kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı

advertisement
kızılbaş
O c a k 2 0 12 s a y ı 1 0
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
Türk Devleti`nin Özürü ve Dersim`in Tavrı!..
“Bizi niye kırdılar?” / Soykırım tasarısı kabul edildi.
Soykırımı inkâr ve Fransa’ya hücûm!.. / MAZLUMDER ve İHD
Uludere gözlem raporu: ‘Yargısız infaz, toplu katliam...’
TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER
Dr. Şıvan’ı 40. Yıldönümünde Tanımak ve Anmak!
Soykırımı inkâr edenlerle mücadele insanlığın ortak sorunudur
Koçgiri ve Dersim ile Yüzleşmek ve Devrimci Kopuş
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 ocak 2012 sayı: 10
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindekiler:
- SEYİD RIZA ve DERSİM DOSYASINDAKİ
BAZI AYRINTILAR ÜZERİNE - 1
Hovsep Hayreni ...................................... sayfa 32
- Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair
Notlar:(4) TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE
ALEVİLER
Murat Küçük .............................................sayfa 34
- Davul zurnayla askere uğurlandı, vicdani ret
açıkladı ..................................................... sayfa 39
-BİLGİLENELİM
Sarkis Hatspanian ................................... sayfa 39
- Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini
Doğru Okumak - 4
Sait Çetinoğlu .......................................... sayfa 40
- Yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar
Sait ÇETİNOĞLU .................................. sayfa 45
- Bir zamanlar Trabzon Ermenileri
Ayşe Hür .................................................. sayfa 46
- Dr. Şıvan’ı 40. Yıldönümünde Tanımak ve
Anmak!
Ahmet Önal ........................................... sayfsa 49
- Soykırımı inkâr edenlerle mücadele insanlığın
ortak sorunudur
Prof. Dr. Taner Akçam ........................... sayfa 53
- Namus zemini
Etyen Mahçupyan ................................... sayfa 58
- Koçgiri ve Dersim ile Yüzleşmek ve Devrimci
Kopuş
Erdoğan Yıldız ........................................ sayfa 59
- 33. yılında Maraş katliamını unutma unuturma
Hasan Sönmez ......................................... sayfa 61
- Alevilere ‘kılavuzluk’ mu bozulan ezber
sancısı mı?
Cafer Solgun ............................................ sayfa 62
- BASIN BÜLTENİ
İSMAİL BEŞİKCİ VAKFI
KURULDU .............................................. sayfa 64
[email protected]
t e l : + 4 9 (0) 5 0 2 8 8 5 3
- can cana - sakine polat ............................ sayfa 4
Türk Devleti`nin Özürü ve Dersim`in Tavrı
Davut Kurun ............................................. sayfa 6
- GAĞAN U XÊYLASİ
X. Çelker .................................................. sayfa 10
- “Bizi niye kırdılar?”
BURCU KARAKAŞ .............................. sayfa 11
- Arap Baharı, Türkiye ve Suriye!
Ali ERDOĞAN ....................................... sayfa 12
- tarihe tanık belgeler! .............................. sayfa 13
- Katliamın sorumlus devlettir
Yılmaz KIZILIRMAK ........................... sayfa 16
- Soykırım tasarısı kabul edildi. ............. sayfa 19
- İşte Başbakan Erdoğan’ın Açıkladığı
Fransaya Karşı Uygulanacak Yaptırımlar
.................................................................... sayfa 19
- MGK’dan ‘Fransa’ya direniş’ kararı çıktı
.................................................................... sayfa 20
- Ermeni Aydınlardan TC’ye Çağrı; Soykırımla
Yüzleş! ...................................................... sayfa 21
- Soykırımı inkâr ve Fransa’ya hücûm!..
Recep Maraşlı ...........................................sayfa 22
- Fransa Parlamentosu’na değil, soykırımın
inkarına karşı birleşmek gerek
.................................................................... sayfa 25
- Soykırım kabadayılığı
HASAN BiLDiRiCi ................................ sayfa 26
- Yargı ‘soykırım’da zamanaşımına sığındı
.................................................................... sayfa 27
- Namus; Ali Kanlı .................................. sayfa 27
- MAZLUMDER ve İHD Uludere gözlem
raporu: ‘Yargısız infaz, toplu katliam...’
.................................................................... sayfa 28
- Başbakan TSK’ya teşekkür etti ............ sayfa 29
- Örgüt; Ahmet ALTAN ......................... sayfa 30
- Prens Sabahaddin: .................................. sayfa 30
- OYAK’a Danıştay Operasyonu ..............sayfa 31
can cana
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Başbakan yardımcısı Bülent Arınç
meclis kürsüsünden kürtlerin ne
kadar mazlum olduklarını, haklarını vereceklerini uzun uzun
anlattı, seyircilerin gözlerinin
içine baka baka......
Mazlum Kürt milletinin önemli
bir kısmının gönlünü kazanmıştı!...
Peşinden malum olan Türk savaş
uçaklarının Uludere’de 35 Sivil
Kürdü bombalama haberi geldi!.....
Erdoğan’ın Desim özürü peşinden
ortaya çıkan Desim siyasi tablosunu da mercek altına almalıyız...
1937-38 Soykırımı bizim dalımızı
kolumuzu kırmıştır. Walat’ımızı
işgal etmiştir... Bu politikalar biliniyor. Erdoğan yapılan bu işleri
CHP’ye yıkarak devleti temize
çıkarmaya çalışmaktadır.
cemevleri açıyorlar!.. Bayrağı Tırk
ile Kemalin suratın asarak Tırklaştırma ile müslümanlaştırma
asimilasyon (kendine yabancılaştırma) faaliyetini yürütüyorlar!.....
Diyarbekir Belediyesi de Tırki
siyaseti kopyalamakta..
sakine polat
siyasetini sokarak tahribatlarına
yabancılaştırma faaliyetlerinde de
başarılı olmuşlardır...
Dewlata Tırk; hiç bir zaman tek
atı ile siyasetini yürütmemiştir.
Milli demokratik devrim!, Toptan
sosyalist devrim y. küçük türleri!..
Köyden şehre şehirden köye türleriyle Desim de yabancılaşmayı
hızlandıran malzeme olmuştur.
Dört parçada sosyalist Kürdistan
için çalışanlar (!) da şimdi Kürt
düşmanlığı yaparak Zazalık yapmaktalar(!)...
Devletin o dönem tüm günah ve
suçlarının ortağı tabiiki CHP’dir.
Yanlız CHP’yi suçlamak, sorumlu
tutarken devleti maruz göstermek
de devlet siyasetidir...
Kürt milliyetçi örgütlenmeleri de
Kürtlerin ve Kürdistan’ın tarihsel
ve toplumsal sorunlarının tartışılmasından bilinçli olarak kaçınmakta..
Desim Soykırımı sonrası uygulanan işgal ve asimilasyon politikaları Desim Soykırımından binlerce kat daha fazla zarar vermiştir.
Fiziki varlığımızın kırılmasının
peşinden yabancılaştırma kendine
düşmanlaştırılma siyaseti çok çok
başarılı olmuştur...
Zaza meselesinde inkarcı ve dayatmacı kürt siyaseti de Desimde
bölücü inkarcı yabancılaştırma
siyaseti işletiyor. Bu siyaset ile
Desimde var olan farklılıklarımızın barışık kalmalarına imkan ve
ortam sunmuyor. Bu tür siyasetlerin terk edilmesi taraflarımızın
ortak ve de demokratik çıkarlarımıza katkı sunacaktır.
Bugün Desim kökenli siyasetçilerin hemen hemen tümü kendisine
ait olmayan işgalci ve inkarcı
teşkilatlarda çalıştırılmaktadırlar.
Başta Devlet-Ordu Partisinde
CHP faaliyet içinde olanlarımız
hiçte az değiller. Devletin alevici
derneklerinde de.....
Devletin ikiz çocukları Sabetaycı
Halil Berktay ile Doğu Perinçek
aracılığıyla ABD’den ithal ettirdiği sosyal emperyalizm Maocu
kuramı ile Desime bölücü inkarcı
“Ya bize biyat edersiniz ya da
karşımızdasın” siyasetiyle kendi
gerçeğinden korkmaktadır. Demokratikeşmeden kaçmaktadırlar.
Örneğin Tırk Kürt kardeşliği,
Ermeni Soykırımındaki ve Kızılbaş Şafi ortak sorunumuzda ki
sorumluluklarından kaçma inkar
siyaseti Dewlata Tırk ile benzeşmesi de kaygı vericidir.
Ne ilginçtir ki; Dewlata Tırk
Türk-islam siyaseti dahilinde
Sayın Osman Baydemir Amed’e
(diyarbakır’a) açtığı cemevinden(!) önce!....
Biz Kızılbaşlar hakkında Osmanlı
Şeyhlül İslamının almış olduğu
kanlı katliam fetvaları halen yürürlüktedir.
O dönemde de bu günde kanlı
yüzkarası fetvaları müslüman
Kürtler de bire bir onaylamışlardır!...
Bu yüzkarası fetvalara o gün, bu
gün karşı çıkan müslüman Kürt
var mı?
Karar mercilerinde bu yönde alınmış kararları var mı?
“Kızılbaşın katli vacip malı ırzı
helaldır.” “Kızılbaşlar ana bacı
tanımazlar” diye inanan kürt
müslümanlar ile biz KIZILBAŞLAR NASIL BARIŞIK OLACAĞIZ PEKİ???
Kaynak: Seyhulislam Ebussuûd
Efendi Fetvaları ışığında 16. asır
türk hayatı M. Ertugrul Düzdag
1972 istanbul sayfa: 109-117
http://www.dersim.biz/html/ seyhu
lislam__ebussuud_efen di__.html
İstayenler Desim Biz Sitesinden
Ebussuûd Efendi Fetvalarına ulaşabilirler...
Şimdi; Sayın Osman Baydemir bu
fetvalardan bi haber mi?
Sayın Osman Baydemir bu fetvaları geri alıp özür dilemişmidir?!..
Barıştan özgürlükten kardeşlikten
yana siyaset eden müslüman Kürtler gereğini yapmalıdırlar!?!..
Bu onurlu işi biz KIZILBAŞLA-
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
RIN gönlü hoşolması için değil,
kendilerinin özgürleşmesi demokratikleşmeleri için çok çok önemli
bir fırsattır.
Pontus, Koçgiri Kızılbaş Kürtleri
ile Desimde Kızılbaş Zazalar ile
Desimde Kızılbaş Kürtler ile direniş ittifakı kurmadılar?
Dewlata Tırk neden Ermeni soykırımı inkarında ısrarlı? Çünkü TC.
fiili kuramsal hakimiyetinin sonu
olacağını bildikleri içindir.
Bu onurlu yüzleşme yapılmadan!... Yapılacak cemevide Tırklarınkı gib asimilasyoncu inkarcı
siyasetinin kopyasından kendini
kurtaramaz...
- 1937-38 Desim Soykırımında
neden müslüman Şafii Kürtler ile
direniş ittifakı yapılmadı?
Bugüne kadar yirminin üzerinde devlet Ermeni soykırımını
için kendi meclislerinde kararlar
almışlardır.
Barış ve kardeşlik önce kendi
içimizden bu ve benzeri ortak
sorunlarımızın bilince çıkartılıp
çözümlerine yönelik kalıcı adımları atarak yapabiliriz...
Desim de var olan Kürtler Ermeniler ve Zazaların arasında inkara
ve asimilasyona hizmet eden siyasetimiz dünde olmadı bugünde
olmamalıdır.
Var olan farklılıklarımız ile barışık bir arada yaşamanın yollarını
ve araçlarını üretmeliyiz....
Kendi tarihimiz ile yüzleşmek
için mihenk noktamız 1915 Ermeni Soykırımıyla başlamalıyız.
Evet Ermeni Soykırımında kendi
adımıza kendimiz ile yüzleşmeliyiz ki demokratikleşelim özgürleşelim yabancılaştırmaya ve inkara
karşı çıkabilelim.
-
1915 Ermeni Soykırımı
1919 Pontus katliamı
1921 Koçgiri katliamı
1925 Şeyh Said Ağrı Direnişi
1937-38 Desim Soykırımı
- Ermeni Soykırımı yapılırken
Koçgiri direnişinin saygın önderi
neden Ermeni soykırımında seyirci kaldı? Neden Ermeni örgütlenmeleriyle, direnişleriyle ittifak
kurmadı?!...
- Pontus kırımı yapılırken Neden
Koçgiri büyüklerimiz Pontus direnişçileriyle ittifak içine girmediler?
- 1921 de Sıra Koçgiri’ye geldiğinde ne Şeyh Said ne de Desim,
Koçgiri direniş için ittifak kurmadılar?
