlerimiz de mevcutken bizim Sovyetlere iyi niyetle bakabilmemiz ve
bu tehlikenin mevcut olmadığı yargısını desteklememiz imkânsızdır.
Kuzey Atlantik Anlaşması da her şeyden önce bu şartlar altında soğuk
savaş koşullarının ortaya çıkardığı askeri içerikli bir oluşumdur.64 Dolayısıyla
1949 yılı başlarında bu birlik ortaya çıkarken Türkiye de bu anlaşmaya dahil
61
Nevin Balta, Türkiye’nin Dış Politikası 1950–1980,Lazer Yayınları, Ankara 2005,s.33
Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.447
63
y.a.g.e. , s.518
64
İhsan Gürkan, “NATO ve Türkiye” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17
Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 476–477
62
30
olmak için büyük ilgi göstermiştir.65 NATO’ya kabul edilmesi durumunda
Türkiye’nin,
Sovyetler
Birliği
karşısındaki
konumunu
ciddi
şekilde
güçlendirecek olması ve dış yardımlarla kendi ordusunun kuvvetlenmesinin
yanı sıra, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesi uyarınca diğer üye
devletlerin bir saldırı durumunda Türkiye’ye askeri destek sağlayacağının
güvence altına alınacak olması, Türkiye için NATO üyeliğini cazip kılmıştır.
Diğer yandan, yeni kurulan NATO’ya üye devletlere tahsis edilecek yardımlar
nedeniyle Truman Doktrini çerçevesinde uygulamaya konulan Marshall
Yardımı kapsamında Türkiye’ye sağlanan mali desteğin miktarının azalması
olasılığı NATO üyeliği amacını pekiştiren bir etken olmuştur.66
NATO üyeliğinin olumlu sonuç vermesi, Türkiye açısından sıkıntılı
birkaç yıl almıştır. 1949–1952 yılları arası Türkiye’nin en önemli gündemi
NATO üyeliği meselesi olmuştur. Önce Cumhuriyet Halk Partisi sonra da
Demokrat
Parti
hükümetleri
Türkiye’nin
Atlantik
Paktı’na
katılımını
garantilemek için ellerinden geleni yapmıştır.
Kasım 1948 de Türk Dış İşleri Bakanlığı, NATO üyeliği için, Amerika
ve İngiliz Büyük elçilerinin ortaklaşa verdikleri red cevabı içeren bir notayla
karşılaşmıştı. Bu notada Ankara’ya bu anlaşmanın coğrafi bir savunma
konsepti olduğu ve sadece Kuzey Atlantik bölgeleri ile sınırlı kalacağı
anlatılmıştı. Bu notanın ardından Dış İşleri Bakanı Necmettin Sadak,
NATO’nun belirli bir coğrafi bölge ile sınırlı olduğunu, Türkiye’nin bu ittifaka
girmesi söz konusu olmadığından Akdeniz Paktı kurulmasının gerekli
olduğunu bildirmiştir.
Dış işleri bakanı Sadak, Birleşmiş Milletler Genel kurulunda Türk
Delegasyonuna başkanlık etmek üzere gittiği Amerika’da, kendisine Atlantik
Paktına benzer bir Akdeniz savunma paktı kurulmasının Amerika tarafından
düşünülmediğini, ancak Türkiye’nin güvenliği ve toprak bütünlüğüne duyulan
ilginin azalmadığı belirmişti.67 Bu garanti Türkiye’nin Atlantik Paktı dışında
kalması olasılığında Sovyet tehdidine karşı yalnız kalması ve Amerikan
65
Hüseyin Bağcı,a.g.e. , s.18
www.tekvatan.com/kore-savasina-katilma-nedenimiz.html , 22.02.2008
67
Mahmet Gönlübol, a.g.e. , s.234
66
31
yardımlarının devam edeceğinin bir belirtisiydi diyebiliriz. Ancak CHP
hükümeti döneminde Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları bir sonuç
vermemiş, son olarak 11 Mayıs 1950’de üyelik için başvuruda bulunulmuş
ancak istenilen sonuç elde edilememiştir.68
Bu dönem de basında Türkiye’nin NATO üyeliği yönünde çıkan
yazılarda Türkiyesiz bir paktın, Sovyet yayılması ve Ortadoğu güvenliğinin
sağlanması için yetersiz kalacağı yönünde olmuştur: “Amerika'nın liderliğinde
akdedilen Şimal Atlantik Paktı, kızıl cepheyi Avrupa’da herhangi bir taarruzda
"bulunmaktan menedebilse dahi, dünya, yalnız Avrupa’nın mahdut ve
muayyen bîr çevresinden ibaret değildir. Kaldı ki Şimal Atlantik Paktı,
Avrupa’yı da tamimiyle örtmüş değildir. Avrupa’nın strateji bakımından kilit
mevzileri olan Boğazları, Türkiye'yi ve Yunanistan'ı. Orta Doğuda da İran'ı
açık bırakmıştır.”69 Gerçekten de Sovyetlerin Akdeniz ve Ortadoğu’ya
ulaşmak için en kestirme yollarının üzerinde bulunan Türkiye’nin olmadığı bir
pakt, tam anlamıyla yarım kalmış olurdu. Zira artık Akdeniz’in güvenliği öyle
bir durum yaratmıştır ki NATO’nun Ortadoğu’yu bölge dışı bir sorun sayması
ve Türkiye’yi bu güvenlik çemberi dışında bırakması beklenilemezdi.
Türk Boğazlarıyla birlikte Akdeniz, Doğu Avrupa’nın ve Avrupa
Rusya’sının, bütün yıl donmaksızın deniz trafiğine açık olan tek çıkış yoludur.
Aynı şekilde Türkiye’nin Doğusu da Sovyetlerin Ortadoğu ve Akdeniz’e inen
kara yolu güzergâhını oluşturur.
Sonuç olarak stratejik açıdan, Orta Doğu savunmasını, NATO’nun
Güney Bölgesi’nin savunmasından tam olarak soyutlamak olanaksızdır. Bu
noktada Türkiye ve Yunanistan Sovyetlere karşı savunma çizgisini
oluşturmakta dolayısı ile de Sovyetlerin ilk hedefleri olmaktadır.70
Türkiye’nin NATO üyeliğine Amerika’nın bir itirazı olmamasına
rağmen Norveç, Danimarka, Hollanda gibi küçük devletler Sovyet
tehdidine en ağır şekilde maruz bulunan Türkiye’nin NATO’ya katılması
halinde Sovyetlerin buna sert bir tepki göstermesinden çekinmişlerdi.
68
Turgay Merih, a.g.e. , s.136–138
Cumhuriyet Gazetesi, 26 Nisan 1949
70
İhsan Gürkan, “NATO ve Türkiye Açısından Akdeniz’in Güvenliği Meselesi”,Dış Politika, EylülAralık 1985, C.XII, S.3–4,s.14–18
69
32
Türkiye’nin NATO’ya girmesine en çok karşı çıkan üye ise İngiltere
olmuştur.71
Bu dönemde İngiltere Türkiye’yi Ortadoğu’daki bir savunma paktının
yanında görmek istiyordu. Bunun en önemli sebebi ise Süveyş’teki üslerinin
durumuydu. İngiltere, Türkiye hariç Ortadoğu Ülkeleri’nin siyasi rejimlerinin
güçsüz, yetersiz ve siyasi ekonomik olarak istikrarsız olduklarını biliyordu.
Bölge ülkeleri şiddete, darbelere, milliyetçilik hareketlerine ve özellikle
İngiltere karşıtı olaylara sahne oluyordu. Filistin’in ikiye bölünmesi Arap
ülkelerindeki milliyetçilik hareketlerini attırmıştı. Bu ortamda İngiltere ne
kendisinin ne de Arap ülkelerinin Ortadoğu’ya yönelecek bir Sovyet
saldırısına karşı koyamayacağını biliyordu. Sadece Türkiye, Batılı Devletlerin
yardımıyla, Sovyet saldırılarına karşı koyabilecek güçteydi. Bu nedenle
İngiltere için Türk savunma planlarının Batılı devletlerle yapılması çok
önemliydi. Ancak bu NATO dahilinde değil haricinde olarak Ortadoğu’ya özgü
bir paktta olmalıydı.72
İngiltere’nin yoğun çalışmaları, ayrıca Arapların da bu projeye destek
olmamaları sebebiyle Türkiye’nin NATO garantisinde diretmesi, sonuç
vermemiştir.73 Bu dönemde Arap ülkeleri için İsrail tehdidi, Sovyet tehdidine
oranla daha tehlikeli görülmekteydi. Hatta Sovyetlerle yakın ilişkiler
kurmaktan çekinmemekteydiler. Aynı zamanda NATO’ya üye olmak için çaba
sarf eden ve Batı paralelinde bir dış politika yürüterek İsrail’i tanıyan ilk
Müslüman ülke olan Türkiye’ye de kırgındılar.
Sovyet Rusya'nın Orta Doğuya sızmak istemesi ve Arap ülkelerinin de
bu sızmayı kolaylaştırıcı davranışlarda bulunmaları, Türkiye'yi ürkütmüştür.
Başka bir deyişle, Türkiye bu dönemde Batı ile birlikte hareket ederken,
Ortadoğu ülkeleri Batı ile çatışma içinde olmuşlardır. Bu farklılık, Türkiye'nin
Arap ülkeleri ile bir diyaloga sahip olmasını önlemiştir.74
71
Mehmet Gönlübol, “Dış ve İç Etkenler Açısından NATO ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, s.34–41, Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.518–519
72
Vural Beyazıt, “NATO’nun Güney Kanadında Türkiye’nin Önemi”, Stratejik Etütler Bülteni,
Y.16, Temmuz 1982 S.97,s.57
73
Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.518–519
74
http://turksavaslari.com/soguksavas/?sayfa=1029210.1064983.0.0.0.php&Türkiye%20ve%20Orta%
20Doğu ,(10.03.2008)
33
1.3.2. Kore Savaşı Ve Türkiye’nin NATO’ya Girişi
14 Mayıs 1950 Türk Siyasi Tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Bu
tarihte 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının ardından Demokrat Parti
iktidara gelmiştir. Şevket Süreyya Aydemir “CHP hükümetinin, Demokrat
Parti iktidarına memleketi dış garantileri olan fakat yabancı denetimine hak
vermeyen bir anlaşmalar sistemi içinde devrettiği”ni belirtir. Ancak 1939’dan
sonraki Türk Dış Politikasının batı yanlısı politikalara yöneldiğini ve bunun
bazı sonuçlarını daha öncede belirttiğimiz gibi özellikle II. Dünya Savaşı
sonrası alınan Amerikan yardımları ile Türkiye’nin iç ve dış politikalarına
müdahalelerin yolu açılmıştır. Bu konuda Demokrat Parti döneminde bu halin
ancak geliştirip genişletildiğini savunabiliriz. Zira dış müdahaleler için tüm alt
yapı bir önceki hükümet tarafından hazırlanmıştır. Kanısındayız.
Demokrat Parti iktidarının milletler arası anlaşmaları ve garantiler
alanında en önemli hareketi Türkiye’nin NATO üyeliğin sağlanmasıdır. 21
Eylül 1951 de Ottowa’da alınan prensip kararı ve 17 Ekim 1951 Londra
protokolü esaslarına göre 1952 yılında Türkiye NATO’ya girmiştir. Bu şekilde
NATO ittifakının güneydoğu sınırları Karadeniz, Kafkasya ve İran’a dayanmış
oluyordu.75
Türkiye’nin NATO’ya kabulü için Amerika ve İngiltere üzerindeki
diplomatik baskısı Demokrat Parti iktidara geldikten sonra doruk noktasına
çıkmıştır. Seçim kampanyası boyunca Cumhuriyet Halk Partisi hükümetinin
Türkiye’nin NATO üyeliği için yeterince çalışmadığını ileri süren Demokrat
Parti, iktidara geldiğinde kendisini ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi
NATO’ya
sokmak
zorunda
hissediyordu.
Demokrat
Parti’nin
seçim
kampanyaları boyunca dış politikayla ilgili olarak ortaya koyduğu tek açılım
da NATO üyeliği ile ilgilidir. Bunun haricinde tamamen iç politika ile ilgili
beyanatlar vermişlerdi. Zaten iktidara geldiklerinde de dış politikayla ilgili
radikal her hangi bir değişiklik olmayacağını vurgulamışlardı.
1950 seçimlerinden hemen sonra yeni hükümet bir kez daha
Türkiye’nin de içinde olacağı bölgesel bir paktta, Amerika’nın desteğini
75
Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitapevi, Ankara 1993, 5.Basım, s.293
34
sağlamaya çalışmıştır. Aslında İngiltere bu öneriye sıcak bakabilirdi ancak o
sıra Amerika’nın bu şekilde bölgesel düzenlemelere ilgisizliği, İngiltere’yi de
bir adım atmaktan alıkoyuyordu. Fakat bu ilgisizlik çok uzun sürmemiştir.
Kuzey ve Güney Kore arasında patlak veren Kore Savaşı, Amerika’nın NATO
dışında bölgesel paktlara ilgi duymasını sağlamıştır.76
Kuzey
Kore’nin
25
Haziran
1950
de
Bağımsız
Kore
Cumhuriyeti’ni(Güney Kore) istila etmesiyle başlayan kriz77, Türk Hükümetine
de Batı politikalarına bağlılığını gösterme fırsatı vermiş oluyordu. Batılı
devletler gibi Türkiye de Kuzey Korelilerin müdahalesini Sovyet destekli bir
saldırı olarak değerlendirmiş ve saldırıyı durdurma çabalarını desteklemiştir.
Barışın sağlanması için güç kullanımı dahil her türlü her türlü yönteme
başvurulmasını öngören Birleşmiş Milletler kararlarının kabulünden hemen
sonra Demokrat Parti hükümeti bu kararı desteklediğini açıklamıştır. Bunun
yanı sıra 18 Temmuz 1950’de Menderes Hükümeti, Birleşmiş Milletler
bayrağı altında Amerikan güçleriyle omuz omuza savaşmak üzere Kore’ye
4.500 askerden oluşan bir birlik gönderme kararını açıklayarak radikal bir
adım atmıştır.78
Hükümetin TBMM’ye danışmadan ve oylamaya sunmadan aldığı
Kore’ye asker gönderme kararına karşı, basın ve muhalefetin yaptığı
eleştirilere başbakan Adnan Menderes “…hükümetimizin almış olduğu karar
bir harp kararı değil sulhu koruma teşebbüs ve kararıdır. Kanaatimce bizim
gibi diğer hürriyet sever milletler de bu yolda olacaktır ki tecavüzler
önlenebilsin,
dünya
sulhu
korunabilsin…”
demiştir.
Demokrat
Parti
hükümetinin Kore’ye asker gönderilmesi kararını meclise sunmadan alınmış
bir karar olmasına ise Adnan Menderes’in cevabı şu şekilde olmuştur: “…bu
meselede istişare bir partiler arası mücadele olmanın ötesinde lüzumsuz
sayılabilir. Çünkü Kore meselesinde hükümetin tuttuğu hareket hattını onlar
da tasvip etmişlerdir. Dahası var, esasen bu günkü hükümetin kararı onlar
tarafından da takip edilen yolun ve girişilmiş olan taahhütlerin en tabi
76
Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye Batı ve Orta Doğu 1945–1958,Boyut
Yayınları, I.Basım 1997, s. 64–65
77
Ulus Gazetesi, 29 Ekim 1950
78
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.65
35
neticesidir. Binaenaleyh bu meselede başka türlü karara varılmasını kendileri
teklif edemezdi. İşte bütün bu sebeplerle istişarede bulunmak hususunun
ihmal edilmiş olmasına müsamaha ile bakılabilir. Dünyanın geçirdiği iki büyük
harp ve son birkaç senenin tecrübeleri ile sabit olmuştur ki memleketlerin
istiklal ve mevcudiyetleri mutlaka kendi coğrafi hudutlarında müdafaa
olunmaz. Sulhte ve harpte dünyaca bir kader birliğine varılmış olan bir
devirde yaşamakta olduğumuz açık bir hakikattir. Donanmamızın bir harpte
Karadeniz hâkimiyetini kızıl filoya kaptırmayacak kadar takviye edilmediği
gizlenmeyecek bir gerçektir.79” Demiştir.
Anlaşılıyor
anlayamamış,
bir
ki
Demokrat
millet
Parti
meclisinin
henüz
demokrasiyi
varlığının
sebebini
tam
olarak
tam
olarak
yorumlayamamıştı. Zira milli bir konuda “muhalefetin fikrini de biliyoruz”
açıklamasıyla mecliste tartışılmadan karar verilmesi bunu gösterir. Adnan
Menderes’in sözlerinden çıkan bir diğer sonuç da şudur ki Kore’ye asker
gönderme kararı yalnızca NATO üyeliği için değil, aynı zamanda kendi
donanma gücümüzün eksikliği dolayısı ile bir nevi gelecekte yaşanabilecek
tehlikelere karşı yapılmış bir yatırımdır. Bu karar Türk dış politikasında da
yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez askerlerimiz sınırları dışında savaşmak
için bir cepheye gönderilmişti. Bu durumun sebepleri olarak Birleşmiş
Milletlere bağlılık göstermek ve oluşabilecek güvenlik endişelerini belirtmiştik.
Ancak temel olarak hükümetin Kore’ye asker sevkıyatı kararı almasının
arkasındaki asıl sebep, Türkiye’nin NATO üyeliği talebinde daha ısrarcı
davranabileceği uygun zemini hazırlamaktır.
Türk askerinin Birleşmiş Milletlere bağlı güçlerle birlikte savaşmak
üzere Kore’ye gitmesi ve Kore’de gösterdiği başarılar kısa zamanda batı
kamuoyunda da Türklere yönelik olumlu bir hava oluşturmuştur.80
ABD Senatörlerinden Harry Cain, 25 Temmuz 1950’de verdiği
demeçte Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasının NATO’ya tam üye olarak
79
80
Ayın Tarihi, 25.07.1950
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.66–68
36
alınmasında etkili olacağını açıklamıştı.81 Görülüyor ki Amerika Türk
hükümetini ümitlendirmekten de geri kalmamıştır.
11 Mayıs 1950 de CHP hükümeti tarafından yapılan ilk NATO üyeliği
başvurusundan üç ay sonra bu kez Demokrat Parti Hükümeti Kore rüşvetinin
akabinde 11 Ağustos 1950 de ikinci kez Türkiye’nin NATO üyeliği için
başvuruda bulunur; Ancak bu başvuru da reddedilmiştir.
Türkiye’nin NATO üyeliğine itirazın birkaç farklı sebebi vardır: Batı
Avrupa ülkelerinin kültürel ve ideolojik karşı tavrı, Sovyet çekinceleri olan
küçük ülkelerin tavrı ancak en önemlisi İngiltere’nin ve Türkiye’nin
Ortadoğu’da görevlendirilmesini ve orada Batı çıkarlarını savunmasını
istemesinden dolayı Türkiye’nin NATO başvurusuna soğuk bakmasıdır.
Aslında bu itirazların kilit noktasını oluşturuyordu da diyebiliriz. Zira batı bloğu
için Türkiye’nin asıl yararı ve misyonu Ortadoğu’da yapacağı görevlerdi. Bu
bölgedeki Batı çıkarlarının savunulması ve bölge ülkelerinin de Batı
şemsiyesi altında birleşerek Sovyetler Birliği’nin kuşatma politikalarının ve
Araplar arasındaki ulusallaşma hareketlerinin engellenmesiydi.
Daha öncede belirttiğimiz gibi Amerika, Ortadoğu’da İngiltere’nin
rolünü üslenebilmek, bölgeye müdahale edebilmek için İsrail Devleti ile bir
köşe başı tutmuştu zaten. Türkiye de adeta Ortadoğu’ya hakim bir sıçrama
tahtası gibi görülmüştür. Türkiye ise buna karşı çıkmamış her fırsatta da
gönüllü olduğunu belirtmiştir. Fakat bu görevi Batı’nın bir parçası olarak daha
etkili ve güvenli bir biçimde yapabileceğini savunmuş bu yüzden NATO
üyeliğinde ısrar etmiştir.
Aslında Ortadoğu’yu tehdit eden Batı’nın kendisiydi. Biliyoruz ki Batı
Ortadoğu’yu insani amaçlar için, Sovyetlerden korumak amacıyla değil,
tamamen Sovyetler gibi emperyalist sömürgeci bir zihniyetle kontrol altında
tutmak istemiştir.82 Burada diyebiliriz ki Kore savaşı Batı isteklerine tam
anlamıyla bir cevap olmamıştı. Batı’nın Türk Hükümetinden beklediği
Ortadoğu konusunda bir garantiydi. Bu durumu İngiliz Dış İşleri Bakanı bir
81
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Bilgi Yayınevi, I.Basım 1999,s.164
Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği, Belge Yayınları, I.Basım 1998,s.66–69,
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.67
82
37
demecinde açıkça ortaya koymuştur: “…biz Türkiye’nin Batı ile arasındaki
savunma bağlarını kuvvetlendirmesini destekleriz. Ancak bu konu Avrupa’yı
değil aynı zamanda Orta Doğu’yu da ilgilendiren karmaşık bir takım askeri ve
diğer sorunlar ortaya çıkarmaktadır.” Burada belirtilen karmaşık sorunlardan
birisi de Ortadoğu savunması için İngiltere’nin oluşturulmasını istediği
paktın(Ortadoğu Komutanlığı) bir NATO komutanlığı mı yoksa tamamen ayrı
bir oluşum mu olması sorunudur. Bu noktada Amerika Ortadoğu Paktı’nın
NATO’dan ayrı bir yapı olarak kurulması konusunda İngiltere’yi ikna
etmiştir.(bu
konuda
ayrıntılı
bilgi
Ortadoğu
Komutanlığı
konusunda
verilecektir.) Bu konuşmaya cevaben 20 Temmuz’da Türk Dış İşleri Bakanı
Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptı konuşmada Türkiye’den istenen rol ve
görevin kabul edildiğini şu şekilde açıklamıştır: “…Orta Şark müdafaasının
gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri
bulunduğuna kaniiz. Bu itibarla Türkiye, Atlantik Paktı’na ilhak edilince, Orta
Şarkta bize düşen rolü müessir bir surette ifa ve gerekli tedbirleri müştereken
ittihaz için ilgililerle derhal müzakerelere girmeğe amade olacaktır…” artık
batı için endişe duyulacak bir sorun kalmamış sayılırdı. Zira Batı tarafından
Ortadoğu’da oluşturulması planlanan paktın(Ortadoğu Komutanlığı) Dış işleri
bakanımızın bu açıklamalarından kısa bir süre sonra yani Türkiye’nin
Ortadoğu Komutanlığına dahil olacağını bildirmesinin ardından 20 Eylül
1951’deki Ottowa Toplantısına Türkiye, tüm üye devletlerin onayı ile resmen
davet edilmiştir.83
NATO üyeliği Türk Dış Politikasında yeni bir devrin başlangıcı
olmuştur. Bundan sonra Türkiye, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz Bölgesindeki
güvenlik ve savunma sistemlerinin geliştirilmesine yönelmiş ve bu çabalar da
Türk Dış Politikasında ön planda olmuştur.
Türkiye NATO üyesi Devletler tarafından Ortadoğu’nun bekçisi olarak
görülmüş ancak İngiltere hariç tüm devletler, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu
yardımları
sadece
Amerika’nın
sorumluluğunda
görmüşlerdi.84
Çünkü
Ortadoğu’da Komünist tehditleri önlemenin amacı Amerika’nın Ortadoğu
83
84
y.a.g.e. , s.70–71
Akis, Y.5, C.XIII, S.228,20 Eylül 1958
38
Petrollerine ve stratejik üstünlüğüne sahip olmak istemesiydi. Bunun için
Türkiye’den yardım bekliyorsa desteği de sağlamalıydılar.
18 Şubat 1952 tarihinde resmileşen Türkiye’nin NATO üyeliği
Sovyetlerin tepkisini çekmiştir. Sovyetler, Türk Hükümetine bir nota vererek,
Türkiye’nin topraklarında Batılı emperyalist devletlere vereceği üslerin
sorumluluğunu
doğrudan
doğruya
taşıyacağını
belirtmiştir.85
Fahir
Armaoğulu’nun da belirttiği gibi “görülüyor ki Türkiye’nin NATO’ya katılması
Sovyet-Türk ilişkilerini yumuşatacağı yerde daha çok sertleştiriyordu.” Bu
durum Türkiye’yi kendi bölgesinde güçlü olabilmek için yeni paktlar
oluşturmaya yöneltecektir.
85
Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.520
39
İKİNCİ BÖLÜM
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ ORTADOĞU POLİTİKALARI VE AMERİKAN
TESİRİ
2.1. DEMOKRAT PARTİ DIŞ POLİTİKA FELSEFESİ
1946 Ocak ayında kurulan Demokrat parti kuruluşundan itibaren CHP
Hükümeti’nin sürdürmüş olduğu Dış Politikaya karşı sert bir eleştiride
bulunmamıştır. Seçim propagandaları süresince Türkiye’nin NATO üyeliğinin
sağlanamamış olması yönünde yapılan eleştiriler de bu politikanın karşısında
olmayan, amaca ulaşılamamış olmasına yöneltilen eleştirilerdi.
CHP iktidarı tarafından, İkici Dünya Savaşı sonlarında başlatılan,
Batıya yaklaşma politikasını Demokrat Parti tarafından da sürdürülmüştür ve
az önce değindiğimiz gibi NATO’ya kabul edilmekle başarıya ulaşmıştır.
Ancak, Demokrat Parti’nin Batıcı dış siyaseti bununla kalmamış, Amerika’nın
isteğiyle Yakın Doğu ve Balkanlarda yeni pakt arayışlarında bulunmuştur.
Bu dönemde, Türkiye Arap Dünyasında, İngiliz ve Fransızlara karşı
baş gösteren bağımsızlık hareketlerini desteklemediği gibi, İran’da da
Musaddak’ın petrolü millileştirme yolundaki girişimlerine cephe almıştır.
Demokrat Parti hükümeti Irak ve Pakistan’daki Batı uydusu rejimlerle
işbirliğine başlamış, Yunanistan ve Yugoslavya ile de birçok ortak savunma
antlaşması imzalamıştır. Yakın Doğudaki bu çabalar, ileride Bağdat Paktı’nın
imzalanmasına etki edecektir.
Demokrat Parti en başından itibaren Batı paralelinde bir Dış Politika
hedefleri olduğunu belirtmiştir; henüz 1948 yılında Adnan Menderes İzmir’de
yaptığı bir konuşmada parti’nin dış siyasetine değindiğinde, yenidünya
düzeninde bir ülke için tarafsız kalmanın artık olanaksız olduğunu ileri
sürerek, Batı Bloğuna tamamen bağlanmaktan yana olduğunu belirtmiştir.
Bunun gerekçesi olarak Menderes “Amerika ve Rusya’nın önderlik ettiği iki
40
ayrı bloğun ortasında kalmak her ülke için hatalı bir yoldur.” Demiştir.86
Demokrat Parti seçimler sonucu iktidara geldiğinde de yeni hükümetin
Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, hükümetin planlamış olduğu kalkınma
hamlelerine ulaşmak için eğer yalnızca kendi kaynaklarımızdan istifade
edersek bu kalkınmanın çok uzun sürebileceğini ve bunun da dünyanın
gerisinde kalmış bir kalkınma olacağını belirtmiştir.87 Demokrat Parti
Hükümeti’nin ilk Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, geçmişte ihmal edilen
Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerin düzeltilmesinde de kararlı olunduğunu
belirtmiştir.88
Demokrat
Parti’nin
Ortadoğu’ya
yönelik
politikalarının
yahut
söylemlerinin özündeki kararlılık NATO üyeliği sırasında verilen teminattan
da kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Elbette Ortadoğu’da siyasal coğrafya’nın
değiştiği
II.
Dünya
Savaşı
sonrasında
Arap
ülkelerinin
bağımsızlık
kazanmaları ve bir İsrail Devleti’nin kurulması karşısında Türkiye’nin bölgeyle
ilgilenmesi kaçınılmazdı. Bu noktada Demokrat Parti Hükümeti ilk olarak
Sovyet istekleri karşısında ön plana çıkan ülke savunmasını güçlendirmeye
çalışmıştır. Bu sebeple Kore Savaşına katılarak askerlerimizin kanı ve
Ortadoğu teminatı ile NATO üyeliği sağlanmıştır.89
Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra tüm milletlerarası olayları bu
teşkilat açısından değerlendirmiştir. NATO üyeliği Demokrat Parti tarafından
milli bir politika olarak değerlendirilmiştir. Dış işleri bakanı Fuat Köprülü 1955
yılında yaptığı bir konuşmada “…Atlantik İttifakı bizim için milli bir
politikadır…” Demiştir. Fuat Köprülü bu düşüncesine gerekçe olarak
NATO’nun dünya barışını, milletlerin hürriyetini koruma azminin Türk Dış
Politikasının da ana felsefesi olduğunu belirtmişti.90 Ayrıca Demokrat Parti
Yöneticileri, Sovyetler Birliği’nin Stalin’in ölümünden sonra daha barışçı bir
politika sergilemesine güvenmemişler ve yine NATO üyeliğini özellikle
Sovyetler Birliği’ne karşı bir savunma kalkanı olarak değerlendirilmişlerdi. Bir
86
Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, Bilgi
Yayınevi, I.Basım Temmuz 1976, s. 16–69
87
Cumhuriyet Gazetesi, 17.06.1950
88
Hüseyin Bağcı,a.g.e. , s.42
89
Ayın Tarihi, 29 Mayıs 1950
90
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.320–323
41
başka yönü ile ise NATO üyeliğinin, Türkiye’nin askeri ve ekonomik yönden
kontrol altına alınmasında Batı için bir teminat olduğunu düşünmekteyiz.
Özellikle Batılı Devletlerin Ortadoğu Politikaları,(Kıbrıs sorunu gibi) Türkiye’yi
Amerika ile ikili anlaşmalar yapmaya yöneltmiştir. Bu durumda Türkiye
Cumhuriyeti’nin Dış Politikasının ve buna paralel olarak savunma ve
ekonomide tam bağımsızlığın yitirilmesine sebep olmuştur.91
Demokrat Parti iktidara gelmeden taraf olduğunu belirttiği Batı
yardımlarını kazanabilmek için kısa zamanda Türkiye’yi NATO’nun ileri
karakolu ve Amerika’yı da Türk Dış Politikası’nın tek dayanağı haline
getirmiştir. Böylece Türkiye’de bir yandan en büyük Batılı müttefikinin kendi
çevresinde özellikle Ortadoğu’da hak ve çıkarlarını gözetmek buna paralel
hareket etmek, öte yandan bölge devletlerinin ulusal egemenlik mücadeleleri
arasında orta çözüm yolları arama sorunu ile karşılaşmıştır. Bu durum hem
Türkiye hem Amerika açısından ilişkilerin bir bağımlılığa varacak derecede
geliştirilmesinde etkili olmuştur. Bu konuda Amerikan başkanı Truman, bir
konuşmasında, komünizme karşı verilen mücadelede Türkiye’nin varıyla
yoğuyla mücadele eden tek devlet olduğunu bu sebeple Türkiye’ye yapılan
yardımların da arttırılacağını belirtmişti. Yani Amerika’da Orta Doğu’da
kendisini güvende hissedebilmek için Türkiye’ye güven duymaktaydı.
1950–1960 yılları arasında Türkiye’yi yöneten Demokrat Parti, Batı
bağlılığını kendi iktidarı için kaçınılmaz bir iç politika gereği olarak
görmekteydi. Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra da bu durum bir dış politika
ilkesi olarak da gelişmiştir.
Demokrat Parti Yöneticilerinin dış politika görüşlerini Haluk Ülman’ın
belirttiği gibi birkaç madde de özetlemek mümkündür:
Dünya barışı bölünmez bir bütündür. Bir ülkenin kendi güvenliğini tek
başına sağlaması mümkün olmadığı gibi, bunu içinde bulunduğu bloğun
genel güvenliğinden bağımsız olarak düşünmesi de mümkün değildir. Bu
düşünce tarzını daha önce değindiğimiz Adnan Menderes’in 1948 yılında
yaptığı konuşmada açıkça belirttiğini gördük.
91
Şerafettin Turan, a.g.e. , s.88
42
“Barış içinde bir arada yaşama ilkesi” Sovyet dış politikasında bir
strateji değil, taktik değişikliğidir. Sovyetlerin amacı dün olduğu gibi bu günde,
bütün dünyayı kendi egemenlikleri hiç değilse denetimleri altına almaktır.
Demokrat Parti iktidarı süresince, gerek dış politikasında gerekse iç
politikasında, batı desteğini sağlamak için bu düşüncesini sık sık ortaya
koymuştur.
Sovyet amacı değişmediğine göre, iki blok ülkeleri arasında ikili
görüşmeler yapılması ve ikili anlaşmalar yapılması dünya durumunu
düzeltmeyeceği gibi Batının zayıflamasına yol açacaktır. Bu nedenle, bu gibi
görüşmeler ve anlaşmalar söz konusu olamaz. Bu düşünce bir bakıma da
Demokrat Parti Döneminde Türkiye’nin Sovyetler’e karşı güç dengesi rolünü
ortaya koymuştur.
Ortadoğu Politikalarında, Sovyet tehdidine karşı Türkiye’nin varlığının
öneminin göz ardı edilmemesini, her türlü desteğin ön koşullarından birisi
olan Sovyet tehdidine karşı Türkiye’nin vereceği teminatların, Batı desteği
için kullanabilme fikrinin de var olduğunu söyleyebiliriz; Sovyet amacı
değişmediğine göre, dünyada tarafsızlık diye bir dış politika yöntemi de
olamaz. Eğer dünyada bu yöntemi benimseyenler olursa bu davranış
Sovyetlere karşı kurulan ortak savunma düzenlerinde büyük bir delik
açacaktır.
İşte Demokrat Partinin 1950–1960 yılları arasında izlediği dış politikayı
Ortadoğu ekseninde de değerlendirirken bu dört faktörün etkilerini ve izlerini
görmek mümkün olacaktır.92
2. 2. TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU SAVUNMASINDAKİ YERİ
Ortadoğu Bölgesi II. Dünya Savaşı sonrasında bir yandan uluslararası
sistemde rekabet ortamının birincil hedefi olması, diğer yandan bölgedeki
92
Haluk Ulman, Oral Sander,”Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler II”, İstanbul Üniversitesi,
İktisat Fakültesi Mecmuası, C.36, S.1–4, Ekim, s.183–187
43
ülkelerin çoğunlukla Batılı devletlerin sömürgeleri olmaktan yeni kurtuluyor
olması nedeniyle Batı Savunma sisteminin dışında tutulmuştur.
Ortadoğu bölgesi tarihin hemen her döneminde büyük devletlerin
ilgisini çekmiştir. 1950’li yıllarda bu büyük devletler öncelikle Amerika ve
Sovyetler Birliği olmuştur. Ebetteki bu ilginin
sebebi hiçbir zaman
Ortadoğu’ya özgürlük, demokrasi getirmek için olmamıştır. Bu ilginin başlıca
sebebi zengin petrol rezervleridir diyebiliriz. Ancak tarihte petrolün bilinmediği
dönemlerde de Ortadoğu dünya üzerinde bir geçiş noktası olmasından dolayı
stratejik önemi ve kültürel mirasının da etkisi ile huzur bulamamış bir
coğrafyadır.
Demokrat Parti Dönemi Türkiye’si de dünyada iki kutuplu bir sitemi
benimsemiştir. Zira bu durumu Demokrat Parti’nin Dış Siyaseti de açıkça
ortaya koymuştur. Amerika ve Sovyetler Birliği arasında Sayın Alparslan
Türkeş’in belirttiği gibi “dehşet dengesi”nin bulunduğu Soğuk Savaş
döneminde Batı tarafında yer alan Türkiye, önce NATO’ya üye olmuştur.
Ardından Ortadoğu’da Batı çıkarlarının korunması için harekete geçmiştir. 93
Hüseyin Bağcı’nın belirttiğine göre İngiliz belgeleri, Türkiye’nin stratejik
önemini şu şekilde ifade ediliyordu: ”…Çanakkale’nin iki yakası arasında,
Asya ve Avrupa arasında bir menteşe gibi olup topraklarının çoğunun
Asya’da bulunması ve hepsinden çok Anadolu’nun hayati önemi olan Orta
Doğu bölgesinin savunma anahtarı, bir nevi kapısı durumda bulunmaktadır.
Bu durumun Türkiye’nin savunma sistemlerinde Batı’dan çok Orta Doğu’ya
yönelmesini gerektirmekte ancak, son yıllarda Türkiye’nin dış politikasını
gittikçe Batıya yönelmekte, Türkiye tam anlamıyla bir Avrupa gücü olma
fikrine
kapılmıştır.
desteklenmektedir.”
Bu
durum
Ancak
da
Türkiye
sürekli
sadece
olarak
ABD
tarafından
İngiltere’nin
Ortadoğu
stratejisinde değil, Amerika’nın Ortadoğu stratejisinde de bir mihenk taşı
93
İlter Turan, “ABD – SSCB’nin İlişki ve Politikalarının NATO Sorumluluk Sahası Dışında Kalan
Orta Doğu Bölgesi Üzerindeki Muhtemel Etkileri ve Türkiye”,İstanbul Üniversitesi İletişim
Fakültesi Dergisi, 1992–1993, s. 226–228
44
teşkil etmektedir.94 Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki durumu hiçbir ülke ile
kıyaslanmayacak kadar önemli ve üstündür.
Türkiye hem Karadeniz hem de Akdeniz’de kıyılara sahip olması, iki
deniz arasındaki Boğazlara sahip olması, doğusuyla Kafkasya, batısıyla
Balkanlı ve Avrupalı bir devlet olması, çevresindeki ülkelere hayat veren
nehirlerin kaynak ve depolarının Türkiye’de bulunması ve askeri yönden tüm
Ortadoğu devletlerinden güçlüdür. Amerika Türkiye’de üs kurmadan bu
üslerden her hangi bir kriz anında yararlanmadan Ortadoğu’da güvenli bir
adım atamayacağının farkındadır. Bunun için de Türkiye ile iş birliği yoluna
gitmiştir. Bu Konuda Sayın Fuat Köprülü“Orta-Doğu'nun emniyeti, bizim
cenup cenahımızın emniyeti demektir. Bilmukabele bizim emniyetimiz, OrtaDoğu'nun emniyetini çok büyük nispette sağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki,
menfaatlerimiz Orta-Doğu devletleriyle müşterek bulunmaktadır.”95 Demiştir.
Bu konuda Sayın Fuat Köprülü Amerikan yardımlarından memnuniyetini de
şu şekilde belirtir:
“Biz, bütçemizin yüzde ellisinden fazlasını askerî masraflara tahsis
etmekteyiz. Hâlâ lâyıkıyla gelişmemiş olmamızın başlıca sebeplerinden biri
budur. Karşılaştığımız zorlukların tahfifi için yaptığı yardım dolayısıyla büyük
dostumuz Amerika'ya pek minnettarız. Bunu her vesile ile tekrar etmeyi zevkli
bir vazife addederim. Lâkin maalesef her vesile ile de tekrar ettiğim gibi, biz
bu yardımın arttırılmasının zarurî olduğuna kaniiz. «Maalesef» diyorum, zira
mütemadiyen bir şey istemek hoş değildir. Bununla beraber şunu
unutmamalıyız ki biz bir artış istediğimiz vakit sadece kendimizi değil, lâkin
hiç olmazsa aynı Ölçüde demokratik cephenin emniyetini de düşünmekteyiz.
Zira Batı demokrasiler cephesinin kendi kendini müdafaa edebilmesi için
Türkiye'nin tecavüze karşı fethedilmez bir kale haline gelmesi elzemdir. Diğer
taraftan, Orta-Şark'ın emniyeti, Türkiye'nin kendi topraklarına yapılacak bir
taarruza kuvvetle mukavemet etmek kabiliyetine bağlıdır. Türkiye'nin kendine
düşen milletlerarası rolü oynamakta göstereceği başarının derecesi, birinci
sınıf askerî birliklerini lâyıkıyla cihazlandırıp talim ve terbiye etmesine ve
94
95
Hüseyin Bağcı, a.g.e. , s.45
Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951
45
modern bir harbe girişebilmesi için gerekli levazım ve hazırlıklara malik
bulunmasına bağlıdır. Kuvvetli bir ordu ancak kuvvetli bir ekonomiye
dayandığı nispet ve ölçüde idame ettirilebilir. Demokratik dünyanın emniyeti
bakımından, biz Türkiye'ye yapılan yardımın arttırılması hususunun pek
makul bir envestisman telâkki edilmesi gerektiğine inanmaktayız. Zaten böyle
bir artış Türkiye'yi büyük bir ölçüde Amerikan yardımından faydalanan diğer
memleketlere nazaran imtiyazlı bir mevkie sokmaz, zira hâlen verilmekte olan
mecmu Amerikan ekonomik yardımından Türkiye'ye doğrudan doğruya veya
dolayısıyla düşen hisse ancak yüzde 2.2'dir.”
