Bir

advertisement
a
pe
cy
Kendi Aramızda
AKİS
Sevgili AKİS Okuyucuları
Sene: 3, Cilt: VIII, Sayı: 181
Rüzgarlı Sok. Ovehan
Kat: 3, Daire: 7
P. K. 582 — Ankara
.
18992 (Yazı İşleri)
15221 (İdare)
F i a t ı : 60 Kuruş
Neşriyat Müşaviri
:
Metin TOKER
*
İmtiyaz Sahibi ve yazı işlerini fiilen
idare eden Mes'ûl Müdür:
Yusuf Ziya ADEMHAN
*
Umumi
Neşriyat
Müdürü
Hamdi AVCIOĞLU
*
Teknik
Sekreter
:
M. Nevzat ÜNLÜ
*
Karikatür
:
TURHAN
*
:
pe
cy
Fotoğraf
Hüseyin EZER
Osman ÖZCAN
ASSOCIATED PRESS
TÜRK HABERLER AJANSI
*
Klişe :
Doğan Klişe ATELYESİ
*
Müessese
Müdürü :
Mübin TOKER
*
3 aylık
6 aylık
1 senelik
B
a
Haftalık Aktüalite Mecmuası
ütün bir insanlığın Macaristanda cereyan eden katliam karşı­
sında nasıl hareketsiz kaldığını gö­
rüp te, insanlıktan utanç duyma­
mak hakikaten çek güçtür. Hele
hürriyeti uğrunda ayaklanan kah­
raman bir milletin kaba kuvvetle
ezilmesini kolaylaştıran siyasi ha­
vayı, dünyanın başka tarafında
saldırganlık gösterilerine girişerek
yaratanların iki batı demokrasisi
olduğunu bilmek son derece tees­
sür vericidir. Herkes farkındadır ki
müstemlekeci çevrelerin tesiri al­
tında hareket eden İngiliz ve Fran­
sız hükümetlerinin Süveyş harekâ­
tı siyasî konjonktürü değiştirme­
miş bulunsaydı, Rusyanın Macaristandaki tutumu bambaşka olacak­
tı. Bu bakımdan Londra ve Patis­
teki hükümet adamları dünyanın
iki defa nefretini celbetmişlerdir.
Ama Macaristanda ölenlerin bo­
şuna ölmemiş oldukları muhak­
kaktır. Tunanın iki kıyısında is­
tibdada baş kaldıran, fakat ka­
ba kuvvet tarafından vahşice ezilen insanlar bu akibete maruz
kalan ne ilk insanlardır, ne de
maalesef sonuncular olacaklardır.
Tarih böyle isyanların böyle kan­
lı tenkillerinin hikayesiyle dolu­
dur. Kim iddia edebilir ki Bu­
dapeşte'nin
aydınları bu misal­
lerden habersizdiler? Kim ileri
sürebilir ki fikrin tepesine inen
yumruğa karşı gelenlerin çok yer­
de bu cüretlerini hayatlarıyla ödediklerini macarlar bilmiyorlar­
dı? Haberdardılar, biliyorlardı. Bu­
na rağmen "hürriyet istiyoruz"
diye sokaklara fırlamaktan, silâh bulamadıkları zaman dişIerile
çarpışmaktan, insan gibi yaşamamaya insan gibi ölmeyi tercih et­
mekten kendilerini alamamışlardır.
Zaten eğer böyle olmasaydı, cemi­
yetler şef boyunduruğundan kur­
tulabilirler miydi?
Bir ay sadece bir ay evveli dü­
şününüz. Kimin hatırına Orta
Avrupanın rus mezalimine karşı
ayaklanacağı gelirdi? En nikbin­
ler bile Rusyanın kendi hudut­
ları içine çekilmesini bir gayrı muayyen istikbalin işi sayıyorlardı.
Emrivaki hemen herkes tarafın­
dan kabul edilmişti ve peyklerin
istiklâli hiç bir siyasi pazarlıkta
bahis mevzuu olmuyordu. Ne Po­
lonya'yı, ne Macaristan'ı, ne Ro­
manya'yı veya Çekoslovakya'yı
kurtarmak akla geliyordu. Bura­
larda halkın ayaklanmasını bekle­
mek ise, ancak afyonhanelerde va­
kit geçirenlerin kârıydı. Bir ay,
sadece bir ay evveli düşününüz.
Varşova'da"Kahrolsun ruslar", Bu­
dapeşte'de "Ruslar, defolunuz" ses­
lerinin sokakları çınlattığı . kimin
hatırına gelebilirdi? İnsanlık ta­
rafından kaderlerine terkedilmiş olan milletlerin zafer kazanmaları­
na ramak kalmıştır ve eğer za-
Abone Şartları :
(12 nüsha) :
6 lira
(25
nüsha) : 12 lira
(52 nüsha) : 24 lira
İlân Şartları :
3 renkli arka kapak (Tam Sayfa):
350 lira
Kapak içi 300 lira, metin sayfaları
Santimi 4 lira.
*
Dizildiği ve Basıldığı Yer :
Rüzgârlı Matbaa — ANKARA
Tel: 15221
Basıldığı tarih: 8.11.1956
Kapak resmimiz :
D. Eisenhower
Kazanan aday
fer yerini hezimete bıraktıysa bu­
nun vebali o milletlerde değil, iki
batı demokrasisinin kendilerini
modası geçmiş Ur zihniyetten kur­
tarmayan hükümetindedir. Ma­
car ihtilâlcileri ne kadar tebcil
olunacaklarsa, Londra'nın ve Pa­
ris'in bedbaht hükümet adamları
aynı derecede lanete uğrayacaklar
ve bu tebcil de, o lanet de ebedî
olacaktır.
D
*
ünyanın bir çok milleti, el­
bette ki mavi Tunayı bir defa
daha kırmızıya boyayan kanlara
bakıp kendi kendine düşünecektir.
İspanyollar bunu
yapacaklardır,
Orta ve Güney Amerika'nın diktatorya altında yaşatılan halkı ay­
nı şekilde hareket edecektir, Ya­
kut Doğudan yavaş yavaş Uzak
ve Güney Asyaya yayılan totali­
ter rejim meraklısı hükümetlerin
yeni temayülleri böyle f renlenecektir. Hindistandaki basın hür­
riyetini zedeleme, Endonezya'daki
siyasî partileri ortadan kaldırma
arzuları Macaristan'da cereyan eden hadiseler karşısında elbette
ki cesaretini kaybedecektir. Bu
temayüllerin yeni çıkmış olduğu
ve Hindistan'a, yahut Endonez­
ya'ya nazaran batıda bulunan ba­
zı memleketlerde eş temayüllerin
muvaffak olmuş görünmesi üze­
rine doğduğu hiç kimsenin meç­
hulü değildir. Ama işte, bu mem­
leketlerin biri olan Macaristanda
cereyan eden hadiseler şahittir ki
insanların içindeki hürriyet aş­
kı, hürriyet ihtiyacı Uç bir
zaman
yok edilemez ve bunlar
en umulmadık zamanda patlak ve­
rir. Dünyanın bütün ajansları Bu­
dapeşte'de bir ağaca bacağından
asılan macar gizli polisinin resmi­
ni yaymışlardır. Aynı akibetin,
diktatörlük hizmetindeki melun­
ları beklediğini' yeryüzünün dört
bucağındaki eş vasıfta
polisler,
savcılar, hakimler, casuslar ve
hafiyeler elbette ki hissetmişler­
dir. Görülmüştür M en kuvvetli
zannedilen diktatörlükler bile -mu­
vakkat dahi olsa- çöküyor ve o
diktatörlüklerin hizmetkârları eziyet ettikleri halkın eliyle ceza­
larını çekiyor. Bacağından ağaca
asılmak! Bu, Mussolini'nin de
akibeti olmamış mıydı? Ama an­
laşılıyor ki insanlar kolay kolay
ibret almıyorlar ve adam olmak
için başkalarının başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini
bekliyorlar. Macaristan hadise­
leri şahiddir ki, bu akibetin ön­
lenmesi imkânsızdır. Bekledikle­
ri, bazılarına mutlaka gelecektir.
Emin olabilirler.
Macar ihtilâlcileri işte bu yüz­
den, dünyanın d ö r t , köşesindeki
hürriyetçilerin ebedi şükranına
hak kazanmışlardır ve Budapeş­
te'de ölenler boşuna ölmemişlerdir.
Saygılarımızla
AKİS
3
YURTTA OLUP BİTENLER
Millet
Mahkûmiyet
Tehlikeden sonra
B
Toplu Basın MahkeA nkara
mesi Akis - Sarol dâvasının
üçüncü safhasında Metin Tokeri
eski Devlet Bakanı Dr. Mükerrem Sarol hakkında şeref ve iti­
bar kırıcı isnatlarda bulunduğu
mucip sebebile 7 ay 28 gün ha­
pis ve 7777 lira para cezasına
mahkûm etmiştir. Mahkeme
Metin Toker hakkında dâvanın
birinci safhasında suçluluk, ikinci safhasında suçsuzluk ka­
rarı vermişti.
Metin Toker bu yeni hükmü
de temyiz etmiştir.
betiyle dünyaya görünmesi gerektiği­
ni takdir buyurursunuz. Bu itibarla,
bir Türk vatandaşı olarak, işgal etti­
ğiniz yüce makam ve üzerinize al­
dığınız büyük mukaddes vazife dola­
yısıyla zatı devletinizden:
1 — Bütün parti liderlerini Çankayaya davet ederek bu buhranlı devri
geçirinceye kadar partilerin sıkı bir
birlik ve beraberlik gözetmelerini
sağlamanız.
2 — Dış meseleleri her yönden be­
raberce konuşup esas noktalarda ve
istikametlerde görüş ve anlayış birli­
ği meydana getirmenizi,
8 — Hükümet reisinin, muhalefet­
teki parti liderlerine her vesileyle ve
münasebetle dış meselelerde haber
ve bilgi verip devamlı istişarede bu­
lunmalarını temin buyurmanızı can
ve gönülden rica ediyorum".
pe
cy
a
u haftanın ortasına kadar Türk
milletinin gözü, dış politika hadiselerindeydi. Bir çok memlekette ola­
nın aksine, halk sükûnetini muhafaza
ediyordu. Ama kalplerin bilhassa Macarlarla birlikte bulunduğu aşikardı.
Nitekim çarşamba akşamı, Sovyet ih­
tilâlinin yıldönümü münasebet ile Rus
elçiliğinde tertiplenen toplantıya pek
az Türk katıldı. Vazife icabı oraya
gidenler hariç, davetlilerin büyük bir
kısım Ruslarla karşılaşmayı arzu et­
memişler, buna tahammül göstere­
meyeceklerinden korkmuşlardı.
Haftanın ortasında, Orta Doğuda
ateşin kesildiği haberi geldiğinde en­
dişeler azaldı. Harp bulutları şimdi­
lik uzaklaşmıştı. Ama bilhassa Ame­
rikanın, Eisenhower'in zaferile neti­
celenen seçimlerden sonra Macaristandaki hareket tarzını Rusyanın ya­
nma bırakmayacağı muhakkaktı. İşte, İngiltere ve Fransa Birleşmiş Mil­
letlerin emrine riayet etmişlerdi.
Rusya da, Orta Avrupada aynı şe­
kilde davranmakla mükellefti.
Haftanın ortasından bu yana, alâ­
ka tekrar iç politika mevzularına av­
det etti. Bu satırlar yazıldığı sırada
Türkiyenin, Orta Doğuda vazife görecek polis kuvvetine kıta göndererek
katılacağının ilânı bekleniyordu. Türk
milletinin böyle bir hareketi destek­
leyeceğinden şüphe edilemezdi. Ancak, tehlikenin ilk vehametini kay­
betmiş bulunduğu bugünlerde De­
mokrat Partinin iyi bir imtihan geçirmemiş okluğu pek çok kimsenin
kanaatiydi. Demokratik rejimin icap
larına bir defa riayet edilmemiş, ikti­
dar, memleket için böylesine hayati
olan bir meselede muhalefetle temasa
yanaşmamıştı. Hatta bir kabine top­
lantım yapıldığına dair resmî haber
duyulmamış, millete ve Meclise duru­
mumuz izah olunmamıştı. Halbuki
hükümet başkanının Bağdat paktı
toplantısına katılmak üzere Tahrana
hareketinden önce Mecliste temsil edilen bütün partilerin Genel başkan­
larının Çankayada Cumhurbaşkanı­
nın başkanlığında toplanmaları ve
milletin tesanüdünü fiilen gösterme­
leri çok yerinde olurdu. Nitekim pek
çok vatandaş bu toplantıya imkân
vermesini Cumhurbaşkanı Celâl Ba­
yırdan son derece hürmetkar mek­
tuplarla rica etmişti. Bu mektuplar­
dan birinin sahibi elan eski milletve­
killerinden Emin Soysal şöyle diyor­
du:
"Meclisteki nutkunuzda tasvir, ve
işaret buyurduğunuz gibi insanlık en
buhranlı devirlerinden birini yaşa­
maktadır. Sınırlarımızın yakınların­
dan, vatanımıza semt ülkelerden barut
kokusu, top sesleri, uçak ve tank gü­
rültüleri duyulmaya başladığı bu za­
manda Türk milletinin birlik ve bera­
berlik içinde Türklüğe, has olan hey-
4
D. P.
Ayrılan yollar
eçen haftanın sonlarında bir gün,
Ankarada Yenişehir den bir taksi
kalktı. Otomobilin içinde bir genç adam vardı. Bu, Tercüman gazetesi­
nin muhabiri, Aydın Kökerdi. Aydın
Köker şoföre "Çankayaya" dedi. Araba Kızılayı ve Kavaklıdereyi geçti,
Çankaya yokuşunun ikiye ayrıldığı
noktada genç adam ilâve etti: "Soldan". Soldan giden yol Cumhurbaş­
kanlığı köşküne çıkıyordu. Aydın Kö­
ker kapıda, Cumhurbaşkanına veril­
mek üzere bir mektubu hamil bulun­
duğunu bildirdi. Mektup, İzmir milletvekili Cihad Baban tarafından
gönderiliyordu. Alâkalılar, Celâl Bayara takdim etmek üzere mektubu
âldılar.
Taksi tekrar Yenişehir istikameti­
ne döndü. Bakanlıklardan kıvrıldı ve
Başbakanlığın önünde durdu. Aydın
Köker indi, mermer merdivenlerden
çıktı ve hükümet başkanının nazik
hususî kalem müdürü Muzaffer Ersünün odasına girdi. Cihad Babanın
Adnan Menderese de bir mektubu
G
vardı. Muzaffer Ersü, "beyfendiye arzetmek üzere" mektubu aldı.
Otomobil üçüncü olarak Ulus isti­
kametinde hareket etti. Rüzgârlı so­
kağa saptı ve Zafer gazetesinin kapı­
sına yanaştı. F a k a t Aydın Köker Za­
fer'e değil, gazeteyle aynı binada bu­
lunan D.P. Genel Merkezine gidiyor­
du. Cihad Babanın son mektubunu da
oraya bıraktı. İzmir milletvekili bu
mektubunda "Demokrat Partinin
memlekete karşı müteahhid bulundu­
ğu program ve vaadlerden inhiraf
etmesi ve kabine beyannamelerinin
yerine getirilmemesi ve parti grubu­
nun gerekli murakabeyi yapmaması
karşısında" kuruluş prepsiplerine sa­
dık kalarak partiden istifa ettiğini
bildiriyordu." Cumhurbaşkanına h i t a p
eden mektupta ise Cihad Baban Ce­
lâl Bayara, şahsına ve partiye karşı
olan ispat edilmiş sevgi ve saygısın­
dan bahsediyor, partinin en müşkül
anlarında onu nasıl desteklediğini ha­
tırlatıyor, fakat bugünkü şartlar altında Demokrat Parti saflarında ken­
disi gibi kimselere yer kalmamış bu­
lunduğunu ifade ediyordu. Adnan
Menderese yazılan mektup ise, D.P.
Genel Başkanınaydı. İzmir milletve­
kili tam 11 sene ideal arkadaşlığı
yaptığı Adnan Menderese de Demok­
rasi mevzuundaki eski düşüncelerini,
kanaatlerini hatırlatıyor, bunların ik­
tidarda nasıl değiştiğini gözler önüne
seriyor, halen 1945'ten daha gerilere
gidildiğini
söylüyor,
"Rejimimizin
bugünkü hak ısrarcı, inadcı mizacını­
zın bütün alâmetlerini taşıyor. Bir
bakıma Millet Partisinin, Köylü Par­
tisinin ve şimdi de Hürriyet Partisi­
nin hakiki kurucusu sizsiniz.. Her üç
parti de müsamaha tanımayan hırçın
mizacınızın ve yalnız sizin eseriniz
olmuştur. Bugünkü basın rejimi dün­
kü Halk Partisi basın rejiminden,
bugünkü toplantılar rejimi dünkü
Halk Partisi toplantılar rejiminden
geridir" diyor ve istifa ettiğini haber
veriyordu. Cihad Baban bunu şöyle
anlatıyordu:
"Demokrat Partinin çok meşru olarak iktidara gelmesi ve garp demokrasilerile elele yürüyerek Korede
kanımız bahasına temin edilen itiba­
rın, aldığınız antidemokratik tedbir­
lerle dünya yüzünde bozulmuş oldu­
ğunu gözlerile gören, kulaklarile du­
yan ve dünya basınındaki yazıları oku
yarak üzülen ve bu satırları yazan es
ki arkadaşınızın memleketin yüksek
menfaatleri bakımından Partinin ve
hükümetin başından uzaklaşmanızı
istemesini mazur görmenizi şüphe
yok tabii telâkki edersiniz.
P a r t i program ve tüzüğünün, de­
mokratik prensiplerin münhasıran
hatırınız için bir kenara . itilmesine
rıza göstermek istemeyişime hak vermeşeniz bile, bir gün hadiselerin zo­
ru ile bu hakikatlara ulaşacağınıza
sizi temin etmek isterim.
Şahsen 1946 daki Demokrat Parti
prensiplerine, programına, 1950 seAKİS, 10 KASIM 1956
İNSANLARA VE PİRZOLALARA DAİR
Metin TOKER
İ
zümrenin iltifatı, demektir. Bunla­
ra kavuşacak yerde, diktatör için
bir rahatsızlık mevzuu olarak kal­
makta ısrar etmenin manası mı
vardırır ?
Ama bu ilk silâhın tesir sahası,
ilk bakışta sanılacağından çok da­
ha mahduttur. Zira o sahada, in­
sanları pirzola yerine koyanların
karşısına pirzolalarda mevcut bu­
lunmayan bir nesne çıkar: Vicdan.
Diktatörler için bu, son derece mü­
nasebetsiz bir nesnedir. İlerleme,
yükselme noktasından vicdan sa­
dece ayak bağıdır. Hedefin asaleti­
nin yanında vasıtanın lâfı mı olur?
Niçin verilen menfaati " kabul et­
mezler, niçin diktatörü yapmak
istemediği, fakat kendisini yapma­
ya mecbur addettiği zulme baş
vurmak zorunda bırakılırlar? Üs­
telik istenilen de nedir?
Bazen
tasvip, bazen alkış; ama çok za­
man sadece sükût Diktatör mem­
leketinin hayrına geceyi gündüze
katmaktadır, onu tenkidlerle meş­
gul etmenin âlemi var mıdır? Hem
sükût etmek,
dili yutmak da de­
ğildir. Dünyada bahsedilecek neler
ve neler vardır. Niçin onların üstü­
ne eğilinmez, niçin illâ politikaya
karışılır?
Birinci silâh tesirsiz kalınca, ya­
pılacak şey yumuşatma ameliyesine
girişmektir.
Vurursun.
Yumuşa­
madı mı, demirin ağırlığını arttı­
rıp bir daha vurursun. İnatçılık mı
etti, yeniden yürürsün. Totaliter
rejimlerde aklı pek âlâ başında bir
sürü yardakçı vardır ki pirzolalar
üzerlerine vurulduğu zaman yu­
muşadığı halde, aynı muameleye
tâbi tutulan insanların yumuşama­
ması karşısında samimi bir hayrete
duçar olurlar. Bunların bir kısmı,
silâhların tatbik
sahası
olmuş­
lardır. Diktatör kimini menfaat
göstererek, kimini korkutarak yola
getirmiştir. Tarihte öyle "Peron"lar vardır ki,
sopanın kalınlığını
iyi seçme sayesinde kendisine yıl­
lar yılı en amansız hücumları yap­
mış olan münevver
muhaliflerini
kuzuya çevirmişler,
onları adeta
Gandhi'nin müridi haline getirmiş­
lerdir. Bu onlara cesaret de ver­
miştir. Düşününüz, bir pirzola te­
pesine demir inince yumuşuyor, bir
ateşli politikacı gözü korkutulun­
ca çark ediyor. Bir diktatöre böy­
le misaller bütün pirzolalar gi­
bi bütün insanların da ya parası ve­
rilip satın alınabileceği, ya cefaya
sokulup uslandırılabileceği kanaati­
ni vermez de, ne verir? Ondan
sonra, millet bu silâhların tatbikatı­
nı seyretsin..
Yirminci asır cemiyetlerinde men­
faatin adı banknot, altın, döviz, li­
sans, kredi olduğu gibi kaba kuvvetinki de hapis, sürgün, para ceza-
pe
cy
irzolaların başlıca iki hususiyeti
mevcuttur. Birincisi parası yeri­
lip çarşıdan satın alınırlar. Ucuzla­
rı vardır, pahalıları vardır. Ama işin sonunda, bedelleri " Ödendikten
sonra bunları yemeye hiç bir mani
bulunmaz. Bütün mesele, pirzolanan
fiyatını vermektedir. Pirzola yemek
isteyen kimse ise, kesesinin ağzını
açmalıdır. Şu kadar paraya olmadı
mı, bu kadar paraya.. Bu kadar pa­
raya olmadı mı, şu kadar paraya..
Parayla alınmayacak pirzola mı bu­
lunur?
Pirzolaların ikinci hususiyeti, üzerlerine vuruldukça yumuşamaları­
dır. Bunun için muhtelif ağırlıkta
demir parçaları kullanılır. Evvelâ
biri denenir. Pirzola yumuşamışsa
ne âlâ. Yamuşamamışsa, darbe şiddetlendirilir. Pirzolanın üzerine inen,
daha ağır bir demir parçasıdır. O da
kâfi yumuşaklık temin etmezse tek­
rar" vurulur, tekrar vurulur. Bazı
pirzolalar inatçıdırlar, kolay kolay
yumuşamazlar. Ancak her şey sa­
tar ve azim meselesidir. Ameliyeye
devam olunur. Evde yoksa, daha ağır demir parçaları dışardan temin
edilir. Vurula vurula yumuşamayan
pirzola henüz görülmemiştir.
Ne var ki insanlar, pirzolalarla
k a r ı ş t a m a l ı d ı r . Pirzolalara tat­
bik edilen usullerin bazı insanlar üzerinde muvaffakiyetli neticeler ver­
diği bilinen hakikatlerdendir. Ama
bunu -tıpkı pirzolalarda olduğu gibibir umumi kaide sananlar, eninde
sonunda yanılmaya mahkûmdurlar.
a
P
*
nsanlara pirzola muamelesi ya­
pan rejimler, totaliter rejimlerdir.
Bir rejimlerin sadece iki silâhı var­
dır: Menfaat ve kuvvet. İşe birin­
cisiyle başlanılır. P a r a ! . P a r a ki­
min gözünü kamaştırmaz k i ? Pa­
ranın adı bazen banknot, bazen al­
tın, bazen döviz, bazen lisans, ba­
zen kredidir. Yirminci asır Cemiyet­
lerinde menfaatler çeşitli şekillere
bürünmek hassasına sahiptirler. Bu
menfaatlerle insanlar pek âlâ sa­
tın alınabilirler. Hem o usulün
tatbiki, tatbikatçılar için de rahat­
tır ve üzüntüsüzdür. Muamele, ka­
saba girip pirzola ısmarlamak ka­
dar basittir, eziyetsizdir. Kesenizi
acarsınız, -üstelik kese de sizin de­
ğil, devletindir- faturanın bedelini
Ödersiniz,
göz koyduğunuz insan
paket edilmiş halde elinizdedir. Ta­
rihin bütün diktatörleri ilk önce
bunu denemişlerdir, zira tarih bo­
yunca ortaya çıkmıştır ki paranın
yüzü tatlıdır ve pek çok tereddüt
kalesi attın mermilerle kolayca yı­
kılmıştır. P a r a demek refah de­
mektir, para demek konfor demek­
tir, para demek maddi rahatlık de­
mektir, para demek bir .muayyen
AKİS, 10 KASIM 1956
sı, haklardan mahrumiyet, aile
fertlerine eziyet, nihayet idamdır.
Diktatörün sükûnete ihtiyacı var­
dır; dilini tutmayan mutlaka başını
dövmelidir. Zira bunlar, üstelik, üzerlerinde henüz pirzola muamelesi
tatbik edilmemiş
kimselere kötü
örnek de olurlar. Buna mukabil böy­
le biri iki silâhtan biriyle yola ge­
tirildi mi, sindirme hareketi muaz­
zam bir başarı kazanır. O bakım­
dan menfaatten sonra kaba kuv­
vetle de yenilecek hale sokulamayanlar Şefin bir değil,
iki defa
hiddetini celbederler ve Şef, orada
burada
"onu hapsettireyim
de
görsün", "kurtulacağı ümidi var­
sa, o ümidini bıraksın", "hapisha­
nenin ne olduğunu bilmiyor küçük
bey, girince görürüm ben onun
kahramanlığını"
nevinden
tatlı
sözler sarfetmeye başlar.
Ama gene de, üzerlerine tonla
demir bırakılan ve bu muameleye
senelerce tâbi kılınan, kendilerine
ve ailelerine çin işkencesi yapılan
Öyle kimseler bulunur ki ne satın
alınıp paket olunurlar, ne de yu­
muşak hale gelirler. Buna rağmen,
diktatör onları gene çiğ çiğ yermiş.
Varsın yesin! Onlar da üstadın mi­
desine otururlar ya...
B
u, neden böyledir?
Birincisi,
pirzolalarla insanlar ayrı ayrı
şeylerdir.
İkincisi, yapılan şeyin
kahramanlıkla uzaktan yakından
alâkası yoktur. Böyle davranan
kahraman değildir. Böyle davran­
mayan alçaktır. Hepsi o kadar.
Kahraman diye, zor olan işi ya­
pana derler. İnsan için zor olan,
pirzola muamelesi görmeye taham­
mül etmektir. Diktatörlerin hatası,
bunu görüp anlayamamaktır. Bir
kaç misalden, umumi kaide çıkar­
maktır. Üzerine vurulunca yumu­
şamayan pirzola yoktur ama, üzerine vurulunca
sertleşen insan
çoktur. Menfaati vicdan geri çevir­
diği gibi,
samimi
kanaatler de
kaba kuvveti gülünç hale sokar. Altın, döviz, kredi.. Bunların, vicdan
rahatlığı yanında lâfı mı olur ? Ve
hapis, sürgün idam..
Hür yaşa­
yabilmeye, haksız da olsa düşün­
düğünü söylemeye, yanlış da ol­
sa inandığını yazabilmeye kıyasen
nedir k i ?
Üstelik tarih şahiddir ki, müca­
delenin sonunda zafer daima pirzo­
lalığı kabul etmeyenlerde kalmış
ve böylelerinin sayısının çok ol­
duğu memleketlerde güneş bir
gün mutlaka doğmuştur. Kanlı da
olsa, geç de olsa, güç de olsa...
Yukarıdan beri anlatmak istedi­
ğimiz, elbette ki Macaristanda ce­
reyan eden hadiselerin şahsi görüş
zaviyemizden bir izahıdır.
5
YURTTA OLUP BİTENLER
çim beyannamesine, .1950 hükümet
beyannamesine bağlıyım. Fakat bun­
lardan inhiraf
ettiğinizi gördüğüm
zaman, kendi taahhüdlerime, pren­
siplerime ve yeminime sadık kalmak
maksadile bu mes'ûliyeti sizinle, bera­
ber devam ettirmek istemedim."
Cihad Baban eski prensiplerin par­
ti içinde müdafaasını neden yapmadığı sualine maruz kalabileceğini de
hatırlatıyor ve "Bugüne kadar bu
mücadeleye imkân verecek bir uya­
nıklığın partide doğup doğmayacağı­
nı bekledim. Şu satırları yazarken bu
ümidini kaybetmiş bir insan olduğu­
mu da teessürle ifade etmeliyim" diyordu.
Aydın Kökerin Tercüman bürosuna
dönüşünden pek kısa bir zaman sonra telefon çaldı. Muzaffer Ersü ken­
disini Başbakanlığa rica ediyordu.
Gitti. Hususi Kalem Müdürü biraz ev­
vel aldığı mektubu iade ediyordu. Ad­
nan Menderes bunu kabul etmeyece­
ğini bildirmişti. Adnan Menderes ta­
bii sadece mektubu kabul etmiyordu.
İstifanın kabul edilip edilmemesi ba­
his mevzuu değildi.
1
Cihad Baban
O çıkarsa...
manın Demokratlarına kuvvet ve azim aşılayan hürriyet, demokrasi fi­
kirleri yerlerini "İktisadi İstiklâl Sa­
vaşı veren Şefin etrafında milletin tek
vücud, yekpare kütle olması" terane­
sine bırakmıştı. Partide artık hürri­
yetlerden değil, otoriteye saygıdan.
