MASONLUK ARAÇ MI, AMAÇ MI?

advertisement
Limoncuoğlu YAYINLARI
MASONLUK ARAÇ MI,
AMAÇ MI?
Ezoterik Öğreti
Ete, kemiğe büründün
Yunus diye göründün!.
Önder Limoncuoğlu
1
ISBN: ????
Yazan
Önder Limoncuoğlu
Hazırlık ve Baskı
Hürriyet Matbaası
5501 Sk. No: 6 Kat: 1 Tuna Mahallesi
Çamdibi / İZMİR
Tel: (0232) 435 69 69 (pbx)
Fax: (0232) 462 31 62
www.hurriyetmatbaa.com
Yayınlayan ve Dağıtan
LİMONCUOĞLU LTD. ŞTİ.
1378 Sokak No. 4/1, Kordon İş Hanı Kat 3/308-209
Alsancak/İZMİR
e-mail: [email protected]
Gsm: 0 533 364 42 26
KASIM 2011
1000 ADET
1. BASIM
2
Güzel insanlar,
“Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun” farkına
varan her insana şapka çıkarırım!.. Bildiğiniz gibi; dünyada çok insanın
başına elma düşmüştür ama Newton’un başına düşünce “Yer Çekimi
Kanunu” ifade edilmiştir!.. Konuya hazır kafa, çok önemlidir!..
Siz değerli insan’ların “Somut Konuş” dediğinizi duyuyorum!.. İzin
verirseniz, somut konuşmaya soruyla başlayayım!..
Nedir bu masonluk? Çağdaş bir dernek midir? Masonlar neden
oradadır? Varlık sebebi nedir? Masonluk amaç mıdır, araç mı?
Kitaplarım da, özellikle “Felsefe Bahçesinde Gezintiler” ve
“Erkekten Cadı, Siz Hiç Duydunuz mu?” adlı olanda ve locada yaptığım
konuşmalarımda sürekli “İnsanın, var olduğu günden bu güne üç güçle
kavga verdiğinden” söz ettim, durdum!..
“Bu güçlerden birincisi DOĞA, İkincisi İNSANIN KENDİSİ,
üçüncüsü İKTİDARI ELİNDE TUTAN İNSAN dır!.. Bu insanlara
otorite de diyebilirsiniz” dedim.
Her üç güçle verilen bu kavganın insan var oldukça devam edeceğini
ve insanın hep kazanımlar elde edeceğini, insanlık geçmişine bakarak
anlamak mümkündür
Önce, bu üç güçle verilen kavganın geçmişine bir bakalım
1- Doğa ile verilen kavga:
“İnsanoğlunun, dünyanın acımasız doğa şartlarına karşı yaşayabilmek
için, doğa ile verdiği kavganın içinde hep çalışma vardır, bilinçlenme
vardır!.. Bunun sonucu olarak, insanoğlu doğaya karşı, sürekli kazanımlar
elde etmiştir!..
İnsanın ateşi buluşu, baltayı yapışı, bununla Lübnan dağlarından
kestiği koca ağaçlara, baltasıyla şekil vererek koca, koca gemiler
yapabilmesi!.. Dünyayı tanıyabilmesi!..
3
Bütün bunlar, çalışmayla ve her gün biraz daha bilinçlenme ile mümkün
olmuş ve bu sayede insanın yaşamı her gün biraz daha kolaylanmıştır!..
Ayrıca, doğaya karşı elde edilen her kazanım, insanın kendine olan güvenini
artırmıştır!.. Bu ise, insanoğluna hayatı daha çok sevdirmiştir!..
Peki, İnsanın doğa ile olan kavgası bitmiş midir? Hayır!.. Bitmediği
gibi, insan var oldukça da bitmeyecektir!.. Kazanımları da öyle!.. Nitekim,
insanoğlu bu gün uçabilmekte, uzaya gidebilmekte, çok hastalığı iyi
edebilmekte, organlarının bazılarını dahi değiştirebilmektedir!..
Bu gelişe bakınca, gidişin yaratıcılığa varmak olacağını söylemek
alçak gönüllülüğe ters mi düşer ?... “
***
İnsanoğlu yaratıldığından beri yalnız “Doğa” ile değil, daha iki büyük
güçle de kavga vermektedir. Bunlardan biri “kendisi”, diğeri ise “iktidar
gücünü elinde tutan ve kısaca otorite dediğimiz insanlardır!..”
İnsanın,
• Kendisi ile kavgası, bizi daha mükemmel, daha bilgili, daha sevgi
dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insana,
• Otorite ile kavgası ise, insan haklarının sürekli gelişmesine,
götürmüştür!..
2- Kendisi ile verdiği kavga:
“İnsanoğlunun kendisiyle verdiği kavgada hedefinin;
daha
mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş
insan olabilmektir” demiştim!.. İşte, insanoğlu yüzyıllardır süren yaşamı
içinde, bu tanıma uyan insana varabilmek için, onlarca dernek ve mezhep
kurmuştur!..
Bunların içinde “TEK” lik dediğimiz, yani, “Evrenin, Tanrı’nın
bir görüntüsü olduğu, canlı/cansız her şeyin O’ndan bir parça olduğu!..”
görüşü özellik taşır.
4
Çünkü, bu görüşü savunanlar, Ortaçağ karanlığındaki din kurallarını
da kullanarak, insanların yaşamına korku yerine sevgiyi, katılık yerine
hoşgörüyü getirmeğe çalışmışlar, müziğiyle, balesiyle, felsefesiyle insanı
yüceltmek istemişlerdir. Bu felsefeye günümüzde “Ezoterizm” diyorlar!..
Gelin, bu görüşün içini açalım!..
Nedir, bu Ezoterik öğreti?
Ezoterik öğretiler; “Varoluşun ancak sevgi ile algılanabileceğini,
insanın düşünce gücüyle, yani özgür akıl ile mükemmel insana
ulaşabileceğini ve Tanrı ile bütünleşebileceğini” savunan görüşlerdir.
M.Ö. 3000 yıllarında Eski Mısır döneminde bir baş rahip vardır!..
Adı Hermes!.. Eski Yunanlılar kitaplarında, bu kişiden “Üç Kere Büyük
Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz ederler.
İşte, bu rahip “tüm evrenin Tanrının görüntüsü ve her şeyin ondan
bir parça olduğunu” söyler!.. Bu sebeple, bu gün, bu görüşe “Hermetik
görüş” de denir!..
Eski Yunan yazarlarına göre, bu Ezoterik öğreti Mısır’ın özellikle Teb
ve Memphis tapınaklarındaki inisiyasyonlarda öğretiliyordu. (İnisiyasyon,
adayın geçmiş yaşamını terk edip, ezoterik toplulukta yeniden yaşama
başlamasıdır.)
Hermes’ten, Tevrat ‘ta da ve Kur’an’ da da söz edildiğini görüyoruz,
Tevrat’ta, Enoch adında gizemli bir peygamber olarak zikredilen,
Kur’an-ı Kerim’de İdris peygamber olarak anılan, Bahai metinlerinde
Hermesi Elvah olarak belirtilen, kadim Mısır bilgilerinde Toth diye
bahsedilen, eski Yunanda Hermes Trismegistus olarak belirtilen kişinin,
ayni kişi olduğu yaygın olarak kabul edilir.
5
Hermetika ve Hermetik Felsefe (Mısır M.Ö 3.000 Hz.İdris)
“insanlar ölümlü tanrılardır, tanrılar da ölümsüz insanlar...”
6
İslam anlatılarında, ilk göğe çekilen peygamber olarak İdris
Peygamber kabul edilir. Göğe çekilmek, Tanrıyla bütünleşmek ve fiziki
olarak da, orada ve yerde var olmak anlamındadır.
Bir kitap olan Hermetika’daki dizelerden birkaçı şunlardır:
“Haydi dinleyin çamurdan insanlar!
Bir an düşün, nasıl oluştuğunu ana rahminde.
Aklına getir o usta işçiliği ve ara o sanatçıyı, böyle güzel bir görüntüye
şekil veren.
Kim çizdi göz yuvalarını?
Kim açtı burun deliklerini, kulaklarını ve ağzını?
Kim uzattı sinirlerini ve sıkıca bağladı?
Kim yaptı kemiklerini ve etini deriyle örttü?
Kim ayırdı parmaklarını ve düzleştirdi tabanlarını?
Kim hazırladı kalbini ve boşluklar bıraktı ciğerlerinde?
Kim görünür kıldı güzelliğini ve sakladı bağırsaklarını içeride?
Kaç çeşit beceri kullanıldı ve kaç tane sanat eseri yaratıldı oluşturmak
için bir insanı?
“(…) Gözlerinle görmek için O’nu, mükemmel düzenine bak evrenin;
Algıladığın her şeyi yöneten zorunlu yasalara ve olan ve olacak olan her
şeyin mükemmelliğine bak!
Uzayda kendine verilen yerde dolaşır her yıldız.
Niçin bütün yıldızlar aynı yolu izlemezler?
Her birinin yerini tayin eden kimdir?
Bunların yapımcısı ve sahibi olmalıdır birisi.
Mümkün değildir tesadüfen ortaya çıkmaları.
Düzen tümüyle yaratılmış olmalıdır mutlaka.
Ölçüye sığmayan sadece ortaya çıkandır ‘tesadüfen’
7
Hermetik anlayışı, İslam içinde Rafizilik, Mutezile, İsmaililik içinde
görüyoruz. İlmi nücun (astroloji), ilmi simya ve İhvan-ı safa risalelerinin
çoğunluğu Hermetik metinlerle doludur.