- 1925 Şeyh Said neden Ermeni,
Sorunları ve sorumluluklarımızı elbette uzatabiliriz. İşimiz
ile zikrimiz açık tavrımız bizi
geleceğimiz ile bütünleştirmelidir.
Bu sorumluluğu taraflar arasında
paylaşmakta ancak kendimizle
yüzleşerek ve de gereklerini bire
bir yerine getirerek başarılabilinir.
Evet; Ecdadımızın gerek Ermeni
Soykırımında, gerekse Pontus kırımındaki tutumları bizim boynumuza ağır bir özür bırakmıştır.
Ermeni milletine ve Pontus milletine yapılan soykırımı ve katliamlarında ittifak yapıp direnişlere
katılmayan ecdadımızın adına
özür diliyorum. Tabiiki gereklerini de yerine getirmeye çalışarak...
Şeyh Said direnişi içinde başta
Desim Ağlere Desim büyüklerimizin yapmadıkları direniş
ittifakı da bu gün bizim boynumuzda duran ağır bir özür yüküdür. Ağlere Desim büyüklerimizin
yapmadıkları başaramadıkları
direniş ittifakını bir nebzede de
olsa Desimin KIZILBAŞ evlatları
canları pahasına aktif direnişlere
katılarak gereğini yerine getirmeye çalıştılar çalışıyorlar...
Kızılbaş Koçgiri Kızılbaş Desim
direnişlerinde ittifak içinde olması
gerekenler de neden olmadıklarının açık hesabını yapma samimiyetinde olmalıdırlar?!..
Yüzleşmeden korkanların, kaçanların yeri sömürgecilerinin kapısında maraba kalmaktır!...
Ermeni Soykırımı üzerine kurulmuş TC. müttefikleri müttefikliklerini terk etmelidirler..
Aydınlanma yenilenme yeniden
yapılanıp özgürleşmenin adımlarını atmakta cesur olmalıyız.
Dawlete Tırk yaygaraya siyasetiyle kendi ahalisini oyalamıştır.
Örneğin Soykırımı kararı alan
ülkeler ile kapsamlı ekonomik
ilişkilerini halen sürdürmektedir.
Tırk Silahlı Kuvetlerinin OYAK
Fransız işbirliği ürünü olan Renault vd. var. Buyursun Dewlata
Tırk bu işbirliğine son versin bakalım!?. Natodan çıksın. ABD ve
AB ekonomik ilişkilerini dondursun. Yapamaz çünkü TC. Lozan
izniyle kurulmuştur da ondan.....
Fransa’nın soykırımı yasası
giderek Avrupa Birliğinin ortak
yasasına dönüşebilir.
Özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenlerin çok geniş ittifakıyla
soykırımı ve katliamların yaralarının sararak, faturalarının ödeyerek demokratikleşmemizin yollarını açabiliriz. Erteleyerek inkar
ederek topu başkalarına atarak bu
iş olmaz!.Türk Kürt kardeşliğiyle
hiç olmaz!....
Soykırımcı kuramın kurumlarıyla
Ermeni soykırımı, Kürt milli meselesi, Kızılbaş Müslüman sorunu,
Azınlıklar ve demokrasi sorunu
çözülemez!...
Arap Birliği aracılığıyla Suriyeye
militarist bir hareket hazırlıkları
yapılıyor. Bu yönde TC. de Nato
emrinde katılımda olacak.
Suriye’de halk kesimleri yerli ve
kalıcı ittifakıyla sağlıklı adımlar
atmaları dileğimiz ile.
Gağan ile yeni yılımızı da kutluyoruz.
8500 Mail adresine Kızılbaş Dergisini gönderdik.
Kızılbaş’a sunulan katkı ve destekler için çok çok teşekkürler.
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk Devleti`nin Özürü ve Dersim`in Tavrı
Davut Kurun
Haberlerde R.T. Erdoğan’ın 1938
Dersimde planlı programlı bir katliam yapıldığını belgeleriyle açıklayıp devlet adına özür dilerken heyecanlandım, aklım ve duygularım
karmakarışık oldu. T.C tarihinde ilk
defa kürtlerden özür dileniyordu.
Eski inkar ve imha politikası terkmi
edilecek? Barış yakın mı? bir kaç
arkadaşı aradım , onlarında kafaları
karışıktı. Özür gerçekse bu tutuklama, işkence öldürmeler niye? Aldatmaca ise kürtleri kandırdı diyelim,
peki kendi halkına ne diyecek, türk
halkı zaten sövenist, kin ve nefret
duygularıyla kürt düşmanı yapılmış
diyelim, peki dünya milletlerine ve
devletlerine ne diyecek. Sonra yeni
inkar ve imha politikasına resmen
son verilmediği, savaş ve asimilasyon politikası sürdüğü sürece bu
özürün anlamı ne? Ölülerden özür
dilerken sağlar öldürülmeye devam
ediliyor. En doğrusu konuyu bilen
38 soykırımın mağduru, günceli
çok iyi takip eden Dersimin ulu çınar Seykali’ye sormaktır deyerek,
bir şişe rakı ile Seykali’nin kapısını
çaldım. Aşağıda Seykali ile yaptığım sohbetin bir özetini veriyorum.
“Oğul oğul, Dersim diyarında ki
saklı sırların belgesi yoktur. Bugüne kadar ki suskunlukları bilmezliklerindenmiydi,? Uzatılan el,
acılarımızı paraya dönüştürme hesabıylamıdır? Bilmem. Töremizdir,
uzatılan eli tutarız, lakin söyleyecek bir kaç kelamımızı da dinlemeye tahammül etsinler. Dünya alem
bilir ki, biz kin ve nefreti besleyip
büyüten, yakıp yıkan, katleden,
gaspeden, geriye tufan geçmiş gibi
mezarlıkları bırakan değil, her canlının hakını koruyan, adalet ve hakkaniyeti bilen, savunan, geçmişten
günümüze gelen hert aşın üstüne taş
koyarak geleceği inşa eden, sevgiyi
büyütüp aşka secde duranlardanız..
Kürdistan erenlerinin Dar-u Dergahında, Cem–u Cemaatinde, Saz u
Sözünde bunlar söylenir bunlar duyulur. Dersimi katlettiniz, kayıtları
kendiniz kağıda yazdınız, yazdığınızı kendiniz okudunuz. Ama biliyordunuz bilmemezlikten geldiniz,
görüyordunuz görmemezlikten geldiniz, duyuyordunuz duymamazlıktan geldiniz. Dersimi’in cığlığı
Çin- u Macine, Ars-u Mars’a ulaştı.
Dersimin acısı sadece 38 kırımı değil, onun öncesi de var, sonrası da
var.”
“Oğul oğul, neyin tanığını belgesini
istiyorlar. Tanıkları katlettiler, kalanların dillerini lal gözlerini kör,
kulaklarını sağır ettiler. Yazan elleri düşünen beyinleri felç ettiler. Dilimizi töremizi dinimizi, tarihimizi,
türkülerimizi yasakladılar. Yasaklı
dilin belgesi mi olur. Terteleyi yapan onlar, belgesi de onlardadır eğer
dürüst tutmuşlarsa. Bizim tanıklarımız ölülerimizdir, yaşadığmız
sürece vücudumuzda taşıdığımız
yara ve acılarımızdır, şu uçan göçen
mekansız kuşlardır, başlarını göğe
uzatıp dünyayı gözeten, herşeyi görüp sır gibi saklayan şu yüce dersim
dağlarıdır. Ölülerimizin cesetlerini, gözyaşlarımızı ve kanlarımızı
suyuna katıp deryalara taşıyan bu
kutsal nehirlerimizdir. Dünyadaki
bütün iyilikleri de kötülükleri içine
alan Hard-u Devres (toprak ana) dır.
Onların dilinde anlayan varsa onlara sorun. Yoksa kendilerinin yazıp
sakladıkları kanıtları açsınlar, dünyada ilim ve irfan sahibi bir kaç kişi
çağırsınlar ulu divana havale ettigimiz bu davaya bir baksınlar, ama
birde bizi dinlesinler. Uzatılan eli
turız, tanrı misafiri iseler, ikramlarlarımıza da buyursunlar, kılıçlırını
artık indirsinler, kelamdan anlayan
hikmetini de bulur, derdini bilen,
ilacını arar bulur. Biz uzatılan eli
tutarız ve oturur konuşuruz, yeter ki
onlar istesinler. Biz neden yok diyelim. Bizim cebimizde ne yoksulun
gasbedilen rıskı ne de boynumuzda
mazlumun ahı vardır. İşlediğimiz
bir suç veremiyeceğimiz bir hesap
yoktur. Neden kaçalım. Ama korkarım ki onlar verecekleri hesabın
ağırlığı altından kalkamıyacaklarını düşünerek, uzatılan ellerini geri
çeker, konuşmatan kaçarlar.
“Oğul oğul bizin bunlarla davamız
sadece 38 değil, ondan öncesi de
var, sonrası da var. Bunlar bin yıllık bir davadır. Tanrı şahittir ki biz
bunları hiç bir zaman cenge çağırmadık, düşmanlık yapmadık. Ama
onlar bize hep düşmanlık etti. Bizi
din düşmanı kafir ilan ettiler, ocaklarımıza ziyaretlerimize saldırdılar.
Zayıf oldukları zamanlar da yardımlarımızı dilendiler. Biz onlardan önce bu topraklardaydık, onlar
gelince de bizden dostluk gördüler.
Bizim desteğimizle devletlerini kurup büyüttüler. Sonra ceberutlaştılar. Önce dinimizden dolayı sonra
kavmiyetimizden dolayı saldırdılar. Kanuni Süleyman ocaklarımıza
ait vakıfları köyleri toprakları aldı.
Bazı bölgelerdeki beyliklerimizi ortadan kaldırdı. 2. Mahmud dinimizi
toptan yasaklayıp ocaklarımızı kapattı, dedelerimizi seyitlerimizi öldürdü, ziyaretlerimizi yakıp yıktı,
Dersim ocaklarına, seyitlerine, pirlerine ikrar verip talip olanlar katledildi, kurtulanlar ya din değiştirdi
ya Dersime sığındı yada yabancı
diyarlara göçüp gitti. Şimdi hala bu
katliamlarda kurtulup da ikrarına
bağlı kalanları gizliden ziyaret eden
pirlerimize saldıran şu Erzurum Erzincan, Bayburt Sivaz Tokat Adıyaman gibi illerdeki halk o zamanlar
bize bağlı idiler. Dersimliler bunları
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Suhte’lerden, kadılardan, Celalilerden zalim paşa ve mültezimlerden
korumak için çok savaş yaptı ve çok
şehit verdi. Sonra bu yöredeki halk
dinini değiştirince bu sefer bize
düşmanlık yaptı. Pirlerimizin fakir
ve muhtaç olanlar için topladıkları
ciraliga, çapul, yağma ve eşkiyalık
diyorlar. Dersimde eskiyalık olmadı ve olmazda. Ancak seyitlerimize
saldıran çetelere karşı Dersimliler
bu kuşatmayı kırmak, çeteleri caydırmak için zaman zaman karşılık
vermiş, belki gaspedilen maldan
fazla mal da alınmıştır, ama kesinlikler kendilerini korumak amacıyla
idi. Çünkü pirlerimiz bu illerde hep
soyulurdu. Eskiya olan Dersimliler
değil onlardı. Onlar bizim ocaklarımıza bağlı o yörelerdeki topraklara
vakıflara el koymakla kalmadılar,
canlarımıza da saldırıyorlardı. Sonra Türkçüler gelince artık hayat çekilmez oldu. Ermenilere, rumlara,
süryanılere saldırdılar, yediden yetmişe kırdılar sürgün ettiler. Dersime bu suçlara iştirak etmediği için
düşmanlık beslediler. Ama onlar
kendilerini medeni bizi eşkiye hırsız diye ilan ettiler. Oysa o zamanlar Dersim çevresindeki kanderyası
ortasında bir suhl ve barış adasıydı.
Şimdi kalkıp eşkiyalık yuvası olmuştu diyorlar. O zaman herhalde
bu olaylar makehmeye intikal etmiş, polis yada jandarmaya intikal
etmiştir, onlarında herhalde belgesi
vardır. Yeterki Dersimi kötüleyen
bir şey olsun hemen kayda gecerler, ozaman o döneme ait kayıtlarını
açıklasınlar, kim nereye saldırmış,
davalı davacı kim, kaç tane olmuş
açığa çıksın. Ama yapmazlar çünkü mahcup olurlar. Biri onlara bu
katliamları neden yaptınız diye sor
sa hemen sende şunu bunu ettin diyerek soranın yaptığı kötülükleri
sıralıyor ve bana hesap soramazsın
diyorlar. Evvela kendi vicdanlarına hesap versinler, tabii eğer varsa.