Şefe, bağlılıktan bahsediliyordu. Hat­
ta hürriyet, bilinen şeklile demokrasi
pe
cy
956 D.P. sinden ayrılan 1946 De­
mokratlarının arasına Cihad Baban
da karışırken parti teşkilâtı hemen
Ser yerde bir garip manzara arzediyordu. Zaten ortada 1946'daki mana­
sıyla bir teşkilâtın kalmadığında, sa­
dece bütün kademelerde birbirine gir­
miş şahısların bulunduğunda yüksek
partililer dahi müttefikti. Bu yüzden­
dir ki bir çok yerde D.P. kongreleri
gazetelerin günlük zabıta haberleri
arasına girmişti. Bu yerlerin biri, İstanbuldu. İstanbulda Köprülü hizbine
karşı savaşan Sarolcular, Hüsnü Ya­
manın şahsında bir şef, eski Eminö­
nü ilce başkanı Nuri Atılganın çıkar­
dığı bir akşam gazetesinde de neşir
organlarını bulmuşlardı. Bu gazete­
nin yazdığına göre D.P. Kongrelerin­
de bir seyyar ekip semt semti dolaş­
tırılıyordu. Ekip mensupları her, kon­
grede, yoklama sırasında, başka baş­
ka isimler altında rey kullanıyorlar­
dı. Sarolculara göre, bunlar Köprülü­
lerdi. Bu haftanın başında Şehid
Muhtar ocağının kongresinde gene
böyle bir ekip mensupları delegeymiş
gibi yoklamaya katıldığında Sarolcu­
lar orada, hazır bulunan, İl Başkanı
Orhan Köprülü nezdinde İtirazda bu­
lunmuşlar, artık bu kadarının olama­
yacağını haykırmışlardı. Bunun üze­
rine Kongre tehir olunmuştu.
İstanbulda bunlar cereyan ederken
İzmitte de il teşkilâtına Genel Mer­
kezce toptan işten el çektiriliyor, bir
müteşebbis heyet kuruluyordu. Ancak
İzmitli Demokratlar idare kurulların­
dan ayrılmak niyetinde olmamalıydı­
lar ki il binasına toplandılar ve teza­
hürata başladılar. F a k a t Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri kanunu hazırdı.
Emniyet kuvvetleri nümayişçileri da­
ğıttılar.
Türkiyenin her tarafında, vaziyet
bunu andırıyordu. 1946 D.P. sinin ve­
zinde yeller estiği muhakkaktı. O za-
6
Herken Mertline giderken...
akat Cihad Babanın 1946 Demok­
ratlarının peşine takılarak parti­
den ayrıldığı hafta bir hadise cere­
yan etti ki pek çok muhterem vatan­
daş şöyle düşündü: Böyle bir parti­
den ümid nasıl kesilebilir? Bakınız
DP. saflarına kim iltihak ediyordu:
Memleketimizin tanınmış iş adamla­
rından Server Somuncuoğlu! Server
Somuncuoğlu C.H.P. den Sinop mil­
letvekili seçilmiş, 1954 seçimlerinden
sonra partisinin - o zamanki partisi­
nin . Meclis Grup Başkanlığına geti­
rilmiş, sonra... Muhalefetin vaziyeti­
nin pek çok kimse tarafından meşkûk
bulunduğu,
iktidarın
"kanunların
mecburiyeti dışında muhalefeti tanı­
mıyoruz" dediği, antidemokratik ka­
nunların birbirini takip ettiği ve Somuncuoğlunun ortağı Cavurisin mu­
azzam bir vergi kaçakçılığı ithamı
altında hudut dışı edildiği günlerde
partisini suçlandıran bir beyanat ya­
parak istifasını vermişti.
F
a
Karışan teşkilât
memlekete ve millete zararlı bile bu­
lunuyordu. Bu teranelerin hangi maksadları gizlediği 1948 Demokratların­
dan pek azının meçhulüydu. Bunlar
kendilerini yeni şartlara maâlesef
uyduramıyorlardı! Esef edilecek nokta, Cihad Babanın dediği gibi, eski
prensiplerin parti içinde müdafaasına
imkân verecek bir uyanıklığın par­
tide yaratılamamasıydı.
Server Somuncuoğlu
... bu girer
O zaman C.H.P. batmamıştı. Şimdi
Server Somuncuoğlu "iktisadi bilgi­
sinden iktidarı faydalandırmak" gibi
asil bir maksadla D.P. saflarına ilti­
hak ediyordu. Faydanın karşılıklı olacağından zerrece şüphe yoktu.
Üniversiteler
Uyumayan Gençlik
G
eçen haftanın sonunda Ankarada
Siyasal Bilgiler Fakültesinin spor
salonunda toplanmış çok sayıda genç,
kendilerinden pek az yaşlı bir insanı
ellerinin bütün kuvvetile alkışlıyor­
lardı. O gün. Fakültenin açılış mera­
simi yapılıyor ve Dekan Turhan Feyzioğlu konuşuyordu. Merasimi takip
edenlerden biri, dinmek bilmeyen te­
zahürat karşısında yanındakinin ku­
lağına eğildi ve:
"— Bu kadar ses, sadece el kuv­
vetinden çıkmaz. İnan bana, bunun içinde iman kuvveti var" dedi.
Hakikaten böylesine hararetle alkışlanan Prof. Turhan Feyzioğlunun
şahsı değil, onun temsil ettiği fikirler
ve bu fikirlerin savunmasında göster­
diği medeni cesaretti. Prof. Turhan
Feyzioğlu özlediğimiz Üniversitenin
özlediğimiz öğretim üyesiydi. Açış
konuşmasında şöyle dedi:
"— Bir memleket en ziyade nabza
göre şerbet veren sözde münevverler*
den zarar görür".
Bunun bir hakikat olduğunun de­
lilleri ise, gençliğin gözleri önünde
hemen her gün birbirini takip edi­
yor ve daha yaşlı gönüllere ümidsizliAKİS, 10 KASIM 1956
YURTTA
OLUP
BİTENLER
kamette olduğu, mücadele edeceği ü­
midi beslenen Demokrat Fuad Köp­
rülüyü omuzlarında taşımıştı. O yola
sapan herkesin gençlerden o sevgiyi
göreceğinden emin olunabilirdi.
Partilerden evvel memleket
iteldin Muhalefet partileri arasın­
daki münasebetin çok soğuk bir
safhaya girdiği ve profesyonelliğe ye­
ni atılan amatör politikacıların bir­
birlerine karşı kötü laflar ettikleri
bir sırada işbirliklerini devam ettiren
C.H.P. ve Hür. P. Gençlik kolları,
büyüklerini vazifelerini yapmaya ça­
ğıran bir müşterek tebliğ neşretmişlerdi. Bu büyüklerin memlekete, mil­
lete ve yetiştirdikleri gençliğe karşı
bir vazifeleri vardı. Gençler bu vazi­
fenin ifâsını bekliyorlardı.
Böylece
ortaya konuluyordu, ki hakiki hayata
gözünü Demokrasi ile açmış ve on bir
seneden beri hürriyetin ne olduğunu
anlamış bir nesil işlerin idaresini eli­
ne bizzat alacağı devrin gelmesini sü­
kûnet içinde beklerken bugün işba­
şında bulunanların her hareketini de
büyük bir dikkatle takip ediyor, hat
ta onlara örnek oluyordu. İki parti
gençlik kollarının müşterek beyanna­
mesi karışık siyasî hayatımızda bir
ışık alâmeti görmüştü ve müfrit poli­
tikacıların hem ibret almaları, hem
tutumlarını değiştirmeleri lâzımdı.
Zaten siyasi partilerin içinde bu gibi
kimselerin yıldızının kararmaya baş­
ladığının delili, Boyacıgillerin akibetiydi. Aynı istikametin başkalarını da
aynı akibete götüreceğinden zerrece
şüphe yoktu.
Gençlerin vazifelerini
şuur içinde müdrik bulunduklarım
hissettirmeleri, bu haftanın başında
pek çok kimsenin yüreğine huzur ge­
tirmişti.
N
Üniversiteli gençler İnönü'yü uğurluyorlar
"Eski askerler asla
B
a
yı daha ihtiyatlı bulmuş olmalıydılarOrada, kelimenin tam manasıyla gö­
rülmemiş tezahürat yapılmıştı ve bu
tezahürat elbette ki resmi tezkereler­
le tertiplenmemişti. Salona girişinde
Muhalefet liderini var kuvvetlerile
alkışlayan gençler, toplantı bittiğinde
onu otomobiline kadar öylesine teşyi
etmişlerdi ki radyolarımızın spikerleri
bunu görselerdi ve radyolarımızdan
böyle havadislerin de verilmesi âdet
bulunsaydı kullanacak kelime bula­
mazlardı. Talebeler otomobili bir kaç
defa havaya kaldırmışlar ve Üniver­
sitelerinin bahçe kapısına kadar İs­
met İnönü lehinde muazzam tezahü­
ratta bulunmuşlardı. Muhalefet- lide­
ri, gençler tarafından sarılmış ve teş­
yi olunmuştu.
pe
cy
ğin bile tohumlarını ekiyordu. Ama
anlaşılıyordu ki gençler, kendilerini
bu ümidsizliğe kaptırmamışlardı ve
herkes elinden geleni yaptığı, herkes
elinden geleni yapanı desteklediği
takdirde zaferin kimde kalacağını bi­
liyorlardı. Bunun da misalleri, ortada
değil miydi? Yalnız, iş bilhassa mü­
nevverlerin vazifeleri başında meta­
netle dayanmalarında, ne kaba kuv­
vet karşısında yılmak, ne kötü örnek­
lere bakıp onlara kapılmak suretile
mücadeleyi terketmemelerindeydi.
İstanbul Üniversitesinde
u haftanın ortasında ise, talebe İs­
tanbul Hukuk Fakültesinde Ragıp
Sarıcayı alkışlıyordu. Ragıp Sarıca.
İdare Hukukunun ilk dersine üzerin­
de profesör kisvesi bulunmaksızın gir
mişti. Halbuki ilk derslere hocaların
kisveyle girmeleri İstanbul Üniversi­
tesinde âdetti. Ragıp Sarıca, üzerinde
Üniversite kisvesinin bulunmamasını
şöyle izah etti:
"— Yeni
okumaya
başladığımız
ders siyasî ve fikri hukukla ilgilidir.
Memlekette bugün basının fikri hür­
riyeti ve bilhassa Üniversitenin du­
rumu ortadadır. Bu yüzden profesör­
lerin şeref kisvesi olan cübbeyi giy­
memeyi tercih ediyorum".
Talebe bu sözleri çılgınca alkışladı.
Alkışlar herhalde basın hürriyeti ve
İniversite muhtariyetinin bugünkü
durumunun tasvibi manasını taşı­
maktan hayli uzaktı.
Gençler birkaç gün evvel de İstanbul
da, Muhalefet lideri İsmet İnönüyü
Ankaradakinden de coşkun şekilde
alkışlamışlardı. İsmet İnönü Teknik
Üniversite rektörünün davetine ica­
bet etmiş ve açılış merasimine git­
mişti. -İstanbul ve Ankara Üniversi­
teleri rektörleri kendisini çağırmamaAKİS, 10 KASIM 1956
ölmezler"
Alkışlanan kimdi ? Eski bir kuman­
dan, millî kahramanlarımızdan biri,
ömrü memleket hizmetinde geçmiş
bir devlet adamı, bugün Muhalefette
bulunan bir politikacı? Elbette ki
bunların her birinin o alkış seslerinde
hissesi vardı. Ama gençlerin büyük
tezahüratına muhatap olan adam,
yetmiş yaşının üstünde bulunduğu
halde hemen herkese misal olacak
bir iman, cesaret ve metanetle mille­
tini insan gibi yaşamanın tek yolu o­
lan Demokrasi istikametinde ilerlet­
meye, hürriyetin hiç bir başka nimet­
le ölçülemeyeceğini ispat etmeye, on
bir sene evvel elile -ve bütün Türkle­
rin hakiki arzularına tercüman ola­
rak- açtığı bir devri kapatmamaya ça
lışan adamdı. İsmet İnönü her şeyden
fazla o sıfatı dolayısıyla gençliğin
sevgi gösterisine hak kazanıyordu. İk
tidar, Muhalefet; Demokrat Parti,
Halk Partisi.. Bunların hepsi ikinci
planda kalıyordu. Nitekim bundan
bir yıl evvel de aynı gençlik, eş isti-
Turhan Feyzioğlu
Profesör
dediğin..,.
7
DÜNYADA
OLUP
BİTENLER
Macar milliyetçileri Budapeşte sokaklarında
Yüzlerine
İnsanca Ölenler
O
mayiş arzulamadığım bildirmişti. Ama bütün peyk memleketlerde libera­
lizme doğru bir gidiş vardı ve Gero
da Belgradda Mareşal Tito ile bu hu­
susu görüşmüştü. Budapeştede de
böyle bir adımın atılması, supap ye­
rine geçebilirdi.
cy
a
Macaristan
bakınız... Hepsi genç!
Talebeler toplu halde, fakat sessiz­
ce Polonyalılara karşı duydukları
muhabbeti Polonya elçiliğinin önünde
izhar ettiler. Sonra, aralarından bir
grup Petofi meydanına gidilmesini tek
lif etti. Sandor Petofi, Macarların
1848'de Habsburg'lara karşı ayaklan­
maları sırasında kütleleri şiirlerile
harekete getiren şairdi ve memleketin
milli kahramanıydı. Şehrin bir meyda
nı onun adını taşıyordu ve meydanın
ortasında Macarların 1848 ayaklanma
sına yardım eden Polonya generali
Jozef Bern'in heykeli vardı. Talebe­
lerden biri, yüksek sesle Petofi'don
bir mısra okudu: "And içeriz ki asla
esir olmayacağız". Bu mısra, ortalığı
ateşlendirmeye yetti. Birden pardesüler çıktı; yakalarda kırmızı - beyaz yeşil rozetler vardı'; kırmızı, beyaz,
yeşil giyinmiş genç kızlar bir araya
geldiler. Aynı anda ellerde Macar
bayrakları yükseldi. Bu Macar bay­
raklarında harpten sonra konmuş olan kızıl yıldız değil, 1848 kahramanı
Kossuth'un arması vardı. Gençler onar kişilik sıralar halinde Tunanın
geniş rıhtımlarından Petofi meydânı­
na doğru ilerlemeye başladılar.
pe
puslu ekim günü, sabahleyin erken yatağından kalkanlar, bir ih­
tilalin başlayacağını hatırlarına bile
getirmiyorlardı. Hiç kimsede böyle
bir niyet yoktu. Gerçi günlerden beri
bütün Macaristanda ve bilhassa Buda
peştenin münevver muhitlerinde he­
yecan hüküm sürüyordu. Ama bu,
komşu Polonyada cereyan, eden ha­
diselere karşı Macarların duydukları
büyük alâkanın neticesiydi. Polonya­
lılar ve Macarlar kendilerini kardeş
sayıyorlardı. Bütün tarih boyunca iki
komşu hiç bir zaman muharebe et­
memişti. Buna mukabil dertli zaman­
larında birbirlerinin yarasını sarmışlardı. İkinci Dünya Harbinin başında
Polonya felâkete uğradığında hemen
her Macar ailesinin yanına bir Polon­
yalı aile sığınmıştı. Daha sonra ise iki
millet evvelâ Alman, sonra Rus zul­
mü altında kader beraberliği yapmış­
tı. Bu bakımdan komşu memllekette
başlayan hareketin Macaristanda alâka uyandırmaması imkânsızdı. Ama bir ihtilâl!. Hayır. O puslu ekim
günü bunu hiç kimse, hakikaten tasarlamamıştı.
Budapeşte üniversitesinin talebeleri
Polonyalılara karşı besledikleri iyi
nişleri ifade için şehirdeki Polonya
elçiliğinin önüne gidip sessizce top­
lanmak müsaadesi almışlardı. Komü­
nist partinin merkez komitesi de bu­
tlu tasvip etmişti. O gün partinin bi­
rinci sekreteri Erno Gero Yugoslavyadan dönecekti. Gero, siyasî bir nü-
Heyecan bütün şehre yayılmıştı.
Her semtten kalabalık gruplar kırmızı-beyaz-yeşil renkleri taşıyarak nehir kıyısına akıyordu.
Ağızlarda
Fransız millî marşı Marseillaise ve
Kossuth'un marşı vardı. Budapeşte
sanki bir karnaval günü yaşıyordu.
Halk coşkundu, ama isyan veya ihti­
lâl hatırda yoktu. Biraz sonra Polon­
yalı generalin heykelinin altına 200
bin kişi toplanmıştı. Bu sırada Ma­
car Muharrirler Birliğini temsilen Pe­
ter Veres adlı bir şair Jozef Bern'in
ayakları dibine geldi ve bir beyanna­
me okudu. Beyannamede söz ve basın
hürriyeti isteniyor, yeni bir hüküme­
tin kurulması, siyasî mahkûmların
serbest bırakılması, Sovyet birlikleri­
nin Macar topraklarını terki talep ediliyordu. Beyanname görülmemiş te­
zahüratla karşılandı; halk Rusların
Macar uranyomunu ne yaptığını so­
ruyor. "Ruslar defolun" diye bağırı­
yor. "Hürriyet istiyoruz" sesleri yükseliyordu. Heykel Macar bayrağıyla
süslendi, Macar milli marşı heyecan
içinde söylendi.
Kalabalık gittikçe artıyordu. Tale­
belere işçiler ve askerler de katılmış­
tı. Bin kadar Macar subayı nümayiş­
çilerin arasındaydı. Coşkunluk son
haddine gelmişti. Hep birlikte başka
bir meydana gidilmesi teklif edildi.
Bu meydanda vaktile meşhur Regnum Marianum kilisesi vardı; harpte
yıkılmış, Ruslar geldiğinde enkazı kal
dırmış, yerine Jozef Stalinin bronz­
dan muazzam bir heykelini dikmiş­
lerdi. Kalabalık Stalin bulvarını taki­
ben o meydana geldi. Talebeler mer­
mer basamakları tırmandılar ve hey­
keli devirmeye çalıştılar. F a k a t Sta­
lin mukavemet etti. Bunun üzerine
işçiler kollan sıvadılar. Heykele çe­
lik halatlar takıldı ve halatlara ası­
lındı. Biraz sonra ölü diktatör yerAKİS, 10 KASIM 1956
DÜNYADA OLUP BİTENLER
"biz nümayişe mani olmaya değil,
ona katılmaya geldik" dedi. Halk
"ordu bizimle beraber" diye bağırı­
yordu. Gelen askerler getirdikleri si­
lâhları dağıttılar. Hemen o gece so­
kaklarda manialar kuruldu. Macar
ihtilâli başlamıştı.
Sovyetlerle çarpışma
ovyetler Polonya hadiseleri üzeri­
ne Karpat hududuna asker yığmış­
lardı. Varşova, paktı mucibince mem­
leketin içinde de Mareşal Malinovskinin kumandasında beş Rus tümeni
vardı. Mareşal Malinovski İkinci Dün
ya Harbi sırasında Volgadan Viyanaya kadar bütün Güney Avrupayı süpürmüştü. Sovyet kuvvetlerine 50 ilâ
70 bin kişilik A.V.H. da yardım ede­
cekti. Buna mukabil Macar ordusunun
15 tümeni vardı. Macar kumandan­
ların asilerin yanında vaziyet alması,
şartlan değiştirdi. İki gün sonra Mos-
S
İmre Nagy
adam
cy
deydi. Halk heykele hücum etti ve
paraladı.. Bu, ilk şiddet hareketi ol­
du. Onu, binaların üzerindeki kızıl
yıldızların sökülüp atılması takip et­
ti. Talebeler, hazırlanmış olan beyan­
nameleri dağıtıyorlardı. Her şeye
rağmen, ortalığa sükûnet Hakimdi ve
karnaval havası henüz kaybolmamış-
a
İstenilen
tı.
Radyoevi macerası
u sırada komünist diktatör Gero
Budapeşteye dökmüştü. Derhal
radyonun basma geçti ve nümayişi
takbih etti. Halkın hürriyet istemesi,
reaksiyonerlerin tahrikiydi. Haber
duyulur duyulmaz sokaklarda "Kah­
rolsun Gero" sesleri işitildi, onları
"Nagy'yi istiyoruz" talepleri takip
etti. Bir kadın, "Hakikati dünyaya
anlatalım" diye bağırdı. Bunun üze­
rine talebelerden ve işçilerden bir he­
yet teşkil edildi ve radyoevine gönde­
rildi. Heyet, Petofi meydanında oku­
nan beyannamenin radyodan tekrarı­
nı istiyordu. Fakat heyetin azalarını
A.V.H. diye bilinen siyasî polis tev­
kif etti. Macaristanda hiç kimse doğ­
rudan doğruya komünistlerin hizme­
tinde olan A.V.H. nın mensupları ka­
dar nefret celbetmiyordu. Heyetin
tevkifi üzerine halk binaya zorla gir­
mek istedi, fakat polis ateş açtı. Ö­
lenler ve yaralananlar vardı. İlk kan
akmıştı. Talebeler radyoevinin üst
katlarına tırmandılar. Bu sırada bir
kadın cesedi, kırmızı-beyaz-yeşil renk
lere sarılmış caddelerde dolaştırılı­
yordu.
Vakit gece yarışını bulmuştu. Hü­
kümet radyoevi sahasına asker şev­
ketti. Birlikler kamyonlarla geldiler.
Yedi tane de ağır tank vardı. Bunlar
Macar kuvvetleriydi. Askerler derhal,
talebeler ve işçilerle sarmaş dolaş ol­
dular. Tanklara kumanda eden subay
liydi.
O zaman, çok kanlı bir sokak mu­
harebesi başladı.
Parlâmentonun önünde
çarpışma Neo-Gotik tarzdaki
İ lkParlâmentonun
önünde oldu. Burayı
Sovyet tankları tutmuştu. Halk Başba
kan Nagy'ye bütün Sovyet kuvvetleri­
nin çekilmesini talep eden bir istifla
sunmak üzere Parlâmentoya geldi­
ğinde bütün Tuna boyunu ve meyda­
nı Sovyet tanklarının işgal ettiğini
gördü. Kalabalık derhal bu tankların
etrafını sardı. Genç Rus askerleri korku içindekiler, asapları tamamile
bozulmuştu. Halkın daha da çoğaldı­
ğım görünce sivillerin üzerine ateş
açtılar, yüzlerce ölü ve yaralı bir
anda meydanı doldurdu. Bu sırada
tanklar harekete de geçmişlerdi ve
önlerine geleni çiğniyorlardı Bu bir
katliamdı. Bütün Budapeşte halkı
bir anda ayaklandı. Artık ihtilâl hiç
kimsenin kontrolü altında değildi,
kütle şuuru her şeyin üstüne çıkmış­
tı.
Halk evvelâ Peştedeki siyasî polis
karargâhını bastı. Polisler mukave­
met ediyorlardı. Talebelerin ellerinde
ordudan aldıkları hafif makineli tü­
fekler, tabancalar vardı. Bir kısmı
"Molotof kokteyli" adı verilen el
bombalarını içki şişelerinin içine dinamit koymak suretile bizzat imal
etmişti. Karargâha bunlar atıldı. Dı-
pe
B
lerken 80 rus tankı Budapeşte sokak­
larına girmişti. Hükümet bütün Ma­
caristanda Örfi İdare ilân etmiş, Budapeştede sokağa çıkma yasağı koy­
muştu. F a k a t halk, Sovyet kuvvetleri
çekilmeden evine dönmeyeceğini bil­
dirdi. Radyo "Sovyet askerleri Var­
şova paktı gereğince memleketimizdedir, isyan bastırılınca çekilecekler­
dir" dedi. Teklif kabul olunmadı. Ev­
velâ müstevli, Macaristanı terketme-
AKİS, 10 KASIM 1956
Janos Kadar
Hıyanet!
kovadan Mikoyan ile Suslof gelecek­
ler, Gero'yu uzaklaştırıp yerine Nagy
ile Kadar'ı getireceklerdi. Nagy vak­
tile başbakanlık yapmış olan, fakat
partinin tarım politikasına karşı gel­
miş ve hükümetten uzaklaştırılmış
bir komünistti. Kadar ise, Rusların emin adamıydı ve Macar komünist
partisinin basıydı.
Bunlar olup biterken Sovyet kuv­
vetlerine Macar milliyetçilerinin ha­
reketini bastırmak emri de verilmişti.
Ruslar bir yandan halkın arzusuna
boyun eğer görünürken, diğer taraf­
tan da ihtilâlin gelişmesine mani ol­
mak istiyorlardı. Budapeşte radyosu
isyanın çıktığının ertesi günü talebe­
lerin ve işçilerin arzularının yerine
getirildiğini bildiriyor, Gero'nun kovulduğunu haber veriyor, silâhların
teslim edilmesini istiyordu. Ayaklan­
ma muvaffak olmuştu; bundan son­
rası haydutluktu. Radyo bunları söy­
Ernoe Gero
Defol!
9
DÜNYADA OLUP BİTENLER
mik ve politik reformlar yapılmasını
veya Varşova paktının ilgasını değil,
aynı zamanda Sovyet kuvvetlerinin
Macaristanı terketmelerini ve rejimin
değişmesini de istiyorlar ve bu istek­
leri gerçekleşmedikçe silâhı elden bı­
rakmaya taraftar görünmüyorlardı.
Nagy, kolay kolay silâhı elden bı­
rakmaya yanaşmayacağım anladığı
bu grubu tatmin etmek için yaptığı
bir radyo konuşmasında, Sovyet kuv­
vetlerinin Macaristandan çekileceği
ve gizli polis teşkilatının da kaldırıla­
cağı hakkında söz vermek zorunu
duydu. Ancak Sovyet kuvvetlerinin
çekilmesi için gerekli şart, asilerin
silâhlarını
bırakmalarıydı. Asilerin
elinde bulunan Gyoer radyosunun bu
şarta verdiği cevap ise şu oldu: "Silâhlarınızı bırakmayınız, zira komü­
nistlerin sözüne güven olmaz".
Nagy hükümetinin vaadlerine rağ­
men Rusların memleketi terke yanaşmamaları hatta sınırlara yeni
Tildy'nin mesajlarını yayınladı. Onla­
rı takiben bizzat Kadar konuştu.
Halkın arzulan kabul edilmişti. Bü­
tün siyasi partilerin faaliyetine mü­
saade olunmuştu ve hükümete ihti­
lâlcilerin temsilcileri alınmıştı. Mem­
leketin batı kısmı milliyetçilerin elin­
deydi. Silâhlar artık bırakılmalıydı.
Komünist parti öteki partilerden
farklı olmayacaktı. İnsan hakları ia­
de edilecek, hürriyetler teminat altı­
na alınacaktı.
Hakikaten memleketin batısında,
Magyarovar'da bir İhtilâl Komitesi
kurulmuştu. Milliyetçiler başkentten
Avusturya hududuna kadar bir saha­
ya hakim olmuşlar ve böylece o nok­
tadan Demirperdeyi delmişlerdi. Mü­
cadelenin devam ettiği sekiz gün içinde türlü rivayetler çıkmıştı. Bun­
lardan biri Rus kuvvetlerinin, asayişi
temin etmek için bizzat Nagy tara­
fından davet edildiğiydi. F a k a t Nagy
cy
a
şarı çıkan A.V.R. mensupları yakala­
nıyor ve ya ağaçlara, ya lâmba direk­
lerine asılıyordu. Macarlar komünist
diktatörlüğüne uşaklık eden hemcins­
lerinden ıstırap dolu on senenin inti­
kamını alıyorlardı. Cumhuriyet mey­
danındaki karargâh yakıldıktan son­
ra kalabalık Buda tarafına geçti ve
Komünist partisinin merkezini aynı
akibete uğrattı. Onu komünist kitap­
lar satan dükkânlar takip etti.
Bu sırada bilhassa genç Macar ço­
cukları Sovyet tanklarına karşı amansız bir mücadele açmışlardı. Bun­
ların ekserisinin yaşı 10 ilâ 15 idi.
Birer kedi çevikliği ile tankların üze­
rine sıçrıyor, ellerindeki tabancaları
kuleden içeri boşaltıyor, böylece tan­
kın mürettebatını öldürerek makine­
yi hareketsiz bırakıyorlardı. Çocuk­
lara silâh kullanmayı bizzat komü­
nistler öğretmişlerdi. Senelerden beri
mekteplerde gençlere bu dersler ve­
riliyordu. Şimdi ise, silâhlar kendile­
rine çevrilmişti. İsyan sadece rus aleyhtan değildi. Bu aynı zamanda
komünizmin, diktatörlüğün de ifla­
sıydı. Çarpışanların en büyük kısmı
15 ilâ 25 yaş arası talebelerdi. İçle­
rinde kızlar da vardı. Gözlerini ko­
münizmle açmışlar, komünist terbi­
yesi görmüşlerdi. Ama işte, vakti sa­
ati geldiğinde hepsi hürriyetlerinin
müdafii kesilmişlerdi.
Budapeşte sokaklarında kan, sel
gibi akıyordu. F a k a t milliyetçiler
muvaffak olmuşlardı. O korkunç A.
V.H. ihtilâli başta idare eden Macar
Muharrirler Birliğine müracaat ede­
rek W) bin kadar mensubunun korun­
masını istedi. Zira halk hâlâ, nerede
bir siyasî polis görse, bacağından fe­
nerlere, ağaçlara asıyordu. A.V.H.
teslim olmaya hazır bulunduğunu bil­
dirdi.