İhvan-ı safa için, 12. Yüzyılda yazılmış Arapça el yazması risaleler
kitabı
Hermetik düşünce, sadece Mısır ve Mısır dinini değil, bütün insanlığı
etkilemiştir. Yeni Platonculuk, Rönesans, Reform hareketleri ve İslam’daki
mistisizm düşüncesinin temelleri Hermetik metinlere dayanır. Kabalist
anlayış, simya geleneği, Hıristiyan Gnostizm’i, Tasavvufi anlayış, pagan
rahiplerin mistisizmi de Hermetik anlayışın izlerini taşır!..
Şimdi sizi, M.Ö. 3000 li yıllara, Kabalist anlayışa götüreceğim!..
Kabalist Anlayış:
Kabala, “Tevrat’ın ortaya çıkışından çok daha eski bir tarihte
oluşturulmuş bir anlayıştır!..
Kabala için, “Eski Mısır’dan Yahudiliğe devrolan öğreti” de derler.
8
Bir başkaları ise Kabala’yı, “kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve
semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir
sanatı ve büyüye dayalı bir formudur” diye de tanımlar.
Kabala’nın en önemli bölümü, evrenin oluşturulmasına ilişkin
kuramıdır. Bu kuram, tek tanrılı dinlerde benimsenen yaratılıştan pek
farklıdır.
Kabala’ya
göre, yaratılışın başlangıcında, “daireler” ya da
“yörüngeler” anlamına gelen ve SEFİROT olarak anılan, hem özdeksel
(maddi) hem de tinsel (manevi) nitelikli oluşumlar meydana gelmiştir.
Bunların toplam sayısı 32’dir; ilk onu Güneş Sistemi’ni, diğerleri ise
uzaydaki öteki yıldız kümelerini temsil ederler.
İşte, Kabala’nın bu savı, eski astrolojik inanç sistemleriyle yakın bir
bağlantısının bulunduğunu ortaya koyar... Böylece Kabala, Yahudi dininden
bir haylice uzaklaşır ve doğu’nun eski gizemci inanç sistemleriyle... çok
daha bağdaşır.” (Masonluk Nedir ve Nasıldır?, Murat Özgen Ayfer, İstanbul,
1992, s. 298-299)
Bu etkilenmeyi de doğal karşılamak gerekir. Çünkü, Yahudiler çok
uzun bir süre eski Mısır da, hem de Fıravun’ların baskısı altında, köle gibi
yaşamışlardır. Yahudilerin o dönem yaşantılarını ve İsrailoğulları’nın Hz.
Musa önderliğinde Mısır’dan çıkarak, Firavun zulmünden kurtulmaları
Kuran’da ayrıntılı anlatılır. Hatta, Kuran’ın bir önemli bölümünü Yahudi
tarihi oluşturur.
“İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp
eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa,
onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik
etmekte olan bir kavimsiniz” dedi. Onların içinde bulundukları şey (din)
mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir. (Araf Suresi,
138-139)”
“Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak
döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı
mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden
9
üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz
sözden caydınız?”
Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik,
ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler
yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı. Ve ateşten onlara
böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, “İşte, sizin ilahınız ve Musa’nın
ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dedi. (Taha Suresi, 86-88)”
“Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız”
(Bakara Suresi, 55) dediler.
Öyküyü özetlersek;
“Firavun, köle olarak çalıştırdığı İsrailoğulları’nı serbest bırakmaya
yanaşmamış, ancak Allah’ın Hz. Musa’ya verdiği mucizeler ve Firavun
kavmine gönderdiği felaketler karşısında zayıf düşmüş, İsrailoğulları da bu
sayede toplanıp Mısır’dan bir gecede topluca göçe başlamışlardır. Ardından
Firavun’un saldırısı gelmiş ve Allah Hz. Musa’ya verdiği mucizelerle
İsrailoğulları’nı kurtarmıştır.
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı hakkında Kuran’da açıklanan
önemli gerçeklerden biri ise, İsrailoğuları’nın, Hz. Musa vesilesiyle Firavun
zulmünden kurtarılmış olmalarına rağmen, Allah’a ve dinine karşı isyankar
davranmalarıdır. İsrailoğulları, Hz. Musa tarafından kendilerine tebliğ edilen
tek tanrılı tevhid dinini bir türlü kavrayamamış, sürekli olarak çok tanrılı
putperestliğe eğilim göstermişlerdir.
İsrailoğulları’nın bu sapkın eğilimi, Hz. Musa’nın uyarılarına rağmen
devam etmiş ve Hz. Musa’nın kendilerinden ayrılıp Tur Dağı’na tek başına
gitmesi üzerine iyice ortaya çıkmıştır.
Samiri adlı kişi Hz. Musa’nın yokluğundan yararlanarak ortaya
çıkmış, İsrailoğulları’nın putperest eğilimlerini körükleyerek kavmi, bir
buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya ikna etmiştir: Oysa İsrailoğulları, ataları
olan Hz. İbrahim’den itibaren hep tek Tanrı’ya iman etmiş bir kavimdir.
10
“İsrailoğulları” ifadesi, Hz. İbrahim’in torunu olan Hz. Yakub’un
oğullarını ve onlardan gelen Yahudi soyunu ifade eder. İsrailoğulları, ataları
Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup’tan tek Allah’a iman etmeye dayalı
tevhid inancını miras almış ve korumuşlardır. Hz. Yusuf’la beraber Mısır’a
girmişler, burada uzun zaman yaşamışlar, ama Mısır’ın putperest dinine
rağmen tek Allah’a iman etmeye dayalı tevhid inancını muhafaza etmişlerdir.
Hz. Musa kendilerine geldiğinde de, İsrailoğulları’nın tek Allah’a iman eden
bir kavim oldukları Kuran’daki kıssalardan anlaşılmaktadır.
Peki, acaba neden İsrailoğulları’nda put yapmak ve ona tapınmak
gibi garip bir eğilim vardır? Bu eğilimin kökeni nedir? Peki bu durumda
İsrailoğulları’nın, hem de Hz. Musa tarafından kendilerine gösterilen pek çok
mucizenin ardından, bir anda kolayca putperestliğe eğilim göstermelerinin
nedeni ne olabilir?
Konuyu tarihsel kayıtların eşliğinde incelediğimizde, İsrailoğulları’nı
etkileyen putperest kültürün, uzun devirler içinde yaşadıkları Eski Mısır
olduğunu görürüz. Bizi bu sonuca götüren önemli bir gösterge, Hz. Musa
Tur Dağı’nda iken İsrailoğulları’nın saparak tapındıkları “böğüren buzağı
heykeli”nin, aslında Mısır’daki Hathor ve Aphis adlı putların bir taklidi
oluşudur. Hıristiyan araştırmacı Richard Rives, “Too Long in the Sun”
(Güneş Altında Uzun Süre) adlı kitabında şöyle yazar: “Mısır’ın boğa ve
inek putları, yani Hathor ve Aphis, güneşe tapınmanın sembolleriydiler. Bu
putlara tapınılması, Mısır’ın güneşe tapınma konusundaki uzun tarihinin
sadece bir parçasını oluşturuyordu. Sina Dağı’ndaki (İsrailoğulları’nın
tapındığı) altın buzağı ise, orada kutlanan bayramın güneşe tapınmayla ilgili
olduğunu gösterir.”.
Mısır’ın putperest dininin İsrailoğulları üzerindeki etkisi pek çok
değişik aşamada ortaya çıkmıştır. Başta da belirttiğimiz gibi, putperest bir
kavimle karşılaştıklarında hemen bu sapkın inanca eğilim göstermiş ve ayette
haber verildiği üzere, “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah
yap” demişlerdir. (Araf Suresi, 138-139) Hz. Musa’ya karşı söyledikleri,
“Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız” (Bakara
Suresi, 55) şeklindeki söz de, Mısır’ın putperest dininde olduğu gibi “gözle
görülen”, yani maddi varlıklara (putlara) tapmak istediklerini göstermektedir.
11
İsrailoğulları’nın burada özetlediğimiz Eski Mısır kaynaklı putperest
eğilimi son derece önemlidir ve bize Tevrat’ın tahrifi ve Kabala’nın kökenleri
konusunda önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Bu iki konuyu yakından
incelediğimizde, her ikisinin de kaynağında Eski Mısır’ın putperest ve
materyalist dininin izlerini görürüz.
İsrailoğulları henüz Hz. Musa hayatta iken dahi, Eski Mısır’da
gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamışken, Hz.
Musa’nın vefatının ardından daha ileri sapmalara kaymaları zor olmamıştır.
Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama aralarından
bazıları Mısır’ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini
oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş,
bu öğretileri Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir.
Eski Mısır’ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan
Yahudiler, Tevrat’ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek,
diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece
Kabala, Yahudiliğin içinde ama Tevrat’a göre farklı bir mistik öğreti olarak
gelişmiştir. (İnternet/Seçme kitaplar Dergisi’nden indirilmiştir.)
İngiliz yazar Nesta H. Webster “Ancient Secret Tradition” (Antik
Gizli Gelenek) adlı makalesinde, bu konuyu şöyle açıklar:
”Büyücülük, bildiğimiz kadarıyla, Filistin’in İsrailoğulları tarafından
işgal edilmesinden önce, Kenanlılar tarafından uygulanıyordu. Mısır,
Hindistan ve Yunanistan da kendi kahinlerine ve büyücülerine sahipti.
Musa Yasası’nda (Tevrat’ta) büyücülük aleyhinde yapılmış lanetlemelere
12
karşı, Yahudiler, bu uyarıları göz ardı ederek, bu öğretiye kendilerini
bulaştırdılar ve sahip oldukları kutsal geleneği, diğer ırklardan aldıkları
büyüsel düşüncelerle karıştırdılar. Aynı zamanda Yahudi Kabalası’nın
spekülatif yönü, Perslerin büyücülüğünden, neo-Platonizm’den ve yeni
Pisagorculuk’tan etkilendi. Dolayısıyla, Kabala karşıtlarının, Kabala’nın saf
bir Yahudi kökenden gelmediği şeklindeki itirazlarının haklı temeli vardır.”