Sonuç olarak, yukarıdaki ifadelerden de yola çıkarak anlaşılan şudur ki
Türkiye’nin stratejik önemi bazı zamanlar hükümetler tarafından ekonomik bir
çıkış kapısı olarak da değerlendirilip kullanılmıştır. Gerçekten de Türkiye
coğrafyasının desteği olmadan ne Amerika’nın Ortadoğu’da güvenli bir adım
atması ne de kendini güvende hissetmesi mümkün değildir.
2. 2. 1. Ortadoğu Komutanlığı
Mayıs 1950 de İngiliz, Fransız ve Amerikan Dış İşleri Bakanları’nın
katıldığı Londra zirvesinde İngiltere, Türkiye’nin kendisine biçilen Ortadoğu
savunmasındaki rolü NATO içerisinde değil, NATO modelinde, Türkiye
dışında Mısır, Güney Afrika, Yeni Zelanda gibi İngiliz sömürgesindeki
cumhuriyetleri de içine alan bir Ortadoğu Savunma Paktı ile sürdürebileceğini
belirtmişti. İngiltere’nin bu fikrine Amerika, kendisi de dâhil olabilmek için,
böyle bir örgüt kurulacaksa bunun bir NATO komutanlığı olmasını istemiştir.
Amerika’nın, Ortadoğu Komutanlığı’nın NATO’ya bağlı bir örgüt olması
düşüncesine ise diğer NATO üyesi devletlerden Sovyetlerin tepkisini
çekebileceği endişesi ile tepkiler geldiğini daha önce belirtmiştik. Bu sebeple
Amerikan yöneticileri de İngiliz planlarına çok fazla muhalefet etmiyordu.
Bölgesel bir savunma tasarısı olarak şekillenen ve bir askeri
örgütlenme sistemi olarak kabul edilen Ortadoğu Komutanlığı’na Türkiye,
46
NATO üyeliği onaylanmadan dahil olmayacağını belirtmişti.96 Zira Türk
Hükümeti, Ortadoğu’da askeri bir oluşuma katılmasının NATO üyeliğini
Batılılar nezdinde gereksiz kılacağından çekiniyordu. Ayrıca Amerikan
yardımları için NATO üyeliğinin bir güvence olduğunu düşünüyordu.97 Bu
noktada Türkiye’nin NATO üyeliğine muhalefet eden İngiltere’ye, Türkiye’nin
Ortadoğu’da kurulacak bir pakta katılacağının sözünü verilerek, Türkiye’nin
NATO üyeliği konusunda İngiltere’nin ikna edildiğini de daha önce
belirtmiştik.
İngiltere için Ortadoğu Komutanlığı, katılacak ülkelerin üyeliği ile sınırlı
ve savunma amaçlı bir örgüt olmalıydı. İngiltere Ortadoğu savunması ile
ilgilenen tüm bölge ülkelerinin bu kurula dahil edilmesini amaçlamıştı.
Sonuçta Amerika ve İngiltere Ortadoğu Savunma Kurulu ve Birleşik
Müttefik Karargâhından oluşacak bir Ortadoğu Komutanlığı konusunda
karara varmıştır.
Türkiye’nin NATO üyeliğinin kabul edilmesinin ardından Türkiye de
Ortadoğu Komutanlığı’na dahil olmuştur.
8 Eylül 1951’de İngiliz ve Amerikan yetkilileri tarafından kurulmasına
karar
verilen
Ortadoğu
temsilcilerinden
kontrolünde
Komutanlığı,
her
ülkenin
oluşan
Ortadoğu
Yüksek
bulunacak,
Ortadoğu
Komutanlığı’nın
askeri
Müttefik
ve
siyasi
Komutanlığı'nın
komutanı
İngiliz,
yardımcısı ise Türk olacaktır. Kara gücünün büyük çoğunluğunu Türkiye
karşılayacaktı. Amerika Akdeniz'de ek güç bulunduracak Türkiye'ye destek
sağlayacaktı. İngiltere için ise önemli olan Süveyş Kanalı'nın kontrolü idi.98
Ortadoğu Komutanlığı projesinde Türkiye ve Mısır’ın varlığı Batı
çıkarları için son derece önemlidir; Türkiye’nin askeri, ekonomik gücü ile
stratejik, coğrafi konumu bölgede oluşturulacak bir savunma örgütü için
hayati önem taşıyacak nitelikteydi. Ayrıca Batılı Devletler, Türkiye’nin
Ortadoğu Bölgesinde Müslüman bir ülke olarak Batı kaynaklı bir savunma
96
Fahir Armaoğlu, “Orta Doğu Komutanlığı’ndan Bağdat Paktı’na 1951–1955”, Belleten, S. 224–
225, Y.1995, s.191–236
97
Haluk Gerger, ABD Ortadoğu Türkiye, Ceylan Yayınları,3. Baskı, Kasım 2006, s.60–65
98
İsmail Soysal, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945–1990), Ankara, C.II, Kesim A
(Çok Taraflı Bağıtlar), II. Baskı, TTK, 2000,s.84
47
örgütünde yer almasının, bölge Devletlerinin Ortadoğu Komutanlığına
katılımını
olumlu
yönde
etkiyebileceği
fikrindeydiler.
Aynı
zamanda
oluşabilecek tepkileri de üzerine çekerek bölgedeki tüm tepkinin Batı
üzerinde yoğunlaşmasına bir engel olabileceğini düşünmüşlerdi.99
Türkiye gibi Mısır’da Ortadoğu Komutanlığı için kilit bir ülkeydi; Süveyş
Kanalı, Amerika’nın petrol şirketleri tarafından hayati önem taşımaktaydı.
Süveyş Kanalı’nın dost devletlerin kontrolünde olması Amerika için de önem
taşımakta idi. Amerika, Ortadoğu’nun, Batı’nın çıkarları için savunulmasının
İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirilmesi taraftarıydı. Bu sebeplerden
dolayı Amerika, Mısır ile İngiltere arasındaki sorunlara Batı çıkarlarına uygun
bir çözüm bulunmasını istemiştir. Mısır ve İngiltere arasındaki problem
İngiltere’nin 1882’de İşgal ettiği Mısır’dan bir daha kesin olarak çıkmamış
olması ve I.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Kanal Cephesini
açmasını bahane ederek buraya asker yığmasıydı. Savaştan sonra ise 26
Ağustos 1936’da imzalanan bir anlaşma ile İngiltere, Mısırdan geri çekilmeyi
kabul etmiş ancak bunu iki şarta bağlamıştı: Birincisi: Eğer Mısır her hangi bir
saldırıya uğrarsa İngiltere, Mısır’a tekrar asker sokabilecekti. İkincisi ve
problemlerin devam etmesine sebep olan şart ise İngiltere’nin Süveyş
Kanalında belli bir miktar kara ve hava kuvveti bulunacak olmasıydı. II.Dünya
Savaşı sırasında İtalya, Mısır’a karşı saldırıya geçince İngiltere anlaşmanın
ilk şartına dayanarak iki yüz bin kişilik askeri kuvveti Mısır’a sevk etmişti.
Ancak bu İngiliz kuvvetleri Savaş sona ermiş olmasına rağmen Mısır’dan
çıkmamışlardı.100 Bu sebeple Mısır’da özellikle İngiltere’ye karşı büyük bir
kamuoyu tepkisinin oluştuğu bir dönemde Ortadoğu Komutanlığı konusunda
fikir birliğine varan İngiltere, Amerika, Fransa ve Türkiye 13 Ekim 1951 günü
Mısır Hükümeti’ne ortak bir nota vererek Ortadoğu Komutanlığı tasarısını
Mısır’a teklif etmişlerdi.
Mısır Hükümeti’ne verilen notanın birinci maddesinde tasarının amacı
Ortadoğu bölgesinin savunulması olarak gösterilmekteydi. Nota’nın yedinci
maddesine göre ise Mısır gerekli stratejik savunma kolaylıklarını, yani kara
99
100
Nasuh Uslu, a.g.e. , s.105–111
Fahir Armaoğlu, a.g.m. , s.191–236
48
ve hava üslerini, limanlarını ve ulaşım sistemlerini Ortadoğu Komutanlığı
emrine verecekti. Dördüncü madde de ise böyle bir oluşuma sebep olan
bölgenin yani Süveyş Kanalı’nın resmen Mısır’a verileceği belirtilmekte.
Ancak buranın müttefik karargâhı olacağı ve Mısır’ın da bu karargâha üye
olacağı belirtilmişti.101
Fahir Armaoğlu, Ortadoğu Komutanlığı İçin Mısır’a sunulan teklifi “Tam
anlamıyla Ali’nin Külahını Veli’ye giydirip amacına ulaşmak” olarak
değerlendirmiştir ki gerçekten Mısır hükümetine sunulan bu teklif tek kelime
ile Mısır açısından kabul edilemezdi. İngiltere’nin vazgeçmediği Süveyş
Kanalı ve Ortadoğu menfaatlerine şimdi bir de ABD dahil dört yabancı devlet
ekleniyordu.
Mısır Hükümeti 17 Ekim’de yayınladığı bir deklarasyonla bu teklifi
reddettiğini bildirmiştir. Bu durumda Mısır, Arap dünyasından büyük destek
görürken, Türkiye’nin Ortadoğu Komutanlığı teşebbüsüne katılmış olması
kendisinin Arap dünyasında Batı’nın bir “aleti” olarak görülmesine sebep
olmuştur.102 Zira Batı, özellikle Amerika, artık bölgede genişleyen Arap
milliyetçiliği olgusunu kabul etmekte ve bunu yönlendirilmesi gereken bir
gelişme olarak değerlendirmekteydi. Ancak Emperyalist ülkeler bölgede
Batıya olan antipatiyi bildiklerinden bu girişimlerinde iki ülkeyi öne çıkarak,
hem bu ülkelerin stratejik varlıklarından faydalanmayı hem de Ortadoğu
kontrolü için kurdukları askeri kuşatma sistemine, bir Ortadoğu süsü vererek
bu sistemin tepkilerinin bu devletler üzerinde yoğunlaşmasını sağlamayı
amaçlamışlardır. Bu ülkeler Mısır ve Türkiye idi.103 Türkiye, böyle bir örgüte
katılmanın, batı ile her şartta birlikte hareket etmenin kendi bölgesinde, kendi
komşularıyla ilişkilerinde nasıl bir sonuç yaratacağından çok bu sayede
Batıya daha fazla yakınlaşmanın, askeri ve ekonomik yardımlardan daha çok
faydalanmanın planlarını yapmaktaydı diyebiliriz. Zira Demokrat Parti
hükümeti halka hep büyük bir refah ve zenginlik havası hissettirmekten çok
memnundur. Ancak bu refahın, borç içinde yüzen ve gerek ekonomi gerekse
101
a.g.m. , s.191–236
a.g.m. , s.199–200
103
Haluk Gerger, a.g.e. , s.60–63
102
49
dış politikasında Batıya bağımlı bir devlet ortaya çıkarmasının sonucu olarak
hiç uzun sürmeyeceğini de yeri gelmişken belirtmek isterim. Ancak bu
konuda da göz ardı edilmemesi gereken ve asla küçümsenemeyecek Sovyet
tehdidini de inkâr edemeyiz.
Ortadoğu Komutanlığı fikri ortaya çıktığı sırada Mısır Hükümeti 1936
tarihli
Mısır-İngiliz
hazırlanıyordu.
Anlaşması’nın
Yapılacak
yeni
bir
geçerliliğini
yitirdiğini
anlaşmanın
ilan
kendilerini
etmeye
İngilizlere
bağlayacağını biliyordu ve yeni bir anlaşmadan önce İngilizlerin, Mısır’dan
çıkmasını istiyordu. Bu sebeple Mısır Hükümeti kendisine iletilen Ortadoğu
Komutanlığı’na katılımı yönündeki öneriyi kesin bir dille reddetmiştir.104
Mısır olmadan Orta Doğu savunması ve özellikle Süveyş Kanalı’nın
kontrolü için kurulmuş bir örgüt daha baştan başarısızlığa mahkûm kalacak
demekti. Ortadoğu Komutanlığı’na Mısır’ın kesin bir dille karşı çıkması diğer
Arap Devletleri tarafından takdirle karşılanırken dış politikasını tamamen
Batıya endekslemiş olan Türkiye’nin Ortadoğu Komutanlığı önerisinde de
Batı tarafında bulunması Ortadoğu Devletleriyle ilişkilerinin daha da
uzaklaşmasına sebep olmuştur. Arap ülkeleri Türkiye’nin girişimlerini
kendilerine karşı emperyalistlerle işbirliği yapılması şeklinde algılamışlardı.
Türkiye ise Batı planlarına verdiği destek ve çaba ile kendisini batıya kabul
ettirme gayretinde idi.
TBMM’nin 19 Aralık 1951 tarihindeki toplantısında Dışişleri Bakanı
Prof. Dr. Fuat Köprülü yaptığı konuşmada Ortadoğu komutanlığı ile ilgili
olarak şunları söylüyordu: “Maksat, her üyenin hem kendi menfaatleri, hem
de Orta-Doğu'nun menfaati için katılmasına hadisata lüzum gösterdiği bir
işbirliği tertibini, her üyenin hükümranlığını, toprak bütünlüğünü ve istiklâlini
asla haleldar etmeyen bir şekilde korumaktır… Maksat, maddî ve manevî
ehemmiyetine rağmen dışarıdan gelecek bir taarruza karşı maalesef açık
bulunan Orta-Doğu'nun, böyle bir tecavüze karşı müdafaası için plânlar
yapılması, Orta-Doğu devletlerinin böyle bir müdafaa için askerî bakımdan
104
Nasuh Uslu, a.g,e. , s. 105–112
50
ihtiyaçlarını tespit ve imkân nispetinde temin olunmasıdır.”Demiştir.105(Ek-4)
Görülüyor ki Demokrat Parti Hükümeti Bölgesinde, Batı’nın istediği gibi
hareket ediyor, Batı’nın istediği gibi konuşuyordu. Elbette bu politika
Ortadoğu’da
Türkiye’nin
de
Batılı
emperyalistlerle
aynı
zihniyette
algılanmasına sebep olmuştur. Özellikle İngilizlere karşı oluşan tepkilerden
Türkiye de payını almıştır.
Amerika
dahi
Arap
Devletleri’ni
kızdırmamak,
Ortadoğu’dan
dışlanmamak için Türkiye’den daha dikkatli davranıyordu. Zira İngilizlerin ve
Fransızların sömürgesi olmaktan yeni kurtulmuş Ortadoğu Devletleri,
emperyalist Batı’nın sömürge zihniyetini askeri varlığı ile devam ettirilmeye
çalıştığının farkındaydılar. Bu sebeple batının askeri varlığını Ortadoğu’da
kalıcı hale getirecek her türlü plana karşıydılar. Batılı Devletler ise bu bölgeyi,
buradaki halkların kendi kontrollerine bırakmayı bir an bile düşünmemişlerdi.
Onlara göre Ortadoğu’daki halkların kendi özgür iradeleri ile kendi yollarını
bulmaları söz konusu olamazdı.106
Batılılar her şeye rağmen temkinli davranmışlardı. Ortadoğu ile ilgili
planlarında hep Sovyet tehdidini öne sürerek ardından bu bölgeye barışı,
huzuru,
demokrasiyi
getirerek
dünya
barışına
katkı
sağlamaktan
bahsediyorlardı. Aynı zamanda ekonomik yardımlarla da tabiri caiz ise bölge
hükümetlerinin
“ağızlarına
bal
sürüyorlardı.”
Bu
sayede
Amerika’nın
ekonomik desteğiyle hem Amerika yavaş yavaş bölgeye yerleşebilmeyi,
bölge devletlerine Ortadoğu’da varlığını kabul ettirmeyi amaçlıyor hem de
İngiltere, Arap Devletleri gözünde gittikçe kötüleşmiş olan imajını düzeltmeyi
ve Ortadoğu’da itibar kazanmayı umuyordu.
Batılı Devletlerin ve Türkiye’nin bu Orta Doğu Komutanlığı Projesine
Sovyetlerin tepkisi de gecikmemiştir. Sovyet Rusya Ortadoğu Komutanlığı ile
ilgili olarak bizim Moskova Büyükelçimize olduğu gibi Amerika, İngiltere ve
Fransa'nın yani Ortadoğu Komutanlığı fikrini ortaya atan dört devletin
sefirlerine de birer nota göndermişti. Bu notada Sovyetler, Ortadoğu
Komutanlığı kurulması fikrinin tıpkı Atlantik Paktı gibi Rusya’ya karşı tecavüzi
105
106
Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951, Fuat Köprülü’nün konuşmasının tam metni için bknz: ek belge 4
Haluk Gerger, a.g.e. , s.60–63
51
maksatlar taşıdığını, aynı zamanda böyle bir komutanlığı kurmak isteyenlerin
Ortadoğu memleketlerinin istiklâlini ellerinden almak ve onları zorla Rusya'ya
karşı birer tecavüz üssü haline getirmek emelini güttüklerini iddia etmişti.107
Sovyet Rusya’nın notasına, yine 19 Aralık 1951 günü TBMM’de
yaptığı konuşmada Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, aynı konuşmasında
cevaben
şunları söylemiştir: “bizim kimseye karşı tecavüzî emeller
beslemediğimizi, kimsenin istiklâline halel getirmek arzusunda olmadığımızı
izaha kalkışmak, bedahetlerle kıymetli vaktinizi kaybettirmekten başka bir şey
olmaz… Mezkûr notada Sovyet Hükümeti, Orta Doğu Komutanlığı fikrini
ortaya atan devletlerin tecavüzî maksatlar beslediklerini, Orta-Doğu'yu bir
askerî üs haline getirmeyi derpiş ettiklerini, bu memleketlerin iç işlerine
müdahale etmek niyetinde olduklarını ve bu suretle millî hükümranlıklarını
haleldar eyleyeceklerini iddia etmektedir. Sovyet Hükümeti Orta Doğu
Komutanlığına haksız yere tecavüzî bir mahiyet atfetmekle, mutasavver
teşkilâtın prensip ve gayelerini hususî maksatlara delâlet eden bir şekilde
tahrif etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Filhakika, Komutanlığın hedefi,
Orta Doğu'da, ilgili devletlerin, Birleşmiş Milletler Anayasasına uygun olarak,
müşterek meşru müdafaa tedbirleri almalarını mümkün kılacak bir teşkilât
kurmaktır.”108
Sovyet Hükümeti’nin verdiği notadaki Ortadoğu'nun askerî bir üs
haline getirilmek istenmesi, emperyalist devletlerin bu memleketlerin iç
işlerine müdahale etmek niyetinde oldukları ve bu suretle Ortadoğu’da ki
devletlerin egemenlik haklarına saygı duyulmayacağı gibi ifadeler esasında
tamamen doğrudur. Fakat uyarıyı yapan Sovyetler Birliği’nin de Ortadoğu
üzerinde daha iyi niyetli hayalleri olduğu söylenemez. Ancak bizim için yanlış
olan tarafı Dünya Kamuoyunda ve komşuları nezdinde Türk Hükümeti’nin de
aynı maksatlara hizmet eder şekilde değerlendirilmesi olmuştur.
Türk Hükümeti Amerika’dan alacağı ekonomik yardımları düşünürken
maalesef Milli onurumuzu düşünmemiştir. Bilakis Ortadoğu Komutanlığı
görüşmeleri sürerken diğer taraftan Amerika’dan yapılan yardım miktarlarının
107
108
Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951
Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951
52
arttırılması
istenmiştir.
Buna
gerekçe
olarak
Türkiye
için
savunma
harcamalarının çok fazla olduğu, bu durumun diğer sahalarda gelişmeyi
engellediği aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’nun savunması için bir kale
haline gelmesinin gereği belirtilerek Ortadoğu’nun güvenliği ve korunması için
yardımların arttırılmasını istemiştir.109 Görülüyor ki Türk Hükümeti adeta
kendisi Ortadoğu’da Batı’nın kalesi yapmaya amadedir.
Ortadoğu
Komutanlığı
sadece
Mısır
değil
diğer
Ortadoğu
devletlerinden de büyük tepkiler almıştı; Suriye’de Ortadoğu Komutanlığı
önerisini sunan pakt üyelerinin dış işleri bakanı tarafından kabul edilmiş
olması dahi halkı ayaklandırmış ve Suriye Başbakanı istifa etmek zorunda
kalmıştır. Benzer olaylar Irak’ta yaşanmıştır. Diğer Arap liderlerine oranla Irak
Başbakanı Nuri Said, Batı ile yakın ilişkiler kurmayı hatta Ortadoğu
Komutanlığı’na katılmayı düşünmesine rağmen büyük kamuoyu tepkisi
karşısında durabilecek gücü bulamamıştır. Türkiye ise Arap Devletleri’nin
pakt yanlısı olmayan bu tutumlarını Ortadoğu’yu savunmaktansa Süveyş
Kanalı ve İsrail üzerinden kavga ettikleri gerekçesi ile eleştiriyordu.
Sonuç itibariyle Batı dünyasının Ortadoğu’nun kontrolü için ilk
adımlarından birisi olan ODK önerisi, Arap Devletleri arasında kabul
görmemiş, kabul görmediği gibi yakınlık gösterme hatasında bulunan
hükümetlerinde devrilmesine sebep olmuş büyük bir kamuoyu tepkisi ile
karşılaşmıştır.110 Zira Ortadoğu’nun bütün Devletlerine açık olan bir pakt
İsrail’e de açık demekti ve Araplar açısından kendileri için en büyük tehlike
İsrail Devletiydi. İsrail o dönemde sayısı bir milyonu geçen Filistinli Arap’ı
yurtlarından etmişti. Birleşmiş Milletlerin çizmiş olduğu sınırların gerisine
çekilmeyi reddetmiş üstelik kararlarına uymayarak, Filistin Mültecilerinin
yurtlarına dönmesine izin vermemişti.111 Batılı Devletlerin de klasik sömürge
metotlarından
vazgeçmemeleri
ulaşmasını önlemiştir.
109
Ayın Tarihi, aynı doküman
Haluk Gerger, a.g.e. , s.16
111
Abdülahat Akşin, a.g.e. , s.40–43
110
Ortadoğu
Komutanlığı‘nın
amacına
53
2. 2. 2. Karaçi Anlaşması
Amerika’nın II. Dünya Savaşı sonrası en önemli meselelerinden birisi
Ortadoğu’da kendi kontrolü altında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı.
Ortadoğu
Komutanlığı
önerilerinin
Arap
dünyasında
tepki
ile
karşılanmasının ardından Amerikan Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles,
Türkiye ve İsrail’inde dahil olduğu Ortadoğu ziyaretleri gerçekleştirmişti. Bu
ziyaretler sırasında Ortadoğu Devletleri’nin nabzını ölçen J.F.Dulles’ın
izlenimlerini şu şekilde özetleyebiliriz: Bölgesel bir savunma teşkilatının
kaynağını her şeyden önce bölge halkları ve hükümetlerinin isteğinden
alması gerektiğini
belirten
Dulles,
Ortadoğu
Devletler’inin
kendilerini
doğrudan doğruya Batılı bir savunma örgütüne bağlamak istemediklerini
ancak aynı zamanda Sovyet tehdidinden endişe duyduklarını belirtmiştir.
Dulles, Türkiye ziyareti sırasında, bölgenin en güçlü devleti olan
Türkiye’nin Ortadoğu’da kurulacak yeni savunma örgütünün temel taşı
olacağını belirtmiştir. Türkiye’nin de buna istekli görünmesi ile sıra katılacak
devletleri bulmaya gelmiştir. Diğer Ortadoğu Devletleri gibi bir Sovyet tehdidi
ile karşı karşıya olmamasına rağmen başlangıçta buna istekli ilk devlet
Pakistan olmuştur. Çünkü Keşmir sorunu yüzünden Hindistan ile ilişkileri çok
kötü olan Pakistan savunmasını güçlendirmek için Batı desteğine ihtiyaç
duyuyordu. Elbette Batı’dan destek alabilmesi için bulunduğu noktada
Sovyetlerin
her
hangi
bir
tacizine
karşı direneceğinin,
Ortadoğu’da
112
komünizme karşı direneceğini belirtmiştir.
Pakistan ile bir anlaşma yapmak için harekete geçen Amerika ilk
olarak Pakistan Hükümetinden Amerika’dan askeri yardım istediğini belirten
bir açıklama yapılmasını istemiştir.113 Bu şekilde Amerika diğer devletlere de
işgalci olmadığını, yardım isteyenin, zorda olanın yardımına koştuğunu
göstererek göz boyamak istiyordu da diyebiliriz.
Pakistan Başbakanı Muhammed Ali 22 Şubat 1954 günü yaptığı
açıklamada Amerika’dan askeri yardım isteğini belirtmiştir. Muhammed Ali
112
113
İsmail Soysal, “1955 Bağdat Paktı”, Belleten, S.212–214, C.55, Y. 1991,s.181–228
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.260–262
54
aynı açıklamada hiçbir şekilde ülkesinde üs kurulması ya da yabancı
askerlerin ülkesine gönderilmesini kabul etmeyeceğini de belirterek, Türkiye
ile de yakın iş birliği bağları kurma amacında olduklarını söylemiştir.114 Üç
gün sonra Amerikan Başkanı Eisenhower da Pakistan’ın yardım isteğinin
yerini getirileceğini ancak bunun için Pakistan’ın Bölge savunması için
düşünülen bir sisteme katılımını gerektirdiğini açıklamıştır. Kısa bir süre
sonra, Pakistan Hükümeti, Amerika’nın bu önerisini kabul edince, 19 Mayıs
1954 günü ABD ve Pakistan arasında silah araç ve yardımı anlaşması
imzalanmıştır.115
Anlaşılıyor ki Dulles’ın Ortadoğu ziyareti sırasında bu çizgi belirlenmiş
ve artık resmiyete dökülüyordu. Diğer taraftan Türk hükümeti de Pakistan ile
görüşmelerini sürdürüyordu. İlk olarak 19 Şubat 1954’te iki hükümet ortak bir
bildiri yayınlamışlardı. Bildiride Pakistan ile Türkiye arasındaki 26 Ağustos
1951’de imzalanmış dostluk anlaşmasının ruhuna uygun olarak, her iki
hükümet siyasi, iktisadi ve kültürel safhalarda sıkı ve dostane işbirliğine
varmak ve aynı zamanda, kendi menfaatleri için olduğu kadar bütün barış
yanlısı milletlerin menfaatleri için de sulh ve emniyetin kuvvetlenmesine
gayret edeceklerini, bunun için gereken yolları araştırıp uygulayacaklarını
belirtmişlerdir.116
19 Şubat tarihinde sunulan müşterek Türkiye Pakistan resmi tebliği
hakkında, Türkiye Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü aşağıdaki beyanatta
bulunmuştur:
«Türkiye ve Pakistan hükümetlerinin vardıkları mutabakat neticesinde
19 Şubatta neşrine imkân hasıl olan müşterek tebliğden anlaşılacağı vecihle
hâlen iki hükümet müzakere halindedirler. Bu müzakereler Karaçi'de cereyan
eylemektedir. Tespitine çalışılan antlaşma askeri bir ittifak veya askeri bir
antlaşma olmamakla beraber jeopolitik mutalara ve iki devletin imkânlarıyla
milletlerarası
icabata
göre
sulh
ve
emniyetin
takviyesi
için
neler
yapılabileceğinin tetkik ve tespit edilmesine matuf müşterek mesailer sarfını
114
y.a.g.e. s.262
İsmail Soysal, a.g.m. , s.186–187
116
Ayın Tarihi, 19 Şubat 1954
115
55
derpiş edecektir.”
Diyen Fuat Köprülü Pakistan ile yapılacak anlaşmanın
Ortadoğu ile alâkalı barış yanlısı devletlere açık olacağını, aynı zamanda
anlaşmanın hiçbir sulhsever ve iyi niyet sahibi devletin aleyhine olmadığı ve
olamayacağını da belirtmiştir.117
2 Nisan 1954 günü Karaçi’de, Türkiye ve Pakistan arasında Dostça
İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Amerika’nın planladığı Ortadoğu
güvenlik sisteminin ilk adımı atılmış oluyordu.118 Anlaşma resmi işlemlerin
ardından 12 Haziran 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Anlaşma metninde
amaç özetle bölünmez nitelikteki dünya barış ve güvenliğine hizmet etmektir
şeklinde belirtilmiştir. Anlaşmada her hangi bir tehlike karşısında savunma
için başka devletlerle de iş birliği yapılabileceği(4.Maddenin(c) fıkrası)119 gibi
anlaşmanın ilgili barış yanlısı devletlere açık olduğu da belirtilmiştir.
Anlaşma maddelerinden çıkan sonuç: Türkiye, Pakistan ve onlara
destek veren Amerika’nın, bu anlaşmaya diğer Arap Devletlerinin de
katılabileceğini böylece bir savunma örgütü oluşturulabileceğini ümit etmiş
olduklarıdır. Ancak Arap Devletlerinden pek de olumlu tepkiler gelmemiştir.
Mısır Hükümeti bu paktın Ortadoğu’da karışıklıkları arttıracağını,
Türkiye’nin Amerika emrinde yürüdüğünü belirtmiştir.
İran hükümeti pakta katılmayı düşünmediğini belirtir. Irak’ta ise Nuri
Said bu pakta katılmayı istese de kamu oyu tepkisinden çekindiği için net bir
açıklama yapamamış ancak bu bile tepki toplayınca Irak’ta diğer Arap
Devletleri’ne danışmadan böyle bir pakta dahil olmayacağını açıklamıştır.
Diğer taraftan da henüz Türk-Pakistan Paktına katılmak için bir teklif
alınmadığını ancak Türkiye gibi bir devletin dostluğu kazanılırsa onun İsrail’e
karşı politika gütmesinin sağlanmaya çalışılacağını belirtmişti.120 Yani Irak
açıkça pakta karşı sıcak baktığını ortaya koymuş ancak o da kamuoyu
tepkisinden çekindiği için temkinli yaklaşmıştır. Ancak Irak Hükümeti’nin bu
tavrı bile, kendini bu paktın liderliğine adamış Menderes Hükümeti için olumlu
bir gelişmedir. Bu sebeple Başbakan Adnan Menderes, sivil ve askeri
117
Ayın Tarihi, 20 Şubat 1954
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.264
119
İsmail Soysal, a.g.m. , s.188
120
y.a.g.m. , s.189
118
56
yetkililerden oluşan bir heyetle ABD’ye bir ziyarette bulunarak fikir teatisinde
bulunmuştur.121 Buradan da anlaşıldığı gibi Menderes hükümeti maalesef
kendisine olumlu bir yaklaşım gösteren komşusuna karşı bile kendi
politikaları ile yaklaşamıyor derhal Amerika’ya danışıyordu. Bu durum
Demokrat Parti Hükümeti’nin dış politikasında tezimizde iddia ettiğimiz
Amerikan etkisini açıkça ortaya koymaktadır.
2. 3. TÜRK- IRAK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI
Pakistan ile imzalanan anlaşmadan hemen sonra, Demokrat Parti
Hükümeti enerjisini bu anlaşmaya yeni devletlerin katılımını sağlamak
üzerine yoğunlaştırmıştı. Türk Hükümeti bu konuda özellikle Irak’ın
katılımından ümitliydi. Irak, Türk-Pakistan Anlaşmasını olumlu karşıladığını
beyan etmişti. Ayrıca Irak Hükümeti, Sovyetlere karşı bölgesel bir savunma
paktına katılma fikrine sıcak bakıyordu. Bu sırada 19 Ekim 1954’te İngiltere
ve Mısır arasında, İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesiyle ilgili İngilizMısır Anlaşmasının İmzalanmış olması Irak için Batıyla kuracağı işbirliğinin
Arap Dünyasında büyük bir tepki meydana getirmeyeceği kanaatinin
uyanmasını sağlamıştı.122 Ayrıca Irak Hükümeti Amerikan yardımlarından
daha fazla faydalanmak istiyordu. Zira Amerika ve Irak arasında 1954’te
imzalanan Askeri Yardım Anlaşması’na hiçbir şart koşulmamış, fakat
Amerikan Hükümeti yardımın devamı için Irak’ın Ortadoğu’da bir savunma
paktı için harcayacağı çabanın önemini belirtmişlerdi. Bu koşullar altında
Demokrat Parti yönetimi, Irak’tan savunma paktına katılmasını istediğinde
aldığı yanıt olumlu olmuştur.
Irak Başbakanı Nuri Said ve Türk Hükümeti 9–18 Ekim tarihleri
arasında olası bir savunma paktı ile ilgili ilk ciddi görüşmeleri yapmış ve ortak
bir bildiri yayınlayarak Ortadoğu’da işbirliği için daha fazla gecikmeden
çalışmalara başlanacağını belirtmişlerdi. Bu bildiriden çok kısa bir süre sonra
121
122
y.a.g.m. , s. 189
Kamuran Gürün, a.g.e, s.356
57
6–12 Ocak’ta Adnan Menderes’in Bağdat’a iade-i ziyareti sırasında iki
başbakan hükümetlerinin çok kısa bir süre içerisinde savunma anlaşması
imzalayacağını açıklamıştır. Bu Anlaşmanın niteliği için ise 13 Ocakta ortak
bir bildiri yayınlayarak bilgi verilmiş: Buna göre anlaşma, imzalayan
taraflardan her hangi birine yönelik bölgenin içinden veya dışından gelecek
bir saldırıya birlikte karşı koymak için işbirliği zorunluluğu getirecektir. Bu
Anlaşmanın bölgede barış ve güvenliği arttırmayı amaçladığı ve her devlete
açık olacağı belirtilmiştir. Bu gelişmeler İngiltere ve Amerika’yı memnun
ederken bölge devletleri daha anlaşma imzalanmadan tepkilerini göstermeye
başlar, Irak ziyaretinden dönüşünde Başbakan Menderes’in uğrayıp, böyle bir
oluşuma davet ettiği Suriye ve Lübnan olumlu bir cevap vermemişti. Arap
dünyasının tepkisini çekeceği gerekçesiyle böyle bir pakta katılmayacaklarını
belirtmişlerdi. Ancak Lübnan daha ılımlı olarak Arap Birliği’nin karar alması
halinde böyle bir oluşuma katılabileceğini bildirmiştir.123 Mısır ve İsrail ise
oluşabilecek bir pakta karşı büyük tepki göstermişlerdi. İsrail Hükümeti,
Türkiye’nin Arap-İsrail problemine karşı tavrının değişmesinden endişe
ediyordu.
Bölge devletleri dışında, Sovyetler Birliği de Türk-Irak Paktına büyük
tepki göstermiş, Türk Hükümeti’ni Sovyetlere karşı kurulan her oluşumda
Batı’ya destek olmakla eleştirmişti. İngiltere ve Amerika ise bu gelişmeleri
memnuniyetle takip etmişti. İngiltere, 1957 senesinde süresi dolacak olan
1930 tarihli İngiltere-Irak Anlaşmasını bu pakta dahil olursa yenileyebileceğini
düşünmüştür.124
Görülüyor ki Demokrat Parti hükümeti yine kendi bölgesinde
kulaklarını tıkamış, Batı’nın arzuları için hesapsız liderliklere soyunmuştur.
Zira Demokrat Parti Ortadoğu’da Batı’nın sadık müttefiki rolünden çok
memnundur.125
Türkiye ve Irak yakınlaşması karşısında Türkiye’nin görüşünü ortaya
koyması açısından Başbakan Adnan Menderes’in 21 Ocak’ta yaptığı
123
y.a.g.e. , s.356
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.124
125
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.123–126, Fahir Armaoğlu, a.g.m. , s.189–193
124
58
açıklama çok önemlidir. Başbakan Bu açıklamasında Irak Hükümeti ile
birlikte yapılan açıklamalara tepki gösteren Mısır Hükümeti’ne, kendilerine ve
Arap Dünyasına karşı iyi niyetin anlatıldığını ve Mısır Hükümeti istediği
takdirde kendilerini ziyarete hazır olduklarının belirtilmiş olduğunu, hatta bu
ziyaret tepki çekecekse başka bir dost devlette bir görüşmenin söz konusu
olabileceğinin bildirildiğini belirtmiş. Ancak olumlu bir yanıt alınamadığı ve
dost kardeş olan Mısır’ın bu konudaki endişesini anlayamadığını126belirttikten
sonra; “Irak ile müşterek beyannamemizin esası, Türkiye’nin Orta Şark
bölgesine içten ve dıştan gelebilecek muhtemel tecavüzlere karşı bütün Arap
memleketleri ile beraber hareket etmek kararında ifadesini bulmaktadır. Şu
hale göre Arap Birliği’ne karşı hareket edilmek şöyle dursun, bilakis Arap
Birliği’nin esas gayesine hizmet eden ve bütün Arap Devletleriyle mesai
teşrikini istihdaf eyleyen bir vesika karşısında bulunduğumuza kimsenin
şüphesi olmaması gerekir… Irak ile aramızdaki bu tebliğ bir günde elde
edilmiş ve beklenmedik bir hadise değildir. Aksine Türkiye bu husustaki niyet
ve arzusunu Arap Devletlerine izah etmekten hiç de hali kalmamıştır…”127
Demiştir. Başbakan Adnan Menderes aslında bu oluşumun neden Arap
Dünyasında tepki çektiğini biliyordu; Ancak tepkileri anlayamadığını dile
getiriyordu.
Demokrat Parti Hükümeti Ortadoğu’da açık bir şekilde Batı’nın istediği
gibi adım atarken, bunun sonuçlarını yalnızca Batı desteği yönünden
değerlendirmiştir. Bu durum Ortadoğu ülkeleri ile Türkiye arasında uygun bir
anlaşma zemini bulunmasını da zorlaştırmıştı.
Irak İle Türk Hükümeti arasında karşılıklı İş Birliği Anlaşması 24 Şubat
1955’te imzalanmıştır. Bu anlaşma Bağdat Paktı’nın özünü oluşturmuştur.
Anlaşma imzalandıktan iki gün sonra 26 Şubat 1955’te Irak ve Türk
Parlamentoları tarafından onaylanmış ve hemen Yürürlüğe girmiştir.
Anlaşmanın yedinci maddesine göre beş yıl süre ile geçerli olacaktır. Bu
sürenin bitiminden altı ay önce taraflardan her hangi birinin anlaşmadan
126
127
Cumhuriyet Gazetesi, 21 Ocak 1955
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.268–269
59
çekilebileceği belirtilmiştir.128 Henüz görüşmeler devam ederken basında
çıkmış olan şu yorum “…Hakikat şudur ki, bunlar Arabı Türke, Türk'ü de
Araba düşman etmek istemektedirler ve Arap âlemini Garptaki hür devletler
camiasından
ve
bilhassa
Türkiye'den
tecrit
etmeye
çalışmaktadırlar
Görülüyor ki fikirleri ve niyetleri meşumdur.”129 Bu cümleler, Batı’nın
Ortadoğu’daki emelleri için izlediği stratejinin hazin bir ifadesidir diyebiliriz.
Ancak
bu
konuda
da
göz
ardı
edilmemesi
gereken
ve
asla
küçümsenemeyecek Sovyet tehdidini de inkâr etmemiz gerektiğini daha önce
de vurgulamıştık.
Türkiye, Ortadoğu’daki diğer ülkeler içinde koruyucu bir güç
olabilecek, komünizme karşı bölgesini ve komşularını koruyabilecek, bir ülke
konumuna gelebilirdi. Çünkü Türkiye’nin coğrafi ve kültürel özellikleri buna
uygundur. Sovyetlerde bunun bilincinde olduğu için kuzeyde ortaya çıkardığı
tehdidi güneyimizde de Arap Devletleri arasında Komünizmi yayarak
Türkiye’yi adata bir mengene ile sıkıştırma gayretinde idi.130
Bundan anlaşılan şudur ki Türkiye bölgesinde iç çatışmaları, mezhep
kavgaları, komşularıyla savaşı olmayan tek devlet olarak her zaman
Ortadoğu Bölgesinde en güçlü olabilirdi. Bu durum hem Batı’yı Hem
Sovyetleri korkuturken her iki güçte hem Türkiye kendi politikaları ile hareket
etsin hem de kendilerine bağımlı olsun istediklerinden Türkiye’nin bölgesinde
güçlenmemesi için politikaları hep ikiyüzlü olmuştur.