Yoksa kendi katliamlarını başkalarının katliamlarıyla kapatmaları
onları aklamaz. Kötülük kötülükle
kapatılmaz, Kötülük örnek olmaz,
olmuşsa özürün, affın, kelamın değeri olmaz.
Katliam ile muasır medeniyete ulaşılmaz. 1940 ların türkiyesi 1910
türkiyesinden daha ileri değildi.
Katliamlar daha da geriletti. Ekonomisi, kültürü, hukuku eğitimi çok
geriledi. Sözün kısası, devlet, Dersim soykırımı ile sadece Dersimdeki canlarımızı katledilmedi, aynı
zamanda dilimiz, tarihimiz, dinimiz, iktisadimiz kültürümüz de
katledildi. Yani muasır medeniyet
katledildi. Hani diyorlar ya, bu cahillere medeniyet götürdük, yalan,
onlar muasır medeniyeti katlettiler
cehaleti getirdiler. Bugün avrupada
aradıkları, üye olmak için uymak
zorunda oldukları değerler, bizin
kendi taririhimizde kültürümüzde
varolan ve yaşamımıza yön veren
değerlerimizdi, onları katlettiler.
Neyse evlat yaralarımı fazla deşme,
kapatalım, söylenecek o kadar çok
şey varki. Takadım, asabım elvermiyor. O kadar çok yalanlarına insanlarını inandırmışlarki, kimi neyi
düzeltesin.”
Israrım üzreni Seykali “ Dersim asker ve vergi vermediği için katletilmiştir deniyor” şeklindeki soruma
cevabını da özetliyerek aktarıyorum.
“Bu soruyu bana soracağınıza, eski
yazıyı ögrenip eski kaynakları belgeleri okusaydınız, cevabını bulurdunuz. Neden eski yazıyı ögrenmiyorsunuz. Neyse.
“işin aslı çok eskilere gider. Bir kere
Osmanlıda herkesin askerlik yapma
zorunluluğu yoktu. Osmanlının maaşlı merkezi ordusu vardı. 1825 de
sultan Mahmut, bektaşi ve alevileri
katledip bektaşi olan yeniçeri ordusunu dağıtınca, yerine Nezam-ı
Cedditi kurdu, maaşlı profesyonel
bir ordu idi. Yani mecburu askerlik
yoktu. Digeri de timarlı sipahi idi,
beylerbeyine bağlı idi. Bunlarda
devletin mülk i arazilerini (tımarlarını) işleten ve gelirleriyle geçinen
askerlerden oluşurdu. Birde yurtluk,
ocaklık şeklinde imtiyazları tanınan beyliklerden toplanan askerler
vardı. Kürdistanın bir çok bölgesinde bu beylikler vardı, ama Dersimde yoktu. Sadece çarsancak, Pertek,
Çemişgezek ve Erzincan da padişah
hasaları (toprakları) vardı ve bunlar mirlerin eliyle ekilip biçilirdi ve
mahsulun onda biri ya nakden yada
aynen osmanlı sultanına ödenirdi.
Dersimde olduğu gibi birçok bölgedede asker toplama savaşa katılma
zorunluluğu yoktu. Mecburi askerlik meşrutiyetten sonra geldi. Sonra
dünya harbi ve Ermeni kırımı oldu.
Benim okuduğum kaynaklarda bazıları bu savaşlarda yediyüzbin kürt
gencinin öldürüldüğünü yazıyor.
Gerek dünya harbinden gerek kongre hükümetinin Rum ve Ermenilere karşı savaşta memleketler virane
oldu, kaç milyon insan öldürüldü
Allah bilir. Bu ortamda herkes haklı
olarak askerden kaçıyordu. Türklerin rumlara karşı savaşta belki 8
bin kişi öldü ama askerden kaçarken
vurulan, yada askere gitmeyen asker kaçakları olup istiklal mahkemelerinde idam edilen binlerce kiş
var. Sarıkamışta Enver paşanın soğuktan dondurduğu 90.000 doksanbin askerin hepsi kürttü. Subayların
kendileri de hatıratlarında açıkça
yazıyorlardı, ne türkler ne kürtler,
zabitleleri köylere sokmuyorlardı.
Askerden kaçıyorlardı. Zabitler halkın arasında ancak sivil elbiselerle
yada silahlı adamların korumasında
gezebiliyorlardı. İsmet inönü’ lafıyla halka rağmen savaştılar. T.C nin
temellerinin atıldığı Erzurum Erzincan Kars şehirlerini kürt güçleri
kurtardı. Türk askeri Karabekirin
kumandasındaki bir manga askerdi,
onlarda sadece bayrak diker, askeri
depoları soyarlardı. Kesinlikle savaşmadılar. Bunu Karabekir kendi
anılarında da anlatıyor. Böyle bir
ortamda halk neden askere gittisin
ki. Bütün Türk ve Kürt illeri de askere gitmediler, neden sadece Dersimde bu nedenle katliam yapılıyor.
Peki öyleyse, askerdeki Dersim
gençlerini neden katlettiler yada
sürgüne gönderdiler. Aslında tek sebep vardı. Dersim onların kavmiyet
zihniyetine ters düşüyordu, hepsini
türkleştirmek, türk olmayanı yok
etmekti. Bunu yaptılar, sebep budur, gerisi yalan.”
“şu vergi meselesi ise daha da karışık meseledir. Osmanlı vergi düzeni
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çok karışıktı. Osmanlı da vergi düzeni toprak mülkiyeti ile çok yakından ilgiliydi. Osmanlı da vergi iki
kısma ayrılırdı, Şeri vergiler, Örfü
vergiler. Şeri vergileri dini kurallara göre belilrlerken, Örfü vergilere
gelenek görenek ve o yörede uygulana gelen vergi sistemine göre
belirlenirdi. Bunun dışında evkaf
(vakıf) kanunları (daha doğrusu
fermanları) vardı. Bunlar da çok
çeşitli idi. Dini vakıflar, kamu hizmeti yapan vakıflar, aile vakıfları,
tekke türbe cami imaret vakıfları
vs sayıları çok çeşitli idi. Konumuzu dağıtmadan dersime gelirsek.
Osmanlı Kürdistanda uzun zaman
vergi almadı. Kürdistan beyleri ile
Yavuz Selimin yaptığı antlaşma
gereği Kürdistan da hakim beyler,
ocaklar, hükümet, sancak, yurtluk,
şeklinde örgütlülüğünü sürdürdü.
Bunların yarğılama, vergi toplama
ve asker toplama hakları vardı. Dersimde aynı statüde idi. Kürdistanda
18. yüzyıla kadar Uzun Hasan Paşa
Kanunları geçerli idi. Çünkü Uzun
Hasan Paşa Kürdistan beylerine
muhtariyet tanımıştı, Hawramandan Kaf dağına (kafkasa) kadar.
Osamnlı Akyonlu devletini yıkıp
kürdistanı kendi hakimiyetine alınca bu kanunu da olduğu gibi kabul
etti beylerle yaptığı antlaşma gereğince. Çok dağınık her bölge hakında hatta köy ve bucaklar için ayrı
ayrı fermanları (kanunu) olan uzun
Hasan Paşa kanunu, Kanuni Süleyman tarafından toparlanarak Dıyarbakır kanunu şeklinde birleştirerek
Defeter-i Atik’e kaydetti. Dersim
le ilgili fermanlar “Defter-i müfredat u mahsulatı vilayeti Erzincan”
ve “Defter-i yasaha-i Arabgir” bölümünde toplanmış ve yine evkaf
fermanlarında konu ile ilgili önemli
belgeler var. Özetle Osmanlının da
kabul ettiği Hasan Paşa kanunnamelerine göre Dersimdeki ocaklar
ve ocakzadeler vergiden ve askerlikten muaf olduğu gibi şeri vergileri toplama haklarıda vardı, ve
vergi miktarı belirtilmemiştir. Bazı
örfi vergileri de Dersim ocaklarına
bağlı vakıfların sosyal faalitlerini
yürütmek için tahsis edilmişti. Bu
durum osmanlı döneminde de devam etti. Kanuni Süleyman alevi
kızılbaş ocaklarının bu imtiyazını
kaldırıp evkaflarına bağlı toplarklarına el koyunca, Dersim, Malatya, Maraş, Sivas, Çorum yörelerini
kapsayan Kalendir Çelebi önderliğinde büyük bir ayaklanma oldu.
Omanlı geri adım atarak, toprakları
ve imtiyazları geri vererek ayaklanmayı bastırabildi. İkinci Mahmut alevi ocaklarının faaliyetlerini
yasaklayarak tekke ve dergahlarını
Nakşilere devretti ama bu kararını
sadece Dersim diyarında uygulayamadı. Sultan Mecid “islahat-ı Hayriye” fermanı ile tüm osmanlıda tek
bir vergi ve topak mülkiyeti kanunnamesi çıkardı. Dersimliler bu fermana karşı 1861-62 de ayaklanarak
kendi bölgelerinde uygulama fırsatı
vermediler. Osmanlı Meşrutiyete
kadar zaman zaman asker gönderdi ama yenildi ve sözünü Dersime
geçiremedi. Meşrutiyetten sonra
ise önce İttihatcı daha sonra Kongre yönetimi, şeri vergileri kaldırdık
dediler. Aslında kaldırmadılar vergilerin ismini değiştirdiler daha da
ağırlaştırdılar. Şehüslamlık ve hilafet makamı yerine Diyanet idaresini
getirdiler, şeri vergiler örfi vergi,
yani hizmet karşılığı vergi şeklinde
toplamayı sürdürdüler ve bu vergilerin büyük bir kısmını Diyanete
aktardılar. Diyanet bize hangi dini
hizmet getiriyor ki vergimizi istiyor. Osmanlıda dini hizmete şeyhüslama giden vergiler, Ankara
hükümetinin diyanete verdiği vergilerimizin yarısı bile değildi. Yani
osmanlının topladığı şeri vergiler,
diyanet bütçesi kadar değildi. Birde şeri vergileri kaldırdık diyorlar,
doğru değil, o vergilerin ismini değiştirdiler. Yani bizim ocakları kapattılar, vakıflarımıza el koydular,
onlara bağlı tımar ve mülk topraklara el koydular ama suni kesimi daha
güçlü daha merkezi bir şekilde diyanet çatısı altında birleştirdiler. Birde
laik devlet diyorlar. Aslında bunlar
daha dinci, ama devlet dincisi. Evet
doğrudu biz şeri vergileri Osmanlıyada vermedik Ankara hükümetine
de vermek istemedik, ama örfi ver-
gilerimizi vermemezlik yapmadık,
düzenli verdik. Vergi kayıtlarına
bakılırsa bu çok kolay görülür.
Bu hükümet osmanlıdan daha zulümkar davranıyor. Osmanlı hiç
olmazsa Hırıstıyan, (katolik, grogoryan, ortodoks, süryani) bektaşi, alevi yezidi, gibi farklı dinlere
bağlı vakıflarin kendi dini vergilerini toplamasına tahammül edebiliyordu, ama Ankara Hükümeti
hepsini yasakladığı gibi vakiflarina, ocaklarina mallarına el koydu.
Bunların gelirlerini ve mallarını
Diyanete ve ona bağlı kuruluşlara
devretti. Biz dünde bu kanuna karşı çıktık bugünde karşı çıkıyoruz.
Şimdi Avrupa karşısında bu kanunu
savunamıyor ve el konulan hırıstıyan mallarını geri vereceğiz, hatamızı düzelteceğiz diyorlar. Peki
ya biz ve el konulan ocaklarımız,
dergahlarımız vakıflarımız, topraklarımız. Zorla bizden alıp diyanete
aktardığınız vergilerimiz. Bizim diyanete aktarılan vergilerimizin (şeri
vergiler) zorla alınması dünde caiz
değil bugünde, biz dünde haklıydık
bugünde. Biz diyanete değil, kendi
ocaklarımıza, dergahlarımıza, cemevlerimize dini vergilerimizi vermek istiyoruz. Aslında devletin dini
vergileri toplamasına gerek yoktur.
Dini (şeri) vergiler gönüllülük esasına dayanır ve kisi kendi isteği ile
gönülden geçen miktarı verir. Bu
aidat gibi olabileceği gibi, teberu
yada yıllık meblağ şeklinde de olabilir. Bizde eskide böyle idi, öyle zanedersem medeni ve gerçekten laik
devletlerde de böyledir. Avrupa da
da Dersimde olduğu gibi, kiliselere
verilen vergiler kisinin isteğine balıdır, kişi istediği dine istediği miktarda vergisini verir. Dersim bunu
savunduğu için, vergi vermiyorlar
diye katliam yaptılar. Dersim Osmanlı döneminde örfi vergilerini
düzenli vermiştir, bu başbbakanlıktaki “Defter-ı Köhne” “Defter-i
Cedide” adlı eski osmanlı arşivinde
de kayıt altına alınmıştır. Ankara
hükümeti döneminde ise Tekke ve
Zaviyelere dair kanunla dersim dinsel olarak iyici kuşatmanın yanında
milli olarak da kimlikleri dilleri
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yasaklanarak türkçülük dayatılınca
Dersimliler, Ermenilerin akıbetine
uğrayacakları düşüncesine kapıldılar ve çareler aradılar. Sorun sadece vergi sorunu değil, vergi ödense
de katliam yapılacaktı. Kürdistanın
diger illerinde yapılan katliamlar
gibi dersimde de yapılacaktı. Mesele türkçüğü kabul edip etmeme
meselesidir. Diger her şey bahane
ve yalan.”