(Ancient Secret Tradition, Secret Societies And Subversive Movements,
Nesta Webster, Boswell Publishing Co., Ltd., London, 1924)
Kuran’da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır.
“Ve onlar, Süleyman’ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların
anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr
etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil’deki iki meleğe Harut’a ve Marut’a
indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: “Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın
inkâr etme” demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle
karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah’ın izni
olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar
verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu
satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini
karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 102)”
Kabalizmde her şey gizli semboller ve işaretlerle anlatılır.
Aşağıda ki tablolar gizemli anlatımın birer örneğidir.
13
Eski Mısır öğretisinin göz sembolü. Bin yıllık bir levha.
Masonluğunda en önemli sembollerindendir.
Yeri mi, değil mi bilemedim?
Masonluk felsefesi üzerinde, Kabala’nın etkisinin yoğun olarak
görüldüğünü söylemeliyiz. Bu konu, Masonik dergi ve kitaplarda üstü kapalı
olarak anlatılır. Örneğin Amerikan Masonluğunun yayın organı New Age
dergisi, Kabala ile masonluk arasındaki bağlantıyı şöyle dile getiriyor:
“Kabala, bilinç altının kapılarını açan ve ruhu saran manevi
değerlerinin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk onu, insanın
yaşamı anlaması için gerekli görür.” (New Age, sf.31)
“Masonlar ana düşüncelerini ve belirgin sembollerini Kabala’dan
almışlardır. Amblemlerin pek çoğu da Kabala kaynaklıdır. Örneğin;
Jakin ve Boaz sütunları Kabalist bir eser olan Chearé Ora’dan alınmıştır.
Masonluğun, Kabala’nın felsefesiyle olan çok büyük benzerliği çok yerde
belirtilmiştir.” (La Kabbala, Henri Seronya)
Şimdi de Ezoterik öğretiden etkilenmiş olan “Simya Geleneğine”
gidelim
14
Simya İlmi:
Değersiz maddeleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirme
ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksirini bulma uğraşlarına
Simya, bu işle uğraşanlara simyager ya da simyacı denirdi.
Bilinen geçmişi M.Ö. 2500 yıllarına gider. Mezopotamya’da,
Eski Mısır da,, İran da, Hindistan ve Çin’de ve Klasik Yunan döneminde
Yunanistan’da, Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü coğrafyada,
önemli İslam başkentlerinde Simya mesleği ağırlık kazanır!..
Bu mesleğin özüne baktığımızda, ünlü bir simyacı da olan Hermes
Trismegistus’un bir felsefi-spiritüel sistemi olan Hermetizm ile Simya’nın
yakından bağlantılı olduğunu da görürüz!..
Hatta, 17. Yüzyılda bile Simya ve Hermetizm, o yüzyılın önemli bir
ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar ‘ın doğuşunda etkili olmuştur.
Bazı yazarlar Simya’ya, doğanın araştırılması da derler!..
Sir William Fettes Douglas’ın Simyacı isimli tablosu
15
Halk, Simyacıları kimi zaman kaçık, ya da şarlatan olarak, zaman
zaman da büyücü olarak da nitelemiştir. Elbette, kurşunu altına çevirmeye
çalışmaları, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna
inanmaları ve zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve
sihirli iksirler hazırlamaya çalışmaları insanları bu yargıya vardırmıştır.
Ancak, Simyacı olarak pek çok entellektüel akademisyenler ve önemli
bilim adamlarını da görürüz. Örneğin, Newton ve Robert Boyle’nin simyacı
olduğu bilinmektedir. Bu gibi, yenilikçi kişiler kimyasal maddelerin doğasını
ve işleyişini araştırmayı denemişlerdir. Bu gibi simyagerler, fiziki evrenin
sırlarını açıklama girişimleri sırasında deneye dayanmışlar ve geleneksel
bilgi ve bilgi kalıplarına kuşkuyla yaklaşmışlardır.
Sonuç olarak, Simyacılar madenleri altına çevirecek olan, hem
de ölümsüzlük iksiri yaratılmasında kullanılacak efsanevi bir madde olan
“felsefe taşı”nı (philosopher’s stone) bulamadılar ama, onu ararken barutu
keşfettiler, madenleri test ve rafine ettiler, metaller üzerinde çalışmalar
yaptılar ve mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyanması, seramik ve
cam üretimi, likör ve esans üretimi ve benzerlerini keşfettiler!..
Joseph Wright of Derby’nin 1771 tarihli Felsefe Taşını Arayan
Simyacı tablosu
16
Burada, genelde Simya Geleneğinin içinde görülen ve Simyacıların
içine düştükleri çelişik bir durumu belirtmek isterim.
Simyacıların işleri ve hedefleri “maddenin fiziksel (kimyasal)
boyutları” iken, bu kişiler elde ettikleri sonuçları metafizik yorumlarla
ortaya koymuşlardır!..
Belki de, yaşadıkları çağlardaki, kimyevi konseptler ve süreçler içinde
ortak terminoloji eksikliği ve de gizliliğe duyulan gereksinim, Simyacıları
Hıristiyan ve pagan mitolojisi, astroloji, kabala ile diğer mistik ve ezoterik
alanlarda kullanılan terim ve sembolleri kullanmaya itmiştir. Bu nedenle en
basit kimyasal tarif bile çapraşık büyülü sözler gibi gözükmüştür.
Ayrıca, simyacılar elde ettikleri düzensiz deneysel verileri, bu
mistik ve ezoterik alanları kullanarak teorik bir çerçeveye oturtmaya da
çalışmışlardır.
Kısaca, “Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembolleri
anlayabilmek için, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmiş
olmak gerekir” savı burada da ön plana çıkmıştır!..
17
Pisagor ya da Pythagoras
M.Ö. 570 - M.Ö. 495
M.Ö. 500 yıllarına geldiğimizde, Hermetik anlayışı, eski Yunan’da
yaşamış olan ünlü geometrici Pisagor da da görürüz!..
Pisagor, Ege Denizi’nde, Kuşadası karşısındaki Sisam adasında
doğmuştur. Babası, yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos’ dur. Eğitimini
tamamladıktan sonra Mısır’a gider ve o dili öğrenir. Delphoi’te, Mısır’ın
18
Teb ve Memphys kentlerinde ve Babil’de bulunmuş olan Pisagor, inisiyatik
eğitim aldıktan ve uzun gezilerinden sonra, Taranto Körfezi’nin uç
noktasındaki bir Dor Site-Devlet’i olan Croton’da, bir enstitü açarak kendi
Ezoterik ekolünü kurar.
Bu okul , hem bir okul, hem de bir kardeşlik derneği gibi işlev
görür!.. Burada, İnisiyatik niteliğinin yanı sıra, dinler ve manevi bilimlerin
ve maddi bilimler (fizik, matematik, siyaset bilimi vs.) de öğretilir. Pisagor
bu bilimlere “insan bilgisinin tümünü kuşatan” anlamında “matemata” lar
adını vermiştir. Bilindiği gibi, matematik sözcüğü bu terimden doğmuştur.
Pisagor’a göre, tüm felsefe ve dinlerde hakikatin dağınık ışınları yer
almaktaysa da, bu ışınların merkezi Ezoterik doktrindir.
Pisagor, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi
yönetmek olduğu bir zamanda, onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına
izin vermesiyle de anılır!... Nitekim, eşi olan Theano da bir matematikçiydi.
Gnostisizm
Bir gnostik taşındaki arslan yüzlü ilah
19
Gnostisizm, Antik Mısır ezoterizmini, eski Yunan ezoterizmini
(Platon, Pisagor), İbrani tradisyonlarını, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu
geleneklerini ve dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen,
birçok tarikatın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır. Terim, eski
Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki
“gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. (Gnosis üç bilgi türünden biridir.
Diğerleri, “öğrenimle öğrenilebilir bilgi “mathesis”, “ancak ıstırap çekerek
öğrenilebilen bilgi “pathesis”tir.)”, “Sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye
(gnosis)”.
Eski Yunan ezoterizmine göre; nasıl ıstırap yoluyla ulaşılabilecek
bilgiye öğrenim ve sezgi yoluyla ulaşılamazsa, sezgi yoluyla öğrenilebilecek
bilgiye de ne ıstırap yoluyla, ne öğrenim yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden,
gnostisizm “’sezgi’ yoluyla alınan bilgiyle kazanılan kurtuluş öğretisi’”
olarak tanımlanır.
Gnostisizm’in ocağı, bu felsefenin oluşumunda muhtemelen
büyük rol oynamış değerli el yazmalarının bulunduğu, antik çağın en
büyük kütüphanesine sahip olan İskenderiye kentidir. Buradaki okullarda
M.S. 1 ve 2. yüzyıllarda okutulan gnostisizmi Kilise hep sapkın bir yol
olarak görmüş ve göstermiştir. Gnostisizm ise, Hıristiyan dogmatizmiini
akla vurmaktır!.. Örneğin, Gnostikler İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu
olmadığını savunmuşlardır. Ayrıca, İsa Peygamber’in çarmıha çakılmadığını
ileri sürmüşlerdir.
Gnostiklere ait el yazmaların kilise tarafından yönlendirilen yıkımlarla
(İskenderiye kütüphanesinin yıkımı vs.) yok edilmesinden dolayı Gnostikler
hakkında 20. yüzyıla dek pek fazla bilgi edinilememişse de, 1902 ile 1948
yılları arasında gnostiklere ait çok sayıda el yazması keşfedilmiş ve bunlar
sayesinde gnostisizmin ilkeleri daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır.
Gnostisizmin ilkeleri
1- Hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersizdir.
2- Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın bilgiler
ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir.
20
3- Ruh ölümsüzdür. Ruh dünya yaşamında bir tür hapishane yaşamı
geçirmektedir.
4- Gerçek olan, fiziksel dünya yaşamı değil, ruhsal yaşamdır.
5- Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
6- Ruhsal gelişim yolunda en önemli bilgi kaynaklarından biri ruhsal
alemden ruhsal irtibatlarla alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğlerdir
ki, bunlar ruhsal bakımdan seçkin insanlara verilir.
Gnostik bilgelerin hemen, hemen hepsi, reenkarnasyonu kabul eder.
1945 yılından önce Gnostisizm hakkında bilinenler, hacimli
bir Gnostik metni olan Pistis Sophia ve ilk yüzyılda kilise babalarının
Gnostisizme karşı söylediklerinden ibaretti, 1945 yılında Nag hammadi
mağarasında pek çok antik Gnostik metni bulundu ve Gnostisizme bakış
açısı önemli oranda değişti.
Elaine Pagels gibi bazı bilim adamları ve Peter Gandy gibi gizem
tarihi araştırmacıları, literalist Roma kilisesi kristolojisinin Gnostisizm’den
türediğini söylemiştir.
En önemli Gnostik metinleri; Tomas İncili, Yuhanna’nın Gizli Kitabı,
Filip İncili ve Pistis Sofya’dır.
21
İskenderiye Mektebi
İskenderiye Kitaplığı
(M.S. 300) yıllarına geldiğimizde, İskenderiye Mektebi dediğimiz
Plotinus önderliğindeki felsefe de, ezoterik görüşü işler!.. O, felsefecilere
göre “Tanrı yaradan değil, var olandır, evren onun görüntüsüdür, doğal
olarak insan da tanrının görüntüsüdür”!..
Bu varsayımı kabul ettiniz mi, artık insan Tanrı ile bütünleşmekte,
yüce ve kutsal varlık haline gelmektedir!.. Böylece, insanı sevmek Tanrıyı
sevmekle bir olmaktadır!.. Birine kötü davranmak ise, Tanrıya kötü
davranmaktır!..
22
Bu görüş, mistik bir anlayış içinde din kurallarını yorumlayarak,
hoş görüsüz ve korkuya dayalı, ortaçağdaki bağnaz din anlayışını
yumuşatma çabalarıdır!.. Bunun sonucu, Musevilikte Kabala ve İslam da
Tasavvuf dediğimiz anlayışlar ortaya çıkmıştır!.. Bu görüş sayesinde insan
“kulluk” tan kurtulmakta, “yaratandan parça” olmaktadır!.. Bu insan için
“özgürlük” ve “bağımsızlık” demektir!.. Buna, uyanış da diyebilirsiniz!..
Düşünmeye başlamak ta!..
Ne var ki; bu görüş yüzyıllardır iktidar gücünü elinde tutan, hem
bağnaz din otoritesinin, hem de bağnaz siyasi otoritenin işine gelmez!..
Onların işine, kendisinin “Tanrının kulu” olduğuna, otoritenin ise “Tanrı
adına yöneten” olduğuna iman etmiş insan gelmektedir.
Bu anlayışa biz “düalist” anlayış diyoruz!.. Açarsak, bu anlayış
“Yaratan ve yaratılan”, “Ruh ve beden”, “Ölüm ve yaşam”, “Varlık ve
yokluk” gibi ikili bir ayırımdır!.. Bu anlayışı, insanlık tarihinde, çok Tanrılı
ve tek Tanrılı dinlerin yanı sıra, Platon gibi, Aristo gibi ünlü felsefeciler de
bile görürüz!..
İşte, bu ikilemi kullanan otoriteye karşı biri çıkar da “insan Tanrının
görüntüsüdür” derse, bu “otoritenin Tanrı adına insanlara hükmetmesinin
sorgulanması” demektir!..
Elbette, Tanrı adına insanlara hükmetmesi gücünü kaybetmek
istemeyen otoritenin, bu “Tek” lik görüşünü “Tanrıya eş koşmak” olduğu
iddiasıyla mahkum etmesi doğaldır!.. (Bk. Felsefe Bahçesinde Gezintiler.
Önder Limoncuoğlu 2007.) ‘
İşte, otoritenin sevgisiz ve katı anlayışına karşı, varlıklarını korumak
isteyen Ezoterik oluşumlar, yığınların yetersiz bilgileriyle Ezoterik doktrini
anlayamayacaklarını düşünerek, doktrinlerini semboller ve sırlar esası içinde
gizlemişler ve kuşaktan kuşağa aktarmışlardır!..
23
Sonuç olarak, Ezoterik felsefeyi, “Tanrı evrenin toplamı olup,
makrokosmos da da, mikrokosmos da da vardır. Tanrıya dönmek için tek
yol evrimdir. Bunun için seçilmiş insanların eğitilerek, kamil insanlara
ulaşmak gerekir” anlayışı olarak özetleyebiliriz.
Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için kendisiyle
verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Bu
doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu olmuştur.
Şimdi sizleri, hem Avrupa, hem de İslam -Türk felsefesini
etkileyen “TEK” lik anlayışını savunan, “Yeni Eflatun’culuk” felsefesine
götüreceğim!..
Plotinus
(M.S. 205–270)
Plotinus; Mısır’da Deltaya bağlı Lycopolis’de doğmuş, mistik
felsefesiyle Yahudi, Hristiyan, Gnostik ve Müslüman filozofları etkilemiş ve
mistiklere yüzyıllar boyunca esin kaynağı olmuştur Araplar ondan Şeyh-i
Yunani olarak söz ederler!..
Plotinus yirmi yedi yaşında, yaklaşık M.S. 232 yıllarında felsefe
tahsili yapmak arzusuyla İskenderiye’ye gelmiştir. İskenderiye de on bir yıl
geçirmiş ve 38 yaşında Perslilerin ve Hintlilerin felsefi öğretilerini araştırmak
düşüncesiyle, Persler üzerine yürüyen III. Gordian’ın ordusuna katılmıştır.
Sefer başarısızlıkla son bulup Gordian’ın ölümüyle, Plotinus
Antakya’ya dönmüş ve oradan Arap Philip’in hakimiyeti altındaki Roma’ya
gelmiş ve hayatının geri kalanını, çok sayıda öğrenci edindiği Roma’da
geçirmiştir. M.S. 253 yılından başlayarak ölümüne kadar geçecek on yedi yıl
içinde de denemelerini kaleme almıştır.
24
Plotinus da, Platon gibi mistik ve metafizik noktalardan yola çıkar,
Platon gibi, düşünme yöntemi olarak idealizmini kullanır, ancak tüm Evreni
sadece Dualiteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmanın yanlış
olduğunu şu benzetme ortaya koyar :
“Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya
birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve
güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü zaman,
ayrı ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı iki mıknatıs
meydana gelir. İşte, Evrende var olan Düaliteler bir mıknatısın iki kutbu
gibi algılanmalıdır. Bunun dışında bir yaklaşımla hiç bir şey algılanamaz
ve kavranamaz.”
Yeni Platonculuk, öncelikle Platonculuğu takip eden Aristo
materyalizmine tümüyle karşı bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Burada ruh,
ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine özgü bir yapı, bir tözdür. Maddeye
biçim kazandırma gücü vardır. Beden geçici bir zaman için vardır, fakat ruh
ölümsüzdür. Sürekli kendi kendisinin aynı olarak kalır. Ruhun ölmezliği
ruh göçü şeklinde düşünülür. Ruh bir bedeni terk edince bir başka beden
arar, ancak bu arayışların esas amacı bedenden tam ve mutlak olarak
soyutlanmış bir varlığa ulaşmaktır. Bu da, en yukarda “Bir olan, Var olan
Ulu Yaradan’ın” dır!..
Neo-Platonculuğu, Platoncu yaklaşımdan ayıran yönü işte, bu
Birliğin, Tekliğin ifade edilmiş olmasıdır!.. Ancak, bu kavram, semavi
dinlerdeki;
-“Evreni iradesi ile yoktan var eden Allah” kavramı değildir.
-Eflatun’un anladığı anlamda, “var olan malzemeye yalnızca şekil
25
veren bir varlık da” değildir.
Plotinus için, “Allah, kendinden her şeyin çıktığı kaynak’tır. Şöyle
der Plotinus;
•“Allah vardır” diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir, kendi kendine
var olandır.
•“Allah birdir” de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin kendisidir.
•Allah için “etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü Allah etken
ve neden olmanın ta kendisidir.
Yeri geldiği için aşağıdaki tespiti de sizinle paylaşmak istiyorum;
“Yaratıcının dünyanın üstünde ve ötesinde ama kesinlikle
dünyadan ayrı olduğu düşüncesi” yüzyıllarca batı düşüncesinin temeli
olmuştur. O günden beri batı düşüncesi;
“Gören ve Görülen”, “Varlık ve Yokluk”, “Ruh ve Beden”, “Ölüm
ve Yaşam” ve nihayet “Yaratan ve Yaratılan” gibi varlığı ikiye bölüp,
anlamaya çalışmıştır!.. Yalnız aklı kullanarak bir ulu yaratanın varlığını ispat
çabalarını içeren “cansızdan Tanrı’ya varan sıradüzenli evren anlayışını”
savunmuştur!..
Bu da, o dönemdeki gerek din otoritesi, gerekse siyasi otorite
tarafından kullanılmış ve insanlık muazzam bir dogmalar imanına dayalı, bir
Ortaçağ karanlığını yaşamıştır.
Oysa ki;, akıl ve sezgiyi bir bütün olarak ele alan Hermetik ve
Pisagorcu felsefelerin “TEK” lik anlayışı, Ortaçağ karanlığında yaşayan
26
sıradan insan için bir ışık olmuştur!.. Artık, insan “Allah’ın kulu iken,
ondan bir parça olmuştur!..”
