Rıza Heybetoğlu Kerbela (5) Suikastçılar eve daldıklarında, Muhammed’in yatağında yatanın Ali olduğunu fark ederler… Delirmişlerdir… Muhammed’i ellerinden kaçırmışlardır… Mekkeliler için her şeyin kaybedildiği gün, o gündü aslında… O öfkeyle saldırırlar… Müslümanlardan kalan ne varsa yağmalarlar… Şam pazarında satmak üzere bir kervan oluştururlar… Kervanın başındaki ise Yezidin dedesi Muaviye’dir. Dikkat ederseniz, efendilerin tipik davranışıdır bu. Musluğun başını kimseye bırakmazlar… Peygamber coşku ile karşılanır Medine’de… Bazıları ona inanır, bazıları ise inanır gibi yapar. Bunlara Münafık deniyor. İlginçtir! İslam tarihlerinde münafıkların ismi geçmez. “İbni Selul” ve arkadaşları denir hep. Neden? Kimlerdir bu münafıklar? Yüzlerce ayette münafıklardan söz edilir ancak bilinen tek bir münafık var. Onca ayet bir kişi için gelmiş olamaz değil mi? Geçelim… Medine’de paylaşım esaslı bir düzen kurulur. Herkes her şeyini olmayanlarla paylaşır, “yârin yanağı” dâhil… Medine’de Kahtani Araplar dışında, Yahudiler de vardır. Onlarla da bir antlaşma yapılır, “Medine Vesikası”. Her iki taraf için de adil görünen bu antlaşma çok uzun sürmeyecek, insana dair hırslar ve iktidarı ele geçirme tutkusu, Medine Vesikasının delinmesine sebep olacak ve bu delinmenin bedelini Yahudiler, hem de çok ağır bir biçimde ödeyeceklerdir. Yerleşik ve düzenli bir hayat kurulmaya başlanınca “şeriat”, yani hukuk elzem hale gelmiştir. Ancak bu hukuk sistemi, Ortadünya örfü, Yahudi şeriatı ve Arap geleneğinden başka bir şey değildir. Elbette birkaç önemli dokunuş vardır fakat genel çerçeveyi belirleyen yukarıda saydığımız çizgilerdir. Zaten Kuranın özü, beşeri hayatı tanzim eden hususlarda, günün şartları muvacehesinde yeni kanunlar veya içtihatlar yapılmasına karşı değildir. İbrahim örneğinde bunu açıkça görmüştük. İbrahim, evlilik hukukunda vahiy beklememiş, geldiği toplumun ananesine göre davranmıştır. Ancak dinler kurumsal bir yapıya bürünmeleri ile beraber, hayatın her alanını kontrol altında tutmak istediklerinden, her fiile bir uygulama biçimi getirmişler ve bunun Tanrının arzusu olduğu yalanını, utanmadan atmışlardır. Dolayısıyla ortaya nasıl yemek yiyeceğinizden, eşinizle olan münasebetinize varıncaya kadar koskocaman bir hukuk sistemi çıkmıştır. Bu yığınla hukuku, bir de Tanrı sözleriyle mühürlediniz mi, alın size engizisyonun sorgulanamaz yasaları… Din sınıfının karşı konulamaz gücü… Kast’ın olmazsa olmazı… http://www.mgkmedya.com Medine’ye adalet hâkimdir… Dini hayat, biline gelen şekliyle devam etmektedir. Tek fark, Arapların düne kadar putları da kattıkları ibadetlerinden, artık onları çıkarmış olmaları… Yani düne kadar putlara kılınan namazlar, artık sadece tek olan Allah’a kılınacaktı. Namaz dediğimiz ritüel, Arapların Tanrıları için yapa geldikleri bir ritüeldi ve Muhammed onlara, gayrı sadece bu ritüeli Allah’a yapmaları gerektiğini vazetmişti. Oruç, Hac, Kurban… Tamamı Arap ve Ortadünya geleneğinde var olan ritüellerdi. Muhammed ile beraber Mabud, tek’e indirgenmiş oldu. Soru: “Şayet o günkü Araplar, ibadet amacıyla rükû ve secde yerine, Kâbe’ye doğru yüzükoyun yatıyor olsalardı, bu gün