2. 3. 1. Bağdat Paktı Ve İngiltere’nin Rolü
Ortadoğu ülkeleri arasında bir ittifak kurarak Sovyetlerin Ortadoğu’da
ilerlemelerine engel olacak bir set çekme politikası fikri Amerika tarafından
ortaya atılmış, fakat fikir Türkiye tarafından gerçekleştirilerek 1955 Şubatında
128
y.a.g.e. , s.270
Ayın Tarihi, 2 Şubat 1955
130
Ali Naci Karacan, “En Büyük Tehlike Komünizm”,Milliyet,23 Kasım 1951
129
60
Türkiye ile Irak arasında Bağdat’ta bir ittifak anlaşması imzalanmıştır.131 Bu
anlaşmaya İngiltere’nin ilgisi başından itibaren çok yoğun olmuştur. Çünkü
Türk-Irak Anlaşmasının beşinci maddesinde, bu anlaşmanın bölgenin sulhu
ve emniyetiyle ilgili devletlerin katılımına açık olacağı belirtilmişti. İngiltere için
bu durum aradığı fırsattı diyebiliriz. Zira İngiltere’ye Kuzey Irak’ta üs
bulundurması hakkını tanıyan 1930 anlaşmasının süresi 1956 yılında sona
erecekti ve yenilenmesi ihtimali çok zayıf görünüyordu. Bu sebeple İngiliz
Hükümeti derhal harekete geçmiş ve her iki hükümetle görüşmeler yaparak
20 Mart 1955 tarihinde İngiltere’nin Bağdat Paktı’na katılacağı İngiliz Avam
Kamarasında ilan edilmiştir. İngiltere böylece nasıl olsa 18 ay sonra süresi
dolacak olan 1930 tarihli anlaşma ile kurulan iki taraflı ilişkilerden,
Ortadoğu’da genel bir savunma düzenini kuracak yeni bir sisteme
geçileceğini de belirtmiştir. Anlaşılan İngiltere İşgal ettiği üsleri Irak’ın
denetimi altına bırakacaktı; ancak bunları yine istediği gibi kullanma hakkına
sahip olacaktı.
İngiltere 4 Nisan 1955’de Bağdat paktına resmi olarak katılmış ve aynı
gün İngiltere ve Irak arasında 1930 ittifak anlaşmasının yerine geçecek olan
özel bir anlaşma da imzalanmıştır.132 Aslında hem Irak hükümeti hem de
Türk Hükümeti’nin, İngiltere’nin pakta katılması ile elde edebilecekleri
ekonomik
yardımları
düşünürken,
İngiltere’nin
adeta
kapitülasyon
niteliğindeki çıkarlarına göz yummuşlardı. Aynı zamanda bu sayede
Amerika’nın da Pakta dahil olabileceğini ümit etmişlerdi.
Türk Hükümeti, İngiltere henüz pakta katılmadan çok kısa bir süre
önce İngiltere ile Mersin civarında kullanılmak üzere 100 milyon dolarlık kredi
anlaşması yapmıştır.133 İngiltere ise bu sayede birkaç kuşu birden vurmuştu.
İngiltere’nin Pakta katılması, başlangıçta paktın hazırlanması ve
imzalanması büyük ölçüde Amerikan kontrolündeyken, bundan sonra
İngiltere’nin resmen pakta katılmasıyla kontrolün İngiltere’nin eline
geçmesini sağlamıştır.
131
Fahir Armaoğlu,20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.525
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.274
133
Ayın Tarihi,2 Şubat 1955
132
61
Süveyş üslerinin terk edilmesinden sonra İngiltere, Ortadoğu’daki
özellikle Basra Körfezindeki çıkarlarını, Irak’la yaptığı ikili anlaşmalar ve
Bağdat Paktı ile koruyabilecektir. Ayrıca Ürdün’ün de pakta katılması
sağlanırsa Ortadoğu’da İngiliz çıkarlarının devamı mümkün olabilecekti.
İngiliz Devlet Vekili Anthony Nutting İngiltere’nin Pakta resmen
katıldığı 4 Nisan 1955 günü Avam Kamarasında yaptığı konuşmada
bu durumu açıkça ifade etmiştir. “İngiltere’nin, Türk Irak paktına
girmesi ve Bağdat hükümetiyle addolunan özel anlaşma, Orta Doğu’nun
ve bu arada petrol kaynaklarının müessir bir şekilde müdafaası için bir
teşkilât kurulması yolunda ileri atılmış mühim bir adım mahiyetindedir.
Milliyetçiliğin belirmesi ve atom silâhları, bu bölgede durumun değişmesine
sebebiyet
vermiştir.
İngiltere’nin
Türk-Irak
paktına
NATO’nun sağ cenahı artık müdafaa edilmiş olmaktadır…”
girmesiyle
134
Burada
İngiltere’nin bu pakttan beklentileri açıkça ortaya konmuştur.
Başbakanımız Adnan Menderes, İngiltere’nin Türk - Irak Paktına
katılacağını beyan ettiği günlerde bununla ilgili olarak Anadolu Ajansına bir
beyanatta bulunmuştur:
“İngiltere Hükümeti, kısaca Bağdat paktı ismini verdiğimiz Türkiye-Irak
işbirliği anlaşmasına iltihaka karar verdiğini ilân etmiş bulunuyor. Ayni
zamanda İngiltere ile Irak arasında bir de askerî anlaşma imzalanmak
üzeredir ki, bu da, doğrudan doğruya Bağdat anlaşmasının bir cüzü
olacaktır. Filhakika bilindiği gibi Bağdat anlaşmasının birinci maddesinde
tarafların almayı kararlaştıracakları müdafaa ve yardımlaşma tedbirleri
hakkında hususî anlaşmalar yapabilmelerine dair bir hüküm vardır.
Hatırlanacağı gibi Bağdat paktının imzalanmasından beri henüz bir ay geçmiştir. Bu kadar kısa bir zaman içinde bu pakt şimdi Türkiye - Irak -İngiltere
paktı haline gelmiş bulunuyor. Bu, bütün sulhsever milletleri sevindirmesi
icap eden son derece mesut bir hâdisedir. Çünkü şimdi, Orta Şarkın en
hassas kısmında, bütün bölgenin emniyetine, istikrarına ve refahına hizmet
134
Ayın Tarihi, 4 Nisan 1955
62
edecek olan ve en iyi ve halis niyetlere dayanan bu sulh teşkilâtı, İngiltere
gibi imkânları geniş bir devletin ahdî ye fiilî işbirliğini kazanmış oluyor…
Cihan sulhu ve emniyeti için büyük mesuliyetler yüklenmiş bulunan ve
NATO içinde müttefikimiz olan bu büyük devleti Irakla beraber tahakkuk
ettirdiğimiz bu müspet teşebbüste de güvenilir bir müttefik olarak yanımızda
görüyoruz. Biz, Irakla Bağdat Paktını yaptığımız zaman ona başka devletleri
iltihaka davet eden bir madde koyarken bu maddenin kâğıt üzerinde
kalmayacağından emindik. Çünkü biliyorduk ki vücuda gelen eserin bütün iyi
niyet sahibi milletlerin hayrına olduğu ve hiç bir hodbince his ve maksada
istinat etmediği için, genişlemesi ve kuvvetlenmesi mukadderdir. İngiltere’nin
iltihakı bu düşüncemizde aldanmadığımızın parlak ve inşirah verici bir
delilidir. İngiltere’nin vermiş olduğu misalin bu bölgede kâin bulunan ve
bölgenin emniyet ve sulhu ile faal şekilde ilgili olan diğer devletler tarafından
yakın bir zaman içinde takip edileceğinden emin bulunuyoruz. Bu suretle Orta
Şark sulh ve emniyet bakımından bir boşluk manzarası arz etmekten
kurtulacak, istikrarsızlık, huzursuzluk havasından sıyrılacak sulhun ve
emniyetin kuvvetli bir teşkilâtta desteklendiği bir huzur ve sükûn bölgesi
haline gelecektir… Kıymetli dostumuz ve müttefikimiz İngiltere’nin iltihakını
bu derece mühim görmekteyiz”.135
Ortadoğu Bölgesi, Osmanlı Devleti’nin gücünü kaybettiği, Batı’nın ise
sanayi devrimini gerçekleştirip sömürge alanlarına yöneldiği zamanlardan
beri özellikle İngilizlerin sömürgesi altında ve huzur bulamamış bir saha idi.
Başbakan Menderes’in bu devletlerin Ortadoğu’ya barışı ve huzuru
getirmeyeceğini bildiğini tahmin ediyorum. Ancak kuzeyimizdeki Sovyet
tehdidi ve dönemin ekonomik ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için Batı ile bu
derece ileri hoş görülü ilişkiler kurulmasını da ödün vermek şeklinde
değerlendiriyorum. Bu iddiamızı Demokrat Parti Dönemi Dış İşleri Bakanımız
sayın Fuat Köprülü’nün “... Dostlarımız ve Önyargısız memleketler bizim dört
yıldan beri takip ettiğimiz siyaseti anlamaktadır. Bu siyasetin neticesi olarak
Türkiye artık yalnız değildir. Onun samimi ve kuvvetli dostları ve müttefikleri
135
Ayın Tarihi, 1 Nisan 1955
63
vardır. Onun iş birliğini aramakta, ona yardım etmektedir.”136 Sözleri ile de
kanıtlayabiliriz.
2. 3. 2. İran Ve Pakistan’ın Bağdat Paktına Katılması
2
Nisan
1954’te
Türkiye
ve
Pakistan
bir
işbirliği anlaşması
imzalamıştır.
Türkiye ve Irak Anlaşmasının imzalandığı günlerde de Pakistan
Başbakanı Muhammed Ali Han, Pakistan’ın bu anlaşmayı memnuniyetle
karşıladığını hatta buna dahil olmayı bile düşündüğünü bildirmişti. Bunun
üzerine 4 Nisan 1955’te yani İngiltere’nin pakta katıldığı gün Türk ve Irak
Hükümeti Pakistan’a da ortak bir çağrı yapmıştır. Görüşmelerin ardından
Muhammed Ali Han, 1 Temmuz 1955’de ülkesinin Türk-Irak Paktına
katılacağını kesin olarak bildirmiştir.137
Pakistan’ın Pakta katılması beklenmedik ve çok önemli bir yenilik
değildir. Çünkü Ortadoğu’da ortak bir savunma örgütü kurulması yolundaki ilk
adımlardan biri Karaçi Anlaşması ile Türkiye ve Pakistan tarafından atılmıştı.
Pakistan’ın Pakta katılması zaten beklenen bir durumdu. Bu kadar sürmüş
olmasının sebebi de Amerika’dan alacağı askeri yardım programının
düzenlemesini beklemek olmuştur. Zira Pakistan için Batı ile iş birliği
yapmanın en önemli sebebi askeri olarak gücünü arttıracak yardım bulma
arzusu idi. İran’ın Pakta katılımı ise beklenen bir durum değildir. Çünkü İran
hem askeri bakımdan oldukça zayıftı hem kamuoyunda tam tarafsızlık eğilimi
hakimdi hem de Türkiye ile ilişkileri oldukça uzaktı.138 Ancak İran, genellikle
tarafsız kalmayı tercih ederken komünizm tehdidinden endişe duymaya
başlamıştır. Aynı zamanda bu dönem Türkiye gibi İran’da kendi çıkarları için
Amerikan yardımlarını ve güvencesini elde etmenin en doğru yol olacağını
zannetmiştir. Aslında İran’a hiçbir Batı’lı devlet herhangi bir garanti ya da
136
TBMM; Zabıt Ceridesi, C.28,IX/4,s.782
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.277
138
Gökhan Çetinsaya, “Türkiye-İran İlişkileri (1945–1947)”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık
Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507
137
64
yardım önermemişti ama yine de Şah, Pakta katılırsa Batı’nın daha fazla
desteğini alacağını ümit etmişti.
Sonuçta 3 Kasım 1955’te İran, Bağdat Paktı’na dahil olmuştur. Bu
duruma Sovyetler Birliği çok sert tepki vermiştir. Sovyetlere göre 1921 tarihli
Rus-İran anlaşması “Yabancı bir devlet İran’da, Rusya’ya karşı üsler
kuruyorsa; Üçüncü bir taraf, İran'ı, Rusya müttefiklerine karşı
kullanmayı
düşünüyor ve bu yolda hazırlık yapıyorsa; Bu durum Rusya’ya müdafaası için
askerî harekâta başvurmak maksadı ile birliklerini İran'a sevk etmek
salâhiyetini verir.”139 Ancak Rusya bu anlaşmayı henüz II. Dünya Savaşı
sırasında
kendisi
ihlal
etmiş,
savaş
bitmiş
olmasına
rağmen
İran
topraklarından çıkmamış ve komünizm propagandası yapmıştır. Bunu
unutmayan İran Hükümeti, bahsedilen anlaşmanın Sovyetler tarafından o
zaman yırtılmış olduğunu ve bugün bunu tekrar ileri sürmeleri Türkiye - Irak İran - Pakistan hattı üzerinde kimseyi korkutamaz, kader birliği yapan bu
milletleri ayıramaz140diyordu.
İran’ın Bağdat Paktı’na üye olması Türk Hükümeti’ni çok memnun
etmiştir. Henüz 11 Ekim’de İran Hükümeti Pakta katılmaya karar verdiğini ilan
ettikten bir gün sonra Başbakan Adnan Menderes İran’a bir telgraf
göndererek memnuniyetini bildirmişti. “Başvekil Adnan Menderes, İran'ın
Bağdat Paktına katılması sebebiyle, İran Başvekili Hüseyin Ala’ya aşağıdaki
telgrafı çekmişti:
“Ekselans Başvekil Ala Tahran
Ekselanslarının gayet iyi tahmin buyuracakları veçhile, İran'ın Bağdat Paktına
iltihak hususunda aldığı tarihî karar Türkiye'de büyük bir sevinç le
karşılanmıştır. Bu sevinç bir
yandan Türkiye'nin kardeş İran'ı tam istiklâli ve
toprak bütünlüğü ile daima daha kuvvetli ve daha mes'ud görmek
hususundaki samimî arzusunun, diğer taraftan da Orta Doğuda ve dünyada
emniyetin, sulhun ve istikrarın kuvvetlenmesi için beslediği emelin neticesidir.
Şehinşah Hazretlerinin yüksek idaresi altında Iran hükümeti, asîl İran
milletinin büyük mazisi ile parlak atîsine lâyık bir karar almış bulunmak tadır.
139
Ömer Sami Coşar, “Rusya’nın Tehdidi”, Cumhuriyet Gazetesi,12.10.1955
y.a.g.m.
140
65
Hararetli tebriklerimi arz ederken İran hükümetinin muvaffakiyetinin daim
olmasını en halisane şekilde temenni eylerim.” Demiştir.141
Görüldüğü gibi pakt üyeleri yeni katılımları memnuniyetle karşılamıştır.
Özellikle
Türkiye,
Ortadoğu’da
kendisine
verilmiş
görevi
başardığını
düşünmüştür. Ancak Bağdat Paktı’na katılım arttıkça, Pakta karşı oluşan
tepkilerde büyümüştü.
Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan gibi bu pakta karşı olan diğer
devletleri teşkilatlandırmaya çalışmıştır ki Mısır, Suriye ile 20 Ekim 1955’te,
Suudi Arabistan ile 27 Ekim 1955’te askeri anlaşmalar imzalamıştı. Buna
göre
devletler
silahlı
kuvvetlerini
ortak
bir
kumandanlık
altında
toplayacaklardı. Açık bir şekilde bu paktlar, Ortadoğu’da, Irak’ın artmakta
olan etkisini kırmak, Bağdat Paktı’na karşı dengeyi kurmayı amaçlamaktaydı.
Bu durum Bağdat Paktı’na üye olmayan devletler üzerinde ilginin
yoğunlaşmasına,
üye
olmayan
devletlerin
bir
an
önce
üyeliğinin
sağlanabilmesi için bu devletler üzerinde ilginin yoğunlaşmasına sebep
olmuştur. İran’ın üyeliğinden sonra Ürdün’ün Bağdat Paktı’na dahil edilmesi
için çalışmalar başlamıştır.142
2. 3. 3. Ürdün Ve Lübnan’ın Bağdat Paktı’na Katılması Problemi
Lübnan ve Ürdün, Amerika ve İngiltere’nin desteğine sahip Bağdat
Paktı’na sıcak bakmışlar ancak Mısır hükümetinin tepkisinden korkmuşlardı.
Böyle bir durumda Lübnan geleneksel tarafsızlık tavrını koruyarak pakta
katılmayı istemediğini bildirmişti.143 Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın bizzat
Lübnan’ı pakta katılması için ikna etme ziyareti de sonuçsuz kalmış, Lübnan
Hükümeti hiçbir şekilde Bağdat Paktı’na dahil olmayı kabul etmemişti.144
Ürdün de ise durum farklıdır; Türkiye, Batı ve özellikle İngiliz yanlısı
tavırları nedeniyle Ürdün’ü, pakt üyeliği için ümit vadeden bir aday olarak
141
Ayın Tarihi,12 Ekim 1955
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.280–282
143
İsmail Soysal,.a.g.m. , s.210
144
Nasuh Uslu, a.g.e. , s.123
142
66
değerlendirmişti. Ancak Ürdün, bu pakta katılması halinde, Mısır’ın
tepkisinden korkuyor ve bunun için pakta üyeliğinin ihtiyaç duyduğu askeri
yardımın İngiltere ya da Amerika tarafından sağlaması ile mümkün olacağını
bildiriyordu.145
Amerika ise bu sırada İsrail ile ilişkilerinin bozulmasından çekiniyor ve
İsrail’in
daha fazla
tepkisini çekmek istemiyordu. Başbakan
Adnan
Menderes’in belirttiği gibi “Bağdat Paktı nereden gelirse gelsin bir tehlikeye
karşı ortak savunma amacı taşımaktaydı” ve bu durum İsrail’i de son derece
rahatsız etmekteydi.146 Bu sebeple Amerika, Ürdün’e askeri yardımda
bulunmayı kabul etmemiştir.
Müttefiklerinin
desteğinden
mahrum
olmasına
rağmen
Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, 3–4 Kasım 1955 tarihinde Dış İşleri
Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu eşliğinde, Ürdün’ü pakta katılmaya ikna etmek
üzere Amman’a gitmiştir. Bu ziyaret esnasında Bayar, “Ürdün halkı kendisini
her hangi bir yönden gelen bir saldırının kurbanı olarak bulduğunda Türk
ordusunu kendisiyle omuz omuza savaşır bulmaktan hayrete düşmemelidir.”
Diyecek kadar iddialı konuşmuştur. Ancak bu açıklama Ürdün’ün sadece
Sovyetlere karşı değil, kendileri için daha büyük bir tehlike olarak gördükleri
İsrail’e karşı da destekleneceği mesajını taşımaktaydı. Bu durum Türk-İsrail
ilişkileri üzerinde olumsuz bir gelişme olduğu gibi Mısır’ın da sert tepkisine yol
açmıştır. Nasır, Ürdün’de Türkiye aleyhine olaylar çıkartmış, ülkeyi
karıştırmıştır. Bu dönemde Türkiye için Bağdat Paktını başarıya ulaştırmak
bundan daha önemliydi.
Türk Hükümeti, Ürdün’ü verdiği garantilerle pakta ne kadar yaklaştırsa
da,
sonucun
olumlu
olabilmesi
için
Ürdün,
Batı
desteğine
ihtiyaç
duymaktaydı. Amerika bu konuda destek olmayacağını belirttiğine göre,
Türkiye bu yardım için İngiliz desteğini sağlamaya çalışacaktır. İngilizler de ilk
başlarda buna sıcak yaklaşamamış çeşitli bahanelerle süreci uzatmışlardır.
Ancak İngiltere Bağdat Paktı’na kendisi de üyedir ve bu paktın güçlenmesi
145
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.150
Cumhurbaşkanlığı “GİZLİ” Görüşme Tutanaklarında Türk Dış Politikası(1950–1960) TürkiyeLübnan İlişkileri II, İstanbul Araştırma Merkezi Yayınları, Dış Politika
146
67
İngiltere’nin Ortadoğu’daki nüfuzu için gereklidir.147
İngiliz Hükümeti, Ürdün’ün Pakta katılması durumunda mali yardım
yapmaya hazırdı. Zira eğer Ürdün pakta katılırsa Mısır’ın Pakt karşıtı
propagandalarına karşı da bir zafer kazanılmış olacaktı. Ancak İngiliz heyeti
Ürdün Hükümeti ile görüşmek için Ürdün’e gelip, Ürdün Hükümeti’nin pakta
katılım konusunda olumlu tavır sergilemesi ile Mısır Hükümeti’nin başlattığı
propagandalar, Ürdün’ü karıştırmış, Bağdat Paktı karşıtı gösteriler yapılmış,
bu gösterilerin etkisinde kalan muhalefet Partileri de Batı ile ilişkilerin daha
ileri boyuta götürülmesine karşı olduklarını ortaya koymuştu. Aynı zamanda
Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan, Pakta katılmayı reddettiği takdirde Ürdün’e
yardım edeceklerini açıklamıştır. İngiliz Hükümeti’nin batı yanlısı tavırları ve
çıkan olaylar sonunda Ürdün hükümeti istifa etmek zorunda kalmış ve yeni
başbakan yabancı paktlara katılmama konusunda halka söz vermiştir.148 Bu
durum, Ürdün Konusunda görülen mukavemet Bağdat Paktı üyelerini
gerçekten şaşırtmıştır. Ancak ortaya çıkan bir gerçek vardır ki Batı
Ortadoğu’da Para ile nüfuz sağlayabilirken, bölgenin değerlerine bölgenin
kültürüne karşı her zaman aciz kalabilirdi. Bu durum elbette bölgede her
konuda Batı politikalarına amade olmuş Türkiye’nin bölge halkının tepkisini
çekmesine, komşularımız ile aramızdaki kopukluğun uzaklığın büyümesine
sebep olmuştu. Yani Demokrat Parti, Batı desteğiyle Ortadoğu’da liderlik
hayalleri kurarken, Ortadoğu devletleri ile aramızda kapanması çok uzun
sürecek yaralar açıyordu.
147
148
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.151–153
Nasuh Uslu, a.g.e. , s.124
68
2. 3. 4. Bağdat Paktı ve Amerika
Demokrat Parti iktidarı kısa sürede Türkiye’yi NATO’nun ileri karakolu
haline getirmiştir. Bu dönemde ABD, Türk Dış Politikasının tek dayanağı
haline getirilmişti. Bu durumun İngiltere’nin, Türkiye üzerinde yıkıcı bir
etkisinin bulunmamasının kolaylaştırmış olduğunu daha önce belirtmiştik.
II. Dünya Savaşı ile başlayan, artan komünizm tehdidi ve dış yardım
aranması fikri ile başlayan ABD paraleli politikalar ile Demokrat Parti ilk
beşinci yılı sonunda, ülkeyi adeta Amerika’nın Ortadoğu’da uydusu haline
getirmişti. Bu durumda ABD’den alınan ekonomik yardımlar, bu yardımların
çeşitli şart ve kontrollerle verilmesi ve adeta teminat niteliğinde olan “İkili
Anlaşmaların” etkisi büyüktür. Ancak 1955 yılına gelindiğinde Demokrat Parti
iktidarının ilk yıllarındaki tarımda ürün artışı ve dış yardımlar da azalmaya
başlamış ülkede enflasyon baş göstermişti. Bu dönemde, Sovyetler de
Stalin’den sonra Khuruscev ‘in “barış içinde bir arada yaşama” politikasına
yöneldiği için ABD yardımları kesilmişti. ABD, Türkiye’nin bir istikrar programı
hazırlayıp ekonomisini düzeltmediği sürede kendisine kredi verilmeyeceğini
belirtmişti. İşte 1955 yılında Bağdat Paktı böyle bir ortamda Türkiye’nin
oluşturulması için çaba harcadığı bir örgütlenme olmuştur ki bu dönemde
Türkiye’nin ABD’nin pakta katılması için yoğun bir çaba sarf etmesinde yahut
resmen olmasa da görünürde böyle bir paktta ABD’nin istekleriyle hareket
etmesinin sebebini anlayabiliyoruz.149 Bu nokta da şunu da görebiliyoruz;
Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkinliği ve ABD açısından önemi Sovyetler Birlği
ABD arasındaki dengeye de bağlıdır.150
Bu dönem her ne kadar komünizm tehlikesi barışçı demeçlerle sığ
gösterilmeye çalışılsa da; Soğuk Savaş Dönemi’nde Ortadoğu’da, Arap
ülkelerinde muhafazakâr rejimlerin yıkılışları endişe ile karşılanmıştı. Çünkü
Bu durum Sovyet nüfuzunun artışı olarak değerlendirilmişti. Ancak
geleneksel rejimler askeri darbelerle sona ererken, yerine gelen yeni liderler
149
Haluk Ülman, Oral Sander, a.g.m. , s.184
Mehmet Genç , “Uluslarası Sistemdeki Gelişmeler ve Orta Doğu Belirsizliği”, Dış Politika
Bülteni, C.III, S.I, Nisan 1991, Esat Çam, a.g.m. , s.185
150
69
de ABD ile işbirliği sağlamak istememişlerdi.151 Çünkü ABD’nin Sovyetleri
durdurma stratejisi Ortadoğu’nun kuşatılmasını gerektiriyordu. Ancak ABD
bölgedeki milliyetçi cereyanların düşmanlığını üzerine çekmek istemediği için,
Ortadoğu üzerindeki hedeflerini temkinli bir şekilde, İsrail ve Türkiye
vasıtasıyla sürdürmeye çalışıyordu.152
Bu
dönem
ABD’nin
Asya,
Afrika
ve
Ortadoğu’da
İngiliz
İmparatorluğu’nun tasfiyesi sonucu boşalan ülkelere kendi nüfuzunu
yerleştirmek için çabaladığı bir dönemdir.
Amerika’nın ilk aşamada ön gördüğü pakt, Sovyetlere komşu
olmasından ötürü İran ve Türkiye’yi doğal üye olarak görüyordu. Hindistan’a
karşı silahlanmak isteyen Pakistan’da onlara katılabilirdi. Ancak sadece bu
kadarı Amerika‘nın Ortadoğu’nun kontrolü planları için yeterli değildi. Örneğin
Afganistan gibi ülkeler de pakta dahil olmalıydı. Ancak bu ülkeleri Sovyet
tehdidine inandırmak gerekiyordu ki bu görev de Türkiye’ye düşüyordu.153
Burada şunu belirtebiliriz ki birçok araştırmacı, Demokrat Parti
döneminde Batı yardımlarından faydalanmak için abartılan bir Komünizm
tehlikesi propagandası yapıldığını belirtir. Bu konuda şunu söyleyebiliriz ki
Sovyetler Birliği dağılana kadar bu tehlike göz ardı edilemezdi. Bu sebeple
Demokrat Parti Döneminde zaman zaman abartılmış olsa bile komünizm
tehlikesinin varlığını göz ardı edemeyiz. Ancak bu eleştirilerde ki abartının da
yine Batı tarafından kendi politikaları doğrultusunda yönlendirilmiş olduğu
sonucunu da çıkartabiliyoruz. Yani Batı bir bölgeye yerleşmek, bölgede
hâkimiyet kurmak istiyorsa, öncelikle karışıklık çıkartarak, suni tehlike
propagandaları yaparak kendisinden yardım umulmasını bekliyor ve adeta
pençelerini bu bölgelere geçirebilmek için hazırlanıyordu.
1955 yılında Bağdat Paktı’nın imzalanmasıyla da Amerika’nın
Ortadoğu için tasarladığı planın ilk hedefi gerçekleşmiş oluyordu. Ancak o
dönemde Arap Dünyası’nın lideri rolündeki Mısır’ın, Pakta sert tepkisi
umudun diğer Arap Devletleri’ne bağlanmasına sebep olmuştur. Çünkü
151
İlter Turan, a.g.m. , s.228–230
Hidayet Güngör, “Orta Doğu’da Genel Stratejik Durum Değerlendirmesi ve Bölgedeki Krizlerin
Türkiye’nin Milli Güvenliğine Etkileri”, Stratejik Etütler Bülteni, Y.15, Ekim 1981, S.76, s. 68–77
153
Mahmut Dikerdem, a.g.e. , s.43
152
70
henüz Suriye ve Irak’tan oluşan paktın Arap Dünyası’nda etkili olabilmesi için
günden güne geliştiğini kanıtlamak gerekiyordu. Bunun için de pakta yeni
devletlerin katılması gerekiyordu.154 Pakt üyeleri özellikle Amerika gibi güçlü
bir devleti bu pakta dahil görmek isterken, Amerika Bağdat Paktı’na
katılmamak konusunda büyük özen göstermiştir.
Amerika’nın Bağdat Paktı’na resmen katılmamasının sebebi, Mısır ve
Suudi Arabistan’ın daha fazla tepkisini çekmemek ve bu ülkelere yönelik
şansını azda da olsa kaybetmemek düşüncesidir. Başka bir sebep ise bu
dönemde durulmuş görünen Sovyet tehditlerini tekrar kışkırtmak istememesi
ve İsrail’in olmadığı bir paktta Arap ülkeleri ile birlik olup İsrail’i daha fazla
endişelendirmek istememesidir. Tabiî ki Amerika’nın pakta katılmaması paktı
kontrolü dışında bırakması anlamına gelmiyordu.
16 – 19 Nisan 1956’da Tahran’da yapılan ikinci Bağdat Paktı Konseyi
Toplantıları’na, Amerika’da kalabalık bir temsilci heyeti göndermiştir. Bu
toplantıda Amerika, Ekonomik ve Bozguncu Faaliyetleri Önleme Komitesine
üye olmuştur. Toplantı sonunda ise yayınlanan resmi bildiride, Amerika’nın
Bağdat Paktı ile yapacağı işbirliği konusunda şöyle denilmiştir: ”Konsey
Birleşik Amerika’nın Pakt teşkilatının çalışmalarına faal surette iştirakini
memnuniyetle karşılamıştır… Birleşik Amerika Paktı kuvvetle desteklediğini
teyit ederek Paktın siyasi, tesadüfî, iktisadi ve sosyal gayelerinin tahakkuku
zımnında aza devletlerin münferit ve müşterek gayelerini desteklemekte
devam edeceğini…” beyan etmiştir. Amerikan heyeti bu toplantıda Bağdat
Paktı’na
katılmasa
da
açıkça
kontrolünü
sağlayacağını
belirtmiştir.
Amerika’nın iktisadi kongre delegesi, Bağdat Paktı’na üye devletlere iki taraflı
teknik ve iktisadi yardımlarda bulunmaya devam edeceğini ayrıca üyelerin
ortaklaşa giriştikleri projeleri destekleme yollarının araştırılacağını belirtmiştir.
Amerika’nın Askeri delegesi ise Bağdat Paktı daimi karargâhında Amerikalı
bir generalin veya amiralin riyasetinde bir askeri irtibat kurulu oluşturulmasını
teklif etmiş ve Amerika’nın askeri yardımlara devam etmek niyetinde
154
y.a.g.e. , s.40
71
olduğunu da belirtmiştir. Bu durum üye devletler tarafından memnuniyetle
karşılanmış ve kabul edilmiştir.155
Buradan da anlaşılacağı gibi Amerika, Bağdat Paktı’na yalnızca
resmen üye olmuyordu. Paktın askeri ve ekonomik yönden desteği ve
kontrolü yine Amerika’nın elinde bulunacaktır. Amerika’nın desteği üye
devletler tarafından memnuniyetle karşılanmıştı ama tam üyeliğin kabul
edilmemesi bir memnuniyetsizlik oluşturmuştu. Elbette Amerika tarafından
oluşması planlanmış olan pakta kendisinin katılmaması kurulmak istenen
savunma düzeninde büyük bir boşluk kuvvet boşluğu yaratmış ve zamanla
pakt
üyeleri
Amerika
tarafından
yalnız
bırakıldıklarını
düşünmeye
başlamıştır.156
2. 3. 5. Bağdat Paktı’nın Türk Dış Politikasına Etkisi
Bağdat Paktı’nın Türkiye’nin dış ilişkilerine etkisini üç noktada
değerlendirebiliriz. Bunlar: Ortadoğu ilişkileri (Türk-Arap-İsrail), Türk-Sovyet
ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileridir.
Bağdat Paktı’nın Türkiye’nin Ortadoğu İlişkilerine etkisi: bu paktın en
hızlı etkisi Türkiye’yi ve Arap Dünyasını zıt kutuplar halinde karşı karşıya
getirmesi
olmuştur.
Özellikle
Mısır’ın
Bağdat
Paktı’na
karşı tutumu
Türkiye’nin Bağdat Paktına üye olmamış olan Ortadoğu Devletlerinden iyice
uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bağdat Paktı’na karşı devletler açısından
Türkiye, emperyalist batının bir parçası haline gelmiştir. Bu durumda Türk
Hükümeti ise Bağdat Paktına dahil olmayan ülkeleri sürekli olarak komünist
tehlikenin farkında olmadıkları gerekçesiyle uyarıyordu. Oysa bu sırada
Araplar için, Batı’nın desteği ile Ortadoğu’da kurulmuş olan İsrail Devleti daha
büyük bir tehdit oluşturmaktaydı.157 Onlar kendilerini İsrail’den korumak için
gerekirse Sovyetlerle iş birliği yapabilirlerdi. Türkiye ise II. Dünya Savaşı
sonrası Sovyetlerin, kendisinden toprak talep ettiği bir ülke olarak Komünizm
155
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla Türk… , s.278-279
y.a.g.e. , s.279
157
Nasuh Uslu, a.g.e. , s.271
156
72
tehdidini daha çok önemsemiş ve buna karşı birlik olmak gereğini
savunmuştur. Aynı zamanda İsrail, Batı desteğiyle kurulmuş bir devletti ve
Türkiye kendi topraklarında, Batılı devletlerin Komünizm gibi istilacı bir amacı
olmadığını düşünüyordu. Oysaki henüz Batılı Devletlerin topraklarımızdan,
tüm milletin kanıyla canıyla mücadele ederek atılması çok eski değildi.
Anlaşılan Demokrat Parti Hükümeti ya “Yılana Sarılacak” kadar çaresiz
kalmıştı ya da tarihi tecrübeleri göz ardı etmişti.
Mısır,
Bağdat
Paktı’nın
Ortadoğu’da
Arapların
birlik
olmasını
önleyerek, İsrail’i güçlendirme amacı taşıdığını düşünüyordu. Elbette Mısır da
bu dönemde ekonomik yardıma ihtiyaç duyan ülkelerden birisiydi ve bunun
için Batı yerine Sovyetlere yaklaşmayı tercih ediyordu. Suudi Arabistan ve
Suriye de Bağdat Paktına muhalefet etmekte Mısır’dan geri kalmıyordu. Bu
üç devlet kendi kuvvetlerini birleştiren bir anlaşma da imzalamışlardı. Elbette
ki pakta karşı bu şekilde direnç oluşturan devletler ve Paktı savunan
Türkiye’nin ilişkileri son derece uzak olmuştu.
Arapların Bağdat Paktına karşı gösterdikleri tepki, Demokrat Parti
Hükümeti için beklenmedik bir gelişme olmuştur; Türk Hükümetine göre bu
pakta muhalefet eden Mısır, 1954’te İngiltere ile anlaşmış ve İngilizlerin
Süveyş Kanalı’ndan çekilmesiyle bir problem kalmamıştı. Yani Türk Hükümeti
başlangıçta Mısır’ın da bu pakta destek olacağını düşünmüştü. Oysa Batı
sömürgesinden hala kurtulmaya çalışan Ortadoğu devletleri için Batı ve
Batı’nın dahil olduğu ittifaklar son derece uzak ve tehlikeliydi.
Türk Hükümeti bu paktta neden Amerika’nın direk dahil olmayıp
kendisi aracılığıyla bir savunma seti kurmaya çalıştığını, İngiltere’nin bu pakta
dahil olarak Ortadoğu’da etkinliğini kaybettiği alanları bir şekilde kontrolü
altında bulundurmaya çalışma sebeplerini ikinci plana atıp elde edeceği
ekonomik ve askeri çıkarları düşünürken, Ortadoğu’nun zihninde Batı’nın ne
şekilde olduğunu göz ardı etmişti.
Sonuç itibariyle Türk-Irak Anlaşması ile başlayan süreç, Demokrat
Parti Hükümeti’nin beklentileri yönünde gelişme göstermemiş, Arap Halkı
gözünde Türkiye’nin imajının zedelenmesine sebep olmuş, Arap Ülkelerini
Sovyet etkisinden korumayı amaçlayan pakt tam tersi bir etki yaratarak Mısır
73
ve Suriye’nin Sovyetlerle yakınlaşmasına sebep olmuştur.158 Ancak burada
şunu da belirtmeliyiz Nasuh Uslu bu konuda Komünizmin Ortadoğu’da
etkisini arttırmış olduğunu belirtse de, Bağdat Paktı kısmen de olsa
Ortadoğu’da Komünizm tehlikesine karşı bir güven ortamı oluşturmuştur.
Ortadoğu Bölgesi’nde, dış politikamız açısından önemli olan ve Bağdat
Paktı sebebiyle ilişkilerimizin bozulduğu bir diğer devlet İsrail’dir. Her ne
kadar Sovyetlere karşı olduğu belirtilse de Arap ülkelerini kapsayan savunma
örgütü kurma çabaları Türk-İsrail ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Bağdat Paktı
ortaya çıktıktan sonra ise Türkiye’nin İsrail ile her hangi bir konuda açık bir
işbirliğine gitmesi mümkün olmamıştır.159 İsrail Bağdat Paktı’nı kendisine
karşı bir tehdit olarak algılamıştır. Hatta Amerika’nın pakta girmemiş
olmasının sebeplerinden birisini de İsrail çekincesi oluşturmuştu. Irak’ın Batı
tarafından silahlandırılabileceği ve bu pakt ile her hangi bir sorunda kendisine
karşı da ortak direnç gösterilebileceği endişesi taşıyan İsrail Hükümetine,
Demokrat Parti yöneticileri güvence vermişse de Bağdat Paktına dahil bir
ülke olarak Türkiye’nin de İsrail ile ilişkileri bozulmuştu.160
Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizin, Sovyetlerin Toprak talepleriyle kopma
noktasına geldiğini belirtmiştik. Türk Dış Politikasında 1950’li yıllarda Batı
kadar etkili olan diğer güç Sovyetler Birliği olmuştur. Çünkü Sovyetlerin
ortaya çıkardığı Komünizm tehlikesi ve II. Dünya Savaşı boyunca tarafsız
kalmayı başaran Türkiye’nin savaş sonrası oluşan yeni durum karşısında
tarafsız kalmayı sürdürmesine engel olmuştur. Sovyetler Birliği tehdidi
karşısında ona karşı kendi askerî ve teknik gücüyle direnemeyeceğini
anlayan Türkiye bu sebeple de Amerika Birleşik Devletleri ile ortak hareket
etmiştir.161 Kısacası bir noktada Türk Dış Politikası’nda Sovyet etkisi,
Türkiye’nin Batı yanlısı politikalarının temel sebeplerinden olmuştur.
Batılı Devletler, özellikle Amerika, İsrail Devleti’nin kurulmasını
destekleyip onun hamisi göründükçe, Sovyet Rusya da Ortadoğu’da
158
y.a.g.e. , s.272
Gencer Özcan, “50.Yılı Biterken Türkiye-İsrail İlişkileri” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık
Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.538–551
160
Abdülahat Akşin, 1950’li Yıllar…, s.117
161
Ömer Osman Umar , “İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türk-Sovyet İlişkileri”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, S.59, C. XX, Temmuz 2004
159
74
Arapların koruyucu rolünü oynayarak nüfuz kazanmaya çalışmış ve böylece
Ortadoğu’da girişeceği manevralar için Sovyetler Birliği de bahane
bulmuştur.162
Sonuçta Bağdat Paktı tıpkı bölge ülkeleri gibi Sovyetler Birliği ile
Türkiye ilişkilerinin de son derece gergin seyretmesine sebep olmuştur.
Stalin’den sonra Sovyetlerin barış içinde bir arada yaşama çağrılarını Türk
Hükümeti inandırıcı bulmamış, Sovyet Hükümeti ise Türkiye’yi Ortadoğu’da
NATO’nun kurulamayacağını daha temkinli ve yavaş adımlarla hareket
edilmesi gerektiğini göstermiştir.
2. 4. BAĞDAT PAKTININ MEYDANA GETİRDİĞİ SONUÇLAR
Bağdat Paktı, Sovyetler Birliği ile Amerika arasında Soğuk Savaşın
meydana getirdiği mücadelenin Ortadoğu’da bir uzantısı niteliğindedir.163 Bu
iki kutup arasındaki mücadelede Türk Devleti, Komünizm tehdidine karşı Batı
Bloğunun yanında taraf tutmuş ve zamanla Batı’nın Ortadoğu’da “ileri
karakolu” niteliğine bürünmüştür. Bu noktada Bağdat Paktı da Batı desteğiyle
Türk Hükümeti’nin öncülük ettiği bir örgütlenme olmuştur. Ancak Irak hariç bu
pakta dahil olmaya yanaşan bir Arap devleti olmamıştır. Ortadoğu’nun Arap
Devletleri için İsrail tehdidi öncelik oluşturuyordu. Fakat onlar, Batı destekli bir
Paktın İsrail’e karşı her hangi bir girişimi olmayacağını düşünmüşlerdi. Batı
ise bu pakta Arap katılımı sağlanır ise Araplar nezdindeki Batı aleyhtarlığının
kırılacağını düşünmüştür.
Bağdat Paktı oluşmaya başladığı andan itibaren gerek Türkiye
gerekse
Batı
açısından
beklentileri
karşılamamıştır.
Hatta
Ortadoğu
bölgesinde Pakta karşı oluşan tepkilerin de etkisiyle bu paktın pek kazançlı
bir sonuç meydana getirmediği görülmüştür. Çünkü Bağdat Paktı yeterli
katılım sağlanamadığı için askeri bakımdan önemli bir savunma gücü
olamamıştır.