Sonuç; felsefe tarihinde aynı malzemelerle farklı hamurlar
yoğrulabiliyor ve bu farklı hamurlar, ilerideki yüzyıllarda farklı insanlar
tarafından, farklı amaçlar uğruna kullanılabiliyor!..
Ortadoğu “TEK” liği
Şimdi, sizleri Ortadoğu’ ya götüreceğim!.. Bu “TEK” lik anlayışının
daha etkin olduğu Ortaçağ’daki İslam’a!..
Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için kendisiyle
verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Bu
doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu olmuştur.
Diğer ortaçağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de Tanrı’dan hareket
ederek, varlığı ve varoluşu açıklamaya çalışmışlar!.. Kutsal Kitapları,
antikçağ felsefesinden alınan kavramlarla temellendirmişler!.. Akıl ve
mantık yoluyla yorumlamaya çalışmışlar ve mantık ya da dil analizleri
yapmışlardır!.. . Zaten, Kutsal Kitapları yorumlama Ortaçağ felsefesinin
genel karakteristiğidir.
Aşağıda,
1- Sosyalist niteliği sebebiyle Karmati’ler denilen bir oluşumdan ve
onun içinde yer alan Hallac-ı Mansur’dan,
2- Haçlı seferleri sırasında Hıristiyanlığı etkilemiş olan, Lübnan
dağlarında yaşayan Dürzi’lerin din anlayışından söz edeceğim!..
27
Karmati’ler
Abbasi döneminde Karmati İmamları adı verilen bir tarikat ortaya
çıkmış, hatta bu felsefe bir dönem toplumu yönetmiştir. Önemli olduğu için,
Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan
ve düzenini rahatsız eden bu anlayışı ve sosyal uygulamasını biraz uzun
anlatacağım.
Karmati Kuran’ı
Karmatîlik; İsmailîlik mezhebinin Fatımiler’in imamlığını kabul
etmeyen kolu olup,. ilk örgütlenmesi M.S. 890’de Kufa’da, Güney Irak
28
bölgesi temsilcisi Hamdan Karmat tarafından yapılmıştır!.. Bu sebeple,
Karmatilik olarak anılmaktadır!..
Karmatîlik, 10. yüzyılın başlarına kadar Güney Irak bölgesi ve
Suriye’ye yayılmış ve M.S. 903’de Şam’ı kuşatmıştır. Ancak 907’de
Abbasiler tarafından bastırılmıştır.
Bahreyn’de ise, “Müminiyye” kentini inşa ederek, M.S. 930’de
Mekke’ye saldırarak, Kâbe’den Hacerü’l Esved’i (Cenneten gelen taş) alıp
dönmüş ve 11. yüzyıla kadar bağımsızlığını korumuştur.
Karmatiler, “İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar
eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için malları da eşittir” anlayışıyla, düzene
karşı örgütlendikleri gibi, “Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan,
bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil, Pazar
günleridir. Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri
uygulanır” diyerek, Sünni İslamın savunduğu kelama ve ibadet türüne karşı
çıkmışlardır.
Karmati Felsefede,
•Kemal’e ermek ikinci doğumla gerçekleşir. (inisiyasyon)
•Alem, bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür.
•Madde bir hicap = perdedir. Bu perde kaldırıldığında, kişiyi aşan
kozmik bir zihin şuuruna erişilir ki işte, ikinci doğum budur. Bu doğum, bir
“Kozmik Ben” e ulaşma halidir.
•İnsanın “Kozmik Ben”e ulaşmasını engelleyen beş negativite
şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç ve zaruret.
• Bu beş müsibetten kurtulmak ibadettin hem amacı, hem de kendisidir.
29
•Bu sebeple, ikinci doğumun elde edilmesini sağlamak için mistik
eğitim (seyrusüluk), beş müsibetten kurtulmak için gereklidir.
Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak
geliştirdikleri bu düşüncelerinde Kuran, alabildiğine sübjektif bir yoruma
tabi tutulmuştur. “Karmati Tevil” diyebileceğimiz bu yorum, yer, yer
Kuran’ı tanınmaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kuran’ın gerçek
manasını ancak batini imamlar bilir” !..
Muhamed Ali es- Suri, Karmatiler için şöyle der; “Karmati
eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tartışılmaz. Bunu inkar edemeyen
iftiracı çevreler, Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu
tutmuşlardır”
İbni Sina ise, Karmati’lerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine
yönelik olarak şöyle der; “Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak
içinde çok okuyan insanlardı. Darülhikmet denen medreselerde eğitim
görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde
her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya
geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi.
Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi. Meclisler;
muhtelif gruplar için ayrı, ayrı idi. Bunlar:
1- Büyük ve seçkin dostlar için. 2- Devlet büyükleri ve ileri
memurlar için. 3- Sıradan insanlar ve yolcular için. 4- Kadınlar için. 5Saraylı kadınlar için.”
Kısacası; Karmati toplulukları tam sosyalist bir hayat yaşarlardı.
Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere
musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı. Karmati’lerde mülkiyet
sadece teçhizat ve kılıca hastı.
30
Hallacı Mansur
(M.S. 858 – 922)
İran kökenli, İslam düşünürü olup, Hicri 244 ( Miladi 858) yılında
Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek işkence ile öldürüldü.
Hallaç-ı Mansur’un Yeni–Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine
göre; “Evren yaratılmamış, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması
sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratılma olayı yanlış
anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için yaratılmış nesneden
söz edilemez. Yaratılmış nesne , tek varlık olan Tanrı’dır. Yaratan ve
yaratılanın iki ayrı varlık olduğunu söylerseniz, bu Tanrısal öze aykırı
düşer.”
Hallaç; böylece insanın Tanrı’dan bir görüntü olduğunu söyleyerek,
insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallaç’ın
benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır.
İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre, ona saygı duymak, sevgiyle
31
yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan
söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, saygısızlık
yapmak Allah sevgisinden yoksun kalmaktır. Miladi 908 yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmada Hallaç’ın
düşüncelerinin kitleyi etkilemeye başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi
idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi
sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar
başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallaç-ı Mansur’a içten içe hınç duyan
Hamid; Hallaç’ın daha fazla yaşatılmasının, sarayın geleceği için bir intihar
anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu.
Kısaca, başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallaç’ın
aleyhine olarak, onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı.
Onu idam ettiren “En-el Hak” (Ben tanrıyım) sözü olmayıp, Abbasi
halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halkın ayaklanacağı
korkusu ve Arap gericiliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizlikleridir.
Bunlar, iktidarı kaybetme korkusu içinde düzmece bir yargılamayla
Hallaç-ı Mansur’u ölüme mahkum edip, bir deveye bindirerek Bağdat
sokaklarında “İşte Karmatilerden biri.” veya “Karmati Papazını görmek
isteyenler gelsinler!” diye gezdirmişler ve sonra uzuvlarını parçalara ayırıp,
yakmışlardır.
32
Dürzi’ler
Beş renkli Dürzi Yıldızı
Dürzilik, M.S. 10. Yüzyılda ortaya çıkmış, İslam dininin bir mezhebi
olduğu varsayılan Şiiliğin, İsmailiye grubundan köken almıştır. Dürzi
inancının ana esaslarının çok az bir kısmı kamuya açıktır, inanç esaslarının
çoğu, herkesten saklanır. Bu biraz da, uzun süre inançlarını saklamaları
yüzündendir. O tarihlerde Lübnan dağlarında yaşarlar ve marangozluk
işleridir. Özellikle gemi yapımı!..
Dürziler, “TEK”lik anlayışına inanırlar, bu nedenle kendilerini (Tevhid
ehli = Birleştiriciler) olarak nitelerler. Dürzi inancı, Musevilik, Hıristiyanlık
ve İslam inançlarına benzer bir şekilde monoteistiktir. Dürzi teolojisi, YeniPlatonculuk düşünceden ve bazı gnostik ve ezoterik gruplardan etkilenmiştir.
Dürzi inancının ilkeleri:
•Diline sahip olma (dürüstlük),
•Kardeşini koruma (kardeşlik),
•Yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma ve
•Bir Tanrı’ya inanmaktır.
•Dürzi inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar arasında olan
bir tür reenkarnasyondur.
33
•Dürziler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz eti
tüketimini yasak sayarlar.
•Ayrıca Dürzilik Müslümanlar, Yahudiler veya diğer dinlere mensup
olanlarla evlenmeyi yasaklar.
•Dürzi inancı beş kozmik ilke içerir ve bu ilkeler Dürzi yıldızı ile
sembolize edilir: Zeka (yeşil), Ruh (kırmızı), Kelime (sarı), Gelenek (mavi)
ve İçkinlik (beyaz).
•Bu erdemlerin beş farklı ruh olarak sürekli dünya üzerinde,
peygamber ve filozoflar olarak reenkarnasyona uğradığına inanılır.
•Bu peygamber ve filozoflara, Âdem, Pisagor, Akhenaton da
dahildir.
•İslam dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere
Dürzilerin inanıp inanmadığı kesin değildir.
• Oruç, namaz veya hac gibi İslami ibadetleri yapmak zorunda
değildirler.
Dürzi’ler, 7 imama inanmakla beraber, bütün evrenin Allah’ın evi
olduğuna inandıkları için, bir mabede gidip dua etmeğe gerek görmezler.
Onlara göre bir mabet ne kadar güzel olursa olsun, yine de kul yapısıdır ve
Allah’ın yarattığı tabiatın ihtişamı yanında çok sönük kalır ve Allah’ı böyle
sönük bir yapının içinde aramanın anlamı yoktur.