kıldığımız namaz nasıl olurdu?” veya “Asıl olan namazın şekli midir? Yoksa namazın neyi hedeflediği midir?” “Arap örfüne yabancı biri, Arap geleneğindeki bir uygulamayla, namazın hedeflediği “öz”ü yakalayabilir mi?” “Namazın hedefini başka başka şekillerle gerçekleştiren biri ibadet etmiş olmaz mı?” Umarız ki, Hak Erenlerin neden camiye gitmediklerini veya Sünnilerin kıldığı gibi namaz kılmadıklarını anlayamayan yobaz taifesi bu soruları düşünürler… Namazın ne olduğuna ilişkin Erenler şöyle bir anekdot anlatırlar; Bir keresinde, Ali’nin topuğuna bir ok saplanır, oku çıkarmak gerekmektedir. Canı çok yanar ve der ki, “Durun! Namaza durayım da öyle çekin oku…” Muhammed, örf ve gelenekler üzerinde düzenlemeler yapar… Mahsurlu olmayanlara dokunmaz, sapkınca bulduklarını kaldırır. Dini hayatla ilgili bir sıkıntı yoktur… Sıkıntı içtimai ve ekonomik olanla ilgilidir. Zekât gibi… Her zenginin malında yoksulun hakkı olduğunu söylemesi, bırakın o günün dünyasını, bu günün insanları için dahi kabul edilemez bir şeydir. Kabul edilemez olup-olmadığını anlamak istiyorsanız, bu günün ulemasının zekât ile ilgili ayetleri ve peygamberin uygulamalarını nasıl eğip büktüklerine, nasıl evirip çevirdiklerine bakın. O zaman, asla zengin yaşamaması gerekenlerin, lüks ve şatafat içerisinde bir hayatları olmasına rağmen, nasıl olup da, aynı zamanda kendilerini Müslüman zannettiklerini anlarmış olursunuz. İslam tarihleri, entelektüel anlamda ilkokul seviyesinde kabul etmemiz gereken o günkü Arapların, üniversite seviyesinde olan kadim Ortadünya medeniyetleriyle karıştığı dönemde yazılmış olması sebebiyle, onların rivayetlerinde sık sık kullandıkları süsleme sanatlarını da olduğu gibi almışlardır. Mucizeler, Tanrısal müdahaleler, insanüstü insanlar… Savaşlar… Özellikle günümüz İslam tarihçilerinin, 7. Yüzyıl değerlerini, 21. Pazar, Aralık 7, 2014 - Sayfa 1 / 2 Rıza Heybetoğlu Kerbela (5) Yüzyıl değerleriyle uzlaştırma çabalarının en açık örneklerini, Muhammed’in savaşları hakkında yazdıklarında görürsünüz. Çelişkiler içerisinde boğuşmalarının, çırpınmalarının, aciz kalmalarının temelinde, bu “uyarlama kaygıları” yatar. Savaş hukuku, kölelik-cariyelik, ganimet, yağma hakkı vs… Tüm bu konularda çuvallamalarının sebebi, sanki gerek varmış gibi, günümüzün değerleriyle bağdaşmayan uygulamaları zemzemle yıkama gayretleridir. “Peygamber herhangi birini öldürdü mü veya bu konuda emir verdi mi?” “Köle veya cariyesi var mıydı?” “Yenilenlerin malları yağmalandı mı?” “Bir peygamber nasıl böyle davranır?” Evirmeler-çevirmeler, kıvranmalar... Komik cevaplar… Muhammedi insan olmaktan çıkarır, bir de sosyoloji, tarih gibi bilimlerden bihaber kalırsanız, komik duruma düşmeniz çok normaldir… Erenler derler ki; Allah adına, peygamber adına, yüceltme niyetiyle dahi olsa, bir şeyleri saptırır, eğip-büker, eklemeler yaparsanız, bedelini en ağır şekilde ödersiniz… Hem de niyetinizin tam aksi yönünde… Muhammed de bir insandı ve 7. Yüzyıl insanıydı… O gün hayat nasıl akıp gidiyorduysa, moda ne idiyse, insanlar yemeklerini nasıl yiyor, ulaşımda hangi vasıtaları kullanıyorlardıysa, o da aynını yaptı. Herkesin kölesi varken, onun da