B
10
pe
Muhtelif unsurlar
ir kaç gün sonra durum karma­
karışık bir hal aldı. Çarpışmala­
rın sonu gelmemiş, içine komünist
olmayan elemanları da alan yeni bir
kabinenin kurulması ayaklananları
yatıştırmaya yetmemişti. Muhtelif
belirtilerden anlaşıldığına göre, ayak­
lananlar arasında da bir görüş birliği
yoktu. Bunları başlıca üç grup altın­
da toplamak mümkündü. Birinci grup
ta ekonomik, sosyal ve politik re­
formlar isteyenler, işçiler yer alıyor­
du. Bu işçiler Nagy ve kabinesini des­
teklemekte, fakat demokrasi yolunda
daha ileri gidilmesini de talep etmek­
teydiler. İkinci grup, ordu içindeki
asilerdi. Bu grubun mensupları da
Nagy taraftarıydılar ve kendilerini,
ekonomik, sosyal ve politik reform­
lardan çok millî bağımsızlık ilgilendi­
riyordu. Gene aynı grup mensupları
Varşova paktının ilgasına da taraftar
bulunuyorlardı. Üçüncü grubu ise
memleketin muhtelif köşelerinde ayak
lanan komünizm aleyhtarı gerçek ih­
tilâlciler teşkil ediyordu. Yeni hükü­
mete en büyük güçlüğü çıkaranlar,
da, işte bu üçüncü grubun mensupla­
rıydı. Bunlar sadece sosyali ekono-
Milliyetçi kontrolü altına giren yerler
Yel üfürdü, su götürdü
kuvvetler yığmaları üzerine, Macar
Hava Kuvvetteri. ihtilâlcilere katıla­
rak Ruslara ültimatom verdi. Bundan
paniğe kapılan Nagy hükümeti ise,
ihtilâlcilerin Rus kuvvetleri üzerine
saldırmalarını önlemek
gayretiyle,
yeni tavizlere başvurmak zorunda
kaldı. Nagy hükümetinin bu tavizle­
ri sonunda Macaristandaki komünist
devlet şekli sona eriyor, Küçük Em­
lâk Sahihleri ile Sosyal Demokrat
Partileri yeniden kuruluyor, Komü­
nist Partisinin organı olan Szabad
Nep gazetesi neşriyatını tatil ediyor­
du.
Çarpışmalar tam sekiz gün devam
etti. Milliyetçiler şehrin ortasındaki
Maria Tereza kışlasını zapta çalı­
şıyorlardı ki Budapeşte radyosu Baş­
bakan Nagy'nin ve kabineye alınmış
olan eski Devlet başkam Zalton
bunu tekzip etti. Rusları çağıran Gero idi. Gero ise tevkif olunmuştu.
İhtilâlcilerin yanında yer alan
Nagy hükümeti Macaristanın Birleş­
miş Milletlerdeki delegesini lifletti
Macaristan Varşova paktından çıkı­
yor, Avusturya gibi tarafsızlığım ilân
ediyor ve bu durumun Birleşmiş Mil­
letler tarafından teminat altına alın­
masını istiyordu. Bu arada, komünist
ler tarafından hapsedilmiş olan Kar­
dinal Mindszenty serbest bırakılmıştı.
Kardinal bir basın toplantısında,
memleketinin istikbaline güvendiğini
bildirdi. Macaristanın üzerinden kâ­
bus kalkmışa benziyordu. Sovyetler
kuvvetlerini çekiyorlardı. İki hükü­
met arasında müzakerelerin başlama­
sına intizar ediliyordu. Geçen hafta­
nın ortasında Macaristanda esen, bir
bayram havasıydı. Kanlı çarpışma­
lar unutulmuştu, sis dağıtılmıştı. .
AKİS, 10 KASIM 1956
DÜNYADA OLUP BİTENLER
İşte komünizm!
u fırsattan istifadeyle halk, ko­
münizmin ne olduğunu bütün dün­
yaya ilân ediyordu. Geçen haftanın
sonunda cumartesi günü Gyor'daki
milliyetçiler basın mensuplarını davet
ettiler. Yabancı gazetecilere, bir dik­
tatörlük rejiminin ne olduğunu gös­
tereceklerdi. Onları şehrin en modern
binalarından birine götürdüler. Bura­
sı A.V.H. karargâhıydı. Merdivenler­
den indirdiler, kalorifer dairesinin
arkasına soktular. Bir oda vardı. Kü­
çük bir oda.. Duvarları, isle kaplıydı.
İkinci Dünya Savaşında harp muha­
birliği yapmış olan muhabirler, nere­
de olduklarım derhal anladılar. Bura­
sı, bir fırındı. İnsanların yok edildiği
bir fırın.. Milliyetçiler izah ettiler:
Polisin işkencesine dayanamayıp ölenler burada yok ediliyordu.
Mahzende tabutluklar da varlı.
Bedbaht sanıklar, yakılmadan önce
oralarda ıstırap çekiyorlardı. Binada
muazzam bir de telefon santrali mev­
cuttu. Bu aletler sayesinde Batı Macaristandaki bütün telefon muhave­
releri dinlenebiliyordu. Tertibat o ka­
dar mükemmeldi ki aynı anda yirmi
muhavereyi bile tele almak müm­
kündü.
Fakat milliyetçilerin gösterdikleri
bundan ibaret kalmadı. "Geceyi gün­
düze katarak Macar milleti için ça­
lıştıkları" devletin resmi radyoları,
gazeteleri tarafından ilân edilen dik­
tatörlerin ve hempalarının nasıl bir
hayat sürdükleri bu vesileyle ortaya
çıktı. Milliyetçilerin eline geçen ba­
tı bölgesi, komünist liderlere tahsis
edilen villalarla doluydu. Bu villala­
rın, yüzme havuzları dahi vardı. Vil­
lalar, ihtilâl patlak verdiğinde lider­
lerin palaspandıras kaçtıklarını gös­
teriyordu. Halk, sadece Rakosinin
villasına girdi ve yağma etti. Komü­
nist lider bütün kâğıtlarım olduğu gi­
bi bırakmıştı. Kâğıtlardan anlaşıldı­
ğına göre, resmen aldığı maaş resmi
kurdan 1 milyon 200 bin franktı. Bu,
40 bin flören ediyordu. Villa, son de­
rece muhteşemdi. Böylece Diktatör
faşist Peron ile Diktatör Komünist
Rakosi'nin dünyadaki bütün diktatör­
ler gibi ehlikeyf oldukları meydana
çıkıyordu. Franko da öyleydi., Tito
da öyleydi, Soekarno da öyle.. Dik­
tatörler, dünyada ayrı bir sınıf teşkil
etmeliydiler.
B
KARDİNAL
MİNDSZENTY
949 şubatında soluk yüzlü, göz­
1hiplerinin
altı çürük, bitkin bir ra­
komünistlerin elinde oyuncak
pe
cy
a
olan bir halk mahkemesinin kar­
şısında beş gün müddetle ayakta
durmaya çalıştı. Kendisini sorguya
çekenlerin işi çok kolaydı. Yargıla­
manın beşinci günü Romen Katolik
Kilisesinin başında bulunan Kardi­
nal Joseph Mindszenty müebbet
hapse mahkûm edildi, Bu adamın
suçu vatana ihanet, kanunlara
karşı gelmek ve memleketin yük­
sek menfaatlerine aykırı hareket
etmekti.
New York Başpiskoposu Kardi­
nal Spelman bu mahkemeye ait
fotoğrafları
görünce
irkilmişti.
Mindszenty'nin uydurma bir mah­
kemenin kurbanı okluğunu ve hak­
sız yere uzun vadeli bir ölüme
mahkûm edildiğini açıkça ifade et­
ti. Bu Budapeşte yargılaması, ko­
münist âlemde "mizansendi muha­
keme" diye anılan facianın son
perdesiydi. Bazı kaynaklara göre,
yargılama sırasında uyuşturucu
ilâçlar kullanılmıştı.
Bu hadiseden birkaç hafta önce,
hükümetin kendisini tevkif edeceği
anlaşıldığı zaman Kardinal, tebaa­
sını ikaz makamında, bir işkence
neticesinde ağzından alınacak ha­
zır itiraflara inanmamalarını söy­
lemişti.
Bu yargılama faciası 1948 yılı­
nın son günlerinde başlamıştı. İş­
kenceyi yapanlar rahiple yedi gün
uğraşmışlardı. Yirmi dört saatte
iki saat uyumasına izin veriyorlar­
dı.
Sorguya münasip zamanlarda
ara verilerek Kardinal eski "dost­
lar"ı ile görüştürülüyor ve bu söz­
de dostlar vasıtasile ona, Papanın
bile artık kendisiyle ilgilenmediği
intibaı verilmeğe çalışılıyordu. Al­
tı hafta sonunda "zihin temizleme"
işi tamamlanmış ve dram hemen
hemen sona ermiş gibiydi.
F a k a t acaba gerçekten öyle
miydi ? Yoksa muhakeme, işin sa­
dece başlangıcı mıydı?
Kardinal, sıhhati çok bozuk bir
halde hapishaneye gönderildi. Ki­
lisenin bu en yüksek şahsiyeti için
hiç bir imtiyaz tanınmamışa ben­
ziyordu. Duyulduğuna göre birkaç
defa oradan oraya nakledilmişti.
Kardinali yalnız, bir köylü olan
annesinin görmesine izin verili­
yordu. Buna da kadın sırf inat ve
sebatı sayesinde muvaffak olabil-
Dönen talih
akat sevinç uzun sürmedi. Doğu
hududundan gelen haberler endişe
vericiydi. Rus birlikleri tekrar yığı­
nak yapıyorlardı. Nagy Moskovadan
izahat istedi. Moskova artık Nagy'yi
tanımıyordu. Bu sırada Kadar'ın Macaristanda asayişi temin için hükü­
met başkanı sıfatıyla Sovyet kıtala­
rının yardımım resmen talep ettiği
haberi Rus radyoları tarafından dün­
yaya yayınlandı. Kadar Budapeşteden ayrılmış ve doğuda bir kukla hü­
kümet kurmuştu.
Macarlar son bir ümidle batıya
döndüler. Fakat batının bir kısmı bu
F
AKİS, 10 KASIM 1956
inişti. Nitekim 5 yıl içinde oğluna
ancak 12 defa görebildi.
Fakat zamanla yeni bir dramın
perdesi açılmağa başladı. -Macar
halkı arasında huzursuzluk artıyordu. Sorular soruyorlardı. Dua
ediyorlardı. 1955 içinde Kardinal
Mindszenty Pecs'te bir şatoya nak­
ledildi. Çok hasta ve zayıftı. Bu
sırada kendisine bir teklifte bulu­
nuldu. Eğer Komaya gidip orada
kalmağa razı olursa, serbest bıra­
kılacaktı. Kardinal bu teklifi red­
detti. Bunu, yeni bir hapis devresi
ve başka bir teklif takib etti. Bu
yeni teklife göre, vaiz vermemeyi
ve toplulaklarda konuşmamayı ka­
bul ederse serbest bırakılacaktı.
Kardinal bunu da reddetti.
Kardinalin ileri sürdüğü şart­
lar şunlardı: Kilise işleriyle ilgili
olarak muhaberatta bulunmasına,
serbestçe seyahat edebilmesine,
Kilise işlerinde Komadan başka otorite tanımamasına izin verilme­
liydi ve "Barış papazları" denilen
ruhban sınıfı lağvolunmalıydı. Bun
lar, Komünist Hükümeti destek­
leyen bir papazlar grupu idi.
Bundan birkaç hafta önce ise
Kardinal sessizce Peşteye 50 mil
mesafedeki Szomor'a götürülmüş
ve orada tahliye edilmişti. F a k a t
ona rağmen henüz kanunen serbest
bırakılmış sayılmıyordu. Oturduğu
eve ziyaretçilerin
girmesine izin
verilmiyor, fakat alınan haberlere
göre köy içinde dolaşmasına mü­
saade ediliyordu.
22 Ekim günü Gyor'daki bir açık hava toplantısında konuşan
hatipler Kardinalin serbest bırakıl­
masını istediler. Nihayet Kardina­
lin ihtilâl kuvvetleri tarafından
serbest bırakıldığı ilân edildi.
64 yaşında bulunan Kardinal,
Macaristanlı Var bölgesinin bir
köyünde doğmuştu. And soyadı
Pehm Alman adına benzediğinden,
kendisi de tamamile Macar sayıl­
mak istediğinden, bu adı bıraka­
rak Mindszenty adını almıştı. Bu
ad, doğduğu köyün adından, Csehimindszent'ten geliyordu.
Macar halkının yüzde 6 0 - 7 0 ka­
darının Katolik olduğu söylenir.
Müşahitlerin bildirdiğine göre, ki­
liseye gidenlerin sayısı hiç bir za­
man, son yıllardaki kadar yüksek
olmamıştır.
İşte, ihtilâlin son günü Ameri­
kan elçiliğine sığınan adam budur.
DÜNYADA OLUP BİTENLER.
sırada, fırsat fırsattır deyip Orta Do­
ğuda bir başka küçük memleketi, Mısırı kuvvet kullanarak istilâ etmekle
meşguldü. Bir diğer kısmının ise
yapacak, teselliden başka şeyi yok­
tu. Ama kahraman Macar milleti
hürriyetsiz yaşamaya devam etmektense hürriyet için ölmeye hazırdı.
Pazar günü sabahleyin bin Rus tankı­
nın Budapeşteyi sardığı Macar rad­
yosu tarafından dünyaya ilân edildi.
Saat dörttü. Bir buçuk saat sonra
İmre Nagy'nin sesi duyuldu. Batıdan
yardım istiyordu. Bir milletin boğaz­
lanmasına nasıl müsaade edilebilirdi ?
Bu sırada halk Amerikan elçiliğinin
etrafını sarmış ve "yardım" diye bağırışıyordu. Kardinal Mindszenty elçili­
ğe sığındı. Şehrin banliyösünde çocu­
ğundan ihtiyarına, kadınından erkeği­
ne binlerce Macar çok üstün Rus kuv­
vetlerine karşı koymaya çalışıyordu.
Bu, kelimenin tam manasıyla bir katli
amdı. Sovyet tankları önlerine geleni
çiğneyip, son süratle şehrin merkezine ilerliyordu. Buna rağmen, bilhassa
küçük çocukların görülmemiş kahra manlığı sayesinde bir çok Rus askeri
öldürüldü, bir çok tank tahrip edildi.
Macar kuvvetleri daha evvel boyun
eğmeye mecbur kalmışlardı.
Süveyş
Mütecaviz demokrasiler
u haftanın
B Londradaki
başında pazar gecesi,
meşhur
Trafalgar
pe
cy
a
Saat 8'i tam 12 geçe Budapeşteradyosu Macar Muharrirler Birliğinin
dünyaya mesajını okudu. Mesajda
"yardım ediniz, yardım ediniz, yardım ediniz" deniliyordu. Bu, hür bir
sesin Budapeşte radyosundan son hi­
tabı oldu ve ses kesildi. Sovyet kuv­
vetleri Parlamento binasında Başba­
kan Nagy ile arkadaşlarım yakala­
mışlar ve tevkif etmişlerdi. Kadar,
Rus tanklarının himayesinde başken­
te geldi ve yeni bir hükümet progra­
mını radyodan millete bildirdi. Halkın
işine dönmesi isteniliyordu. Ayaklan­
ma faşist ve reaksiyonerlerin eseriydi. Fakat ihtilâlin -yani komünist ih­
tilâlinin- prensipleri muhafaza edile­
cekti. Macaristan sosyalizmden ay­
rılmayacaktı. Rus birlikleri memleket
içinde asayişi kurmak için Macaristanda kalacaktı. Nagy'nin Birleşmiş
Milletlere yaptığı müracaat hüküm­
süzdü. Macaristan Varşova paktında
musirdi. İhtilâl -komünist ihtilâli düşmanları ezilmişlerdi. Bu, halkın
bilhassa kırtasiyeciliğe
karşı ayak­
lanmasından ibaretti, fakat emper­
yalist
ajanları fırsattan istifadeye
kalkışmışlardı. Budapeşte radyosu
yeniden meşhur komünist laflarını
tekrara başlamıştı. Macar halkı ezil­
miş olmanın ıstırabı içinde yaralarını
sarmaya çalışacaktı. Yalnız macarların değil, bütün dünyanın kalbi kan
ağlıyordu.
lerini okuyan Gyor radyosu susmuş­
tu. Bir kısım mülteciler Avusturyaya
sığınmışlardı. Dünyanın her tarafın­
dan Kızılhaç vasıtasıyla Macaristana
yardım geliyordu.
Ama Macarların istediği yardım bu
değildi. Onların bekledikleri yardım
gelmemiş, insanlık bu kahraman mil­
leti kaderile başbaşa bırakmak zorun­
da kalmıştı. Macaristan yaralıydı,
Macaristan ıstırap içindeydi. Ne var
ki bu haftanın ortasında Budapeşte
sokaklarında dolaşanlar karşılaştık­
ları insanların gözünde pişmanlığı
veya korkuyu boşuna aramamalıydı­
lar. O gözlerde biraz daha fazla hınç
ve biraz daha fazla hürriyet aşkı his­
sediliyordu.
Budapeşte sokakları yeni bir harp­
ten çıkılmış gibi gene delik deşikti.
Binaların üzerinde mermi ve şarap­
nel izleri seziliyordu. Rus topları,
mukavemeti kırmak için şehri insaf­
sızca dövmüşlerdi. Tanklar başkenti
ele geçirdikten sonra Avusturya hu­
dudu istikametinde gitmişlerdi. Bu
haftanın başında oradaki İhtilâl ko­
mitesinden de eser kalmamıştı. Bir
zamanlar milliyetçilerin zafer tebliğ-
12
Sir Anthony Eden
İhtiyarlayan
politikacı
meydanı mutaddan bambaşka bir
manzaraya sahipti. Tepesinde Amiral
Nelsonun heykeli bulunan upuzun
sütunun altı, küçük çapta bir mahşe­
ri andırıyordu. Âbidenin etrafındaki
aslanların dahi, Üzeri insanla dolmuş­
tu. Dünyanın en zengin müzelerinden
biri olan ve meydana bakan National
Gallery'nin merdivenlerini, insana
sükûnet veren terasını ateşli bir kala­
balık işgal etmişti. Halkın gözü Nel­
sonun, aslanların arasına yazılmış bir
cümlesine takılmıştı: "İngiltere, her
İngilizin vazifesini yapmasını bekli­
yor". O gece Trafalgar meydanını
dolduran 20 bin kişi, İngilterenin bek­
lediği vazifelerini yapmakta oldukla-
rı kanaatindeydi. Bütün gırtlaklardan
tek bir ses çıkıyordu: "Eden çekilme­
lidir". Londra, işsizlerin 1930'daki
gösterisinden bu yana böyle bir nü­
mayişe sahne olmamıştı.
Harp aleyhtarı toplantıyı muhalif
İşçi Partisi tertiplemişti. Kalabalığın
büyük kısmını gençler ve kadınlar
teşkil ediyordu. İşçi Partisi halka hi­
tap etmek üzere en ateşli hatibini,
İngilterenin Sadık Aldoğanı-, Aneurin Bevan'ı seçmişti. Bir zamanlar
fazla hararetli tabiatı yüzünden biz­
zat kendi partisi tarafından iş ba­
şından uzak tutulan politikacı, İşçile­
rin son Büyük Kongresinde Parti
muhasebeciliğine getirilmişti ve Mu­
halefetin Gölge kabinesinde Dış işle­
rini tedvir ediyordu. Amiral Nelsonun
heykelinin altında mevki almış bulu­
nan Aneurin Bevan, heyecanlı halka
şu suali sordu:
"— Biz Mısırdan kuvvetliyi», ama
başkaları da bizden kuvvetlidirler.
Bunlar Londraya bomba yağdırmaya
kalkışsalar, kendilerine ne cevap ve­
rebiliriz?"
İşçi Partisinin sözcüsü, vaziyeti 1zah etti. İngiltere bir harbin fiilen içindeydi. Harp genişlediği takdirde
memleketin bekası son derece büyük
bir tehlikeye girecekti. İç işlerde ol­
duğu gibi dış meselelerde de Muhafa­
zakâr hükümetin başında bulunanlar
birer yalancı olduklarım belli etmiş­
lerdi. Sir Anthony Eden "Birleşmiş
Milletleri takviye için Mısırın işgaline
başlandığı"nı ileri sürmüştü. Bu bü­
tün soyguncuların mazeretiydi. Hır­
sızlar da, içinde bulundukları eve po­
lisi denemek maksadıyla girdiklerim
söylerlerdi. Bevan şöyle devam etti:
"— Eğer Eden fikrinde samimi ise,
-ki samimi olabilir-, başbakanlık ya­
pamayacak kadar budaladır. Eden ya
bir sersem, ya bir hilekârdır. Her iki
halde de kendisini istemiyoruz".
Koca Trafalgar meydanı "Edeni is­
temiyoruz" seslerile çınlıyordu ve ge­
cenin karanlığında bu çığlıklar daha
korkunç akisler yapıyordu. Kalabalık
arasında yer yer meşaleler yakılmış­
tı. Birden, "Downing Street'e yürüye­
lim" sedaları yükseldi. Downing Stre­
et, İngiliz başbakanlarının meşhur 10
numaralı evinin bulunduğu sokaktı
ve Trafalgar meydanının tam altına
isabet ediyordu. Teklif, coşkun alkış­
larla kabul olundu ve bir anda kala­
balık Westminster istikametinde ak­
tı. Downing Street oradaydı.
Polis, İşçi Partisinin mitinginde sa
dece inzibatı temin etmekle ye­
tinmişti. F a k a t Başbakanın evine
doğru yürüyüş başlayınca vaziyet
değişti. Downing Street'in dar ağ­
zını silâhsız emniyet kuvvetleri ve
süvari polisler sarmıştı. Emniyet
kuvvetleri coplarını ellerinde tu­
tuyorlardı ve kolkola girmişlerdi.
Kütleye artık İşçi liderler de ha­
kim değildi. Halk, Edenin evini taş­
lamak istiyordu, nümayişçiler arasın­
da sert çarpışmalar cereyan etti. At­
lar kalabalığın üzerine yürüdü. Bü­
tün ağızlardan hâlâ "Harp istemiyoAKİS, 10 KASIM 1956
DÜNYADA OLUP BİTENLER
Rus notaları
akat Trafalgar meydanında söy­
lenen nutuklardan bir gün sonra,
Bevan'ın kehanetleri bir Rus notası
şeklinde İngiltere, Fransa ve İsrail
başbakanlarına veriliyordu. Notanın
altında bizzat Mareşal Bulganinin im­
zası vardı. Tıpkı Bevan gibi Rus hü­
kümet başkam da Londra hükümeti­
ne soruyordu: Ya, sizden de kuvvetli
devletler sizin Mısıra yaptığınız gibi
size, meselâ güdümlü mermilerle saldırırlarsa? Bunun, üstü pek az kapa­
lı bir tahdit olduğunda zerrece şüphe
yoktu.
Buna rağmen İngilterede Bevan,
düşmanın ağzına sakız olan bir fırsat
yarattı diye, vatana hiyanet suçu ile
mahkemeye verilmedi. İngilterede
hükümeti an şiddetli şekilde tenkid
dahi caizdi. Zira İngilterede herkes,
aksi sabit olmadıkça en az Başbakan
kadar vatansever sayılıyordu.
Zaten Sovyet notasının da kuru sıkı
olduğu, daha ilk bakışta belli olu­
yordu.
1936 Eden'i
tu. fırsattan istifade edilerek yara te­
mizlenmeliydi. Fakat Amerikanın
kuvvet kullanılması taraftarı bulun­
maması Londra ve Parisi frenlemişti.
Ancak anlaşılıyordu ki İngiltere ve
Fransa bu kararlarından tamamile
caymış değillerdi. Yalnız, yeni bir fır­
satın zuhuru lâzımdı. Bu fırsatı ise,
ancak İsrail verebilirdi. İsrail 1948'den beri araplarla harp halindeydi. O
tarihten beri iki taraf arasında hadi­
seler eksik olmuyor. Bu İsrail, pek
pe
cy
F
Anthony Nutting
a
ruz" ve "Eden çekilmelidir" sesleri
yükseliyordu. Vaziyet son derece na­
zikti. Scotland Yard mensupları yir­
mi kişiyi tevkif ettiler. Altı polis, ya­
ralanmıştı. Buna rağmen Downing
Street'in ağzı muhafaza olunabildi.
Emniyet kuvvetleri buna mecburdu­
lar da.. Zira dışarda halk aleyhte
nümayiş yaparken İngiliz Hükümeti
Başbakanın evinde toplantı halindey­
di. Mısıra bir gün sonra başlayacak
olan çıkartmanın son hazırlıkları ve
siyasi vaziyet gözden geçiriliyordu.
Hadiseden bir kaç saat sonra ise
Muhalefet lideri Gaitskell radyodan
İngiliz milletine hitap ediyor ve Edenin, yerini başka bir Muhafazakâr
hükümete bırakmasını istiyordu. İn­
giltere bir tecavüz harbine taraftar
değildi.
Bu sırada Kıbrıstaki İngiliz ve
Fransız kuvvetlerini taşıyan çıkart­
ma gemileri Port Saidin sadece bir
kaç mil açığında bulunuyordu. Nite­
kim şafakla beraber ilk batı demok­
rasisi askerleri havadan küçük Misi­
na topraklarına ayak bastılar. Nil
kıyıları, yetmiş beş senenin sonunda
İngilizler ve Fransızlar tarafından
bir defa daha işgale uğruyordu.
İsrailin önünde
er şey 26 Temmuz ile 29 Ekim arasında Paris, Londra ve Telaviv'de cereyan etmişti. 26 Temmuz günü
Mısırlı diktatör Nasır Beynelmilel
Süveyş Kanalı Kumpanyasını devletleştirmişti. Buna karşı ingiltere ve
bilhassa Fransa birdan ayaklanmıştı.
Zor kullanmak suretile Kahireyi yola
getirmek istiyorlardı. Doğrusu isteni­
lirse hem Londranın, hem Parisin
Nasıra karşı hususi düşmanlığı var­
dı. Kahiredeki arap radyosu Kuzey
Afrikaya yaptığı yayınlarda milli­
yetçileri Fransaya karşı tahrik edi­
yor, Mısır al altından onlara silâh ve
cephane yardımında bulunuyordu. Nâ
sır başını madem ki bir derde sokmuş
H
AKİS, 10 KABIM İ956
Albay Nâsır
Bir palavracı
âlâ, Mısıra karşı yeniden taarru
geçebilir, ve İngilizlerle Fransızlar
"polis vazifesi göreceğiz" diye müd
hale edebilirlerdi. Bunun uzun zama
dan bari Londra ve Patisteki hük
met adamlarının kafalarında oldu
muhakkaktı. Böyle bir vaziyet kar
sında ise, Telaviv'e ancak cesaret
lebilirdi. İsrail Mısırı Sınai bölgesi
den atmak, Kudüsü yahudi idaresi
tında birleştirmek gayesi güdüyor
Madem ki batılılar da Nasırın m u t
ka başını yemek istiyorlardı, o hal
vaziyet müsaitti. 29 Ekim günü İs
ilin doğu hududundan Mısıra ka
taarruz başladı.
İngiltere ve Fransanın. bu ha
ketlerini yaparken gözlerin Orta
rupaya çevrilmiş olduğunu hesa
katmaları muhakkaktı. Polonya
bilhassa Macaristan hadiseleri bir
ci plândaydı. Londra ve Paris, ka
şıklıktan istifadeyle Kahireyle ol
hesaplarını görebilirlerdi.
Mısır kuvvetleri, beklenildiği
hile. İsrail önünde derhal perişan
dular. Çölde tabanlarını kaldırır
kaçıyorlardı. Yahudiler derhal esir
aldılar ve yer yer şehirlere girdil
Kısa bir müddet zarfında Süve
yaklaşmışlardı. Batılıların aradık
fırsat karşılarındaydı.
Kahireye
Telavive derhal nota verildi. Bu.
ültimatomdu.. İki taraftan carpış
lara son verilmesi, kuvvetlerin
veyşten 16 mil beriye çekilmesi,
naldan geçit serbestisini temin
Port Said ve İsmailiyenin İngilizle
Fransızlar tarafından işgaline mü;
ade olunması isteniyor. şartların
bulu için de 12 saat mühlet veriliy
du. Ültimatomu Londrada Eden,
wyn Lloyd, Ouy Mollet ve Cihris
an Pineau müştereken hazırlamış
dt. Bu sırada Kıbrıstaki İngiliz
Fransız kuvvetleri hazır tutuluyor
Böylece Kıbrısa niçin Fransız kuv
ti getirildiği daha iyi anlaşılıyor
Hey şey hesaplı kitaplı bir
hareketi karşısında
bulunulduğu
ortaya koyuyordu. Ültimatomu Ka
re reddetti. Nasır, nota eline ge
geçmez Kahiredeki İngiltere Bü
Elçisini çağırdı ve Mısırın harbede
ğini bildirdi.
Mısır harbedecekti ama, cephed
kuvvetler kaçmaya devam ediyor
dı. Memlekette panik başlamıştı.
fedilen bütün lâflar, bir balon hal
gelmişti. Nâsırın atıp tutmalarım
haber yoktu. Nil kızları ve dans
Samiye Gamalın idaresindeki An
sonlar taburu meydanda görüru
yordu. İsrail ki Mısırın can düş
nıydı. işte taarruza geçmişti. Fal
karşısında hemen hemen hiç muka
met görmüyordu. Mısır birlikler
kadar gürültüyle Batıdan ve Doğu
aldıkları silâhları bırakıp kaçıyor
ya da teslim oluyorlardı. İsrail ka
la gittikçe yaklaşıyordu.
Ültimatomun reddi üzerine İn
liz ve Fransız uçakları Mısırın
bal anmasına başladılar. İddia ol
duğuna göre askeri tesisler bomba
nıyor, uçaklar yerde tahrip olunuy
DÜNYADA OLUP BİTENLER
ki kuvveti ortaya çıkıyor, şantajla
yürütülen bir politika iflâs ediyordu.
Bu aynı zamanda, Arap Birlisinin de
fiyaskosuydu.
Nitekim Salı gecesi Gmt ile 24'de
ateş kesildi. Mısır ve İsrail Birleşmiş
Milletlerin "Ateş kes" kararını kabul
etmişlerdi. Zaten müttefiklerin de is­
tedikleri buydu. Kabadayı Nâsır, şe­
hirleri teslim edecek yerde -madem ki
savaşmıyacaktı- ültimatomu kabul
etseydi; "Kanımızın son damlasına
kadar çarpışacağız" neviinden çöl
arslanı edebiyatı yapmasaydı bugün­
kü neticeye kanal bölgesi Mısır'ın
elinden çıkmaksızın varılabilecekti.