Keza, Allah’a olan bağlılığı göstermek için önceden bazı sözler
söylemeğe, önceden belirlenmiş bir takım hareketleri, belirli yer ve zamanlarda
yapmağa ihtiyaç olmadığına, yaptıkları her hareketin ve özellikle çalışmanın
ibadet olduğuna inandıkları için, başka bir ibadet şeklini lüzumsuz bulurlar.
Dürzi’ler bütün dinleri birbirinin benzeri, eşiti olarak kabul
ettiklerinden, komşu ulusların sembollerini, öykülerini, yeni bir anlam
vererek kendilerine mal etmişlerdir.
34
Ebced ve Cifir
Yahudi Kabalası’nın benzeri
Bu anlayışın egemen olduğu M.S. 1000 Yıllarında Haçlı Seferleri
başlamış ve bir kısım şövalye tarafından Kudüs ve civarında M.S. 1025’te
Şövalye Krallığı kurulmuştur ve Dürziler onların yanında olmuşlardır!..
Ağırlıklı bu sebeple olsa gerek, Dürzi kelimesi hala küfre eşdeğerde
kullanılmaktadır.
İslam’ın etkisi altında oluşan Dürzi’lerin bu anlayışı, Hıristiyan
kateşizmine zıttır, İsa’nın şehadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini
tartışır. İşte, Orta Doğu ya gelen Temple Şövalyeleri, özellikle Lübnan
dağlarında yaşayan, İsmaili’lerin bir kolu olan Dürzi’lerin bu din anlayışından
etkilenir!.. Avrupa’ya dönüşte, bu “TEK” lik esaslı din anlayışının etkisinde,
İsa’nın şehadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini tartışınca, Temple
Şövalyeleri dinlerinden çıkmakla suçlanırlar ve Marsilya’dan İskoçya’ya
göçerler!..
35
Orada, “belli bir dinin esas ve akidelerine değil, bütün dinlerin
ortak noktalarının bulunmasının gerektiği, ortak noktaların anlaşılması
ve açıklanması ile de, insanlar arasındaki din kavgaları bitecek ve bütün
insanlar ayni babanın oğlu ve birbirinin kardeşi olduğu inancıyla, her
yerde barış ve huzur olacaktır.” esaslarına dayanan, ezoterik bir beraberliği
oluştururlar!..
Dürzi’lerin kutsal kitabındaki kadın için en önemli fark, “Birlik
Sırlarının Kanıtlar Kitabı’na” bakınca, “Adem ile Havva’nın Cennetten
kovulması“ öyküsü orada da yer alır, ama orada kadın “şeytanı içinde
barındıran” olarak nitelenmez!..
Dürzi Kadın
36
Kutsal Kitaplarında, Dürzî kadınlar ile erkekler kardeş kabul
edilmekte olduğundan, Dürzî’lik kadın ve erkeğin eşit olduğunu, hukuk
açısından aralarında bir fark bulunmadığı kabul eder.!.. Keza, birden fazla
kadınla evlenmek yasaktır!.. Bir Dürzî erkeğin, Dürzî bir kadınla evlenmesi
halinde, erkeğin kadını kendisine eşit kabul etmesi, bütün mallarını onunla
paylaşması emredilmektedir!..
Anadolu Tasavvuf ’cuları
Batı’nın Skolastik düşüncesinden söz ederken, Platon’dan gelen,
“tüm Evreni sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmak”
anlayışının, Avrupa’da yaşayan insanların ruhuna sindiğinden söz etmiş ve
Yeni Platonculuk felsefesinin Tek Varlık anlayışını görmüştük.
İşte, Anadolu Tasavvufcularının felsefesinde de tek varlık anlayışı
temeldir. Onlar bunu, Vahdet-i Vucut sözcüğü ile ifade ederler. Tekrar olacak
ama, bu anlayışın önemi, “insanı Tanrı’nın görüntüsü yaparak yüceltmek,
kutsallaştırmak ve böylelikle insana karşı yapılacak her kötü davranışı
Tanrı’ya yapılan bir davranış olarak nitelendirerek, engellenmesini
sağlamak ve insan ve doğa sevgisini dünyaya hakim kılmak” oluşundandır.
Anadolu tasavvufcuları olarak Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı
Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih adlı düşünürleri
sayabiliriz.
37
Bu felsefe için Atatürk;
“Müslümanlığı Türk ruhuna uygun hale getiren reformcu bir
anlayıştır. Sıcak iklimde yaşayan, suyu nadiren bulan ve kullanan, iklim
şartları sebebiyle genel de uyuşukluk içinde olan Araplara, günde 5 defa
abdest aldırarak, beş defa namaz kıldırmak” büyük olaydır.
“Ancak, Şamani dinindeyken dans eden, türküler söyleyen,
kopuzlar çalan, sarp dağlarda at oynatan ve kar suyunda yıkanan
Türkler için, “beş defa namaz kılmak” hareket olamazdı. İşte, Türk –
İslam birliğini hedefleyen bu filozoflar İslam Dini’ne Türk hayat tarzını
uygulayarak, dansı, müziği, raksı ve şarkıyı sokarak, Türk – İslam birliğini
sağlamışlardır. Bir yönüyle bu, İslam dininde bir röform’dur”
demiştir.
Bu felsefenin Anadolu insanına olumlu etkisini göstermek için, size
yaşanmış bir öykü;.
1800 yıllarda İstanbul’da yaşamış Anadolu “Tek” lik felsefesini içine
sindirmiş ve halk arasında evliya düzeyinde sayılan biri, Kethüda Zade
Efendi!..
Bir gün kendisine;
“Tıbbiye mektebinde okuyanlar Allah’ı inkar ediyorlar, bu olan
şeyleri hep tabiat yapar, her şey tabiatın eseridir!.. diyorlarmış” diyerek,
şikayette bulunan mollalara verdiği,
“Demek ki, onlar Allah’ın adını Tabiat koymuşlar”
cevabı, anlatılır, durur!..
38
Mevlânâ
M.S. 1207 – M.S. 1273
İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir şair, düşünce adamı ve
Mevlevi tarikatının öncüsüdür.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu’ya yerleşip
orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu’ya Diyarı-ı Rum deniliyordu.
“Efendimiz” manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük
saygının belirtisi olarak verilmiştir). Dönemin İslam kültür merkezlerinden
Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla
anılan Bahaeddin Veled’in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in
ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin›in
manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O›na hizmet etmiştir.
Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince
yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından
benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur.
39
İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ’yı “dünyanın en
büyük ozanı” olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt
tablosunu yapmıştır.
Muhammed İkbal, felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz
doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve
yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır.
Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (varlık birliği) savunucusudur. Ona
göre, her varlık Hak’kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her
eylem aslında Yaratan’a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah
sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani “Hak’kı halkta ve halkı Hak’ta”
sevmek gerekir.
Yunus’un söylediği gibi “Yaratılmışı severim, yaratandan ötürü”
esası içinde, Mevlana kişiye, inança ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir
değer verir ve bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı,
efendi-köle) birbirlerini saygıya ve sevgiye çağırır.
Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep,
vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve
insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti.
Ona göre, asıl konu “insan”dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu
etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve
gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu
bulmaktı ve bu yol, “aşk” tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi, hoşgörü
ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak
öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine “aşk nedir efendim” diye soran
bir öğrencisine “Ben ol da, bil” yanıtını verdi.
40
Mevlânâ’nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan
Mevlevi tarikatı doğdu, ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik
onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi’nin
birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur.
Hacı Bektaş Veli
1209 - 1271
Hacı Bektaş-ı Veli (1209 - 1271), Horasan Nişabur doğumlu. Osmanlı
İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük
etkinliği olan, Bektaşi tarikatının piri.
Gerçek ismi, Seyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Lokman
Parende’den ilk eğitimi almış ve Ahmet Yesevi (1103-1165)’nin öğretlerini
takip etmişti. Ondan dolayı Yesevi’nin ‘halife’si olarak kabul edilmektedir.
Anadolu’ya geldikten sonra kısa zamanda tanınarak kıymetli talebeler
yetiştirdi. Hacı Bektaş-ı Veli kendisinin de bağlı olduğu “Ahilik Teşkilatı”
ile, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Anadolu’da sosyal yapının
gelişmesinde önemli katkılarda bulundu.
41
Velâyetnâme adlı eserinde Hacı Bektaşi Velî’nin, sık sık Kırşehiri ve
Ahi Evranı ziyareti onun’la sohbetlerini anlatır.
Bektaşilik Osmanlı sultanları ile halk tarafından da sevildi ve hürmet
gördü.
Orduda Yeniçeriler Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu
nedenle Yeniçerilere tarihte Hacı Bektaş Veli çocukları da denirdi. Ocağın
banisi Hacı Bektaş Veli olarak kabul edilirdi. Seferlere giderken yanlarında
daima Bektaşi dede ve babaları eşlik ederlerdi. Bugün Balkanların her
köşesine Bektaşiliği yeniçeriler taşımıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına
bağlananlara “Bektaşi” denildi.
42
Hacı Bektaş Veli’nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı,
Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan,
Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin bulunduğu Macaristan’ın
Budapeşte şehrinden Azerbaycan’a kadar birçok yerde kabul görmüş ve
benimsenmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin felsefesi o dönem Anadoluda yaşamış her
düşünür gibi, “insan sevgisi, hoşgörü, Tanrı, din, paylaşım ve toplumsal
eşitlik” ilkeleri üzerine kuruludur.
Hacı Bektaş Veli 12. ve 13. yüzyılın savaş ve kargaşa ortamında,
Anadolu’ya gelir. Mazlum ve yoksul Anadolu halkının safında yerini alan
Hacı Bektaş Veli, güvercin donunda Sulucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş
ilçesine yerleşerek, Anadolu insanının yaşam biçimleri, inançları ve kültürel
değerlerinin sentezinden oluşturduğu, Anadolu Alevi ve Bektaşi inancını ve
yaşam felsefesini burada yeşertmiştir.
