Limoncuoğlu YAYINLARI MASONLUK ARAÇ MI, AMAÇ MI? Ezoterik Öğreti Ete, kemiğe büründün Yunus diye göründün!. Önder Limoncuoğlu 1 ISBN: ???? Yazan Önder Limoncuoğlu Hazırlık ve Baskı Hürriyet Matbaası 5501 Sk. No: 6 Kat: 1 Tuna Mahallesi Çamdibi / İZMİR Tel: (0232) 435 69 69 (pbx) Fax: (0232) 462 31 62 www.hurriyetmatbaa.com Yayınlayan ve Dağıtan LİMONCUOĞLU LTD. ŞTİ. 1378 Sokak No. 4/1, Kordon İş Hanı Kat 3/308-209 Alsancak/İZMİR e-mail: [email protected] Gsm: 0 533 364 42 26 KASIM 2011 1000 ADET 1. BASIM 2 Güzel insanlar, “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun” farkına varan her insana şapka çıkarırım!.. Bildiğiniz gibi; dünyada çok insanın başına elma düşmüştür ama Newton’un başına düşünce “Yer Çekimi Kanunu” ifade edilmiştir!.. Konuya hazır kafa, çok önemlidir!.. Siz değerli insan’ların “Somut Konuş” dediğinizi duyuyorum!.. İzin verirseniz, somut konuşmaya soruyla başlayayım!.. Nedir bu masonluk? Çağdaş bir dernek midir? Masonlar neden oradadır? Varlık sebebi nedir? Masonluk amaç mıdır, araç mı? Kitaplarım da, özellikle “Felsefe Bahçesinde Gezintiler” ve “Erkekten Cadı, Siz Hiç Duydunuz mu?” adlı olanda ve locada yaptığım konuşmalarımda sürekli “İnsanın, var olduğu günden bu güne üç güçle kavga verdiğinden” söz ettim, durdum!.. “Bu güçlerden birincisi DOĞA, İkincisi İNSANIN KENDİSİ, üçüncüsü İKTİDARI ELİNDE TUTAN İNSAN dır!.. Bu insanlara otorite de diyebilirsiniz” dedim. Her üç güçle verilen bu kavganın insan var oldukça devam edeceğini ve insanın hep kazanımlar elde edeceğini, insanlık geçmişine bakarak anlamak mümkündür Önce, bu üç güçle verilen kavganın geçmişine bir bakalım 1- Doğa ile verilen kavga: “İnsanoğlunun, dünyanın acımasız doğa şartlarına karşı yaşayabilmek için, doğa ile verdiği kavganın içinde hep çalışma vardır, bilinçlenme vardır!.. Bunun sonucu olarak, insanoğlu doğaya karşı, sürekli kazanımlar elde etmiştir!.. İnsanın ateşi buluşu, baltayı yapışı, bununla Lübnan dağlarından kestiği koca ağaçlara, baltasıyla şekil vererek koca, koca gemiler yapabilmesi!.. Dünyayı tanıyabilmesi!.. 3 Bütün bunlar, çalışmayla ve her gün biraz daha bilinçlenme ile mümkün olmuş ve bu sayede insanın yaşamı her gün biraz daha kolaylanmıştır!.. Ayrıca, doğaya karşı elde edilen her kazanım, insanın kendine olan güvenini artırmıştır!.. Bu ise, insanoğluna hayatı daha çok sevdirmiştir!.. Peki, İnsanın doğa ile olan kavgası bitmiş midir? Hayır!.. Bitmediği gibi, insan var oldukça da bitmeyecektir!.. Kazanımları da öyle!.. Nitekim, insanoğlu bu gün uçabilmekte, uzaya gidebilmekte, çok hastalığı iyi edebilmekte, organlarının bazılarını dahi değiştirebilmektedir!.. Bu gelişe bakınca, gidişin yaratıcılığa varmak olacağını söylemek alçak gönüllülüğe ters mi düşer ?... “ *** İnsanoğlu yaratıldığından beri yalnız “Doğa” ile değil, daha iki büyük güçle de kavga vermektedir. Bunlardan biri “kendisi”, diğeri ise “iktidar gücünü elinde tutan ve kısaca otorite dediğimiz insanlardır!..” İnsanın, • Kendisi ile kavgası, bizi daha mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insana, • Otorite ile kavgası ise, insan haklarının sürekli gelişmesine, götürmüştür!.. 2- Kendisi ile verdiği kavga: “İnsanoğlunun kendisiyle verdiği kavgada hedefinin; daha mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insan olabilmektir” demiştim!.. İşte, insanoğlu yüzyıllardır süren yaşamı içinde, bu tanıma uyan insana varabilmek için, onlarca dernek ve mezhep kurmuştur!.. Bunların içinde “TEK” lik dediğimiz, yani, “Evrenin, Tanrı’nın bir görüntüsü olduğu, canlı/cansız her şeyin O’ndan bir parça olduğu!..” görüşü özellik taşır. 4 Çünkü, bu görüşü savunanlar, Ortaçağ karanlığındaki din kurallarını da kullanarak, insanların yaşamına korku yerine sevgiyi, katılık yerine hoşgörüyü getirmeğe çalışmışlar, müziğiyle, balesiyle, felsefesiyle insanı yüceltmek istemişlerdir. Bu felsefeye günümüzde “Ezoterizm” diyorlar!.. Gelin, bu görüşün içini açalım!.. Nedir, bu Ezoterik öğreti? Ezoterik öğretiler; “Varoluşun ancak sevgi ile algılanabileceğini, insanın düşünce gücüyle, yani özgür akıl ile mükemmel insana ulaşabileceğini ve Tanrı ile bütünleşebileceğini” savunan görüşlerdir. M.Ö. 3000 yıllarında Eski Mısır döneminde bir baş rahip vardır!.. Adı Hermes!.. Eski Yunanlılar kitaplarında, bu kişiden “Üç Kere Büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz ederler. İşte, bu rahip “tüm evrenin Tanrının görüntüsü ve her şeyin ondan bir parça olduğunu” söyler!.. Bu sebeple, bu gün, bu görüşe “Hermetik görüş” de denir!.. Eski Yunan yazarlarına göre, bu Ezoterik öğreti Mısır’ın özellikle Teb ve Memphis tapınaklarındaki inisiyasyonlarda öğretiliyordu. (İnisiyasyon, adayın geçmiş yaşamını terk edip, ezoterik toplulukta yeniden yaşama başlamasıdır.) Hermes’ten, Tevrat ‘ta da ve Kur’an’ da da söz edildiğini görüyoruz, Tevrat’ta, Enoch adında gizemli bir peygamber olarak zikredilen, Kur’an-ı Kerim’de İdris peygamber olarak anılan, Bahai metinlerinde Hermesi Elvah olarak belirtilen, kadim Mısır bilgilerinde Toth diye bahsedilen, eski Yunanda Hermes Trismegistus olarak belirtilen kişinin, ayni kişi olduğu yaygın olarak kabul edilir. 5 Hermetika ve Hermetik Felsefe (Mısır M.Ö 3.000 Hz.İdris) “insanlar ölümlü tanrılardır, tanrılar da ölümsüz insanlar...” 6 İslam anlatılarında, ilk göğe çekilen peygamber olarak İdris Peygamber kabul edilir. Göğe çekilmek, Tanrıyla bütünleşmek ve fiziki olarak da, orada ve yerde var olmak anlamındadır. Bir kitap olan Hermetika’daki dizelerden birkaçı şunlardır: “Haydi dinleyin çamurdan insanlar! Bir an düşün, nasıl oluştuğunu ana rahminde. Aklına getir o usta işçiliği ve ara o sanatçıyı, böyle güzel bir görüntüye şekil veren. Kim çizdi göz yuvalarını? Kim açtı burun deliklerini, kulaklarını ve ağzını? Kim uzattı sinirlerini ve sıkıca bağladı? Kim yaptı kemiklerini ve etini deriyle örttü? Kim ayırdı parmaklarını ve düzleştirdi tabanlarını? Kim hazırladı kalbini ve boşluklar bıraktı ciğerlerinde? Kim görünür kıldı güzelliğini ve sakladı bağırsaklarını içeride? Kaç çeşit beceri kullanıldı ve kaç tane sanat eseri yaratıldı oluşturmak için bir insanı? “(…) Gözlerinle görmek için O’nu, mükemmel düzenine bak evrenin; Algıladığın her şeyi yöneten zorunlu yasalara ve olan ve olacak olan her şeyin mükemmelliğine bak! Uzayda kendine verilen yerde dolaşır her yıldız. Niçin bütün yıldızlar aynı yolu izlemezler? Her birinin yerini tayin eden kimdir? Bunların yapımcısı ve sahibi olmalıdır birisi. Mümkün değildir tesadüfen ortaya çıkmaları. Düzen tümüyle yaratılmış olmalıdır mutlaka. Ölçüye sığmayan sadece ortaya çıkandır ‘tesadüfen’ 7 Hermetik anlayışı, İslam içinde Rafizilik, Mutezile, İsmaililik içinde görüyoruz. İlmi nücun (astroloji), ilmi simya ve İhvan-ı safa risalelerinin çoğunluğu Hermetik metinlerle doludur. İhvan-ı safa için, 12. Yüzyılda yazılmış Arapça el yazması risaleler kitabı Hermetik düşünce, sadece Mısır ve Mısır dinini değil, bütün insanlığı etkilemiştir. Yeni Platonculuk, Rönesans, Reform hareketleri ve İslam’daki mistisizm düşüncesinin temelleri Hermetik metinlere dayanır. Kabalist anlayış, simya geleneği, Hıristiyan Gnostizm’i, Tasavvufi anlayış, pagan rahiplerin mistisizmi de Hermetik anlayışın izlerini taşır!.. Şimdi sizi, M.Ö. 3000 li yıllara, Kabalist anlayışa götüreceğim!.. Kabalist Anlayış: Kabala, “Tevrat’ın ortaya çıkışından çok daha eski bir tarihte oluşturulmuş bir anlayıştır!.. Kabala için, “Eski Mısır’dan Yahudiliğe devrolan öğreti” de derler. 