Süveyşte son a s k e r i h a r e k a t
sıyla İngiliz ve Fransızlar Mısıra
paraşütle asker indirdiler. Mısırlılar,
Port Saidin teslimi için derhal, müza­
kereye giriştiler. Harbetmek akılları­
na gelmiyor olmalıydı. Böylece Mısır
blöfü paçavra oluyor, Nasır'ın haki-
pe
cy
du. F a k a t sivil hedeflere de isabetler
vuku buldu ve ölenler oldu. Batı Demokrasileri küçük Mısıra ölüm yağdırıyorlardı. Harekâtın hemen başın­
­a tahrip edilen bir yer, Kahiredeki
Arapların Sesi radyo istasyonu oldu.
Bilhassa Fransızlar, intikamlarını almışlar, Kuzey Afrikayı kendileri aleyhinde tahrik eden yayınları durdurmuşlardı. Sadece bu bile harekâ­
tın hakiki maksadını göstermeye yeter de, aktardı bile...
hedeflerdir
a
Numaralar
Hava hücumları dört gün aralıksız
devam etti. Mısır hava kuvvetleri hemen tam amile yok edilmişti. Diğer
israftan da İsrail kuvvetleri şehirleri,
silâhları ve birlikleri teslim ala ala
ilerliyordu. Bu arada Gazza düştü.
Mısır askerleri hâlâ kaçıyorlardı. Ya­
hudiler Hayfa açıklarında bir Mısır
harp gemisini bile ele geçirdiler. Bu
sırada diğer arap memleketlerinde
heyecanlı nutuklar söyleniyordu. Ama Mısırın fiilen yardımına koşan
yoktu. Arap başkentlerinde, İsrailin,
batılıların hareketi yüzünden kendi­
lini daha iyi koruma şansına malik
bulunduğu ileri sürülüyor, sonra arap
liderler barışçı niyetlerinden bahsedi­
yorlardı. İşin aslında, İsrail karşısın­
da hepsi dehşete düşmüşlerdi. Büyük
büyük lâflar söyleyenler, sıra iş yap­
maya geldiğinde ortadan kaybolmuş­
lardı. F a k a t İsrail, Kudüsü de yahudi
idaresinde birleştirmek emelinden vaz
geçmemişti.
Bu haftanın başında, hava hücumla
rının kâfi tahribatı yaptığı mülahaza-
14
Batılılara karşı tek mukavemet,
gene batıdan geliyordu. Geçen hafta­
nın sonunda Londrada tarif tekerrür
ettti ve İngiliz hükümetinin genç,
kabiliyetli, parlak istikbale namzet,
yakışıklı Devlet Bakanı -Dış işlerini
tedvire memur- Anthony Nutting
Başbakana istifasını verdi. Süveyş
harekâtını tasvip etmiyordu. Bundan
yirmi sene evvel de Londra hüküme­
tinin aynı vasıfları taşıyan bir baka­
nı, Ghamberlain'e aynı şartlar altın­
da istifasını veriyordu. Onun adı,
Anthony Eden idi. Buna mukabil,
bütün arzuları Afrikadaki müstem­
lekelerini muhafaza etmek olan
Fransızlar Guy Mollet hükümetini
Nâsıra karşı tecavüzünde destekli­
yorlardı. Fransız İhtilâlinin prensip­
lerinin unutulmasından bu yana asır­
lar geçmişti.
Hür Mısır hükümeti
M
üttefikler Kahirede bir hükümet
darbesi arzuluyorlardı. Kral Fa­
ruk'un geri gelmesi bahis mevzuu
değildi. Cumhuriyet muhafaza oluna­
caktı. Diktatör Nasır yıkılmalıydı. Ge
çen haftanın sonunda bir Hür Mısır
hükümetinin kurulduğuna dair ha­
berler yayınlandı. F a k a t bunun aslı
yoktu. Nasır kuvvet karşısında bo­
yun eğmeye, büyük lâflar söylemenin
ve atıp tutmanın cezasını çekmeye
hazırlanıyordu.
Müttefikler
Mısır
topraklarında ellerini kollarını salla­
ya sallaya dolaşıyorlardı. Bir kaç gün
içinde İngilizler ve Fransızlar Kanal
bölgesine yeniden yerleştiler. Kendi­
lerini oradan atmak, bu sefer, kolay
olmayacaktı. Mısır yenilmiş, Nâsır
perişan olmuştu. Eden asıl savaşı, sa­
atin ibrelerine karşı vermişti. Eğer
zafer bu kadar süratle kazanılmamış
olsaydı, eğer Mısır biraz mukavemet
gösterebilseydi İngiliz Başbakanının
Nâsır karşısında değil ama Avam
Kamarası karşısında hezimete uğra­
yacağı ve Kahire hükümetinin talihi­
nin değişeceği muhakkaktı.
Birleşmiş Milletler
Hazin bir alay
Samiye Gamal
Göbek atmaya
benzemiyor
iki noktasında, MacarisDünyanın
tanda ve Süveyşte silâhlar konu­
şurken bir başka noktasında, New
York'taki Hanhattan'da bulunan BirAKİS, 10 KASIM 1956
DÜNYADA OLUP BİTENLER
"Sağırlar mühveresi" bu kadarla
kalmadı. Sovyetler Başbakanı Mare
şal Bulganin Eisenhower'e bir mesaj
yolladı. Bu mesajda Süveyşteki İngi
liz, Fransız tecavüzünün durdurulma
sında Amerika ile Rusyanın işbirliği
yapması isteniliyor, büyük bir par
lak lâflar ediliyordu. Eisenhower mukabil bir mesaj gönderdi. Mesajında
Macaristandan bahsediliyordu. Ruslar bu memleketi derhal terketmelile
Macarların kendi mukadderatını ta
yin hakkını tanımalıydılar. Başkala
rının iç işlerine ademi müdahale poli
tikasını Rusyanın terketmiş olması
Eisenhower'i son derece Üzmüştü.
leşmiş Milletler Teşkilâtının Genel
Merkezinde diplomatlar ortaya levha­
ların en hazinini koyuyorlardı. Güven
lik Konseyinde bir adam çıkıyor ve
"istiklâllerine sahip olarak hürriyet içinde yaşamak isteyen insanlara kar­
şı girişilen şen'i tecavüz"ü alenen
takbih ediyordu. Kimdi bu adam ? Sobolef!. Sovyet delegesi.. O Sovyetler
ki Macaristanda cinayetlerin en feci­
sini işlemekten çekinmemişlerdi. Ama görüşülen mesele Süveyş meselesiydi ve Mısırlılar Sobolef için "istik­
lâllerine sahip olarak hürriyet içinde
yaşamak isteyen insanlar" idi.
İki mesele, iki görüş
B
Derken Güvenlik Konseyi Macaris­
tan hadiselerini ele aldı. Amerika, İn­
giltere, Fransa Sovyetlerin harekeketini tel'in ediyordu. Sovyetler Macaristana yeni kuvvet göndermemeli, mevcut birliklerini de çekmeliy­
di. Rusya, kararı veto etti. Meselenin
Genel Kurula havalesi teklif olundu
ve teklif kabul edildi. Aynı şeyler, bu
sefer Genel Kurulda tekrarlandı.
Rusyanın hareketi tasvip olunmadı ve
AKİS, 10 KASIM 1956
Açık tek kapı
ir hal çaresi, sadece Süveyş isim
de görünüyordu. İngiltere ve F r a n
sa kendi kuvvetlerinin verini Birleş
miş Milletlere ait bir polis kuvvetini
almasına prensip itibarile rıza göster
mişlerdi. Şimdi Birleşmiş Milletler
kalan, bu kuvveti biran evvel derlemek ve Orta Doğuya göndermekte
Böylece Süveyş, Birleşmiş Milletle
tarafından işgal edilecekti. Bunu
Kanaldan geçişi milletlerarası kont
rol altına almak manası taşıdığı açıktı. İngilterenin ve Fransanın gayele
rinden birinin de bu olduğu bilindiğin
den maksad kısmen hasıl olacaktı.
Nasır ise prestijinden kaybetmiş sa
yılacak ve darbelerin en büyüğün
böylece yiyecekti
B
Cabot Lodge
İki cami arasında
Güvenlik Konseyince alınması isteni­
len karar sureti, bir temenni olarak
ekseriyet topladı, Ama, Ruslar umursamadılar bile.. Macar Hükümeti ken­
dilerinden yardım istemiş, onlar da
Varşova paktı gereğince yardıma
koşmuşlardı. Cereyan etmiş başkaca
bir hadise yoktu. İşte bu tutum kar­
şısında da İngilizler ve Fransızlar ateş püskürdüler.
pe
cy
irleşmiş Milletlere iki mesele ak­
settirilmişti. Her ikisinde de, esas
itibarile aynı neticeye varıldı. Süveyş
meselesi Birleşmiş Milletlerde görüşüldü. Amerika ve Rusya tecavüzün
aleyhinde cephe aldılar. Konsey, alâ­
kalılara emir yerine geçecek bir ka­
rar vermeliydi. İngiltere ve Fransa
vetolarım kullandılar.
Yapacak bir
şey yoktu. O zaman meselenin Genel
Kurula havalesi istenildi. Bu muame­
le sırasında veto hakkı yoktu; teklif
ekseriyetle kabul edildi. Genel Kurulda aynı şeyler söylenildi. Genel Ku­
rulda da veto bahis mevzuu olmu­
yordu. Ancak Genel Kurul emir vere­
miyor, temennide bulunuyordu: İngi­
lizlerin ve Fransızların Mısır toprak­
larından çekilmeleri,
milletlerarası
bir polis kuvvetinin teşkili istendi.
Genel Kurul batılıların tecavüz hare­
ketini tasvip etmiyordu. İngilizler ve
Fransızlar umursamadılar bile Po­
lis kuvvetini, şimdilik bizzat kendile­
ri temsil ediyorlardı! Ruslar, bu tu­
t a m karşısında ateş püskürdtiklerini
bildirdiler. Birleşmiş Milletlerin yük­
sek prensipleri ihlâl olunuyordu.
1
Böylece herkes, sadece kendi fikir
ni söylüyor, ötekinin taleplerine kar:
"evet, ama sen şimdi onu bırak, as
bu meseleye bakalım" diyordu. Ar
taşmanın yolunun bu olmadığı mı
hakkakti ve anlaşmaya varılamama
sının sebebi de buydu.
a
- Aynı Güvenlik Konseyinin başka
bir celsesinde iki adam çıkıyordu. Bi­
rincisi Milletlerarası münasebetlerde
silahlı müdahale devrinin İflâsından
haberdar olunup olunmadığım haykırarak soruyor. Kendi kanaatince, o
devir çoktan geride kalmıştı. İkinci­
si milletlerin kendi mukadderatlarını
bizzat tayin prensibinin ayaklar altı­
na alınmasından şikâyet ediyordu.
Birincisinin adı- Pierson Dixon idi ve
İngiltereyi temsil ediyordu: ikincisi
Fransa delegesi Guiringaud idi. O
İngiltere ve o Fransa ki Süveyşte,
şikâyetçisi oldukları muameleyi Mı­
sırlılara tatbikten çekinmiyorlardı.
Evet, bu haftanın içinde Manhattan'daki manzara hakikaten hüzün veri­
ciydi.
"ROCK'N ROLL"
DÜNYADA OLUP BİTENLER
Dag Hammarskjoeld
a
Güllabici
yor, Süveyşte ve Macaristanda ise
insanlar ıstırap çekmekte devam edi­
yordu.
Rusya
pe
cy
Bu haftanın ortasında Birleşmiş
illetler Genel Sekreteri Dag Hamarskjoeld, Amerikan delegesi Cabot
odge'un da yardımıyla bu polis kuv­
etini bir an evvel teşkile çalışıyordu. Şimdiden bir çok devlet, bu kuvte katılmak üzere birlik gündermehazır olduğunu bildirmişti. Polis
uvveti Orta Doğuya ayak bastığınİngiliz - Fransız harekâtı durmak
runda kalacaktı. Bu ise, hiç olmazo bölgede Dünya harbini önleyekti. Fakat Macaristan? Macaristan
eselesinin hasır altı edileceği hatıra
etirilmemeliydi. Nitekim Birleşmiş
illetler Genel Kurulu yemden topndığında tarafsız memleketler temcileri Macaristana da bir polis kuv­
etinin gönderilmesini ve o kuvvetlen nezaretinde serbest seçim yapıl­
asını istediler. Rusya -hani "istikllerine sahip olarak hürriyet içinde
aşamaktan başka arzusu olmayan
illetler"in hamisi Rusya- bunun
ddetle aleyhinde bulundu. Bu, Maristanın iç işlerine müdahaleydi!
sanın gülmesi mi, ağlaması mı lâ­
mdı, belli değildi. Bütün hak, huuk, akıl ve mantık kaideleri kuvve­
ni karşısında çöküyor, gülünç hale
eliyordu. Macaristan hakiki temalünü göstermişti. Sonra, bu temaüller kuvvetle ezilince bütün dünya­
­n yardım istemişti. Şimdi, bir tam insanlar çıkıyor, "Macarlar ha­
ltlarından memnundurlar" diyor ve
insanlara hiç bir şey yapılamıordu. İnsanlık üzülünecek bir hale
şmüştü.
Böylece haftanın sonu geldi. Manattan'da diplomatlar hâlâ konusu-
Değişen muvazene
B
u haftanın başında rus liderlerini
Moskovadaki bir partide gören-
ler, bir hafta evvele nazaran vaziyet­
lerinde mühim değişiklikler olduğu­
nu farketmekten kendilerini alamadılar. 29 Ekim gecesi başta Krutçef
ve Bulganin olmak üzere Rusyanın
efendileri Türk Büyük Elçiliğinin ge­
niş salonlarında kahkahalar atmışlar,
şerefe kadehler kaldırmışlar, gazete­
cilerle şakalaşmışlardı. Şepilof ve
Zukof yabancı muhabirlere beyanat
dahi vermişlerdi. Ertesi akşam Af­
ganistan başbakanı Muhammed Davud Han şerefine Kremlinde tertip­
lenen suvarede de müşahidler rus
liderlerde
gariplik
sezmemişlerdi.
Gerçi o gece devletin büyükleri ga­
zetecilerden uzak kalmışlar ve yan­
larına hiç kimse yaklaştırılmamıştı.
Ama kendilerile temas eden elçiler
sonradan kanaatlerini soran muha­
birlere en ziyade Süveyş hadiseleri
üzerinde durulduğunu
söylemişler,
rus liderlerin neşelerinden ve meşhur
şakacı tavırlarından bir şeyler kay­
betmiş
olmalarına rağmen
fazla
değişmediklerini bildirmişlerdi. Hal­
buki bu haftanın
başında bilhassa
Krutçefin ve Bulganinin pek dalgın
ve düşünceli görüldüğü haberi Moskovadan gelmişti. Bunu beklemek icap ediyordu, zira Polonya ve bil­
hassa Macaristan hadiseleri herkes­
ten çok "K ve B" nin politikalarının
iflâsı manasına geliyordu. Rus hü­
kümet başkam ile Parti birinci sek­
reterinin kanaatleri hilafına anlaşılmıştı ki peyk memleketlerde değil
rus dostluğu, sosyalizm bile ancak
rus süngüsüyle payidardır.
Kremlinde Stalinin ölümünden beri iki hizbin çarpıştığı hiç kimse­
nin meçhulü değildi. Bu iki hizip,
iki politikanın şampiyonu olmuştu.
Evvelâ Staline başlı bulunan
Malenkof ve arkadaşları -Molotof, Beria- iktidarı almışlar, fakat sonra­
dan yerlerini Krutçef ve Bulganine
terketmişlerdi. Bilhassa Komünist
partisinin birinci sekreteri rus im­
paratorluğunu kurma
gayretlerine
başka bir istikamet vermişti. Kana­
atince Sovyetlerin Stalin politikası
takip etmeye takatleri artık müsa­
it değildi. Peyk memleketler başka
yoldan da Moskovaya bağlanabilir­
di. Üstelik, batılıların Stalin po­
litikası neticesi giriştikleri
askerî
hazırlıkları mutlaka baltalamak la­
zımdı. Bunun yolu ise, dünya ölçü­
sünde bir sulh taarruzuna geçmek,
bilhassa tarafsız memleketleri Rus­
ya tarafına celbetmek,
her yerde
yumuşak
davranmak
ve
gözleri
korkutmamaktı.
Değişiklik sadece taktik değildi,
aynı zamanda stratejikti. Krutçefe
göre Stalinin takbih ettiği
"milli
sosyalizm"e
cevaz
vardı.
Bütün
peyk devletler Tito Yugoslavyasının
durumunu
takındıkları
takdirde
Rusya hem hakim vaziyetini devam
ettirecekti, hem de kapitalist dünya ile arasına "emniyet kordonu"nun
en sağlamını yerleştirmiş olacaktı.
Üstelik, bu suretle katının silâhlan­
ma gayretleri de suya düşmüş olaAKİS, 10 KASIM 1956
DÜNYADA OLUP BİTENLER
caktı. Krutçefe göre Moskova ka­
dife eldivenlerle daha fazla Muvaf­
fak olabilirdi. Propaganda, yerini
rus süngüsüne bırakmakla hata et­
mişti. Kandırma gayretleri, tekrar
kaba kuvveti maskelemeliydi.
Bu­
­un başlangıcı ise eski düşmanlık­
ların,
eski
kinlerin
tasfiyesiydi.
PEYKLERİN
İç âlemlerin durumu
B
pe
cy
a
u değişikliklerin sebebi çok mü­
nakaşa edilmişti. Aklı başında
hiç kimse Krutçefin insani ve sa­
n d a l gayretlerine elbette ki inanmı­
yordu. Komünist partisinin birinci
sekreteri bazı zaruretler altında ha­
reket ediyor olmalıydı. Bu zaruret­
lerin basında ise Rus imparatorlu­
ğunu Stalinden sonra kuvvetle elde
tutmak imkânını görmemesi geli­
yordu.
Krutçef grubu komünizmi ,
yaşatabilmek için bazı tavizleri za-
Krutçef
Başı dertte üstad
rurî buluyordu. İpler sıkıldığı tak­
dirde sadece peyk memleketlerde de­
ğil, belki bizzat Rusyada tadsız
hadiseler çıkabilirdi.
Krutçef ve
grubu halkın gayrimemnun okluğu
teşhisine politikalarını istinat etti­
riyorlardı. Gayrimemnunluğu mem­
nunluğa çevirmenin yolu ise, Tito
rejiminin peykler için mümkün bulunduğu hissini uyandırmaktı. Sov­
yetler
güç durumda bulunuyorlar­
dı. İç âlemi teskin de ancak haki­
ki bir "emniyet kordonu" kurmak­
la gerçekleşebilirdi.
Bu politikaya karşı
Kremlinde
Stalinin ölümünden beri "eskiler"
denilen hizbin politikası
kendisini
belli etmişti. Gerçi Beria tasfiye edilmişti, ama Malenkof ve Molotof
duruyordu. "Eskiler"de gerek RusyaAKİS, 10 KASIM 1956
VAZİYETİ
ÇEKOSLOVAKYA: Halk gıda
maddelerine akın etmiş, banka­
lardan parasını çekmiştir. Ko­
münist hükümet sağlam görün­
mektedir. Gürültülü nümayiş
olmamıştır.
DOĞU ALMANYA: Komünist
Başbakan Grotewohl başlayan
talebe nümayişlerine karşı Rus­
ların memleketi terketmeyeceğini açıkça bildirmiştir. F a k a t
gençlerin rusça ve Marksizm Leninizm dersleri hakkındaki
talepleri dikkate alınacaktır.
MACARİSTAN: Kadar hükü­
meti şimdilik rus süngüsü sa­
yesinde
vaziyete
hakimdir.
Gençlerin İsyanı eskiye tama­
men dönüşü imkânsız kılmış­
tır. Kadar hükümeti bazı tavizter vermeye mecbur kalacaktır.
ROMANYA: Talebeler ve Tran
silvanyadaki macarlar büyük
nümayiş yapmışlardır. Başba­
kan Gheorghin-Dej şimdiye ka­
dar Stalin aleyhtarı hareket olarak pek az şey yapmıştır.
Moskovaya sıkı sıkıya-bağlıdır.
POLONYA: Gomulka ruşları idare ederek ikinci bir Tito olmaya çalışmaktadır. Macarların ayaklanması sırasında halk
sakin tutulabilmiş, Poznari ha­
diselerinden sonra
ruslardan
alınan tavizler muhafaza edil­
miştir.
BULGARİSTAN: Anton Yugof
Stalin taraftarı Çervenkof'un
yerini almıştır. Ancak sosyal ve
ekonomik bir reform yapılma­
mıştır. Ruslar vaziyete hakim­
dir.
ARNAVUTLUK: Her şey es­
kisi gibi devam etmektedir.
Halk Yugoslavların eline düş­
mekten korktuğu için komünist
leri başında muhafaza etmekte­
dir.
17
DÜNYADA OLUP BİTENLER
İlk tereddütler
remlinin yeni politikasının
ilk
başta muvaffak olduğu
aşikâr­
dı. Bilhassa Orta ve Uzak Doğu­
da eski
müstemlekeler
Kremline
yaklaşıyorlardı.
Aşırı
milliyetçilik
hissi, bu memleketlerin diktatörlü­
ğe mütemayil
liderlerinin
elinde
silâh oluyor, "K ve B" taktiği batı
demokrasilerinin yerini her taraf­
ta sarsıyordu. İki büyük grup arasında bir "üçüncü blok" ufukta
görünmüştü. "Üçüncü blok"un bu­
günkü siyasî hava içinde muvazene­
yi Rusyadan yana
değiştireceğine
şüphe yoktu. Ama Krutçef ve Bulganin Avrupadaki peyk memleket­
lerin ananelerini, hislerini, istiklâl
ve inşan gibi yaşama hislerini he­
saba katmamışlardı. Nitekim Demir
Perdenin aralandığına dair ilk ümidler belirir belirmez Polonya ha­
diseleri başladı. Onu, Macaristan
isyanı takip etti. Aynı anda Kremlindeki kuvvetler muvazenesinin de
değiştiği
hissediliyordu.
Krutçef
ve Bulganinin politikaları iflâs et­
mişti.
Karar kimin eseri?
u haftanın başında,
Rusyanın
Macaristandaki tutumunun de­
ğiştiğini görenler kendi kendilerine
Kremlinde emirleri artık kimin ver­
diğini merak ediyorlardı. Ama, as­
lına bakılırsa Rusya Macaristandan
çekilmeyi hiç bir zaman kabul et-
pe
cy
K
misal olarak göstermişlerdi.
Peyk
milletler Rusyaya
karşı
öylesine
kinle doluydular ki kuvvet elden
bırakıldığı anda ayaklanmalarını bek­
lemek lâzımdı.
Sosyalizme
gelin­
ce bu rejim, ancak Demir Perde
ile ayakta tutulabilirdi. Bu hafta­
nın başında Moskovanın siyasi çev­
relerinde
bütün gözler
Molotofa,
Malenkofa, Mikoyana çevrikti. Stalinin eski
arkadaşları
Kremlinde
kuvvet kazanıyorlardı.
Buna mu­
kabil
Krutçef ve Bulganinin
yıl­
dızlarının söndüğü
kanaati umu­
miydi. Duruma hakim olmakta da­
ha ne kadar devam edebileceklerdi?
Şimdilik bir şey söylemek
imkân­
sızdı.
Macar ihtilâlinin bastırılmasındaki korkunç tarafı, batılıların
Süveyşte
işledikleri hata kısmen
örtmüştü. Nitekim Birleşmiş Milletlerdeki müzakereler sırasında arap bloku tecavüzü takbih etme­
ye yanaşmamıştı. Diğer taraftan
"millî sosyalizm"in en hararetli ta­
raftarı Yugoslavya da Macar ha­
diselerinin aldığı
şekil
karşısında
endişeye düşmüştü. Bu endişenin
iki sebebi vardı. Mareşal Tito evvelâ
bir komünist sıfatiyle Macaristanda
sosyalizmin
toptan
yıkılmasından
endişe ediyordu. İkincisi, bir dikta­
tör olarak batı demokrasisi usulle­
rinin eski peyklerde
benimsenmesi
kendi vaziyetini tehlikeye sokacak,
o da kendi memleketinde istemediği
demokratlaşma hareketlerine giri­
şecekti.
a
da, gerekse peyklerde halkın memnun
bulunmadığım kabul ediyorlardı. Ama onların kanaatince duruma kuv­
vet ile hakim olunabilirdi. Tito nu­
munesi peykler için kötü bir örnekti.
Buna rağmen "K ve B", ortada
bulunan ordunun müzaheretile du­
ruma hakim olmuşlar ve Moskovadan dünyaya sulh güvercinleri
uçurmaya
başlamışlardı.
Sovyetler
sulh istiyordu, Sovyetler şiddet ta­
raftarı değildi, Sovyetler esir mil­
letlerin hamişiydi,
Sovyetler müs­
temlekecilik aleyhtarıydı, Sovyetler
küçük memleketlerin iç işlerine ka­
rışılmaması tezinin şampiyonuydu.
"Eskiler"
diye anılanlar, daima
Doğu Almanyadaki ilk ayaklanmayı
B
Mikoyan — Malenkof — Molotof
"K ve B" ye karşı "3 M"
18
memişti. İlk gayretler Budapeştede
de Varşovadakine benzer bir hü­
kümet kurma yolunda olmuştu. Ko­
münist Kadar'ın Nagy hükümetine
iştirak
ettirilmesinin manası buy­
du. F a k a t hadiseler kontrolü aşmış­
tı.
Kısa samanda anlaşılmıştı ki
Macar ihtilâli "Rus aleyhtarı" de­
ğil,
"Komünizm aleyhtarı"dır.
O
zaman vaziyete hakim olmak için
rus ordusu kozunu oynamaktan baş­
ka çare kalmıyordu.
Bu bakımdan şu anda Kremline hâ­
lâ Krutçef ve Bulganinin hakim ol­
duklarım söylemek kehanet değildir.
Sadece "K ve B" politikası fiilen iflâs
etmiştir. Politikanın iflâsı onun şam­
piyonlarını da uçuruma sürükleyecek
mi?
"Eskilerdin gayreti bu yokla­
dır.
Yoksa
Krutçef ve Bulganin,
taktik değiştirerek kadife eldivenle­
rini çıkaracaklar mıdır?
Bu haftanın sonunda bir çok şey
Macaristan ve Süveyş hadiselerinin
akislerine ve tesirlerine bağlı kalı­
yordu "K ve B" politikasının esası,
Rus imparatorluğunun kuvvetle de­
ğil, politikayla tutulacağı idi. Bu im­
paratorluğun politikayla tutulamaya­
cağının anlaşılması, elbette ki kuv­
vetle tutulabileceğinin delili olmak­
tan çok uzaktır.
Amerika
Cürüm ve ceza
G
eçen haftanın sonunda Amerika­
nın küçük bir hapishanesinden
39 yaşında bir zenci kayboldu. Şeh­
rin adı Wildwood, zencininki Jesse
Woods idi.
Jesse Woods sarhoşluk
ve hadise çıkarmakla itham olunu­
yordu. F a k a t asıl suçu, bir beyaz
kadına
"laubali şekilde" hitap et­
mekti. Kadın Mary Evelyn Hill isimli bir öğretmendi. Jesse Woods
kendisine yolda rastlamış ve "Hello
there, baby=Şşt, merhaba şekerim"
demişti.
Şehir, bu "laubali h i t a p "
karşısında bir
anda ayaklanmıştı.
Bir zenci bir beyaz kadına bu şe­
kilde sesleniyordu!. Aman yarabbi.
ne günlere kalınmıştı. Şehrin er­
kekleri zenciyi
linç etmeye karar
vermişlerdi.
Küstah
Jesse'ye bir
beyaz kadına hürmetsizlik etmenin
ne demek olduğu öğretilmeliydi. Bu­
nun üzerine şerif M. H. Bowman
zenciyi hapishaneye tıkmıştı.
Bu­
nun bir sebebi de kendisini muhafa­
za etmek gayretiydi.
F a k a t şerif, gece hapishaneden
ayrılmıştı. Geldiğinde ise. zenci­
nin yerinde yeller esiyordu.
Kapı­
nın kilidi kırılmış ve mahpus götü­
rülmüştü.
Müteakiben
hapishane
civarında Jesse Woods'un kanlı göm­
leği ve şapkası bulundu. F a k a t ken­
disi ortada yoktu.
Her şey gösteriyordu ki dünyanın
en büyük demokrasisinde, insan
haklarının 1 numaralı müdafileri
olan Amerikalılar bir beyaz kadına
"Şşt, merhaba şekerim" diye bitap
eden zencilere ceza olarak ölümü
seçmişlerdi.
AKİS, 10 KASIM 1959
D E M O K R A S İ
A. B. D.
Çiviyi sökemiyen çivi
S
Adlai Stevenson
aday
a
Talihsiz
dı. Zamanımızın ihtiyar çocukları
Fransa ve İngilterenin cömertçe pat­
lattıkları "kestane fişekleri"yle şu
viran "kasrı felek"i yangına verme­
leri ihtimali bile, ne Ike'ın sulha olan
inancım, ne de müminlerinin itikadını
sarsabilmişti. Altım toprak eden ta­
lihsizliğine rağmen, her milletin sahip
olmakla iftihar edebileceği Demokrat
aday, çiviyi çivinin sökeceğini bili­
yordu: Sulh taarruzuna, sulh taarru­
zuyla mukabele edilmeliydi..
Her iki blok da cehennemi Hidro­
jen bombaları imal ettikçe, sulhtan
bahsedilemezdi. Amerika 1946'da, Atom bombasına sahip olan tek dev­
letti. 1950'ye doğru Rusya da bom­
bayı imale muvaffak olmuştu. Ame­
rika sonra Hidrojen bombasını patlat­
tı. Bu hadisenin cevabı, Amerikan araştırma âletlerinin tespit ettiği Sibiryadaki infilâkler oldu. Hem de ha­
vada patlatılan bombalar..