162
Abdülahat Akşin, a.g.e. , s.120
Turgay Merih, a.g.e. , s.178
163
75
Pakta üye devletlerden Türkiye, mevcut tüm gücünü NATO’nun emrine
vermiştir. İran, Irak ve Pakistan’ın ise askeri güçleri yok denecek kadar azdır.
Zaten bu devletler Batı’dan askeri ve ekonomik destek alabilmek için pakta
üye olmuşlardı. Yani Batı’nın düşündüğü savunma sistemi bu pakt ile
oluşturması çok zordur. Ayrıca Pakta Irak’tan başka bir Arap devleti’nin
katılmamış olması Arap dünyasının ikiye bölünmesi sonucunu ortaya
çıkarmış,
Irak
Hükümeti’nin
eski
sömürgecilerle
işbirliği
yaptığı
propagandaları, zamanla Irak Hükümeti’ni sarsmış ve 1958’de bir ihtilale
sebep olmuştur. Bu durum pakta üye olan İngiltere’nin de Irak’taki üslerden
geri çekilmesine sebep olurken bir anlamda İngiltere açısından da Bağdat
Paktının anlamını kaybetmesi olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse Bağdat
Paktı bölgede güvenliği sağlayacağı yerde, sarsmış ve bu durum Sovyetler
Birliği’nin Mısır gibi Pakta karşı devletlerarasında itibar kazanmasına sebep
olmuştur.164 Amerika’nın da daha önce belirttiğimiz sebeplerle Pakta dahil
olmaması, Pakt üyeleri üzerinde yalnız bırakılmışlık hissi uyandırmıştır.
Türkiye açısından ise Bağdat Paktı, Türkiye’nin NATO üyeliğinde
İngiltere’nin ikna edilmesi için verilmiş bir sözdü. Ancak bu söz için ve daha
fazla Batı desteği için Paktın oluşumu ve genişletilmesinde görünürde de olsa
başrolü oynayan Türkiye, bu sırada Sovyetler Birliğini kendisine karşı daha
çok tahrik etmiş, kışkırtmıştır. Elbette bu noktada Sovyetler Birliği’nin de
Türkiye’ye karşı oluşturduğu tehdidin etkisi de inkâr edilemez. Bağdat Paktı,
Türkiye’nin sadece Sovyetlerle değil, Irak dışında diğer Arap Devletleriyle
ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur. Türk Yöneticileri, İngiltere’nin bu
pakt ile Ortadoğu’da varlığını sürdürmeye çalıştığını göz ardı etmiş, Bağdat
Paktı’na katılmak konusunda Arap Devletleri arasındaki hoşnutsuzluğu
yalnızca Ortadoğu’da bir liderlik yarışı olarak değerlendirmişlerdir.165 Bu
durum da Paktın gelişimini engellen sebeplerden olmuştur; çünkü Araplar
aralarında Türkiye, Pakistan, İran gibi kuvvetli İslam devletlerinin bulunduğu
bir oluşuma katılmayı hazmedemeyebilirdi.166
164
Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.491–492
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.280–282
166
Abdülahat Akşin, a.g.e. , s.122
165
76
Demokrat Parti Hükümeti, Paktın başarısızlığını sadece Araplar
arasındaki liderlik yarışı sebebine bağlarken, Batı’nın herkes tarafından
kendisi kadar hayranlık duyulan bir güç olmadığını kabul edememiştir. Zira
Pakt üyesi devletler bile pakttan beklediklerini bulamadıkları durumda derhal
kendilerine başka bir yön çizebileceklerini hissettirmişti. Pakistan dahi Keşmir
sorununda arzu ettiği desteği bulamazsa pakta karşı nötr bir tavır ortaya
koyacağını belirtmiştir. Oysa Türkiye’nin de bu sırada bir Kıbrıs meselesi
vardı ama Türk Hükümeti Kıbrıs bizim olmasa ben yokum diyememiştir.167
Yani Demokrat Parti’nin Batı yanlısı politikaları ile maalesef sadece
Ortadoğu’da üstlenilen görevde değil milli davamızda da bir fayda
sağlanamamıştır.
Pakt İsrail’i de memnun etmemişti. Bir de Türkiye’nin Arap
Devletleri’nin Pakta, Türkiye İsrail’i tanıdığı için katılmıyor düşüncesi ile
İsrail’deki elçisini geri çekmesiyle Türk- İsrail ilişkilerinin de bozulmasına
sebep olmuş, yine de pakt için hiçbir gelişme olmamıştı.168
Sonuç itibariyle Amerika’nın yönlendirmeleri doğrultusunda 1955’de
kurulan Bağdat Paktı, Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri soğutan bir faktör
olmuştu.
Türkiye, Arap ülkelerini Ortadoğu’daki savunma paktının oluşumuna
katılmaya teşvik ettiyse de, Arap dünyası Batı’nın hâkimiyetindeki bir ittifakta
yer almayı reddetmişti.
Türkiye, Bağdat Paktını, kendi güvenliğinin korunması açısından
Batı’yla ilişkilerini geliştirmek ve toplumsal ve ekonomik gelişmesini
hızlandırmak için gerekli görürken, Arap ülkeleri bu türde bir savunma
paktının, Batı’nın emperyalist emellerini gerçekleştirmek ve Arap dünyasını
tekrar sömürgeleştirmek için kullanacağı bir araç olduğuna inanmıştı. Daha
da kötüsü, Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla birlikte Ortadoğu ülkeleri de
Sovyetler Birliği ile ilişkilerini yoğunlaştırmıştır.169 Yani bir anlamda planlar zıt
gelişme göstermişti. Bunun bir sebebi de Bağdat Paktı görünürde Komünist
167
Akis,29 Mart 1958
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.280–282
169
Gamze Güngörmüş Kona, “Türkiye ve Orta Doğu: Bugünü Belirleyen Arka Plan”,
http://www.turksam.org/tr/a1402.html,29.04.2008
168
77
tehlikesine karşı oluşturulan bir savunma örgütü olsa da katılan devletlerin de
farklı beklentilerinin olmasıydı. Pakt üyelerinden Komünizmle mücadele
konusunda en samimi olanı yine Türkiye’dir diyebiliriz.
2. 4. 1. Bandung (Asya-Avrupa) Konferansında Türkiye’nin Tutumu
II. Dünya Savaşından sonra Asya ve Afrika’da bağımsızlıklarını elde
eden devletler ekonomik olarak büyük zorluklar yaşamıştı. Bu durum
dünyanın iki kutuplu düzeninde bu devletleri kontrol altına alabilme, kendi
bloğuna katabilme yarışına sebep olmuştu. Ancak bu devletler her hangi bir
bloğa dahil olmadan kendi güçleri ile varlıklarını sürdürmek istiyorlardı.170
Çünkü bu devletlerin sömürgenin pençesinden kurtulması hiç de kolay
olmamıştı ve tekrar bu pençelere yakalanmak istemiyorlardı. Bu sebeple 18–
24 Nisan 1955 tarihinde Endonezya’nın Baundung (Bandoeng) şehrinde bir
araya gelen bu devletler, milli ve milletlerarası politikalarında ne gibi esaslara
dayanmak gerektiğini kararlaştırmak amacıyla toplanmıştır.
Konferansın amacı, yeni bağımsızlıklarını alan Afrika ve Asya
ülkelerinin, Amerika ve Sovyet Rusya gibi iki büyük nükleer güç karşısında
varlıklarını korumak için bir birlik ve dayanışma sağlamaktı.
Konferansı düzenleyen devletler: Hindistan, Pakistan, Endonezya,
Birmanya, Seylan’dı. Bu devletler hiçbir din ve ırk ayrımı gözetmeksizin tüm
Asya devletlerini Bandung Konferansına davet etmişlerdi.171 Konferansa 29
devlet katılmıştır. Fakat bu devletler siyasal sistem ve dış politikaları itibariyle
birbirlerinden o derece farklıydı ki, Asya Devleti olarak davet edilen Türkiye,
bu konferansta bir bakıma NATO'nun temsilcisi idi.172 Esas itibariyle bu
toplantıya katılan Türk heyetinin görevi, bu devletlerin emperyalizme karşı
oluşturacakları bir cepheyi de önlemekti. Bu doğrultuda Konferansta en
hararetli tartışmalar, Batı'nın temsilcisi durumunda bulunan ve milletlerarası
komünizm tehlikesi karşısında tarafsızlığın tehlikelerine işaret eden Türkiye
170
Turgay Merih, a.g.e. , s.157
Apdülahat Akşin, a.g.e. , s.137,Ayrıca bknz: Zafer Gazetesi, 24 Nisan 1955
172
Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.566
171
78
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Hindistan'ın komünist veya antikomünist her türlü kuvvet gruplaşmasının karşısında olduğunu ve NATO'nun
sömürgeciliğin en güçlü koruyuculuğundan biri olduğunu ileri süren Hindistan
Başbakanı Nehru arasında olmuştur.
Fatin Rüştü Zorlu 21 Nisan’da yaptığı konuşmada komünist tehlikesi
üzerinde durmuş, tarafsızlık siyasetinin iyi niyetli ancak yanlış bir yol
olduğunu belirtmişti. Hindistan Başbakanı Nehru’da sert bir cevap konuşması
yaparak, NATO’nun sömürgeciliği koruduğunu, her iki bloğunda yanlış
politikalar yürüttüğünü ve bunların savaşa yol açabileceğini belirtmişti.173
Türkiye, Konferans’ta Batı Bloğu’nu ve NATO’yu savunmasına karşılık
Amerikan yardımı ile ödüllendirilmiştir.174 Fakat bu durum ileriki yıllarda Asya
ve Afrika Devletleri’nin, Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi yalnız bırakmasına
sebep olmuştur.175 Aynı zamanda Türkiye’nin bu konferansta sömürgeci
devletlerin savunucusu rolünü üstlenmesi sebebiyle bu konferansta bulunan
ve çoğu yeni teşekkül etmiş olan Müslüman devletlerin, sempatisi
kazanılamamıştır.176 Oysa Demokrat Parti yöneticileri durumu adeta
tozpembe görüyorlardı. Buna kanıt olarak Fatin Rüştü Zorlu’nun 24 Şubat
1956’da TBMM’de yaptığı konuşmayı örnek gösterebiliriz. Bu konuşmasında
Fatin Rüştü Zorlu, Bandung Konferansı ile ilgili olarak, Dünya iki kampa
ayrılmış olmakla beraber ayrıca bir sözde tarafsızlar grubu da oluştuğunu,
bunların Batıyı da, Doğuyu da kendi hallerine bırakarak ve savunma
paktlarının dışına çıkarak ayrı bir blok kurmağa çalıştıklarını söyleyerek şu
sözleri eklemiştir:
“Dünyaya yaymağa çalıştıkları fikir, tarafsızlık fikri idi. Bu devletlerin
çoğu Garp müstemlekeciliğinden henüz kurtulduğu için. Garp devletlerine
muğber olmaları muhtemel görülerek, onları Rusya’nın politikasına doğru
götürmek hedefini güden bir hareket mevzuubahisti. Hindistan, öncülük rolünü oynuyordu. Hindistan dostumuz olmasına rağmen, dünya görüşünde,
173
Hüseyin Bağcı, a.g.e. , s.60
Feroz Ahmad, Bedia Turgay Ahmad, a.g.e. , s.135,Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.566
175
Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 3.Baskı, Filiz Kitapevi,
İstanbul, s.130–133
176
Ayın Tarihi, 01.02.1956
174
79
kendisiyle ayrılıyorduk. Biz, taarruzdan kurtulmak için ancak fedakârlıkları
göze almak ve birleşmek lâzım geldiğini ileri sürüyorduk. Halbuki, onlar,
Gandi felsefesini takip ediyorlar ve silâhlanmamak, fakat herkese karşı
dostuz demek ve bir tarafsızlık politikası takip etmek suretiyle düşmanlığı
yenebileceklerini umuyorlardı. Bu politika, Türk felsefesine de. Müslüman
felsefesine de uymaz. Biz silâha silâhla,- tokada tokatla mukabele eden bir
milletiz… Biz orada kendi politikamızı, dostlarımızla birlikte savunacaktık.
Müttefiklerimiz de konferansa katılmamızı arzu ediyorlardı. Çünkü bir milyarı
aşan "bir kitlenin bu mümessilleri, atom silâhının' müdafaa harbinde dahi
kullanılmamasına taraftarlık etmekte idiler. Hâlbuki bugün, demokrasi
cephesinin en büyük üstünlüğü, atom silâhına dayanıyor. Bu silâh bertaraf
edildiği anda bir tehlikenin Hindistan’a, İran’a vesaire yerlere doğru nasıl
akacağını kolaylıkla kavramak mümkündür. Konferansta, biz yalnız değildik.
Bizim gibi düşünen Irak, Pakistan, İran, Sudan, Lübnan ve daha birçok
devletler de vardı.
Orada biz müstemlekeci fikirleri müdafaa etmedik. Birleşmiş Milletler
anayasasına iştirak etmiş bir millet olarak, esasen bunu yapmamıza imkân
yoktu. Bilakis, Bandung Konferansı kararları ile müstemlekeciliği mahkûm
ettik. Müstemlekecilik ortadan kalkmalıdır, dedik. Şimalî Afrika da takip ettiği
politika bakımından Fransa’ya doğru yolu göstermeğe çalıştık. Konferansa
katılan devletlerin birçok mümessilleri gelip bize teşekkül ettiler. Daha
konferansa gittiğimiz zaman, önümüze çıkarılan ruznameyi reddettik.
Konferans, aklıselim ile hareket eden memleketlerin hâkimiyeti altında
cereyan etti. Atom silâhım mahkûm ettirmedik. Tarafsızlığın kötü bir şey
olduğunu
söyledik.
Hem,
kalp
kazandık,
hem
Türkiye’nin
prestijini
yükselttik.”177
Kemal Bağlum’un eserinde belirttiğine göre 1956 yılında bu sözleri sarf
eden Fatin Rüştü Zorlu 1959 yılında şunları söylemektedir: “bizim en büyük
hatamız kayıtsız Amerika’ya tabi olmamız. Böyle bir politika sonsuza kadar
devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir sonuca
177
Ayın Tarihi, 24 Şubat 1956
80
varamaz. Aksine kendimizden çok şey veririz, yine de onları memnun
edemeyiz. Eğer Türkiye Uluslararası Platformda haklı olduğu bir davada
Amerika’ya rağmen, aksine bir görüş ortaya koyabilse, saygınlığımız daha da
artar. Böyle bir politikayı uygulayan devletler her zaman öteki devletler
nezdinde sözü dinlenen ve dikkate alınan devlet durumuna gelmiştir. Türkiye
NATO ve Amerika’nın yanı sıra Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Sovyetler ile belli
ölçüde, Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek
zorundadır. Bunu
yaparken çok dikkatli hareket etmek lazımdır. Ölçüyü
kaçırdığımızda saygınlığımızı bitirebiliriz.”
Bu açıklama gösteriyor ki Demokrat Parti yöneticileri geçte olsa
yanlışlarını fark etmiştir. Ancak Bandung Konferansı gerçekleşmiş ve yine
Türkiye Batı yanlısı bir tutumundan ötürü Ortadoğu’da bunun etkisini
görmüştür. Ancak bu kez kendi vatan toprağımızda, kendi milli davamızda,
uluslararası platformda Asya ülkelerinin desteğinden mahrum kalınmıştır.
Çünkü devletlerarası ilişkilerde pişmanlıklar değil, tarih daha etkilidir. Bu
sebeple bir ülkeyi yöneten idarecilerin daima ileri görüşlü olabilmeleri, günü
kurtarmak adına bir milletin geleceğini zan altında bırakabileceklerini
düşünmeleri gerekir.
81
2. 4. 2. Süveyş Krizi Ve Türk-Amerikan İlişkileri
Demokrat Parti Döneminde Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerimizde büyük
bir gerileme yaşarken, Türkiye’nin Batı’yla olan bağları doruk noktasına
ulaşmıştır.
Batı’nın önderliğindeki güvenlik kuruluşu NATO’ya 1952 yılında
alınması Türkiye'yi, Batı’ya özellikle Amerika’ya bağımlı kılarken, diğer
yandan Ortadoğu bölgesinden daha fazla uzaklaştırmıştır.
Demokrat Parti Hükümeti, Batı desteğiyle Ortadoğu’da attığı her
adımda Ortadoğu devletlerinden bir adım daha uzaklaşmıştır.
Demokrat Parti Hükümeti, Bağdat Paktı’na yeni üyeler kazandırmak
için çabalamaya devam ederken, Arap dünyasında özellikle Mısır’ın pakt
karşıtı gösterileri de gün geçtikçe artıyordu. Bu durumdan son derece
rahatsız olan Demokrat Parti Yöneticileri, Amerika’yı Pakta daha fazla destek
olması için sıkıştırıyordu. Bu noktada Amerika’nın, Mısır’ın, Asuan Barajı*
Projesini finanse etme tekliflerini geri çekmesi, Demokrat Parti tarafından
memnuniyetle karşılanmıştı. Ancak Mısır’ın(Nasır’ın) bu karara Süveyş
Kanalı’nı millileştirerek cevap vermesi Batı’lı Devletler gibi Türk Hükümetini
de şaşırtmıştır.178
Nasır’ın, Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararını ilk aşamada Türkiye,
Amerika ve İngiltere ile birlikte kınamıştır. Aslında kanalın millileştirilmesi
meselesi Türkiye’nin çıkarları için hayati bir önem taşımıyordu. Türkiye’nin
kanal ortaklığında da bir payı yoktu. Bu açıdan Türk Hükümeti’nin tepkisini,
kendisinin
Batı
politikalarıyla
bütünleşme
çabalarından
ileri
geldiğini
söyleyebiliriz. Ayrıca Batı kontrolünden çıkmış bir Süveyş Kanalı’nda Sovyet
tehdidinin artması ve Türkiye ile Mısır arasındaki olumsuz hava da
Türkiye’nin bu tepkisinde etkili olmuştur. Çünkü bu dönemde Mısır, Nasır’ın
liderliğinde ülkeyi ve bölgeyi Batı etkisinden kurtarmaya çalışırken, Türkiye
*
Asuan Barajı: İngiltere’nin bu dönemde dünyanın en büyük tekstil üreticisi olarak pamuk kıtlığını
giderebilmek için Mısır'ı büyük bir pamuk üreticisi durumuna getirme istemi ile oluşmuştur. Mısır'a
Nil kaynaklarının % 66'sını kullanma hakkını kazandırırken Etiyopya gibi Suyun kaynağı olan
ülkelere baraj yasağı koymuştur.
178
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s. 290–291, Turgay Merih, a.g.e. , s.180–185
82
ise Demokrat Parti hükümeti ile bölgedeki Batı bağlantılarını güçlendirmeye
çalışıyorlardı.
Türk Hükümeti, Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararına sert bir
tepki ve bir ittifak ile cevap verilmesini istiyordu. İngiltere ve Amerika
açısından bakıldığında ise onlar öncelikle diplomatik girişimlerle sorunu
çözme yolunu tercih ediyorlardı. İngiltere, Amerika’ya oranla daha sert
tepkiler vermiştir. Çünkü her şeyden önce kanalı en çok kullanan ülke
İngiltere idi. Ayrıca o dönemde İngiltere, Ortadoğu Petrolüne tamamen
bağımlıydı. En önemlisi kanal psikolojik açıdan İngiltere’nin Ortadoğu’da
nüfuzunun bir sembolü niteliğindeydi. Bu sebeple İngiltere, askeri bir
hareketin bölgede büyük tepki çekmesinden de endişelendiği için öncelikle
diplomatik yollarla Mısır’la uzlaşma yoluna gidecektir. Bu konuda Amerika’yla
da anlaşan İngiltere, 16 Ağustos 1955’te Londra’da 22 devletin katıldığı bir
konferans düzenlemiştir. Türkiye’de bu konferansa katılan devletlerden
birisidir. Türkiye’nin konferansa katılması konusunda Batı’lı devletlerin
şüpheleri vardı; Çünkü Türk Boğazları’nı Mısır Hükümeti örnek gösterebilir,
bu durum Boğazlar konusunda yeni görüşmelere yol açabilirdi. Ancak Türkiye
bundan bir endişe duymadan konferansa katılmıştır. Mısır konferansa
katılmadığı için Boğazlar konusu da gündeme gelmemiştir.
Bu konuda Ahmet Emin Yalman, Vatan gazetesindeki yazısında
“…Mısır’ın yaptıklarına baktıktan sonra, Türkiye’nin ne demek olduğunu, hür
dünya için ne gibi bir kıymet teşkil ettiğini, dünya nihayet öğrenecektir. Bizim
de elimizde dünyanın can damarları olan boğazlar var... biz bu sayede
menfaatler sızdırmak için maceralara atılmadık atılmayız”179 diyordu.
Konferansta, Türkiye, Kanalı yönetmek için uluslar arası bir yapının
oluşturulması fikrine dayanan Amerikan tezini desteklemiştir. Ancak Mısır
Hükümeti Eylül ayında Londra Konferansında alınmış olan kararları kabul
etmeyeceğini belirtmiş; Ancak Amerika bu şekilde bir örgüt kurulması
önerisinden vazgeçmemiştir.
19 Eylül 1956’da Londra’da ikinci bir konferans toplanmıştır. Türkiye
179
Ahmet Emin Yalman, “Kopan Kıyamet”, Vatan Gazetesi, 28.08.1956
83
bu konferansta da Amerika’nın önerdiği “Kanalı Savunanlar Birliğinin”
kurulması lehinde oy vermiştir. Mısır Hükümeti bu konferansa da katılmamış
ve söz konusu birliğin kurulmasını reddetmiştir. Bu sırada İngiltere, Mısır’ın
ikna
olmaması
durumuna
karşı
Askeri
bir
hareketin
de
planlarını
yapmaktaydı. Nasır’a karşı planlanan askeri harekâtta İngilizler ve Fransızlar*
ortak hareket edeceklerdi. Ancak İngilizler ve Fransızlar bu bölgede tümüyle
saldırgan görünmemek için İsrail ile ortak hareket edecekleri bir plan
yapmışlardı. Buna göre İsrail, Mısır’a saldıracak, İngilizler ve Fransızlar da
bölgede huzuru sağlama bahanesi ile kanala askeri müdahalede bulunacak
askerlerini yığabileceklerdi. Bu plan gereği 26 Ekim 1956’da İsrail, Mısır’a
saldırınca İngilizler ve Fransızlar, durumdan habersizcesine İsrail ve Mısır
Hükümetlerine ültimatom vererek her iki tarafında kanaldan 10 mil geri
çekilmelerini istemişlerdi. Hemen ardından da kanalı koruma bahanesiyle
kanal civarındaki stratejik noktaları işgal etmeye başlamışlardır. Ancak
yapılan planlara rağmen bu durum dünya kamuoyunda büyük tepki ile
karşılanmış, İngiltere ve Fransa dünya kamuoyunda saldırgan devletler
olarak büyük tepki görmüşlerdir.
Burada önemli olan nokta ise Amerika’nın tavrı olmuştur ki bu zamana
kadar Ortadoğu bölgesini Komünizm tehlikesinden korumayı görev edinmiş
Amerika bu kez, kendi müttefiklerine karşı Sovyetler Birliği ile birlikte hareket
ederek, İngiltere’ye kanaldan çekilmesi ve ateşkes ilan etmesi için baskı
yapmıştır. Hatta Amerika, Ateşkes önerisini BM genel kuruluna götürür.
Türkiye bu durumda yine Amerika ile paralel bir politika izlemiş ve
Amerika’nın ateşkes çağrısına lehte oy vermiştir. Anlaşılan Türkiye, Mısır’a
karşı girişilen harekâttan memnun olsa da Batılı müttefikleri arasında bir
tercih yapması gerektiğinde yine Amerika’yı desteklemiştir. Çünkü Türk
Hükümeti’nin Amerika’ya rağmen bu harekâtı desteklemesi mümkün değildi.
Sonuçta Birleşmiş Milletler genel kurulunda ateşkes önerisinin kabul
edilmesi, 6 Kasım 1956’da İngiltere’nin ateşkes ilan etmesini sağlamıştı.
Ancak İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesine müdahalesi Ortadoğu’da, Batı
*
Fransa’nın Nasır’a karşı askeri bir harekete dahil olması büyük ölçüde Nasır’ın Fransızlara karşı
Cezayirlileri desteklemesinden kaynaklanıyordu.
84
politikaları açısından yeni zorluklara yol açmıştır. Bu durum bölgede sadece
İngiltere’nin değil, NATO ve Bağdat Paktı’na dahil olan Türkiye dahil tüm
müttefiklerinin prestijini sarsmıştır.180 Amerika’nın durumu fark edip yaptığı
manevralar ve Sovyetlerle birlikte Ateşkes baskılarında bulunması da
Ortadoğu’da Batı’nın sarsılan imajını kurtarmaya yetmemiştir. Ancak Süveyş
Krizi bölgede İngiltere, Fransa ve İsrail’i tamamıyla düşman haline getirmiştir.
Başka bir deyişle Fahir Armaoğlu’nun belirttiği gibi İngiltere ve Fransa
Ortadoğu’da kaş yapayım derken göz çıkarması Nasır’ın ve Sovyetler
Birliği’nin bölgedeki etkinliğini yok etmek isterken attırmış, kendileri gibi
müttefiklerinin de itibarını sarsmıştı.
Süveyş Krizi Batılı emperyalistlerin arasını bozmuştu. Amerikan
Başkan
Yardımcısı
Nixon,“…İngiliz-Fransız
bağımsızlığımızı gösterdik...” diyordu.
181
Politikalarına
karşı
Şüphesiz ki Bu durumdan en karlı
çıkan Batılı Devlet Amerika olmuştur. Amerika bundan sonra kısa sürede
Orta Doğu’da egemen güç olacaktır.182
2. 4. 3. Eisenhower Doktrini Ve Türkiye
Süveyş Krizi İngiltere’nin Ortadoğu bölgesindeki etkisine büyük bir
darbe vurmuş, İngiltere’nin bölgeden tamamen çekilmeyi düşünmesine sebep
olmuştur. Ayrıca Mısır Hükümeti de 19 Ekim 1954 tarihli Süveyş
Antlaşması'nı, Süveyş Krizi sırasında feshederek, Batı ile bağlarını
koparmıştı. Böyle bir durum bölgede Sovyetler Birliği tarafından doldurulacak
bir otorite boşluğuna sebep olabilirdi. Bu durum ise Amerika için kabul
edilemezdi. Bu sebeple Süveyş Krizi, Amerika’nın bu bölgeyle ilgili
politikasına yeni bir boyut getirmiştir.183
Kriz Amerika’ya artık bölgede direk olarak harekete geçme zamanının
180
Ayşegül Sever, a.g.e. , s. 164–166
Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası Düşler ve
Entrikalar, s.194–195
182
Harpal Brar, Ella Rule, Ortadoğu ve Emperyalizm, Çev.Evren Mardan, Papirüs Yay. I.Basım,
Nisan 2004, s.18
183
Gamze Güngörmüş Kona, “Ortadoğu’nun Yeni Sınırları”, Görüş Dergisi, S. 55, N. 54, , İstanbul,
2003, s.16–25, Haluk Gerger, a.g.e. , s.83
181
85
geldiğini göstermiştir. Ayrıca bu dönemde Bağdat Paktı üyelerinin de
Amerika’ya pakta katılması için yaptığı yoğun baskıların da etkisiyle
Amerikan Başkanı Eisenhower artık Ortadoğu’da direk olarak harekete
geçmeye karar vermiştir.184 Yani artık Amerika yeni bir Ortadoğu saldırısı için
harekete geçecektir. Bunun için 5 Ocak 1957’de Amerikan Kongresinde bir
konuşma yapan Eisenhower, bu saldırı için ilk adımı atmış oluyordu. Bundan
sonra Eisenhower Doktrini olarak anılacak bu konuşmada Eisenhower,
kongreden özetle Ortadoğu’ya yönelik bir Sovyet tehdidine veya Komünist
saldırısına, komünizmin denetimi altındaki her hangi bir ülkenin saldırısına
karşı, yardım isteyen bölge ülkelerini, gerekirse askeri müdahale yolu da
dahil olmak üzere, koruma kararlılığında olduğunu belirtmiş ve kongreden bu
konuda yetkilendirilmek istemiştir.185 Bu teklifin kongre tarafından 9 Mart
1957’de kabul edilmesinden sonra, Başkan Eisenhower komünizmle
yönetilen herhangi bir Devlet tarafından saldırıya uğrayacak herhangi bir
Ortadoğu Devletinin, askeri yardım da dahil olmak üzere her şekilde Amerika
tarafından savunulacağını beyan etmiştir.186
Tarihte Eisenhower Doktrini olarak anılan bu plan doğrultusunda
Ortadoğu Devletleri ile görüşecek olan Büyükelçi James P. Richard,
Ortadoğu turuna çıkmış ve Türkiye’ye de uğramıştı.
Büyükelçi ziyaret esnasında Türk Hükümeti ile görüşmelerinde
“Birleşik Amerika, Türkiye'nin kuvvetli ve kahraman bir dostu olduğunu iyi
bilmekte ve bunu takdir etmektedir. Askerlerimiz Kore'de, harbe mecbur
edilen bu memlekette ve dolayısıyla bütün dünyada, Birleşmiş Milletler
Anayasasının prensiplerini muhafaza etmek için yanyana savaşmıştır. İzah
etmek üzere burada bulunduğum program Kore'de uğrunda savaşmış
olduğumuz prensipleri daha da desteklemektedir. Bu, Birleşik Amerika'nın
Ortadoğu’daki dostlarına hürriyetlerini idame ve sulhu teminde yardım etmek
istediği kooperatif bir programdır. Türkiye ile Birleşik Amerika arasındaki sıkı
dostluğun buradaki görüşmelerimiz için kuvvetli bir temel temin ettiğini ve
184
Nasuh Uslu, a.g.e. , s.125
Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, Düşler… , s.203
186
Gamze Güngörmüş Kona, a.g.m. , s.18
185
86
Türk resmî şahsiyetleri ile yapacağımız toplantıların fevkalâde istifadeli
olacağını biliyorum.»187 demiştir.
Menderes hükümeti bu yeni doktrini, 1947 yılında Truman Doktrini ile
başlayan askeri ve ekonomik yardımların şimdi Ortadoğu ülkelerini de
kapsayacak
şekilde
genişletilmesi
olarak
değerlendirmiştir.
Menderes
Hükümeti bu yardım sayesinde bu sırada iç politikada yaşanan olumsuz
havanın düzeltilebileceğini ümit etmiştir. Çünkü bu sırada ekonomi büyük bir
düşüş yaşıyor ve bu durum Menderes Hükümetine büyük güçlükler
yaşatıyordu. Bu sebeple Türk Hükümeti, sadece doktrini desteklemekle
kalmayacaklarını aynı zamanda bölgede gerçekleştirilmesi için de üzerlerine
düşeni yapmaya hazır olduklarını belirtmiştir. Bu sayede Türkiye, Amerika’nın
yanı sıra bölgede önemli bir rol oynamış olmayı da hedefliyordu.
Eisenhower Doktrini’nin açıklanmasından kısa süre sonra İngiltere
dışındaki Bağdat Paktı üyesi devletler ortak bir tebliğ yayınlayarak doktrinin
Komünist tehlikesine karşı Ortadoğu bölgesinin korunacağının belirtmesinden
memnun olduklarını bildirmişlerdir. İngiltere memnun değildir. Çünkü
Amerika, Süveyş Krizinde Sovyetler Birliği ile birlikte İngiltere ve Fransa’nın
ateşkes ilan etmeleri için baskıda bulunmuştu. Şimdi ise Amerika,
Ortadoğu’da üstünlüğü ele geçiriyor ve gerektiğinde bölgeye müdahaleye hak
kazanıyordu.188 Yani Amerika bundan sonra her hangi bir problemde
Ortadoğu’ya doğrudan doğruya silahlı müdahalede bizzat bulunacaktır.
Orta Doğu’da komünizm tehlikesini önlemek üzere hazırlanan
Eisenhower Doktrini Lübnan’a yapılan 10 milyon dolarlık bir iktisadî yardımla
yürürlüğe girmiştir.189
Eisenhower
Doktrini
ile
Amerika
Ortadoğu’da
sorumluluğu
üstlenmiştir. Bu onlara göre komünizmle mücadele adı altında bize göre
petrol kaynaklarını korumak yahut sömürmek için olsa da artık Ortadoğu Türkiye ve Amerika ekseninde yeni bir dönem başlamaktadır. Bu Doktrin
187
Ayın Tarihi,04.03.1957
Hüseyin Bağcı, a.g.m. , s.88–91
189
Ayın Tarihi, 3 Nisan 1957
188
87
Amerika’nın II. Dünya Savaşından sonra yöneldiği Ortadoğu’da sorumluluğu
tam olarak üzerine aldığı dönemin başlangıcı olmuştur.
2. 4. 4. Suriye Olayları Ve Amerika’nın Etkisi
Suriye hükümeti, Süveyş Krizi sırasında Mısır’ı desteklemiş, Sovyetler
Birliği ile çok yakın ilişkiler kurmuş, Sovyetler Birliği’nden silah satın almıştı.
Bu net olarak bilinmemekle birlikte Suriye, Rusya’dan silâh ve teknik yardım
aldığını inkâr etmemişti. Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanımıştı. Aynı zamanda
Suriye
Hükümeti
Eisenhower
Doktrini’ni
kabul
etmeyen
Ortadoğu
Devletleri’nden birisiydi. Suriye’nin bu tutumu Batılı Devletleri öncelikle Petrol
transferi noktasında endişelendirmişti. Çünkü Irak Petrollerinin boruları
Suriye’den geçiyordu ve Suriye ordu birliklerinin bu boruları tahrip etmesi Batı
Avrupa’da sıkıntılı günler yaşanmasına sebep olmuştu. Bu sırada Ürdün Kralı
Hüseyin, Nasır taraftarlarını ülkeden uzaklaştırmış ve bu kişiler Suriye’ye
sığınmıştı. Bu durum Suriye’de Batı aleyhtarlığının hat safhaya ulaşmasına
sebep olmuştu. Ayrıca Suriye’de Genelkurmay başkanlığına komünist eğilimli
Albay Bızri’nin getirilmesi kısa sürede Suriye’de dünyanın ilgilendiği bir
güvenlik problemine dönüşmüştür.
Türkiye ise güney sınırındaki bu olaylardan endişe duymaktaydı.190
Türkiye gibi bu gelişmelerden endişe duyan Irak ve Ürdün’ün Kralları 22
Ağustos 1957’de, Amerika Dış İşleri Bakanı Loy Henderson da 24 Ağustos
1957’de İstanbul’a gelerek konu hakkında görüşmelerde bulunmuştur.
Amerikan Dış işleri Bakanı, Türkiye’nin ardından Irak, Lübnan ve Ürdün’e de
ayrı ayrı ziyaretlerde bulunmuştu ve görüşmeleri sonunda Suriye’nin, özellikle
Ürdün’de Kral Faysal’ın aleyhine çalışmalarda bulunduğunu ve Sovyetler
Birliğinden silah aldığını belirten bir rapor vermişti. Bunun üzerine Amerikan
Hükümeti Ürdün’e yapılan askeri yardımı hızlandırmıştı.191
190
191
Ayın Tarihi,23 Ocak 1957, Mahmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.300
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.306–307, Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl… , s.577
88
Başbakan Adnan Menderes, 24 Eylül 1957’de Suriye’nin durumu ile
ilgili bir açıklama yaparak, Suriye’nin silahlanmasının makul sınırları aştığını
ve buranın Sovyetler Birliği tarafından silah deposu haline getirildiğini
belirtmiştir. Bu durum karşısında tüm dünyanın barış için, güvenlik için
dikkatini Ortadoğu’da toplamasını ve Sovyetler Birliği ile Suriye’nin bu
hareketlerine karşı önlem alınmasını isteyen Başbakan Adnan Menderes,
Türkiye’nin, Suriye ile uzun bir sınırı olduğunu bu sebeple de güney
sınırındaki
gelişmelerin
milli
güvenliğimiz
açısından
büyük
tehdit
oluşturduğunu dile getirmiştir. Bu durum Ortadoğu’da kısa sürede SuriyeSovyetler Birliği, Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri krizine dönüşmüştür.
Sovyetler Birliği 10 Eylül 1957 bir nota vererek Türkiye’yi Suriye’ye
karşı saldırı emelleri beslemekle suçlamıştır. Başbakan Adnan Menderes 30
Eylül’de Sovyetler Birliği’nin notasına cevap vererek, Türk Devleti’nin hiçbir
ülkeye karşı saldırgan bir niyette ve tavırda olmadığını ancak kendisini
korumak için çeşitli tedbirler aldığını ve buna da hakkı olduğunu belirtmiştir.
Çünkü Türkiye Suriye ile uzun bir sınıra sahiptir ve Suriye’de kurulacak
komünist bir düzen ilk olarak Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecektir. Ayrıca
“gösteriş ve şantaj da olsa, Suriye’nin komünist bir rejimle idaresi keyfiyeti,
kendisini komünist propagandalarına merkez veya vasıta olmaya veya yıkıcı
tahriklere mülayim davranmaya sevk ve icbar edeceği cihetle uzak yakın
Arap ve Müslüman memleketlerini kendisinden şüphelendirmeğe, hatta
aleyhinde ihtiyat tedbirleri almaya mecbur edecek kâfi bir mazeret ve
sebepti.”192 Adnan Menderes konuşmasına dünyada barışın korunması için
çabalayan bir ülke olarak bu konuda başkalarından öğrenecek çok şey
olmadığını da eklemiştir.
8 Ekim 1957 tarihinde ise Suriye ve Türkiye arasındaki gerginlik sınır
olaylarının patlak vermesine yol açmıştır. Suriye Hükümeti, Türk Hükümeti’ne
sınırda tahrikçi hareketlerde bulunulduğunu ve Suriye hava sınırlarını ihlal
edildiğini belirterek bir nota vermiş ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine
de şikâyette bulunmuştur. Türk Hükümeti bu notaya cevabında da güney
192
Hürriyet Gazetesi, 28.08.1957
89
sınırını savunma amaçlı bazı tedbirlerin haklı olarak alındığını ancak Suriye
tarafından ileri sürülen iddiaların tamamen yersiz olduğunu belirtmiştir. Bu
sırada Sovyetler Birliği, Amerika’yı da Türkiye’yi Suriye’ye karşı kışkırtmakla
suçluyor
ve
Türkiye’nin
bir
savaş
çıkarsa
buna
bir
gün
bile
dayanamayacağını beyan ediyordu. Amerika bu açıklamalara karşılık bir
bildiri yayınlamış ve Türkiye’ye yapılacak her hangi bir saldırıda Amerika
Birleşik Devletleri’nin NATO içerisindeki yükümlülüklerini derhal yerine
getireceğini ve bütün gücüyle Türkiye’ye yardım edeceğini beyan etmiştir.
Diğer taraftan Suudi Arabistan Kralı da Ortadoğu’daki bu gerginliği gidermek,
Suriye ile Ürdün ve Türkiye arasındaki problemleri yatıştırmak için harekete
geçmiştir. Bunun için ilk olarak Şam’ı ziyaret eden Suut aynı zamanda
Türkiye, Ürdün, Lübnan ile de yazışmalar yapmıştır. Kral Suut’un bu
ziyaretinden sonra Suriye ve Ürdün ilişkilerinin biraz olsun düzelmiş olduğu
da gözlenmiştir. Çünkü Ürdün Kralı Hüseyin 16 Ekim tarihinde Amman’da
İngiliz, Amerikan, Türk büyükelçileri ile yaptığı bir toplantıda, elçilere
Suriye’ye yapılacak bir saldırı’nın bütün Arap Devletlerine yapılmış bir
saldırdı olarak kabul edileceğini belirtmiştir. Aynı şekilde Kral Suud’un
Lübnan’ı ziyaretinin ardından da 20 Ekim’de bir bildiri yayınlanarak Suriye’ye
da her hangi bir Arap devletine karşı bir saldırı durumunda birlikte karşı
konulacağını belirtmişlerdir.193
Görüldüğü gibi Arap Devletleri bile Batı’ya karşı birlik olabiliyor
birbirlerini destekleyerek Batı’nın her sözüne boyun eğmiyorlardı. Ancak
onlar da bunu yaparken dünyanın dengesini bozamıyor ve mecburen diğer
taraftan güç almak zorunda kalıyorlardı. Yani bu düzende Ortadoğu’da
Amerika’nın ya da Sovyetlerin desteğine sahip olmadan bir politika gütmek
imkânsızdı.
Türkiye, Suriye konusunda endişe duymasına rağmen iyi niyet
göstererek, Suriye’ye karşı hiçbir saldırı düşüncesinin bulunmadığını her
fırsatta belirtmiştir. Ancak Suriye gerek Arabistan Kralı’nın arabuluculuk
193
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.309
90
faaliyetlerine gerekse Türkiye’nin iyi niyetine karşı olumsuz bir yaklaşım
sergilemişti.
Sonuç olarak Suriye Bunalımı, II. Dünya Savaşından sonra dünyada
yükselmiş olan iki devletin çekişmesinin Ortadoğu’da dolaylı olarak kendini
göstermesidir.