Seykali’ye bahsettigi osmalıya ait
miri toprakları ve Padişah Hassalarının akibetini soruyorum.
Sultan Mecid’in bu toprakların işletmesini Dersimlilerden alip kendisine bağlı adamlarına vermek
istedi. 61 isyanının sebeplerinden
biride budur. Daha sonra Sultan
Aziz, Harputun eteklerindek mezra
köyüne askeri bir garnizon kurdu
ve burayı yeni iskana açtı ve buraya sunni türkleri yerleştirdi ve Harputun ismini değiştirerek El-Aziz
yaptı, yani Aziz’in diyarı, memleti.
Yani şimdiki Elazığ. Dersimdeki,
Peri, Çarşancak, Pertek, Arapgir,
Çemişgezek deki miri topakları ve
padişah hassalarıni Elazize yerleştirdiği bu sunni türklere verdi.
Mazgirteki toprakları palu beylerine verdi, Mamahatundaki toprakları ise Çarekan beylerine verdi. Çarekan beyleri ve Palu beyleri
dersimin değerlerini benimsiyerek
halkla bütünleştiler. Ama Dersime
yerleştirilen bu sunni türkler hep
osmanlı ordusunun öncüsü oldular.
Esas görevleri Osmanlı döneminde
din idi, sunniliği Dersime kabul ettirmek, Ankara hükümeti döneminde ise türkçülük yapmak, Dersime
türkçülüğü kabul ettirmek oldu.
Şu anda Elazığda en gerici bağnaz
ırkçı türkçülerde bunlardır, çünkü
Dersimlilerle türk ordusu desteğinde çok savaştılar. 38 soykırımında
dersimin halkının birçok menkul
değerlerine, altın, para, davarlarını
gaspettiler. TC döneminde miri toprak sistemi kalktığı için bu mirler,
devletin topraklarını üstlerine tapu
ettiler. Toprağı işleten kürt köylüleri
ile bunlar arasında toprak mülkiyeti için bir sürü kavgalar oldu, uzun
yıllar süren davalar açıldı, tabii ki
hepsi türk beyleri lehine sonuçlandı
ve 1950 ve 60 lardan sonra bunlar
artık barınamıyacaklarını düşünerek topraklarını sattılar diger türk
illerine gittiler.”
“Bütün bu olanlardan dolayı devlet
özür diliyorsa, iyi bir şeydir. Gidin
oturun konuşun, eğer kılıçlarını kuşanıp gelmişlerse, söylenecek söz
kalmaz, “Allah sonunuzu xher getire” der, kalkar gelirsiniz. Kılıçlarını
indirip çare bulmaya gelmişlerse,
oturun konuşun, kalay olmaz, kısa
zamanda olmaz, birbirimize bağırıp çağırırız, ama nihayetinde bir
çözüme varırız. Bu çözüm için bir
başlangıç olur, herşey hemen çözülmez, bazı meseleler gelecek zaman
içinde çözülür. Önemli olan geleceğin önünü açmaktır. Bu görüşmelerde geçmişin hesapları üzerinde
değil, geleceğin önünün açılması
için konuşulmalıdır. Bizim tek dilegimiz, kendi değerlerimizle, kendi
çabalarımızla kendi geleceğimizi
inşa etmektir. Bunun önünde engel
olmasınlar yeter, onlardan başka bir
şey istemiyoruz. Eger insanlık ve
Kızılbaş Yayınevi
dizgi + tasarım + grafik
ofset & digital baskı
Mail:
[email protected]
Tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dostluk namına, geçmişte yaptıklarından pişmanlık duyup, zarar ziyanımızın hiç olmazsa bir kısmını manevi anlamda karşılamak isterlerse,
gaspedilen topraklarımızı vakıflarımızı dergahlarımızı geri verirlerse
iyi olur, ozaman bizden de dostluk
görür, karşılıklı dayanışma ve barış içinde daha iyi bir dünya kurar,
daha hızlı kalkınırız. Ama meselenin esası bu değil. Diğer önemli
bir meselede, muhatabımız yok diyorlar. Bu pek dürüst bir yaklaşım
değil. Bin yıldır savaştığın bir taraf
var. Bu tarafta kişiler önemli değil,
kimi muhatap alırsan al, demin çözüm için belirttiğim hususa riayet
etmesi kaydıyla kimi muhatap alırsan al, varacağınız sonuç aynı olacak. İster mebusları, ister partileri,
ister belediyeleri, ister hayır kurumlarını, ister dini kurumlar, ister
Tar deresindeki değirmenciyi yada
Beytülşebaptaki çobanı muhatap
al sonuç aynı olacaktır. Söylenecek
söz aynıdır. “sizinle eşit haklara sahip olmak istiyoruz, kendi kaderimiz üzerinde söz ve karar sahibi olmak istiyoruz, bunun önünde engel
olmaktan çıkın” diyecektir. Amacımız bağımıza musallat olan hırsızı
dövmek değil, onu hırsızlıktan vazgeçirmektir.”
Seykali’ye teşekür ederek ayrılıyorum. Kendisini yormamak kaydıyla
arada bir ziyaret edip sohbetimize
devam edeceğim.
Kaynak: http://yilanli.info
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
X. Çelker
Canweşiye, haştiye nesibê
ma u der u cirana ke, axiriya ma xêr biya.
GAĞAN U
XÊYLASİ
Gağanê şıma şên, xeylasê
şıma bımbarek bo, serra
şımawa newiye xêr bêro.
Gağan zonê made hem
namê aşma des u dıdino, hem ki namê ju adet u
torêo. No torê wertê qomê
maê Mamekiye, Erzıngan,
Varto, Xunıs, Malatya be
Koçgiriye u xêlê caanê bina
êno zanıtene.
Guman kena ke no torê
rew ra itıqat ra peda biyo.
Hama, peyder pey bınê gıraniya itıqati ra veciyo biyo
şênatiyê de homete. Coka
Khalo Gağan kay beno.
Se ke kokımanê ma vatêne,
ebe hesabê hokmati ke bi
13ê aşma çeliye, ebe hesabê
mao khan beno jüê aşma
çeli, yanê beno serê sere,
sere bena newe.
Ebe şenatiya gağani sera
khane rê oğıro xêr wazenê,
kenê rae; verba sera newiye
şonê. Khalo Gağan nişanê
(sembolê) sera khano, xanıma xuya gence ki nişanê
sera newiya. Şenatiya gağani hirê roci oncena.
Ez xas niya, xama. Hama,
vanê, hondê dua piri mıneta talıbi ki qebul bena.
Destur piri ra, nustene
mıra:
Ya Paşao Khan!
Ebe na serre to emrê xo
kerd temam, marê xêra xo
vace, hên yacêre şo.
Derd u khul, qal u qır,
nêweşiye =u nezer, keder u
xıraviya têy bere.
Paşao newey ebe oğıro xêr
rae ke. Hir u bereket, canweşiye u cansıvıkiye, ilam
ke haştiye u têduştiye zêde
ra zêde têy bıruşne.
Ya Paşao Newe!
Masum u pakiya xo qe xora
duri mefiye.
Mebe hacetê destê mıxenet
u kedğenımi, kesi motacê
mıxeneti meke.
Çımanê kesi ra u olağa ra
meverde, sera xo sera hir u
bereketi ke.
Xelyasi 4 heşti oncenê.
Hama, bımbarekkerdena xo
kot bena bıbo wertê jü hêşt
de bena. Wertê homete de
ca be ca no hêşt vurino. Ez
inam kena ke weşiya ewroy
de, rew herêy, na bımbarek
kerdene har ca wertê jü
hêşti de êna hurêndi.
Çıke çar hêşti têdıma biyene ra gore êndi sebebi nêmendê. Misal, ebe
wesaitanê ewroy piri ke
waşt wertê jü hêşti de reseno haut caa.
Hirê roci (şêşeme, çarşeme,
phoncşeme) roce guretene
ra tepia eke esta qurbane
sere bırnenê, niyaz pocenê,
kenê vıla.
Her çi ra ewl iqrari, mısaibi
şonê diyarê jümini.
Ya Ziyar u Diyari!
Ma serê na hardo Dewrêşi
de iqrar do jümini. Kamo
ke iqrarê xode vındeno verê
xo yar bo, kamo ke iqrarê
xora vêreno axiriya xo qar
bo.
Ya Xızır!
Na aşma xuya bımbareke de hometa xo tenge de
meverdê, sata tenge de
derese.
Ya Heq!
Daim çêvero xêr hometa xorê ya ke, heto jüde ki
marê.
http://www.jarudiyar.com/
kueltuer-sanat/1208-xcelker-gaan-u-xeylas.html
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Bizi niye kırdılar?”
BURCU KARAKAŞ
“Alay komutanı ateş etti”
Dersim olaylarının canlı tanıklarından olan ve öldürülen ailesi için
yaptığı suç duyurusu savcının takipsizlik kararıyla sonuçlanan Efo
amca (87) ile köyü Çaytaşı’nda buluşacağız. Eski adı Lolantaner olan 27
haneli Çaytaşı köyü, Hozat’a 5 kilometre uzaklıkta. Tam yola koyulmak
üzereyken Efo amca ile Hozat’ta bir
kahvehanede karşılaşıyoruz. Oğlu
Cafer Bozkurt’un dediğine göre babası heyecanından köyde bekleyememiş. Beraber arabaya atlayıp dağ tepe
aşarak köye varıyoruz. “Gel şimdi
anlatacağım sana” diyen Efo amca
tarafından defalarca “Bak, güzel
yazacaksın” diye tembihleniyorum.
Efo Bozkurt yıllardır bu anı beklemiş gibi elindeki bastonla etrafa işaret ederek anlatmaya başlıyor:
Efo Bozkurt’un öğretmen olan amcasının oğlu Veli Bozkurt da o gün
köydeymiş. Efo amca devletin öğretmenini kurşuna dizmesine akıl
erdirememiş olacak ki yüzünde kocaman bir şaşkınlık ifadesi var: “Veli
kaç kere komutana ‘Ben cumhuriyet öğretmeniyim’ dedi. Bıraksınlar
gitsin istedi. Onu bile bırakmadılar.
Veli’nin eşine alay komutanı cebinden çıkardığı tabancasıyla 3 el ateş
etti. İki çocuğuyla kendisini de işte
şuradaki evi ateşe verdikten sonra
oraya attılar. Hepsi öldürüldü.”
“Askerler gelip hep bu tepeleri sardı. Muhtar herkesi meydana çağırdı.
Bazı komşularımızın ellerini ayaklarını bağladılar. Ortaya da bir masa
kurdular.”
“SİZ GİDİN BEN ÖLÜRÜM”
Sıra kendi hikayesine geliyor. 14 yaşındaki Efo konuşmaya başlıyor sanki, gözleri dalıyor:
“İşte bizi bu eve getirdiler. Evin iki
tarafına asker makineleriyle yerleşmişti. Biri o yandan, öbürü diğer taraftan ateş ediyordu. Kolumdan yara
aldım. Bazıları içeride vuruldu. Sonra bir kız dışarda ateş eden askerlerden birine bir taş attı.”
Kimisi evlerde yakılmış, kimi meydanda kurşuna dizilmiş. “Baba, bizi
kıracaklar” diyen çocuklarına muhtarın cevabı, “Bizim neyimiz var ki
bizi vursunlar?” olmuş. Çaytaşı o
vakitler devlet yanlısı bir köymüş.
Bu nedenle de köylülerin anlattığına
göre muhtar insanları meydana çağırınca kimse “kötü bir şey” olacağını
düşünmemiş, iki dirhem bir çekirdek
giyinip gidenler bile olmuş. Öyle ki
askerlerden bir tanesi, “Neden koyun
gibi evlere doluştunuz? Çıkın, dışarıda vurulursunuz” demiş.
Taşı atan kızın bir gözü görmüyormuş. Taşın isabet ettiği asker “makine”nin yerini değiştirmeye koyulduğu sırada evdekiler kaçmaya
başlamış. Kaçarken vurulanlar olmuş. Taşı atan kız kapının önünde
yere yığılmış. Efo amca şanslı olanlardan... Koşarken kurşunlar kolunu
ve karnını sıyırmış. En çok kalçasından aldığı yara canını yakmış. Yere
düşmüş, sürüklenerek bir su ambarının yanına sığınmış: “Bir söğüt ağacının dibine oturdum. Babam gördü
beni, ‘Siz gidin, ben ölürüm’ dedim.