Yarış halen devam ediyordu. Ko­
balt bombası imal edilmeliydi. De­
mokrat adayın bu mektuba da Rusyadan cevap geleceğine kanaati var­
dı. Cenennemî yarış, "dünyanın mih­
verini yerinden oynatana kadar" de­
vam edip gidecekti. Sulh ve Atom
bombaları yarışı, XX. asrın akıl dur­
durucu tenakuzlarından biriydi. Sulh
kelimesini huzur içinde telâffuz ede­
bilmek için, herşeyden evvel bomba
yarışı, hiç değilse büyük bomba ya­
­­sı durdurulmalıydı. Bu bombaların
biyoloji sahasındaki kısırlık, delilik
gibi yürek paralayıcı kötü tesirleri
görmemezlikten gelinse bile.. Maamafih Amerikan halk efkârı, 'bu bi­
yolojik tesirlere karşı askerî emniyet
pe
cy
üveyş meselesinin patlak verdiği
ilk günlerde Amerikan halk efkâ­
rının alâka duyduğu bir tek mevzu
vardı: Seçimler..
Sinema yıldızlarının, şarkıcıların,
güzellik kraliçelerinin ve çoluk ço­
cuğun karıştığı seçim kampanyala­
rında baş aktörler, bir karnaval havası içinde, artistik kabiliyetlerini
gösteriyorlardı. Başkan adayları seç­
menleri güldürüyorlar, coşturuyorlar
ve eğlendiriyorlardı.
Ağır başlı Avrupalılar, bu görülme
miş hafiflikleri biraz şaşkınlık, biraz
da hüzünle karşılıyorlardı. Fakat Amerikada birdenbire 180 derecelik bir
dönüş vuku buldu. Hem de seçim yu­
murtasının gelip
kapıya dayandığı
bir sırada.. Amerikalı vatandaşın
gözleri, tıpkı rüyasından uyanmış bir
insan gibi, Macaristan ve Süveyş hâ­
diselerine çevrilirdi. Seçimler, bütün cazibesini kaybetti. Fakat aday­
lar, bu çetin futbol maçının son da­
kikalarında, yorgunluklarına rağmen
neticeyi lehlerine çevirmek veya elde
ettikleri avantajı
muhafaza etmek
için didinip duruyorlardı. Demokrat
aday Stevenson bir seneden beri gös­
terdiği harikulade gayrete rağmen,
bu maraton koşusunda önde rahat fulelerle ilerleyen koşucuya yaklaşmaya
muvaffak olamamıştı. Son Gallup 100
kişide 52 Ike taraftarına mukabil, an­
cak 40 Adlai'ci bulunduğunu göster­
mişti.
Ike'ın şahsi prestiji muazzamdı. De
mokrat aday, yedi kâinatın sihrini ve
ilmini nefsinde toplasa bile, bütün Amerikalıların babasını yenmek için
çok sıkıntı çekecekti. Maamafih bu
Amerikalı "Ferhad" kolayca ümitsiz­
liğe kapılacak bir adam değildi. "Şirin"e her ne pahasına olursa olsun
kavuşmayı kafasına koymuştu. Bir
yıldan beri bütün gücüyle koştuğu seçim yarışında çiftçilere eyvallah de­
mek, zencilere 32 dişini göstermek,
36 milyon Amerikalının elini sıkmak,
kadınlara sevdalı sevdalı bakmak kâ­
fi gelmemişti. Kader de demokrat adayın yüzüne örülmüyordu. Ike - ma­
şallah-, turp gibiydi. Demokrat aday
da bundan en az, diğer Amerikalılar
kadar memnundu. "Şirin"in vuslatı­
na nail olabilmek için tek çare kalı­
yordu: Modern zamanların kazması..
Hidrojen Bombası
ke'ın şahsi prestiji yanında, en
kuvvetli bir silâhı da "sulh meleği"
olarak tanınmasıydu "Boy"ları Ko­
re'den geri getiren, soğuk harbe son
veren adam Ike'tı. Cenevrede, soğuk
kalpli Kremlinli liderlerin bile gönül­
lerini hararetlendirmeyi bilmişti. Se­
çim kampanyasının başından beri
"Sulh!. Sulh!." diye bağırıyordu. Sos­
yal sahada sulh, gönüllerde sulh, harp
meydanlarında bile sulh, onun şiarıy-
I
AKİS, 10 KASIM 1956
meselelerinden daha az hassas değil­
di.
Demokrat aday Stevenson, seçim
mücadelesinin en hararetli bir safha­
sında büyük Atom bombası deneme­
lerine,- tek taraflı olarak, son veril­
mesini teklif ediyordu. Hiç bir tehlike
varit olamazdı. Eğer Ruslar deneme­
lere devamda ısrar ederlerse, Ameri­
ka da tekrar işe başlıyabilirdi. Dinleme merkezleri, nasıl olsa Rusların ye­
ni bombalar patlatıp patlatmadıkları­
nı haber vereceklerdi.
Cumhuriyetçiler, bu Don Kişot'a lâ­
yık ihtiyatsızlığın, Amerikanın emni­
yetini tehlikeye atacağını iddia edi­
yorlardı. Zira tekrar bomba imaline
başlamak, bir sürü hazırlığa ihtiyaç
gösterecekti. Hazırlık devresi iki se­
neye varacak kadar uzun sürebilirdi.
Bu arada da atı alan Üsküdarı geçe­
bilirdi. Ruslar yasağa rağmen bomba
imal ederlerse, bunları artık Sibiryada değil, Cristophe Colombe'un yeni
dünyası üzerinde deniyeceklerdi. Ya­
ni Rusların bomba, imaline devam et­
meleri, onların Üçüncü Dünya Har­
bine kararlı oldukları manasım taşır­
dı. Eğer hakikaten sulh istiyorlarsa
elbette bomba imaline tevessül etmiyeceklerdi.
Bu iki tezden hangisinin haklı ol­
duğunu tayin etmek cidden çok güç­
tü. Siyasiler gibi, âlimler de iki gru­
ba bölünmüşlerdi. Stevenson'un görü­
şünün cazibesine kapılan bazı âlimle­
rin iddialarına, Ike'cı âlimler kuvvet­
li karşılıklar vermişlerdi.
Alimler ve baş politikacılar bir köşede münakaşa ederlerken, pratik ze­
kâlı seçim kurmayları, bu hayati mü­
nakaşanın "hasıla"sı üzerinde fikir
birliğine varmışlardı: Amerikan halkı
Stevenson'un tezini benimsememişti.
Cüzdanını yastığının altında hisset­
medikçe rahat edemiyen bir eski za­
man zengini gibi, "Yeni Dünya"mn
insanları da Atom bombası olmaksı­
zın kendilerini emniyette hissedemiyeceklerdi. Maamafih Stevenson, oy
kaybetmek pahasına bile olsa, dünyanın liberal fikirli insanlarının hisleri­
ne tercüman olmuştu. Galip sayılırdı,
bu yolda mağlûp..
Stevenson, tezinin Bul ganin tara­
fından benimsenin bir mektupla Ike'a
bildirilmesi talihsizliğine de uğradı.
Bulganin'le ayni ağzı kullanan bir
cumhurbaşkanı adayına bir çok Amerikalının oy yermek istememesi
gayet tabiiydi. Bulganin Demokrat adaya zehirli bir seçim hediyesi gön­
dermişti.
Ruslar Amerikada
956 seçimlerini, mazidekilerden ayıran büyük bir yenilik vardı: Rus
müşahitleri.. Ruslar, Amerikalıların
Rusyaya. Rusların Amerikaya askeri
tesisleri kontrol etmek için müşahit­
ler göndermesi hususundaki Ameri­
kan teklifini reddetmişlerdi. Fakat
Amerikan demokrasisinin nasıl çalış­
tığım görmek için, seçim müşahitle­
ri göndermişlerdi, Rus müşahitleri,
bir çok' Amerikalının zannettiği gibi
seçim dersi almaya
gelmemişlerdi.
Kapitalist bir rejim içinde demokrasi
olamazdı. Herşey yalandı, suniydi ve-
1
19
DEMOKRASİ
saire... Cumhuriyetçi ve Demokrat
Parti arasında hiçbir fark yoktu.
Her iki partiyi de milyonerler besli­
yordu. Yani dizgini ellerinde tutan
milyonerlerdi, Wall Street'in adamla­
rıydı. Amerikada seçime iştirak nisbetinin % 50 civarında dolaşması,
basit vatandaşın "Ali Hoca" ile "Ho­
ca Ali" arasında bir fark olmadığını
düşünmesinden ileri gelmesi müm­
kün değil aniydi? Bir sendikacı, bir
iktisatçı ve bir de gazeteciden mü­
teşekkil Rus müşahit heyeti Amerikaya bu fikirlerle gelmişlerdi. Dönüp
dönüp "bina" okuyan medreseliler gi­
bi, herhalde ayni fikirlerle memleket
lerine döneceklerdi. Maamafih Rus
müşahitleri hakikaten çalışkan tale­
belerdi. Bütün gazetecileri âdeta yu­
tuyorlardı. Bütün söylenenleri işit­
mek için sırf kulak kesilmişlerdi,
gözleri hiçbir şeyi kaçırmamak için
fal taşı gibi açıktı. Seçimlerin netice­
si hakkında şu düşünceye varmışlar­
dı: Eisenhower kolayca kazanacaktı.
Bunu bilmek için posteki saymaya
lüzum yoktu. Zira milyonerler her
Öd partiyi de destekliyorlardı ama,
Cumhuriyetçi Partiyi tutan milyoner­
lerin sayısı, rakip partinin para baba­
larından çok daha fazlaydı.
de, Stevenson da müs­
E isenhower
tesna kalitede iki liderdi. İkisi de
Richard Nixon
İyi yetiştirilmiyen halef
yeniliyen Cumhuriyetçiler, huzura
kavuşmuşlardı. Yapılan muhtelif son
dajlar Ike'ın devrilmez bir aday oldu­
ğunu göstermişti. Bütün iktisadi güç­
lüklere rağmen çiftçiler ona sadıktı­
lar. Hatırı sayılır miktarda zenci, oy­
larım ona vereceklerdi. Yarış tahmin­
cileri, neticeleri riyazi bir katiyetle
evvelden bildirmek cüretine bile ka­
pılmışlardı: Ike'ın 347 oyuna muka­
bil, Stevenson 183 oy alabilecekti.
Amerika iktisadî bakımdan en mü­
reffeh günlerini yaşıyordu. Millî gelir
gün geçtikçe artıyordu, kriz korkusu
unutulmaya yüz tutmuştu. Ike'ın ifa­
de ettiği gibi Amerikalılar 1956'da,
pe
S
Tek mühim nokta
cy
a
Üvey evlâtlar
eçim çok kimsenin zannettiği gibi
iki aday arasında geçmiyordu. Ya­
rışın daha bir çok meçhul heveslisi
vardı. 1952 de meçhul başkan adayla­
rının topunun elde ettiği oy sayısı
300 binin, biraz üstündeydi. Bu miktar
umumî oy mikdarının ancak binde
beşiydi. Bu yıl işler kötü gidebilirdi.
Zira bu fedakâr adaylara kimse yüz
vermiyordu. Parasızlık yüzünden, te­
levizyon onlara hemen hemen kana­
lı gibiydi. Beyaz Saray gizli Vesika­
ları tetkik hususunda Demokrat adaya tanıdığı imtiyazı bu fedailerden esirgemişti. F a k a t seçimlerin bu üvey
evlâtlarını hiç bir şey durduramazdı.
İdeal adamlarıydılar, vazifelerini ya­
pacaklardı. Mesela 44 yaşındaki Krajewski, kendini uzun "zamandan beri
bir millî piyango tesisine ve fakirlere
bedava bira verilmesi gayesine vak­
fetmişti. Bu sene programına yeni olarak "sapık çocukların ebeveynine
karşı soğuk harp" mevzuunu ilâve
etmişti. 61 yaşındaki Dr. H. Shelton,
sadece sebze yemek ideali için yaşı­
yordu. Seçim parolası "Hiç birinizde
kalp ve böbrek hastalığı yoktur"du.
75 yaşındaki Dr. Arden Holtwick,
Fahrettin Kerim için çalışıyordu: İç­
ki, yeryüzünden kaldırılmalıydı. Sos­
yal ihtilâl için didinen aday Hass'ın
son seçim nutkunu ancak 9 kişi din­
ledi. F a k a t aday durumu izah etti:
"Ben işçiler için konuşuyorum, fakat
onların hepsi şu anda işlerinin başın­
da bulunuyorlar".
1952'ye nazaran çok daha mesuttular.
Başkanın değişmesi için hiç bir sebep yoktu. Dimyata prince gitmek
kimsenin aklından geçmiyordu. Bet baht aday Stevenson'un talihsizlikle­
rinden biri de buydu. Zenginlik insa­
nı, oy pusulasını deriştirmeyecek ka­
dar tembelleştiriyordu. Tehlike ça­
nı çalanlara kimse kulak asmıyordu.
Stevenson'un kazanması büyük bir
sürpriz olacaktı. F a k a t Amerika,
sürprizlerin de eksik olmadığı bir
memleketti. 1948'de herkes seçimleri
Dewey kazanacak diyordu. F a k a t
Truman, seçimlerin İbni falcılarını
yeise düşürmüştü. F a k a t sevgili Ike'ın koştuğu bir yarışta sürprizin vu­
kuuna inanmak çok zordu. On par­
mağında on marifet bulunan koyu de­
mokratlar bile adaylarının kazanaca­
ğına inanmıyorlardı.
Son perde
eçim piyesinin bütün esrarı daha perde kapanmadan çözül­
müştü. Ike kazanacaktı. Geçen ay bir
sürpriz korkusuyla "harp plânları"nı
S
20
Amerikayı idare etmeye lâyıktı. İki­
si de dünyanın sevgi ve itimadım ka­
zanmıştı. İkisi de aşırı fikirlerden
nefret eden mutedil kimselerdi. Biri
kelimenin tam manasıyla münevver
Ur liderdi, diğeri daha ziyade aklı
selimiyle tanınmıştı. Seçimlerde söy­
ledikleri sözler ne olursa o l a n , her
ikisi de ayni siyasi fikirlere inanıyor­
lardı. Zira mahsul fiatlarının tesbiti,
zenginlerin hükümeti. Hidrojen bom­
bası hakkındaki münakaşalarda ileri
sürülen, görünüşte biribirine zıt fi­
kirlerin pek ehemmiyeti yoktu.
Tek mühim nokta, Ike'ın bütün
gayretlerine rağmen. Cumhuriyetçi
Partinin günün icaplarına ayak uydu
ramaması ve geri kafalı bir parti olarak kalmasıydı. Partinin yenileş­
miş gibi görünmesi, sadece Ike'ın
şahsiyetine dayanıyordu. EisenhovverMn sıhhatinin bozulması, enerjisi­
nin kaybolması halinde geri kafalıla­
rın partiyi ele geçirmelerinden kor­
kutabilirdi. Ike'ın en büyük kusuru,
kendisine bir halef yetiştirmemiş el­
masıydı.
Stevensonun gerisinde hakikaten
bir parti vardı. Stevenson ortadan
çekilse bile, parti onun takip ettiği
yoldan ayrılmıyacaktı.
Bu durumda Amerikalıların ve bü­
tün dünyanın endişe edeceği tek nok­
ta, Ike'ın vakitsiz ortadan çekilmesi
ve halefleri tarafından siyasetinin
terkedilmesiydi. Bu tehlikeyi bizzat
Eisenhower de gayet iyi biliyordu. İkinci defa adaylığı kabul etmesinin
sebebini şöyle anlatıyordu: "Tekrar
adaylığı kabul edişimin bir tek sebe­
bi var. Zira başladığım işi bitirmek
istiyorum". ''
Mareşal Bulganin
Zehirli hediye
Bütün dünya -Ruslar dahil-, Ike'ın
Cumhuriyetçi Partiyi yenileştirmek
yolundaki mücadelesinde
muvaffak
olmasını, Amerikaya modern bir Cum
huriyetçi Parti bırakmasını temen­
ni etmekte müttefikti.
AKİS, 10 KASIM 1956
Kapaktaki aday
DWİGHT
hanlarına girdi. Yaşı 8 ay daha kü­
çük olsaydı, bugün belki de meşhur
bir amiral olacaktı. Askeri mektep­
te pek iyi bir talebe değildi. Mektep
nizamlarına aykırı bir şekilde dans
ettiği için bir sürü "tekdir" almıştı.
Derslerden çok futbolde muvaffa­
kiyet gösteriyordu, iyi bir haf-bek'ti.
Mektepten sonra genç piyade su­
bayı, disiplin severliğiyle şöhret
yaptı. Mevzun vücutlu ve menekşe
gözlü Mamie ile evlenmesi de bu sı­
ralarda oldu. İlk çocuklarının yaşa­
maması genç evlileri çok üzdü.
1922 - 24 yılları arasında Pana­
mada vazife gördü ve mesleğine
karşı ilk hevesi bu sıralarda duydu.
1926'da Kurmay Okuluna, 1928'de
de Harp Akademisine girdi ve her
ikisini de birincilikle bitirdi. 1935 1939 yılları arasında Filipinlerde,
Mac Arthur'ün yanında vazife gör­
dü. Mac Arthur'ü asker olarak tak­
dir etmekle beraber, feveranlarım
ve kaprislerini hoş karşılamıyordu.
Fiilen kıt'a hayatında çalışmak is­
teyen Ike, Mac Arthur'ün bu arzu­
suna kulak asmaması üzerine mes­
leğinde ilk acıyı tattı.
Talih Ike'a 1941 de Louisiana ma­
nevraları sırasında gülümsedi. Genç
Kurmay Başkanının zeki plânı sa­
yesinde bütün düşman kuvvetleri
imha edilmişti. Sadece General Pat­
tan, imhadan kurtulmasını bilmişti.
Genel Kurmay Başkam George
Marshal, genç Kurmay Albay'a hay­
ran kalmıştı. Ondan Başkan Roosewelt'e sitayişle bahsetti. Hemen ge­
neralliğe yükseltildi ve Avrupa ha­
rekât planlarını hazırlamakla vazi­
felendirildi. Hazırlanan plânlar o
kadar güzeldi ki, bunları bizzat tat­
bik etmesine fırsat vermek üzere
Avrupa harekât sahası komutanlı­
ğına tayin edildi.
30 ay zarfında Kuzey Afrika ve
İtalya seferleri ile Normandiya çı­
kartması süratle birbirini takip etti.
Böylelikle bir sürü millete mensup
bir sürü orduya kumanda etmek
mevkiine gelen Eisenhower, iyi bir
kumandan olmanın kâfi gelmiyeceğini gördü. Muvaffak olmak için ay­
ni zamanda iyi bir diplomat ta ol­
mak lâzım geliyordu. Onu Mac
Arthur'e ve Ridgway'e üstün kılan
fark, iste bu müşahededen doğdu.
194A'da harp bittikten sonra ga­
lipler Potsdam'da müzakereler yap­
tığı sırada Truman, Eisenhower'e
1948 seçimlerinde Demokrat Parti­
nin adayı olmasını teklif etti. F a k a t
Eisenhower o sıralarda siyasetle uğ­
raşmayı düşünmüyordu. Colombia
Üniversitesinin rektörlüğünü siya­
sete tercih etti.
F a k a t Amerika, Eisenhower'in
kalitesindeki adamların yardımına
pe
cy
meselesi en vahim günlerini yaşar­
ken ve Macaristanda kanlı bir ihtilâl
devam ederken, Amerika Birleşik
Devletlerinin Başkanı Eisenhower,
Walter Reed askeri hastahanesinde
yatıyordu. Hem de "sapsağlam" ol­
duğu halde.. İşin içyüzünü bilmeyen­
ler için bu buhranlı günlerde, dünya
politikasının mukadderatı üzerinde
söz sahihi olan bu 1 numaralı dev­
let adamının -24 saat için bile olsakalkıp hastahaneye yatmasının se­
bebini anlamak cidden çok güçtü.
F a k a t şu satırları okuduğunuz sıra­
da neticeleri alınacak olan başkan­
lık seçimlerinde Ike'ın kazanma şan
sı, seçmenlerine "sıhhatli adam"
olduğunu kabul ettirmesine bağlıy­
dı ve işte bunun içindir ki, dünya­
nın diken üzerinde oturduğu bir sı­
rada A.B.D.'nin 1 numaralı adamı
24 saatını hastahanede muayene ol­
makla geçiriyor, sıhhatına "hüccet"
temin ediyordu.
Başkan seçimlerine 12 gün .kala
yapılan son Gallup, Eisenhower için
% 52, Stevenson için de % 40'ı gös­
teriyordu. Bir Amerikalı gazetecinin
de yazdığı gibi, "Başkan ve milyon­
larca Amerikalı arasındaki aşıkane
münasebet, bir vakitlerin romanlanndaki gibi ihtiras ve ateş içinde
devam ediyor" idi. Ike'ın kudretini
yapan bu aşktı. Cumhuriyetçi par­
tinin seçim sloganı "sulh ve bere­
ket" bu aşkın yanında pek sönük ka­
lıyordu. Seçimler arifesinde profes­
yonel "nabız ölçücüler" ve New York
Times başta olmak üzere anket ya­
pan bütün gazeteler, Ike'ın presti­
jinin düşündüklerinden de muazzam
olduğunu bizzat görmüşlerdi. Hepsi
Ike'ın rahatça kazanacağında itti­
fak ediyorlardı. Son tıbbi muayene
de Cumhuriyetçi adayın sıhhatça
da mükemmel olduğunu göstermiş­
ti. Son avlarda Ike kilo bile almış,
74'ten 78'e çıkmıştı. Artık Ike'ın önünde Beyaz Saray'ın yolunu kapa­
yacak hiçbir engel kalmamıştı.
EİSENHOWER
a
eçen hafta, bütün dünyanın ra­
G hat
ve huzurunu kaçıran Süveyş
D.
Amerikanın, sevgili başkan ada­
yı bundan 66 sene evvel Kansas'ın
Ahilene şehrinde doğmuştu. Çocuk­
luğunda ailesine itaati ve Incile düş­
künlüğü ile dikkati çekiyordu. Ha­
yata, evinin bahçesinde yetiştirdiği
domatesleri satarak atıldı. O vakit­
ler domatesin kilosu 20 kuruştan
fazla etmiyordu. Sonra bir süthaneye işçi olarak girdi ve ustabasılığa kadar yükseldi. Eğer günün bi­
rinde arkadaşlarından biri Eisenhower'e askeri mektep imtihanlarına
girmeyi tavsiye etmeseydi, Ahilene'de herkesin sevdiği bu ustabaşıyı
bugün kimse tanımıyacaktı.
Eisenhower 1910'da Annapolls ve
Westpoint askeri okullarının imti­
AKİS, 10 KASIM 1956
muhtaçtı. Zira NATO kurulmuştu.
NATO'nun başına geçirmek için iyi
bir asker olduğu kadar, Avrupalılar
tarafından sevilen bir diptomat da
olan birine İhtiyaç vardı. Eisenho­
­er vazifeye sırt çevirecek adam
değildi. NATO'da her an feryada
hazır Avrupalıların kalbini fethet­
mesini bildi. Mac Arthur ve Ridgway'den kelimelerini sakınmayan
Avrupa basım, Ike'tan hürmetle
bahsediyordu.
Gerek Cumhuriyetçi Parti, Gerek
Demokrat Parti NATO Kuvvetleri
Başkomutanını başkan adaylığını
kabul etmesi için zorluyorlardı. Dün
yanın en büyük devletinin başında
faydalı olabileceğine nihayet kanaat
getiren Ike, siyasetten hoşlanmama­
sına rağmen 1952'de kendini poli­
tika hayatına atıverdi.
Eisenhower'in Başkan adaylığı
sulh severleri korkutmuşta. Askeri
şef olarak emsalsiz kabiliyetlerine
rağmen siyaset alanında politikacı­
ların esiri olacağı düşünülüyordu.
Şimdiye kadar siyaset alanında az
mı ünlü general görülmüştü. Üç ya­
şındaki bir çocuk kadar himayesiz
kalmışlar ve ağabeyleri siyasetçile­
rin koltuğuna sığınmışlardı.
1952 yılına doğru dünya siyaseti
hakikaten karanlıktı. Kore harbi
devam ediyordu, Avrupa komünist
tehdidi altındaydı. Cumhuriyetçi
Partinin aşırı unsurları Avrupayı
kendi haline bırakarak, Asyada Kı­
zıl Cini tepelemekten dem vuruyor­
lardı. Dünyanın en büyük devleti­
nin kuvvetli bir lidere ihtiyacı vardı.
Eisenhower başlangıçta bocalıyormuş hissini verdi. Uzun müddet
kafi bir karar almaktan çekindi.
Bütün fikirleri dinledi. Girdiği siya­
set alanında yanlış bir adım atmak­
tan çekindiği için değildi. Sadece iki partinin kabul edeceği bir dış si­
yaset yanmanın doğru olacağına inanıyordu. Dünyaya sulhu iade et­
mek için giriştiği gayretlerde her
iki partinin de aldı başında mutedil
unsurlarını birleştirmesini bildi.
Eisenhower Cumhurbaşkanı ola­
rak sadece Amerikalıların değil bü­
tün dünyanın - hatta Rusların bile sevgisini kazanmayı becerdi.
Ike. 1956'da çiftliğine çekilip hay­
van yetiştirmek ve arada sırada çok
sevdiği golf oynamakla hayatının
son günlerini geçirmek istiyordu.
Amerikaya faydalı olacağına sami­
mi olarak inanmasaydı, Ike'a ikinci
defa adaylığını koymayı kabul et­
tirmek çok zor olacaktı. Zayıf kal­
bine rağmen vazifeden kaçmadı.
Bütün dünya, Ike'ı tekrar Ameri­
ka Birleşik Devletlerinin başında
görmekle, sulhun emin ellerde oldu­
ğunu düşünecek ve daha rahat bir
gönülle ileriye bakabilecektir.
21
İKTİSADİ
Kalkınma
Veciz bir cevap
eçen hafta, Büyük Millet Meclisi
Gireni
çalışma devresine girdi ve
Cumhurbaşkanı mutad açış nutkunu
irad etti. Nutkun mühim bir kısmı,
iktisadi meselelere ayrılmıştı. Günün
ciddiyetine
ve
Cumhurbaşkanlığı
mevkiinin
mesuliyetlerine
uygun
bir ağır başlılık taşıyan bu nutuk,
iktisat bahçesinden derlenmiş nadide
bir buketti. Her şey günlük güneşlik­
ti. Bahçeyi saran baldıran otlarından,
nutukta tek bir nişane yoktu. Esasen
bunun başka türlü olması, siyasi âdetlerimizde görülmemiş bir yenilik
teşkil edecekti.
Memlekete 1950'den bu yana görül
memiş döviz girmişti. Kore harbi do­
VE
MALİ
bu süslü nutka mukabelesi, mütevazi
bir cümleden ibaretti: 1950'den bu
yana memlekete giren döviz mikdarı
ve o tarihten itibaren yapılan yatı­
rımların döviz olarak tutarı hesaplan­
malıydı. Ancak o zaman, kalkınmayı
inhisar altına almak isteyen iktidarın
haklı olup olmadığına dair doğru bir
fikir edinmek mümkün olabilirdi.
C.H.P.'nin lideri, böylece kalkınma
aleyhtarı olduğu ithamlarına en veciz
cevabı getiriyordu. Bu memlekette
kalkınmanın aleyhinde olan tek kimse mevcut değildi. Hatta "Hızlı gi­
diyoruz, kalkınma süratini yavaşlata­
lım" diyenlerin sayısı ' sanıldığından
çok daha azdı. C.H.P. Genel Başkanı­
nı üzen nokta, müstesna imkânların
randımanlı kullanılmamasıydı. Fır­
satların bir çoğu heder edilmişti. Bil­
g i y e ihtisasa daha fazla değer veril-
SAHADA
bir "sanı" mıydı? İkinci hal doğru ol­
duğu halde bu hadise, şimdiye kadar
gerek iktidarın, gerek muhalefetin
ihmal ettiği bir mesele üzerinde par­
tileri ve münevverleri düşünmeye sev.
kedecekti: Türkiye, hızla kalkınmak
için nasıl hareket etmeliydi?
Belki ancak o zaman partiler ve
münevverler, "plân lâzım, koordinas­
yon lâzım, bilgi lâzım" gibi, satıhta
kaldığı müddetçe gevezelikten ileri
gitmeyen sözleri bırakacaklar, plânı,
koordinasyonu ve bilgiyi boşlukta de­
ğil, müşahhas olarak düşünecekler ve
çalışmalarını müşahhas meselelere
yönelteceklerdi.
Barajlar
Sarıyar
pe
cy
a
1951 de yapılan Sarıyar ba­
İ halesi
rajının inşaatı nihayet tamamlandı.
Sarıyar barajı inşaatı
Hakiki
kapasitesi
layısıyla zirai mahsûl ve maden fiatlarının artması, 1952 ve 1953'ün be­
reketli mahsûlleri, Türkiyenin döviz
imkânlarım bir. hayli yükseltmişti.
Amerikanın iktisadî ve askerî yardı­
mı da 1950'den sonra büyük rakkamlara ulaşmıştı. Dış ticarette kredi im­
kânları artmıştı. Avrupa Tediye Bir­
liği, Para Fona ve Dünya Bankası
1950'den sonra tesirli olmaya başlamışlardı. Memlekete giren dövizin eskisine nazaran çok arttığını bilmek
için müneccim olmaya lüzum yoktu.
Fakat bu miktarı kat'i olarak tesbit
etmek imkânsızdı. Bu bir devlet sır­
rıydı.
İktidar "İktisadî istiklâl savaşı"nı
kazandığını söylüyordu, memleketin
"baştanbaşa bir şantiyeye döndüğü"
nü, büyük ölçüde yatırımlar yapıldı­
ğım ileri sürüyordu.
C.H.P. Genel Başkanı İnönü'nün
22
meçhul
şeydi bugün daha ileri bir Türkiye,
gözümüzün önünde yükselecekti. C.