8 Bir başkaları ise Kabala’yı, “kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur” diye de tanımlar. Kabala’nın en önemli bölümü, evrenin oluşturulmasına ilişkin kuramıdır. Bu kuram, tek tanrılı dinlerde benimsenen yaratılıştan pek farklıdır. Kabala’ya göre, yaratılışın başlangıcında, “daireler” ya da “yörüngeler” anlamına gelen ve SEFİROT olarak anılan, hem özdeksel (maddi) hem de tinsel (manevi) nitelikli oluşumlar meydana gelmiştir. Bunların toplam sayısı 32’dir; ilk onu Güneş Sistemi’ni, diğerleri ise uzaydaki öteki yıldız kümelerini temsil ederler. İşte, Kabala’nın bu savı, eski astrolojik inanç sistemleriyle yakın bir bağlantısının bulunduğunu ortaya koyar... Böylece Kabala, Yahudi dininden bir haylice uzaklaşır ve doğu’nun eski gizemci inanç sistemleriyle... çok daha bağdaşır.” (Masonluk Nedir ve Nasıldır?, Murat Özgen Ayfer, İstanbul, 1992, s. 298-299) Bu etkilenmeyi de doğal karşılamak gerekir. Çünkü, Yahudiler çok uzun bir süre eski Mısır da, hem de Fıravun’ların baskısı altında, köle gibi yaşamışlardır. Yahudilerin o dönem yaşantılarını ve İsrailoğulları’nın Hz. Musa önderliğinde Mısır’dan çıkarak, Firavun zulmünden kurtulmaları Kuran’da ayrıntılı anlatılır. Hatta, Kuran’ın bir önemli bölümünü Yahudi tarihi oluşturur. “İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)” “Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden 9 üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı. Ve ateşten onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, “İşte, sizin ilahınız ve Musa’nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dedi. (Taha Suresi, 86-88)” “Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız” (Bakara Suresi, 55) dediler. Öyküyü özetlersek; “Firavun, köle olarak çalıştırdığı İsrailoğulları’nı serbest bırakmaya yanaşmamış, ancak Allah’ın Hz. Musa’ya verdiği mucizeler ve Firavun kavmine gönderdiği felaketler karşısında zayıf düşmüş, İsrailoğulları da bu sayede toplanıp Mısır’dan bir gecede topluca göçe başlamışlardır. Ardından Firavun’un saldırısı gelmiş ve Allah Hz. Musa’ya verdiği mucizelerle İsrailoğulları’nı kurtarmıştır. İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı hakkında Kuran’da açıklanan önemli gerçeklerden biri ise, İsrailoğuları’nın, Hz. Musa vesilesiyle Firavun zulmünden kurtarılmış olmalarına rağmen, Allah’a ve dinine karşı isyankar davranmalarıdır. İsrailoğulları, Hz. Musa tarafından kendilerine tebliğ edilen tek tanrılı tevhid dinini bir türlü kavrayamamış, sürekli olarak çok tanrılı putperestliğe eğilim göstermişlerdir. İsrailoğulları’nın bu sapkın eğilimi, Hz. Musa’nın uyarılarına rağmen devam etmiş ve Hz. Musa’nın kendilerinden ayrılıp Tur Dağı’na tek başına gitmesi üzerine iyice ortaya çıkmıştır. Samiri adlı kişi Hz. Musa’nın yokluğundan yararlanarak ortaya çıkmış, İsrailoğulları’nın putperest eğilimlerini körükleyerek kavmi, bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya ikna etmiştir: Oysa İsrailoğulları, ataları olan Hz. İbrahim’den itibaren hep tek Tanrı’ya iman etmiş bir kavimdir. 10 “İsrailoğulları” ifadesi, Hz. İbrahim’in torunu olan Hz. Yakub’un oğullarını ve onlardan gelen Yahudi soyunu ifade eder. İsrailoğulları, ataları Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup’tan tek Allah’a iman etmeye dayalı tevhid inancını miras almış ve korumuşlardır. Hz. Yusuf’la beraber Mısır’a girmişler, burada uzun zaman yaşamışlar, ama Mısır’ın putperest dinine rağmen tek Allah’a iman etmeye dayalı tevhid inancını muhafaza etmişlerdir. Hz. Musa kendilerine geldiğinde de, İsrailoğulları’nın tek Allah’a iman eden bir kavim oldukları Kuran’daki kıssalardan anlaşılmaktadır. Peki, acaba neden İsrailoğulları’nda put yapmak ve ona tapınmak gibi garip bir eğilim vardır? Bu eğilimin kökeni nedir? Peki bu durumda İsrailoğulları’nın, hem de Hz. Musa tarafından kendilerine gösterilen pek çok mucizenin ardından, bir anda kolayca putperestliğe eğilim göstermelerinin nedeni ne olabilir? Konuyu tarihsel kayıtların eşliğinde incelediğimizde, İsrailoğulları’nı etkileyen putperest kültürün, uzun devirler içinde yaşadıkları Eski Mısır olduğunu görürüz. Bizi bu sonuca götüren önemli bir gösterge, Hz. Musa Tur Dağı’nda iken İsrailoğulları’nın saparak tapındıkları “böğüren buzağı heykeli”nin, aslında Mısır’daki Hathor ve Aphis adlı putların bir taklidi oluşudur. Hıristiyan araştırmacı Richard Rives, “Too Long in the Sun” (Güneş Altında Uzun Süre) adlı kitabında şöyle yazar: “Mısır’ın boğa ve inek putları, yani Hathor ve Aphis, güneşe tapınmanın sembolleriydiler. Bu putlara tapınılması, Mısır’ın güneşe tapınma konusundaki uzun tarihinin sadece bir parçasını oluşturuyordu. Sina Dağı’ndaki (İsrailoğulları’nın tapındığı) altın buzağı ise, orada kutlanan bayramın güneşe tapınmayla ilgili olduğunu gösterir.”. Mısır’ın putperest dininin İsrailoğulları üzerindeki etkisi pek çok değişik aşamada ortaya çıkmıştır. Başta da belirttiğimiz gibi, putperest bir kavimle karşılaştıklarında hemen bu sapkın inanca eğilim göstermiş ve ayette haber verildiği üzere, “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap” demişlerdir. (Araf Suresi, 138-139) Hz. Musa’ya karşı söyledikleri, “Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız” (Bakara Suresi, 55) şeklindeki söz de, Mısır’ın putperest dininde olduğu gibi “gözle görülen”, yani maddi varlıklara (putlara) tapmak istediklerini göstermektedir. 11 İsrailoğulları’nın burada özetlediğimiz Eski Mısır kaynaklı putperest eğilimi son derece önemlidir ve bize Tevrat’ın tahrifi ve Kabala’nın kökenleri konusunda önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Bu iki konuyu yakından incelediğimizde, her ikisinin de kaynağında Eski Mısır’ın putperest ve materyalist dininin izlerini görürüz. İsrailoğulları henüz Hz. Musa hayatta iken dahi, Eski Mısır’da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamışken, Hz. Musa’nın vefatının ardından daha ileri sapmalara kaymaları zor olmamıştır. Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama aralarından bazıları Mısır’ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş, bu öğretileri Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir. Eski Mısır’ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat’ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala, Yahudiliğin içinde ama Tevrat’a göre farklı bir mistik öğreti olarak gelişmiştir. (İnternet/Seçme kitaplar Dergisi’nden indirilmiştir.) İngiliz yazar Nesta H. Webster “Ancient Secret Tradition” (Antik Gizli Gelenek) adlı makalesinde, bu konuyu şöyle açıklar: ”Büyücülük, bildiğimiz kadarıyla, Filistin’in İsrailoğulları tarafından işgal edilmesinden önce, Kenanlılar tarafından uygulanıyordu. Mısır, Hindistan ve Yunanistan da kendi kahinlerine ve büyücülerine sahipti. Musa Yasası’nda (Tevrat’ta) büyücülük aleyhinde yapılmış lanetlemelere 12 karşı, Yahudiler, bu uyarıları göz ardı ederek, bu öğretiye kendilerini bulaştırdılar ve sahip oldukları kutsal geleneği, diğer ırklardan aldıkları büyüsel düşüncelerle karıştırdılar. Aynı zamanda Yahudi Kabalası’nın spekülatif yönü, Perslerin büyücülüğünden, neo-Platonizm’den ve yeni Pisagorculuk’tan etkilendi. Dolayısıyla, Kabala karşıtlarının, Kabala’nın saf bir Yahudi kökenden gelmediği şeklindeki itirazlarının haklı temeli vardır.” (Ancient Secret Tradition, Secret Societies And Subversive Movements, Nesta Webster, Boswell Publishing Co., Ltd., London, 1924) Kuran’da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. “Ve onlar, Süleyman’ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil’deki iki meleğe Harut’a ve Marut’a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: “Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme” demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 102)” Kabalizmde her şey gizli semboller ve işaretlerle anlatılır. Aşağıda ki tablolar gizemli anlatımın birer örneğidir. 