Aldı beni bir değirmenin altına bıraktı.”
“Mezarını kazalım” derken...
Efo amca orada iki gün yatmış. Sağ
kalan komşulardan biri tesadüfen
kendisini görünce eniştesine haber
uçurmuşlar. Yeğeninin bir taşın üstünde kıpırtısız yattığını gören eniştesi, “Mezarını kazalım” deyince Efo
amca, “Beni diri diri mi gömeceksiniz?” diye sormuş. Sağ olduğu anlaşılınca babası gelmiş oğlunu almış,
beraber köye dönmüşler. “Bir keçi
bile bırakmamışlardı, bütün malımız
talan edildi.”
Kazıdan kemikler çıktı
Komşu köylerden de insanlar getirilmiş Çaytaşı’na. Efo amcanın hesabına göre aşağı yukarı o gün 200 kişi
öldürülmüş köyde. Babası İstiklal
Savaşı gazisi Keko Bozkurt ile kendisi kurtulmuş. “Ölüleri tarlalara,
derelere attılar” diyen Efo amca bu
olayda annesini, 4 kız kardeşi ile 2
erkek kardeşini kaybetmiş. Bizleri
gezdirdiği iki ev 1938’de insanların
diri diri yakıldıkları evler. 2007 yılında su şebekesi için kazı yapılırken toprak altından kemikler çıkmış.
Hala da bazen çocukların oyun için
toprağı eşelerken kemik buldukları
oluyormuş.
Anlatacakları bitince Efo amcanın
iki adım öteden bastonunu havaya
kaldırarak sesini duyuyorum: “Dava
açtım ben, dava!” Sonra havadaki
baston yere iniyor, bu sefer sesi kısık: “Bizi niye kırdınız? Suçumuz
neydi?”
Öldürülen ailesi için yaptığı suç duyurusu savcının takipsizlik kararıyla sonuçlanan Efo şimdi 87 yaşında.
Burası onun yaralı olarak saklandığı
yer...
Milliyet
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Arap
Baharı,
Türkiye
ve Suriye!
Ali ERDOĞAN
2011 başında Tunus’ta başlayan ve
ardında tüm arab ülkelerine yayılan ve
ABD’nin desteğiyle iktidarlar değişimi
oldu, olmaya devam ediyor.
Sırada Suriye var.
Washington’un siyasi, askeri ve ekonomik olarak Arap Baharı’nı yönlendirdi.
İstediği gibi, yeni bir yönetim sistemini kurmak için demokrasi kılıfıyla
sarmaladı. ABD ikinci dünya savaşından bu yana Ortadoğu’daki çıkarları
uğruna birçok askeri müdahalelerden
bulunmuş, hep ülkesinin çıkarlarını ön
plana almıştır. O günden bu güne dek
köprülerin altında çokca sular geçmiş.
İsrail’in günlük politikasını ön plana
almış. Bazı devletler, yönetimlerini askeriden sivillere bırakmış. Tunus, Mısır ve körfez ülkelerinde demokrasiye
geçiş hazırlıkları var. Dünya değişiyor.
Gölün ortasına atılan bir taş, halkalar
halinde etrafa dalga dalga yayılıyor.
İran politikası İsrail’i tehdit etmektedir. Bu nedenle ABD, Türkiye’ye baskı
yaparak Erken Uyarı Radar sistemini
Türkiye’de Küreciğe kurmuştur. Buna
karşılık Türkiye, Irak’tan, Umman’a ve
Libya’ya uzanan coğrafyada milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapmış ve en
önemlisi Kürt halkı üzerinde yapılan
baskı ve kimyasal silahlarla yapılan
katliamlara karşı ABD ve AB seslerini
çıkarmamaktadır..
Türkiye’de kök salan İslam kökenli iktidarın başbakanı Erdoğan, Arap halkları tarafından sevilmektedir. ABD’ye
destek amacıyla Mısır’daki halk ayaklanmasının ilk haftasında Başbakan
Erdoğan, Hüsnü Mübarek’e görevini
bırak demişti. Yani Arap sokakların
yanında olacağını ilan etmişti.
Türkiye ekonomik yapısını İslamdan
yana koymuş. İslamdan yana holdinglere devlet yatırımlarını havale etmiş.
Erdoğan hükümetinden önce 4 milyar
dolar olan sermayeleri 670 milyar
dolara çıkarılmıştır.
Erdoğan, 20 Eylül 2011’de ABD başkanı ile yaptığı konuşma Arap ülkelrindeki gezilerini anlatmış ve ülkesinde
30 yıldır Kürlerle süren iç savaşı
unuturcasına, Mısır ve benzeri Arap
devletlerinde sivil Anayasa ve azınlık
haklarını sağlık vermişti.
Suriye’nin durumu:
Suriye’deki durumu karmaşıklaştıran faktörler biraz daha değişiktir.
Bölgesel ve küresel aktörlerin farklı
pozisyon almasıdır. Çünkü, ABD ve
AB ülkeleri Esad yönetimine işten
elini çekin çağrısını yaparken, Çin ve
Rusya B.M.’lerde yaptırım kararını
veto etmiştir.
Rusya, Suriye’de bir iç savaşın çıkmasını istemiyor. İleri sürdüğü konu:
“Suriye halkın bir kısmı Esad rejiminin gitmesini isterken, büyük bir
kısmıda bu rejimi destekliyor. Halkın
tümü Esad’a karşı olsaydı, gitmesini
bizde isterdik. Suriye’de oluşacak bir
savaş, tüm Ortadoğu’yu etkileyecektir” diyor.
Suriye’de muhalefet tek seslı olmamasına rağmen diyalog öneriliyor.
Reformlar beklenirken, muhalefet dış
ülkelerden yardım almaktadır. Yardımların amacı, Esad’ın iktidardan
uzaklaştırılmasıdır.
Kulislerden konuşulan, Kürtlerin,
Hıristiyanlarla ve diğer Sünnilerle
işbirliğini Esad önliyebilir. Veya Esad,
İsrail’e saldırırsa, Suriye halkı dış düşmana karşı birleşebilir. Bu İsrail’deki
iç çalkantılarıda gidermeye yarıyacaktır. Belki de Esad, tedavi gayesiyle,
dış ülkelerin birine gidebilir, iktidarı
Milli Kurtuluş Komitesine bırakabilir.
Böylece yeni siyasi değişimler gündeme gelebilir...
Suriye’yi bu duruma götüren sebeblere bakıldığında: Siyasi baskı, siyasi
dışlamışlık ve muhalif hareketlere hiç
yaşama hakkının verilmemesi. Dev
let başkanlığı seçimi 1970 yılından bu
yana tek aday Esad ailesi. Ülkedeki
en zengin Rami Maluf Esad’ın kuzeni
olması. Bir bakanın oğlunun ekonomik
yapıda etkili olduğu görülür. Suriye’de
etnik mezhepsel farklılıklar var.
Libya’da ise kabile farklılıkları vardı.
Ayrıca Azınlık olan Arap Alevilerin
iktidarına karşı, çoğunluk Sünnilerin
tepkisi var.
2004-2005 yıllarında Kuzey Irak’ta
Kürtlerin kazanımlarından etkilendiler. Burdaki istikrarsızılık bölge genelini etkiler. Irak, Türkiye ve Lübnan
gibi komşulara yayılabilir.
İran, Suriye rejiminin yıkılmasına seyirci kalamaz. Her şeyiyle
Suriye’nin yanındadır. Çünkü sıranın
kendisine geleceğini biliyor. Güvenlik
Konseyi’nin kararını bu nedenle Çin
ve Rusya veto etmişti.
Türkiye cephesinde:
8-9 ay önce Türkiye Suriye ile sınırlarının önemsız olduğu ve vizelerin
kalktığı bir durum mevcuttu. Ne oldu
da, savaşacak bir duruma geldiler?
Türkiye Suriye muhaliflerini çağırarak silah eğitimini veriyor, ekonomik
olarak destekliyor. Başbakan Erdoğan,
“10 yılda15-20 bin insanı yok eden
rejim iktidarda kalamaz” diyor. Oysaki
Türkiye, 50-60 bin insanı öldürmüş ve
20 binini failimeçhul şekilde kaybetmiş ve halen kimyasal silahlarla ve
toplu olarak öldürüyor. Kalanlarını
cezaevlerine alarak sindirmeye devam
ediyor. Öte yandan iki yüzlü demokrasi havarisi kesilen ABD ve AB devletlerin seyri şurda dursun, yardım ve
destekleri, ne yazık ki, devam ediyor...
ABD ve batı ittifakı Suriye’de bir
rejim değişikliğini istiyor. Türkiye’yi
de taşaron olarak kullanıyor.
Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’da
Laiklik konusunu gündeme getirmesi,
İran’ın da sıraya konduğunun işaretiydi. Nitelim Türkiye İran ilişkilerinde bozulmalar başladı. Daha önce
Türkiye İran ile PKK konusunda ortak
operasyon yapmak istiyordu. O da
suya düştü böylece.
Davutoğlu’nun başarısız Suriye görüşmesi ve Erdoğan’ın Washıngton’da
Obama görüşmesi Türkiye’nin rolu
formile edildi. Nitekim Erdoğan
Ankara’ya dönüşünde Hatay’daki
Suriye’li mültecilerin kamplarını ziyaret etmişti ve kendi açısında Suriye’ye
silah ve hertürlü ambargo uygulayacağını söyledi. Bu arada devlet ile PKK
olayları hız kazandı. Natonun Erken
Uyarı Radarı Türkiye’ye yerleştirilmesi bu sırada oldu.
Erdoğan Türkiyenin politikasını dile
getirirken: “Türkiye tarihi değiştirecek
ve bölgede yeni bir beyaz sayfanın açılışını sağlayacak bir politika izlemektedir” derken bunu ABD’ye güvenerek
ve onun kendisine veriği misyona atfen
dile getirmişti. Nitekim daha önce
PKK ile üst düzeyde barış görüşmeleri yapılmıştı. Birden görüşmelerin
kesilmesinin altında kendisine verilen
bu yeni görevdir.
Ermenistan konusu:
ABD, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunların bitmesini istiyor.
İlerde Ermenistan’da gececek enerji
hatlarını güvenceye almak istiyor.
ABD, Ortadoğu’nun şekillenmesinde Türkiye’ye bazı tavizler verebilir.
Kim bilir, Kerkük’teki petroldan hisse
verebilir. Ermenistan batıyla bütünleşirse, Rusya’ya bağımlılığı azalır.
Amerikan bunun için Ermenistan’ı
destekliyor. İlerde İran’a müdahale için
Ermenistan’ı koridor olarak kullanabilir.
Suriye konusuna dönersek:
ABD tepkileri önlemek için Türkiye eliyle müdahale etmek istiyordu.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye sınırında Türkiye’nin eliyle
bir tampon bölge oluşturulacaktı ve
burada Özgür Suriye Ordusu yetiştirilecek. Esad yıpratılacak. Ortadan
kaldırılacak veya istifaya zorlanacaktı.
Rusya’nın tepkisiyle, şimdilik rafa
kaldırıldı.
Türkiye Suriye toprağında tanpon
bölgeyi neden istiyordu?
BİR- O bölgede muhalif bir orduyu
eğitip geliştirecek. Esad rejimini
yıkacak ve ABD’nin kendisine verdiği
ödevi yerine getirmiş olacak.
İKİ- Olası bir Suriye’deki Kürtlerin, Irak’taki öz yapıyla ve PKK ile
işbirliği yapmasını önlemek. Çünkü
bu tampon bögenin ipleri Türkiye’nin
elinde olacaktı.
ABD’nin çıkarı:
ABD, Suriye’deki rejim değişikliği
olursa kendisine neler sağlar?
BİR- İran’ın manevre alanı daralır.
Kısa vadede ileri savunma haddında
delik açılır ve savunma haddı çöker.
Hamas ve Hizbullah’a ulaşamaz.
İran’ı dize getirmek için ABD’nin işi
kolaylaşır.
İKİ- İran, Ortadoğu’daki çatışma
dinemiklerini kontrol edemez.
ÜÇ- Şii yayılmasını önler. Sünni İslam
akımını yükseltir.
DÖRT- Hamas ve Hizbullah ile bağı
kesilecek olan Suriye, İsrail’in elinde
olan Golan tepelerinden hak isteme
arzusundan vaz geçer.