H.P. Genel Başkanı, iktidarın istediği
rakkamları neşredeceğine inanmıyor­
du. İnönü'nün tahmininde yanılması
memleket için çok faydalı olacaktı.
İktidarın iddia ettiği gibi hızla kalkınmıyor muyduk? Yoksa bu, yalnız
Geçen hafta İktidarın neşir organları
baştan başa bu baraj hakkındaki tek­
nik bilgilerle doluydu. Baraj 260 mil­
yon liraya mal olmuştu. Günde 2100
m 3 beton dökülerek bir rekor kırıl­
mıştı. Barajın 108 metre yüksekliği
ve 250 metre uzunluğu vardı, 540
milyon m 3 su alabiliyordu. Şimdilik
kapasitesi 80 bin kilovat olacaktı.
Teknik bilginin lüzumu, münakaşasızca kabul edilebilirdi. F a k a t barajın
iktisadî veçheleri hakkında hemen
hemen hiçbir şey söylenmemişti. Ne
gibi bir fiat politikası takip edilecek­
t i ? Sanayileşme bakımından barajın
rolü ne olacaktı ? Ne gibi sanayi kol­
larının baraj tarafından geliştirilme­
si şansı vardı ? Zira barajın kurulma­
sı, sanayiin mantar gibi yerden bit­
mesi manasına gelemezdi. Eğer baraj
hakiki kapasitesinin çok altında ça­
lışmak zorunda kalırsa, kurulmasın­
dan dolayı duyulan sevinç kolayca
yerini yeise bırakabilirdi.
Kambiyo
Mecburi devalüasyon
dün olduğu kadar bu­
H ükümetin
gün de para ayarlamasına taraf­
tar olmadığını biliniyordu. Devalüas­
yon korkusunda, iktisadî düşünceler
p e k büyük rol oynuyordu. F a k a t hükümeti gerileten daha ziyade siyasî
endişelerdi. Rahmetli Recep Peker'in
meşhur 7 Eylül kararı muvaffak ol­
mamış ve devalüasyon kelimesi k a r a
listeye girmişti. Halk Efkarı indinde
devalüasyon yapan bir hükümet, kötü
hükümetti. İktisadî bakımdan da,
psikolojik sebeplerin tesiriyle fiatların hatırı sayılır bir şekilde yükselivermesi ihtimali küçümsenecek bir
faktör değildi. Böylece devalüasyon­
dan beklenen faydanın yerine zarar
görmek ihtimali düşünülebilirdi. Bel­
ki paranın yeni baştan ayarlanması
bir zaruret halini alabilirdi.
Hükümet devalüasyon yapmayı
AKİS, 10 KASIM 1956
İKTİSADİ VE MALİ SAHADA
A.B. D.
Sam Amca iş başında
on aylar içinde Amerika., HindisS
tana 300 milyon dolar tutarında
bir kredi artı. Yugoslavyaya iktisadî
Buğday mahsulü siloya giriyor
Sonra da ihraç imkânı aranacak
a
kesini önlemek çok zordu. Memleket
iktisadî hakkında umumî bir görüşe,
bir plâna dayanmak sistemin muvaffa
kiyeti için kaçınılmaz bir şarttı. Ne­
reye gidilmek istendiği, neyin teşvik
edileceği, nelerin frenleneceği iyice
bilinmeliydi. Ancak bu takdirde yeni
sistem, hâdiselerin sürüklediği bir
macera olmaktan çıkarak şuurlu bir
politika haline gelebilirdi.
pe
cy
reddedebilir, fakat ihraç mallan bu
kararı bekleyemezlerdi. İhraç malla­
rında ayarlamalar, ister istemez yapı­
lacaktı, esasen yapılıyordu da.. Hele
son günlerde fiili devalüasyon sahası­
nın bir hayli genişletildiği gözden
kaçmıyordu. Ekonomi ve Ticaret Ba­
kanı gayesinin "bütün mahsullerimi­
zin fiatlarını, 'dünya piyasaları aya­
rına getirmek, onlarla rekabet edecek
bir seviyeye ulaştırmak" olduğunu
söyledi. Maliyet fiatlarını kısmak çok
usun vadeli bir gayret sayılabileceği­
ne göre, herhalde ziraî mahsullere
verilmesi mutad olan primlerin saha­
sı genişletilecek, miktarı da muhte­
melen arttırılacaktı. Bundan başka
deblokaj dövizleri için resmi kura
muvazi yeni bir kur tesis edilmişti.
Uzun zamandan beri bahis mevzuu
edilen "Alım-Satım Kontuarı" kurulursa, bu teşekkül, paramızın dış de­
ğeri mevzuunda yeni bir safha açmış
olacaktı. Kontuar mühim maddelerin
ihracat ve ithalâtını bir elde toplıyacak, uygun gördüğü kurlar üzerinden
ihracat ve ithalât yapacaktı. Böylece
de Türk parası namütenahi kurlara
sahip olacaktı. Sistemin bizatihi kötü
olduğu söylenemezdi. Dr. Schaht'dan
beri, bir çok memleket bu usûle baş­
vurmuştu. Bu arada muvaffakiyetli
neticeler elde eden memleketler de
mevcuttu. Yeni sistemin devalüasyo­
na tercih edilmesini icap ettiren se­
bepler de bulunabilirdi. Bu sayede aşırı fiat yükselmeleri şeklinde kendini
gösterecek olan psikolojik tesirlerin
önlenmesi düşünülebilirdi. Bu sayede
devalüasyonun vukuu temin edilecek
ve şuyuu önlenecekti. Vuku ve şuyu
mevzuu bilhassa para sahasında ya­
bana atılamazdı. F a k a t muhtelif kur
sistemi, ancak iyi tatbik edildiği tak­
dirde faydalı olabilirdi. Sadece dış ve
iç fiat tekliflerinin esiri olmak tehliAKİS, 10 KASIM 1956
yardımda bulunmaya devanı kararını
aldı. Peyk memleketlere de yardıma
hnzır olduğunu ilân etti. Endonezya
ile flört ediliyordu. Nasır bile biraz
daha. ihtiyatlı hareket etseydi, büyük
ölçüde Amerikan yardımına, nail ola­
bilecekti. Amerikan yardımının sa­
hası gün geçtikçe genişliyor ve söz
dinler dostlara verilen bir mükâfat
veva silâhlanma vasıtası olmaktan
çıkıyordu. Muti evlatlar kadar asiler
de gözetiliyordu. Amerikan yardımı,
mazide olduğu gibi. Amerikan dış politikasına sıkı sıkıya bağlı bulunu­
yordu Dış politikaya tabi olarak,
yardımın istikameti de derişikliğe
uğramıştı. Son vahim siyasî hadise­
lere rağmen, Amerika ve Rusya "bir
arada yaşama"ya mecbur olduklarını
kabullenmişlerdi. Mücadele iktisadî
sahaya intikal edecekti. Bütün Asya
ve Afrika milletleri kalben fethedilmeyi bekliyorlardı. Ruble ve dolar
bu memleketlerde bir meydan muha­
rebesi vereceklerdi.
1948'den bu yana 1 milyar Ameri­
kan yardımı gören Yugoslavya, bu
yıl 300 milyon dolarlık bir Rus yar­
dımı görmüştü. Rusya Hindistana
yardım etmek için âdeta yalvarıyordu. Hindistan da bu yeni aşığın ni­
yazlarını kabul etmekte bir mahsur
görmüyordu.
23
Terbiye
Konuşma sanatı
Ş
urası muhakkaktır ki, bir cemi­
yette güzel kadından ziyade hoş
sohbet kadın alâka çeker. Hatta öyle
güzel kadınlar vardır ki konuşmak
bilmedikleri için ve donuklukları yü­
zünden herkesin gözünde yavaş ya­
vaş, ilk bıraktıkları tesiri kaybeder­
ler. Bu da gayet tabiidir. Çünkü in­
san konuşurken ruhunu ve yaşıyan
canlı tarafını diğer insanların hizme­
tine koymuştur. Yüz ve vücut hatları
insanın heykel tarafıdır, ve muayyen
bir müddet sonra artık pek kimseyi
alâkadar etmez olur. Güzelliğe de
çirkinliğe de o kadar çabuk alışılma­
sının sebebi işte budur.
Fakat konuşmasını bilmek bir sa­
nat değil midir? Bunu beceremiyen
kadınlar susmakla
isabet etmezler
mi? Hayır!. Konuşmasını bilmek yal­
nızca bir Allah vergisi değildir. Ko­
nuşma kabiliyeti tıpkı bir canlı insan
gibidir. Gıda alırsa, beslenir. Onun gı­
dası geçmişe ve bugüne ait hikâye­
lerdir, bir insanın diğer insanlara kar
şı gösterdiği a l â k a sevgi ve öğren­
mek, bilmek aşkıdır.
Kendi kendimizden uzaklaşmak
S
D
I
N
Okuyucuya Mektup
Jale CANDAN
stanbuldan Meliha Öz
İ bir
okuyucum bana bir
isminde
mektup
yazmak zahmetinde bulunmuş, di­
yor ki: "AKİS'in kadın sayfasın­
da zaman zaman yerli ve ucuz gi­
yimi teşvik edici yazılarla karşı­
laşıyor ve bunlardan çok istifade
ediyoruz. Ancak aynı AKİS'in ay­
nı kadın sayfasında Paris modası­
nın en lüks en fantezi teferruatla­
rını bulmak ta kabil. Bir taraftan
lüksü tenkit ederken, diğer taraf­
tan iştah açıcı lüks elbiselerin
reklâmını yapmak bizi lükse teş­
vik etmek değil m i d i r ? "
Bu sevgili
okuyucuma hususi
bir mektupla cevap verebilirdim.
F a k a t aynı suale birçok defalar
muhatap olduğum içindir ki dü­
şüncelerimi bu sütunda yazmayı
daha doğru buldum.
Elbette ki, gaye memlekette
yerli ve ucuz giyimi yerleştirmek
için çalışanlara yardım etmek ve
bugün büyük şehirlerimizde gerek
erkekler, gerek kadınlar arasında
göze çarpan aşırı bir lüks merakı
ile mücadele etmektir. F a k a t öyle
zannediyorum ki, her mevzuda ol­
duğu gibi, burada da ' t a a s s u p "
zararlıdır, sevgili okuyucum. Moda
Paristen çıkar. Bu artık dünyaca
kabul edilmiş bir hakikattir. Her
mevsim başı hatlar değişir ve bu
moda cambazlığının, ipleri Parisli
birkaç büyük terzinin elindedir..
Ne diğer Avrupa memleketleri,
h a t t a ne de Amerika Paris'in bu
imtiyazını elinden alabilmişlerdir.
F a k a t yeni modanın en son hatla­
rını öğrenmek muhakkak lükse
kaçmak demek değildir. Bu hatla­
ra sadık kalarak, kendi kumaşla­
rımızla ne güzel, ne ucuz modeller
yaratabiliriz. Geçen sene Ankarada bir defile tertip eden İzmirli
hanımların kazandığı muvaffaki­
yetin sırrı bu değil midir? Onlar
filânca köyün, falanca mıntıkanın
dokuduğu bezi, yatak çarşafını
nenimizin çok iyi t a n ı ğ ı m ı z Sümerbank kumaşlarını almış. bun­
lardan nefis kıyafetler meydana
çıkarmışlardı. Yalnız bu yerli ve
ucuz kumaşlar üzerinde kafa yo­
rup çalışırken ve adeta kreasyon­
lar yaratırken o senenin modagma
da. prensip itibariyle tamamile sadık kalmışlardı. O sene beller dü­
şüktü, yatak çarşaflarından yapılan elbiseler de bele kalça üzerin­
pe
cy
abahın 7 sinde kalkan bir ev kadı­
nı tasavvur ediniz. Bu kadın eğer
yardımcısı da yoksa öğleye kadar hiç
nefes almadan ev işleri ile uğraşacak,
didinip duracaktır. Öğleden sonra da
bu ev kadınının muhakkak bir takım
işleri olacaktır: Ütü, dikiş, alışveriş
gibi.. Ziyarete gitmek ve misafir ka­
bul etmek de onun için ekseriya bir
A
a
K
Okuyan kadın
Sohbete
24
hazırlık
vazifesidir. İşte bu kadın eğer zihnen
hep bu iş ve vazife çenberi içinde ya­
şar, okuyarak kendisini, tamamile
değişik mevzularla oyalamasını bile-
den takılmıştı. Halbuki gene bu
Türk Kumaşı ile Ucuz Giyim Der­
neğinin bu yaz İzmirde tertip etti­
ği bir defilede beller tamamile yu­
karıya çıkarılmış ve son Paris
modellerine uyularak, düz kemer­
ler yerine verev biçilmiş kemerler
kullanılmıştı. Ama kumaşlar ge­
ne bizim kumaşlardı, tabii işçilik
te, buluş ta.. Maksat kendi güzel
şeylerimizle
başkalarının
güzel
şeylerini birleştirerek ortaya gü­
zel bir eser çıkarmak değil midir?
Aşırı bir taklitçilik nasıl zararlı
ise, aşırı ve mutaassıp bir kendi
kendine yeterlik te o derece zarar­
lıdır. Ama bu yalnız moda için nü
böyledir? Zannetmiyorum. Bu her
mevzuda, her iş için böyle olmalı­
dır. Meselâ diğer memleketlere
kıyaslamalar yaparak kendi ken­
dimizi küçümsemek
nasıl
bir
kompleksten ileri gelirse aynı şe­
kilde, yalnız kendimizi beğenir
pozlar takınmak ve en ufak ku­
surlarımızın dahi başkaları tara­
fından görülmesine tahammül ederaemek aynı kompleksin netice­
sidir ve kötü bir fikir taassubun­
dan doğan bu hal, inkişafımıza
mani olur.
Geçen çarşamba günü Ankara
Dil ve Tarih - Coğrafya Fakülte­
sinde mesleki ve teknik öğretim
hakkında bir konferans veren
Londra Polytechnic okulu tedrisat
müdürü Mr. J. C. Jones memleke­
tindeki ilk, orta ve yüksek eğitim
usullerini anlatırken bazan başını
sallıyor ve:
"Maalesef, diyordu, henüz bunu
ait bir kanun memleketimizde yü­
rürlüğe girememiştir veya şu ka­
nun, l a y k ı ile tatbik edilememek­
tedir." diyordu. Sonra İngiliz ted
ris usûlleri ile diğer Avrupa ted
ris usûlleri hakkında kâh onun
kâh bunun lehinde kıyaslamalar
yapıyordu. Milleti ve dünyaya
propagandasını yaptığı tedris usûl­
leri ile iftihar ediyordu. Ama bu onun kıyaslamalar ve tenkitler yap­
masına mani olmuyordu. Konuş­
masında millî taassubun en ufak
bir eserini görmeye imkân yoktu.
Modada olsun, en ciddi mevzu­
larda olsun vapacağımız şey şu­
ursuz bir taklitçilikten kaçınmak.
iyiyi alıp kötüyü atmaktır. En baş­
ta atmaya mecbur olduğumuz bir
şey de. ferdin ve cemiyetin inkişa­
fını önliyen fikir taassubudur.
mezse, kendi dar muhitinden kafası­
nı kaldırıp biraz da dünyada olup bi­
tenlere bakmazsa, neticede mahdut
görüşlü, mahdut düşünceli bir kadın
AKİS, 10 KASIM 1956
KADIN
oluverir. Mecliste sıkıcıdır ve kendi
küçük dünyasından başka meşgalesi
olmadığı için kolayca sıkıcı oluverir.
Ruhun gıdası
şte bunun içindir ki her kadın hiç
İ olmazsa
günde bir saat gazete,
Moda
Erkek modası
Kadınlardan sıra gelirse..
_ Klâsik bir erkek kostümü koyu gri
olabilir. Fakat 1956 - 57 kış modasın­
da en gözde renk lâciverttir ve bu,
kadının siyah elbisesine tekabül et­
mektedir. Bu lâcivert kostümün, üze­
rinde çalışılmış bir kumaştan yapıl­
ması da şarttır. Yani bu kumaşın do­
kumasında bazı fanteziler göze çar­
pacaktır. Balık sırtı, küçük ve belir­
siz kareler, birbirine zıt çizgiler gibi..
Daha cesur erkekler fantaziyi biraz
daha ileri götürebilirler. Meselâ ce­
ketlerini, karılarının giyindiği vişne
çürüğü satenle astarlatabilirler. Böy­
lece erkek ile kadının birbirine tamamile uygun şekilde giyindikleri düşü­
nülecektir. Fakat kadınların sık sık
elbise değiştirdikleri göz önünde tu­
tulacak olursa, bu gayretin beyhude
bir gayret olacağı da aşikârdır.
Lâcivert kumaşın de mühim bir ku­
suru vardır: Çabuk parlar.. Bunun için seçilecek kumaşın sırt değil yu­
muşak olmasına dikkat etmelidir.
1956 - 57 erkek modasında klâsik
kostüm için hâkim olan renk lâcivert
ve hâkim olan biçim de iki veya üç
cy
Erkek modası
F
a
mecmua veya roman okumalı, iş ya­
parken dahi radyo ve müzik dinlemeğe ruhunu muhtaç olduğu bu gıda­
larla beslemeğe gayret etmelidir. Öğ­
renmenin ve sıkıcı olmamanın bir gür
zel şekli de dinlemesini bilmektir. Öy­
le olabilir ki bir kadın, herhangi bir
mecliste konuşulanlara yabancı kala­
bilir. Konuşulanlar hakkında ya fikir
sahibi değildir, ya da fikir sahibi ol­
mak istememektedir. Fakat bir defaçık olsun konuşulanlara alâka göster
meğe gayret' etse, belki bundan zevk
duyacaktır ve "Atom'un veya "televizyon"un sırrı artık ona bu derece
erişilmez görünmiyecektir. Zekâ ile
dinlemesini bilmek te konuşma kabi­
liyetini besleyen birşeydir. İnsan bir
mecliste öğrendiğini, bir diğerinde
ustalıkla satabilir. Zaten iyi konuşan­
lar herşeyi çok iyi bilenler değil, te­
vazu ile dinliyen ve ancak çok iyi bil­
diklerini gene aynı tevazu ile anlatan
insanlardır. Herhalde unutulmaması
icab eden birşey varsa o da öğrenmek
arzusunun ruhun en mühim gıdası
olduğudur.
bir kadının ne çok
K veışane girerken
çok işi vardır. Evi yeni mev­
pe
sim ihtiyaçlarına göre yerleştirmek,
çocukların mektep ve kışlak giyim
eşyalarım hazırlamak, kendi ihtiyaç­
larını tesbit ederek bütçeyi fazla sars
madan, ele güne karşı mahcup olma­
dan temiz pak şekilde ortaya çıka­
cak birkaç kıyafet edinmek.. Fakat
bütün bunları program ve plân dahi­
linde tatbik ederken bir kadının dü­
şüneceği mühim birşey-daha vardır:
Evin erkeğine lâzım olan klâsik kos­
tümü yaptırırken ona yardım etmek..
Ekseri erkekler bir kostüm ısmarla­
maya giderken, ne istediklerini bile
çok iyi bilemezler ve çok zaman ter­
zilerinin tavsiyelerine göre birşey ya­
pıp, işin içinden çıkarlar. Belki terzi­
nin tavsiye ettiği spor kumaş fevka­
lâdedir. Ama terzi müşterisinin, bir
akşam tiyatroya giderken giyinecek
elbisesi olmadığını nereden bilebilir?
Bir kadın her mevsim başı, kocasının
gardrobunu gözden geçirmeli ve onun mübrem ihtiyaçlarım da diğer ih­
tiyaç listesine ilâve etmeyi unutma­
malıdır.
düğmeli düz ceketlerdir. Uzun boy­
lular üç, ve daha az uzunlar iki düğ­
meliyi tercih etmelidirler. Bu sene
yaka uçları sivridir. Pantalonun pa­
çasında kıvrıntı yoktur. Birkaç sene­
dir ortaya çıkan bu düz pantalonlar
1956 - 57 de artık iyiden iyiye tutun­
muştur.
Kruvaze kostümden vazgeçemeyen­
ler, onu giyebileceklerdir. Kruvaze
ceketlerin omuzları tabi! olmalıdır
ve tabiî dört düğmeliler tercih edil­
melidir.
Fantazinin zaferi
antazi jileler de 1956-57 kış mevsi­
minde artık yerlerini iyice sağlam
laştırdılar. Çok muhafazakâr erkek­
ler, jilelerini gene elbiselerinin kuma­
şından yaptırmakta devam ediyorlar
ve çok ciddi vaziyetlerde bunları tercih etmek daha münasip görünmü­
yor. Ama günden güne yerleşen fan­
tezi jile modası her erkeğin için için
arzusunu kamçılamaktan geri kal­
mıyor. Fantazi jileler renk renk ve
çeşit çeşittir. Öğleden sonra için ince
yünlüler çok revaçtadır; gece için ise
otomanlar daha rağbettedir. Düz ye­
lekler mevcut olduğu gibi, kruvaze
yelekler, şal yakalı yelekler de var­
dır. Hele "en küçük yelek" ismi­
ni taşıyan bir tip yelekler piyasaya
sürülmüştür ki bunlar hemen hemen
kalınca bir kemer olmaktan ibaret­
tir ve bunlar erkekler arasında değil
de, şimdiden kadınlar arasında çok
tutunmuştur.
Erkek yeleklerine kadınların ilâve
edecekleri en güzel şey eski zaman­
dan kalma antika düğmelerdir. Pariste, bitpazarında eski düğme arayan
birçok erkeklere ve bilhassa orijinal
şekilde giyinmeyi seven sanatkârlara
rastlamak kabildir.
Aksesuarda sadelik
ir kokteyl ve samimi bir toplantı
için yelek kumaşından yapılmış bir
kravat çok hoş duracaktır. Gece için
de. İngilizlerin yaptığı gibi ipekli ye­
leğin kumaşından ince bir papiyon
kravat takmak mümkündür. F a k a t
çok sade ve düz siyah ipek örgü. kra­
vat daima münasip duracaktır.
lâcivert kostümle siyah ayakkabı
şarttır. Siyah ayakkabıların topukla­
rı ince olmalıdır, kalın Topuklar kat'iyetle yasaktır. Gece için, siyah ta
olsa makosen veya kalın dikişli ayıkkabılar giyinmek çirkin duracak­
tır.
B
1 Numaralı İhtiyaç
ışa girerken, her erkeğin klâsik
elbiseye ihtiyacı vardır. Öyle bir
elbise ki erkek bununla, rahat rahat
bir akşam yemeğine, bir gece tiyatro­
ya, bir . sürprizpartiye, bir merasime
veya dansa gidebilsin. Bu elbise erkek
gardrobunun temel elbisesidir.
K
AKİS, 10 KASIM 1956
25
KADIN
1956 - 57 kışının gözdesi siyah elbiseler
"Peynir - ekmek" gibi satılıyorlar
P
Siyahın marifetleri
S
iyah, kadına kibarlık verir. Siyah,
kadım zayıf gösterir. Siyah, ka­
dını daha kadın, daha şık, daha cazi­
beli yapar. Siyah, kadına emniyet his­
si verir.
Yalnız siyah kumaş alırken bazı
noktalara dikkat etmek lâzımdır. Sinispeten çok daha iyi kalite icab etti­
rir. Fena bir kumaş, siyahta derhal
sırıtır. Siyah kumaş seçerken onun
güzel bir parlaklığa veya aksine tam
bir matlığa sahip olmasına dikkat
etmelidir. Çizgili kadifeler, saten,
yünlü jerse, ince dra ve tok ipekliler
ekseriya siyah rengini çok iyi tutar­
lar. Bu kumaşlar zengin manzaralı
kumaşlardır ve dayanıklıdırlar.
Siyah kumaş alırken çok az kumaş
almamaya da dikkat etmek lâzımdır.
En sade siyah elbise bile zengin bir
kupa muhtaçtır ve siyaha sonradan
26
Bir kusur
iyahın en büyük kusuru çabuk toz
tutmasıdır. Fakat bu kadarcık
kusur kadı kızında da bulunur. Ona
itina göstermek, giydikten sonra, do­
laba asmadan fırçalamak lazımdır.
Siyahı ya buharla ütülemek lazımdır,
ya da kumaşın tersinden.. Siyah bir
elbise hergün üst üste giyinilmemelidir. Siyah elbise dinlenmeğe muhtaç­
tır. Onu dolapta koyu renkli elbise­
lerin yanına asmak, kabilse her defa­
sında bir naylon torbanın içine kal­
dırmak lâzımdır.
S
pe
cy
aris modası, yeni mevsime girerken, gene baş rolü, ihtiyarlamak
bilmez baş artistine verdi. Bu sön­
meyen yıldız siyah elbisedir ve büyük
terzilerin ifadesine göre siyah elbise­
siz bir moda defilesini, tasavvur et­
mek bile güçtür. Hakikaten 1956 57 kışında siyah elbisesi bulunmıyan
şık bir kadın düşünmek mümkün de­
ğildir. Siyah bir elbise nasıl bir moda
defilesinin "ekmek - peynir"i ise, bu
kış şık bir kadının da gardrobunun
-temel taşı olacaktır. Bu "ekmek
peynir" tabiri de doğrudan doğruya
Parisli büyük moda evlerine aittir.
Çünkü senelerden beri, her defilede
siyah elbiselerin "ekmek - peynir"
gibi satıldığım müşahade etmişler­
dir.
parça ilâve etmek çok zordur. Çünkü
aynı kumaşlar bile ekseriya değişik
siyah tonlarla karşımıza çıkarlar.
a
Sönmeyen bir yıldız
Yaşa göre kumaş
iyah her yaşta giyilebilir. Fakat
seçilen kumaş yaşa ve tipe göre
değişmelidir. Meselâ siyah kadife
gençtir ve bilhassa sarışınlara gider.
Krepler, tok ipekliler daha ziyade
mat tenli, siyah saçlı kadınlar içindir.
Siyah saten parlak bir makiyaj ve
parlak saçlara yakışır. Siyah jerse
her yaşta ve her tipte kadına müna­
siptir.
S
Siyahın aksesuarları
iyah bir elbiseyi fazla takıp takış­
tırmadan giyinmek te pekâlâ ka­
bildir. Bilhassa 1956 - 57 modasında
bu sadelik elzemdir. Güzel dikilmiş,
zengin bir kumaş yalnız başına kadı
nı açacaktır. Tek bir çiçek, tek bir
iğne, tek bir bilezik veya küpe kâfi­
dir. Siyah elbise ile elzem olan şey
itina ile boyanmış parlak dudaklardır.
Tek elbise, değişik kıyafet
iyah elbise yaptırırken dikkat edilecek bir nokta, da onun çok fazla
S
s
süslü olmamasıdır. Bu taktirde elbise
ancak çok mahdut fırsatlarda giyile­
cek, ömrünün büyük bir kısmını do­
lapta asılı geçirecektir. İyi kumaş­
tan, iyi dikilmiş sade bir siyah elbise!.
İşte her kadına lâzım olan budur. Bu
taktirde elbiseyi birçok vesilelerle gi­
yinmek, ondan tam manasıyla istifa­
de etmek mümkün olacaktır. Yalnız
bu taktirde elbise ile biraz oynamak,
onu bir ilâve yaka, bir ziynet eşyası,
bir kemer, açılıp kapanan bir dekolte
ile değiştirmek icab edecektir. Mese­
lâ güzel bir siyah yünlüden yapılmış
küçük japone kollu, erkek yakalı bas
tan aşağı düğmeli, belden kesik bir
düz siyah elbise düşünelim. Bu elbise­
nin beline ince bir siyah deri kemer
takıp yakasını iyice kapayınca onu
mükemmelen büroya veya bir öğle
yemeğine giderken giyebiliriz. Aynı
elbisenin yakasını bele kadar düğmelemeyip içinden bir beyaz saten
jile gösterirsek ve beline de ay­
nı satenden, arkadan sarkan bir
zengin kuşak koyacak olursak, bu
elbise ile akşam yemeğine de git­
mek kabildir, gece dansa da.. Bu
şekilde sade biçilmiş siyah elbise­
lerin bir pratik tarafı daha vardır:
Birinci sınıf bir gezme elbisesi ol­
maktan çıktıktan sonra gayet rahat
ve güzel bir gündelik elbise de oluve­
rirler..
Ev
Mecburi bir yenilik
A
nkarada elektrikler sık sık ve
sürpriz halinde arızalar yapmak­
tadır. Bu yüzden ekseri nahoş, bazan
da hoş hadiseler olmaktadır. Bir gece
toplantısında iskambil falına bakmak
AKİS, 10 KASIM 1956
İstiyenler İçte birden elektriklerin
sönmesi elbette ki gök can sıkıcıdır.
Hele akşam yemeğine çıkarken, zaten
daima geciken kadının ayna karşısında makyajını yaparken, birden ka­
ranlıkla karşılaşması en hafif tabiri
ile sor bir durum yaratır. Geçenlerde
Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesin­
de bir yabancı misafir tarafından ve­
rilen bir konferans, bu yüzden hemen
hemen sonuna kadar zifiri karanlıkta
takib edildi. İki zayıf mum yalnız kon
feranscının gözlük camlarını etrafa
aksettirirken karanlıkta not alanlar
dahi oldu.
sveç'in genç prenseslerinden, en
mahir kayakçılarından ve en gü­
zel kızlarından biri olan Brigitta İs­
tanbul'a habersizce gelip İsveçli dost­
larının yanında dört gün kaldıktan
sonra yine. sessiz sedasız memleke­
tine döndü. Böyle ziyaretlere İsveç
dilinde "blixtvisit = şimşek ziyareti"
denildiğini söyleyen genç prenses zerafeti ve güzelliğiyle kendisini her
gören, İstanbulluyu hayran bıraktı.