Suriye’nin iç durumundan faydalanan Sovyetler Birliği bu ülkeyi kendi
nüfuzunu Ortadoğu’da yaymak için elverişli bir alan olarak belirlemişti. Fakat
Komünizmin Ortadoğu’da güç kazanmasını istemeyen Batılı Devletlerde
Sovyetler Birliği’nin Suriye’ye yerleşmesine engel olmak istemişlerdi. Bu
sorunla Batı’nın istediği doğrultuda mücadele edecek devlet de Türkiye’dir.
Çünkü Türkiye, Suriye ile uzun bir sınıra sahiptir ve Suriye’de kurulacak
komünist bir düzen ilk olarak Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecektir.
Ortadoğu’daki bu olaylar karşısında dönemin gazetecilerinden İhsan
Barlas “Süveyş harekâtında İngiltere’nin elini kolunu bağlayanlar, şüphesiz
şimdi pişmanlık duymaktadırlar.” Diyordu. İhsan Barlas Amerika’nın ünlü
gazetelerinden New York Times’ın Ortadoğu’da Sovyet varlığı hakkındaki şu
değerlendirmezsini de yazısına eklemişti: “Sovyetler Orta Şarkta askeri bir
tecavüz politikası gütmüyorlar ve bu yüzden, ne Eisenhower Doktrini, ne
Bağdat Paktı, komünist politikasını Önleyici kuvvettedir. Şimdi Ruslar, iktisadî, fikrî, sosyal şekillerde bu memleketlere sızmağa çalışıyorlar. Hatta o
memleketlerdeki iç ihtilâf ve zıddiyetlerden ve bilhassa milliyetçi cereyanların
akışından faydalanıyorlar. Zemini çok uygun bulurlarsa, Kore’de olduğu gibi,
ufak muharebeler de yapıyorlar. Şimdi onların bu usullerine karşı NATO
teşkilâtıyla ve yahut Bağdat Paktıyla mukabele edilemez ama meydanı boş
bırakmak da caiz değildir. Çünkü bu son usullerle bazı hür memleketler de
Demirperde arkasına kapanır ve kayarsa biz soğuk harbi ve sulh içinde
mücadeleyi kaybetmiş oluruz.”194 Aslında, Batı gazetelerindeki bu gibi benzer
yorumlar tam olarak emperyalizmin stratejisini belirtmektedir. Ancak bunu
yapanın Emperyalist Batı değil, Komünist Sovyetler Birliği olmasının
rahatsızlığının yaşandığı açıktır. Bu yazıdaki “sulh içinde mücadeleyi
194
A. İhsan Barlas, “Sovyet - Suriye Anlaşması”,10.08.1957, Dünya Gazetesi
91
kaybetmiş oluruz” Cümlesi bu devletlerin Ortadoğu’da nüfuzu kazanmak için
ne kadar hırslı olduğunun ve gerektiği an fiili mücadelenin başlayabileceğinin
açık bir göstergesidir. Aynı şekilde Moskova Kahire ve Şam radyolarındaki
haberlerde Amerika’yı Suriye içişlerine karışmak, emperyalist emellerle
hareket eylemekle suçluyorlardı.195
Görüldüğü gibi yine Ortadoğu’da iki kutbun nüfuz mücadelesi patlak
vermişti. Bu durumda Türkiye ise gelenek haline getirmiş olduğu Batı taraftarı
politikalarına tüm gücüyle destek veriyordu.196 Bu desteğin bir sebebi de bu
sırada Türkiye’de ekonomik sıkıntıların yaşanması ve 1957 seçimleri öncesi
Demokrat Parti’nin Amerika’nın desteğine ihtiyaç duymasıdır. Yani Demokrat
Parti Hükümeti, bu kriz sayesinde bölgedeki önemini Amerika’ya tekrar
hatırlatarak bu sayede alacağı yeni yardımlarla iç politikada durumunu
düzeltmenin de planını yapmaktaydı. Bu plan kısa vadede gerçekten etkili
olmuştur, ancak uzun vadede bölgede Amerika ve Sovyetler Birliği arasındaki
rekabetin yarattığı istikrarsızlık dinmemiştir.197
1957 Suriye Buhranı, Amerika için ise görmemezlikten geldiği bir
gerçeğin tamamen gün yüzüne çıkma sebebi de olmuştur. Amerika,
komünizmin Ortadoğu'da yayılmasını önlemeye çalışırken, Araplar için esas
mesele İsrail davası idi. Bu gerçeği İsrail’in kuruluşundan beri geri planda
tutup Komünist tehditlerini ön plana çıkaran Amerika, Arap ülkeleri için
durumun kendi propagandaları doğrultusunda şekil almadığını görmüştür.
Suriye’nin Ortadoğu’da ortaya çıkardığı gerginlik, 1958 yılı başlarından
itibaren Suriye ve Mısır arasında bir birlik kurulacağının açıklanmasından
sonra yumuşamaya başlamıştır. Çünkü o sırada Arap Devletleri’nin Sovyet
etkisi
bulunmayan
bir
ülke
ile
birlik
oluşturulması
memnuniyetle
karşılanmıştır. Fatin Rüştü Zorlu 1958 Ocağında bu durumdan duyulan
memnuniyeti, ayrıca böyle bir bağın komünizme karşı da duracaksa daha
büyük bir sevinç ve memnuniyet yaratacağını belirtmiş ve Türkiye’nin, Birleşik
195
Yeni Sabah Gazetesi, “Amerika’nın Rolü Nasihat, Düzenleme ve Manen Yardım”,30.08.1957
Mehmet Gönlübol, a.g.e. , s. 307-311
197
Turgay Merih, a.g.e. , s.191
196
92
Arap Cumhuriyeti’ni, 11 Mart 1958’de tanıması ile Suriye- Türkiye ilişkilerinde
yeni bir dönem başlamıştır.198
2. 4. 5. Irak İhtilali – Ürdün Ve Lübnan Olayları
Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955’te imzalanan “Bağdat Paktı”
Arap Ülkeleri arasında bölünmelere yol açmış, başta Mısır devlet başkanı
Nasır, Bağdat Paktı’ndan rahatsız olmuş ve Suriye ile beraber Batı
denetiminde kurulmuş Bağdat Paktı’na karşı faaliyetler yürütmüştü. Mısır ve
Suriye, Sovyet yanlısı bir dış politika İzlemeye başlaması Ortadoğu’da yeni
krizlere yol açmıştı.199
Mısır’ın Bağdat Paktı’na gösterdiği tepki Arap devletleri arasındaki
üstünlük
mücadelesinden
de
kaynaklanmaktaydı.
Bu
üstünlük
mücadelesinde Suriye ile Mısır aralarında birlik oluşturarak diğer Arap
Devletlerini de bu birliğe katılmaya davet etmişlerdi. Bu birliğe katılmayan ve
Bağdat Paktı üyesi olan Ürdün ve Irak’ta aralarında bir Arap Birliği
oluşturmuşlardı.200 Yani Ortadoğu’da yalnızca Batı çıkarları ile Sovyet
çıkarları çatışmıyordu. Aynı zamanda Ortadoğu kendi içinde çatışıyor ya da
çatıştırılıyordu. Ancak Irak’ın Batı ile arası en iyi olan Arap devleti olması,
bölgede Batı karşıtı propagandaların da etkisi ile bu ülkeye karşı duyulan
kızgınlığı arttırmıştı.
14 Şubat 1958’de Irak ve Ürdün’ün kurduğu Arap Birliği de Mısır
tarafından büyük tepki ile karşılanmıştı. Bu durum Irak ve Ürdün’de iç
politikada olumsuz tepkilere yol açmıştı. Öyle ki 15 Temmuz 1958’de Bağdat
Paktı üyesi devletlerin İstanbul’da yapacakları toplantıya, 13 Temmuz günü,
Irak
ve
Ürdün
iç
politikadaki
endişe
verici
ortamdan
dolayı
katılamayacaklarını bildirmişlerdi. Nitekim bunun ertesi günü Irak’ta General
Kasım bir darbe girişimi ile 14 Temmuz 1958’de hükümeti ele geçirmiştir. Bu
198
Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.31
Yüksel Kaştan, “II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye- Irak Siyasi
İlişkileri”,www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler%5CYüksel%20KAŞTAN%5CKAŞTAN,
%20YÜKSEL.pdf – 23.03.2008
200
Turgay Merih, a.g.e. , s.195
199
93
darbe esnasında Kral Faysal ile Prens Abdullah öldürülmüştür. Darbe
sırasında çıkan kargaşalıkta Başbakan Nuri Said Paşa da halk tarafından
öldürülmüştür.201Böylece Orta Doğu’da dengelerin tekrar değişme Sürecine
girdiği bir dönem başlamıştır.
Irak’ta yaşanan ihtilal Ürdün Kralı Hüseyin’i tedirgin etmiş ve Kral
Hüseyin, Bağdat Paktı üyelerinden destek beklemiştir. Bu sırada İstanbul’da
15 Temmuz’da yapılması gereken toplantı Ankara’da yapılmıştı. Buradan bir
mesaj gönderen Pakt Üyesi Devletler, Ürdün’ün bağımsızlık ve toprak
bütünlüğünün korunması için, Kral Hüseyin’e İngiltere ve Amerika’dan
resmen askeri yardım talep etmesini tavsiye etmişlerdi. Ürdün Kralı başka
çaresi olmadığı için bunu yapmıştır. Ancak Amerika da İngiltere de, Ürdün’e
çok az bir süre askeri yardımda bulunmuş fakat Irak’ta yeni rejimin yerleştiği
ve Arap Dünyası’nda kabul gördüğü kanaati ile bu yardımı da kesmişlerdi.
Çünkü Batı’lı devletler, Arap kamuoyunu daha fazla karşılarına alarak, Irak’ın
Sovyetler Birliğine yönelmesine sebep olmaktan çekinmişlerdir.
Henüz Irak ihtilalinin üzerinden iki hafta bile geçmeden Amerika ve
İngiltere gibi Bağdat Paktı üyesi devletler de Irak’taki yeni rejimi tanımış, Kral
Hüseyin’i adeta yapayalnız bırakmışlardı. Kral ordusuna güveniyor ancak
dışarıdan bir müttefikin yardımına ihtiyaç duyuyordu. Ürdün bu müttefikin
Türkiye olabileceğini, Türkiye Suriye üzerine baskı yaparsa, Ürdün’ün üzerine
düşeni yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Fakat Batı’lı devletler Irak’taki
yeni rejimi tanımış ve Türkiye’nin Irak’a müdahale için Amerika’dan istediği
yardım da kabul edilmemiştir.202 Türkiye’nin koşulsuzca yürüttüğü tek taraflı
dış politikasında Batı’nın aksi bir hareket göstermesi de beklenemezdi. Zira
Amerika ve İngiltere için Irak petrolleri Ürdün Kralı’nın tahtından çok daha
önemliydi.203
Türkiye’de bu sırada iç politikada çalkantılı bir dönem yaşıyor,
Demokrat Parti İktidarı ilk kez dış politika konusunda muhalefetle karşı
karşıya geliyordu.
201
Nasuh Uslu, a.g.e. , s.127
Turgay Merih, a.g.e. , s.196–198
203
Mahmut Dikerdem, a.g.e. , s.180–187
202
94
Irak ihtilaline karşı şiddetle tepki gösterilmesini isteyen Demokrat Parti
yöneticileri, Muhalefet Partisi CHP’nin ağır eleştirilerine maruz kalmıştı. İsmet
İnönü, Demokrat Parti’nin Türkiye’yi neredeyse Irak ile savaşa sokacağını
belirtmişti.204 Durum bu şekilde olunca bölgesinde tamamen yalnız bırakılan
Kral Hüseyin çaresiz olarak politikalarında değişikliğe yönelmiştir. İlk olarak
Ürdün
yönetiminde
Nasır
aleyhtarlığı
ile
bilinen
uzaklaştırmış ve Mısır ile uzlaşma yoluna gitmiştir.205
isimleri
görevden
Bu durum Irak
Petrolleri’nin Batı için ne derece önemli olduğunun da bir kanıtı olmuştur ki
Irak’ın Sovyetlerle, Mısır’la yakınlaşması göze alınamazken Irak’taki yeni
hükümet ile uzlaşmak için Ürdün gözden çıkarılabilmiştir. Aslında Batı için
kendi fikirleri, istekleri, menfaatleri dışında bir hareket kolay kolay
hazmedilemezdi. Ancak Irak’ta darbenin bu kadar çabuk kabullenilmesi,
Ortadoğu’da iç karışıklıklarda olduğu gibi darbelerde de Amerika’nın
menfaatlerinin söz konusu olma ihtimalini ortaya koymuştur kanaatindeyim.
İhtilal, Bağdat Paktı’nın derinden sarsılmasına yol açmış, Irak Bağdat
Paktından hemen ayrılmasa bile ilgisiz bir tutum sergilemeye başlamıştır.
Irak’ta yeni hükümetin pakta karşı oluşturduğu boşluk paktın geleceğini
tehlikeye düşürmüştü. Bağdat Paktı’nın toplantılarına da katılmayan yeni Irak
Hükümeti’nin pakttan ayrıldığını bildirmesi de çok uzun sürmeyecektir. 24
Mart 1959’da Irak, resmen pakttan ayrıldığını bildirmiştir. Ancak paktın diğer
üyeleri Irak’ın kararı ne olursa olsun Paktın varlığını sürdürmesinden
yanaydı. Bu sebeple 21 Ağustos 1959’da bir açıklama yaparak, Bağdat Paktı
Teşkilatı adının Merkezi Anlaşma Teşkilatı (CENTO, Central Treaty
Organization) olarak değiştirildiğini bildirmişlerdir.
Irak ihtilali, Ürdün gibi Lübnan için de yeni tehditleri meydana
getirmişti. Çünkü Lübnan, Eisenhower Doktrini’ni kabul ettikten sonra, Mısır
ve Suriye gibi Batı karşıtı devletlerin büyük tepkisi ile karşılaşmıştı.
Mısır ve Suriye Lübnan’da iç karışıklıkları tahrik ederek kargaşa ortamı
oluşması için çaba sarf etmişlerdi.
204
Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, a.g.e. , s. 237–240, Şevket Süreyya Aydemir, II. Adam,
C.III,5.Baskı, Remzi Kitapevi, İstanbul 1988, s.332–334
205
Ayşegül Sever, a.g.e. , s.169–178,Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, a.g.e. , s.240
95
Lübnan, Ortadoğu’nun dini açıdan en bölünmüş, siyasi açıdan en
karmaşık ülkelerindendi, karmaşık yapısı ise bölgesel hesaplaşmalara
elverişli bir sahne olmasına neden olmuştu.
Irak ihtilali, Ürdün gibi Lübnan’ı da endişeye düşürecek iç karışıklıklara
neden olmuştur. Lübnan’da kısa bir süre Amerika’nın ve İngiltere’nin askeri
desteğini almıştır. Bu sırada Demokrat Parti Hükümeti de Ortadoğu’da
Batı’ya sadakatini göstermek için yeni bir fırsat bulmuştu. Nitekim Ürdün ve
Lübnan olaylarında Türkiye, Bağdat Paktı dışında da olsa kayıtsız şartsız
Batı politikalarını desteklediğini göstermiştir.
Lübnan’a yapılan Amerikan çıkarması sırasında Adana’da ki İncirlik
hava üssünün kullanılmasına izin verilmiş bu durum Türkiye’de muhalefetin
tepkisine sebep olmuştur.
Sonuç olarak Ortadoğu’da bunalımlar, krizler, iç karışıklıklar, iktidar
mücadeleleri, darbeler… Doğu Batı çatışması, nüfuz mücadelesi, kışkırtılan
sorunlar, ezilen halklar… Soğuk Savaş Döneminde yaşanan ve bu gün dahi
devam eden tüm bu kargaşa özünde emperyalizmin resmi, iktidar ve güç
hırsının özeti olmuştur. Türkiye ise laik ve demokratik bir devlet olarak hiçbir
zaman bu düzeni Arap ülkelerinin benimsemesi için bir propaganda yoluna
gitmemiş ve onların iç işlerine kesinlikle karışmamıştır. Ancak Demokrat Parti
Hükümeti’nin
Ortadoğu’ya
huzur
vermeyen
güçlere
destek
olmaları,
Ortadoğu ile ilişkilerimizin Batı ile Sovyetler ya da Ortadoğu’nun kendi
içindeki mücadelelerin dengesine göre şekil alması kendi komşularımızla
dahi ilişkilerimizin Amerika’nın gölgesinde kalmasına sebep olmuştur.
96
2. 5. BAĞDAT PAKTI’NIN SONU
24 Şubat 1955’te Türkiye ile Irak arasında Bağdat’ta imzalanan
Karşılıklı İş Birliği Anlaşması ile kurulan Bağdat Paktı’na 4 Nisan 1955’te
İngiltere, 23 Eylül 1955’te Pakistan ve 3 Kasım 1955’te İran katılmıştı.
Amerika tüm ısrar ve çabalara rağmen pakta tam üye olmamıştı.206
Özünde Amerika’nın girişimleri ile başlatılmış olan pakt daha çok
Ortadoğu’da İngiltere’nin menfaatine bir durum ortaya koymuş, İngiltere
adeta Ortadoğu’nun komutanı konumuna girmek için çaba sarf eder
olmuştur. Ancak Amerika artık Ortadoğu’da emperyalist emellerine bir rakip
ya da ortak istemiyordu. Muhtemelen bu sebeple Paktın kendi varlığı ile daha
çok güçlenmesini istememiş olabilir. Bu sebeple Amerika ilk fırsatta
Ortadoğu’da sadece kendi gücünü göstermiş, Süveyş Bunalımında İngiltere
ve Fransa’yı yalnız bırakarak, Mısır’da artan Sovyet etkisine karşı
Eisenhower Doktrini’ni ortaya koymuş ve bundan sonra bölgeyle doğrudan
temasa başlamıştır. Ancak bu doktrin de Ortadoğu’da yeni karışıklıkların Batı
aleyhtarlarının tepkisini çekmiş, hükümetler devrilmiştir.
14 Temmuz 1958’de ilk çatlak Irak’ta ortaya çıkmış, Irak’ta iktidarı ele
geçiren askeri yönetim bir süre sonra Irak’ın Bağdat Paktından çekildiğini
açıklamıştır. Bundan sonra Pakt CENTO adını almış, Kuzey Kuşağı
ülkelerinin sorunlarıyla ilgilenen daha çok sosyal nitelikli bir örgüt olmuştur.
Türkiye açısından Batı politikalarının koşulsuz savunucusu rolünün
sonuçları da ağır olmuştur. Türkiye’nin yalnızca Arap Devletleriyle değil, İsrail
ile de ilişkileri bozulmuştur.
Türk Hükümeti, Ortadoğu’da Batılı Devletlere karşı oluşan muhalefeti
önemsememiş bunun sonucunda Türkiye, Batı’nın bir uzantısı olarak sürekli
suçlanmıştır. 207
Bağdat Paktı, genel bir değerlendirme ile özetlenecek olursa verimsiz
bir pakt olmuştur.208 Özünde Komünist tehdidine karşı oluşturulan örgüt,
206
Duygu Bozoğlu Sezer, “Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’nin İttifaklar Politikası”, Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507
207
y.a.g.m. , s.509
208
Kemal H. Karpat,a.g.e. , s.173
97
bunu nispeten sağlasa da, pakta üye olmayan ve muhalif olan devletlerde de
Sovyet etkisini arttırmıştır.
Ortadoğu’da bir bütün ve huzur ortamı oluşmasını engelleyen Pakt’ın
etkisi ile bölgede çatışmalar artmıştır. Bu noktada Paktın başarısızlığının en
önemli sebeplerinden birisi ortaya çıkmaktadır ki bu bölgedeki zihniyetin,
geleneğin, yapının tam olarak anlaşılmadan, aceleci bir tavırla iyi
değerlendirilmemiş olmasından kaynaklanmıştır.
Soğuk Savaş döneminin gereği olan pakt beklenmeyen sonuçlar
doğurmuştur:
Arap Devletleri, hem sömürgeci Batı’ya düşman hem de Sovyet
tehdidinden
endişe
duymakta
ancak
kendi
aralarında
da
anlaşamadıklarından dönemin iki gücünden birinin desteğine ihtiyaç
duymuşlardı. Bu da halk içinde bölünmelere ve çatışmalara sebep
olmuştu.209
Demokrat Parti Hükümeti de bu ortamda Batı’nın istekleri ile
bölgesinde önemli bir güç olabileceğini düşünürken daha da önemlisi bu
politikası
sayesinde
ekonomik
yardımlardan
faydalanırken,
diplomasi
alanında şahsiyet kaybediyordu.
Her şeye rağmen Bağdat Paktı’ndan bir sonuç çıkartırsak Ortadoğu
huzur bulmadıkça müdahale şansını kazanan Amerika ve Sovyetlerin bu
karışıklıklarda kasıtlı etkilerinin olabileceği sonucuna varabiliriz.
2. 6. İKİLİ ANLAŞMALAR VE 5 MART 1959 TÜRK – AMERİKAN
ANLAŞMASI
Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında II. Dünya Savaşı’ndan
sonra, Batı Bloğu’nun Sovyetler Birliğine karşı stratejisi doğrultusunda çok
sayıda anlaşma yapılmıştır. Amerika ile direkt olarak girişilen bu karşılıklı
anlaşmalara ikili anlaşmalar denilmiştir.
209
İsmail Soysal, a.g.m. , s.217
98
İkili anlaşmaların net sayısı konusunda farklı iddialar vardır. Genel
kanaat bu sayının doksan civarında olduğudur. İlk ve en önemli
anlaşmalardan birisi Amerika ve Türkiye’nin NATO paralelinde siyasi ve
ekonomik ilişkilerini düzenleyen 10 Mart 1954’te onaylanmış olan karşılıklı
güvenliğe ilişkin anlaşmadır.210 İki ülke arasındaki anlaşmalardan 20 Mart
1954 Tarihinde Onaylanmış olan Türkiye’de suç işlemiş olan Amerikan
Askerlerine uygulanacak hukuki muamele konusunda ki anlaşma neredeyse
bir kapitülasyon niteliği taşımaktaydı. Bir diğer önemli anlaşma da 23 Nisan
1954 tarihli Askeri Tesisler Anlaşmasıdır. Anlaşma genel hatlarıyla, Amerikan
silahlı kuvvetlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına izin veriyor ve ilgili
konuları
düzenliyordu.
Türkiye
Büyük
Millet
Meclisi’nin
onayına
sunulmadan211 kabul edilen bu anlaşma, ileride Amerika’nın, Türkiye
toprakları üzerinde çeşitli üsler ve tesisler kurma çabalarında temel
alınmıştır.212
Bu anlaşmaların her biri Türkiye içinde Amerika’ya çeşitli haklar
sunmuştur. Bunlardan askeri ve ekonomik anlamda en çarpıcı olanı ise 5
Mart 1959’da imzalanan Türk-Amerikan Güvenlik ve İşbirliği anlaşmasıdır.213
Bu anlaşma ile Amerika’ya, Türkiye’ye bir kriz durumunda silahlı müdahale
hakkı verilmişti. Anlaşmada, Amerika, “doğrudan ya da dolaylı olarak;
tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırıya uğraması
durumunda” Türkiye’ye askeri “elatma” hakkı tanıyordu. “Tecavüz, sızma,
yıkıcı faaliyet, sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiğini ve hangi
durumda oluşacağına Amerikalı yetkililer karar verecekti.214 Ancak Türkiye
NATO üyesiydi ve her hangi bir tehlikeye maruz kaldığında Amerika’dan da
210
Anlaşmanın tam metni için bknz: Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri,
TTK Basımevi, Ankara 1991, s.184
211
Anlaşmanın NATO anlaşması çerçevesinde bir “Yürütme Anlaşması” olduğu varsayımından
hareketle, TBMM’nin onayına sunulmadan kabul edilmiştir; ancak bunun yanlış bir uygulama
olduğunu söyleyebiliriz çünkü Amerika’nın üsler ve tesisler kurmaya yönelmesi ile bu anlaşmaya
bağlı olarak bir dizi anlaşma daha olmuştur. Böylece söz konusu anlaşma’nın Meclise sunulmadan
kabul edilebilecek basit bir anlaşma olmadı anlaşılmıştır. Bu konu hakkında detaylı bilgi için bknz;
Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası, Der Yay, s.53–55
212
Faruk Sönmezoğlu, a.g.e. , s.55,
213
Anlaşmanın tam metni için baknz: Düstur, III. Tertip, C.41, s.1024,1026, İsmail Sosyal,
Türkiye’nin Dış Münasebetleriyle İlgili Başlıca Siyasi Andlaşmaları, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, TTK Basımevi, Ankara, 1965
214
Metin Aydoğan, a.g.e. , s. 47
99
diğer NATO üyesi devletlerden de zaten yardım görmesi gerekiyordu. Yani 5
Mart 1959’da Amerika ile yapılan anlaşma Türkiye’nin güvenliği için
neredeyse hiç bir yenilik getirmiyor bilakis anlaşmada yer alan yoruma açık
kavramlar muhalefetten Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atabileceği yönünde
sert eleştiriler alıyordu. Çünkü “Dolaysız saldırı”, “dolaylı saldırı”, “tecavüz” ve
özellikle
“sivil
saldırı”
gibi
kavramların
ne
anlama
geldiği
açıkça
tanımlanmamış, bunlar Amerikalıların yorumuna bırakılmıştı. Bu kavramların
hangi durum ve şartta oluşmuş kabul edeceği, bu kararı verme inisiyatifinin
hangi ülkeye ait olduğu belli değildi.
Muhalefetin tepkisine rağmen 9 Mayıs 1960’da anlaşma Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmıştır. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4
Nisan 1960'da yaptığı açıklamada anlaşmanın gerektirdiği yardım şartlarının
hangi şartlarda oluşacağının takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu
söylemiştir.215
Sonuç olarak Bu Anlaşmalar, Türkiye’nin Batı bağımlılığını git gide
artmıştır.
Türkiye’nin genelde Batı, özelde Amerika’ya daha çok bağlanmasının
önemli sebeplerinden birisi de ülkenin ekonomik kalkınmasını özellikle
Amerika’dan gelecek yardımlara bel bağlayarak sağlamak olmuştur.
Demokrat Parti yönetimi ekonomik kalkınma için Batı ile ilişkileri tek
çıkar yol olarak görmüştür. Bu çerçevede 1960 yılına kadar Türkiye’ye
yapılan dış yardımların büyük çoğunluğunu ya doğrudan doğruya, ya da
Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve diğer uluslararası kuruluşlar kanalıyla
Amerika tarafından yapılmıştır.
Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki tek yönlü politikasının olumsuz
sonuçları 1950’lerde uluslararası ilişkilerinde kendisini göstermiştir. Bu
bağlamda Türkiye, Ortadoğu’daki gelişmeler ile dünyadaki bağımsızlık ve
bağlantısızlar hareketine Batı ile ilişkilerinin perspektifinden bakmaya
başlamış, Sovyetler Birliği ve müttefikleriyle ilişkiler en alt seviyede
tutulmuştur.
215
y.a.g.e. , s.48, Ayşegül Sever, a.g.e. , s.170–171,Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.319–320
100
Demokrat
Parti
Hükümeti,
iktidarı
boyunca
Batı
desteğini
kaybetmemek için her türlü iç ve dış ödünü vermişti. Parti yöneticileri Batı’nın
gücüne öylesine inanmış ve kendini kaptırmıştır ki Başbakan Adnan
Menderes yaptığı bir konuşmada “…Siz öyle bir güce sahipsiniz ki hilafeti
hatta padişahlığı geri getirebilirsiniz”216 demiştir. Bu söz o sırada Adnan
Menderes tarafından kendi partisinin milletvekillerine söylenmiş olsa da
durumun vahametini ortaya koymak için yeterlidir.
Dünya devletleri özellikle 1955 Bandung Konferansı’ndan sonra,
dengelerin değişebileceğini gözleyerek yeni dış politika çizgileri belirlerken,
Demokrat Parti Hükümeti bu sırada da treni kaçırmış Amerika’nın yolundan
gitmiştir. Bu durum zamanla Türkiye’nin itibar kaybetmesine sebep olmuştur.
Sadece Sovyetler ve Bağlantısızlar değil Batı Devletleri de Türkiye’ye hiç
saygı duymaz olmuşlardır.217 Bu durum iç politikada çok çeşitli seslerin
yükselmesine ilk başlarda hiçbir tepki görmeyen dış politika kararlarının
muhalefetin sert eleştirilerine maruz kalmasına sebep olmuştur. Yani bu
dönem Türkiye’nin Batı bağımlılığı yalnızca dış politikada, Ortadoğu ile
ilişkilerde değil iç politikada da olumsuzluğun, Ortadoğu’nun yaşadığı krizlerin
sinyallerini vermeye başlamış ve sonucu aynı noktaya götürmüştür.
Amerika ise Ortadoğu’nun güvenliği ve kontrolü için ihtiyaç duymak
zorunda olduğu Türkiye’yi her yönden kontrolü altında tutmak için bunun
şartlarını adım adım karşılıklı imzalanan ikili anlaşmalarla sağlamış ve her
daim kendisine amade olacak bir hükümete de büyük bir ihtiyacı kalmamıştır.
Çünkü artık neredeyse tüm isteklerini yasal olarak uygulayabilecek haklara
kavuşmuştur diyebiliriz.
216
217
Kemal Bağlum, Anıpolitik 1945–1960,Bilgi Basımevi, Birinci Baskı, Mayıs 1991, s. 11
Cem Eroğul,a.g.e. , s.206-208
101
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KIBRIS MESELESİ
3.1.
KIBRIS
MESELESİNİN
ORTAYA
ÇIKIŞI
VE
ORTADOĞU’DA
KIBRIS’IN ÖNEMİ
Kıbrıs meselesini ortaya koymadan önce adanın tarihi geçmişi,
coğrafi konumu ve Ortadoğu’daki önemini belirtmeliyiz:
Kıbrıs adası, M. S. 648 yılında Hz. Osman tarafından fetih edilmiş
ve o yıllardan itibaren adada İslâmiyet var olmuştur. 1560’lı yıllarda ada
idaresine hâkim olan Katolik Venediklilerin yerli Ortodoks Rumlarına giderek
şiddetlenen düzeyde zulüm ve baskı yapmaları nedeniyle yerli Rumlarda
yönetime karşı hoşnutsuzluk oluşmuştur. Bardağı taşıran son damla
Ortodoks
Başpiskoposu’nun
Venedikliler
tarafından
sürgün
edilmeye
çalışılması olmuştur. Bu zulüm karşısında Başpiskopos, İçel (Mersin) Beyi
aracılığıyla
Sultan
II.
Selim’den
adanın
fethedilmesini
istemiştir.
Venediklilerin zorba idaresi karşısında ada halkının sürekli yardım
talepleri ve II. Selim’in şehzadeliği döneminde Mısır’dan gönderilen
hediyelere el konulması, 1563 yılında, Mısır Hazine defterdarının bindiği
geminin yağmalanması üzerine Kıbrıs adası nihayet, 1570–1571 tarihleri
arasında Osmanlı Devleti tarafından fethedilmiştir. Burada ilgi çekici olan
durum adanın fethi esnasında yerli Ortodoks Rumların, inançlara ve
kültürlere karşı saygılı olan Osmanlı kuvvetlerine yardımcı olmalarıdır.
Fethedildiği tarihten sonra, Osmanlı ile bütünleşen ada bir daha da
Türklerden koparılamamıştır;218 Ancak 1877–1878 Osmanlı- Rus Harbi
sırasında İngilizler geçici olarak adanın güvenliğini sağlamak ve Osmanlı
Devleti’ne yardım etmek bahanesi ile adaya yerleşmişlerdi.
II. Abdülhamit, gelirinin Osmanlı Hazinesi’ne verilmesi şartıyla 4
218
Kemal Atilla Özmumcu, “Akdeniz’in Uçak Gemisi; Kıbrıs”,2023 Dergisi, Y.7,S.85
102
Haziran 1878’de Kıbrıs adasını geçici olarak İngiltere’ye terk eden
antlaşmayı imzalamıştır. Ayrıca 1 Temmuz 1878’de yapılan sekiz
maddelik bir ek anlaşmayla Rusya’nın Kars ve Doğu Anadolu’yu terk
etmesi durumunda İngiltere’nin Kıbrıs’ı tahliye edeceği de kayıt altına
alınmıştır. Ancak ne savaş bittiğinde ne de sonrasında İngilizler adadan
çıkmamışlardı.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında
katılmasıyla da İngiltere 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs’ı tek taraflı olarak
ilhak etmiş, Osmanlı Devleti ise bu ilhakı sadece protesto etmekle
yetinmiştir. İngiliz himayesine girmek istemeyen 8.000 kadar Türk ailesi
de Anadolu’ya göç etmiştir. Bundan sonra adada İngiliz hâkimiyetinin
kurulduğu bir dönem başlamıştır. Zaten İngiltere henüz adaya girdiği anda
buradaki Türk hâkimiyeti kırmak için çalışmaya başlamıştır. Ancak o
sırada Osmanlı Devleti içinde bulunduğu koşullardan ötürü Kıbrıs
konusunda direnememiştir.
İngiliz yetkililer ilk olarak adada görevli Türkleri görevlerinden
uzaklaştırarak yerlerine Rumları atamışlardır. Bu durum adadaki Türklerin
ekonomik olarak krize girmelerine, yaşamlarını sürdürebilmek için sahip
oldukları mallarını satmalarına sebep olurken diğer taraftan Rumlar
ekonomik olarak güçlü bir duruma yükselmiştir.219
Lozan Anlaşması ile İngiltere’ye terk edilen Kıbrıs Türkleri,
İngiltere’nin tüm engellemelerine rağmen 10 Aralık 1918’de Meclis-i Milli
toplayarak Türk Milliyetçiliğinin sözcülüğünü yapmalarına, Anadolu’daki
Milli
Mücadeleyi
desteklemelerine
ve
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
gerçekleştirdiği tüm devrimleri Kıbrıs Türk Toplumunda uygulamak için
çaba göstermelerine rağmen 1950’li yılların ikinci yarısına kadar maalesef
yalnız bırakılmışlardır.220
Bilindiği gibi İngilizler gibi sömürgeci devletler menfaatlerinin
olmadığı coğrafyalarda etkin olmazlar. Kıbrıs Adası’nın da İngilizlerin ve
219
Salahi R. Sonyel, “İngiliz Yönetiminde Kıbrıs Türkleri’nin Varlık Savaşımı”, Belleten, S.224,
LIX, Nisan 1995, s.142–186
220
Melek M.Fırat, “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri (1955–1997)” Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 553–567
103
dünyanın dikkatini çekip iştahını kabartan bazı nitelikleri vardır ki bu
öncelikle adanın stratejik konumundan kaynaklanmaktadır.
Kıbrıs’ın önemini, İngiltere Başbakanı Antony Eden’in “Kıbrıs yoksa
petrol ikmalimizi sağlayacak belli tesislerden de yoksun kalırız. Petrol
olmazsa, İngiltere’de açlık ve işsizlik ortaya çıkar. Mesele bu kadar
basittir.”221 Sözleri en açık şekilde ortaya koymaktadır. Kıbrıs’ın bu önemini
oluşturan Stratejik konumu Türkiye’den Mısır’a, Lübnan’dan İran’a uzanan
çizgide yer alan bölgeyi kontrolü altında tutabilecek olmasından kaynaklanır.
Bununla birlikte Türkiye’den 65 km, Ortadoğu’dan yaklaşık 100 km (Suriye’ye
112 km, İsrail’e 267 km, Lübnan’a 162 km, Yunanistan’a 965 km) uzaklıkta
bulunan Ada’nın, üç temel Akdeniz yolu güzergâhına açık olması, yani Adalar
denizi ve Marmara denizi vasıtasıyla Karadeniz’e, Batı Akdeniz ve Süveyş
Kanalı vasıtasıyla Kızıldeniz’e, Akdeniz’den, Suriye-Irak üzerinden İran
Körfezi’ne uzanması, Kıbrıs’ın stratejik açıdan değerini ortaya koymaktadır.
İlk çağlardan beri önemini koruyan Kıbrıs’ın stratejik değeri, Süveyş
Kanalı’nın açılmasından sonra daha da artmıştır. Türkiye üzerinden
Ortadoğu’ya
giremeyen
büyük
devletler,
Kıbrıs
üzerinden
bunu
gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla Akdeniz ve Ortadoğu’da egemenlik kurma
hayalîni taşıyan bütün güçler, Kıbrıs’a egemen olmak istemiştir.
Kıbrıs
adası,
Batılı
güçler
tarafından
1950’lerde
Komünizmin
Ortadoğu’da yayılmasının engellenerek denetim altına alınması ve Arap
milliyetçiliğinin izlenerek kontrol edilmesi amacıyla kullanılmıştır.222 Yani
Türkiye gibi Ortadoğu’yu kontrol imkanı veren bir diğer nokta olan Kıbrıs’ta
Batı için daima büyük önem arz etmiş ve zamanın şatlarının gerektirdiği
şekilde stratejik konumu sömürülmüştür. Bu sömürünün devam edebilmesi
için kargaşa ve uyumsuzluk süreci hep canlı tutulmuştur.
221 Şenol Kantarcı, “Kıbrıs’ta “70 Bin Kişilik” Yeni Bir“Türk Askerî Üssü” Kurulmalı” 2023
Dergisi, Y.4, S.36
222
y.a.g.m. , s.26
104
3.2. MENDERES HÜKÜMETİ’NİN KIBRIS POLİTİKASI
İngiltere’nin 1925 yılında sömürge ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar,
adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına
ulaşabilmek
için
1947
yılı
Ekiminde,
Başpiskopos
Yardımcısı’nın
başkanlığında bir kurul oluşturarak Londra’ya göndermişler, o zamanki
İngiltere Sömürgecilik Bakanından, Adanın, Yunanistan’a verilmesini, bunun
sağlamasını istemişlerdir. Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle
karşılanmıştır. Buna karşı bir tepki olarak da, Yunan başkenti Atina’da
üniversite öğrencileri bir miting düzenleyerek, Rum görüşüne destek
vermişler, bu mitinglere; Türkiye’nin çeşitli kentlerinde öğrenim gören
üniversiteli gençler, yine mitinglerle karşılık vermişlerdir.
Bütün bu gelişmelere karşın Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse
Yunanistan tarafından resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır.
Türkiye de ise bu sırada, CHP iktidarının son Dışişleri Bakanı Necmeddin
Sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde TBMM’nde yaptığı konuşmada şunları
söylemiştir:223 “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur. Bunu bir müddet evvel
gazetecilerin bir sualine cevaben de söylemiştim. Kıbrıs diye bir mesele
yoktur, çünkü Kıbrıs İngiltere'nin hâkimiyeti ve idaresi altındadır. İngiltere'nin
bu adayı başka bir devlete devretmek hususunda en küçük bir niyeti, bir
temayülü olmadığını biliyoruz. Bu hususta tam kanaatimiz vardır. Kıbrıs'ta
yapılan şu veya bu hareket, bu vaziyeti değiştiremez, değiştirmeyecektir.
Böyle olunca, miting tertip eden, nümayişler yapan gençlerimiz beyhude
heyecana kapılıyorlar, boşuna yoruluyorlar. Bunu söylemiştim. Yine tekrar
ediyorum. Şu noktayı da huzurunuzda belirtmek isterim: Bu gibi dış
meselelerde nümayişler her zaman fayda vermez, bilakis bazen devlete zarar
getirebilir. Gençlerimizin asi heyecanlarını takdir etmemek mümkün değildir.
Fakat bu nümayişlerde daima gençlerimiz vakar ve asalet çerçevesi içinde
kalmayabilir. Gençlerimiz bir defa heyecana kapılıp, harekete geçtiler mi
bunların
223
aralarına
türlü
tahrik
unsurları
karışabilir,
vatanın
yüksek
Mustafa Albayrak , “Türkiye'nin Kıbrıs Politikaları (1950–1960)”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, S.46, C. XVI, Mart 2000
105
menfaatlerine zarar getirecek, dış münasebetlerimizi ve dostluklarımızı
bozacak tezahürleri kasten yaparlar, bunların misallerini görüyoruz. Bu
bakımdan, şuurlu, vatanperver gençlerimizden bu gibi nümayişlerden sakınmalarını bu kürsüden rica etmeyi vazife bilirim.”224 Kıbrıs konusunda CHP
hükümetinin bu duyarsız tavrı o dönemde çok sert eleştirilerde bulunan
Demokrat Parti Döneminde de bir süre devam etmiştir.
Demokrat Parti’nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidarı
devralmasından sonra, Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Prof. Dr. Fuad
Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde yapılan DP Grup toplantısında,
Sadak’ın görüşlerini benimsediğini ortaya koymuş ve şunları söylemiştir;
“Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim ittilamızda değildir. Çünkü
Yunan Hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır.
Binaenaleyh Hariciyemiz de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen
haberdar değildir.”225 Gerek CHP gerekse Demokrat Parti hükümetleri
döneminde yapılan bu açıklamaların, Kıbrıs konusundan görmezden
gelinmesinin sebebi olarak Türkiye’nin Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye
dışında bulunan Türklerle ilgilenmemeye çalışmasından kaynaklandığını
söyleyebiliriz.