Sonuç olarak, Arap Baharı’yle başlayan devletlerin yönetimine İslam
yönü ağır basan partiler yönetime
geldi. Sonunda İsrail düşmanı. Ama
bu hükümetler ABD yanlısı. Yani
ABD’nin denetiminde. Şayet biri
ABD çıkarına uymazsa anında iplerş
çekilerek düzenlemeye gidilir. Bu satırları yazarken bir hikaye anımsadım:
Okulda ders veren yaşlı bir öğretmen,
öğrencilerine: “çocuklar, ben yaşlandım. Ders verirken bazen söyleyeceğimi unutuyorum. Yararlı olamıyorum.
Okuldan ayrılacağım” der. Öğretmenini seven öğrenciler karşı çıkar. Bir
formil bulurlar. Öğretmenin eteğine
bir ip bağlanacak, öğretmen konuşurken unutkanlık olursa ip çekilerek
öğretmen uyarılacak. Bir zaman böyle
devam eder dersler. Günün birinde ipi
tutan öğrenci hastalanır, okula gelmez.
İpi başka bir öğrenci tutar. Öğretmen
doğru konuşsa, yanlışda konuşsa
ha bire ip çekilir. Öğretmen bıkar,
“yavrular ip puştun elinde olduktan
sonra sizlere yararlı olamam” der ve
sınıfı terk eder.Sevgili okurlar İpler
ABD’nin elinde olduktan sonra iktidara kimler gelirse gelsin, halklardan
yana hiç bir şey olmaz....
[email protected]
tarihe tanık belgeler!
antalya
antalya elmalı’da
elmalı’da abdal
abdal musa
musa dergahı’nın
dergahı’nın
kapatılması
kapatılması ve
ve yeni
yeni yönetimin
yönetimin oluşması
oluşması
BELGE:
BOA’inden Ahmet ÖZBAYLI
YAZI: 18 Şevval sene 1277 (Nisan
1860), Padişah Abdülmecit dönemi,
Sadrâzam: Mütercim Rüşti Paşa’dır.
O yıl Lübnan’da Dürzilerle Maruniler arasında çarpışmalar sürerken 5
Eylül’de Osmanlı Devleti, Avusturya, Rusya, Prusya, İngiltere ve Fransa arasında geçici olarak Suriye’ye
Fransız askeri çıkarılmasına ilişkin
antlaşma imzalandı. Avrupa’dan ilk
defa borç para bu padişah zamanında alındı.
KİMDEN: Abdal Musâ Tekkesi
Türbedarı Şeyh Hüseyin Hüsnü
Efendi’nin dilekçesi.
KİME: Dîvân–ı Hümâyûn’a
KONU: 826’da Bektaşi Tekkeleri kapatılınca diğerlerinde olduğu gibi devlet Elmalı’da da
ABDALMÛSATEKKESİ’nin taşınmaz mallarına el koydu, tekkenin
geliri kalmayınca gerek tekkede
hizmet edenlere gerekse gelen geçen
yolculara bakım yapılamadı, bunun
ise yöre halkını çok üzdüğü, eskisi
gibi tekkenin taşınmaz mallarını
azaviyedara teslim edilmesi isteği.
BELGENİ MEÂLİ
HAKK HÂNEVETEALÂHAZRETLERİ
Şevkmetlü Azametlü Kudretlü
Mehâbetlü Pâd–şâhımız Veliyyü–n–
ni’met bî–minnetimiz Veliyyü–n–
ni’met–i Âlem Sebeb–i Asâyiş–i
Ümem Efendimiz Hazretlerini
Hemîşe Pevnâk–ıTırâz Mesned–i
Hilâfet ve Saltanat Buyursun Amin,
Elmalu kasabasında vâki’ (bulunan)
ABDALMUSÂ kuddise sırrıhu hazretlerinin zaviyesi müstagallâtından
(gelir getiren vakıf) kasaba–i
mezbûrede (Elmalı’da) kâin (bulunan) arâzî ve âsyâb (su değirmeni)
ve sâire hâsılatının ber–mhucib–i
şart–ı vâkıf (vakıf edenin koşullara
gereği) taraf–ı dâiyânemden (benim) idaresi hakkında vuku’ bulan
istid’ây–ı dâiyâneme (bana) hazîne–i
celîlesi tarafından virilen cevabda
zaviye–i mezbûre (Abdal Musâ Tekkesi) mülga (kaldırılmış) BEKTAŞİ
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TEKYELERİ’nden olub zikr olınan
arâzi ve âsyâb (su değirmeni) ve
saire hâsılâtı asâkir–i nizâmiyye–i
şâh–âne (ilk askerlik görevini
yapan padişah askerleri) masârifine
tahsîsen mukaddemâ (önceden) zabt
olındığı ve selefim İsmail Hakkı
Efendi tarafından bâ–emr–i âlî
(yüce emir) zabt ve irhade olınmış
ise de emr–i âlî–i mezkûr hilâf–ı
usûl olarak sehven (yanlışlıkla) virildiğinden kaydı terkin (silinme) kılındığı beyân olınması üzerine muahharen (soradan) rikâb–ı hümûyûn
cenâb–ı mülûk–ânelerinden
bi–l–istirhâm (padişaha başvurma)
tahkikât ve tedkikât–ı lâzimenin
icrâsiyle anâ göre iktizâsının tesviyesi hakkında inâyet–i efzây–ı sudûr
buyurılan emr ve irâde–i seniyye–i
cenâb–ı pâd–şâhîleri mantûk–ı
âlîsi vechile keyfiyyet Maliyye
Nezâreti’ne havâle buyurılmış ise de
yine cevab–ı evvel tekrâr olınmış
olub hâl–bu ki, merbûten takdîm
kılınan derkenârda gösterildiği
vechile vakıf–ı mezkûrın (adı geçen
vakıf) zabt olınan arâzisine mukabil
mukaddemâ tahsîs olınan yüz yirmi
beş guruş (125 kuruş– 1.25 lira)
maaşın ol vaktin hükmünce adem–i
kifâyeti (yetersizliği) cihetiyle
arâzi–i mezkûre kemâ kân (eskisi
gibi) zaviyeye terk buyurılmış ve bir
aralık hâsılâtı bedeli olan on üç bin
bu kadar guruşın (13 000 guruş– 130
lira) maliya hazinesinden vaziye–i
mezkûre şeyhine i’tâsiyle (verilme)
arazisinin hazineden idare itdirilmesi takarrur etmişiken nasılsa yine
sarf–ı nazar olınarak mezkûr yüz
yetmiş guruş (170 kuruş– 1.7 lira)
maaş ile selef–i âcizî Mustafa Efendi
uhdesine tevcih buyurılmış ise de
efendi–i mûmâ–ileyhin maaş–ı
mezkûr ile idâre kabil olmadığı vechile kemâ–kân (eskisi gibi) hâsılat–ı
mezkûreyi istid’â itmek üzere iken
vefatı vuku’ bularak uhde–i âciz–
âneme (bana) tevcîh buyurılarak
ancak zaviye–i mezkûre müteaddid
(birçok) hücerât (odacıklar) ve müstakil câmi’–i şerîf ve mektebi, münîf
(ulu) ve hamam ve müştemelât–ı (eklenti) sâireyi hâvi cesîm (kocaman)
bir ebniye (bina) olarak el–hâletü
hâzihi (bu güne kadar) ma’mhur
bulunmasına ve yed–i âciz–ânemde
(elimde) bulunan berât–ı âlîde muharrer (yazılı) olan otuz guruşdan
maadâ ahir bir ghune muhassasâtı
(ödenek) olmamasına zikr olunan
mahallerin defter–hâne–i âmirede
el–yevm zaviye–i mezkûreye merbût
oldığı mukayyed olub zabtına dair
işaret bulunamamasına ve hâsılâtın
ahz vee idâresi içün Evkaf–ı
Hümâyûn Nezareti tarafından yed–i
dâiyâneme (elime) tahrîrât dahi
virilmiş olmasına ve böyle fukaraya
şart ve tahsîs kılınmış olan miktar–ı
cüz’î bir varidâtın zabtiyle mezkur
zaviye ve cami’ ve mekteb ve shair
takım mevcud ve ma’mûrenin metrhuk ve harab kalması ve bu sûretle
şart–ı vâkıfın bütün bütün mahv vie
ibtali ve bununla taayyüş (geçinen)
iden bir takım aceze ve fukarânın
inkisâr–ı kulûbı (kalbinin kırılması)
tecvîz (hoşkarşılama) buyurılamayacağına ve dâileri (ben) bu maddenin
tesviyesi içün hayli vakitden berû bu
tarafda kalub giriftâr–ı duyûn (borca
girme) ve ıztırâb olmış ve zaviye–i
mezkûredef–ı Hümâyûn Nezareti
tarafından virilen tahrîrâta nazaran
ale–l–hesâb suretiyle hâsılatdan
akçe almakda bulunmış olub eğer
çe bu kerre zikr olınan mahallerin
hazîneden mezbhut oldığı cevabını
almış isem de ber–vech–i muharrer lâyıkile hakikat–ı hâl meydana
çıkmamış ya’ni hâsılâtın taraf–ı
dâiyânemden ahzına müsaade buyurulmayub da zikr olınan mahaller hazineden zabt olınacak oldığı
sûretde sâlifü–z–zikr (yukarıda sözü
edilen) zaviye ve cami’ ve mekteb ve
müştemelât–ı sâire dahi birlikde mi
zabt olınacak? Ve bu takdirce bunlar
hazine–i celîle tarafından mı idare
ebussuûd
efendi
fetvaları!
internetten tüm
metini kopyalamak
için
adres:
http://www.dersim.biz
buyurılacak? Ve yahud ahir sûrete
tahvîl ile başka işde mi kullanılacak? Ve ya hâliyle metrûk mi olacaktır? Ve zabt olınacak yalnız arazi
ise hayrât–ı mezkûre nevechile idare
olınacak ve suret–i idarelerine bir
karar virilmediği takdirde ne halde
kalacakdır? Burasının anlaşılamaması bi–zarura avdet–i daiyâneme
mani’ oldığı misillü bu tarafda
imtidhad–ı ikamet dahi bir tarafdan
perişâni–i ahvâl–i âciz–ânemi tezyîd
(artma) eylemekde bulındığı cihetle
bu bâbda ne vechile hareket ideceğimi bilemeyüb hayretde kalmış
oldığımı ve ber–vech–i muharrer
(yazıldığı gibi) böyle cesîm ve müteaddid (büyük kalaba) bir hayrâtın
ma’mûr ve mevcûd iken sûret–i
idaresinden kat’â bahs olınmayarak
muayyenâtın (hükümetçe saptanan
maaş ve yiyecek) tamâmen zabt
olındığı cevabiyle iktifâ olınması
hakikat–ı madde lâyıkıyle anlaşılamamış olmasından neşet ideceğine binâen be–tekrhar tasdi’a (baş
ağırtma) mecbhur olmuş oldığımdan
lütfen ve inâyeten Mecles–i Vâlâ’ya
(Danıştay) havâlesiyle tedkîkâtı
lâzimenin bi–l–icrâ bu husûsda bir
karar verilerek dâilerinin düçâr
olmış oldığım şiddet–i ıztırâb ve
intizârdan tahlîs buyurulmaklığım
husûsına müsaade–i merâhim–i
ifâde,i cenâb–ı cihân,bânilerinin
erzân ve şâyân buyurılması bâbında
her halde emr ü fermân Şevketlü
Atıfetlü Kudretlü Mehabetlü Pâdşâh
âlem–penâh (cihanın sığındığı)
Efendimiz Hazretlerinindir.
osmanlı şeyhlül islamının
biz kızılbaşlar hakkında
aldığı bu insanlık
dışı kanlı fetvalar halen
yürürlükteyken!....
kızılbaş müslüman
kardeşliği ile cemevi
yapanlar(!)
hem kızılbaşlığa, hem
islamın kuran-ı kerimine
ihanet etmiyorlar mı?!
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aktaran: Sait Çetinoğlu
Türkler ve Kürtler Ermenilere karşı cihad ilan ettiklerinde, İslam’ın en yüksek kutsal otoritesi, Serif
Hüseyin bin Ali –Peygamber Muhammed’in soyundan gelen ve kutsal yerler, Mekke’nin koruyucusu- Ermenileri Islam’ın himayesi altındaki halk yapan bu fermanı yayınladı. Türk zulmünden
korumaya çağrı sadece Islam’ın doğru değerlerinin bir yansıması ve onun Hıristiyan komşularıyla
ilişkisidir.
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla, biz yalnız ve yalnızca Allaha şükrederiz.
Arap topraklarının kralı ve Mekke’nin şerifi El-Hüseyin Ibn’Ali ve onun Muhterem ve takdire
şayan prenslerinden [mektup. Ç.N.]- Prens Faisal ve Prens Abdel-Aziz Al Jarpa- Tanrı’nın selamı ve
merhametiyle ve onun lütfuyla.