vardı… Savaşta yenilene ne yapılıyorduysa, o da aynını yapıyordu… Bir farkla… Muhammed tüm bunları yaparken zalimce değil de, o günün insanına örnek olacak en adil ve merhametli şekliyle yapıyordu. Erdem ve hikmet sahibi birinden fazlası da beklenemez zaten… Mesela, işçi olmak bu günün dünyasında bir realitedir. Ama bu uygulamayı olabildiğince adil hale getirip-getirmemek işverenle alakalı bir durumdur. Kimi, çalışanına zulmeder, sigortasından çalar, hak ettiğini ödemez. Kimi, sadece ödemekle yükümlü olduğu asgari ücreti öder ve gerisine karışmaz. Kimi de işçisine kârdan ek ödeme yapar, daha müsamahakâr davranır, şartlarını iyileştirme yoluna gider. Ancak hiç kimse işçi sınıfını ortadan kaldırmayı düşünmez. sağlayacaksın.” İnanın, o günün şartları içerisinde bu, Marks’ın komününden bile daha büyük bir devrimdi. Muhammed’den bundan fazlasını beklemek, tersi yönde, dincilerin yaptığı şeyle aynıdır. Ondan, bir insanın yapamayacağı şeyleri beklemek, onu insanüstü görmek demek olur ki, bu da, din adamlarının düştükleri yanılgıya kapıldığımızın göstergesi olur. Bedir-Uhut-Hendek… Müşrik Araplarla ardı ardına savaşlar… Zaferler, yenilgiler, ihanetler… Ancak her geçen gün karşı konulamaz bir yükseliş… Müşrik Araplarda umutsuzluk ve yeis… Müşrik Araplar içerisinde tipolojisine değinmeden geçemeyeceğimiz biri var. Amr b. Hişam… Namı diğer Ebu Cehil… Ebu Cehil, Muhammed ile akran. Muhammed ve Hılful Fudul kardeşliğinin tahsilât yaptıkları biri, yani o günden beri Muhammed’e kin besliyor. Mekke’nin beş önderinden biri… Zenginlik, güç ve unvan sahibi... Hatta Muhammed’in, onu kazanmak istediğine dair rivayetler var. Öldürüldüğü Bedir savaşı öncesi iki rekât namaz kılıp, “Allah’ım, eğer biz haklıysak onları, onlar haklıysa bizleri, bu savaş alanında helak et” mealinde dua ettiği de bilinir. Mekkeli beşlerden, kendi inançları bağlamında, belki de en samimi ve en dindar olanı. Bir keresinde, yakın bir arkadaşına şunu itiraf ediyor; “ Muhammed’in kabilesi, Haşim oğulları, ne yaptıysa biz iki katını yaptık bu güne kadar. Şimdi onlar, içlerinden bir peygamber çıktığını söylüyorlar. Onun söyledikleri ne kadar doğru olursa olsun, onunla savaşmaktan başka çarem yok.” Bu rivayetin satır araları aslında birçok sorunun cevabı niteliğindedir. Okumasını bilene… Bedir günü, Yezid’in dedesi ve dayısı, Hüseyin’in babası ve amcası tarafından öldürülür… Uhut’ta büyük babası, Hüseyin’in dedesini mağlup eder… Hendek’te ise, Hüseyin’in babası, Yezid’in dedesinin en güvendiği şampiyonunu öldürür… Kerbela’ya gelinene kadar savaşan, dinler veya inançlardan ziyade, ezeli rakiplerdir… Vizyon ve ülkü sahibi idealistler de, bu rekabetin sentezinden doğmuşlardır… O gün için savaşta teslim olan her insan, hayatını bir köle olarak devam ettireceğini kabul ederek teslim oluyordu. Esir pazarında satılıyor ve kendisini satın alan adama hizmet ediyordu. Bu uygulama dünyanın her yerinde hemen hemen aynıydı. Muhammed bu ve benzeri uygulamalarda insani dokunuşlar yapmıştır. “Kölene yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecek ve uyuduğun yerde uyumasını http://www.mgkmedya.com Pazar, Aralık 7, 2014 - Sayfa 2 / 2