1948 yılına kadar Türkiye, Kıbrıslı Türkleri uzaktan izlemişti. Kıbrıs’ta
Yunanlar, Enosis* fikirlerini ortaya çıkarıp, EOKA terör örgütünü kurup
Türklere saldırmamış olsalar bu siyaset belki de bu şekilde devam edecekti.
Ancak Yunanların faaliyetleri Türk Devletini ilk aşamada en azından Kıbrıs’ı
yakından izlemeye yöneltmişti. O günlerde Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki bu
duyarsızlığına karşın Yunanistan tam tersine bir politika izlemeye başlamıştı;
Ancak Yunan Başbakanı Venizelos’un Enosis taleplerini resmi olarak dile
getirmesi Türkiye’nin de Kıbrıs Politikasında bir kırılma noktası oluşturacaktır.
Fuat Köprülü bundan sonra yaptığı bir açıklama ile Kıbrıs ile tarihi
bağlarımızın çok yakın olduğunu, adanın mevcut durumunun değişmesini
gerekli bulmadıklarını; ancak illaki bir değişiklik olacaksa bu değişikliğin
224
Ayın Tarihi,1 Ocak 1950
Ayın Tarihi, 20 Haziran 1950
*
Enosis: Kelime anlamı bağlama olan Enosis, Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a bağlanması amacını
ifade etmek için kullanılmıştır.
225
106
Türkler olmadan, adadaki Türk halkının hakları çiğnenerek olamayacağını
belirtir. Sayın Fuat Köprülü’nün bu konuşması ilk defa Demokrat Parti
Hükümeti’nin Kıbrıs sorunu ile ilgilendiğini belirtmesi bakımından önemlidir.226
Kıbrıs konusu ilk defa Milletlerarası bir anlaşmazlık olarak 1954
yılında Yunanistan tarafından bir şikâyet halinde, Birleşmiş Miletler genel
Kuruluna sunulmuştur.227 Genel Kurul, Kıbrıs sorunu ile ilgili bir karar
alınmasının uygun olmadığını belirtmiştir.
İngiltere’nin Birleşmiş Miletler temsilcisi yaptığı konuşmada, adadaki
Müslüman Türklerin çıkarları ve Türkiye’nin tarihi bağlarından söz ederek,
adını koymasa da, iki ayrı self determinasyon* tezinin kapısını ilk kez burada
aralamıştır.
İngiltere, daha Türkiye Kıbrıs politikası geliştirmeden, Kıbrıs’taki Türk
çıkarlarından
söz
etmeye
başlayarak,
Kıbrıs
sorununun
klasik
bir
sömürgecilik sorunu olmadığını iddia etmiştir. Türkiye temsilcisi Selim Sarper
ise konunun İngiltere’nin iç sorunu olduğu, bu açıdan Birleşmiş Miletler
Örgütünün konuyu incelemeye yetkili olmadığı yolundaki İngiliz tezini
tamamen aynı gerekçelerle savunduktan sonra, bir dizi coğrafi, tarihsel ve
etnik gerekçelerle Türkiye’nin adaya olan ilgisini göstermeye çalışmıştır.
Açıkçası, Türkiye İngilizlerin adada kalmasını ve sömürge düzeninin devam
etmesini kendi çıkarları için yeterli buluyordu. Bunun en iyi göstergesi
Başbakan Menderes’in, Birleşmiş Miletler Genel Kurulu’nun kararını
değerlendiren sözleriydi: Başbakan “Bu mesele tamamı ile kapandı.”demişti.
Kıbrıs Türk toplumu da benzer bir tavır içinde, İngiltere’nin adada kalmasını
savunmuş ve İngilizlerin adayı terk etmesi halinde, Kıbrıs’ın Türkiye’ye
verilmesi gerektiğini ileri sürmüştü.
İngiltere, sıkıştıkça, Türkiye’yi devreye sokarak, hatta onu Kıbrıs
sorununa doğrudan taraf yaparak, Kıbrıslı Rumların self-determinasyon
talebini geriletmeye çalışıyordu.
226 Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, a.g.e. , s.294-295
227 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.350
*
Self Determinasyon: (Geleceklik Hakkı) halkın kendi kaderlerini tayin etmesi ilkesidir.
107
Yunanistan, 1955 yılında sorunu bir kez daha Birleşmiş Milletlere
taşımaya çalışırken, İngiltere de, Türkiye’yi Kıbrıs meselesinde ilk kez taraf
yapan ünlü Londra Konferansını örgütlemeye soyunmuştu.
İngiltere, bütün tezlerini adada Türk çıkarları da vardır görüşüne
indirgeyerek, Kıbrıs sorununu sömürgecilik sorununun dışına taşımak
istemiştir. Bu yüzden Türkiye’nin konuya bir biçimde taraf olmasının
mimarlığını yapıyor, diğer yandan da Türkiye’nin giderek daha keskin hale
gelen sert tavrı konusunda içten içe endişe duyuyordu.228 Çünkü bu sayede
İngiltere, adada kendi çıkarları için, sömürge niyetleri için bulunduğunu
gizleyebileceğini ya da ikinci planda tutabileceğini düşünmüştür.
Bundan sonrası için zamanın şartları Demokrat Parti’yi Kıbrıs
konusuna daha da yakınlaştıracaktır. Ancak burada kısaca da olsa
belirtmemiz gereken şudur ki iktidarı ele alır almaz Ortadoğu’da Amerika
ile ortak hareket etmeye gayret eden Demokrat Parti, Kıbrıs konusunda
duyarlı davranmaya başladığında Ortadoğu devletleri milli davamızda
bize sırtını dönecektir. Bu da bir devletin dış politikasının ne kadar uzun
soluk alabilirse, ileriyi ne kadar iyi görüp ne kadar mantıklı hareket ederse
o kadar faydasını göreceğinin kanıtıdır.
Kıbrıs konusunda yaşadığımız örnek, Amerikan paraleli politikalar
günlük ekonomiyi borçla kurtarırken zamanla neler kaybettirdiğini de
ortaya koymuştur.
3.3. LONDRA KONFERANSI VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Birleşmiş Milletlerin kararı Kıbrıs anlaşmazlığını sona erdirememiştir.
Aksine adada kargaşa artmış, Kıbrıs olaylarının başlamasıyla birlikte,
Türkiye’nin de Yunanistan ile ilişkilerinde değişiklikler meydana gelmeye
başlamıştır.229 Çünkü Yunanistan’ın Kıbrıs’ı ilhak amaçları halk nezdinde de
228
Niyazi Kızılyürek, “Jeo-Politik Kaygılar ve Taksim Tezinin Doğuşu”,
http://www.gaxxi.com/kibrisyazilari/kibrisyazilari/gorsel/dosya/12073590103kizilyurek.pdf,16.04.08
229
Nazmi Akıman, “Türk Yunan İlişkilerinin Değerlendirilmesi”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200
Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.580-586
108
karışıklığa yol açmış, Kıbrıslı Türklere karşı saldırgan tavırlar ortaya
koyulmuştu. Bu durum Türkiye kamuoyunda da Kıbrıs’taki Türklerin
korunması,
Kıbrıs’taki
haklarımız
için
hükümetten
tavır
beklentilerini
arttırmıştı. Demokrat Parti Hükümeti ise ne pahasına olursa olsun ekonomik
kalkınmayı sağlamak için dış borçlara gereksinim duyarak gölgesi haline
geldiği Batı’nın hoşuna gitmeyecek bir harekette bulunmaktan çekiniyor,
probleme NATO çerçevesinde çözüm bulunmasını beklerken, Kıbrıs
meselesini İngiltere’nin iç meselesi olarak değerlendirip uzaktan seyretmeyi
tercih ediyordu. Türk halkı ise zihninde ve gönlünde var olan milli davamız
için gereken ne ise yapılmasını talep ediyordu. Bu noktada artan kamuoyu
baskısı ve Kıbrıs’lı Rumların faaliyetleri İngiltere’yi konunun ilgili üç devlet
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında görüşülüp çözüme kavuşturulması
için Londra’da bir konferans toplanmasına sebep olmuştur.
Konferans, Türkiye’nin Kıbrıs Davasında resmi olarak taraf devlet
statüsünü kazanması için bir fırsattı. Mehmet Gönlübol’a göre Bu durumda
Yunanistan konferansa katılmayabilirdi ancak konferansın konusu doğrudan
Kıbrıs olarak belirtilmemiş stratejik meseleler olarak sunulmuştur.230Ancak şu
da bir gerçektir ki bu konferans sayesinde Yunanistan’da Kıbrıs konusunda
resmi bir taraf statüsü kazanmıştır. Bu noktadan bakıldığında Konferansa
katılmakta ikna edilmesi gereken Türk Devleti idi. Çünkü adadan İngilizlerin
çekilmesi halinde tek söz sahibi olacağı yerde bundan sonra Yunanistan’da
bu hakka sahip olmuştur. Gerçi daima Batının maşası olan Yunanistan’ın
varlığını bile borçlu olduğu ülkelerin istediğinden farklı bir yönde net bir tavır
ortaya koyabileceğini düşünmüyoruz ama İngiltere burada Yunanistan’a bir
nezaket gösterip emrivaki yapmamıştır diyebiliriz.Yada belirttiğimiz gibi emri
vaki yaparak aslında adayı sadece Türkiye’ye bırakmak İngiltere için de kabul
edilemez bir durumdur demekten kaçınmıştır diyebiliriz.
Neticede 29 Ağustos 1955’de başlayan konferans 7 Eylül 1955’e
kadar sürmüş fakat hiçbir sonuç alınamamıştır. Aslında bu konferansta bir
230
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.352–355
109
sonuç alınamayacağı belli olsa da Türkiye artık davasında resmen taraf
devlet sıfatını kazanmıştır.
Henüz Londra Konferansı toplanmadan adada tahrikçiler karışıklıklar
çıkartmaya, Kıbrıslı Rumların konferans toplanmadan adadaki tüm Türkleri
katledeceğinin propagandaları yapılmaya başlamıştır. Başbakan Adnan
Menderes ise henüz konferansa gitmeden yaptığı konuşmalarda adada en
kötü şartta mevcut durumun korunmasının, aksi halde adanın Türk Devleti’ne
iade edilmesinin savunulduğunu ve bu sırada yapılan propagandalardan Türk
Devleti’nin korkmadığını daima bunlara karşı koyup cevap verecek gücün
mevcut olduğunu Kıbrıs’ın Anadolu’nun her parçası gibi himaye göreceğini
belirtmiştir.231
Kıbrıs davası karşısında geç de olsa vatandaş ile hükümet tarafından
gösterilen şuurlu hassasiyetin, iç politika çekişmeleri üzerinde olumlu bir
etkisi olmuştur.232 Artık yavaş yavaş güç kaybetmeye başlayan, muhalefetin
ağır eleştirilerine maruz kalan Demokrat Parti, Kıbrıs meselesindeki tavrı ile
iç politikada da güç kazanmıştır.
Londra Konferansı’nda adadaki statükonun korunması yahut adanın
Türkiye’ye iade edilmesini savunan Türk heyeti buna gerekçe olarak Lozan
Anlaşmasını göstermişlerdi. Bu anlaşma imzalandığında Kıbrıs konusunda
sadece İngiltere’nin ve Türkiye’nin söz sahibi olduğunu belirtmişlerdir. Eğer
adadaki durumda bir değişiklik olursa Türkiye’nin kendisini bu durumla ilgili
kabul edecek olduğunu ve Lozan Anlaşmasından önceki durumu yani
resmen adanın Anadolu’nun bir parçası olduğunu kabul edecek olduklarını,
Türk Halkının kendi vatanının müdafaası bakımından hayati önem taşıyan bir
adanın geleceği için başka bir çözümü düşünemeyeceğini belirtmişlerdi.
Sonuç olarak Londra Konferansında bir anlaşmaya varılamamıştır.233
Londra Konferansını konferansta Türk tezini savunan Fatin Rüştü
Zorlu gibi biz de başarısızlık olarak değerlendirmiyoruz. Nitekim uluslar arası
bir platformda Türkiye’nin ve Türk halkının Kıbrıs Davasındaki kararlılığı ve
231
Zafer Gazetesi, 25 Ağustos 1955
Zafer Gazetesi, 31 Ağustos 1955
233
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.355-359
232
110
hisleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Ancak bir nokta daha var ki
Londra Konferansı üç devletin katılımı ile gerçekleşmişti, yani artık
Yunanistan’da Kıbrıs Davasında taraf devletti. Ya da İngiltere, Kıbrıs’ta
Türkleri ve Rumları karşı karşıya getirip onlar üzerinden Yunanistan ve
Türkiye’nin anlaşmazlığa düşmesi ile adada her zaman bir arabulucu olarak
kalabilmeyi, Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya getirerek daima çeşitli
haklara sahip olabileceği bir ortam oluşturmayı amaçlamıştır.
Kıbrıs’ın geleceğinin sadece Türkiye’nin elinde kalmasını önlemiş mi
olmuştu? Kanaatimizce Londra konferansından ortaya çıkan sonuçlara
bunlar da dâhildir. Zira Ortadoğu’da bu sırada Ürdün’de de İngiliz askerleri
mevcuttu ve Kıbrıs’ta da İngiliz askerleri varlığını sürdürebilirse Ortadoğu’nun
kontrolü konusunda İngiltere sinsi bir varlık sürdürmeyi amaçlamıştır.234
Ayrıca bu konferanstan sonra artık Türk Dış Politikası resmen farklı bir
sürece girmiştir. Çünkü bundan sonra neredeyse her zaman Kıbrıs Meselesi
Türk Dış Politikasının gündeminde olmuştur. Türkiye Dış Politikasında,
Batı’nın istemediği bir yönde hareket ettiği her platformda adeta karşısında
Kıbrıs meselesini bulmuş235, Batı Kıbrıs ile Milli hislerimizi kullanarak Kıbrıs’ı
Türkiye’nin Yumuşak karnı durumuna sokmuştur. Türkiye de özel bir Kıbrıs
Politikası oluşturmamış, zamanla Kıbrıs Türk dış politikasının bir aracı
durumuna gelmiştir.
234
Kim, Y.I,S.12, 15 Ağustos 1958
Melek M.Fırat , “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri(1955–1997)”, Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.554–565,Süleyman
Coşkun, Levend Yılmaz, Barış Elçisi Dikerdem, Cem Yayınevi, Birinci Basım, İstanbul 1994, s.62
235
111
3.4. 6–7 EYLÜL 1955 OLAYLARI VE KIBRIS’TA TEDHİŞ HAREKETLERİ
Yunanistan’ın Enosis fikirleri ile taşkınlığa dönen faaliyetleri, Kıbrıs’taki
Türk Halkına yapılan saldırılar, Yunanistan’da yapılan tahrik edici gösteriler
ve söylenen hakaretler sonunda Türk Halkının da sabrını tüketmiştir.
6 Eylül 1955’te basında çıkan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin
Yunanlılar tarafından bombalanmış olduğu haberleri bardağı taşıran son
damla olmuştur. İstanbul ve İzmir’de eş zamanlı olarak olaylar patlak vermiş,
Maalesef
Rum
vatandaşlarımıza
ait
ev
ve
iş
yerlerine
saldırılar
düzenlenmiştir. Bu olayların hemen öncesinde İstanbul’da bulunan Başbakan
Menderes’e durumun bu hale gelebileceğinin bildirilmesi üzerine başbakan
beş kişinin dahi bir arada olmasına kesinlikle engel olunmalıdır talimatını
vererek İstanbul’dan ayrılmıştır. Ancak henüz Ankara’ya varmadan durumun
anarşi boyutuna vardığını öğrenen Adnan Menderes ve Celal Bayar hemen
geri dönmüştür.
7 Eylül’de olaylarla ilgili basına bilgi veren Celal Bayar, Adnan
Menderes ve Fuat Köprülü bazı değerlendirmelerde de bulunarak, bu
hareketlerin
Türk
Tarihi’nin
yüz
karası
olduğunu
ayrıca
olayların
büyümesinde komünist tahrikçilerin rolünün olduğunu belirtmişlerdir. İzmir,
İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Hükümet olayları komünistlerin kışkırttığını düşündüğü için basında ve
haber organlarında bunun dışında bir yazı ya da haber yayınlamak
yasaklanmıştır. Ayrıca halkı heyecanlandıracak, galeyana getirecek, ülkede
darlık kıtlık, yokluk olduğunu öne süren, hükümeti eleştiren yazılar yazmak
yasaklanmıştır. Bu ortamda muhalefet partililerde olayların korkunç olduğunu
belirtmiş ve sıkıyönetim gerekliliğini kabul etmişlerdi. Ancak Hükümeti gerekli
tedbirleri zamanında almamış olmakla eleştirmişlerdi.236 12 Eylül 1955’te
yaptığı konuşmada bu eleştirilere cevap veren Adnan Menderes, “Düşman,
düşman kılığı, altında gelseydi, şeytan rahmani kılığa bürünüp de
karsımıza çıkmamış olsaydı, elbette hâdise böyle olmazdı. Hâdise,
başladığında, tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde
236
Şerafettin Turan, a.g.e. , s. 175–181, Ayın tarihi, 5 Eylül 1955- 9 Eylül 1955
112
cereyan etti. Haberimiz yok mu idi? Vardı. Neden önlemediniz, diyeceksiniz.
Önlemek için kâfi kuvvetlerimiz mevcuttu. Fakat hâdise bir Anda öylesine
imbisat etti ve yaratılmış olan psikoz o derece müessir bir şekilde bütün
zabıta kuvvetlerini ilk Anda hareketsiz bıraktı ki, milletçe millî bir felâkete
maruz kalındığını, hakikaten bir baskına uğramadığını kabul etmek lâzımdır.
Bu düpe düz bir düşman hareketi olsa idi, ortada bir Kıbrıs meselesi mevcut
bulunmasa ve iki taraf arasında bu derecede ihtilaflı vasiyette gösterilmemiş
ola idi ve Kıbrıs her iki memlekette âdeta bir mevzu olarak vicdanlara telkin
edilmemiş olsa idi, zabıta vazifesini görmek ve vicdanî kuvvet ve kanaatiyle
silâhının ve kanunun verdiği kuvveti birleştirmek suretiyle hareketi ilk Anda
önlemek imkânını bulunurdu.”237 Bu noktada Demokrat Parti Hükümeti’nin
bu açıklaması için özrü kabahatinden büyük diyebiliriz. Yâda o dönemde dış
politikamızda ne kadar iyi niyetli olduğumuzu ortaya koyabiliriz ki
hükümetimiz düşmanı düşman gibi görmeden algılayamamış olduğunu
belirtmiştir. Aslında bu açıklama dış politikada ki sığ yaklaşımın da bir
açıklamasıdır.
Yunanistan ve Türkiye’nin NATO üyesi Devletler olarak aralarında
ortaya çıkan bu gerginlik Amerika’nın devreye girmesine sebep olmuştur.
Amerika Dışişleri Bakanı J.F.Dulles, Başbakan Adnan Menderes’e bir mesaj
göndermiştir. Bu mesajda NATO dayanışmasına, Komünist tehlikelere karşı
bu dayanışmanın önemine ve bunun için Türkiye ile Yunanistan’a yapılan
yardımlara değinerek, bu duruma bir zarar getirilmemesi için acilen önlem
alınmasını istemiştir. Başbakan Adnan Menderes verdiği cevapta Türkiye’nin
bu güne kadar olduğu gibi bu günden sonra da sulh için mücadele edeceğini,
Türk- Yunan dostluğunun korunması için üzerine düşeni yapacağını
belirtmiştir.
238
İşte bu mesaj Demokrat Parti Hükümeti’nin en başından beri
izlediği dış politika’nın yanlışlığını en açık şekilde ortaya koymuştur. Bu
mesajda
sulhun
korunması
için
yapılan
Amerikan
yardımlarından
bahsedilmesi maalesef ki buraya kadar ortaya koyduğumuz Demokrat
Parti’nin
237
238
ekonomik
yardım
almak
Ayın Tarihi, 12 Eylül 1955
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.361
için
koşulsuz
Amerikancı
olmak
113
politikasının, kendi milli meselemizde bile Amerika’yı karşımıza çıkartıp,
Türkiye’ye adeta ben sana bunun için mi yardım ettim çabuk dediğimi yap
dedirtmiştir.
Sonuçta Türkiye gibi Batı desteğine ekonomik ve askeri olarak
bağlanmış
Yunanistan’da
varmışlardı.239Bu
“bağımsızlık”
formülün
kabul
formülü
edilmesinde
üzerinde
anlaşmaya
Amerika’nın
etkisini
Amerika’nın emri diye söylersek sanırım tam olarak durumu ifade etmiş
olabiliriz.
6–7 Eylül olayları sadece Türkiye içinde durulmuş, Kıbrıs’ta Türklere
yönelik saldırı hareketleri devam etmiştir. Türk Hükümeti’nin serinkanlı
yaklaşımına karşın Kıbrıs’ta Türk halkına yönelik saldırılar ısrarla devam
etmiştir. Türk Polisleri, Rum terör örgütü EOKA tarafından şehit edilmiş,
adadaki Türk köylerine baskınlar düzenlenip tecavüzlerde bulunulmuştu. Bu
durumun Yunan Basınında Türkler aleyhine verilmesi, Türklerin adadaki
Rumlara saldırdığının beyan edilmesi üzerine, Türk basını iddiaları
yalanlamıştı.
Ancak
Yunan
Meclisi,
5
Haziran
1956’da,
dünya
parlamentolarına Kıbrıslı Rumların Türkler tarafından öldürüldüğü iddiası ile
başvurmuştur. Bunun üzerine konu 13 Haziran 1956’da Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde görüşülmüştür.
Dış işleri akanı Fuat Köprülü yatığı açıklamada Kıbrıs’ta EOKA isimli
bir teşkilatın bir yıldan beri tedhişçilik* yaptığını, Türk Polislerinin şehit
edildiğini, Türk Köylerinin tahrip edildiğini belirtmiştir. Bunun üzerine Büyük
Millet Meclisi oy birliği ile verdiği kararla gerçeklerin dünya parlamentolarına
bildirilmesini istemiştir. Başbakan Adnan Menderes’te Yunanistan’ın NATO
ve Balkan Paktı üyesi olduğunu unutarak bu faaliyetleri tahrik etmekle hatta
sevk ve idare etmekle suçlamıştır. Ancak her şeye rağmen Kıbrıs’ta
soydaşlarımıza
karşı
sürdürülen
hain
saldırılar
1959
yılına
kadar
durdurulamamıştır.240
239
Melek Fırat, a.g.m. , s. 63-64
Tedhiş: Terör, haksız yere hak iddia etme, bunun için saldırı hareketinde bulunma anlamına gelir.
240
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.361
*
114
3.5. DEMOKRAT PARTİ’NİN KIBRIS POLİTİKASINDA DEĞİŞİM VE
MACMİLLAN PLANI
Türkiye’nin
Kıbrıs
Politikasındaki
gelişmeler
adanın
kaderinde
Türkiye’nin de rol alacağını göstermiştir.
1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olaylarından sonra 1956 yılı da
olaylarla dolu geçmiştir. Kıbrıs’ta Rumlar tarafından başlatılan saldırı
hareketlerine İngiltere’nin ve Amerika’nın uyarıları da engel olamamıştı.
Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki tavrı statükonun korunması ve
Enosis’in önlenmesi idi.
1956 yılına kadar Kıbrıs konusunda ya adanın Türk Devleti’ne
bırakılması ya da İngiliz hâkimiyetinde kalması konusunda ısrar eden
Demokrat Parti Hükümeti, NATO’dan ve Amerika’dan aldığı uyarılardan
sonra Kıbrıs konusunda farklı tezler oluşturmuştur.
1956 yılı sonuna kadar yapılan resmi beyanlar ve Birleşmiş
Milletlerdeki konuşmalar Türkiye’nin Kıbrıs Politikasının Taksim tezine
yöneldiğini göstermiştir.241
Adnan Menderes taksim konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinde
yaptığı açıklamada, adanın taksimi oradaki soydaşlarımızın Türk Bayrağı
altında yaşamasını temin edecek ve Kıbrıs Türkiye için herhangi bir tehdit
sahası olmaktan çıkacaktır.242 Demiştir. Fakat Kıbrıs Meselesi zamanla
Türkiye Aleyhine işleme devam etmiştir. İç politikada Muhalefet, Kıbrıs
konusunda
izlenen
politikanın
değiştirilmiş
olmasını
hata
olarak
değerlendirmiş, ancak zamanla muhalefette taksim tezini desteklemeye
başlamıştır. Çünkü kamuoyunda çok büyük destek bulan bu tez slogan haline
dönmüş, Kıbrıs’ın geleceği için meydanlara çıkan halk “Ya Taksim Ya Ölüm”
diyerek gösteriler yapmışlardı.243 Muhalefet bu durumda taksim kararı
aleyhine bir yorum yapmaktan çekinmiştir de diyebiliriz.
İngiltere Hükümeti 1957 yılı sonunda Kıbrıs’a sivil bir vali tayin etmiş
ve adaya mahalli bir muhtariyet vermek için Rum ve Türk liderleri ile
241
y.a.g.e. , s.368, Hüseyin Bağcı,1950’li Yıllar… s.116
Ayın Tarihi, 26–28 Aralık 1956
243
Şerafettin Turan, a.g.e. , s. 181–183
242
115
görüşmelere başlamıştır. Türk hükümeti bu vali vasıtası ile adada kendisi ile
görüşme yapılmadan her hangi bir karar alınmayacağına dair İngiltere’den
teminat almıştır. Diğer taraftan Türk Hükümeti adada Rumlar ve Türkler
arasındaki artan olayların artık herhangi bir muhtariyet ile çözüme
kavuşturulamayacağını bu durum karşısında uygulanabilecek tek kararın
taksim olduğunu savunuyordu. Nihayet Türkiye Büyük Millet Meclisi de 16
Haziran 1958’de Kıbrıs uyuşmazlığının taksimle çözülmesini, bunun dünya
parlamentolarına bildirilmesini kararlaştırmıştır. Bu sırada İngiltere’nin Kıbrıs
için hazırladığı yeni statü teklifini avam kamarasına Başbakan Macmillan
açıklamıştır. Macmillan Planı olarak anılan bu açıklamaya göre Kıbrıs’ın
geleceği için kesin bir karar alınmıyor, yedi yıllık bir süre için İngiltere adanın
egemenliğini
Türkiye
ve
Yunanistan
ile
bu
devletler
de
isterse
paylaşabileceğini… Belirtilmiştir.
Ana hattını belirttiğimiz bu plan Yunan ve Türk Hükümeti tarafından
reddedilmiştir. Dış İşleri bakanımız Fatin Rüştü Zorlu, bu planın kabulüne
imkan olmadığını belirttikten sonra, Kıbrıs’ın milletlerarası statüsünün kesin
olarak tespiti için İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yüksek seviyede
bir konferansın toplanmasını istemiştir. Fatin Rüştü Zorlu 5 Temmuz 1958’de
Macmillan Planının reddedilme gerekçesini, bu planın kabulünün taksim
tezinin reddedilmesi anlamına geleceğini belirtmiştir.
Macmillan
Yunanistan
ve
Türk
Hükümeti
ile
konu
hakkında
görüştükten sonra planı iki konuda değiştirmiştir. Buna göre Yunanistan
temsilcilerinin vali başkanlığındaki konseye katılmasından ve çifte tabiiyet
esasından vazgeçilmiştir. Yunanistan Hükümet planı bu hali ile de reddetmiş,
Türk Hükümeti ise bu durumda taksim tezine engel bir durum kalmadığı
gerekçesi ile planı kabul ettiğini bildirmiştir. Ayrıca Türk Hükümeti, Kıbrıs
meselesinin bir an önce huzura kavuşması için iyi niyet taşıdığını göstermek
istemiştir. Ancak Kıbrıs’ta Rumların tedhiş hareketlerini yoğunlaştırması
planın uygulanmasını da engellemiştir.244
244
Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.370–378
116
3.4. ZÜRİCH - LONDRA KONFERANSLARI VE KIBRIS CUMHURİYETİNİN
KURULUŞU
1955 Londra Konferansında Türkiye, Kıbrıs konusundaki tavrını ortaya
koyma fırsatı bulmuştu. Konferansta ortaya konulan Türk tezi, Lozan
Konferansında,
Kıbrıs
üzerindeki
haklarımızın
yalnızca
İngiltere’ye
devredildiği ve İngiltere adadan çıkacaksa, adadaki egemenlik haklarının asıl
sahibine yani Türkiye’ye iade edilmesi üzerine kurulmuştu. Bu tavır, Yunan
Hükümetini telaşa düşürmüş ve çeşitli direnişler sergilemelerine, Kıbrıs
adasında karışıklıkları ateşlemelerine sebep olmuştu.245 Yaşanan karmaşaya
rağmen Yunanistan ve Türkiye arasında bir konferans toplanmasını
hazırlamak üzere görüşmeler devam etmiştir. Nihayetinde Türkiye ve
Yunanistan Başbakanları 5–11 Şubat 1959 tarihleri arasında Zürih’de
görüşmeler yapmışlar ve Kıbrıs’ın milletlerarası statüsünün ve anayasasının
dayanacağı prensipler üzerine anlaşmaya varmışlardır. Bu anlaşmanın ilgili
üçüncü devlet olan İngiltere tarafından da kabulü gerekiyordu. Bunun için her
iki devletin dış işleri bakanları anlaşmayı İngiltere’ye anlatıp onayını almak
için Londra’ya gitmişlerdir.
Dış İşleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu, 11 Şubat 1959’da verdiği
demeçte Zürih Anlaşmasının üç devletin ve Kıbrıs’ın Lehine olduğunu
belirtmiştir.
Türkiye ve Yunanistan Dış İşleri Bakanları, İngiltere Dış İşleri bakanına
Zürih Anlaşması hakkında bilgi verdikten sonra, Londra’da 17 Şubat’ta üç
devletin, Kıbrıs’ın Rum ve Türk liderlerinin katılımı ile bir konferansın
düzenlenmesine karar vermişlerdir. 1955’den sonra Londra’da yapılan bu
konferansta İkinci Londra Konferansı olarak anılmıştır. Konferansa İngiltere
Başbakanı Macmillan, Türkiye’nin Başbakanı Adnan Menderes*, Yunanistan
Başbakanı Karamanlis ile Kıbrıs Türk Cemaati lideri olarak Rıza Küçük, Rum
Cemaati lideri olarak Makarios katılmıştır. Yapılan görüşmelerden sonra
Zürih Anlaşmasına İngiltere adına da bazı maddeler eklenerek 19 Şubat
245
Süleyman Coşkun, Levend Yılmaz, a.g.e. , s.68–70
Konferansa giderken uçak kazası geçiren Adnan Menderes, konferansı Londra’da klinikten takip
etmiştir.
*
117
1959 tarihinde kabul edilmiştir. Burada alınan kararların başlıca dört konuda
anlaşma gerektiriyordu. Bunlar:
Kıbrıs Üzerindeki İngiliz egemenliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devrine
dair bir kurulma anlaşması imzalanacaktır.
Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasa düzenini
teminat altına alacak bir garanti anlaşması imzalanacaktır.
Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasında yapılacak askeri ittifak
anlaşması,
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası’nın temel maddeleri
Burada ortaya çıkan sonuç, ne Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının adayı
Yunanistan’a bağlama istekleri ne de Türkiye’nin taksim tezi kabul edilmişti.
Adada Türklerin ve Rumların ortaklığına dayanan, Türkiye ve Yunanistan’la iş
birliği yapacak bağımsız bir cumhuriyetin kurulması kararlaştırılmıştı. Buna
göre adada Türk ve Rum Cemaat meclisleri kurulacak ve işleri bu meclisler
aracılığı ile yürütülecekti. Ortak işler Başbakanlık rejimine dayanan bir
yürütme organı ile yürütülecekti. Yürütme organının başı Cumhur Başkanı
Rum, Yardımcısı Türk olacaktı… Cumhuriyetin, Anayasa düzeninin devamı,
Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından garanti edilecekti. Ayrıca Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin başka bir devletle birlemesi ve taksim edilmesi de
yasaklanmıştı. Adanın savunması Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan tarafından
Askeri İttifak anlaşması çerçevesinde sağlanacaktı. İngiltere ise kendisi için
önemli olan askeri üsleri, bunlar üzerindeki egemenlik hakları ile muhafaza
edecekti.
Bu anlaşma ile imzalanması kararlaştırılan garanti anşlaşması
Türkiye’ye Kıbrıs’ta garantörlük sıfatı veriyordu. Yani Türkiye Adanın
anayasal düzenini korumak için gerektiğinde müdahale hakkına sahip
olmuştur.
Anlaşma Türkiye ve Kıbrıs Türk Cemaatine verilen haklar, Yunanistan
ve Kıbrıs Rum cemaatine de tanınmıştır.
118
Anlaşma 4 Mart 1959’da Türkiye Büyük Millet Meclisinde oya
sunulmuş, muhalefetin eleştirilerine rağmen 138’e karşı 347 oy ile kabul
edilmiştir.246
Kısaca Batı yine sömürge emelleri için planlarını uygulamış, adayı
İngiltere’nin terk etmesi durumunda sadece bize ait olan hakimiyet hakkı için
bizi Yunanistan’la karşı karşıya getirdikleri gibi bundan sonra diledikleri
zaman adada etkisini arttırmak için bahane ortamı oluşturulmuştur
kanaatindeyiz. Tıpkı Ortadoğu’da Arap ülkelerine yapılan önce huzuru kaçırıp
sonra huzur vereceğiz, barış sağlayacağız bahanesi ile asker yığma stratejisi
ile bölgeye yerleşme koşulları için uygun zemin Kıbrıs’ta da oluşturulmuştur.
Sonuç olarak, adada İngiliz üslerinin yüz ölçümü konunda da bir
anlaşmaya varıldıktan sonra 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığı ilan edilmiştir.
246
Kamuran Gürün, Dış ilişkiler… , s.394,396,Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.370–384
119
SONUÇ
II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan güç dengesinde dünya
Sovyetler Birliği’nin ve Amerika’nın mücadelesine sahne olmuştur. Bu
mücadelenin amacı iki kutbun kendi ideolojilerini dünyaya yayarak, dünya
hâkimiyetinde güç dengesinin merkezi olmaktı. Bu sırada Batılı ülkelerin
dünyanın çıkar bölgelerini paylaşma sürecine girmeleri, Türkiye’nin üzerinde
artan
Sovyet
baskısı,
Türkiye’nin
Batılılaşma
politikalarını
yeniden
biçimlendirmiştir.
Tanzimat’tan itibaren Batılılaşma konusunda kültürel ve siyasi bir
birikime
sahip
olan
Türkiye,
1945’ten
sonraki
süreçte
ise
geçmiş
politikalardan farklı bir Batılılaşma sürecine girmiştir. Bu dönemde Türkiye,
Batı yanlısı politikalarının etkisi ve Batıya daha yakın olabilmek için çok partili
hayata geçmiştir.
27 Yıllık Cumhuriyet Halk Partisi idaresinden sonra Türkiye’de ilk kez
serbest seçimle iktidar el değiştirmiş ve Demokrat Parti Hükümeti iktidara
gelmiştir. Halktan aldığı oylarla iktidara gelen Demokrat Parti, burada
kalabilmek
için
halkı
memnun
etmenin,
kalkınma
hamlelerini
gerçekleştirebilmenin yalnızca Batı desteği ile mümkün olabileceğine inanmış
ve bu yönde hareket etmiştir. Fakat 1950–1960 döneminde Türk Dış
Politikasında görülen gelişmelerin neredeyse tümü, 1945–1950 döneminde
Batı ile
yapılan
siyasi,
askeri,
ekonomik
anlaşmalar
doğrultusunda
gerçekleşmiştir. Yani Türkiye de Demokrat Parti dönemi henüz başlamadan
Batı ile siyasi ekonomik bağlar örülmeye başlanmıştır. Demokrat parti
yöneticileri de bu bağları fazlasıyla geliştirmekte bir sakınca görmemişlerdi.
Ancak Amerika, verdiği her sent için önce içimizde bir örümcek ağı örmüş,
yapılan yardımların yönü Amerikan istekleri ile şekillenmiş, Türkiye ekonomik
olarak borçla rahatlarken, endüstriyel açıdan kısırlaştırılmıştır. Bu sayede
zamanla ne iç ne de dış politikada istenenin dışında bir politika
uygulayamayacak duruma getirilmek istenmiştir.
1783 yılında kurulmuş olan Amerika Birleşik Cumhuriyeti Osmanlı
Devleti ile ilk Dostluk Anlaşmasını 1874 yılında imzalamıştır. Fakat bunun
120
öncesinde Amerika’nın Osmanlı topraklarında pek çok misyoner faaliyette
bulunduğu, misyoner okullar açtığı da bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında
Amerika’nın henüz kurulduğu yıllarda bile Anadolu topraklarına hiç de iyi
niyetle bakamadığını söyleyebiliriz.
Batı’nın
art
niyetli
sömürgeci
yaklaşımları
maalesef
Osmanlı
Döneminden itibaren özellikle Batılılaşma serüveni ile tüm gücüyle kendisini
hissettirmiştir.
I.Dünya Savaşı ve sonrasında Batıdan gördüğümüz ihanet, Atatürk
Döneminde dış politikamızda bir denge oluşturulmasını sağlamıştı. Ne çok
yakın ne çok uzak ama mesafeli ve şahsiyetli bir dış politika ile Mustafa
Kemal Atatürk, milli meselelerin Lozan’dan arta kalan konularımızın çözümü
için
mücadele
etmiştir.
Maalesef
Atatürk
Döneminden
sonra
Dış
politikamızda batılılaşmak araç olmaktan çıkartılıp amaç halini almış, bu
durum Türkiye’nin bölgesinde tek başına güçlü bir devlet olarak ortaya
çıkmasına engel olmuştur. Özellikle Ortadoğu toprakları üzerinde yaşanan
hâkimiyet mücadelesinde Türkiye, bölgesinde güçlenirse hem Batı hem de
Sovyet istekleri için bir engel oluşturabilirdi. Ancak güçlenmezse de
Sovyetlere karşı bir engel teşkil edemezdi. Bu sebeple Batı yardımları hem
Türkiye’yi askeri ve ekonomik açıdan kalkındırmış hem de kontrol altına
almıştır. Bu konuda Türkiye’nin özellikle Demokrat Parti ile koşulsuz şartsız
Batı yanlısı politikalarını eleştirirken amacımız bulunduğumuz noktayı bilip
ağırlımızı koruyarak daha güçlü adımlar atabileceğimizi bilmekten ve bunun
gereğini arzu etmekten ileri gelmiştir.
121
KAYNAKÇA
1.RESMİ YAYINLAR
Zabıt Ceridesi
Düstur
Ayın Tarihi
2.GAZETE VE DERGİLER
Vakit
Cumhuriyet
Ulus
Zafer
Hürriyet
Vatan
Dünya
Yeni sabah
Milliyet
Akis
Kim
2023
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi
Dış politika
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi
Anadolu
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi
İstanbul Üniversitesi İktisat Tarihi Dergisi
Akademik Orta Doğu Dergisi
İktisat Dergisi
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi
Görüş Dergisi
122
3.KİTAPLAR
AHMAD, Feroz ve Bedia Turgay, Türkiye’de Çok Partili Politikanın
Açıklamalı Kronolojisi, Ankara, Bilgi Yayınevi, I.Basım Temmuz 1976
AKŞİN, Aptülahat, Türkiye’nin 1945 den Sonraki Dış Politika Gelişmeleri
Orta Doğu Meseleleri, İstanbul, İsmail Akgün Matbaacılık, 1959
ARMAOĞLU, Fahir, 20.yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul, Alkım Yayınevi,
15.Basım,2005
ARMAOĞLU, Fahir, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, TTK
Basımevi, Ankara, 1991
AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, Ankara, Bilgi
Yayınevi, 6.basım, Aralık C.II,1973
AYDEMİR, Şevket Süreyya, II. Adam, Ankara, C.III,5.Baskı, Remzi
Kitapevi,1988
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı, Ankara, Remzi Kitapevi,
5.basım 1993
AYDOĞAN, Metin, Türkiye Üzerine Notlar (1923-2005) , İzmir, Umay Yay.
2005 İzmir, www.1001Kitap.com
BAĞCI, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Ankara, ODTÜ
Yayınları,2001
BAĞLUM, Kemal, Anıpolitik 1945–1960,Ankara, Bilgi Basımevi, Birinci
Baskı, Mayıs 1991
123
BALTA, Nevin, Türkiye’nin Dış Politikası 1950–1980, Ankara, Lazer
Yayınları, 2005
BIYIKLI,
Mustafa,
Batı
İşgalleri
Karşısında
Türkiye’nin
Ortadoğu
Politikaları Atatürk Dönemi, İstanbul, Gökkubbe Yayınları,2006
BİLGE,
A.Suat,
Türkiye-Sovyetler
Birliği
İlişkileri
1920-1964
Güç
Komşuluk, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992
BRAR,
Harpal, RULE, Ella, Ortadoğu ve Emperyalizm, Çev. Evren
Mardan, Papirüs Yayınları, I.Basım, Nisan 2004
COŞKUN, Süleyman, YILMAZ, Levend, Barış Elçisi Dikerdem, İstanbul,
Cem Yayınevi, Birinci Basım, 1994
ÇİZMELİ, Şevket, Menderes Demokrasi Yıldızı, İstanbul, Arkadaş Yay.