Bu mektup 18 Recep 1336 [M.S. 1917] tarihinde Qum Qul-Quora (Mekke)’dan yazılmıştır. Allah’ın
peygamberi, onun ailesi ve onun dostları adına barış talep ediyoruz. Ona olan minnettarlığımızla,
sağlıklı, güçlü ve ihsan içinde olacağımızı size bildiririz. Bereketli inayetini bize ve size sağlaması
için Allah’a dua ediyoruz.
Sizden isteğimiz aşiretleriniz arasında ve sınırlar ile topraklarınızda yaşayan Jacobite (Hıristiyan)
Ermeni toplumunu koruyun ve kollayın, tüm olaylarda onlara yardım edin, kendinizi, mülkünüzü
ve çocuklarınızı savundugunuz gibi onları savunun, yerleştirilmek ya da bir yerden başka yere gitmek gibi ihyaçlarında onlara herşeyi sağlayın çünkü onlar Müslümanların himayesi altındaki halktır – Peygamber Muhammed (Allah, lütfunu ve selametini ona sağlamıştır) onlar hakkında der ki:
“Her kim onlardan bir sicim alırsa (alışveriş değil el koymak anlamında Ç.N.), yargılama gününde
(Ahirette) onun düşmanı olacağım”. Asil karakteriniz ve kararlılıgınız ışığında, bu sizin yapmanızı
istediğimiz ve gerçekleştireceğinizi umduğumuz en önemli şeyler arasındadır.
Allah bizim ve sizin koruyucunuz olsun ve başarısını size sağlasın. Allahın merhameti ve inayetiyle
barış üzerinize olsun. El-Hüseyin Ibn’Ali (Mekke Şerifi)
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Katliamın sorumlusu devlettir
Yılmaz KIZILIRMAK
yondur. Çorum Katliamı 12 Eylül
Darbesi'nin şartlarını oluşturmanın
son halkasıdır. Okuyunca insanın
tüylerini diken diken eden katliam
hikayesini anlatmaktaki amacımız,
katliamcıların gerçek yüzünü bir
kez daha hatırlatmak ve katliamcılardan hesap sorma görevinin hala
omuzlarımızda olduğunun altını bir
kez daha çizmektir.
27 Mayıs 1980 - 5 Temmuz 1980
arasında yaşanan Çorum Katliamı,
tıpkı 6-7 Eylül katliamında olduğu
gibi, özel harp mamülü olduğu besbelli olan bir kanlı provokasyondu.
Katliamcıların yargılanması, hesap
sorulması 'derin güçlerin' marifetleriyle hep engellendi. Kimi katliamların sorumluları yakalanıyor
gibi gösterilse de işin özüne dokunulmadı.
ÇORUM KATLİAMI'NIN 30.YILI
GERÇEK SORUMLULARI HÂLÂ
ORTAYA ÇIKARILAMADI Katliamın sorumlusu devlettir
1980 yılı Türkiye'nin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik vb. tarihinin çalkantılarla dolu olduğu bir yıl
oldu. Türkiye tarihinin en kanlı askeri cuntası bu yılın 12 Eylülü'nde
yapıldı. İşte böyle kanlı alt üstlerin
yaşandığı bir yılın en kanlı sahnesi ise Çorum'da yaşandı. Sünni
yurttaşlar, Alevi yurttaşlara karşı
kışkırtılmaya çalışıldı. İnsanların
dini duyguları 12 Eylül günü darbe yapmayı planlayanların elinde,
basit bir provokasyon enstürümanı
haline getirilip arkasına devletin
derinlerindeki güçlerin olanakları
konularak kanlı bir katliama dönüştürüldü.
27 Mayıs 1980'de Gün Sazak'ın öldürülmesini bahane eden karanlık
güçlerin kışkırttığı MHP'li faşistlerin öncülüğünde bir grup, 28 Mayıs
günü Çorum'un en işlek caddele-
rinde terör estirmeye başlar. Dükkanlar yağmalanır, Alevi demokrat
esnaflar dövülür. Alevilerin yoğun
olduğu Milönü mahallesine saldırı olur. Çorum'da katliamın startı verilmiştir ve bu saldırılar belli
aralıklarla 5 Temmuz 1980'e kadar
sürer. Devrimci ve demokratik Çorum halkının katliamcılara karşı
olağanüstü bir direniş sergilemesi
binlerce insanın katledilmesinin
önüne geçer, ancak buna rağmen
Çorum kan gölüne çevrilir.
DARBE İÇİN KATLİAM
27 Mayıs 1980 - 5 Temmuz 1980
arasında yaşanan Çorum Katliamı,
tıpkı 6-7 Eylül katliamında olduğu gibi özel harp mamülü olduğu
besbelli olan bir kanlı provokasyondur. 12 Eylül Askeri Darbesi'ni
yapanların darbeyi meşrulaştırmak
için giriştiği açık bir provokas-
HAZIRLIKLAR BAŞLADI
Katliam öncesi, Çorum Emniyet
Müdürü Hasan Uyar görevinden
alınarak, yerine Dersim'de birçok
karanlık olaya adı karışan Nail
Bozkurt getirilir, Milli Eğitim
Müdürlüğü'ne de MHP'nin militanı olarak tanınan Fethi Katar.
Yine ırkçı ve faşizan görüşleri ile
tanınan Rafet Üçelli de Çorum
Valiliği'ne atanır. Demokrat olarak
bilinen devlet görevlileri sürgün
edilir, MHP'lilere silah ruhsatı yaygın biçimde verilmeye başlanır.
HAREKETE GEÇİLDİ
MHP'li eski bakan Gün Sazak'ın öldürülmesini bahane eden 'karanlık
güçler' 28 Mayıs günü Çorum'un
en işlek caddelerinde terör estirir.
Cadde ve sokaklar 'Kana kan, intikam' sloganlarıyla faşist saldırgan-
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
larca işgal edilir. Solcu ve Alevilere
ait işyerleri yağmalanır, tahrip edilir ve yakılır. Saldırıya uğrayanlar,
güvenlik güçlerine başvurduklarında 'Toplumsal olaydır, müdahale
edemeyiz' yanıtını alırlar.
CİNAYETLER BAŞLADI
Saldırganların bir kolu, demokrat
ve sol görüşlü Çorum gazetesine,
sol yayın satan Bahar Kitapevi'ne
saldırarak tüm eşyalarını, malzemelerini dağıtır ve tahrip ederler.
Saldırganların büyük bir kolu da,
solcuların, Alevilerin yoğunlukta
olduğu Milönü mahallesine yönelirler. Başka bir kol, Kuruköprü,
Üçevler, Sigorta ve Mutluevler
semtlerine yönelirler. Bazı polislerin saldırganlara yardımcı oldukları saptanır. Bu semtte 45 yaşlarında Servet Yıldırım isimli bir kişiyi
öldürürler. Celal Erdoğan (öğretmen), Salih Yılmaz (Öğretmen),
Turan Kabakulak, Vedat Eliaçık,
Hüseyin Şimşek, Sefer Eken, Sezai
Güren, Neşet Aydın, Mustafa Nallıca, Sadık Vasıfoğlu, Hasan Köse,
Aşır Demirel isimli sol görüşlü
kişiler de kurşunla ağır yaralanır.
Yine Altınevler semtinde evlerinin
balkonunda oturan iki kız kardeşe
silahla ateş edilir ve her ikisi ağır
yaralanır.
KATLİAMA VALİLİK İZNİ
Vali Rafet Üçelli, sokağa çıkma
yasağı koyar. Katliamcılardan korunmak için savunma amacıyla
halkın oluşturduğu barikatların
kaldırılmasını ister. Saldırıya uğrayan halk, sokağa çıkma yasağına
uyarken; saldırganlar özgürce sokaklarda saldırılarını sürdürürler.
Vali Üçelli, halkın kendini savunması için kurduğu bu barikatın kaldırılması için Jandarma Komutanı
Yarbay Vural Güride'ye emir verir. Halk ise, can güvenlikleri için
kurdukları barikatı kaldırmamakta
direnir. Eğer halk barikatlar kurup
direniş gösterme basiretini gösteremeseydi; Çorum Katliamı'nın dünyanın en büyük katliamları arasına
girmesi işten bile değildi.
Kuruköprü, Sigortaevleri, Terlemez
Evler, Milönü, Kale, Esnafevler,
Şenyurt, Bahçelievler, Karşıyaka,
Nadık mahallelerinde ve semtlerinde saldırılar devam etmektedir.
Alevi köylerinin yolları işgal altındadır. Ahmetdoğan, Çobandoğan, Savak ve Yoğunşehit, Kozluca
köylerinde yaşayan Aleviler dışarı
çıkamamaktadır. Mutluevler semtinde bir inşaatta iki ceset bulunur.
Kimlik belirlemesinde birinin Yahya Baran, diğerinin de Osman Aksu
olduğu ortaya çıkar. Her ikisinin de
el, göz ve ağızlarının bağlandığı,
vücutlarında 18'er kurşun yarası olduğu saptanır.
ÖLÜ SAYISI ARTIYOR
Çorum - Eskiekin köyü sınırları içinde, buğday tarlalarında iki
gencin cesedi ortaya çıkar. Kazım
Güler'e ait cesedin kurşunla delikdeşik edildiği, kimliği belirlenemeyen diğer cesedin de aynı biçimde
önce işkence, sonra silahla öldürüldüğü; Bayat'ın Gökboğaz mevkiinde ise silahla taranmış Şeref Şahin
adında bir genç ile Elvan Çelebi
köyü sınırları içindeki tarlalarda
SSK Çorum Hastanesi'nde çalışan
Necati Göktaş'ın silahla taranmış
cesetleri bulunur.
BÜYÜK KATLİAM HAZIRLIĞI
Günler ilerledikçe artan ölümler,
büyük bir katliam hazırlığının habercisi olaylar daha çok yaşanır
olur. Çorum halkı, faşistlerin hazırlıklarının büyük bir katliama
dönüşeceğinden kuşku duyar ve ilgilileri uyarmaya çalır. AP Çorum
İl Başkanı Yardımcısı Erol Şahin,
CHP İl Başkanı Cemal Solmaz' la
birlikte vali ve emniyet müdürüyle
görüşürler. MHP'nin saldırı hazırlıklarını ileterek önlem alınmasını
isterler... Aynı tarihte yeşil renkli 19 AT 535 plakalı ve 131 Murat
markalı (Adnan Ezejder'e ait) bir
otomobil, sol görüşlülerin oturduğu
semtlere dalar, çevreye ateş açar,
ateş sonucu Hatice İlhan isimli bir
lise öğrencisi ağır yaralanır. Çorum
Valiliği ve emniyeti saldırıların
hepsine kulaklarını tıkar ve hiçbir
önlem almaz.
BÜYÜK KATLİAM BAŞLADI
1 Temmuz 1980 günü, 'Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız'
sloganıyla ikinci katliam başlatılır.
Terlemez Evler ile SSK Hastanesi
civarında yerleştirilen uzun menzilli silahlarla solcu ve Alevi evlerine ateş açılır. Faşistlerin egemen
olduğu semt ve mahallelerde silah
sesleri, kenti çınlatmaktadır. Semtin tüm telefon şebekeleri kesilmiş,
haber alınamamaktadır. Faşistler
Çorum'a gelen yolları keser, araçları tahrip eder, esir aldıkları insanları işkenceyle öldürürler. Günün
bilançosu 4 ölü 10 yaralı, 50 ev ve
işyerinin tahrip edilerek yakılmıştır. Bu gelişmeler üzerine vali sokağa çıkma yasağı ilan eder. Ama
saldırganlar ellerini kollarını sallayarak rastgele sağı solu kurşun
yağmuruna tutar, ev ve işyerlerini
yakmaya devam eder.
'CAMİ YAKILDI' PROVOKASYONU
4 Temmuz sabahı, vali bir gün önce
koyduğu sokağa çıkma yasağını
kaldırır. Faşistler ise hemen halkı
tahrik etmek için kendi adamlarını değişik camilere dağıtır. Cuma
namazının bitiminde içeri girerek,
'Ey Müslümanlar, solcular-Aleviler
Milönü'ndeki Alaaddin Camii'ye
bomba attılar. Cami yanıyor, namaz
kılan Müslümanları katlediyorlar' diye bağırırlar. Tahrik sonucu
cuma namazından çıkanlar eline
ne geçirmişlerse topluca Milönü'ne
koşarlar. Çorum'un değişik camilerinden binlerce tahrik edilmiş öfkeli insan Milönü'ne yığılmıştır.