13 Eski Mısır öğretisinin göz sembolü. Bin yıllık bir levha. Masonluğunda en önemli sembollerindendir. Yeri mi, değil mi bilemedim? Masonluk felsefesi üzerinde, Kabala’nın etkisinin yoğun olarak görüldüğünü söylemeliyiz. Bu konu, Masonik dergi ve kitaplarda üstü kapalı olarak anlatılır. Örneğin Amerikan Masonluğunun yayın organı New Age dergisi, Kabala ile masonluk arasındaki bağlantıyı şöyle dile getiriyor: “Kabala, bilinç altının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerinin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk onu, insanın yaşamı anlaması için gerekli görür.” (New Age, sf.31) “Masonlar ana düşüncelerini ve belirgin sembollerini Kabala’dan almışlardır. Amblemlerin pek çoğu da Kabala kaynaklıdır. Örneğin; Jakin ve Boaz sütunları Kabalist bir eser olan Chearé Ora’dan alınmıştır. Masonluğun, Kabala’nın felsefesiyle olan çok büyük benzerliği çok yerde belirtilmiştir.” (La Kabbala, Henri Seronya) Şimdi de Ezoterik öğretiden etkilenmiş olan “Simya Geleneğine” gidelim 14 Simya İlmi: Değersiz maddeleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksirini bulma uğraşlarına Simya, bu işle uğraşanlara simyager ya da simyacı denirdi. Bilinen geçmişi M.Ö. 2500 yıllarına gider. Mezopotamya’da, Eski Mısır da,, İran da, Hindistan ve Çin’de ve Klasik Yunan döneminde Yunanistan’da, Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde Simya mesleği ağırlık kazanır!.. Bu mesleğin özüne baktığımızda, ünlü bir simyacı da olan Hermes Trismegistus’un bir felsefi-spiritüel sistemi olan Hermetizm ile Simya’nın yakından bağlantılı olduğunu da görürüz!.. Hatta, 17. Yüzyılda bile Simya ve Hermetizm, o yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar ‘ın doğuşunda etkili olmuştur. Bazı yazarlar Simya’ya, doğanın araştırılması da derler!.. Sir William Fettes Douglas’ın Simyacı isimli tablosu 15 Halk, Simyacıları kimi zaman kaçık, ya da şarlatan olarak, zaman zaman da büyücü olarak da nitelemiştir. Elbette, kurşunu altına çevirmeye çalışmaları, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna inanmaları ve zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve sihirli iksirler hazırlamaya çalışmaları insanları bu yargıya vardırmıştır. Ancak, Simyacı olarak pek çok entellektüel akademisyenler ve önemli bilim adamlarını da görürüz. Örneğin, Newton ve Robert Boyle’nin simyacı olduğu bilinmektedir. Bu gibi, yenilikçi kişiler kimyasal maddelerin doğasını ve işleyişini araştırmayı denemişlerdir. Bu gibi simyagerler, fiziki evrenin sırlarını açıklama girişimleri sırasında deneye dayanmışlar ve geleneksel bilgi ve bilgi kalıplarına kuşkuyla yaklaşmışlardır. Sonuç olarak, Simyacılar madenleri altına çevirecek olan, hem de ölümsüzlük iksiri yaratılmasında kullanılacak efsanevi bir madde olan “felsefe taşı”nı (philosopher’s stone) bulamadılar ama, onu ararken barutu keşfettiler, madenleri test ve rafine ettiler, metaller üzerinde çalışmalar yaptılar ve mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyanması, seramik ve cam üretimi, likör ve esans üretimi ve benzerlerini keşfettiler!.. Joseph Wright of Derby’nin 1771 tarihli Felsefe Taşını Arayan Simyacı tablosu 16 Burada, genelde Simya Geleneğinin içinde görülen ve Simyacıların içine düştükleri çelişik bir durumu belirtmek isterim. Simyacıların işleri ve hedefleri “maddenin fiziksel (kimyasal) boyutları” iken, bu kişiler elde ettikleri sonuçları metafizik yorumlarla ortaya koymuşlardır!.. Belki de, yaşadıkları çağlardaki, kimyevi konseptler ve süreçler içinde ortak terminoloji eksikliği ve de gizliliğe duyulan gereksinim, Simyacıları Hıristiyan ve pagan mitolojisi, astroloji, kabala ile diğer mistik ve ezoterik alanlarda kullanılan terim ve sembolleri kullanmaya itmiştir. Bu nedenle en basit kimyasal tarif bile çapraşık büyülü sözler gibi gözükmüştür. Ayrıca, simyacılar elde ettikleri düzensiz deneysel verileri, bu mistik ve ezoterik alanları kullanarak teorik bir çerçeveye oturtmaya da çalışmışlardır. Kısaca, “Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembolleri anlayabilmek için, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmiş olmak gerekir” savı burada da ön plana çıkmıştır!.. 17 Pisagor ya da Pythagoras M.Ö. 570 - M.Ö. 495 M.Ö. 500 yıllarına geldiğimizde, Hermetik anlayışı, eski Yunan’da yaşamış olan ünlü geometrici Pisagor da da görürüz!.. Pisagor, Ege Denizi’nde, Kuşadası karşısındaki Sisam adasında doğmuştur. Babası, yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos’ dur. Eğitimini tamamladıktan sonra Mısır’a gider ve o dili öğrenir. Delphoi’te, Mısır’ın 18 Teb ve Memphys kentlerinde ve Babil’de bulunmuş olan Pisagor, inisiyatik eğitim aldıktan ve uzun gezilerinden sonra, Taranto Körfezi’nin uç noktasındaki bir Dor Site-Devlet’i olan Croton’da, bir enstitü açarak kendi Ezoterik ekolünü kurar. Bu okul , hem bir okul, hem de bir kardeşlik derneği gibi işlev görür!.. Burada, İnisiyatik niteliğinin yanı sıra, dinler ve manevi bilimlerin ve maddi bilimler (fizik, matematik, siyaset bilimi vs.) de öğretilir. Pisagor bu bilimlere “insan bilgisinin tümünü kuşatan” anlamında “matemata” lar adını vermiştir. Bilindiği gibi, matematik sözcüğü bu terimden doğmuştur. Pisagor’a göre, tüm felsefe ve dinlerde hakikatin dağınık ışınları yer almaktaysa da, bu ışınların merkezi Ezoterik doktrindir. Pisagor, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi yönetmek olduğu bir zamanda, onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin vermesiyle de anılır!... Nitekim, eşi olan Theano da bir matematikçiydi. Gnostisizm Bir gnostik taşındaki arslan yüzlü ilah 19 Gnostisizm, Antik Mısır ezoterizmini, eski Yunan ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani tradisyonlarını, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu geleneklerini ve dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikatın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır. Terim, eski Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. (Gnosis üç bilgi türünden biridir. Diğerleri, “öğrenimle öğrenilebilir bilgi “mathesis”, “ancak ıstırap çekerek öğrenilebilen bilgi “pathesis”tir.)”, “Sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye (gnosis)”. Eski Yunan ezoterizmine göre; nasıl ıstırap yoluyla ulaşılabilecek bilgiye öğrenim ve sezgi yoluyla ulaşılamazsa, sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye de ne ıstırap yoluyla, ne öğrenim yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden, gnostisizm “’sezgi’ yoluyla alınan bilgiyle kazanılan kurtuluş öğretisi’” olarak tanımlanır. Gnostisizm’in ocağı, bu felsefenin oluşumunda muhtemelen büyük rol oynamış değerli el yazmalarının bulunduğu, antik çağın en büyük kütüphanesine sahip olan İskenderiye kentidir. Buradaki okullarda M.S. 1 ve 2. yüzyıllarda okutulan gnostisizmi Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve göstermiştir. Gnostisizm ise, Hıristiyan dogmatizmiini akla vurmaktır!.. Örneğin, Gnostikler İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olmadığını savunmuşlardır. Ayrıca, İsa Peygamber’in çarmıha çakılmadığını ileri sürmüşlerdir. Gnostiklere ait el yazmaların kilise tarafından yönlendirilen yıkımlarla (İskenderiye kütüphanesinin yıkımı vs.) yok edilmesinden dolayı Gnostikler hakkında 20. yüzyıla dek pek fazla bilgi edinilememişse de, 1902 ile 1948 yılları arasında gnostiklere ait çok sayıda el yazması keşfedilmiş ve bunlar sayesinde gnostisizmin ilkeleri daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır. Gnostisizmin ilkeleri 1- Hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersizdir. 2- Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın bilgiler ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir. 20 3- Ruh ölümsüzdür. Ruh dünya yaşamında bir tür hapishane yaşamı geçirmektedir. 4- Gerçek olan, fiziksel dünya yaşamı değil, ruhsal yaşamdır. 5- Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır. 6- Ruhsal gelişim yolunda en önemli bilgi kaynaklarından biri ruhsal alemden ruhsal irtibatlarla alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğlerdir ki, bunlar ruhsal bakımdan seçkin insanlara verilir. Gnostik bilgelerin hemen, hemen hepsi, reenkarnasyonu kabul eder. 1945 yılından önce Gnostisizm hakkında bilinenler, hacimli bir Gnostik metni olan Pistis Sophia ve ilk yüzyılda kilise babalarının Gnostisizme karşı söylediklerinden ibaretti, 1945 yılında Nag hammadi mağarasında pek çok antik Gnostik metni bulundu ve Gnostisizme bakış açısı önemli oranda değişti. Elaine Pagels gibi bazı bilim adamları ve Peter Gandy gibi gizem tarihi araştırmacıları, literalist Roma kilisesi kristolojisinin Gnostisizm’den türediğini söylemiştir. En önemli Gnostik metinleri; Tomas İncili, Yuhanna’nın Gizli Kitabı, Filip İncili ve Pistis Sofya’dır. 21 İskenderiye Mektebi İskenderiye Kitaplığı (M.S. 300) yıllarına geldiğimizde, İskenderiye Mektebi dediğimiz Plotinus önderliğindeki felsefe de, ezoterik görüşü işler!.. O, felsefecilere göre “Tanrı yaradan değil, var olandır, evren onun görüntüsüdür, doğal olarak insan da tanrının görüntüsüdür”!.. Bu varsayımı kabul ettiniz mi, artık insan Tanrı ile bütünleşmekte, yüce ve kutsal varlık haline gelmektedir!.. Böylece, insanı sevmek Tanrıyı sevmekle bir olmaktadır!.. Birine kötü davranmak ise, Tanrıya kötü davranmaktır!.. 22 Bu görüş, mistik bir anlayış içinde din kurallarını yorumlayarak, hoş görüsüz ve korkuya dayalı, ortaçağdaki bağnaz din anlayışını yumuşatma çabalarıdır!.. Bunun sonucu, Musevilikte Kabala ve İslam da Tasavvuf dediğimiz anlayışlar ortaya çıkmıştır!.. Bu görüş sayesinde insan “kulluk” tan kurtulmakta, “yaratandan parça” olmaktadır!.. Bu insan için “özgürlük” ve “bağımsızlık” demektir!.. Buna, uyanış da diyebilirsiniz!.. Düşünmeye başlamak ta!.. Ne var ki; bu görüş yüzyıllardır iktidar gücünü elinde tutan, hem bağnaz din otoritesinin, hem de bağnaz siyasi otoritenin işine gelmez!.. Onların işine, kendisinin “Tanrının kulu” olduğuna, otoritenin ise “Tanrı adına yöneten” olduğuna iman etmiş insan gelmektedir. Bu anlayışa biz “düalist” anlayış diyoruz!.. Açarsak, bu anlayış “Yaratan ve yaratılan”, “Ruh ve beden”, “Ölüm ve yaşam”, “Varlık ve yokluk” gibi ikili bir ayırımdır!.. Bu anlayışı, insanlık tarihinde, çok Tanrılı ve tek Tanrılı dinlerin yanı sıra, Platon gibi, Aristo gibi ünlü felsefeciler de bile görürüz!.. İşte, bu ikilemi kullanan otoriteye karşı biri çıkar da “insan Tanrının görüntüsüdür” derse, bu “otoritenin Tanrı adına insanlara hükmetmesinin sorgulanması” demektir!.. Elbette, Tanrı adına insanlara hükmetmesi gücünü kaybetmek istemeyen otoritenin, bu “Tek” lik görüşünü “Tanrıya eş koşmak” olduğu iddiasıyla mahkum etmesi doğaldır!.. (Bk. Felsefe Bahçesinde Gezintiler. Önder Limoncuoğlu 2007.) ‘ İşte, otoritenin sevgisiz ve katı anlayışına karşı, varlıklarını korumak isteyen Ezoterik oluşumlar, yığınların yetersiz bilgileriyle Ezoterik doktrini anlayamayacaklarını düşünerek, doktrinlerini semboller ve sırlar esası içinde gizlemişler ve kuşaktan kuşağa aktarmışlardır!.. 23 Sonuç olarak, Ezoterik felsefeyi, “Tanrı evrenin toplamı olup, makrokosmos da da, mikrokosmos da da vardır. Tanrıya dönmek için tek yol evrimdir. Bunun için seçilmiş insanların eğitilerek, kamil insanlara ulaşmak gerekir” anlayışı olarak özetleyebiliriz. Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Bu doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu olmuştur. Şimdi sizleri, hem Avrupa, hem de İslam -Türk felsefesini etkileyen “TEK” lik anlayışını savunan, “Yeni Eflatun’culuk” felsefesine götüreceğim!.. Plotinus (M.S. 205–270) Plotinus; Mısır’da Deltaya bağlı Lycopolis’de doğmuş, mistik felsefesiyle Yahudi, Hristiyan, Gnostik ve Müslüman filozofları etkilemiş ve mistiklere yüzyıllar boyunca esin kaynağı olmuştur Araplar ondan Şeyh-i Yunani olarak söz ederler!.. Plotinus yirmi yedi yaşında, yaklaşık M.S. 232 yıllarında felsefe tahsili yapmak arzusuyla İskenderiye’ye gelmiştir. İskenderiye de on bir yıl geçirmiş ve 38 yaşında Perslilerin ve Hintlilerin felsefi öğretilerini araştırmak düşüncesiyle, Persler üzerine yürüyen III. Gordian’ın ordusuna katılmıştır. Sefer başarısızlıkla son bulup Gordian’ın ölümüyle, Plotinus Antakya’ya dönmüş ve oradan Arap Philip’in hakimiyeti altındaki Roma’ya gelmiş ve hayatının geri kalanını, çok sayıda öğrenci edindiği Roma’da geçirmiştir. M.S. 253 yılından başlayarak ölümüne kadar geçecek on yedi yıl içinde de denemelerini kaleme almıştır. 24 Plotinus da, Platon gibi mistik ve metafizik noktalardan yola çıkar, Platon gibi, düşünme yöntemi olarak idealizmini kullanır, ancak tüm Evreni sadece Dualiteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmanın yanlış olduğunu şu benzetme ortaya koyar : “Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü zaman, ayrı ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı iki mıknatıs meydana gelir. İşte, Evrende var olan Düaliteler bir mıknatısın iki kutbu gibi algılanmalıdır. Bunun dışında bir yaklaşımla hiç bir şey algılanamaz ve kavranamaz.” Yeni Platonculuk, öncelikle Platonculuğu takip eden Aristo materyalizmine tümüyle karşı bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Burada ruh, ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine özgü bir yapı, bir tözdür. Maddeye biçim kazandırma gücü vardır. Beden geçici bir zaman için vardır, fakat ruh ölümsüzdür. Sürekli kendi kendisinin aynı olarak kalır. Ruhun ölmezliği ruh göçü şeklinde düşünülür. Ruh bir bedeni terk edince bir başka beden arar, ancak bu arayışların esas amacı bedenden tam ve mutlak olarak soyutlanmış bir varlığa ulaşmaktır. Bu da, en yukarda “Bir olan, Var olan Ulu Yaradan’ın” dır!.. Neo-Platonculuğu, Platoncu yaklaşımdan ayıran yönü işte, bu Birliğin, Tekliğin ifade edilmiş olmasıdır!.. Ancak, bu kavram, semavi dinlerdeki; -“Evreni iradesi ile yoktan var eden Allah” kavramı değildir. -Eflatun’un anladığı anlamda, “var olan malzemeye yalnızca şekil 25 veren bir varlık da” değildir. Plotinus için, “Allah, kendinden her şeyin çıktığı kaynak’tır. Şöyle der Plotinus; •“Allah vardır” diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir, kendi kendine var olandır. •“Allah birdir” de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin kendisidir. •Allah için “etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü Allah etken ve neden olmanın ta kendisidir. Yeri geldiği için aşağıdaki tespiti de sizinle paylaşmak istiyorum; “Yaratıcının dünyanın üstünde ve ötesinde ama kesinlikle dünyadan ayrı olduğu düşüncesi” yüzyıllarca batı düşüncesinin temeli olmuştur. O günden beri batı düşüncesi; “Gören ve Görülen”, “Varlık ve Yokluk”, “Ruh ve Beden”, “Ölüm ve Yaşam” ve nihayet “Yaratan ve Yaratılan” gibi varlığı ikiye bölüp, anlamaya çalışmıştır!.. Yalnız aklı kullanarak bir ulu yaratanın varlığını ispat çabalarını içeren “cansızdan Tanrı’ya varan sıradüzenli evren anlayışını” savunmuştur!.. Bu da, o dönemdeki gerek din otoritesi, gerekse siyasi otorite tarafından kullanılmış ve insanlık muazzam bir dogmalar imanına dayalı, bir Ortaçağ karanlığını yaşamıştır. Oysa ki;, akıl ve sezgiyi bir bütün olarak ele alan Hermetik ve Pisagorcu felsefelerin “TEK” lik anlayışı, Ortaçağ karanlığında yaşayan 26 sıradan insan için bir ışık olmuştur!.. Artık, insan “Allah’ın kulu iken, ondan bir parça olmuştur!..” Sonuç; felsefe tarihinde aynı malzemelerle farklı hamurlar yoğrulabiliyor ve bu farklı hamurlar, ilerideki yüzyıllarda farklı insanlar tarafından, farklı amaçlar uğruna kullanılabiliyor!.. Ortadoğu “TEK” liği Şimdi, sizleri Ortadoğu’ ya götüreceğim!.. Bu “TEK” lik anlayışının daha etkin olduğu Ortaçağ’daki İslam’a!.. Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Bu doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu olmuştur. Diğer ortaçağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de Tanrı’dan hareket ederek, varlığı ve varoluşu açıklamaya çalışmışlar!.. Kutsal Kitapları, antikçağ felsefesinden alınan kavramlarla temellendirmişler!.. Akıl ve mantık yoluyla yorumlamaya çalışmışlar ve mantık ya da dil analizleri yapmışlardır!.. . Zaten, Kutsal Kitapları yorumlama Ortaçağ felsefesinin genel karakteristiğidir. Aşağıda, 1- Sosyalist niteliği sebebiyle Karmati’ler denilen bir oluşumdan ve onun içinde yer alan Hallac-ı Mansur’dan, 2- Haçlı seferleri sırasında Hıristiyanlığı etkilemiş olan, Lübnan dağlarında yaşayan Dürzi’lerin din anlayışından söz edeceğim!.. 27 Karmati’ler Abbasi döneminde Karmati İmamları adı verilen bir tarikat ortaya çıkmış, hatta bu felsefe bir dönem toplumu yönetmiştir. Önemli olduğu için, Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden bu anlayışı ve sosyal uygulamasını biraz uzun anlatacağım. Karmati Kuran’ı Karmatîlik; İsmailîlik mezhebinin Fatımiler’in imamlığını kabul etmeyen kolu olup,. ilk örgütlenmesi M.S. 890’de Kufa’da, Güney Irak 28 bölgesi temsilcisi Hamdan Karmat tarafından yapılmıştır!.. Bu sebeple, Karmatilik olarak anılmaktadır!.. Karmatîlik, 10. yüzyılın başlarına kadar Güney Irak bölgesi ve Suriye’ye yayılmış ve M.S. 903’de Şam’ı kuşatmıştır. Ancak 907’de Abbasiler tarafından bastırılmıştır. Bahreyn’de ise, “Müminiyye” kentini inşa ederek, M.S. 930’de Mekke’ye saldırarak, Kâbe’den Hacerü’l Esved’i (Cenneten gelen taş) alıp dönmüş ve 11. yüzyıla kadar bağımsızlığını korumuştur. Karmatiler, “İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için malları da eşittir” anlayışıyla, düzene karşı örgütlendikleri gibi, “Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan, bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil, Pazar günleridir. Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır” diyerek, Sünni İslamın savunduğu kelama ve ibadet türüne karşı çıkmışlardır. Karmati Felsefede, •Kemal’e ermek ikinci doğumla gerçekleşir. (inisiyasyon) •Alem, bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. •Madde bir hicap = perdedir. Bu perde kaldırıldığında, kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erişilir ki işte, ikinci doğum budur. Bu doğum, bir “Kozmik Ben” e ulaşma halidir. •İnsanın “Kozmik Ben”e ulaşmasını engelleyen beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç ve zaruret. • Bu beş müsibetten kurtulmak ibadettin hem amacı, hem de kendisidir. 29 •Bu sebeple, ikinci doğumun elde edilmesini sağlamak için mistik eğitim (seyrusüluk), beş müsibetten kurtulmak için gereklidir. Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştirdikleri bu düşüncelerinde Kuran, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karmati Tevil” diyebileceğimiz bu yorum, yer, yer Kuran’ı tanınmaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kuran’ın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir” !.. Muhamed Ali es- Suri, Karmatiler için şöyle der; “Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tartışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler, Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır” İbni Sina ise, Karmati’lerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; “Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak içinde çok okuyan insanlardı. Darülhikmet denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi. Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı, ayrı idi. Bunlar: 1- Büyük ve seçkin dostlar için. 2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için. 3- Sıradan insanlar ve yolcular için. 4- Kadınlar için. 5Saraylı kadınlar için.” Kısacası; Karmati toplulukları tam sosyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı. Karmati’lerde mülkiyet sadece teçhizat ve kılıca hastı. 30 Hallacı Mansur (M.S. 858 – 922) İran kökenli, İslam düşünürü olup, Hicri 244 ( Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek işkence ile öldürüldü. Hallaç-ı Mansur’un Yeni–Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre; “Evren yaratılmamış, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratılma olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için yaratılmış nesneden söz edilemez. Yaratılmış nesne , tek varlık olan Tanrı’dır. Yaratan ve yaratılanın iki ayrı varlık olduğunu söylerseniz, bu Tanrısal öze aykırı düşer.” Hallaç; böylece insanın Tanrı’dan bir görüntü olduğunu söyleyerek, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallaç’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre, ona saygı duymak, sevgiyle 31 yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, saygısızlık yapmak Allah sevgisinden yoksun kalmaktır. Miladi 908 yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmada Hallaç’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeye başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallaç-ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallaç’ın daha fazla yaşatılmasının, sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Kısaca, başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallaç’ın aleyhine olarak, onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı. Onu idam ettiren “En-el Hak” (Ben tanrıyım) sözü olmayıp, Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halkın ayaklanacağı korkusu ve Arap gericiliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizlikleridir. Bunlar, iktidarı kaybetme korkusu içinde düzmece bir yargılamayla Hallaç-ı Mansur’u ölüme mahkum edip, bir deveye bindirerek Bağdat sokaklarında “İşte Karmatilerden biri.” veya “Karmati Papazını görmek isteyenler gelsinler!” diye gezdirmişler ve sonra uzuvlarını parçalara ayırıp, yakmışlardır. 32 Dürzi’ler Beş renkli Dürzi Yıldızı Dürzilik, M.S. 10. Yüzyılda ortaya çıkmış, İslam dininin bir mezhebi olduğu varsayılan Şiiliğin, İsmailiye grubundan köken almıştır. Dürzi inancının ana esaslarının çok az bir kısmı kamuya açıktır, inanç esaslarının çoğu, herkesten saklanır. Bu biraz da, uzun süre inançlarını saklamaları yüzündendir. O tarihlerde Lübnan dağlarında yaşarlar ve marangozluk işleridir. Özellikle gemi yapımı!.. Dürziler, “TEK”lik anlayışına inanırlar, bu nedenle kendilerini (Tevhid ehli = Birleştiriciler) olarak nitelerler. Dürzi inancı, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam inançlarına benzer bir şekilde monoteistiktir. Dürzi teolojisi, YeniPlatonculuk düşünceden ve bazı gnostik ve ezoterik gruplardan etkilenmiştir. Dürzi inancının ilkeleri: •Diline sahip olma (dürüstlük), •Kardeşini koruma (kardeşlik), •Yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma ve •Bir Tanrı’ya inanmaktır. •Dürzi inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar arasında olan bir tür reenkarnasyondur. 33 •Dürziler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz eti tüketimini yasak sayarlar. •Ayrıca Dürzilik Müslümanlar, Yahudiler veya diğer dinlere mensup olanlarla evlenmeyi yasaklar. •Dürzi inancı beş kozmik ilke içerir ve bu ilkeler Dürzi yıldızı ile sembolize edilir: Zeka (yeşil), Ruh (kırmızı), Kelime (sarı), Gelenek (mavi) ve İçkinlik (beyaz). •Bu erdemlerin beş farklı ruh olarak sürekli dünya üzerinde, peygamber ve filozoflar olarak reenkarnasyona uğradığına inanılır. •Bu peygamber ve filozoflara, Âdem, Pisagor, Akhenaton da dahildir. •İslam dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere Dürzilerin inanıp inanmadığı kesin değildir. • Oruç, namaz veya hac gibi İslami ibadetleri yapmak zorunda değildirler. Dürzi’ler, 7 imama inanmakla beraber, bütün evrenin Allah’ın evi olduğuna inandıkları için, bir mabede gidip dua etmeğe gerek görmezler. Onlara göre bir mabet ne kadar güzel olursa olsun, yine de kul yapısıdır ve Allah’ın yarattığı tabiatın ihtişamı yanında çok sönük kalır ve Allah’ı böyle sönük bir yapının içinde aramanın anlamı yoktur. Keza, Allah’a olan bağlılığı göstermek için önceden bazı sözler söylemeğe, önceden belirlenmiş bir takım hareketleri, belirli yer ve zamanlarda yapmağa ihtiyaç olmadığına, yaptıkları her hareketin ve özellikle çalışmanın ibadet olduğuna inandıkları için, başka bir ibadet şeklini lüzumsuz bulurlar. Dürzi’ler bütün dinleri birbirinin benzeri, eşiti olarak kabul ettiklerinden, komşu ulusların sembollerini, öykülerini, yeni bir anlam vererek kendilerine mal etmişlerdir. 