2.Baskı, 2007
DİKERDEM, Mahmut, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul Matbaası,1977
ERDOĞDU, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve
NATO İttifakı, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayınları,2006
EROĞLU, Hamza, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1977
EROĞUL, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara, İmge Kitapevi,
1998
GERGER, Haluk, ABD Ortadoğu Türkiye, İstanbul, Ceylan Yayınları, 3.
Baskı, Kasım 2006
124
GERGER, Haluk, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği, Belge Yayınları,
I.Basım 1998
GİRİTLİ, İsmet, Komünizm Batı Ortadoğu ve Türkiye, İstanbul Nur
Ofset,1977
GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR Cem, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara,
3.Baskı 1974
GÖNLÜBOL, Mehmet, ÜLMAN, Haluk, Ankara, Olaylarla Türk Dış
Politikası( 1919–1973 ), 5.Basım, 1982
GÜRÜN, Kamuran, Dış ilişkiler ve Türk Politikası(1939’dan Günümüze
Kadar), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Yayınları, 1983
İNAN, Kamuran, Dış Politika, İstanbul, Timaş Yayınları, 1998
KAÇMAZOĞLU,
H.Bayram,
Demokrat
Parti
Dönemi
Toplumsal
Tartışmaları, İstanbul, Birey Yayıncılık, Kasım 1998
KOÇDEMİR, Kadir, Milli Devlet ve Küreselleşme, İstanbul, Ötüken
Yay.2004
MERİH, Turgay, Soğuk Savaş ve Türkiye 1945–1960,Ankara, Ebabil
Yayınları,2006
MÜTERCİMLER, Erol, ÖKE, Mim Kemal, Demokrat Parti Dönemi Türk Dış
Politikası Düşler ve Entrikalar, İstanbul, Alfa Yayınevi, 2.Basım,2004
SANDER, Oral, Siyasi Tarih I. Dünya Savaşı’nın Sonundan 1980’e Kadar,
Ankara, İmge Kitapevi, 1989
125
SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara, İmge kitapevi 2.Baskı,
Yayına Hazırlayan: Melek Fırat, Eylül,2000
SANDER, Oral Siyasi Tarih, Ankara, İmge Yayınları, I.Basım 1989
SEVER, Ayşegül, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye Batı ve Orta Doğu
1945–1958,Boyut Yayınları, I.Basım 1997
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Dış Münasebetleriyle İlgili Başlıca Siyasi
Antlaşmaları, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, TTK Basımevi,
1965
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945–1990),
Ankara, C.II, Kesim A(Çok Taraflı Bağıtlar), II. Baskı, TTK, 2000
SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikası, İstanbul, Der Yayınları, 2006
SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der
Yayınları, 2004
SÖNMEZOĞLU, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi,
İstanbul 3.Baskı, Filiz Kitapevi, Y.Y
ŞİMŞEK, Erdal, Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, İstanbul, Kum Saati
Yayınları, ,Şubat, 2005
TAŞLI, Ömer, Orta Doğuya Süper Güçlerin Etkileri, İstanbul, Fikir
Yayınları, 1991
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, Ankara, Bilgi Yayınevi, I.Basım
1999
126
USLU, Nasuh, Türk Amerikan İlişkileri, Ankara, 21.Yüzyıl Yayınları, Birinci
Basım,2000
YAZAR, Yusuf, Orta Doğu Değişen Dengeler, İstanbul,Seha Neşriyat,1989
4.MAKALELER
…………….,Cumhurbaşkanlığı “GİZLİ” Görüşme Tutanaklarında Türk Dış
Politikası(1950-1960) Türkiye- Lübnan İlişkileri II, İstanbul Araştırma Merkezi
Yayınları, Dış Politika
AKIMAN, Nazmi, “Türk Yunan İlişkilerinin Değerlendirilmesi”, Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum
Tebliğleri, s.580-586
ALBAYRAK, Mustafa , “Türkiye'nin Kıbrıs Politikaları (1950–1960)”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, S. 46,C. XVI, Mart 2000
ARI, Tayyar, “Türkiye’nin Orta Doğu Politikası ve ABD İle İlişkileri:Politik
İkilem”,http://www.tayyarari.com/yayinlar.html, 21.02.2000
ARMAOĞLU, Fahir, “Orta Doğu Komutanlığı’ndan Bağdat Paktı’na 19511955”, Belleten, S. 224-225, Y.1995 , s.191-236
ARMAOĞLU, Fahir, “Yarım Yüzyılın Türk Amerikan İlişkileri 1947-1997”,
Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997
Sempozyum Tebliğleri, s. 422-435
ATEŞ, Nevin, “ Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası ve Hükümet
Programları” İktisat Dergisi, May-Haz 1996 , s.71-75
127
ATEŞ, Toktamış, “Dış Politikamız ve Ötesi”, İstanbul Üniversitesi İletişim
Fakültesi Dergisi, Y.1992-1993
BARLAS, A.İhsan, “Sovyet - Suriye Anlaşması”, Dünya Gazetesi,10.08.1957
COŞAR, Ömer Sami, “Rusya’nın Tehdidi”, Cumhuriyet Gazetesi,12.10.1955
ÇAM
Esat,
“Dış
Politikamızda
Seçenek
Değerlendirmesi”,İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası,C.36,S.1-4,Ekim 1976-Eylül 1977,
s.183-197
ÇETİNSAYA, Gökhan, “Türkiye-İran İlişkileri (1945-1947)”, Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum
Tebliğleri, s.507-512
FIRAT, M. Melek, “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri(1955–
1997)”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim
1997 Sempozyum Tebliğleri, s.554–565
FIRAT, Melek, “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri (1955-1997)”
Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997
Sempozyum Tebliğleri, s. 553-567
GENÇ, Mehmet , “Uluslarası Sistemdeki Gelişmeler ve Orta Doğu
Belirsizliği”, Dış Politika Bülteni, C.III, S.I, Nisan 1991
GÖNLÜBOL, Mehmet, “Dış ve İç Etkenler Açısından NATO ve Türkiye”,
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, s.34-41
GÖZLER, Ziya, Ortadoğu’nun Yeni Yüzü, www.baremdergisi.com
128
GÜNGÖR, Hidayet, “Orta Doğu’da Genel Stratejik Durum Değerlendirmesi
ve Bölgedeki Krizlerin Türkiye’nin Milli Güvenliğine Etkileri”, Stratejik Etütler
Bülteni, Y.15, Ekim 1981, S.76, s. 68–77
GÜNGÖRMÜŞ KONA, Gamze, “Ortadoğu’nun Yeni Sınırları”, Görüş
Dergisi, S. 55, N. 54,İstanbul, 2003
GÜRKAN, İhsan, “NATO ve Türkiye” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık
Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 476-477
GÜRKAN, İhsan “NATO ve Türkiye Açısından Akdeniz’in Güvenliği
Meselesi”,Dış Politika, Eylül-Aralık 1985, C.XII, S.3-4,s.14-18
KANTARCI, Şenol, “Kıbrıs’ta “70 Bin Kişilik” Yeni Bir“Türk Askerî Üssü”
Kurulmalı” 2023 Dergisi, Y.4, S.36 -43
KARACAN Ali Naci, “En Büyük Tehlike Komünizm”,Milliyet,23 Kasım 1951
KAŞTAN,
Yüksel,
“II.
Dünya
Savaşı
Sonrası
Türkiye-
Irak
Siyasi
İlişkileri”,www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler%5CYüksel%20
KAŞTAN%5CKAŞTAN,%20YÜKSEL.pdf – 23.03.2008
KIZILYÜREK, Niyazi, “Jeo-Politik Kaygılar ve Taksim Tezinin Doğuşu”,
http://www.gaxxi.com/kibrisyazilari/kibrisyazilari/gorsel/dosya/12073590103kiz
ilyurek.pdf, 16.04.2008
KİBAROĞLU,
Mustafa,
“NATO’nun
Kuruluşu,
Misyonu,
Geleceği
ve
Türkiye’nin Rolü”,2023 Dergisi, Y.4, S. 37, s.7–11
KOÇER, Gökhan, “Türk Dış Politikasında Din Unsuru”, Akademik Orta
Doğu Dergisi, C.I, S.I,2006,Eylül, s.131–155
129
KONA GÜNGÖRMÜŞ, Gamze, “Türkiye ve Orta Doğu: Bugünü Belirleyen
Arka Plan”, http://www.turksam.org/tr/a1402.html, 29.04.2008
KUŞÇU, Ayşe, Türklerin Ortadoğu Hâkimiyeti, Akademik Ortadoğu Dergisi,
S.1, s.110–128
KÖPRÜLÜ,
Fuat,
“Tarihte
Türk
Amerikan
Münasebetleri”,Belleten,
C.51,S.200,Y.1987,s.929–947
ÖZCAN, Gencer, “50.Yılı Biterken Türkiye-İsrail İlişkileri” Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum
Tebliğleri, s.538-551
ÖZEY, Ramazan, Ortadoğu Neresidir? Ortadoğu Neden Önemlidir?,
www.ramazanozey.net,12.04.2008
ÖZMUMCU, Kemal Atilla, “Akdeniz’in Uçak Gemisi; Kıbrıs”,2023 Dergisi,
Y.7,S.85
SEZER, Duygu Bozoğlu, “Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’nin İttifaklar
Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim
1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507-517
SONYEL, R. Salahi, “İngiliz Yönetiminde Kıbrıs Türkleri’nin Varlık Savaşımı”,
Belleten, S.224, LIX, Nisan 1995
SOYSAL, İsmail, “1955 Bağdat Paktı”, Belleten, S.212-214, C.55, Yıl
1991,s.181-228
SOYSAL, İsmail, “Ortadoğu Sorunları ve Türk Mısır Siyasal İlişkileri 19221984”,Dış Politika,C.XII-T , S.1, Mart 1985,s.7-15
130
SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Uluslarası Sistemdeki Değişiklikler ve Türk Dış
Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim
1997 Sempozyum Tebliğleri, TTK Basımevi Ankara, s.631-640
TURAN, İlter, “ABD – SSCB’nin İlişki ve Politikalarının NATO Sorumluluk
Sahası Dışında Kalan Orta Doğu Bölgesi Üzerindeki Muhtemel Etkileri
veTürkiye”,İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 1992–1993, s.
226-234
TÜRKKAYA,Ataöv “Marshall Planından NATO’nun Kuruluşuna Kadar Soğuk
Harb”AÜSBF, s.277-278
ULMAN, Haluk, SANDER, Oral,”Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler II”,
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C.36, S.1–4, Ekim,
s.183-187
UMAR, Ömer Osman, “İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türk-Sovyet İlişkileri”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.59, C. XX, Temmuz 2004
ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler I”, SBF Dergisi,
C.XXIII, Mart 1968,s.261-278
US, Asım, “Roosvelt ve Çörçil'in hatalarından” Vakit Gazetesi, 29 Mart 1947
BEYAZIT, Vural, “NATO’nun Güney Kanadında Türkiye’nin Önemi”, Stratejik
Etütler Bülteni, Y.16, Temmuz 1982 S.97,s.57–64,
YALMAN, Ahmet Emin , “Kopan Kıyamet”, Vatan Gazetesi, 28.08.1956
YAVUZ, Güler, “II.Dünya Savaşı Sonrası Türk-Amerikan İlişkileri(1945-1950)”
, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, Cilt 5, Sayı 2, (2004),209-224
131
5.ÇEVİRİMİÇİ BAĞLANTILAR
http://gamzegungormuskona.blogspot.com/2007/08/yeni-orta
dou.html,04/03/2008
http://turksavaslari.com/soguksavas/?sayfa=1029210.1064983.0.0.0.php&Tü
rkiye%20ve%20Orta%20Doğu
http://www.gaxxi.com/kibrisyazilari/kibrisyazilari/gorsel/dosya/12073590103k
zilyurek.pdf,
http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/942.html
http://www.tayyarari.com/yayinlar.html
http://www.textara.com/siyasi_tarih_kongre_somurge_seferi_ulke?page=0%
2C4 ,
http://www.turksam.org/tr/a1402.html
www.1001Kitap.com
www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler%5CYüksel%20KAŞTAN%5
CKAŞTAN,%20YÜKSEL.pdf
http://turkish.turkey.usembassy.gov/marshall_plan_konusma.html
www.tekvatan.com/kore-savasina-katilma-nedenimiz.html
132
EKLER
EK-1
RESMİ KONUŞMA METİNLERİ
Marshall Planı Konuşması, 5 Haziran 1947
ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall’ın Harvard Üniversitesi’nde yaptığı
konuşma
Cambridge,Massachusetts
5 Haziran 1947
Sayın Başkan, Dr. Conant, kurul üyeleri, bayanlar ve baylar:
Harvard yetkililerinin bu sabah şahsıma gösterdikleri büyük ayrıcalık ve
komplimandan dolayı çok etkilendim ve müteşekkirim. Çok duygulandım ve
doğruyu söylemek gerekirse, sizlerin cömertlik gösterip bana bahşettiği bu
yüksek itibarı sürdürebileceğimden şüpheliyim. Bu tarihi ve güzel ortamda, bu
mükemmel günde bu harika toplulukla birlikte olmak, benim konumumdaki
biri için gerçekten çok etkileyici. Ama daha ciddi konuşmak gerekirse,
dünyadaki durumun vahametini sizlere ifade etmeme gerek yok. Sorunun çok
karmaşık olmasının da ayrı bir zorluk yarattığını düşünüyorum; basın ve
radyo aracılığıyla kamuoyuna sunulan aşırı bilgi yığını sebebiyle sokaktaki
adam için durumun açık ve net bir değerlendirmesini yapmak çok zor. Ayrıca,
uzun süredir çile çeken halkların sıkıntılarını, tepkilerini ve bizim dünyada
barışı teşvik etme çabalarımız çerçevesinde, bu tepkilerin hükümetler
üzerindeki etkilerini anlamak dünyanın sorunlu bölgelerinden uzak mesafede
bulunan bu ülke halkı için çok zor.
Avrupa’nın rehabilitasyonu için gereksinimler belirlenirken, can kaybı,
hasara uğrayan şehir, fabrika, maden ve demiryollarının durumu doğru bir
biçimde hesap edilmiştir; ancak son aylarda anlaşılmıştır ki Avrupa
ekonomisinin tüm yapısının tedirgin edici bir şekilde değişmesi belki de bu
belirgin yıkım ve hasardan daha ciddi bir meseledir.
Son on yılın koşulları normal değildi. Hararetli bir savaş hazırlığı ve
daha da hararetli olan savaşı sürdürme çabası ulusal ekonomilerin tüm
unsurlarına hakim oldu. Makineler harap oldu ya da tamamen demode hale
133
geldi. Yıkıcı ve keyfi Nazi rejimi altında hemen hemen tüm işletmeler Alman
savaş makinasının hizmetinde kullanıldı. Sermaye kaybı, kamulaştırma ya da
sırf hasarlar sebebiyle eski ticari bağlar, özel kuruluşlar, bankalar, sigorta
şirketleri ve nakliye şirketleri yok oldular. Pek çok ülkede yerel para birimine
duyulan güven ciddi biçimde sarsıldı. Avrupa’nın iş yapısı savaş sırasında
böylece çökmüş oldu.
Savaşın sona ermesinden itibaren iki yıl geçmesine rağmen Almanya
ve Avusturya arasında bir barış anlaşması yapılamaması nedeniyle
toparlanma süreci de geciktirilmiş oldu. Ancak bu zor meselelere daha süratli
bir çözüm bulunsa bile, Avrupa’nın ekonomik yapısının rehabilitasyonu belli ki
öngörülenden çok daha fazla zamana ve çabaya mal olacaktır. Bu konunun
hem ilginç hem de ciddi olan bir yanı var. Çiftçi her zaman ürettiği gıdayı kent
halkı ile değiş-tokuş ederek diğer ihtiyaçlarını karşılamıştır. İş bölümü modern
uygarlığın temelidir. Şu an ise bu temel çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Kasaba ve kent endüstrileri gıda üreten çiftçi ile değiş-tokuş edecek yeterlikte
mal üretmemektedir. Hammadde ve yakıt sıkıntısı çekilmektedir. Belirttiğim
gibi, makineler ya eski ya da bozuktur. Çiftçi ve köylü satın almak istediği
malları bulamamaktadır. Kullanamadığı bir para karşılığında ürününü satmak
çiftçiye göre karsız bir iştir. Bu yüzden çiftçi tarlasına mahsul ekmek yerine
onu otlak olarak kullanmaktadır. Giysi ya da uygar yaşamın diğer sıradan
unsurlarına ne kadar ihtiyacı olursa olsun çiftçi, daha çok tahıl stoklamakta ve
kendisi ile ailesi için bol miktarda gıda temin etmektedir. Bu arada, sokaktaki
insanlar da gıda ve yakıt sıkıntısı çekmekte ve hatta bazı yerlerde açlık
sınırına yaklaşılmaktadır. Yani hükümetler, bu gereksinimleri yabancı
paralarını ve kredilerini kullanarak yurt dışından tedarik etmek zorunda
kalmaktadır. Bu süreç yeniden yapılanma için acilen gerekli olan fonları
tüketmektedir. Böylece dünya için gidişatı iyi olmayan çok ciddi bir durum
ortaya çıkmaktadır. Ürünlerin değiş tokuşuna dayalı modern iş bölümü
sistemi çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır.
İşin aslı şudur ki, Avrupa’nın önümüzdeki üç-dört yıl boyunca yabancı
gıda ve diğer temel ihtiyaç ürünlerine -çoğunlukla Amerika’dan gelen
ürünlere- olan ihtiyacı, ödeme gücünden çok daha fazladır; bu nedenle
134
Avrupa’nın önemli miktarda ek yardıma ihtiyacı vardır, aksi takdirde çok ağır
ekonomik, sosyal ve politik bozulma ile yüzyüze gelecektir.
Görünüşe göre bunun çaresi bu kısır döngüyü kırmak ve Avrupa
halkının kendi ülkelerinin ve bir bütün olarak Avrupa’nın ekonomik geleceğine
olan inancını yenilemektir. İmalatçı ve çiftçi para karşılığı ürünlerini vermeye
istekli ve muktedir olmalıdır; para hiç şüphesiz hala değerini korumaktadır.
Bu durumun dünya genelinde moral bozucu etkisinin ve insanların
çaresizliğinin bir kargaşaya yol açması ihtimalinin yanı sıra, ABD
ekonomisine olan etkileri de hepimiz için malumdur. Amerika Birleşik
Devletlerinin, dünyadaki ekonomik durumu eski normal haline getirmek için
elinden gelen yardımı yapması mantıklıdır, zira normal ve sağlıklı bir
ekonomik ortam olmadan siyasi istikrar ve barış garantisi olamaz.
Politikamız herhangi bir ülke ya da doktrine karşı değil açlığa,
yoksulluğa, çaresizliğe ve kaosa karşıdır. Politikamızın amacı, serbest
kuruluşların var olabildiği sosyal ve politik koşulların oluşmasına izin veren,
işleyen bir ekonominin canlandırılması olmalıdır. Kanımca bu tür bir yardım
farklı krizler çıktıkça uygulanan parçalar halinde bir yardım şeklinde
olmamalıdır. Bu Hükümetin ileride yapacağı tüm yardımlar basit bir teskin
edici olmak yerine, bir tedavi niteliğinde olmalıdır. İyileşme sürecine yardımcı
olmaya istekli ülkeler, eminim ki Amerika Birleşik Devletlerinden tam bir
işbirliği ve destek görecektir. Diğer ülkelerin iyileşme sürecini engellemeye
çalışan hükümetler bizden yardım bekleyemez. Dahası, insanları sefalete
sürükleyerek, bundan siyasi ya da başka türlü kazanç sağlamayı uman
hükümet, siyasi parti ya da gruplar karşılarında Amerika Birleşik Devletleri’ni
bulacaktır.
Şurası aşikârdır ki, Amerika Birleşik Devletleri’nin durumu düzeltmek
ve Avrupa’nın iyileşme sürecine girmesine yardımcı olmak için gösterdiği
çabaların ilerlemesi için, önce Avrupa ülkeleri arasında gereksinimler ve
kendilerine düşen rol hususlarında bir mutabakat olmalıdır ki Hükümetimizin
üstleneceği eylemler etkili olabilsin. Avrupa’nın ekonomik açıdan ayakları
üzerinde durabilmesi için Hükümetimizin tek taraflı olarak bir program
hazırlaması ne uygun düşer ne de etkili olur. Bu Avrupalıların işidir. Bence
135
girişim Avrupa’dan gelmelidir. Bu ülkenin rolü ise, bir Avrupa programının
hazırlanması sürecinde dostça bir yardım sağlamak ve daha sonra bu
programa bizim için pratik olduğu sürece destek vermekten ibaret olmalıdır.
Program ortak olmalı ve tüm veya belli sayıdaki Avrupa milletleri tarafından
kabul edilmelidir.
ABD’nin üstlendiği bir eylemin başarılı olması için, Amerikan halkının
problemin ve çarelerin niteliğini anlaması zaruridir. Siyasi tutku ve önyargının
yeri yoktur. Tarihin açıkça bizim ülkemize yüklediği bu büyük sorumluluğa
halkımızın sahip çıkmaya istekli olması ve sağgörü sayesinde, bahsettiğim
zorlukların üstesinden gelinebilir ve gelinecektir.
Uluslararası durumumuzla ilgili olarak her vesilede kamuoyu önünde
bir şeyler söylemiş olduğum için üzgünüm. Durum gereği oldukça teknik
tartışmalara girmek zorunda kaldım. Ama bana göre halkımızın tutku, önyargı
ya da anlık bir duygu yüzünden tepki vermesinden ziyade gerçek zorlukların
neler olduğuna dair genel bir anlayışa sahip olması çok mühimdir. Az önce
daha resmi bir biçimde belirttiğim gibi, bu sorunların yaşandığı yerler bize
uzak mesafede. Bu mesafeden sadece okuyarak, dinleyerek ya da
fotoğraflara
bakarak
veya
film
izleyerek
durumun
gerçek
önemini
kavrayabilmek pek mümkün değil. Ama yine de geleceğin dünyası uygun bir
kararın alınmasına bağlı. Bana göre, büyük ölçüde Amerikan halkının hangi
etkenlerin geçerli olduğunu idrak etmesine bağlı. Halkın tepkisi nedir? Bu
tepkilerin gerekçeleri neler? Ne gibi sıkıntılar yaşanıyor? Ne gerekli? En iyi
ne yapılabilir? Ne yapılmalıdır? Çok teşekkür ederim.
(http://turkish.turkey.usembassy.gov/marshall_plan_konusma.html)
136
Ek-2
Marshall Planı (Avrupa Kalkınması Programı) Çerçevesi Dahilinde Elde
Edilecek Yardımların Bütçe Ve Hazine Hesaplarına İntikal Şekline İlişik
Kanun
Kanun Numarası: 5582
Kabul Tarihi: 01/03/1950
Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 04/03/1950
Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 7448
Madde 1 - (Değişik madde: 10/03/1954 - 6371/1 md.)
5252 sayılı kanunla onanan Avrupa Ekonomik İş Birliği Sözleşmesi ve
5253 sayılı kanunla onanan Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik
Devletleri arasında Ekonomik İş Birliği Anlaşması ve bu anlaşmalar çerçevesi
dahilinde 5436 sayılı kanunla verilen yetkiye dayanılarak akdedilmiş ve
akdedilecek diğer anlaşmalar gereğince dolar olarak Türkiye'ye yapılacak
yardımların, karşılığı Türk liraları Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasında
açılacak karşılık hesaplarına yatırılmıyacak olan kısımları bütçe ve Hazine
hesaplarına aşağıdaki şekilde intikal ettirilir:
A) Muvazenei Umumiyeye dahil dairelerin karşılıksız olarak kullandıkları
yardımlar her mali yıl nihayetinde bütçeye gelir ve alakalı daire bütçelerine
tahsisat ve gider kaydolunur.
B) Mülhak ve hususi bütçeli idarelerin karşılıksız olarak kullandıkları
yardımlar her mali yıl nihayetinde Genel Bütçeye bir taraftan gelir, diğer
taraftan bu idarelere yardım olmak üzere tahsisat ve gider ve kendi
bütçelerine de gelir ve gider kaydolunur.
C) Devlet Ekonomi Kurumlarının karşılıksız olarak kullandıkları yardımlar
her mali yıl nihayetinde Genel Bütçeye bir taraftan gelir, diğer taraftan bu
kurumların sermayelerine ilave edilmek üzere tahsisat ve gider kaydolunur.
D) Maden Tetkik ve Arama Enstitüsünün karşılıksız olarak kullandığı
yardımlar her mali yıl nihayetinde Genel Bütçeye gelir ve İşletmeler Vekaleti
Bütçesine Maden Tetkik ve Arama Enstitüsüne yardım olmak üzere tahsisat
ve gider kaydolunur.
137
Madde 2 - (Değişik madde: 10/03/1954 - 6371/2 md.)
Birinci maddede yazılı anlaşmalar gereğince karşılığı Türkiye Cumhuriyet
Merkez Bankasına yatırılması gereken yardımların, aynı maddenin (A), (B),
(C) ve (D) fıkralarında yazılı daire ve kurumlarca kullanılabilmesi için Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankasına yatırılması gereken Türk lirası karşılıkları ilgili
daire ve kurumlarca temin olunur.
Muvazanei Umumiyeye dahil dairelerle mülhak bütçeli idarelerin
bütçelerinde mezkur karşılıkların ödenebileceği bir tertip mevcut olmaması
veya mevcut olup da yeter miktarda tahsisat bulunmaması, Türkiye Büyük
Millet Meclisinin tatil devresine isabet etmesi veya işin müstaceliyeti
dolayısiyle tahsisat temin edilememesi halinde, bu karşılıkları temin
maksadiyle bütçelerdeki tahsisatlar arasında aktarmalar yapmaya, karşılığı
dairelerince gösterilmek şartiyle munzam veya fevkalade tahsisat ilave
etmeye İcra Vekilleri Heyeti mezundur.
Bu suretle İcra Vekilleri Heyeti karariyle bütçe kanunlarına bağlı masraf
cetvellerinde yapılacak değişiklik bir ay zarfında Türkiye Büyük Millet
Meclisine arzolunur.
Madde 3 - Birinci maddede bahsi geçen anlaşmalar gereğince Amerika
Birleşik Devletlerinden temin edilecek kredilerle gerek özel teşebbüler, gerek
Zirai Donatım Kurumu tarafından getirilerek çiftçiye satılacak tarım alet ve
makinelerinin ve tamir işlerinde kullanılan diğer maddelerin bedelleri tahsil
edildikçe Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankasına tevdi edilir. Bu suretle tevdi
edilen mebaliğ her mali yıl sonunda gelir bütçesine gelir ve Maliye Bakanlığı
bütçesine
ödenek
kaydedilerek
Türkiye
Cumhuriyeti
Ziraat
Bankası
sermayesine ilave edilir.
Madde 4 - Birinci maddede mezkur anlaşmalar çerçevesi dahilinde temin
edilen yardımlarla bedeli mukabilinde satılmak üzere Devlet daireleri ve
kurumları tarafından ithal edilen mallar için Amerikan İktisadi İşbirliği
İdaresince ödenen dolarların Türk lirası mukabilleri bu malların Türkiye'ye
girmesini takibeden 15 gün içinde ithalatçı daire ve kurumlar tarafından
Hazine hesabı carisine yatırılır.
138
Madde 5 - Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası sattığı tiraj hakları
mukabilinde tahsil ettiği Türk liralarını Hazine emrine amade tutar.
Madde 6 - Birinci maddede zikri geçen anlaşmalar gereğince akdedilecek
Ödeme ve Takas Anlaşmalarının icabettireceği ödemeler Maliye Bakanlığı ile
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası arasında 17/06/1948 tarihinde akdedilen
ve 5256 sayılı kanunla onanan sözleşmeye göre yapılır ve Hazinenin bu
suretle doğacak borcu müteakip yıl bütçelerine konulacak ödeneklerle tediye
olunur.
Madde 7 - Birinci maddede zikredilen anlaşmalar gereğince temin edilen
yardımlardan borç olarak tahakkuk eden miktarlar Devlet borcu kaydedilir. Bu
borcun taksit ve faizleri her yıl Devlet Borçları bütçesine konulacak
ödeneklerle ödenir.
Madde 8 - 5282 sayılı kanunun 2,3 ve 4 üncü maddeleri yürürlükten
kaldırılmıştır.
Madde 9 - Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 10 - Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.
Kanuna İşlenemeyen Geçici Maddeler:
10/03/1954 Tarih Ve 6371 Sayılı Kanunun Geçici Maddeleri:
Geçici Madde 1 - Birinci maddenin (A), (B), (C) ve (D) fıkralarında yazılı
daire ve kurumlarca kullanılmış olan yardımların bu kanunun mer'iyeti
tarihine kadar Hazinece temin edilmiş bulunan Türk lirası karşılıklarından
mütevellit avaslar, aşağıda yazılı şekilde tasfiye olunur:
a) Birinci maddenin (A) ve (B) fıkralarında yazılı daireler için verilmiş olan
avanslar, her yıl mezkur dairelerin bütçelerine konulacak tahsisattan
Hazineye iade edilir.
b) Mülga Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Genel Müdürlüğü için
verilmiş olan avanslar, her yıl Umumi Bütçeye konulacak tahsisattan
Hazineye iade edilir. Bu miktarlar 5842 sayılı kanun gereğince Denizcilik
Bankasına intikal etmiş bulunan avanslara mahsup ve aynı kanunun geçici 1
inci maddesi hükmüne tevfikan tesbit edilecek Hazine hissesine ilave edilir.
139
c) Birinci maddenin (C) fıkrasında yazılı kurumlar için verilmiş olan
avanslar, Umumi bütçeye konulacak tahsisattan Hazineye iade ve aynı
zamanda ilgili kurumların sermayelerine ilave edilir.
d) Hazinece Maden Tetkik ve Arama Enstitüsüne verilmiş olan avanslar
İşletmeler Vekaleti Bütçesine konulacak yardım tahsisatından Hazinece
istirdadedilir.
Geçici Madde 2 - Bu kanunun mer'iyete girmesinden önce 5582 sayılı
kanunun 2 nci maddesi gereğince Hazinece verilmiş avanslarla temin edilen
mal ve hizmet bedellerinden henüz bütçe ve Hazine hesaplarına intikal
ettirilmemiş bulunanların mezkur hesaplara intikal ettirilmesine eski hükümler
dairesindedevam edilir.
(http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/942.html)
140
Ek–3
KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI
Washington DC, 4 Nisan 1949
Bu Antlaşmanın Tarafları, Birleşmiş Milletler Yasası'nın amaçları ve ilkelerine
olan inançlarını ve bütün halklar ve bütün hükümetlerle barış içinde bir arada
yaşama arzularını teyid ederler.
Demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde
bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta
kararlıdırlar.
Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar.
Toplu
savunma
ve
barış
ile
güvenliğin
korunması
için
çabalarını
birleştirmekte kararlıdırlar.
Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması'nı kabul etmişlerdir:
MADDE 1
Taraflar, BM Yasası'nda ortaya konduğu üzere, karışmış olabilecekleri
herhangi bir uluslararası anlaşmazlığı, uluslararası barış ve güvenlik ve
adaleti tehlikeye sokmadan barışçıl yollarla çözmeyi ve uluslararası
ilişkilerinde BM'in amaçlarına aykırı olacak şekilde güç kullanımı ya da
tehdidinden sakınmayı taahhüt etmektedirler.
MADDE 2
Taraflar, özgür kurumlarını güçlendirerek, bu kurumların üzerine kurulu
olduğu ilkelerin daha iyi anlaşılmasını sağlayarak ve istikrar ile refah
koşullarını geliştirerek barışçıl ve dostça uluslararası ilişkilerin daha da
geliştirilmesine katkı yapacaklardır. Uluslararası ekonomi politikalarında
çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelecekler ve taraflardan herhangi biri ya da
hepsi ile ekonomik işbirliğini teşvik edeceklerdir.
141
MADDE 3
Bu Antlaşmanın amaçlarına daha etkin biçimde ulaşabilmek için
Taraflar, tek tek ve ortaklaşa olarak, sürekli ve etkin öz yardım ve karşılıklı
yardımlarla, silahlı bir saldırıya karşı bireysel ve toplu direnme kapasitelerini
koruyacaklar ve geliştireceklerdir.
MADDE 4
Taraflardan herhangi biri, Taraflardan birinin toprak bütünlüğü, siyasi
bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm
taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır.
MADDE 5
Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha
çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak
değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası'nın 51.
Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak,
Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak
ve diğerler ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli
görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara
yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır.
Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün
önlemler
derhal
Güven
Konseyi'ne
bildirilecektir.
Güvenlik
Konseyi,
uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri
aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektifr.
MADDE 6
(Yunanistan ve Türkiye'nin katılımı üzerine Kuzey Atlantik Antlaşması
Protokolü'nün 2. Maddesi doğrultusunda değiştirilmiş haliyle. )
Madde 5 açısından, Taraflardan bir ya da daha çoğuna karşı silahlı saldırı,
aşağıdakileri de kapsar:
— Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika'daki topraklarına Fransa'nın
Cezayir Bölgesine Türkiye topraklarına veya Taraflardan herhangi birinin
egemenliği altında olan ve Yengeç Dönencesi'nin kuzeyinde yer alan adalara
yapılan silahlı saldırı;
142
- Bu topraklarda ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan ya
da Antlaşma'nın yürürlüğe girdiği tarihte Taraflardan herhangi birinin işgal
kuvvetlerinin üslenrniş bulunduğu herhangi bir Avrupa toprağında veya
Akdeniz'de, ya da Yengeç Dönencesi'nin kuzeyindeki Kuzey Atlantik
bölgesinde bulunan Tarafların herhangi birine ait kuvvetlere, gemilere, ya da
uçaklara yapılan silahlı saldırı.
MADDE 7
Antlaşma, BM üyesi olan Tarafların BM Yasası uyarınca sahip
oldukları hak ve yükümlülüklerini veya Güvenlik Konseyi'nin uluslararası
barış ve güvenliğin sağlanması konusundaki temel sorumluluğunu herhangi
bir şekilde etkilemez ve etkilediği şeklinde yorumlanamaz.
MADDE 8
Her bir Taraf, kendisi ile diğer Taraflar ya da üçüncü bir devlet
arasında şu an yürürlükte olan uluslararası süzleşmelerin, bu Antlaşma'nın
hükümleri ile çelişmediğini beyan eder ve Antlaşma ile çelişen uluslararası
sözleşmelere girmemeyi taahhüt eder.
MADDE 9
Taraflar, bu Antlaşma'nın uygulanması ile ilgili konuları ele almak
üzere hepsinin temsil edileceği bir Konsey oluştururlar. Konsey, herhangi bir
zamanda acil olarak toplanabilecek şekilde düzenlenecektir. Konsey, gerekli
gördüğü ikincil organları oluşturacaktır. Özellikle Madde 3 ve Madde 5'in
uygulanmasına ilişkin önlemleri önerecek bir savunma komitesi derhal
oluşturulacaktır.
MADDE 10
Taraflar, bu Antlaşma'nın ilkelerini geliştirebilecek ve Kuzey Atlantik
Bölgesinin güvenliğine katkı yapacak durumda olan herhangi bir Avrupa
devletini bu Antlaşma'ya katılmaya oy birliği ile davet edebilirler. Davet edilen
Devlet katılım belgesini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'ne vererek bu
Antlaşma'ya taraf olabilir. Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti aldığı her bir
katılma belgesinden tüm Tarafları haberdar edecektir.
143
MADDE 11
Bu
Antlaşma
Taraflarca
kendi
anayasal
süreçleri
uyarınca
onaylanacak ve hükümleri uygulanacaktır. Onay belgeleri en kısa zamanda
Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine teslim edilecek, bu Hükümet de aldığı
her belgeden tüm Tarafları haberdar edecektir. Antlaşma, Belçika, Kanada,
Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri
dahil olmak üzere imzacıların çoğunluğu tarafından onaylanır onaylanmaz,
onaylayan Devletler arasında yürürlüğe girecektir; diğer Devletler açısından
ise onaylarının verildiği tarihte yürürlüğe girecektir.
MADDE 12
Antlaşma 10 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra, ya da daha sonra
herhangi bir tarihte, Taraflar, içlerinden herhangi birinden talep geldiği
takdirde, Kuzey Atlantik Bölgesinde barış ve güvenliği etkileyen faktörleri ve
BM Yasası uyarınca uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla
yapılan evrensel ve bölgesel düzenlemeleri göz önüne alarak, Antlaşmanm
gözden geçirilmesi amacıyla görüşmelerde bulunacaklardır.
MADDE 13
Antlaşma 20 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra herhangi bir Taraf,
ayrılma bildirimini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'ne vermesinden bir yıl
sonra Taraf olmaktan çıkabilir. ABD Hükümeti aldığı her ayrılma bildiriminden
tüm Tarafları haberdar edecektir.
MADDE 14
İngilizce ve Fransızca metinleri aynı derecede otantik olan bu
Antlaşma, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'nin arşivlerinde saklanacaktır.
Onaylı kopyalar, bu hükümet tarafından imzacı diğer hükümetlere iletilecektir.
(Soysal İsmail, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları(1945-1990),
C.II,Ankara, TTK Yayınları,2000,s.409-413)
144
Ek -4
Büyük Millet Meclisinin 19 Aralık 1951 tarihindeki toplantısında Dışişleri
Bakanı Prof. Fuat Köprülü'nün beyanatı.
Ankara: 19 (A. A.)
Dışişleri Bakanı Prof. Fuat Köprülü, Büyük Millet Meclisinin bugünkü
toplantısında, dış siyaseti alâkadar eden mevzular hakkında aşağıdaki beyanatta bulunmuştur:
«Muhterem milletvekilleri,
Birleşmiş Milletler umumî heyetinin altıncı içtima devresi münasebetiyle
geçenlerde Paris'e yaptığım seyahate müteallik malûmatı vermek ve fırsat
düşmüşken belli başlı milletlerarası meseleler karşısında dış siyasetimizi izah
etmek istiyorum. Dış siyasetimize dair umumî malûmat arzederken. bunu, her
memleketi ayrı ayrı ele alarak değil, ancak bugünün ufak veya büyük
meselelerinin aydınlanmasının icabettirdiği nisbette isimler zikri suretyle
yapacağım. Paris'e, umumî heyet mesaisi bitinceye kadar kalmak üzere
gitmemiştim. Gündemi bermutad yüklü olan ve halen işini ancak yarılamış
bulunan umumî heyetin senelik alelade toplantıları, ekseriya en aşağı üç ay
kadar sürer. Maksadım, alelusul umumî mahiyette beyanata hasredilen
başlangıç celselerinden birinde, toplantılara iştirak eden diğer Dışişleri
Bakanları gibi, Hükümetimizin umumî siyaseti ve Birleşmiş Milletlerin ele
alacağı veya ele alması faydalı olabilecek meseleler hakkında bir prensip
beyanatı yapmak ve oradaki meslekdaşlarım ve diğer yabancı ricalle şahsen
temasta bulunmak idi.
Umumî heyette yaptığım beyanat matbuatta intişar ettiği cihetle, burada,,
sadece, Amerika, Fransa ve ingiltere'nin, sulhu korumak yolunda yeni bir
hamle yapmak ve bu suretle iyi niyet sahibi olanlarla iyi niyet sahibi olmayanları yekdiğerinden tefrik imkânını bir kere daha cihan efkârı umumiyesine temin edebilmek maksadiyle yaptıkları silâhların kontrolüne ve
tahdidine müteallik teklifi Hükümetimiz namına desteklediğimi ve Birleşmiş
Milletlere bağlılığımızı teyid eylediğimi hatırlatmakla iktifa edeceğim.
Birleşmiş Milletlerin, bu seferki umumî heyet toplantısı sonunda, dünya-
145
nın içerisinde bocaladığı müşkülleri halledebileceğini, ve beşeriyetin maruz
bulunduğu büyük tehlikeyi bertaraf etmek çaresini bulabileceğini ümid
eylemek biraz safdillik olur. Bununla beraber ümitsizliğe kapılmak ve
Birleşmiş Milletleri faydasız bir teşekkül telâkki etmek fikrine sapmak da
tamamen hatalı ve tehlikelidir. En müşkül meselelerin 60 milletin temsilcileri
tarafından münakaşa edilmesi suretiyle bir yandan cihan efkârı umumiyesinin
tenevvür etmesi için yegâne fırsat ve imkânı bahşeden, önüne çıkarılan
bütün manialara rağmen mütaarrıza karşı koymak hususunda «Kore» de bir
Birleşmiş
Milletler
cephesinin
kurulması
suretiyle
Birleşmiş
Milletler
zihniyetinin fiiliyat sahasına intikalini temin eden böyle bir teşekküle sadık
kalmak ve onun müessirliğinin artmasına çalışmak, her sulhsever devlet için
— hattâ her şeyden evvel kendi menfaati bakımından — bir vazifedir.