Hacı Bektaş Veli, ömrünü burada tamamlamış olup, mezarı Nevşehir
İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.
43
Yunus Emre
1240 – 1321
Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü olan mutasavvıf
bir Türk düşünürü.
Yûnus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmaya ve
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk Beylikleri’nin kurulmaya
başladığı XIII. yüzyılın ortalarından Osmanlı Beyliği’nin filizlenmeye
başladığı XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde, Orta Anadolu havzasında doğup,
yaşamış bir Türkmen erenidir. Yunus Emre’nin meselesi, dünyada yaşayan
tüm insanların sevgi yoluyla, hem kendileriyle, hem evrenle kaynaşmasını
sağlamaktır.
Yûnus’un yaşadığı yıllar, Anadolu’da yaşayan Türk’lerin, Moğol
akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla,
dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır.
Öyle yıllar ki, bir yandan siyasî çekişmeler, diğer yandan mutsuz
ve aç insanlara çözüm üretmek düşüncesiyle oluşan mezhep ve inançların,
yoğun bir şekilde yayılmaya başladığı yıllar.
44
Bu olumsuz koşullar da yaşayan insanları sorun edinen yalnız Yunus
Emre değildir!.. Bu yıllarda Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ıVelî,
Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih gibi düşünürler de ortaya çıkar. Bunlar, Allah
sevgisini, aşk ve güzel ahlakı işleyerek, her türlü batıl inanca karşı gerçek
İslam tasavvufunu ortaya koyup, Türk-İslam birliğini oluşturmuşlardır.
Yunus Emre düşüncelerini açıklarken, Türkçeyi canlı ve halk zevkine
uygun bir şekilde kullanmıştır. Deyişleri kısa ve özdür.
Dünyada her var
olanın Tanrı’nın bir görüntüsü olduğunu açıklamak için söylediği “Ete kemiğe
büründün, Yunus diye göründün” deyişini örnek gösterebiliriz. Mevlana onu
okuyunca; “Yunus’u daha önce tanısaydım, çiltler tutan Mesneviyi başka
türlü yazardım” dediği söylenir.
Yûnus Emre, Risaletü’n-Nushiyye adlı bir mesnevî yazmıştır.
Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslam
düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, Tanrı’yla
ilişkilerini işledi. Ölüm, doğum, yaşama bağlılık, Tanrı’sal adalet, insan
sevgisi gibi konuları ele aldı.
45
Ezoterik Görüş ve Masonluk
Günümüzde, Ezoterik doktrini yaşatan ve görüşüyle çağdaş dünyayı
da etkilemeye devam eden oluşumların başında Masonluk gelmektedir!..
Artık, dünyada eskinin modası olan gizemliliğin yerini, şeffaflık almıştır.
Bunu Masonluk içinde de görmekteyiz!..
Gerçi, Masonluk eskiden kalan yapısı içinde, sanki hala “otoriteye
karşı varlıklarını korumak ve hala yığınların yetersiz bilgileriyle Ezoterik
doktrini anlayamayacakları savı içinde” doktrinlerini semboller ve sırlar
esası içinde gizlemeye çalışıyorlarmış gibi davranmaktadır!.
(Semboller kullanmalarında, Eski Mısır yazısı olan hiyegorifik
yazısın yani resimlerle yazının etkisi de vardır).
Oysaki, bu geçmişte yaşanmış ve kalmış şekilsel bir görüntüdür!..
Ama, o gün de, bu gün de Masonlukta yapılan çalışmanın hedefi aynidir,
İNSAN!..
“Neden? Niçin? Nasıl? Acaba?” diyen sorgulayıcı kafaya sahip,
ön yargılardan, her türlü inançtan kurtulmuş, tam özgür, tam bağımsız ve
objektif düşünebilen bir insan!..
Evet, bu gün de Mason Localarında ki çalışmalarda insan işlenir,
tekamül yani evrim esastır ve amaç kamil insana ulaşmaktır!..
İşte, Masonluğun varlık sebebi de, sırrı da, gizliliği de, amacı da
budur!..
***
46
Artık, din yorumlarıyla dünyanın oluşumunu açıklamağa çalışmak
insanları doyurmuyor!..
İster Tanrısal fışkırma, ister büyük patlama değin? İster “Bing,
Bang” deyin!..Yaşamın nasıl meydana geldiğini açıklayan Darwin’in
Evrim Teorisi olan :
47
“Önce cansızlar alemi meydana gelmiş, sonra güneş sistemleri
oluşmuş, en azından dünyamızda yaşam ortaya çıkmıştır. Cansız diye
nitelenen kimyasal elemanların, uygun ortam bulduklarında hayatın
yapı taşları olan “RNA” ve “DNA” moleküllerine dönüştüklerini,
buradan da; önce tek hücreli canlıya, sonra çok hücreli canlıya ve daha
sonra memelilere, maymunlara, nihayet insana ulaşılmıştır!.. savı bile
bu gün tartışılıyor!..;
Elbet, bu yoruma dahi, aydın kafanın “Acaba bu böyle mi?” sorusu
ile yaklaşması gerekir? Çünkü, tekamül sorgulayıcı kafanın eseridir. Bu
kafa yapısına, ön yargılardan kurtulmuş düşünen insanla erişilebilir. Bu
insan hiçbir inancı taşımamalı, yani tam özgür, tam bağımsız ve objektif
olabilmelidir.
İşte, masonlukta da böyle bir insan kafasına varılmak amaçlanmıştır!..
Öyle bir insan ki, kendinden bile kurtulmuş!.... İşte, mason locasının bir
sütunu üzerinde, bu nedenle “Kendini Bil” yazmaktadır.
Localarda bir sütun daha vardır!.. Kırık bir sütun!.. Hakikat sütunu!..
Kırıktır, çünkü hakikati arayan insan sürekli evrimleşme ve gelişme içinde,
hiçbir zaman hakikate varamayacağını fark etmelidir!.. Çünkü, Tekamül
sonsuzdur!..
Sonuç olarak, benim yorumuma göre; “evrende hiçbir şeyin
ve varılan sonuçların mutlak ve değişmez olmadığını bilecek, hiçbir
sonuca asla iman etmeyecek, her sonuç belki değişebilir diye düşünüp,
tekrar deneyecek kadar özgür insana ulaşmak, böyle bir kafayı üretmek”
masonluğun hedefi olmuştur.!.. Olmalıdır!..
Tabii, İnsanoğlunun üç güçle verdiği tarihsel kavgası içinde, böyle
bir insanı yaratmak amacıyla yalnız masonluk değil, çeşitli felsefeler,
akımlar, oluşumlar da kurulmuştur.
“Felsefe Bahçesin de Gezintiler” adlı kitabımızın 1. Bölümünü
bitirirken ne demiştim; (aynen alıyorum)
“Sevgili gençler, Özetlersek, “felsefe 3 konuyu irdelemiştir”
diyebiliriz. Şöyle ki ;
- Varlık nedir ? (Ontoloji),
- Bilgi nedir ? (Epistemoloji),
- Ahlak nedir ? (Etoloji)
48
Ancak, irdelenen bu üç konu, filozoflar tarafından birbirinden ayrı ve
bağımsız olarak ele alınmamıştır. Bu meseleler, felsefi düşünüşün bütünlüğü
içinde hep birlikte vardır. Çünkü, filozofun meselesi insandır. Her felsefi
sistem, insan için kurulur!..
İnsan asırlardır bir kundak içindedir. Otorite konuşturmak istemez,
mümkün olsa düşündürmez!
Bu karanlığı ancak Felsefe yenebilir. Çünkü, Felsefe okumanın
hedefi, özgür insana ve bağımsız insana ulaşmaktır. Böyle yaratıcı olunabilir
ve dünyanızı yaratabilirsiniz. Biliniz, “Dünyasını olduğu gibi giyinen, felsefi
kişiliğini yaşayamaz. O köle insandır.”
Felsefe sizi kendinize döndürür, kişiliğinizi kavramanızı sağlar,
böylelikle kendi kendinizi denetler ve yücelirsiniz. Nereye kadar mı ?
Tanrı’ya kadar!....
Tanrı ben olsaydım,
Nice olurdu haliniz benim adıma kul yaratanlar ?
Bak bir geçinen bana dinsiz demede, dürzü bok yemede !
Benim örneğim sen oldun Tanrı, sen kendi çapında, ben güçüm kadar
Tanrı.
Geçinmiyorum artık, kul değilim,
Yarattığım dünyam da, bak kendi güneşim doğuyor……
Ve biri eğilip kulağıma soruyor;
Cehennemlik, tanrı oldum diyorsun hani senin kulların ?
O senin gönlündeki tanrıya vergi.
Eğer, olsaydım ben tanrı,
Yaratırmıydım insan dururken kul ?
Desene Tanrı.
Önder Limoncuoğlu
49
Lütfen iyi gözleyin; ister masonluk olsun, ister insanı mesele edinen
başka bir oluşum olsun, bağımsız ve özgür, kendisinden bile kurtulmuş
insana ulaşamıyorsa, orada amac, araç haline dönüşmüş ve o oluşum
artık dogmatikleşmiştir!.. Artık, orada özgür insanlar değil, rahipler
oluşmuştur!..
Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için, kendisiyle
verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Nitekim, bu
günün insanı o çağdaki insana göre daha bilgili, daha geniş düşünebilen, daha
sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insan olarak görülmektedir!..
Elbette, insanların ölümlü olması ve yeni doğanların sıfırdan başlaması,
insanın mükemmelliğe götürülmesinde bir handikaptır. Ancak, ortam ve
kalıtımlar bu kavgadaki kazanımların devamını olumlu etkilemektedir. Her
gün, objektif düşünebilen, dogmalardan arınmış, kendinden bile kurtulmuş,
aydın ve bağımsız daha fazla insana ulaştığımız bir gerçektir!..