34 Ebced ve Cifir Yahudi Kabalası’nın benzeri Bu anlayışın egemen olduğu M.S. 1000 Yıllarında Haçlı Seferleri başlamış ve bir kısım şövalye tarafından Kudüs ve civarında M.S. 1025’te Şövalye Krallığı kurulmuştur ve Dürziler onların yanında olmuşlardır!.. Ağırlıklı bu sebeple olsa gerek, Dürzi kelimesi hala küfre eşdeğerde kullanılmaktadır. İslam’ın etkisi altında oluşan Dürzi’lerin bu anlayışı, Hıristiyan kateşizmine zıttır, İsa’nın şehadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini tartışır. İşte, Orta Doğu ya gelen Temple Şövalyeleri, özellikle Lübnan dağlarında yaşayan, İsmaili’lerin bir kolu olan Dürzi’lerin bu din anlayışından etkilenir!.. Avrupa’ya dönüşte, bu “TEK” lik esaslı din anlayışının etkisinde, İsa’nın şehadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini tartışınca, Temple Şövalyeleri dinlerinden çıkmakla suçlanırlar ve Marsilya’dan İskoçya’ya göçerler!.. 35 Orada, “belli bir dinin esas ve akidelerine değil, bütün dinlerin ortak noktalarının bulunmasının gerektiği, ortak noktaların anlaşılması ve açıklanması ile de, insanlar arasındaki din kavgaları bitecek ve bütün insanlar ayni babanın oğlu ve birbirinin kardeşi olduğu inancıyla, her yerde barış ve huzur olacaktır.” esaslarına dayanan, ezoterik bir beraberliği oluştururlar!.. Dürzi’lerin kutsal kitabındaki kadın için en önemli fark, “Birlik Sırlarının Kanıtlar Kitabı’na” bakınca, “Adem ile Havva’nın Cennetten kovulması“ öyküsü orada da yer alır, ama orada kadın “şeytanı içinde barındıran” olarak nitelenmez!.. Dürzi Kadın 36 Kutsal Kitaplarında, Dürzî kadınlar ile erkekler kardeş kabul edilmekte olduğundan, Dürzî’lik kadın ve erkeğin eşit olduğunu, hukuk açısından aralarında bir fark bulunmadığı kabul eder.!.. Keza, birden fazla kadınla evlenmek yasaktır!.. Bir Dürzî erkeğin, Dürzî bir kadınla evlenmesi halinde, erkeğin kadını kendisine eşit kabul etmesi, bütün mallarını onunla paylaşması emredilmektedir!.. Anadolu Tasavvuf ’cuları Batı’nın Skolastik düşüncesinden söz ederken, Platon’dan gelen, “tüm Evreni sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmak” anlayışının, Avrupa’da yaşayan insanların ruhuna sindiğinden söz etmiş ve Yeni Platonculuk felsefesinin Tek Varlık anlayışını görmüştük. İşte, Anadolu Tasavvufcularının felsefesinde de tek varlık anlayışı temeldir. Onlar bunu, Vahdet-i Vucut sözcüğü ile ifade ederler. Tekrar olacak ama, bu anlayışın önemi, “insanı Tanrı’nın görüntüsü yaparak yüceltmek, kutsallaştırmak ve böylelikle insana karşı yapılacak her kötü davranışı Tanrı’ya yapılan bir davranış olarak nitelendirerek, engellenmesini sağlamak ve insan ve doğa sevgisini dünyaya hakim kılmak” oluşundandır. Anadolu tasavvufcuları olarak Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih adlı düşünürleri sayabiliriz. 37 Bu felsefe için Atatürk; “Müslümanlığı Türk ruhuna uygun hale getiren reformcu bir anlayıştır. Sıcak iklimde yaşayan, suyu nadiren bulan ve kullanan, iklim şartları sebebiyle genel de uyuşukluk içinde olan Araplara, günde 5 defa abdest aldırarak, beş defa namaz kıldırmak” büyük olaydır. “Ancak, Şamani dinindeyken dans eden, türküler söyleyen, kopuzlar çalan, sarp dağlarda at oynatan ve kar suyunda yıkanan Türkler için, “beş defa namaz kılmak” hareket olamazdı. İşte, Türk – İslam birliğini hedefleyen bu filozoflar İslam Dini’ne Türk hayat tarzını uygulayarak, dansı, müziği, raksı ve şarkıyı sokarak, Türk – İslam birliğini sağlamışlardır. Bir yönüyle bu, İslam dininde bir röform’dur” demiştir. Bu felsefenin Anadolu insanına olumlu etkisini göstermek için, size yaşanmış bir öykü;. 1800 yıllarda İstanbul’da yaşamış Anadolu “Tek” lik felsefesini içine sindirmiş ve halk arasında evliya düzeyinde sayılan biri, Kethüda Zade Efendi!.. Bir gün kendisine; “Tıbbiye mektebinde okuyanlar Allah’ı inkar ediyorlar, bu olan şeyleri hep tabiat yapar, her şey tabiatın eseridir!.. diyorlarmış” diyerek, şikayette bulunan mollalara verdiği, “Demek ki, onlar Allah’ın adını Tabiat koymuşlar” cevabı, anlatılır, durur!.. 38 Mevlânâ M.S. 1207 – M.S. 1273 İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir şair, düşünce adamı ve Mevlevi tarikatının öncüsüdür. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu’ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu’ya Diyarı-ı Rum deniliyordu. “Efendimiz” manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir). Dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled’in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin›in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O›na hizmet etmiştir. Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. 39 İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ’yı “dünyanın en büyük ozanı” olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmıştır. Muhammed İkbal, felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır. Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (varlık birliği) savunucusudur. Ona göre, her varlık Hak’kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaratan’a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani “Hak’kı halkta ve halkı Hak’ta” sevmek gerekir. Yunus’un söylediği gibi “Yaratılmışı severim, yaratandan ötürü” esası içinde, Mevlana kişiye, inança ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer verir ve bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı, efendi-köle) birbirlerini saygıya ve sevgiye çağırır. Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti. Ona göre, asıl konu “insan”dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, “aşk” tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi, hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti. Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine “aşk nedir efendim” diye soran bir öğrencisine “Ben ol da, bil” yanıtını verdi. 40 Mevlânâ’nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu, ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi’nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur. Hacı Bektaş Veli 1209 - 1271 Hacı Bektaş-ı Veli (1209 - 1271), Horasan Nişabur doğumlu. Osmanlı İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, Bektaşi tarikatının piri. Gerçek ismi, Seyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Lokman Parende’den ilk eğitimi almış ve Ahmet Yesevi (1103-1165)’nin öğretlerini takip etmişti. Ondan dolayı Yesevi’nin ‘halife’si olarak kabul edilmektedir. Anadolu’ya geldikten sonra kısa zamanda tanınarak kıymetli talebeler yetiştirdi. Hacı Bektaş-ı Veli kendisinin de bağlı olduğu “Ahilik Teşkilatı” ile, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Anadolu’da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulundu. 41 Velâyetnâme adlı eserinde Hacı Bektaşi Velî’nin, sık sık Kırşehiri ve Ahi Evranı ziyareti onun’la sohbetlerini anlatır. Bektaşilik Osmanlı sultanları ile halk tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Orduda Yeniçeriler Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle Yeniçerilere tarihte Hacı Bektaş Veli çocukları da denirdi. Ocağın banisi Hacı Bektaş Veli olarak kabul edilirdi. Seferlere giderken yanlarında daima Bektaşi dede ve babaları eşlik ederlerdi. Bugün Balkanların her köşesine Bektaşiliği yeniçeriler taşımıştır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara “Bektaşi” denildi. 