Yabancı misafirlerin, tantanalı, me­
rasimli, taklı, trafik tıkayan gezintili ziyaretlerini unutamıyan İstanbul­
lular, "Ah şu şimşek ziyaretleri bir
moda olsa!" diye ellerini açıp dua
ettiler.
eçen hafta Ankara'da bir sinemada, akşamları eğlenceli bir
sahne cereyan ediyordu. Oynayan
"Gelen Ağlar, Giden Ağlar"
adını
taşıyan bir filmdi. "Beş dakika is­
tirahat"
verildiğinde filmin
herşeyi olan - bilhassa baş artisti Hüseyin Peyda sahneye bizzat çıkı­
yordu. Sahneye bir mikrofon kon­
muştu. Hüseyin Peyda mikrofondan
seyircilere filmini izah ediyor, ku-
*
İ
stanbul'un yeni eğlence yeri KlöbX'te Cumartesi gecesi görülme­
miş bir azgınlık vardı.
Aralarında
meşhur vizonlarından biriyle Naciye
Sultan ve Prof. Dr. Fahri Arel gibi
şahsiyetlerin de bulunduğu bir şen ka­
labalık çılgınca Rock and Roll dans­
ları yaparak
"eğlenmek"le meşgul­
dü. Taşkınlığın azamîye vardığı sı­
rada, tepede duran çiçek saksılarının
alttaki masalarda oturanların üstü­
ne devrilmesi bile ortalığı yatıştıra­
madı. Kazazedelerden biri pistte kan
ter içinde tepinmeğe çalışan yaşlı
başlı hanımlara, göbekli beylere ba­
karak
"Başımıza
çiçek yağmağa
başladı, dedi, bakalım taşlar ne va­
kit yağacak?"
cy
a
F a k a t bütün bu nahoş hadiselerin
bazan hoş taraflarını tespit etmek te
pekâlâ mümkün olabilir. Birçok ev­
lerde şık eski zaman lâmbaları, evin
en baş köşesini işgal etmektedir.
Şamdanlar, evleri
süsleyen renkli
mumlar da, yarıyarıya ihtiyaçtan
doğma bir dekorasyon teferruatı ya­
ratmıştır.. Hele Ankaralı bir Usta ta-
C E M İ Y E T
İ
G
*
emleketimizde tiyatro sahasına
M birçok
yenilikler getiren Küçük
pe
Şamdan ve mum
Mecburi
Sahne gurubu kadın-erkek münase­
betlerimizde de bir inkilâba şahid
oldu.
Yalnız erkeklerin kadınlara
çiçek gönderebileceği kaidesi bu su­
retle ortadan
kalkmış bulunuyor:
Nedret Güvenç, Sadri Alışık'e sık
sık iri buketler yolluyor.
bir yenilik
rafından yapılarak duvara takılan üç
mumluk siyah demir aplikler cidden
hem şık, hem çok pratik, hem de ucuzdur.
Evine bir loşluk, bir yenilik ilâve
etmek isteyen kadın eski zaman lâm­
baları, saplı şamdanlar, demir aplik­
lerle ne kadar sıcak ve cana yakın
bir hava yaratabilir.. Elektrikler sö­
nüp te, herkes eyvah derken evin bir­
denbire, her köşeden mumlarla aydın­
latılması ne güzel bir sürpriz olur.
Zaten bu ihtiyatlı ve iyi bir ev kadını
olmanın en güzel bir delili değil mi­
dir? Hele bu mumları ele yakın bir
yerde süslü bir şekilde hazır bulun­
durmak, güzel bir dekorasyon temin
etmek kadına, zamanına intibak eden
ve ona daima Hoş karşılayan modern
bir kadın zihniyeti ile hareket etmek
imkânını da verecektir.
AKİS, 10 KASIM 1956
*
G
ünlük gazeteler toptan, atladılar,
tanınmış bir sanatkârın memleke
timizden geçişini bildirmediler. Ame­
rika'da büyük muvaffakiyet kaza­
nan Kısmet operetinin baş artisti
Gwen Omeron Hilton'da üç gün kal­
dı.
O
*
rta-Doğu'daki karışık vaziyetten
dolayı o bölgedeki hava alanları­
na inemiyen bütün uçaklar ikmalleri­
ni Yeşilköy'de yaptılar. Bütün hafta
Yeşilköy binlerce transit yolcu ile
dolup taştı. Memleketimizden ge­
çen bu mecburi
seyyahlar arasın­
da en enteresan grup koca bir uça­
ğı dolduran neşeli bir maymun kafilesiydi. Bunların manzarası civardakilerl bir hayli
güldürdü.
Fakat
maymunların da insanlara gülen bir
halleri vardı.
Prenses Brigitta
Sağlam
vücutta
güzel
bacaklar
surlarını bizzat söylüyor, bir dahaki
seferde bu kusurların önleneceğini
bildiriyordu.
Hüseyin Peyda bazı akşamlar se­
yircileri de kapıda bizzat karşılıyor­
du. "Gelen Ağlar, Giden Ağlar" An­
kara'da bir ay müddetle gösterilmiş­
tir. Film çok zaman ismine ve bir
melodram olmasına rağmen kahka­
halarla seyredilmiştir.
27
Z A B I T A
G
eçen haftanın sonunda, 2 Ekim
cuma günü saat 11 sıralarında,
Ankarada Gazi Mustafa Kemal Bul­
varındaki Vehbi Koç Talebe Yurdu ci
varında, o ana kadar yekdiğerini hiç
görmemiş olan iki adamın talih çizgi­
leri çatıştı. İkisi de o anın bir talihsiz­
liğin başlangıcı olacağının farkında
değillerdi. Bu tesadüf üzücü bir neti­
ce verdi. Karşılaşan iki adamdan bi­
ri hayata gözünü kaparken, diğeri
tarifsiz kederler içinde kaldı.
Kazazede Ali Rıza Girgin adında
İzmirli bir işçiydi. O gün hakikaten
hasta ve dalgındı. Sabah kendisini
iyi hissetmemiş ve iş yerinden, dok­
tora görünmek istediğini söyleyerek
vizite kâğıdı almıştı. Üstelik, para sı­
kıntısı da çekiyordu. Çalıştığı yerden
avans talep etmiş, fakat işe başlıyalı
daha henüz 10 gün olduğu için talebi
reddedilmişti. Kaza vuku bulduğu sı­
rada, Ali Rıza Girgin karşıdaki ecza­
neye gitmek için yolun üzerine inmiş
bulunuyordu. Yanındaki arkadaşı, otomobilin geldiğini görerek durmuş,
pe
cy
Bu iki adamdan biri. olan C.H.P.
Genel Sekreteri Kasım Gülek, o sabah
otomobille Bahçelievlerdeki evinden,
Gazi Mustafa Kemal Bulvarını taki­
ben Bayisidir Sokağına, C.H.P. Genel
Merkezine gidiyordu. , Ankara H.
08 729 plâkalı siyah Buick arabasını
bizzat kullanıyordu.. Gazi Mustafa
Kemal Bulvarı çok isleyen bir yoldu.
İki taraftan otomobiller, kamyonlar
ve otobüsler ardı kesilmeksizin, akıp
gidiyorlardı. Hızlı gitmeye imkân
yoktu. Çok eski ve dikkatli bir şoför
olan Kasım Gülek, arabasını çok sev­
diği» için katiyen onu hor kullanmaz
ve bir kaza ihtimalini düşünerek dai­
ma ihtiyatsızlıktan kaçınırdı. Fakat
o gün öğrendi ki ihtiyat ve dikkat
kazayı önlemek için şarttı, fakat kâfi
değildi. Bazı kazalar vardı ki, geliyo­
r u m demiyor ve gelmeleri talihsizlik­
lerin en büyüğü ölüyordu. Nitekim
Kasım. Gülek, Koç Talebe Yurdu ön­
lerine geldiği sırada bir kaldırımdan
diğer kaldırıma geçmek isteyen bir
vatandaş; ters istikametten gelen di*
ğer vasıtalara bakarken önünden ge­
çen Kasını Gülekin otomobilini gör­
memiş ve farkına vardıktan sonra da
iş işten geçmişti. Sademeden kaçın­
mak için iki eliyle otomobilin arka
penceresine dayanmış ve sonra yere
düşmüştü. Talihsizlikler devam edi­
yordu, kazazede düşerken başını kal­
dırımın kenarındaki taşa çarpmıştı.
Kasım Gülek ilk anda bir kaza oldu­
ğunun bile farkına varmamıştı. Etraf
ta bağırışmalar işitince durdu ve yer­
de yatan bir adam görünce onun yardı
mına koştu. Yaralıyı arabasına aldı
ve hemen hastahaneye götürdü.Tedavisiyle bizzat meşgul oldu. Röntgeni­
ni çektirdi ve hadiseye müdahale eden doktorların-vaziyette bir vahamet
olmadığını bildirmeleri üzerine yara­
lıyla beraber Maltepe Karakoluna ge­
lerek ifade verdi. Kazazede ve yanın­
daki arkadaşı karakolda Kasım Gülek'in bütün tedbirleri almış olduğu­
nu ve kazazedenin dalgınlığının bu
müessif hadiseye yol açtığını belirtti­
ler.
a
Bir kaza
Trafik
Kasım Gülek
Kahbe
felek
fakat arkadaşının dalgınlığım farkedemiyerek onu ikaz edememişti.
Bütün tedbirleri almış olduğu halde
böyle bir kazanın vuku bulmuş olma­
sı Kasım Gülek'i son derece üzmüştü.
Yaralının vaziyetiyle yakından alâ­
kadar olmayı bir vazife bildi. Hastahaneden çıkıp, karakolda ifade veril­
dikten sonra da yaralıyla alâkalanmakta devam etti. İhtiyaçlarını gi­
dermeye çalıştı ve onu oteline kadar
götürdü. Kasım Gülek'in gönlü vazi­
fesine döndükten sonra da rahat et­
medi. Arkadaşı Dr. Kâmil Kırıkoğlu'nu yaralıyı ziyarete yolladı. Dr. Kâ
mil Kırıkoğlu, yaralının vaziyetini iyi
bulmadı ve celbedilen bir ambülansla
yaralı hastahaneye kaldırıldı. Hastahânede doktorlar cerrahi müdaheleye
lüzum gördüler. Vaziyeti öğrenen
Kasım Gülek kan vermek için hazır
olduğunu bildirdi, fakat buna lüzum
görülmedi. Cerrahi müdahele muvaf­
fakiyetle neticelendi. Yaralı Ali Rıza,
ameliyattan sonra "Oh, nihayet rahat
ladım" dedi. F a k a t ecel bir kere ya­
kasına yapışmıştı. Akşama doğru ya­
ralı hayata gözlerini yumdu. Belki esasen hasta bulunması yaşaması için
gereken mukavemeti göstermesine elvermemişti.
İşe el koyan alâkalılar o gece hâdi­
se yerinde bir keşif yaptılar. Ankara
H. 08 729 numaralı siyah Buick'te en
ufak bir çarpma alâmeti yoktu. Yal­
nız arka kapının camında iki avuç izi
bulundu. Bu izlerin merhum Ali Rıza­
ya ait olduğu anlaşıldı.
Hadise mahallinde keşif yapılıyor
Kurban
28
kabahatli
olunca...
Bu satırların yazıldığı sıralarda,
Ankara Savcılığı hâdisenin tahkikatı
ile meşgul oluyor, G ü l e k t e başına ge
len bu görünmez kazanın teessürü içinde bulunuyordu.
AKİS, 10 KASIM 1956
E
Filmler
"Papatya"
E rich
adlı
von Stroheim'in "Paprika"
bir romanı vardır. Dilimize
"Çingene Aşkı" diye çevrilen bu eserde Stroheim Macar çingenelerinin
hayatlarını şiir dolu bir üslûpla, bir
efsane havası içinde anlatır. Paprika­
ya çergisindeki bütün erkekler aşık­
tır. O da aralarından bir kemancıyla
alâkalanır, fakat bunu bir türlü açığa
vurmaz. Kemancı zamanla yükselir,
prenses'in sevgilisi olur; Paprika ise
Budapeşte yollarında hemen hemen
her rastladığı erkek tarafından elde
edilir. Ama o da zamanla asillerin hay
ranlığını kazanır. Kemancıyla tekrar
karşılaşırlar. Paprika esrarengiz bir
inatla sevgisini açığa vurmaktan, ke­
mancının olmaktan ölünceye kadar
kaçınır. Erich volt-Stroheim, sinema
tarihine ilk gerçekçi filmleri yarat­
makla geçmiştir. Kadın kaprisleri
filmlerinde çok sık dokunduğu mev­
zulardır. "Paprika" roman olarak
Orta Avrupa ülkelerinin bütün şiirini
taşır. Sinemaya çok müsait hareketli
mevzuuna rağmen, ancak Orta Avru­
palı bir rejisörün elinde canlanabilir­
di.
A
ne geçiş ve Ayşenin açıklanışı başa­
rılı bir geçme olmakla birlikte, bu çe­
şit geçmelerin devamlı olarak kul­
lanılması rejisör'ün kendi kendini
zorladığını, buluşlarındaki yeknasaklığı ortaya koyuyor. Yerli yersiz ya­
pılan kamera hareketleri, daha doğ­
rusu kamera sarsıntıları, gelişi güzel
bir montaj Mümtaz Teperin öğren­
mesi gereken çok şey olduğunu; ispat
ediyor. Kendi hallerine bırakılan oyuncular boy göstermekten başka bir
marifet göstermezler. Filmin ne fikrî
ne de teknik hiçbir değeri olmaması
yanında ticari bakımdan da başarı
kazanması beklenemez. Karakterlerin
hiçbiri orta seviyede bir Türk seyir­
cisinin sevebileceği tipte değildir.
pe
cy
Senarist - rejisör - dekoratör Müm­
taz Yener bu romana benzer bir hi­
kâye hazırlamış ve şimdiye kadar ya­
pılan en kötü, en maksatsız Türk film
lerinden birini meydana getirmiş.
Stroheim romanı hayranlığının iyi
film çevirmeye kâfi gelmiyeceğini
aklına getirmiyen Mümtaz Yener sev­
diği eserin bütün havasını kaybedip,
şimdiye kadar kullanıla kullanıla po­
san, çıkmış kalıpların yardımına sı­
ğınmış. Herşeyden önce şunu hatırda
tutmak gerekirdi: Türkiyedeki çinge­
nelerin arasından bir Carmen, Singoalla yahut Paprika yetişmemiştir. Bu
bakımdan Papatya bir özenti olmak­
tan ileri geçemiyecektir. Nitekim çok
zayıf bir hikâye, neticede can sıkıcı,
rahatsız edici olmaktan kurtulama­
mıştır.
Mümtaz Yener, "Papatya"nın Türkiyede çevrildiğini belirtmek için ge­
reken hafiflikleri yapmaktan kaçın­
mıyor, anlattığı hikâyenin dişe doku­
nur en ufak bir tarafı yok. Papatya'ya aşık olan delikanlının yakasına
papatya takması, Papatya'nın papat­
ya tarlasında papatya falı açması gibi
tuhaflıklar, hayal fakirlikleri birbiri­
ni kovalıyor. Usanç veren peri masa­
lı gene tekrarlanıyor. Zengin aşıkla
fakir kızın aşk maceraları bu gibi ucuz tezadlardan bıkan seyircinin önü­
ne bir kere daha sürülüyor. Filmin
hiçbir esasa dayanmayan
hikâyesi
yanında anlatılıştaki mantıksızlıklar,
komiklikler seyircinin sabrını başa­
rıyla taşırıyor.
"Papatya"nın sinematik hataları,
mevzuuna uymaktadır. Kaybolan kü­
çük Ayşe'nin dere kıyısında sandalda
bulunan patiğinin tekinden öbür teki-
M
AKİS, 10 KASIM 1956
bîr seviyededir. Bu seviye Avrupa
sinemacılığının h a k i n değerini tem­
sil etmemekle birlikte, Türk seyirci­
sinin kendi hayatına daha yakın olan
Avrupa filmleri hakkında yanlış fi­
kirler edinmesine sebeb olmaktadır.
Böyle bir tutumun garabetine şaş­
mamak imkânsızdır. "Yaylalar Baki­
resi" yahut "Bir Gecenin Kadını" gi­
bi İtalyan filmlerini görenler bu mil­
letin dünya sinemacılığında nasıl söz
sahibi olduklarına pekâlâ hayret ede­
bilirler. Marina Vlady'nin oynadı­
ğı "Yaylalar Bakiresi - Musoduro"nun, meselâ bir "Papatya"ya, - renkli
olmaktan başka - üstünlüğü yok­
tu. "Bir Gecenin Kadım" ise vak­
tini çoktan doldurmuş olan Mario
Camerini'nin filmiydi. İtalyan si­
nemasının bugünkü temsilcileri Federico Felleni ile Michelangelo Antonioni'nin eserlerini görmek fırsa-
a
S İ N
"Papatya"dan bir sahne
"Ah, şu çingeneler..."
Türk halkının küçümsediği çingene­
lerden kahraman yaratmak, içinde
yaşadığımız cemiyetin
psikolojisini
hiçe saymaktır. Filmin tek ticarî
metaı olabilecek Özcan Tekgül'den de gereği gibi istifade edile­
memiştir. Şen şakrak dansözü, ma­
sum bir taze olarak atnıtmak, po­
püler şahsiyetinden faydalanmamak
prodüktörlerin aleyhine olacaktır.
Seyirci iyi filmden vaegeçip Öz­
can Tekgül'den fettanlıklar, soyun­
malar beklerken onu da bulama­
maktadır. Böylece zavallı "Papatya"
tesirli olabilecek bu son silâhını da
kaybetmektedir.
Avrupa filmleri
M
evsimin başından bu yana göste­
rilen Avrupa filmleri Amerikan
filmi taraftarlarını haklı çıkaracak
tı henüz bulunamamıştır. Neo-realizm'in ilk temsilcileri Vittorio De Sica, Roberto Rossellini ve Luchino
Visconti'nin filmleri da Türkiyeye ha­
len gelmemiştir. Film ithalcilerinin
iyi İtalyan filmlerine düşmanlıkları
devam ediyor. Halbuki bir Fellini ya­
hut bir Antonioni Türk hayatında da
rastlanan olayları kuvvetle işliyor­
lar. Üstelik bilhassa Antonioni'nin
filmleri aşk hikâyesi çevresinde işle­
dikleri mevzular ve tanınmış genç
yıldızlarıyla ticarî başarı da kazana­
bilir. "Cronoca di un Amore - Bir Aşk
Hikâyesi", "La Signora senza camelie -Kamelyasız Kadın", "I vinti - Oğullarımız", "Le Amiche - Arkadaş­
lar"" niçin gösterilmiyor?
Yeni mevsimin tek Alman filmi
sessiz sedasız Pangaltı inci sinema­
sında gösterildi. "Coşkun Kaptan -
29
SİNEMA
da harbe dair dokümanter gerçekli­
ğe varan değerde filmler yapan İn­
gilizler harp sonrasında canlılıkları­
nı korumuşlar, David Lean ve Carol
Reed gibi rejisörler sayesinde mükemmel eserler yaratmışlardı. Son
zamanlara kadar İngiliz sinemasını
karakteristik komediler temsil edi­
yordu. F a k a t
bugünkü durumuyla
İngiliz filmleri Avrupa sinemasının
en cılız mahsulleri halindedir. Teknik
imkânların gelişmesine rağmen eski
araştırıcılık,
samimiyet ve derinlik
kalmamıştır. Amerikalı bağımsız re­
jisör John Huston Londra'nın Estree
stüdyolarında "Moby Dick" gibi bir
şaheser yaparken, İngiliz sinemacıları
kalitesiz harp filmleriyle uğraşmak­
tadırlar. İkinci Dünya Harbinin so­
nundan bu yana, on yıldan fazla za­
man geçmiş olmasına rağmen İngiliz­
lerin "Cehennem Yolu - A'Town Like
Alice" yahut "Kara Oba . The Black
Tent" gibi propaganda filmleri hazır­
lamaları garip kaçıyor. Bu yıl çevri­
len İngiliz filmlerinin de mühim bir
kısmı savaş hikâyelerinden meydana
gelmektedir. Dünya sinemacılığının
harp mevzularını bıraktığı yahut sa­
dece dehşetlerini teşhir etmek için
ele aldığı bir sırada, İngiliz sinema
endüstrisinin bu davranışı pek garip
senmemelidir. İngiltere'nin dünya ha­
diselerinde son takındığı tavır bu tu­
tumun sebebini apaçık ortaya koy­
maktadır.
cy
a
Capt'n Bay - Bay" acayip, anlaşıl maz bir komediydi. İşin en tuhafı
mizansenini Almanya'nın harp sonra­
sı sinemacılarının en değerlilerinden
olan Helmut Kautner tertiplemişti.
F a k a t Kautner'i meşhur eden Afrika
halkıyla alay eden, bu garip komedisi
değil Almanya'nın harp sonrası me­
selelerini ele alan filmleriydi. Ne on­
lardan, ne de öbür değerli Alman re­
jisörü Wplfgang Staudte'nin eserle­
rinden bir haber yoktu,
Fransa milletlerarası festivallerde
"Jeux Interdits - Yasak Oyunlar"
-Rene Ctement-, "Thörese Raquin"
-Marcel Carne-, gibi filmlerle mükâ­
fat kazanırken, Jean Renoir ve Rene
Clair gibi tanınmış Fransız rejisörleri
birbirinden güzel eserler çevirirken,
Türk seyircisi Sacha Guitry'nin di­
daktik, tatsız tuzsuz "Napoleon"u ve
Eddie Constantine'in zevzeklikleriyle
oyalanıyordu. Bir zamanlar Reyoğlu'nun her sineması bir iki Avrupa filmi
gösterir, Saray, Lüks ve Şan sinema­
larında daima Avrupa filmleri oyna­
tılırdı. Lüks ve Şan sinemaları geçen
yıllarda programlarına Fransız sine­
masının değerli eserlerinden birkaçını
koymuşlardı. Ama bu mevsim onların
da bir Amerikanizma"ya yakalan­
dıktan, büyük ithal şirketlerinden
arta kalan Amerikan filmi artıklarıy­
la geçindikleri anlaşılıyordu. Film
ithalinde Turgut Demirağ'ın uyan­
dırdığı ümitlerin boşa gittiği söyle­
nebilirdi.
İngiliz savaşseverliği
S
Bir sinema kitabı
inemalarımızda her yıl yüzlerce
film gösteriliyor, bunları milyon­
larca insan seyrediyor. Filmin neşesi
kahkahalara, kederi gözyaşlarına se-
S
pe
inemalardan yalnız Saray, devam­
lı olarak Avrupa filmi göstermek­
tedir. Oynattığı İngiliz filmleri de
bugünkü İngiliz sinemasının aynası
olabilecek durumdadır. Harp sırasın­
Yayınlar
Sacha Guitry'nin "Napolyon"u
Bir
30
Abdurrahman
Çelebi
bep oluyor. Buna rağmen sinema sa­
lonundan çıkarken artık hiçbir şey
kalmamıştır. Seyircisi, futbol seyirci­
sinden katkat çok olan sinema ayni
alâka, ayni ciddiyetle karşılanmıyor.
XX. asrın bu en canlı, en tesirli sana­
tı, hakkı olan değerini cemiyetimizde
daha kabul ettirememiştir. Endüstri
devrinin bu karakteristik sanatına
hâlâ bir eğlence gözüyle bakılmakta,
eğitim ve propaganda gücünden isti­
fade edilmemektedir. Türkiyede yer­
leşmiş bir sinema endüstrisi ile belir­
li bir sinema anlayışının olmayışı, si­
nema edebiyatının eksikliğinden doğ­
maktadır. Batı ülkelerinde sinema okullara ders olarak kabul edilirken.
bizde sevişen iki insanın hareketli
resimlerini çekmek fikrinden ileri
geçmemektedir. Bir sinema nazariya­
tımız olmayışı dünya sinemacılığının
çok ama çok gerilerinde bulunmamı­
zın başlıca sebebleri arasındadır. Si­
nema tarihine dair Fransızcadan çev­
rilmiş bir kitap ile telif bir senaryo
tekniği kitabından başka dilimizde
hiçbir eser yayınlanmamıştı. Bu sa­
natı tanımadan, anlamadan sevmek,
tatbik etmek bugün "Türk filmi" diye
seyrettiğimiz gariplikleri meydana
getirmektedir.
Sekiz ay önce Ankarada yayınlan­
maya başlayan ayhk"Sinema" mec­
muası cesaret isteyen bir işe giriş­
mişti. Yalnız sinemayı ele alan bir
sanat dergisi çıkarmaya ilk defa teşeb
büs ediliyordu. Bu mecmua mahdut
imkânlarına rağmen kitap yayınla­
maya da girişti. Ekim sonunda yayın­
lanan Nijat Özön'ün "Sinema Sanatı"
adlı kitabı bu mevzuu inceleyen ilk
Türkçe eserdir. Çeşitli gazete ve mec­
mualarda Adnan Ufuk İmzasıyla ya­
n l a r yazan Nijat Özön'ün "Sinema
Sanatı" adlı kitabı, küçük boyuna
rağmen büyük mevzuları kuvvetle izah etmektedir: Sinema sanatının Özellikleri. filmin dramatik yapısı gö­
rüntünün düzenlenişi, kameranın an­
latım gücü. montaj esasları. ışık, ses,
oyun gibi temel bahisler şematik, de­
nilebilecek bir doğruluk ve açıklıkla
anlatılmaktadır. Bir filmografi örne­
ği olarak verilen "Kısa Tesadüfler Brief Ehcounter" adlı filmin bölümle­
rinin listesi, senaryo yazarlarına yol
gösterebileceği gibi, ayni filmin dra­
matik ve sinematografik çözümlen­
mesinde film tenkitçilerimizin dikkat
etmeleri gereken hususları ortaya
koymaktadır. Nijat Özön kitabının
sonuna sinema sanatının gelişmesin­
de başlıca adımlan gösteren bir tab­
lo eklemiştir. Bu tablo, sinema tari­
hini en kısa yoldan, iyi bir şekilde hü­
lâsa etmektedir.
Bu güzel ve değerli kitabın göze
çarpan tek eksikliği resim yokluğu­
dur. İyi resim basmaya teknik im­
kânsızlıkların mani olduğu düşünü­
lürse, bu yokluğun sebebi izah edile­
bilir. Nijat Özön'ün "Sinema Sanatı"
adlı kitabı bilmediğimiz bir mevzuu
aydınlatan ilk eserdir. Bilhassa sine­
ma endüstrisi profesyonellerinin bu
eserden faydalanmalar
beklenir.
AKİS, 10 KASIM 1956
M
U
S İ K İ
Opera
La Boheme
D
Şarkıcılar ve oyuncular
ejisör' Hilmi Girginkoç'un Devlet
Operası sahnesindeki ilk çalışma­
sı, tam bir başarısızlık örneğiydi. Bu­
na mukabil şarkıcı Hilmi Girginkoç,
asil sesi ve müzikal tegannisiyle, Colline rolüne, bilhassa "Palto" aryasın­
da, mana ve duygu' kazandırdı. Aynı
rolde Ayhan Barak, hasta olduğu hal­
de sahneye çıkma cesaretini göster­
mişti. Aryasında mutad ritm aksa­
malarına rağmen, rahatsızlığım sez­
dirmedi ve bütün temsil boyunca ge­
rek sesi, gerek sahnesi doyurucuy­
du.
Rodolfo'da Doğan Onat gene, kaâbiliyetsiz bir aktördü. Buna mukabil,
tegannisini muayyen bir seviyenin
altına düşürmemeğe çalışan, imkân­
Atıfet Usmanbaş
larım en iyi neticelere varmak için
Bir Kurtarıcı
kullanma gayretini gösteren, partisi­
ne titizlikle çalışmış, ciddi bir şarkıcı
bir fırsat kaçırdığıydı. Girginkoç, o- olduğu belliydi. Tiz tonlarında gayret
yuncuların, sahnede keyiflerinin iste­ vardı, fakat hepsi hedefini buldu. Ni­
diğini yapma hakkına sahip müstakil hat Kızıltan, operadan uzak kaldığı
elemanlar olmadığını, bir rejisörün
yıllarda ne birşey kaybetmiş, ne de
elindeki belki en mühim malzeme ve kazanmıştı. İlk perdede sesi berrak,
en tesirli ifade vasıtası olduğunu u- oyunu duygulu, telâffuzu vazıhtı. Fa­
nutmuştu. Eseri iki defa seyredenler, kat "Che gelida mania!", söyleyişine
meselâ birinci ve ikinci temsiller ara­ bayağılık veren, bir havayen gitarı
sında o derece büyük oyun farkları
andıran kaydırmalar yüzünden mah­
gördüler ki, çalışmalara rejisör elinin voldu. Sanatkârın başlangıçtaki vaithiç değişmemiş olduğunu düşünmek­ kârlığı, bir türlü gerçekleşemedi.
te haklı olabilirdi. Halbuki Girgin­
Oyundaki erkekler hakkında az çok
koç'un, ne istediğini bilen bir sahneye
övücü sözler, ancak bu sanatkârlar
koyucunun yapması gerektiği gibi, o- için söylenebilir. Ötekiler, en müsa­
yuncularını bir koregraf titizliğiyle
mahakâr dinleyiciyi bile ümitsizliğe
çalıştırması gerekirdi. İki temsil ara­
düşürecek kadar zayıftılar. Schausında en ufak bir mimik, bir kol hare­ nard'da Selim Ünokur'un gerçi hacım
keti, sahnede yer alış, oturuş, kalkış
lı, zengin bir sesi vardı. F a k a t bu se­
firkı olmaması, lazım gelirdi. Bu ya­ si kullanabilmek için gayret ve istek­
pılmamıştı. Neticede herkes, aklına
ten mahrum görünüyordu. Marcello
estiği ve kaabiliyetlerinin müsaade
gibi bir rolün sahibi Nevzat Karate ettiği gibi oynuyordu. Meselâ ilk tem­
kin boğuk ve dumanlı bir sesi olan,
silde Rodolfo (Doğan Onat) birinci
tekniğini geliştirmemiş, yıllardır iler­
perde aryasını söylerken Mimi'yi bir
leme göstermiyen bir şarkıcıydı. Ev
köşede bıraktı; sahne önüne geldi, sahibi Benoit rolünde Muzaffer Gürhalka hitap etti. İkinci gece aynı rol­ güneş, ilk gece, komedyen vasıflarım
deki Nihat Kızıltan şüphesiz ki çok
azçok müzikal sesler çıkararak des­
daha akıllıca bir oyun tutturdu. Ar­ tekledi, Fakat ikinci gece opera sah­
yanın Mimi'yi muhatap tuttuğunu unesine yakışmayan tuluat gösterile­
nutmadı. Musetta (Suna Korad) pa­
rine girifti ve notaların yerini se­
bucu çıktıktan sonra Marcello'ya tek
vimsiz haykırmalar aidi. Bu davranı­
ayağı üstünde sekerek koştu. İkinci
şın sorumlusu da. rol sahibi olduğu
gecenin Musetta'sı Atıfet Usmanbaş, kadar, rejisördü. Alcindoro'da Orhan
iki ayağım kullandı. Rejisör Girgin­ Çoker inandırıcıydı.
koç operanın aynı zamanda bir tiyat- Daimiler ve Musetta'lar
ro olduğunu unutmuş, ne teferruattı
imi'lerin ikisi de tatmin edici one de esaslar üstünde durmamıştı.
lamadılar. Sabahat , Tekebaş'ın
Hareketlerin nizamlanmamış olması
Tremolo derecesine varan dar titreme
R
pe
cy
a
evlet Operası bu yıl 1 Ekim'de;
değil, 1 Kasım'da açılmış sayıl­
malıdır. Zira halk, bir ay müddetle
geçen mevsimin artığı "Satılmış "Ni­
şanlı" ile oyalandı. Nihayet geçen
hafta, mevsimin ilk "yeni" operası
"La Boheme"in temsiline, iki haftaya
yakın bir gecikmeyle, başlanabildi.