Lütfen, masonluğun Ezoterik yönünü de bu anlayış içinde görün!..
***
3- İnsanın, iktidar gücünü elinde tutan, insanla verdiği kavga:
Görüldüğü gibi, Mason insanın doğayla verdiği tarihsel kavgada
da, insanın kendisi ile verdiği kavgada da etkin olarak vardır.
Peki, otorite ile olan kavgasında da yer almış mıdır? Evet, bu
kavga zaten masonluğun varlık sebebidir!.. Ve Masonlar bu kavgada da
vardır!..
Masonluğun Ezoterik öğretiyi, yani “Tek” lik anlayışını esas almasının
sebebi, katı ve acımasız bir karabasan gibi kişinin üstüne çöken din anlayışını,
o dinin esasları içinde yumuşatmak ve kişiyi “Tanrının görüntüsüdür”
yorumu içinde yücelterek, gerek siyasi ve gerekse dini otoritenin ezmesini
engellemektir!..
50
Bu sebeple, insanı mesele edinmiş ve insanı işleyen masonlar “İktidar
gücünü elinde tutan insanın baskısına karşı, insanın doğuştan hakları
vardır ve otorite bunları kabul etmeli ve saygı göstermelidir” savunmasını
yapanların yanında yer almışlardır.
Bireyin doğuştan bir takım hakları var mıdır, yok mudur?
İster olsun, ister olmasın !..
Burada önemli olan, “bireyin doğuştan bir takım hakları olduğunun
kabul edilmesinin, devlet otoritesinin yalnızca bunları korumakla görevli
bir iktidar olması lazım geldiği sonucuna” bizi götürmesidir.
Nitekim,
4 Temmuz 1776 tarihinde kaleme alınan Amerikan Bağımsızlık
Bildirisi’nde” söyle denilmektedir ;
“Şu gerçekleri kendiliklerinden doğru sayıyoruz; bütün insanlar eşit
yaratılmıştır. Yaratan, her insana kimsenin elinden alamayacağı bir takım
haklar bağışlamıştır. Yaşamak, Özgürlük, Mutluluğu Arama bu haklardandır.
Yönetimler bu hakların korunması için insanlarca kurulmuştur. Eğer, bir
iktidar bu hakları korumuyorsa, ona başkaldırmak yurttaşlara tanınmış bir
doğal haktır.”
Fransız Devrimi’nden sonra, 26 Ağustos 1789 tarihinde Kurucu
Meclis tarafından açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde de ayni
görüşler yer alır. Şöyle ki ;
“Her siyasi birleşmenin amacı, Temel İnsan Hakları’nın
korunmasıdır. Sadece insanın Temel Hakları vardır. Toplumun kendisine
özel bir amacı olamaz. Devlet yurttaşlarının mutluluğunu sağlayacak
bir oluşumdur. Yönetenler için tek amaç Birey ve onun Mutluluğudur.
Özgürlük…..Mülkiyet….Kişi Güvenliği…..Ve Baskıya karşı Direnme insanın
Temel Haklarıdır………..v.s…..”
51
İşte, bu beyannamelerin yazılışında ve her iki devrim içinde
Masonların yer aldığı tarihsel bir gerçektir!..
Sosyal Haklara gelince;
Temel Hak ve Özgürlükler ile ilgili bu gelişmeler yaşanırken, insanlık
19. Yüzyıla gelmiş, gelişen sanayileşme sonucu “durgun ve tutucu olan
Tarım Kültürü’nün yerini, ilkeleri sürekli yenilenme ve sürekli hareket
olan Sanayi Kültürü “ almıştır.
Bunun sonucu, sürekli yenilenen ve büyüyen fabrikalarda bir araya
gelen işçiler, yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmış ve birlikte hareket etme
imkanını bulmuşlardır.
Nitekim, işçiler 1830, 1848 yıllarında ayaklanarak, çalışanlara bazı
hakların tanınması talebinde bulunmuşlardır. Örneğin; “Angarya Yasağı,
Çalışma saatlerin sınırlandırılması” gibi…..
Bu gün, bu haklara Sosyal Haklar diyor ve ayrı bir bölüm halinde
Anayasalar da tek, tek yazıyoruz.
Burada da Masonları görebilirsiniz!..
***
Güzel insanlar,
Bu arada dünya savaşları yaşandı. 1939 ila 1945 arası süren son
savaşta 56 milyon birey öldü. İnsanlık böyle bir acıyı bir daha yaşamak
istemiyordu. Savaş sonrası peş, peşe bildiriler yayınlandı, kurumlar
oluşturuldu, Anayasa’lar yeniden yazdırıldı.
52
“Evrensel İnsan Hakları Bildirisi! Avrupa İnsan Hakları
Bildirisi! Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa İnsan Hakları
Divanı! Birleşmiş Milletler Teşkilatı! Yeni yapılan Anayasalar!”
Yukarıda saydığım evrensel ve uluslar arası nitelikteki çağdaş
bildirilerin, kurduğu kurumlarının ve Anayasa kitapçıklarının bireye
sağladığı kazanımlarının detayına girmeyeceğim. Ancak, çağdaş bildirilerin
ve kurduğu kurumların birey için önemini anlamazsak, bunları savunamaz,
koruyamayız.
Bu sebeple, yukarıda adını verdiğim çağdaş bildiri ve kurumların
temelinde ;
- Devlet’in, birey için var olduğunun,
- Bireyin özgürlüklerinden söz etmenin yetmediği, siyasal iktidarın
bireyin özgürlükleri kullanılabilmesi için gereken olanakları bireye
sağlamakla görevli olduğunun,
- Özgürlüklerin siyasi iktidara karşı korunmağa ihtiyacı olduğu
ve bu sebeple insan haklarına tecavüzü yargılayacak ve cezalandıracak
kurumların kurulması mecburiyetinin bilinci olduğunu vurgulamak
isterim.
İşte, bireyin bu bilinçlenmesinin etkisi içinde hazırlanan bu günkü
Anayasaların bir bölümü İnsanın Temel Hak ve Özgürlüklerini, başka bir
bölümü de, İnsanın Sosyal Hak Ve Özgürlüklerini tek, tek saymakla kalmayıp,
bu hakların kullanılabilmesi olanaklarının, her insana sağlanmasının da
kişinin bir hakkı olarak, devletin görevi olduğunu da yazmaktadır.
Şimdi soruyorum,
Peki, insanın iktidar gücünü elinde tutan insanla olan kavgası sona
ermiş midir ?
Hayır!.. Bu kavga İnsanoğlu var oldukça devam edecek ve insan
her geçen gün bu yolda yeni kazanımlar elde edecektir. İşte örnekleri ; son
yapılan Anayasalar da yer alan Aldanmadan Mal Satın Alma Hakkı!
Temiz Çevrede Yaşama Hakkı gibi !
53
Sürekli gelen kazanımlara bir örnek olarak da ; “İletişim ve Bilişim
Hakkı’nın Anayasa’lara bireyin hakkı ve bunun olanaklarının bireye
sağlanmasının da sosyal devletin görevi olduğunun yazılmasında”
görebiliriz.
Sonuç olarak; İNSANIN DOĞA ile, İNSANIN KENDİSİ ile,
İNSANIN OTORİTE ile olan kavgasında hep Mason’u göreceyiz!.. Çünkü,
Masonluk ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ kamil İNSANA ULAŞMAYI MESELE
YAPMIŞTIR!.. Bu kavga Masonluğun Varlık Sebebidir!..
Eh, her üç güçle olan tarihsel kavga, insanoğlu var oldukça devam
edeceği için, varlık sebebi daha nitelikli, daha bağımsız ve özgür insanı
oluşturmak olan Masonluğun kan kaybetmesi söz konusu olamaz!.. Meğer ki;
bu varlık sebebinin önüne şekilselliğin geçmesine izin verilmesin, masonluk
dogmatikleşmesin ve orada rahipler oluşmasın!..,
Bu dernekte, düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin
sonsuzluğunun farkına varan kafaları oluşturabilirseniz hiç korkmayın,
masonluk kan kaybetmez!.. Çünkü, MASONLUK ARAC, ÖN
YARGILARDAN ARINMIŞ ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ DÜŞÜNEBİLEN
İNSANI YARATMAK AMAÇ’TIR!.. ÇÜNKÜ, İNSAN VAR OLDUKÇA,
İNSANLIĞIN BÖYLE İNSANA HEP GEREKSİNİMİ OLACAKTIR,
MASON DERNEĞİ OLSA DA, OLMASA DA!..
Bu nedenle, her kitabımda vermeğe çalıştığım tek mesajım, kişinin
“Sorgulayıcı akla” erişmesidir. Bu sebeple, bu kitabımı da, üzerinde
düşünmenizi istediğim ayni soruyla bitiriyorum;
“İnsanın, iktidar güçünü elinde tutan insanla olan kavgasının
sonunda, bireyin otoritesiz bir dünyada yaşama özgürlüğüne kavuştuğunu”
varsayalım. Acaba, böyle bir dünyada yaşamak bireyin menfaatine
midir? İster mi ? Siz ister misiniz ?
Sevgilerimle,
Önder Limoncuoğlu
54
Evrim Teorisi Üzerine
55
Şüphe, şüphe!..
İşte suçum, ne zarar?..
Şüphe bir nura doğru koşmaktır!..
Hakkı aydınlatma, akıl için haktır!..
Belki öteki dünya var?..
Belki cennet, cehennem de var?..
Yaradan’ın eseri olan insan,
Aklını kullanarak hakikati aramak varken,
Neden, esiri olsun dogmaların?..
Tevfik Fikret
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
Download