42 Hacı Bektaş Veli’nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı, Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin bulunduğu Macaristan’ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan’a kadar birçok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin felsefesi o dönem Anadoluda yaşamış her düşünür gibi, “insan sevgisi, hoşgörü, Tanrı, din, paylaşım ve toplumsal eşitlik” ilkeleri üzerine kuruludur. Hacı Bektaş Veli 12. ve 13. yüzyılın savaş ve kargaşa ortamında, Anadolu’ya gelir. Mazlum ve yoksul Anadolu halkının safında yerini alan Hacı Bektaş Veli, güvercin donunda Sulucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş ilçesine yerleşerek, Anadolu insanının yaşam biçimleri, inançları ve kültürel değerlerinin sentezinden oluşturduğu, Anadolu Alevi ve Bektaşi inancını ve yaşam felsefesini burada yeşertmiştir. Hacı Bektaş Veli, ömrünü burada tamamlamış olup, mezarı Nevşehir İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır. 43 Yunus Emre 1240 – 1321 Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü olan mutasavvıf bir Türk düşünürü. Yûnus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmaya ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk Beylikleri’nin kurulmaya başladığı XIII. yüzyılın ortalarından Osmanlı Beyliği’nin filizlenmeye başladığı XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde, Orta Anadolu havzasında doğup, yaşamış bir Türkmen erenidir. Yunus Emre’nin meselesi, dünyada yaşayan tüm insanların sevgi yoluyla, hem kendileriyle, hem evrenle kaynaşmasını sağlamaktır. Yûnus’un yaşadığı yıllar, Anadolu’da yaşayan Türk’lerin, Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. Öyle yıllar ki, bir yandan siyasî çekişmeler, diğer yandan mutsuz ve aç insanlara çözüm üretmek düşüncesiyle oluşan mezhep ve inançların, yoğun bir şekilde yayılmaya başladığı yıllar. 44 Bu olumsuz koşullar da yaşayan insanları sorun edinen yalnız Yunus Emre değildir!.. Bu yıllarda Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ıVelî, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih gibi düşünürler de ortaya çıkar. Bunlar, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlakı işleyerek, her türlü batıl inanca karşı gerçek İslam tasavvufunu ortaya koyup, Türk-İslam birliğini oluşturmuşlardır. Yunus Emre düşüncelerini açıklarken, Türkçeyi canlı ve halk zevkine uygun bir şekilde kullanmıştır. Deyişleri kısa ve özdür. Dünyada her var olanın Tanrı’nın bir görüntüsü olduğunu açıklamak için söylediği “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün” deyişini örnek gösterebiliriz. Mevlana onu okuyunca; “Yunus’u daha önce tanısaydım, çiltler tutan Mesneviyi başka türlü yazardım” dediği söylenir. Yûnus Emre, Risaletü’n-Nushiyye adlı bir mesnevî yazmıştır. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslam düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, Tanrı’yla ilişkilerini işledi. Ölüm, doğum, yaşama bağlılık, Tanrı’sal adalet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı. 45 Ezoterik Görüş ve Masonluk Günümüzde, Ezoterik doktrini yaşatan ve görüşüyle çağdaş dünyayı da etkilemeye devam eden oluşumların başında Masonluk gelmektedir!.. Artık, dünyada eskinin modası olan gizemliliğin yerini, şeffaflık almıştır. Bunu Masonluk içinde de görmekteyiz!.. Gerçi, Masonluk eskiden kalan yapısı içinde, sanki hala “otoriteye karşı varlıklarını korumak ve hala yığınların yetersiz bilgileriyle Ezoterik doktrini anlayamayacakları savı içinde” doktrinlerini semboller ve sırlar esası içinde gizlemeye çalışıyorlarmış gibi davranmaktadır!. (Semboller kullanmalarında, Eski Mısır yazısı olan hiyegorifik yazısın yani resimlerle yazının etkisi de vardır). Oysaki, bu geçmişte yaşanmış ve kalmış şekilsel bir görüntüdür!.. Ama, o gün de, bu gün de Masonlukta yapılan çalışmanın hedefi aynidir, İNSAN!.. “Neden? Niçin? Nasıl? Acaba?” diyen sorgulayıcı kafaya sahip, ön yargılardan, her türlü inançtan kurtulmuş, tam özgür, tam bağımsız ve objektif düşünebilen bir insan!.. Evet, bu gün de Mason Localarında ki çalışmalarda insan işlenir, tekamül yani evrim esastır ve amaç kamil insana ulaşmaktır!.. İşte, Masonluğun varlık sebebi de, sırrı da, gizliliği de, amacı da budur!.. *** 46 Artık, din yorumlarıyla dünyanın oluşumunu açıklamağa çalışmak insanları doyurmuyor!.. İster Tanrısal fışkırma, ister büyük patlama değin? İster “Bing, Bang” deyin!..Yaşamın nasıl meydana geldiğini açıklayan Darwin’in Evrim Teorisi olan : 47 “Önce cansızlar alemi meydana gelmiş, sonra güneş sistemleri oluşmuş, en azından dünyamızda yaşam ortaya çıkmıştır. Cansız diye nitelenen kimyasal elemanların, uygun ortam bulduklarında hayatın yapı taşları olan “RNA” ve “DNA” moleküllerine dönüştüklerini, buradan da; önce tek hücreli canlıya, sonra çok hücreli canlıya ve daha sonra memelilere, maymunlara, nihayet insana ulaşılmıştır!.. savı bile bu gün tartışılıyor!..; Elbet, bu yoruma dahi, aydın kafanın “Acaba bu böyle mi?” sorusu ile yaklaşması gerekir? Çünkü, tekamül sorgulayıcı kafanın eseridir. Bu kafa yapısına, ön yargılardan kurtulmuş düşünen insanla erişilebilir. Bu insan hiçbir inancı taşımamalı, yani tam özgür, tam bağımsız ve objektif olabilmelidir. İşte, masonlukta da böyle bir insan kafasına varılmak amaçlanmıştır!.. Öyle bir insan ki, kendinden bile kurtulmuş!.... İşte, mason locasının bir sütunu üzerinde, bu nedenle “Kendini Bil” yazmaktadır. Localarda bir sütun daha vardır!.. Kırık bir sütun!.. Hakikat sütunu!.. Kırıktır, çünkü hakikati arayan insan sürekli evrimleşme ve gelişme içinde, hiçbir zaman hakikate varamayacağını fark etmelidir!.. Çünkü, Tekamül sonsuzdur!.. Sonuç olarak, benim yorumuma göre; “evrende hiçbir şeyin ve varılan sonuçların mutlak ve değişmez olmadığını bilecek, hiçbir sonuca asla iman etmeyecek, her sonuç belki değişebilir diye düşünüp, tekrar deneyecek kadar özgür insana ulaşmak, böyle bir kafayı üretmek” masonluğun hedefi olmuştur.!.. Olmalıdır!.. Tabii, İnsanoğlunun üç güçle verdiği tarihsel kavgası içinde, böyle bir insanı yaratmak amacıyla yalnız masonluk değil, çeşitli felsefeler, akımlar, oluşumlar da kurulmuştur. “Felsefe Bahçesin de Gezintiler” adlı kitabımızın 1. Bölümünü bitirirken ne demiştim; (aynen alıyorum) “Sevgili gençler, Özetlersek, “felsefe 3 konuyu irdelemiştir” diyebiliriz. Şöyle ki ; - Varlık nedir ? (Ontoloji), - Bilgi nedir ? (Epistemoloji), - Ahlak nedir ? (Etoloji) 48 Ancak, irdelenen bu üç konu, filozoflar tarafından birbirinden ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamıştır. Bu meseleler, felsefi düşünüşün bütünlüğü içinde hep birlikte vardır. Çünkü, filozofun meselesi insandır. Her felsefi sistem, insan için kurulur!.. İnsan asırlardır bir kundak içindedir. Otorite konuşturmak istemez, mümkün olsa düşündürmez! Bu karanlığı ancak Felsefe yenebilir. Çünkü, Felsefe okumanın hedefi, özgür insana ve bağımsız insana ulaşmaktır. Böyle yaratıcı olunabilir ve dünyanızı yaratabilirsiniz. Biliniz, “Dünyasını olduğu gibi giyinen, felsefi kişiliğini yaşayamaz. O köle insandır.” Felsefe sizi kendinize döndürür, kişiliğinizi kavramanızı sağlar, böylelikle kendi kendinizi denetler ve yücelirsiniz. Nereye kadar mı ? Tanrı’ya kadar!.... Tanrı ben olsaydım, Nice olurdu haliniz benim adıma kul yaratanlar ? Bak bir geçinen bana dinsiz demede, dürzü bok yemede ! Benim örneğim sen oldun Tanrı, sen kendi çapında, ben güçüm kadar Tanrı. Geçinmiyorum artık, kul değilim, Yarattığım dünyam da, bak kendi güneşim doğuyor…… Ve biri eğilip kulağıma soruyor; Cehennemlik, tanrı oldum diyorsun hani senin kulların ? O senin gönlündeki tanrıya vergi. Eğer, olsaydım ben tanrı, Yaratırmıydım insan dururken kul ? Desene Tanrı. Önder Limoncuoğlu 49 Lütfen iyi gözleyin; ister masonluk olsun, ister insanı mesele edinen başka bir oluşum olsun, bağımsız ve özgür, kendisinden bile kurtulmuş insana ulaşamıyorsa, orada amac, araç haline dönüşmüş ve o oluşum artık dogmatikleşmiştir!.. Artık, orada özgür insanlar değil, rahipler oluşmuştur!.. Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için, kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Nitekim, bu günün insanı o çağdaki insana göre daha bilgili, daha geniş düşünebilen, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insan olarak görülmektedir!.. Elbette, insanların ölümlü olması ve yeni doğanların sıfırdan başlaması, insanın mükemmelliğe götürülmesinde bir handikaptır. Ancak, ortam ve kalıtımlar bu kavgadaki kazanımların devamını olumlu etkilemektedir. Her gün, objektif düşünebilen, dogmalardan arınmış, kendinden bile kurtulmuş, aydın ve bağımsız daha fazla insana ulaştığımız bir gerçektir!.. Lütfen, masonluğun Ezoterik yönünü de bu anlayış içinde görün!.. *** 3- İnsanın, iktidar gücünü elinde tutan, insanla verdiği kavga: Görüldüğü gibi, Mason insanın doğayla verdiği tarihsel kavgada da, insanın kendisi ile verdiği kavgada da etkin olarak vardır. Peki, otorite ile olan kavgasında da yer almış mıdır? Evet, bu kavga zaten masonluğun varlık sebebidir!.. Ve Masonlar bu kavgada da vardır!.. Masonluğun Ezoterik öğretiyi, yani “Tek” lik anlayışını esas almasının sebebi, katı ve acımasız bir karabasan gibi kişinin üstüne çöken din anlayışını, o dinin esasları içinde yumuşatmak ve kişiyi “Tanrının görüntüsüdür” yorumu içinde yücelterek, gerek siyasi ve gerekse dini otoritenin ezmesini engellemektir!.. 50 Bu sebeple, insanı mesele edinmiş ve insanı işleyen masonlar “İktidar gücünü elinde tutan insanın baskısına karşı, insanın doğuştan hakları vardır ve otorite bunları kabul etmeli ve saygı göstermelidir” savunmasını yapanların yanında yer almışlardır. Bireyin doğuştan bir takım hakları var mıdır, yok mudur? İster olsun, ister olmasın !.. Burada önemli olan, “bireyin doğuştan bir takım hakları olduğunun kabul edilmesinin, devlet otoritesinin yalnızca bunları korumakla görevli bir iktidar olması lazım geldiği sonucuna” bizi götürmesidir. Nitekim, 4 Temmuz 1776 tarihinde kaleme alınan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde” söyle denilmektedir ; “Şu gerçekleri kendiliklerinden doğru sayıyoruz; bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Yaratan, her insana kimsenin elinden alamayacağı bir takım haklar bağışlamıştır. Yaşamak, Özgürlük, Mutluluğu Arama bu haklardandır. Yönetimler bu hakların korunması için insanlarca kurulmuştur. Eğer, bir iktidar bu hakları korumuyorsa, ona başkaldırmak yurttaşlara tanınmış bir doğal haktır.” Fransız Devrimi’nden sonra, 26 Ağustos 1789 tarihinde Kurucu Meclis tarafından açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde de ayni görüşler yer alır. Şöyle ki ; “Her siyasi birleşmenin amacı, Temel İnsan Hakları’nın korunmasıdır. Sadece insanın Temel Hakları vardır. Toplumun kendisine özel bir amacı olamaz. Devlet yurttaşlarının mutluluğunu sağlayacak bir oluşumdur. Yönetenler için tek amaç Birey ve onun Mutluluğudur. Özgürlük…..Mülkiyet….Kişi Güvenliği…..Ve Baskıya karşı Direnme insanın Temel Haklarıdır………..v.s…..” 51 İşte, bu beyannamelerin yazılışında ve her iki devrim içinde Masonların yer aldığı tarihsel bir gerçektir!.. Sosyal Haklara gelince; Temel Hak ve Özgürlükler ile ilgili bu gelişmeler yaşanırken, insanlık 19. Yüzyıla gelmiş, gelişen sanayileşme sonucu “durgun ve tutucu olan Tarım Kültürü’nün yerini, ilkeleri sürekli yenilenme ve sürekli hareket olan Sanayi Kültürü “ almıştır. Bunun sonucu, sürekli yenilenen ve büyüyen fabrikalarda bir araya gelen işçiler, yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmış ve birlikte hareket etme imkanını bulmuşlardır. Nitekim, işçiler 1830, 1848 yıllarında ayaklanarak, çalışanlara bazı hakların tanınması talebinde bulunmuşlardır. Örneğin; “Angarya Yasağı, Çalışma saatlerin sınırlandırılması” gibi….. Bu gün, bu haklara Sosyal Haklar diyor ve ayrı bir bölüm halinde Anayasalar da tek, tek yazıyoruz. Burada da Masonları görebilirsiniz!.. *** Güzel insanlar, Bu arada dünya savaşları yaşandı. 1939 ila 1945 arası süren son savaşta 56 milyon birey öldü. İnsanlık böyle bir acıyı bir daha yaşamak istemiyordu. Savaş sonrası peş, peşe bildiriler yayınlandı, kurumlar oluşturuldu, Anayasa’lar yeniden yazdırıldı. 52 “Evrensel İnsan Hakları Bildirisi! Avrupa İnsan Hakları Bildirisi! Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa İnsan Hakları Divanı! Birleşmiş Milletler Teşkilatı! Yeni yapılan Anayasalar!” Yukarıda saydığım evrensel ve uluslar arası nitelikteki çağdaş bildirilerin, kurduğu kurumlarının ve Anayasa kitapçıklarının bireye sağladığı kazanımlarının detayına girmeyeceğim. Ancak, çağdaş bildirilerin ve kurduğu kurumların birey için önemini anlamazsak, bunları savunamaz, koruyamayız. Bu sebeple, yukarıda adını verdiğim çağdaş bildiri ve kurumların temelinde ; - Devlet’in, birey için var olduğunun, - Bireyin özgürlüklerinden söz etmenin yetmediği, siyasal iktidarın bireyin özgürlükleri kullanılabilmesi için gereken olanakları bireye sağlamakla görevli olduğunun, - Özgürlüklerin siyasi iktidara karşı korunmağa ihtiyacı olduğu ve bu sebeple insan haklarına tecavüzü yargılayacak ve cezalandıracak kurumların kurulması mecburiyetinin bilinci olduğunu vurgulamak isterim. İşte, bireyin bu bilinçlenmesinin etkisi içinde hazırlanan bu günkü Anayasaların bir bölümü İnsanın Temel Hak ve Özgürlüklerini, başka bir bölümü de, İnsanın Sosyal Hak Ve Özgürlüklerini tek, tek saymakla kalmayıp, bu hakların kullanılabilmesi olanaklarının, her insana sağlanmasının da kişinin bir hakkı olarak, devletin görevi olduğunu da yazmaktadır. Şimdi soruyorum, Peki, insanın iktidar gücünü elinde tutan insanla olan kavgası sona ermiş midir ? Hayır!.. Bu kavga İnsanoğlu var oldukça devam edecek ve insan her geçen gün bu yolda yeni kazanımlar elde edecektir. İşte örnekleri ; son yapılan Anayasalar da yer alan Aldanmadan Mal Satın Alma Hakkı! Temiz Çevrede Yaşama Hakkı gibi ! 53 Sürekli gelen kazanımlara bir örnek olarak da ; “İletişim ve Bilişim Hakkı’nın Anayasa’lara bireyin hakkı ve bunun olanaklarının bireye sağlanmasının da sosyal devletin görevi olduğunun yazılmasında” görebiliriz. Sonuç olarak; İNSANIN DOĞA ile, İNSANIN KENDİSİ ile, İNSANIN OTORİTE ile olan kavgasında hep Mason’u göreceyiz!.. Çünkü, Masonluk ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ kamil İNSANA ULAŞMAYI MESELE YAPMIŞTIR!.. Bu kavga Masonluğun Varlık Sebebidir!.. Eh, her üç güçle olan tarihsel kavga, insanoğlu var oldukça devam edeceği için, varlık sebebi daha nitelikli, daha bağımsız ve özgür insanı oluşturmak olan Masonluğun kan kaybetmesi söz konusu olamaz!.. Meğer ki; bu varlık sebebinin önüne şekilselliğin geçmesine izin verilmesin, masonluk dogmatikleşmesin ve orada rahipler oluşmasın!.., Bu dernekte, düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun farkına varan kafaları oluşturabilirseniz hiç korkmayın, masonluk kan kaybetmez!.. Çünkü, MASONLUK ARAC, ÖN YARGILARDAN ARINMIŞ ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ DÜŞÜNEBİLEN İNSANI YARATMAK AMAÇ’TIR!.. ÇÜNKÜ, İNSAN VAR OLDUKÇA, İNSANLIĞIN BÖYLE İNSANA HEP GEREKSİNİMİ OLACAKTIR, MASON DERNEĞİ OLSA DA, OLMASA DA!.. Bu nedenle, her kitabımda vermeğe çalıştığım tek mesajım, kişinin “Sorgulayıcı akla” erişmesidir. Bu sebeple, bu kitabımı da, üzerinde düşünmenizi istediğim ayni soruyla bitiriyorum; “İnsanın, iktidar güçünü elinde tutan insanla olan kavgasının sonunda, bireyin otoritesiz bir dünyada yaşama özgürlüğüne kavuştuğunu” varsayalım. Acaba, böyle bir dünyada yaşamak bireyin menfaatine midir? İster mi ? Siz ister misiniz ? Sevgilerimle, Önder Limoncuoğlu 54 Evrim Teorisi Üzerine 55 Şüphe, şüphe!.. İşte suçum, ne zarar?.. Şüphe bir nura doğru koşmaktır!.. Hakkı aydınlatma, akıl için haktır!.. Belki öteki dünya var?.. Belki cennet, cehennem de var?.. Yaradan’ın eseri olan insan, Aklını kullanarak hakikati aramak varken, Neden, esiri olsun dogmaların?.. Tevfik Fikret 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129