Puccini'nin bu ünlü eserinin, gençliğe,
aşka ve vereme dair, göz yaşlarıyla
yıkanmış hazin bir mevzuu vardır.
F a k a t asıl hazin olan, livre tercüme­
sinden orkestrasına kadar, Devlet
Operasının bu eseri takdim edisindeki
kayıtsızlıktı. Türkiyenin tek operası,
ne yazık ki, her yeni temsilde birkaç
basamak daha aşağı inmiş olarak
halkın karşısına çıkıyor.
"La B o h e m " Devlet Operası sah­
nesindeki haliyle, livrelerini Türkçeye
çevirme meselesini bir defa daha or­
taya koydu. Üç kişinin -merhum Nurullah Taşkıran, Halil Bedi Yönetken
ve Ulvi Cemal Erkin- başbaşa vere­
rek yaptığı tercüme, edebi değerden
mahrum olması bir tarafa, Türk dili­
nin tabii vurgularına aykırı prozodi
yanlışlıklarıyla, Puccini'nin musikisi­
nin ritmlerini ve akışını bozan nota
eklemeleriyle doluydu. Bugüne kadar
bizde yapılmış opera tercümelerinin
yeniden ele alınması, daha doğrusu,
batı memleketlerinde olduğu gibi, oy­
nanacak her opera için yeni baştan
Türkçe livre yazılması, bu işi de mu­
sikişinasların değil, dil ve musiki bi­
len şairlerin, kalemi kuvvetli yazar­
ların yapması gerekmektedir.
ikinci akşam, ilk perdede bir "felâke­
te" bile sebebiyet verebilirdi. İskem­
lesine fazla yaslanan Ayhan Baran
arkaya yuvarlanmamak için sobaya
tutundu. Yaslanışı biraz daha sert ol­
saydı, soba ve boruları devrilebilir,
borular pencereden dışarı çıktığı için
belki pencere dekoru da yıkılırdı. İlk
gece, üçüncü perdede, nahif ve has­
talıklı Mimi, koskoca bir ağacı sar­
sabiliyordu. Hele son perdede, Mimi
odaya girdiğinde, pencere önünde du­
ran yatağın kaktırılıp sahne önüne
getirilmesini izah edecek -baş rolde­
ki sanatkârları halka yaklaştırmak­
tan başka- bir sebep yoktu. Soba yan­
mıyordu ki Mimi'nin ısınması düşü­
nülsün!
Bir başka mesele de, şarkıcıların
opera sahneye koyması ve bunun fe­
na neticeleriydi. Gerçi, "şarkıcı opera
sahneye koyamaz" diye bir kaide yok
tu. Fakat bu işi üstüne alan her şar­
kıcı, vazifesinin sadece, ismini reji­
sör diye afişlere koydurtmaktan iba­
ret olmadığım bilmeliydi. "La Bohe­
me" için afişlerde ve programda, Ertuğrul İlgin ile Hilmi Girginkoç'un isimleri vardı. Ertuğrul ilgin halen
Türkiye'de bulunmadığına göre, an­
laşılan, Hilmi Girginkoç, meslekdaşının Carl Ebert'in yardımcısı olduğu
zamandan kalma, reji notlarından
faydalanarak eseri sahneye koymuş­
tu. "Anlaşılan" diyoruz, çünkü prog­
ram broşüründe, reji çalışması hakkında hiçbir bilgi verilmiyordu. "La
Boheme'in sahneye konuşunda Ebert'in, İlgin'in ve Girginkoç'un te­
sirleri ve rolleri ne nisbette, ne dere­
cededir? Salondaki bir seyirci için,
bunu tayin etmek, imkânsızdır. Ulrich
Damrau'ya atfedilen dekor ve kostüm
ler çok iyiydi ve 1830'daki Paris'in
böyle olabileceğini hayal ettiriyordu.
Fakat muhakkak olan birşey, Ebert
ve İlgin Ankara'da bulunmadığına ve
çalışmalar Girginkoç'un kontrolü al­
tında cereyan ettiğine göre, rejisörün
kendini gösterebilme yolunda büyük
AKİS, 10 KASIM 1956
M
31
Her iki gece de oyunu öldüresiye
can sıkıcı olmaktan bir dereceye ka­
dar kurtaran, Musctta'lardı. İlk gece
Suna Korad, partisini her zamanki
titizliğiyle söyledi. Sesi parlak ve ay­
dınlık, oyunu güvenliydi. İkinci gece
Atıfet Usmanbaş, birinci sınıf bir
aktris olarak sahneye çıktı. Büyük
bir itinayla hazırladığı anlaşılan oyu­
nunda zerafet, cazibe ve iyi zevk
vardı.
Topluluklar zayıf
evlet Operası temsillerinde ferdi
başarılar ve başarısızlıklardan
daha mühim olan şey, topluluk ruhu­
nun gitgide kaybolmağa başlamasıydı. Yeni "La Boheme" temsilinin, bir
amatör temsili havasına yaklaşan,
düşük kalitesi, bilhassa topluluklardaki kargaşalık, orkestra ile sahne­
nin uyuşmazlığı ve müsamaha sınır­
larım aşan müzikal hatalar yüzün­
dendi. Halbuki bu operaya çok emek
sarf edilmişti. Netice ise bir ilk prova
şaşkınlığından farksızdı. İkinci gece
hataların daha da fazla olusu, "ensemble"ların daha da bozulması, işin
vahametini arttınrıyordu.
PATRONLAR
(BERNARD
QUESNEY)
(Andre Maurols'in romanı. Çeviren:
Yiğit Okur. Varlık Büyük Cep Kitap­
ları 29. Ekin Basımevi. İstanbul, 1956.
144 sayfa, 200 Kr.)
ndre Maurois ancak birkaç roman
yazmış bir muharrirdir. Ama iti­
raf etmek gerekir ki özlü romanlar
yazmıştır. Yazdığı romanların her bi­
ri ayrı bir değer ve mükemmellikte­
dir. Yiğit Okur tarafından temiz bir
Türkçeyle ve "Patronlar" adıyla di­
limize çevrilen ve asıl adı "Bernard
Quesney" olan roman, Maurois'in en
meşhur eserlerinden biridir.
"Patronlar"m hikâyesi şudur: Fran
sa'da bir sanayi bölgesinde birbirle­
rine kıyasıya rakip iki fabrika sahibi
aile vardır.
Bunlardan birisi Quesney ailesidir
ki, yün dokuma işlerinde bir fabrika
sevk ve idaresinde kurtlaşmış hinoğ­
luhin bir büyük baba ila Antoine
Quesney ve Bernard Quesney adlı iki
torun bir de Lecourbe adında bir da­
mattan teşekkül eder.
Karşı , taraftaki rakip ailenin ise
büyük baba ile yaşıt, aynı derecede
kurnaz ve işini bilir bir reisi vardır:
M. Pascal..
Aslında iki aile arasındaki reka­
bet iki reis arasında 35 yıldır süregeliyordu. Torunlar ve damatlar buna
Sonradan katılmışlardı.
Sene 1919 dur. Fransa Birinci Dün­
ya Harbi yüklerini üstünden henüz
atmıştır. Büyük sanayi kendim yem
yeni toplamaktadır. Harp yılları bir
hayli sıkıntılı geçmiş ve ezeli düşman
iki aileyi bile birbirine yaklaştırmış­
tır. Bu arada Quesney ailesinin asker­
de olan iki torunundan Antoine, Cep­
hede yaralanmış ve terhis edilerek
sanayi mıntıkasına gelmiş, harbin iki
aileyi birbirine yaklaştırması saye­
sinde de ezeli düşmanları Paskal ai­
lesinden bir kızla evlenmiştir.
Savaş bitince de Quesney'lerin kü­
çük oğlu yüzbaşı Bernard baba oca­
ğına döner. Ama, baba ocağının bu­
lunduğu sanayi mıntıkası ufak ve sı­
kıntılı bir kasabadır. Hemen ailenin
bütün fertleri fabrikadan, dokunan
kumaşlardan başka bir şey düşün­
mezler. Hele ihtiyar Achille Quesney'in havatının bütün manası fabrika­
nın işleyişine bağlıdır.
A
pe
cy
D
K İ T A P L A R
a
yüzünden, seri "mandolin var!" bir
renk alıyordu. "Mi chiamano Mimi"
de entonasyon bozuldu. Bazı tonları
nefesle karışıktı. Bu büyük mahzur­
ları izale edebilirse soprano Tekebaş,
ilerki temsillerde, müzikal tegannisi
ve solgun Mimi'ye yakışan yapmacık­
sız oyunu sayesinde bu rolün hakkını
verebilir. Diğer taraftan Şadan Candar, hernekadar partisinin aradığı
vokal malzemeye malikse de, refakat­
te bir orkestra olduğunu unutan, fazla rapsodik, tempo bakımından istik­
rarsız, ritm duygusundan mahrum
tür söyleyişle, imkânlarından faydala­
namadı. Canlandırdığı Mimi daha
çok, hastalık numarası yapan bir sos­
yete hanımına benziyordu.
Puccini'nin eserleri, orkestra şefin­
den büyük bir kesinlik istemezler. Bilâkis bu kaygan musiki, eli hafif,
tempoları yumuşak ve yuvarlak, hatların kıvrımlarını serbestçe belirtebilen rahat, akademik olmayan şefler
arar. İlk gece, neredeyse, Ferit Al­
nar'ın böyle bir şef olduğu düşünüle­
bilecekti. Bazı aksamalar da "bir kazadır oldu" deyip hoş
görülebilirdi.
Fakat ikinci gece kazalar, hoş görme
sınırlarını kat kat aştı. O kadar ki,
s a h n e c e orkestranın hiç prova yap­
madığı akla gelebilirdi. Koro ile orkestra arasında beraberlik yoktu. Bu
anlaşmazlık her iki gece de, çocuk
korosu sahneye çıktığında bilhassa
belli oldu. Solistler sanki orkestrayı
duyamıyorlardı. "Ensemble"larda, ne
entonasyon ve ne de ritm bakımın­
dan, birbirlerinden da haberdar değil­
diler. Son perdenin basındaki Marcello-Rodolfo düeti, ıslıklarla karşılan­
malıydı.
Zaten dinleyiciler de temsili çok
soğuk nezaket alkışlarıyla karşıladı­
lar. Devede kulak kalan bir iki ferdî
başarı, oyunun umumî gidişindeki
sakatlıkları, hele bir türlü eserin duy­
gulu havasının aksettirilemeyişini te­
lâfi edemezdi.
32
Genç Bernard her ne kadar ailenin
bir uzvu ve fabrika hissedarlarından
birisi olarak fabrika işlerinden bir
kısmım üstüne alırsa da bu işlerden
hiç haz etmez. Boğulacakmış gibi bir
sıkıntı duyar. İlk günlerde fabrika
işlerine ve fabrika havasına bir türlü
alışamaz. Bir tek dert ortağı vardır:
Pascal'ların kızı re yengesi olan
Françoise..
Genç Bernard'ın Pariste bir de sev­
gilisi yardır. Bu yüzden sık sık Pa­
ris'e kaçamak yapar.
Ama yaptığı
her kaçamak sonunda da Büyük ba­
baları Achille bunu onun burnundan
getirir.
Bernardın büyük kardeşi ve Françoise'nın kocası olan Antoine da fab­
rika işlerine dört elle sarılmıştır ama,
işini sevmemektedir. O âlim tabiatlı
bir insandır. Karısı Françoise ise bu
fabrika şehrinde sıkıntıdan bunal­
maktadır. Ne yapacağım bilmez. Da­
mat Lecourbe'ye gelince doğru onun elinden pek iş gelmez. Zaten as­
lında bütün sevkü idare ihtiyar Achille'dedir.
Derken günün birinde Quesney'lerin fabrikasında bir grev patlak ve­
rir. Bernard ilk defadır ki iş şuuruna
varır. İşçilerle, o çok sevdiği, her
zaman kolladığı işçilerle karşı karşı­
ya kalır. Patron olmanın mesûliyetle­
rini anlamaktadır. Delice bir gayret­
le greve karşı gelmeğe çalışır. Fabri­
ka günlerce çalışmıyacaktır. Tapaca
ğı hiç bir iş yoktur. Ama gene de fab­
rikasını bırakıp
Parise sevgilisinin
yanına gidemez. Onu iyiden iyiye ih­
mal etmektedir. Fabrikasına olan aş­
kı, beşeri askından daha ön plâna
geçmiştir. Sevgilisi ise Paris'te bir
fabrikanın kendisine tercih edilişinin
azabı içinde kıvranmaktadır.
Bernard'ın yengesi de aynı buhran
içindedir. Quesney ailesinin erkekleri
fabrikadan kumaştan satıştan başka
bir şey düşünmemektedirler. Bu ise
tek başına kalan bir kadım deh et­
mek, çileden çıkarmak için kafidir.
Üstelik ihtiyar Achille, Quesney'lerle
Pascal'lar arasındaki husumeti de
yeniden canlandırmıştır.
Françoise kendi kendine hayli bo­
caladıktan, h a t t a bir aralık kayınbi­
raderinin kollarına düşecek gibi ol­
duktan sonra kocasını bu fabrika iş­
lerinden çekip sıyırır.
Bernard ise artık her şeyini fabri­
kaya verir. Yavaş yavaş Büyük baba­
sının elindeki bütün selâhiyetleri ken­
di üzerine aktarır. Artık hakiki pat­
ron odur.
Bir zaman, haline kızdığı ihtiyar
Achille'e ideal bir halef olmuştur. İki patron ailesi arasındaki rekabet
devam etmekte, işçi patron münase­
betleri, iktisat kanunlarının sanayi
hayatında oynadığı roller, kendim işi­
ne vermiş erkekler, yaşamak ve se­
vilmek isteyen kadınlar arasındaki
anlaşmazlıklar süre gitmektedir. Haman bu kava içinde, fakat dört başı
mamur bir roman olarak sona erer.
AKİS, 10 KASIM 1956
Futbol
Milli takım
P
pe
cy
a
olonya futbol federasyonu, fede­
rasyonumuzun sefaret kanalı ile
çekmiş olduğu telgrafa geçen hafta
müsbet cevap verdi ve 16 Kasımda İstanbulda Polonya — Türkiye millî
maçını oynamaları için hiç bir mah­
zurun mevcut olmadığını bildirdi. Bu
telgraf teşkilâtta vazifeli olan şahıs­
ları feraha kavuşturmuş ve onları ya­
pacakları çalışmaları daha ciddi bir
şekilde tutmaya sevketmişti. Bu sebeble Tek seçici Eşfak Aykaç, evvelce
tesbit ve ilân ettiği millî takım kad­
rosunu bir kerre daha gözden geçirdi
ve bazı boşlukları doldurmak için ye­
ni elemanlar seçti. Tek seçicinin son
kararına göre Recep, Coşkun ve Şe­
ref namzetler arasına alınırken Akgün ve Hasan kadrodan çıkarılıyor­
lardı.
Millî takım muhtemelen du­
var sistemine göre oynıyacaktı. Bu
takdirde sol hafta Fenerbahçeli Nec­
det'e şans verilebilirdi. Çünkü Nec­
det bu sistemle oynayan kendi takı­
mında çok muvaffak oyunlar çıkart­
mıştı. Son değişiklikten anlaşıldığına
göre sağ haf mevkiinde Coşkun'a ve
sağ içte Recebe yer verilmesi düşü­
nülüyordu.
maslar yapmış olduğu için kuvveti
hakkında fikir sahibi olan pek az kim
se vardı. Fakat iki üç hafta önce Varşovada Norveç'i 5-3 ve bir hafta son­
ra da Finlândiyayı 5-0 mağlûp etme­
si Polonya takımının küçümsenecek
bir varlık olmadığını gösteriyordu.
İki maçta 10 gol atan bir takımın for­
veti -rakip zayıf- olla dahi- fırsatları
kullanabilen ve golcü elamanlara sa­
hip bir hücum hattı olmalıydı. Bu sebeble önümüzdeki hafta Mithatpaşa
stadında, yapacağımız temasta bilhas­
sa müdafaamızın sağlam tutulma­
sı icap ettiği kanaati hakimdi. Mil­
lî takımımızın teşekkül etmiş olan iskeletine bakarak, nisbeten iyi bir durumda olduğu söylenebi­
lir. Hakikaten kadroya dahil bu­
lunan bütün futbolcular, form. gös­
termektedirler. Yalnız bu elemanla­
rın kollektif oyuna ayak uydurup
uyduramıyacakları şüphelidir. Neti­
ceden emin bulunamamışımızın mü­
him amillerinden biri de hu endişedir.
Önümüzdeki hafta, Cuma günü ya­
pılacak olan Polonya maçında millî
formayı sırtlarına geçirecek olan ço­
cukların evvelki maçlardaki gibi can­
la başla çalışacaklarına ve iyi netice
almak için ellerinden gelen bütün
gayreti sarfedeceklerine inanabiliriz.
Rakip takım
olonya futbolunun hakikî değeri
hakkında gerek teşkilâtta vazife­
li olan şahıslar, gerek spor otoriteleri
uzun boylu malûmata sahip bulun­
muyorlardı. Bilinen şeyler daha ziya­
de kulaktan dolma malûmattan iba­
retti. Zira Polonya İkinci Dünya Har­
binden sonra Demirperde arkasına sı­
kışmış bir milletti. Mahdut sayıda te­
P
Lig maçları
Y
ağmur, bardaktan boşanırcasına
yağıyordu. Buna rağmen Mithat­
paşa stadının trübünlerini 15 bini bu­
lan bir meraklı kütlesi doldurmuştu.
Kapalı tribünlerde iğne atılsa yere
düşmezdi. Fakat açık trübünlerde ba­
zı boşluklar göze çarpıyordu. Açık
trübüne gelenlerin ellerinde şemsiye­
ler vardı. Yağmurdan korunmak için
Galatasaray-Beykoz karşılaşması
Çamur deryasında puvan avı
AKİS, 10 KASIM 1956
Recep Adanır
Kadroya girdi
başka çare de yoktu. Şemsiyelerini
açtılar ve maçı ayakta takıp ettiler.
Açık tribün açılan şemsiyelerle âdeta
kapalı tribün olmuştu. Hani profes­
yonel kulüplerin "Hasılat, hasılat"
diye tutturan idarecileri nerede ise
buna da itiraz edecekler ve şemsiyeli
seyircilerden kapalı tribün ücreti alın­
masını isteyeceklerdi. "L" tribünü sa­
kinleri hem gazeteci, hem idareci bu­
lunan bir zata şakacı bir lisanla bu
hususu hatırlattılar. Üstadın gözleri
parladı. Tam bu sırada bir diğer şahıs
-şakacı olduğu muhakkak- söze ka­
rıştı: "Şemsiyeyi seyirciler getiriyor
neden fark versinler.. Madem öyle
yağmurlu havalarda açık tribünün bü­
zerine branda koyun". Fikir, cidden
cazip bulunmuştu. Şaka ile başlayan
bu iş belki de hakikat olacaktı. Kay­
gan saha, yağmur ve hatta stadın
batak bir hal alması dahi Beykoz Galatasaray karşılaşmasının hızını
kaybettirmeye kâfi gelmedi. 90 daki­
kalık zaman içersinde taraftarlar ne­
ticeyi lehlerine çevirmek, için zorlu
bir mücadeleye girmiştiler. Galatasa­
ray forvetinin hatayı af etmemesi, ma
çı 2-0 kazanmalarını temin etti. Bey­
koz ise aynı şekilde tehlikeli pozis­
yonlar elde etmişti. Fakat Fahrettin
ve bilhassa B. Erdoğan âdeta birbirle­
riyle gol kaçırmak yarışına girişmiş­
lerdi. Bu fırsatların pek azım kullana
bilselerdi netice belki bir beraberlik olabilirdi. Galasaray - Beykoz maçın­
dan bir gün önce Beşiktaş lig'in en
zayıf takımı olan Beyoğlusporu ancak
ikinci devrede attığı iki golle 2-1
mağlûp edebilmişti. Devreyi 1-0 mağ­
lûp bitirmeleri taraftarlarını üzmüş,
Umumî Kaptan Sadri Usuoğlunu ise
heyecana sevk etmişti. Fakat ikinci
devrede gönüller ferahladı, atılan golSiyah - Beyazlı takıma, iki puvanı
33
SPOR
temin ediverdi. Beşiktaş taraftarları
buna da şükür, diyerek Mithatpaşa
stadını terk ettiler. Beşinci haftanın
diğer karşılaşmaları da çok çekiş­
meli geçti. Vefa - Emniyeti 2-0 mağ­
lûp ederek ligdeki ilk galibiyetini alırken, Fenerbahçe hafta içeninde ikinci defa oynadığı Kasımpaşayı bu
sefer de 4-0 yendi. F a k a t her hafta
muhakkak bir hakem faciası ile son
buluyordu. Nitekim bu kaide beşinci
haftada da değişmedi. Haftanın kur­
banı Adaletti. Hakem maalesef yer­
siz bir penaltı ile Adalet'i İstanbulspor'a 1-0 mağlûp ettirmişti. Adalet
kulübü idarecileri hadiseyi Başbakan­
lığa aksettirmek kararını aldılar. Bu
da yeni bir çığırdı. Bakalım nasıl bir
netice verecekti?
vertli takımın aleyhine not verilme­
sine yol açmıştı. Fakat dakikalar ilerleyince "Takıma intibak edebile­
cekler m i ? " endişesinin yersiz oldu­
ğu görüldü. Futbolde alkışlanan Kü­
çük Can basketi unutmamıştı. Unutmak şöyle dursun, hatta sahanın
en iyi oyuncusu oydu. Can alkışlandı,
Can omuzlarda taşındı ve Can o ge­
ce herkes tarafından tebrik edildi.
Genç kabiliyet basketbolde Ve fut­
bolde az zamanda hiç kimsenin ulaşamıyacağı bir başarı elde etmişti.
Taraflı, tarafsız pek çok kimse, onun
bu muvaffakiyetini devam ettirmesini
temenni ediyordu. Fenerbahçe, bu
zorlu maçı 76-71 kazanarak teşvik
turnuvası şampiyonu oldu.
Spartak Ankarada
Basketbol
G
G
pe
cy
eride bıraktığımız hafta, pazar
gecesi Spor ve Sergi Sarayı gene
tarihi günlerinden birini yaşıyordu.
Kalabalık bir seyirci kitlesi teşvik
turnuvasının yapılacağı final maçı­
nın başlama saatinden çok evvel ge­
lip tribünleri doldurmuştu. Hafta içinde gazeteler bu maça hususi bir
ehemmiyet vermişler iki ezeli raki­
bin kuvvetlerini ortaya atarak, adeta
hassas bir terazide tartmışlardı. Tah­
minlerin çoğu Fenerbahçeyi şanslı
görüyordu. F a k a t Galatasarayın da
formda olduğu muhakkaktı. Fener
takımının oyuncuları, muhtelif sebeblerle dağılmıştı. Meselâ Erdoğan Karabelen asker olduğu için çalışmalara
iştirak edemiyordu, Can Bartu fut­
bolu tercih etmişti. Acaba bu basket­
­iler takıma intibak edebilecekler
miydi? İşte bu düşünce Sarı-Lâci-
a
Fenerbahçe şampiyon
eçen hafta Siyasal Bilgiler Fa­
kültesi kapalı spor salonunda
Bulgaristan şampiyonu Spartak ta­
kımıyla yapılan maçları seyredenler
arasında Basketbol milli takımının
tek seçicisi Feridun Koray da vardı.
Bir hafta önce bir tebliğ ile bildiril­
diği gibi, futbolden sonra basketbol­
de de tek seçiciliğe gidilmişti. Türkiyenin ilk tek seçicisi Feridun Koray
basketbol oynamış, milli olmuş, Modaspor'un antrenörlüğünü yapmış bir
kimseydi. Dürüstlüğü,
samimiyeti
kendisini yeni basketbolcü nesline
sevdirmişti. Bir müddettenberi de fe­
derasyonda çeşitli vazifeler almıştı.
Federasyonun diğer azaları gibi aynı
başkanla uzun müddet birlikte çalış­
tıktan sonra garip beyanatlar vere­
rek vazifesinden ayrılmış ta değildi.
Velhasıl basketbol tek seçiciliği için
biçilmiş kaftan olduğu söylenebilirdi.
Feridun Koray, Spartak - Ankaragücü ve Spartak - Mülkiye maçları­
nı seyretti. Zaten millî takım nam-
Galatasaray-Fenerbahçe maçı
Ezeli
34
rekabet
zetlerini tesbit etmeden önce Ankaranın belli başlı oyuncularını seyret­
mek için gelmişti. İlk gece federas­
yon başkanı Gökay ile birlikte otur­
du. İkinci gece, pazar günü İstanbul'­
da bir maç idare etmesi gereken F.
Gökay, birden hastalanınca yalnız
kaldı. Maçtan sonra Mülkiye'li genç
basketçilerin bilerek oynadıklarını
söyledi. Bununla beraber tok seçici­
nin Yugoslavya ile karşılaşacak milli
takıma Ankara'dan iki üç kişiden faz­
la çağırması beklenilemezdi.
İstanbulda Vefa, Kadıköyspor ve
Fenerbahçe'yi yenen Bulgaristan şam
piyonu Spartak takımı Ankaraya
Bölgenin davetlisi olarak gelmişti.
Fener maçında türlü dedikodulara
sebebiyet veren hakemlerini de bera­
ber getirmişlerdi. Organizatörlere de
onu kabul, ettirdiler. Böylece daha oy­
namadan galibiyetlerini garantilemiş
oluyorlardı. İste üç gece S.B.F. salo­
nunda yapılan maçlar bu hava içinde
oynandı. Bunlardan yalnız sonuncusu
Ankara karmasının galibiyeti ile ne­
ticelendi.
Spartak modern olmaktan çok uzak bir basketbol oynadı. 1.95'i aşan
iki oyuncularının sağladığı "ribaunt"
hakimiyeti, üzerinde durulacak ye­
gâne hususiyetleriydi, İlk geceler
hakemlere itiraz etmeden oynadılar.
F a k a t üçüncü gece mağlûp duruma
düşünce yaptıkları sportmenliğe aykırı hareketleri ile gerçek yüzlerini
ortaya koydular.
Güreş
Asayiş berkemal!
G
eçen hafta. 1 Kasım perşembe
günü Sirkecideki Çiçek Palas otelinin alt salonunda hararetli konuş­
malar cereyan ediyordu. Flaşlar ya­
nıp sönüyor, gazeteciler h a n i harıl
not alıyorlardı. Federasyon azalarından hiç kimse ortalıkta gözükmüyor­
du. Sadece antrenör Celâl Atik ve
Yaşar Doğu birer koltuğa gömülmüşler, sessizce konuşmaları takip - edi­
yorlardı. Milli takım kampım terk eden 11 'güreşçi ise ayni sözleri, bir ağızdan tekrar ediyorlardı: "Bize söz
veriyorlar, ondan sonra da sözlerini
yerine getirmiyorlar. Yazık değil mi?
Hepimiz dünya şampiyonluğu kazanı­
yoruz. Bugüne kadar niçin yevmiyelerimiz verilmiyor? Melburn'a gidin,
dönüşte veririz diyorlar. Yok artık
tahammülümüz kalmadı. Ya yevmiyelerimizi verirler, yahut kampa dön­
meyiz!" İşin şakaya gelir tarafı yok­
tu. 11 güreşçi istedikleri olmazsa kam
pa dönmemek kararı vermişlerdi. Bu
hal Federasyon Başkanı Vehbi Emre­
yi ve diğer azaları çok üzmüştü. Bir
ara Vehbi Emre istifayı düşündü. Fa­
kat sonra vazgeçti. Nihayet. Ankara
ile alelacele temasa geçildi. İki ay
evvel gelen ve geriye gönderilen para
tekrardan İstanbula çekildi ve hak
sahiplerine ödendi. Bunun neticesi olarak t a m 24 saat sonra güreşçiler
Modadaki kamplarına dönerek nor­
mal çalışmalarına başladılar.
AKİS, 10 KASIM 1956
a
pe
cy
pe
a
cy
Download