Bundan dolayıdır ki biz, Birleşmiş Milletler müessesesine sadık kalmakta,
onun kuvvetlenmesine tam îman ve samimiyetle, sabırla çalışmakta devam
ediyoruz ve edeceğiz.
Paris toplantısı vesilesiyle, orada kendileriyle görüşmek fırsatına nail olduğum, başta M. Schuman, Mister Acheson ve Mister Eden olmak üzere dost
veya müttefik devletler Dışişleri Bakanlarının veya diplomatlarının da ayni
düşüncede olduklarını gördüm.
Bilhassa Amerikan, İngiliz ve Fransız refiklerimle yaptığım temaslardan
bize karşı sağlam bir itimat beslendiği, bizim de onlara itimatta haklı olduğumuz ve kendi hükümetleriyle ileride yapacağımız temas ve müzakerelerin, teferruatı ne olursa olsun, bunların daimî sıkı işbirliği yapmak
gerektiği kanaatinin çerçevesi dahilinde cereyan edeceği intibaını sarahatle
aldım.
Atlantik Paktına iltihakımızla, bu işbirliği hem müşterek emniyetin, hem de
münferit cemiyetin kuvvetlenmesi uğruna ahdi bir şekilde tecelli edecektir.
Malûmunuz olduğu veçhile Atlantik Paktı Konseyinin geçen Ekimde vukubulan Ottawa toplantısında âza devletler temsilcileri müttefikan, bizim ve
Yunanistan'ın Pakta iltihaka davet edilmemiz hususunda karar aldılar.
Bunlardan birincisi Paktın 6'ncı maddesinin, bizim ve Yunanistan'ın
ülkelerimizin
tamamı
ile
Pakta
âza
olmamızı
derpiş
eder
şekilde,
146
değiştirilmesi idi ki, bu, evvelki ay, Londra'da bilcümle Pakt âzası devletler
temsilcileri tarafından imzalanan bir protokolün tanzimi suretiyle yapılmıştır,
ikinci' formalite de Pakt âzası devletlerin kendi Anayasa usullerine göre bu
protokolü kabul edip Pakta iltihaka davet olunmamızı tasvip eylemesi ve
tasvip keyfiyetini gereğine tevessül olunmak üzere, Amerika Hükümetine
resmen tebliğ eylemeleridir ki, Norveç ve Danimarka tasdik muamelelerini
ikmal etmişler, İngiltere ise ahiren hem tasdik ve hem de Amerika
Hükümetine tebliğ muamelesini rapmıştır.
Pakta iltihakımızı temin hususunda en şayanı şükran şekilde faaliyet sarfetmiş olan Birleşik Amerika'nın bu formaliteleri henüz yapmamış olması,
Anayasası gereğince karar almağa yetkili bulunan Teşriî Meclislerinin henüz
tatil devresinde bulunmasından ileri gelmektedir. Diğer âza devletlerin
gereken muameleyi ikmalde gecikmeyeceklerini kuvvetle tahmin edebilecek
durumdayım.
Pakta, diğer âza devletlere nisbetle eşit şartlar altında girmiyeceğimiz
yolunda bir aralık ortaya çıkan veya çıkarılan dedikodular veya endişeler,
vakaların vuzuhu karşısında çok şükür bertaraf olmuş bulunuyor. Şimdi
karşımızda, Pakta girdiğimiz zaman Türkiye'nin Pakt içindeki askerî tertibat
bakımından nasıl bir yer alacağı meselesi kalmıştır. Henüz muallâkta
bulunan bu mesele hakkında, müsaadenizle şimdilik yalnız şunu söylemekle
iktifa edeceğim: Her bakımdan millî menfaatlerimiz, Atlantik Paktı teşkilâtının
müşterek menfaatleri ve coğrafî ve askerî icabatiyle tamamen muvafık
bulunduğu cihetle, mantıkan memnuniyet verici bir neticeye varılması pek
tabiîdir. Hükümetimiz bu meseleyi her noktai nazardan esaslı bir tetkike tâbi
tutarak sarih ve katî neticelere varmış ve bunları alâkadar devletlere
zamanında bildirmiştir. Henüz Pakt âzası olmadığımız için Yunanistan'la
birlikte sırf müşahitle (ki bu vazifeyi Roma Büyükelçimiz ifa eylemiştir) umumî
celselerine katıldığımız Atlantik Paktı Roma toplantısında, bu hususta hiçbir
karar alınmamıştır. Geçen Ekimde General Bradley, Feldmareşal Slim ve
General Leheres'in iştirakiyle Ankara'da yapılan ihzarı fikir müdaveleleri
sırasında kararlaştırıldığı veçhile Vaşington'daki Atlantik Paktı Askerî Komitesiyle, daha şimdiden hazırlık temasları yapmak üzere ahiren Genelkurmay
147
Başkanlığı haber alma Başkanı Amiral Aziz Ulusan bir yardımcı ile-birlikte
Vaşington'a gönderilmiştir. Bu temaslar kâfi derecede süratle inkişaf eder ve
kuvvetle tahmin ettiğimiz gibi, Atlantik Paktına iltihakımız hakkındaki hukukî
formaliteler de o zamana kadar tamamlanırsa, önümüzdeki Şubat ayında
bizim de iştirakimizle Lizbon'da vukubulacak olan Atlantik Paktı Konseyi
toplantısında bu mesele de ele alınabilecektir. Her halli kârda bizim
muvafakatimiz lahik olmadan bize dair herhangi bir karar ittihazı bahis
mevzuu olamayacağını bir defa daha tekrara lüzum yoktur sanırım.
Müşterek
emniyet
mevzuunu
terketmezden
evvel,
müsaade
buyurursanız; ortadoğu komutanlığı meselesi hakkında da izahat arzedeyim:
Bu mesele, tabir caizse, iki fasileye ayrılabilecek bir takım tefsirlere meydan
vermiştir. Birinci fasileyi Moskova Hükümetinin ortaya atmak istediği
dedikodular teşkil eylemektedir: Malûmunuz bulunduğu veçhile Sovyet Rusya
hariciyesi bizim Moskova Büyükelçimize olduğu gibi Amerika, İngiltere ve
Fransa'nın — yani Orta-Doğu Komutanlığı fikrini ortaya atan dört devletin
sefirlerine — geçenlerde birer nota tevdi ederek Orta-Doğu Komutanlığı
kurulması fikrinin — tıpkı Atlantik Paktı gibi — Rusya'ya karşı tecavüzî
maksatlar istihdaf ettiğini, aynı zamanda böyle bir Komutanlığı kurmak
isteyenlerin Orta-Doğu memleketlerinin istiklâlini ellerinden almak, ve onları
zorla Rusya'ya karşı birer tecavüz üssü haline getirmek emelini güttüklerini
iddia etti. (Bu notaların tevdiinden az evvel, Moskova'nın Orta-Doğu
devletlerine de birer nota tevdi ederek bu Komutanlığa katılmamaları
lüzumunu âdeta onlara ihtar eylediği de hatırlardadır.) Bize tevdi edilen
notanın cevabı Sovyet Rusya hariciyesine verilmek üzeredir. Cevabımızın
metni tevdii müteakip neşrolunacaktır. Çünkü bizim kimseye karşı tecavüzî
emeller beslemediğimizi, kimsenin istiklâline halel getirmek arzusunda
olmadığımızı izaha kalkışmak, bedahetlerle kıymetli vaktinizi kaybettirmekten
başka bir şey olmaz.
İkinci nevi tefsirler fasilesi üzerinde biraz durmak istiyorum:
Sırf tedafüi maksatlara matuf bulunduğu bedihi bulunan bu Orta-Doğu
Komutanlığının mahiyeti ne olacaktır? Hangi devletleri ihtiva edecektir? Buna
katılacak devletler için ne gibi vecibeleri tazammun edecektir? Atlantik Paktı
148
ile ilgisi var mıdır? Yalnız memleketimizde değil, milletlerarası matbuatta da
yer aldığı görülen bu suallere huzurunuzda cevap vermenin faydadan hâli
olmıyacağını sanıyorum.
Maksat, maddî ve manevî ehemmiyetine rağmen dışarıdan gelecek bir
taarruza karşı maalesef açık bulunan Orta-Doğu'nun, böyle bir tecavüze
karşı müdafaası için plânlar yapılması, Orta-Doğu devletlerinin böyle bir
müdafaa için askerî bakımdan ihtiyaçlarını tesbit ve imkân nisbetinde temin
olunm asıdır.
Komutanlığa iştiraki arzu edilen devletler, bittabi, bütün Orta-Doğu
devletleri ve bu bölgenin müdafaası ile ilgili diğer devletlerdir. Bunlar, arzu
ettikleri takdirde ve gayet tabiî olarak, icabında teferruatını taraflarla
müzakere ve münakaşa ettikten sonra, eşit durumda olarak Komutanlığa
gireceklerdir.
Gerek askerî tertibat, gerek Komutanlık emrine verilecek kuvvetler hususunda, kendilerine taallûk edecek bakımlardan, arzu ve muvafakatleri lahik
olmadan ne taahhütler, ne de tatbikat sahasında herhangi bir şey yapılması
bahis mevzuu değildir.
Orta-Doğu Komutanlığı hükmünü ortaya atan dört devlet arasında da henüz herhangi bir taahhüt alınmış, herhangi bir plân tesbit edilmiş değildir.
Bunlar zamanla ve hâdiselerin inkişafına göre inceden inceye düşünülerek
yapılacak, hukukî ve siyasî temellere istinat ettirilecek şeylerdir.
Şimdiye kadar tesbit edilen noktalar, o da icabında, iştirake karar vereceklerle müzakere edilmek üzere, evvelâ Mısır'a tevdi edilen muhtıra ile
bilâhare 10 Kasım 1951 de, diğer Arap devletleriyle İsrail'e verilen muhtıralardaki geniş çerçevelerden ibarettir. Bu metinler neşredildiği cihetle
muhtevalarını burada tekrarlamıyacağım. Yalnız şu ciheti tebarüz ettirmek
isterim ki, mezkûr metinlerden anlaşılacağı gibi ortada kimseye (empoze)
edilmek istenen, şartları lâyetegayyer bir şey yoktur. Maksat, her üyenin hem
kendi menfaatleri, hem de Orta-Doğu'nun menfaati için katılmasına hâdisatm
lüzum gösterdiği bir tedafüi işbirliği tertibini, her üyenin hükümranlığını, toprak
bütünlüğünü ve istiklâlini asla haleldar etmiyen bir şekilde korumaktır.
Bu mesele hakkında evvelâ Mısır Hükümetine tevdi edilen taslak bazı te-
149
ferruatı ihtiva ediyordu. Çünkü bu taslağın muayyen bir siyasî durumu da
yoluna sokacağı ümid ediliyordu: Filhakika, o zaman İngiltere ile Mısır
arasındaki 1936 Muahedenamesini feshe hazırlandığını ilân eden Mısır'a,
İngiltere ile olan ve iki taraflı olarak bir türlü halledilemiyen ihtilâfını çok taraflı
bir anlaşma çerçevesi içinde halledebilmesi imkânını bu Orta-Doğu
Komutanlığı projesi verecekti. Mısır'la İngiltere'nin arasında mevcut olup
ancak 1956'da müddeti bitecek mezkûr muahedename mucibince Süveyş
Kanalında bulunan İngiliz askerî tesisat ve kuvvetlerinin yerine Orta-Doğu
Komutanlığı projesinde olduğu şekilde — Mısır'ın askerî potansiyeli
kuvvetlendikçe
miktarının
azalması
mukarrer
—
bir
Orta-Doğu
Komutanlığının ikamesi ve bu Komutanlığa Mısır'ın da kurucu âza olarak
tamamen eşit haklar ve vecibelerle iştirak eylemesi, başta Mısır'ın kendisi
olmak üzere bütün Orta-Doğu devletlerinin hayatî menfaatlerine ve dolayısiyle cihan sulh ve emniyetnin vikayesi gayesine tamamen uygun olarak
İngiltere - Mısır ihtilâfının halline sağlam bir yol açabilecektir.
Maalesef,
malûmunuz
olan
şekilde
Mısır
Hükümeti
müzakereye
yanaşmak şöyle dursun, herhangi bir mütemmim izahat istemeğe bile lüzum
görmeden derhal red cevabı verdi.
Mısır'ın bu fevrî hareketi yaparken, çok dostane ve samimî bir mahiyette
olan hattı hareketimizi de yanlış tefsir ettiğini teessüfle kaydetmek isterim.Son zamanlarda bu memlekette gayri mesul bazı unsurların bize karşı
gösterdikleri çirkin taşkınlıklar memleketimizde haklı bir teessür ve infial
uyandırdı. Bu taşkınlıklara karşı Mısır Hükümetinin hassasiyet göstermiş
olmasını beklerdik.
Bu nahoş vaziyetin biran evvel nihayet bulması ümidini izhar ettikten sonra Orta-Doğu Komutanlığı mevzuuna avdet edeyim:
Mısır'dan sonra diğer Arap devletleri ve İsrail nezdinde, yine dört devlet
tarafından yapıldığını biraz evvel arzettiğim teşebbüs, Orta-Doğu Komutanlığının mahyeti hakkında kendilerine resmen malûmat verip düşüncelerini
öğrenmek, her devletin kendi menfaati ve Orta-Doğu'nun selâmeti için
düşünülen ve hâdisatın düşünülmesini zarurî kıldığı bu tertibin — yukarıda da
tekrarladığım gibi — serbestçe müzakere ve münakaşa yolu ile kabul
150
edilecek ve alâkadarların hükümranlıklarına ve istiklâllerine halel getirmek
değil, bilâkis bunu korumak gayesine matuf bulunduğunu resmen tebarüz
ettirmek maksadına matuftu.
Orta-Doğu'nun emniyeti, bizim cenup cenahımızın emniyeti demektir.
Bilmukabele bizim emniyetimiz, Orta-Doğu'nun emniyetini çok büyük nisbette
sağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, menfaatlerimiz müşterek bulunan OrtaDoğu
devletleriyle
günün
birinde
Orta-Doğu
Komutanlığı
meselesini
görüşebilecek durumlar hasıl olmasını umumî menfaatler bakımından da
temenni eyleriz.
Atlantik Paktına girmek üzere bulunduğumuz şu sıralarda, bizim, coğrafî
durumumuz itibariyle, Orta-Doğu Komutanlığı meselesi ile Atlantik Paktına
girmemiz ve tedafüi teşkilâtta alacağımız mevki meselesi arasında herhangi
bir rabıta mevcut bulunduğunu düşünenler oldu. Halbuki bu iki .mesele,
yekdiğerinden tamamen ayrıdır. Bir tarafta ahdî esaslara istinaden teşekkül
etmiş bir tedafüi tertip vardır: Atlantik Paktı. Diğer tarafta ise, sadece
üzerinde işlenilecek henüz ahdî temelleri kurulmamış bir fikir, bir tasavvur
vardır: Orta-Doğu Komutanlığı. Bunların yekdiğeriyle irtibatlandırılması bittabi
her şeyden evvel mantıken mümkün değildir. Atlantik Paktına girmemizin
Orta-Doğu Komutanlığının tahakkuk etmesiyle hiçbir alâkası yoktur. Bizim
için evvelâ, Atlantik Paktına girerek onun çerçevesi içinde diğer aza devletler
gibi, aynı hak ve vecibelerle yer alacağız, ondan sonra da, aynı Pakt üyesi
olup da Orta-Doğu Komutanlığının kurulması lüzumunda mutabık bulunan
Birleşik Amerika, İngiltere ve Fransa ile birlikte, bu komutanlık işi ile ayrıca
meşgul olacağız.
Sayın arkadaşlar
Müsaade buyurursanız şimdi dış siyasetimizin iki taraflı münasebetlere
müteallik kısmına geçeyim. Orta-Doğu'dan bahis açmış iken evvelâ oraya
müteallik bazı malûmat arz edeyim. Biliyorsunuz, Suriye'de hükümet
değişikliği oldu, Devlet Reisi çekildi. Biz bunu dahilî bir mesele telâkki ederek
yeni
iktidarla
normal
münasebat
kurmakta
gecikmedik.
Geçenlerde
Ankara'daki Maslahatgüzarlariyle siyasetlerinde hiç değişiklik olmayacağı
teminatını bize gönderen yeni iktidarla dostane münasebetler kurmağı sa-
151
mimiyetle arzu etmekteyiz. Kendisine karşı en iyi hisler beslediğimiz ve
istikrar içinde mesut ve müreffeh olmasını candan temenni eylediğimiz bu
komşumuzla, her zaman söylediğim gibi, menfaat birliği ve birçok manevî
bağlarla bağlı bulunduğumuz uzak, yakın diğer bütün Arap devletleriyle
olduğu gibi, sıkı dostane münasebetler idamesine daima çalışacağız.
Kendisine karşı çok halisane ve dostane hisler beslediğimiz komşumuz
İran’ın İngiltere ile olan ihtilâfının hâlen halledilmemiş olmasını büyük üzüntü
ile müşahede ediyoruz. Bu ihtilâf ortaya çıktığı zaman, meselede tarafsız
kalarak her iki tarafa da dostane tavsiyelerde bulunduk. Mesele İngiliz petrol
müstahdeminin
İran'dan
çıkarılması
kararının
ittihazı'
münasebetiyle,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine gelince ileride uzlaşma temaslarını
imkânsız hale sokabilecek bir durum hâsıl olmaması için, karar ittihazında
acele edilmemesini temin zımnında uğraştık. Bu gayretlerimiz büsbütün
semeresiz kalmamakla beraber, maalesef taraflar arasında bir anlaşmaya
henüz varılamamıştır. Bu ihtilâfın yakın zamanda hallini bütün kalbimizle
temenni ediyoruz.
Komşularımızla münasebetlerimizi gözden geçirirken Sovyet Rusya ile
münasebetimiz üzerinde fazla durmayacağım. Zira geçen gün yine bu kürsüden sizlere (30 Kasım) da Sovyet hariciyesinin, Atlantik Misakma girmek
üzere bulunmamız münasebetiyle evvelce tevdi ettiğimiz cevabî notaya
mukabelesine dair yaptığım tahlilden bu komşumuzun şu sıralarda bize karşı
sinir harbine kuvvet verdiğini müşahede buyurmuşsunuzdur. Geçenlerde bir
Amerikan dergisinde bize dair çıkan bir makalede «Türkiye asırlardan beri
sinir harbine maruzdur» deniyordu. Hakikaten, millet olarak, sinirlerimizin çok
kuvvetli olduğunu belirten bu "müşahede çok doğrudur. Geçen gün de arz
ettiğim gibi, her türlü kötü niyetten âri, fakat kararlı ve dürüst siyasetimizin
verdiği vicdan rahatlığı, ananevi sinir kuvvetimizi bir kat daha arttırmaktadır.
Bize karşı yine aynı siyaseti gütmek isteyen komşumuz Bulgaristan'a gelince, bu Hükümet bize karşı kötü niyetlerinin son günlerde yeni bir numunesini vermiştir. Bulgaristan'dan tehcir edilen soydaşlarımız arasına sahte
vizelerle karışan çingenelerin gelmelerine mâni olmaması ve tamamen
yolsuz ve usulsüz olarak memleketimize gelen bu kimselerin geri alınmasına
152
rıza göstermemesi yüzünden, uzun müddet tahammül gösterdikten ve
teşebbüslerde
bulunduktan
sonra,
bu
gayretlerimizin
ve
sabrımızın
semeresiz kaldığını görünce, bu yolsuz gelişlerin arkasını almak ve gelenlerin
iadesini temin etmek için Bulgaristan'la olan hududumuzu kapatmak
mecburiyetinde kalmıştık. Bulgar Hükümeti bunu bittabi tarafımızdan suiniyet
gösterilmesi ve anlaşmalara riayet edilmemesi gibi vahi sebeplerle tefsire
çalışmış, bizi keyfî olarak artık göçmen kabul etmemekle itham ederek bu
şartlar dairesinde göçü tamamen durdurmağa karar verdiğini bir tebliğ neşri
suretiyle ilân etmişti. Hatırlarda olduğu gibi geçenlerde neşrettiğimiz karşılık
tebliğde Bulgar isnadlarını birer birer ve çok kolaylıkla cerh ederken, Bulgar
Hükümetinin zaten bir zamandan beri göçü durdurmak için tedbir almağa
başladığını bildiğimizi açıklamış ve bir zamandan beri durdurmak istediği
göçü katı bir kararla durdurmak için, hududu kapatışımızı fırsat bildiğini
tebarüz ettirmiştik.
Malûmunuz olduğu veçhile diğer bazı devletlerle birlikte İtalya'nın da
Birleşmiş Milletler Teşkilâtına âza olması meselesini Güvenlik Konseyi tekrar
ele alıyor. Bu mühim ve sulhsever devletin bu teşkilât dışında daha fazla
durmaması lehinde reyimizi tehalükle kullandığımızı arza bilmem hacet var
mıdır?
Kendisiyle beraber Atlantik Paktına girmek üzere bulunduğumuz yakın
dostumuz Yunanistan'la aramızdaki iş ve kader birliği bu Pakt içinde daha da
müşahhas ve faal bir durum kesbedecektir.
Yugoslavya ile münasebetlerimiz inkişafa çok müsait bir hava içinde bulunmaktadır.
Kadim dostumuz ve her bakımdan yalnız Akdeniz'de değil, cihan siyasetinde mevkii çok mühim olan İspanya ile münasebetimiz mesud bir inkişaf
halindedir.
Münasebetlerimiz aramızdaki ananevî sevgiye lâyık bir şekilde inkişaf
eden Pakistan ve Hindistan'la akdettiğimiz birer Dostluk Muahedenamesi
ayrıca Hindistan'la imzaladığımız Kültür Anlaşmasıyla birlikte yüksek
tasdikinize arz olunacaktır.
Cihan sulhunun korunması için olduğu kadar, kendi menfaatleri ve teali-
153
leri bakımından da mühim bir potentiel ziyamı intaç eden Hindistan ve
Pakistan arasındaki anlaşmazlığı üzüntü ile takip ediyoruz. Her iki tarafa da
sırf dostane bir temenni mahiyetinde olmak üzere daima itidal ve mütekabil
anlayış tavsiyelerinde bulunagelmekteyiz. Keşmir meselesi ile, Güvenlik
Konseyi âzası bulunmamız hasebiyle, tâbir caizse vazifeten de alâkalı
bulunmaktayız. Mesele henüz maalesef hallounmamıştır. Biz bu nevi nazik
meselelerde taraflara, her şeyden evvel mânâsız prestij kaygu-larmdan
tecerrüt etmelerini ve bilhassa tamiri kabil olmayacak fevrî hareketlerden
efkârı
umumiyelerini
alıkoymağa
çalışmalarını
rica
ediyoruz.
Son
zamanlarda, bazı memleketlerde müâşahede ettiğimiz bir takım vakıalar,
tehyiç edilen efkârı umumiyenin, zamanla nasıl önüne geçilmesi çok müşkül
bir sel haline geldiğini isbat eylemektedir.
Her ikisi de çok yakın dostumuz bulunan Efganistan'la Pakistan arasındaki ihtilaflı durum hakkında da aynı üzüntüyü duymakta ve aynı dostane
yatıştırıcı faaliyete samimiyetle devamdan fariğ olmamaktayız.
Kendisine
karşı
en
dostane
hislerle
mütehalli
bulunduğumuz
Endonezya'ya sırf teknik sebeplerden dolayı geciken Sefir gÖndermekliğimiz
meselesini müsbet şekilde ve daha fazla gecikmeden halledeceğiz.
Önümüzdeki sene, Birleşmiş Milletlerin, nev'inin güzel bir numunesi olarak zikredebileceğim verimli mesaisi neticesi olarak müstakil bir devlet haline
gelecek olan Libya'yı hür devletler camiasının yeni bir kıymetli unsuru olarak
selâmlayacağız, ve kendisiyle münasebata girişeceklerin başında olacağız.
Uzak-Doğu'da ve cihan siyasetinde, Japonya'nın, lâyık olduğu mühim
mevki ile mütenasip faal rolü oynamasına imkân verecek olan ve büyük
memnuniyetle imzaladığımız Japon Sulh Muahedenamesi yakında yüksek
Meclisinizin tasvibine arzolunacaktır.
Müsaade buyurursanız, söz Uzak-Şark'a intikal etmişken, biraz da Kore
durumundan bahsedeyim. Orada cerayan eden mütareke müzakerelerinin
neticeleri hususunda fazla ümitlere kapılmamak gerektiği zannmdayım.
Mütarekenin akdine kati surette imkân yoktur demek istemiyorum. Eğer
Birleşmiş Milletler cephesi, harbe devamın kendileri için gittikçe daha zararlı
olacağını komünistlere isbat edebilecek şekilde savaşa devam ederse,
154
mütarekenin akdine imkân hâsıl olabilir.
Sovyet notasına cevabımız :
«Cumhuriyet Hükümeti, Orta-Doğu Komutanlığının ihdası hakkında Sovyetler Birliği Hükümetinin 24 Kasım 1951 tarihinde Moskova'daki Türkiye
Büyükelçiliğine tevdi ettiği notayı dikkatle incelemiştir.
Mezkûr notada Sovyet Hükümeti, Orta-Doğu Komutanlığı fikrini ortaya
atan devltlerin tecavüzî maksatlar beslediklerini, Orta-Doğu'yu bir askerî üs
haline getirmeyi derpiş ettiklerini, bu memleketlerin iç işlerine müdahale
etmek niyetinde olduklarını ve bu suretle millî hükümranlıklarını haleldar
eyleyeceklerini iddia etmektedir.
Sovyet Hükümeti Orta-Doğu Komutanlığına haksız yere tecavüzî bir mahiyet atfetmekle, mutasavver teşkilâtın prensip ve gayelerini hususî maksatlara delâlet eden bir şekilde tahrif etmekten başka bir şey yapmamaktadır.
Filhakika, Komutanlığın hedefi, Orta-Doğu'da, ilgili devletlerin. Birleşmiş
Milletler Anayasasına uygun olarak, müşterek meşru müdafaa tedbirleri
almalarını mümkün kılacak bir teşkilât kurmaktır.
Esasen, bu Komutanlığın gayeleri, bilhassa aşağıdaki hususları açıklayan
10 Kasım 1951 tarihli dörtlü beyannamede sarahatle izah edilmiş bulunmaktadır:
Orta-Doğu Komutanlığı, içtimaî ve iktisadî terakkiyatm .inkişafı için
lüzumlu olan barışı sağlamak üzere bölgenin heyeti umumiyesini savun
mak maksadiyle sarfedilecek müşterek gayretlerin merkezi olacaktır.
Bu bölgeye dahil devletler bu Komutanlığa müsavat dairesinde ve kar
şılıklı rıza yoluyla iştirak edeceklerdir.
Bu bölgenin savunmasına iştirak edecek olan memleketlerde kıtaat
harekâtı, ancak ilgili devletlerin rızaları ile ve istiklâllerine sıkı surette
riayet edilerek vuku bulacaktır.
İlgili devletler tarafından Komutanlığa bahşedilecek askerî kolaylıklar
hususî anlaşmalara mevzu teşkil edecektir.
Komutanlık, bu bölge dahilinde ortaya çıkabilecek meselelere ve ih
tilâflara asla müdahale etmiyecektir.
Yukarıda beyan olunan prensiplerden, ilgili devletlerin bu teşkilâta iştirak,
155
edip etmemek hususunda tamamen serbest bulundukları açıkça anlaşılmaktadır. Binaenaleyh, Sovyet Hükümetinin, bu teşkilâtın mezkûr memleketlerin hükümranlıklarını ihlâl edeceği hakkındaki iddiaları hiçbir esasa
istinat etmemektedir.
Dört devlet, bu devletleri, kendilerine yapılmış olan teklifleri, millî menfaatlerinin ışığı altında, tetkike davet etmişlerdir. Bu itibarla, bunlar üzerinde
herhangi bir tazyik yapılmış bulunması bahis mevzuu olamaz ve dahilî ve
haricî işlerinin idaresi hususundaki tam hareket serbestlikleri böylece
tamamen korunmuş bulunmaktadır. Esasen, bahse konu Komutanlığa iltihak
etmekte menfaatleri olup olmadığına tam bir serbestlik içinde karar vermenin
ancak bu devletlere ait olduğunu ilâveye lüzum yoktur. Binaenaleyh,
Komutanlığa iştirak etmemeleri lüzumunu ihtar maksadiyle Sovyetler Birliği
tarafından bu devletlere verilen notalar, bu bölge memleketlerinin dahilî
işlerine müdahalenin elle tutulur bir delilini teşkil etmektedir.
Sovyet Hükümetinin, Orta-Doğu Komutanlığının kurulmasını haklı gösteren hiçbir tehlikenin mevcut olmadığı hakkındaki iddiasına gelince,
Cumhuriyet Hükümeti, bilâkis, böyle bir tehdidin yalnız hassaten bu bölge için
değil, fakat umumiyetle bütün hür dünyanın emniyeti için mevcut olduğu
fikrindedir.
Bu suretle gerek halk arasında, gerek memurlarımızın vicdanında yanlış
bir zehap husulüne yol açmanın mahzurları üzerinde durmayacağım. Ancak
hak ve salâhiyetlerini millî iradeden alan, bütün hareketleri yine millî iradenin
ifadesini teşkil eden kanunlara göre ayarlanmış, icraatı her an milletin yegâne
ve hakikî mümessili Büyük Meclisin murakabesi altında bulunan Hükümet ve
idareye karşı esaslı bir tetkike girişilmeden bir devlet ve memur meselesi
ihdas etmek doğru olmaz, sanırım.
Hukuk ve kanun muvacehesinde vaziyet bu olduğuna göre geriye bir mesele kalır: Acaba Hükümet, memur mavzuunda, kanunların kendisine verdiği
salâhiyeti kötüye mi kulanmaktadır? Ortaya atılan iddialardan çıkan mâna
devlet hayatında yapılan bütün memur tâyin ve nakillerinin kanunî
salâhiyetlerin kötüye kullanılması şeklinde vukua geldiği kanaatini telkin
edecek mahiyettedir. Bu derece iddialı olarak ortaya çıkabilmek için hiç
156
olmazsa misaller göstermek, malûmat vermek ve esaslı delillere dayanmak
icabeder. Meselâ yeni iktidar zamanında memur kadrosundaki hareketler
eski yıllara nazaran artmış mıdır? Artmış ise bunun sebepleri nelerdir? Başka
memleketlere nazaran memur kadrosundaki hareketler bizde dikkati çekecek
bir aykırılık arzeder mi? Böyle bir hal varsa içinde bulunduğumuz şartların
doğurduğu
ihtiyaç
ve
zaruretlerin
ne
dereceye
kadar
ifadesidir?
Zannediyorum ki bu hususlar tetkike tâbi tutulmadan böyle mühim bir
meselenin bu derece cüretle ortaya atılmaması icabederdi.
Ancak hulûskârlık yapan, emrin ve idarenin keyf ve hevesine göre hareket eden memurların bulundukları yerlerde kalabildikleri, fakat dürüst ve
haysiyetli memurların bir yerden öte yere oynatıldıkları iddiası umumî efkârca
ve bilhassa,memurlarımız tarafından hakikat zanniyle kabul edildiğini bir an
için farzedelim. İdare cihazının hali ne olur? Arzu etmedikleri yerlere
gönderilen yani değiştirilmekten şikâyetçi olan memur sayısı ile yerlerinin
değişmesinden şikâyetçi olmayan, yahut yerlerini muhafaza eden memur
sayısı arasındaki nisbet muazzamdır. Vaziyet böyle olunca yerlerini
muhafaza eden veya bu hususta hiçbir şikâyeti olmayan ve memur mevcudu
içindeki nisbeti belki de yüzde doksan dokuzu bulan büyük kütleyi âmme
efkârı önünde hulûskârlık ve âmirleri keyfine göre hareket gibi ağır şaibe ve
ithamlar altında bulundurmağa asla hakkımız yoktur. İşte şu birkaç günden
beri politika borsasını meşgul eden memur meselesinin mahiyeti budur.
Bilgiye, tetkike, emek sarfına bağlı bulunan birçok memleket meseleleri
mevcuttur. Fakta ucuz ve kolayı arandığı, hele iktidarı kötülemek maksadı
güdüldüğü takdirde en elverişlisi bu beyanatıma mevzu teşkil eden neviden
olanlardır.
Biz bunları bir intikal devrinin gayritabiîlikleri olarak müşahede etmekteyiz. Ancak bu halin devamında faide mülâhaza edilemez. Aksine, verine siz
çekişmeler, karşılıklı prensip ve program münakaşalarına başlamamızı.,
yapıcı mücadele devrine girmemizi geciktirebilir.
Sual 2 — İç ve dış emniyet durumumuz hakkında malûmat rica edebilir
miyim?
Cevap 2 — İç ve dış politika vaziyetimizi en kısa olarak şöyle ifade ede-
157
yim:
İç politikada rejim münakaşalarını artık geride bırakmış olduğumuzu kabul
etmek
bir
zarurettir.
Vatandaş
hak
ve
hürriyetlerinden
emindir
ve
masuniyetlerimizin teminat altında bulunduğunda kimsenin tereddüdü
olamaz.
Bu bölgedeki bazı devletler, böyle bir tercihte bulunmak hususunda tereddüt etmektedirler. Bu tereddüdün sebepleri vardır: Bazıları bitaraf kalmanın
mümkün
olacağına
inanmaktadırlar.
Diğerleri,
bazı
demokratik
Batı
devletlerinin emperyalistik gayeler güttüğünü zannetmekte ve binaenaleyh
onlara karşı cephe almayı düşünmektedirler. Ben eminim ki bu memleketlere
karşı metin, lâkin anlayışlı ve sabırlı bir siyaset, takip etmekle onları doğru
yola sevketmek hâlâ mümkündür. Bu kolay bir iş değildir. Zira hem kökleri
derinlere giden anlaşmazlıklar mevcuttur, hem de Orta-Şark'ta şayanı esef
bir karışıklık ve heyecanlı bir hava hâlâ devam etmektedir. Mamafih, dediğim
gibi sabır ve metanet sayesinde büyük neticeler elde edilebilir.
Sual: 4.— Türkiye bir müddetten beri, bilhassa Birleşik Amerika'dan yardım görmektedir. Bu yardımın mahiyet ve miktarı hakkındaki fikriniz nedir?
Bunun arttırılması lüzumuna inanıyor musunuz ve böyle bir artışın askerî ve
milletlerarası durum üzerinde ne gibi bir tesiri olabilir?
Cevap: Bildiğiniz gibi, Türkye'ye yapılan Amerikan yardımı hem askerî,
hem iktisadîdir. Türkiye, bir taraftan lâyıkiyle gelişmemiş bir memlekettir ve
diğer taraftan da, senelerden beri kendi istiklâl ve toprak bütünlüğünü tehdit
eden büyük tehlikeye karşı koymak için askerî sahalarda tamamen hazırlıklı
ve pek kuvvetli bulunmak zorundadır. Türkiye'nin senelerden beri seferberlik
halinde bulunduğunu söylersem, mübalâğa etmiş olmam. Zira Türkiye, şartlar
ne olursa olsun ve kendisine neye mal olursa olsun, kendisini son ferde
kadar müdafaa etmek azmindedir. Biz, bütçemizin yüzde ellisinden fazlasını
askerî masraflara tahsis etmekteyiz. Hâlâ lâyıkiyle gelişmemiş olmamızın
başlıca sebeplerinden biri budur. Karşılaştığımız zorlukların tahfifi için yaptığı
yardım dolayısiyle büyük dostumuz Amerika'ya pek minnettarız. Bunu her
vesile ile tekrar etmeyi zevkli bir vazife addederim. Lâkin maalesef her vesile
ile de tekrar ettiğim gibi, biz bu yardımın arttırılmasının zarurî olduğuna
158
kaniiz. «Maalesef» diyorum, zira mütemadiyen bir şey istemek hoş değildir.
Bununla beraber şunu unutmamalıyız ki biz bir artış istediğimiz vakit sadece
kendimizi değil, lâkin hiç olmazsa aynı Ölçüde demokratik cephenin
emniyetini de düşünmekteyiz. Zira Batı demokrasiler cephesinin kendi
kendini müdafaa edebilmesi için Türkiye'nin tecavüze karşı fethedilmez bir
kale haline gelmesi elzemdir.
Diğer taraftan, Orta-Şarkın emniyeti, Türkiye'nin kendi topraklarına
yapılacak bir taarruza kuvvetle mukavemet etmek kabiliyetine bağlıdır.
Türkiye'nin kendine düşen milletlerarası rolü oynamakta göstereceği
başarının derecesi, birinci sınıf askerî birliklerini lâyıkıyla cihazlandırıp talim
ve terbiye etmesine ve modern bir harbe girişebilmesi için gerekli levazım ve
hazırlıklara malik bulunmasına bağlıdır. Kuvvetli bir ordu ancak kuvvetli bir
ekonomiye dayandığı nispet ve ölçüde idame ettirilebilir.
Demokratik dünyanın emniyeti bakımından, biz Türkiye'ye yapılan
yardımın arttırılması hususunun pek makul bir envestisman telâkki edilmesi
gerektiğine inanmaktayız. Zaten böyle bir artış Türkiye'yi büyük bir ölçüde
Amerikan yardımından faydalanan diğer memleketlere nazaran imtiyazlı bir
mevkie sokmaz, zira hâlen verilmekte olan mecmu Amerikan ekonomik
yardımından Türkiye'ye doğrudan doğruya veya dolayısiyle düşen hisse
ancak yüzde 2.2'dir.
Soru sahibi de, İstanbul ve Tekirdağ ormanlık bölgelerinde, bazı
kanunsuz hareketlerin yapıldığını iddia etmiş ve hazırlanmakta olan Orman
Kanunu tasarısı hakkında Grupta konuşacağını söyleyerek kürsüden inmiştir.
Ayın Tarihi 19 Aralık 1951
159
ÖZET
(ÖZDEMİR, Seçil).(Demokrat Parti Dönemi Türk-Amerikan İlişkilerinin
Türkiye’nin Orta Doğu Politikalarına Yansıması),(Yüksek Lisans Tezi),
Ankara,(2008)
İkinci dünya Savaşı ardında adeta dumanı tüten bir savaş alanı
bırakmış, dünya savaşın yıkıntılarından nefes nefese çıkmıştı. Bu ortamda
Faşist imparatorluklar çökerken dünyada demokrasi rüzgârları esmeye
başlamış, bu demokrasi ortamına Türkiye de kendisini Batı’ya daha yakın
gösterebilmek için bu düzene uyum sağlama yolunu seçmişti.
14 Mayıs 1950’de Türkiye’de 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı
serbest seçimle el değiştirmiş ve Demokrat Parti iktidara gelmişti. Demokrat
Parti İktidara geldiği dönemde ikiye bölünmüş dünyada Komünizmin
tehditlerinden korunmak için Batı ile iş birliğine yönelmiş, ancak bu iş birliği
her noktaya yayılmıştır. Özellikle ekonomik anlamda alınan yardımlar ve
destekler bir süre sonra Türkiye’nin ekonomisini Batı’ya bağımlı hale
getirmiştir. Bu durum özellikle Dış Politika konusunda alınan kararlar ve
izlenen siyasette kendisini hissettirmiş, bu dönemde Türkiye özellikle Orta
Doğu politikalarında Amerika’nın sözcüsü durumuna gelmiştir.
II. Dünya savaşından sonra Orta Doğu’da etkin olmak isteyen
Amerika, Orta Doğu’da atacağı her adım için Türkiye’yi adeta bastonu gibi
görmüş, Demokrat Parti iktidarı da ne pahasına olursa olsun Amerika’nın
Orta Doğu’da yürüttüğü her türlü politikada yer almıştır.
ANAHTAR KELİMELER:
1.Orta Doğu
2.Demokrat Parti
3.Amerika
4.NATO
5.Bağdat Paktı
160
ABSTRACT
(ÖZDEMİR, Seçil). (The Effect of Turkish-Amercan Relations on
Middle East Policy -in the period of Democrat Party)
The World War II left a big fire after it self. The world was very tired
of the damages of the war. İn this time while the fascist empires was
collapsing, democracy winds started to blow in the world. In this
democracy atmosphere Turkey adabted to this situation in order to seem
closed to the west.
Cumhuriyet Halk Partisi (Rhe Party Republic Nation) was in the
power for 27 years. And it changed hand Demokrat Party come to the
power after the free elections in 14 May 1950
Demokrat party cooperated with the West in order to protect itself
from the menace of comunism in the world whiches devided in to two part
and this cooperaiton was spread to each and every points Especially The
suuports and economic helps make Turkey dependent to the west This
case effect Turkey’s decissions on foreign policy . so Turkey becomes a
sort of spokesman of America’s policies on Middle East
Arter World War II America wanted to be effective on Middle East
because of that reason America think of Turkey as it’s walking stick.so
Demokrat party took part in all kind of policies that Amerika made in
Middle East .
KEY WORDS:
1.Middle East
2.Demokrat Party
3.America
4.NATO
5.Baghdad Pact
Download