POLİS BİZZAT KATILDI
Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil
araba ile Çorum'da operasyona girişirler. Panzer mahalleden geçerken
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hedef gözetmeden ateş açar, Hatun
Dursun isimli hamile bir kadın kafasından aldığı iki kurşun yarasıyla
yaşamını yitirir. Öğretmen Hüseyin
Özdemir ağır yaralanır. Tıp öğrencisi Süleyman Atlas da panzerden
atılan kurşunla omzundan yaralanır. Panzerdeki polisler yaralı
öğrenciyi alıp SSK Hastanesi'ne
götürür. Bir gün sonra Süleyman
Atlas'ın işkenceyle öldürülmüş cesedi babasına teslim edilir.
TRT DE KATILDI
TRT de 'Çorum'da Alaaddin
Camii'ne patlayıcı madde atılması
ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı' haberini sık sık vermeye
başlar. Çorum'da da telsizlerle 'Aleviler camiyi bombaladı' söylentisi
yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız
Sünniler istemeye istemeye yayılan
dedikoduların etkisiyle Milönü'ne
koşarlar. Oysa camiye ne patlayıcı
madde atılmış, ne de dışarıdan ateş
edilmiştir. Haberin hiçbir doğruluğu olmamasına rağmen, TRT'nin
döndüre döndüre Çorum'da cami
bombalandı diye haber vermesi,
katliamın iyice yaygınlaşmasına sebep olur. İskilip yolu üzerinde Yazı
mahallesinin çıkışında biri kadın 7
kişi elleri bağlı olarak silahla öldürülmüş bulunur. SSK Hastanesi'nin
morgunda 7 ceset bulunmaktadır.
Ölü sayısı 17'ye çıkmış. Kimliği
tespit edilenler: İsmail Solmaz, Veli
Solmaz, Hasan Bağzık, Rıza Candan, Ahmet Doğan, Şükrü Yalçın,
Mehmet Yılmaz, Mehmet Şahinci,
Mustafa Yıldırım, Aziz Gündoğdu,
Ali Paçacı...
KÖYLERE SIÇRADI
Kızılkaya köyü Alevi'dir. Çorum
Katliamı'nın acılı haberini radyodan ve Çorum'dan gelen komşularından öğrenirler. Yakınlarının
durumunu öğrenmek için Çorum'a
gitmek isteyenlerin yolları kesilir,
rehin alınırlar. Kendilerinden haber
alamayan akrabaları onları aramaya
başlarlar. Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacılara (Ali
Paçacı) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış
durumda baba Ali Paçacı'nın cesediyle karşılaşırlar. Yanında oğlu
Veysel'in de işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur. Arpa tarlası
içinde başka bir ceset daha bulunur.
Bu, katliamın başından beri kayıp
olan Yoğunpelit köyünden Musa
Kireçli'dir. Yaydığı Köprüsü civarında, şoför Ali Gündoğduile tarla
sahibi Rıza Ayvaz'ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri
ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Selman
Eser'in başı kesik, ayaklarından
asılmış cesedini bulurlar...'
Çorum Katliamı, 57 yurttaşın hayatını kaybettiği, 200'ün üstünde
yaralı; 300'e yakın ev ve işyerinin
tahrip edilerek yakılması; binlerce
ailenin göçüyle tarihin en karanlık
sayfaları arasında yerini aldı. Katliamın belgeleri 'kozmik odaların'
raflarından indirilerek hesaplaşılmayı bekliyor. Türkiye'deki bütün
katliamların gerçek sorumluları
ortaya çıkarılıncaya dek özgürlük,
adalet, demokrasiden bahsetmek
mümkün olmayacak... Bu vesileyle
katliamda yaşamını yitiren yurttaşları bir kez daha saygıyla anıyoruz.
Türk generaller ve ABD'li ajan
Katliamın en kanlı kısmının hemen
ertesinde 8 Temmuz'da Çorum'a
gelen darbeci generaller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan
Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Tahsin Şahinkaya ve Jandarma
Genel Komutanı Orgeneral Sedat
Celasun kanlı görevin 'başarıyla'
icra edildiğini yerinde incelediler. TSK'nin darbe yapan komuta kademesinin işbirlikçisi ABD
Büyükelçiliği'nde 2. katip olarak
görevli CIA ajanı Robert Alexsander Peck ise çok önceleri, 1980
yılının başında Çorum'a gelmişti.
Çorum'da belediye başkanı ve vali
ile görüşmeler yapar. Daha sonraki
yıllarda vali ve belediye başkanı ile
yaptığı görüşmeler devlet sırrı bahanesiyle açıklanmaz.
Katliamlar devlet politikası
Türkiye topraklarında yaşanan
tüm katliamlar gibi Çorum Katliamı da bir devlet politikası olarak ortaya çıktı. Bu politika 1915
Ermeni Soykırımı'nda ve Dersim
Katliamı'nda görülmüştür. Van'da
Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın
yaptığı katliamda görülmüştür. 6-7
Eylül katliamında görülmüştür.
Nurhak'ta, Kızıldere'de görülmüştür. Daha yakınlara geldiğimizde; '77 1 Mayısı'nda görülmüştür.
Malatya'da, Maraş'da, Çorum'da,
Sivas'ta görülmüştür. Özellikle son
30 yıldır da Kürt illerinin her bir
köşesinde saymakla bitmeyecek yoğunlukta binlercesine tanık olmaktayız. 'Bin operasyon yaptık' diye
itiraflarda bulunulmuştur. Ve bugün de katliam politikaları devam
etmektedir. Özel Darp Dairesi'nin
komutanları katliamları 'muhteşem
örgütlenme' diyerek açıkça üstlendiler. Diğer taraftan ise katliamcıların yargılanması, hesap sorulması 'derin güçlerin' marifetleriyle
hep engellendi. Kimi katliamların
sorumluları yakalanıyor gibi gösterilse de işin özüne dokunulmadı.
Katliamcıların merkezi hep işinin
başında olmaya devam etti. Bu
gerçek Çorum Katliamı'nda da devam etti. Bu katliamların hepsinin
arkasında, 'Özel Harp Dairesi'nin,
JİTEM'in, Ergenekon'un' kanlı parmak izi çıktı. Devletin izi çıktı. Bu
gizli savaş örgütlerinin karanlık
ve kanlı güçlerin, darbecilerin ve
Kürt sorununda çözümsüzlük yanlılarının hizmetinde olduğu hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
biliniyor. Çorum Katliamı'nın hesabını sormak, bugün işlenen katliamlara sessiz kalmayarak, katliamcılara karşı sesini yükseltmekten
geçiyor...
Devrimci 78'liler Federasyonu arşivinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Kaynak: gunlukgazetesi.net
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İşte Başbakan
Erdoğan’ın Açıkladığı
Fransaya Karşı Uygulanacak Yaptırımlar
Soykırım tasarısı kabul edildi.
Madde 1:
29 Temmuz 1881 kanunun 24 bis maddesinin birinci bendi, alttaki yeni beş bendle değiştirilmiştir.
"24'üncü maddenin altıncı bendi doğrultusunda, soykırım suçunu
veya insanlık ve savaş suçunu savunan, inkar eden veya kamusal
alanda onemsizleştirmeye çalışan, altaki tanımlamalara dayalı
cezalandırılacaktır:
1) Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsünün 6'inci, 7'inci,
8'inci maddesi
2) Ceza kanunun 211-1 ve 212-1 maddesi
3) Uluslararası Askeri Mahkemesi'nin statüsünün 6. maddesi:
“Ve kanunen tanınmış, Fransa tarafından imzalanmış ve onaylanmış
uluslararası bir sözleşmenin, veya uluslararası veya Avrupa
kurumlarının nitelikli bir karara bağlı, Fransız yargısı tarafindan
nitelendirilmiş, Fransa’da uygulanabilir hale gelir.”
Madde 2
29 Temmuz 1881 basın ozgürlüğüne dayalı kanunun 48-2 maddesi
şu şekilde değiştirilmiştir:
1) “sürgün” kelimesinden sonra “ya da soykırım kurbanı, savaş suçu,
düşmanla isbirliği ve insanlık suçu kurbanı” eklenmiştir.
2) “Savunma” kelimesinden sonra “soykırımlar” kelimesi
eklenmiştir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Fransa Meclisi’inden geçen soykırımı inkar tasarısının geçmesi sonrası
ilk kez konuştu: Fransa ile siyasi ve
askeri ilişikleri bitirdik..
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Fransa parlamentosunda 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının inkarını suç sayan düzenlemenin kabul
edilmesini “çok büyük bir talihsizlik
olarak” değerlendirdi.
Erdoğan, “Fransa parlamentosundan Ermeni tasarısının geçmesinin
ardından Türkiye’nin yol haritasının
ne olacağı” sorusuna şu yanıtı verdi:
“Sayın Başkan, gördüğünüz gibi
böyle çok kritik bir ana rastladı bu. Yüksek Düzeyli Stratejik
Konsey Toplantısını yaptığımız bir
günde gerçekten böyle bir kararın
Fransa’da açıklanmış olması, alınmış olması bizler açısından da ayrı
bir talihsizlik ama Fransa açısından
çok büyük bir talihsizlik. İnsan
haklarına tamamen ters. Fransa’da
sözde soykırımı reddedenlerin,
cezalandırılması yönündeki teklif
maalesef bütün uyarılarımıza, bütün
yapıcı ikazlarımıza, tavsiye ve telkinlerimize rağmen, ulusal mecliste
oylanarak kabul edildi. Bu tabii
Türkiye-Fransa ilişkilerinde çok ağır
ve telafisi zor yaralar açacaktır. Son
derece kasıtlı, son derece artniyetli
alınan bu karara Türkiye olarak sessiz kalmamız mümkün değildir.”
Erdoğan, “Bu oylama Türkiye’den
ziyade Fransa’ya, Fransa halkına
Fransa’nın inşa edildiği ülkelere
çok büyük haksızlıktır. Fransa’da
düşünce özgürlü var mı? İfade
özgürlüğü var mı? Cevabının da ben
veriyorum: Yok. Bu, özgür tartışma
ortamını ortadan kaldırmıştır. Ne
yazık ki Fransız ihtilalinin simgeleri olarak bilinen özgürlük, eşitlik
kardeşlik ilkeleri bugün bizzat
Fransa parlamentosu tarafından
ayaklar altına alınmıştır. Herhalde
bundan sonra Fransa Voltaire’i de
Montesquieu’yu da konuşmaz” dedi.
Başbakan konuşmasına “Şunu da
dost düşman herkesin bilmesini
istiyorum: Biz, tarihimizle gurur
duyuyoruz. Bizim veya bizi sıkıntıya düşürecek bir tarihimiz yok”
sözleriyle devam etti.
Kaynak: http://www.akhaberci.com
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MGK'dan 'Fransa'ya direniş' kararı çıktı
çalışmalar gözden geçirilmiş, bu
yöndeki çabaların da demokrasiden, hukuk devleti anlayışından ve
evrensel değerlerden ödün verilmeksizin kararlılıkla devam ettirileceği kaydedilmiştir.
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bildirisinde, Fransa Parlamentosunda
kabul edilen yasa teklifinin toplantıda tüm boyutlarıyla ele alındığı
belirtilerek, “Tarihin parlamentoların alacakları yanlı kararlarla
yeniden yazılmasının yanlışlığı bu
kanun tasarısıyla daha vahim bir
şekilde görülebilmiştir. Fransa'da,
aklı selimin hakim olması ve bu hatalı adımdan geri dönülmesi yönündeki beklentimiz sürmekle birlikte,
tasarının kanunlaşması durumunda bu haksız tasarrufa her şekilde
karşı çıkılması kararlaştırılmıştır”
denildi.
*********
Milli Güvenlik Kurulu'nda Fransa Parlamentosu'nda sözde Ermeni
soykırımı iddialarına yönelik yasa
tasarısının kabul edilmesi görüşüldü.
ANKARA - Milli Güvenlik Kurulu
(MGK) bildirisinde, Fransa Parlamentosunda kabul edilen yasa teklifinin toplantıda tüm boyutlarıyla
ele alındığı belirtilerek, “Tarihin
parlamentoların alacakları yanlı kararlarla yeniden yazılmasının
yanlışlığı bu kanun tasarısıyla daha
vahim bir şekilde görülebilmiştir. Fransa'da, aklı selimin hakim
olması ve bu hatalı adımdan geri
dönülmesi yönündeki beklentimiz
sürmekle birlikte, tasarının kanunlaşması durumunda bu haksız tasarrufa her şekilde karşı çıkılması
kararlaştırılmıştır” denildi.
MGK toplantısının ardından yayımlanan bildiride, Fransa'da iktidar partisi tarafından gündeme
getirilen ve 22 Aralık 2011 tarihli
ulusal meclis oturumunda hükümet
temsilcisi tarafından da açıkça desteklenerek kabul edilen yasa teklifinin tüm boyutlarıyla ele alındığı
belirtildi.
Bildiride, anılan yasanın ifade özgürlüğüne, bilimsel çalışmalara ve
ilgili uluslararası hukuk kurallarına aykırılığına dikkat çekilerek,
bu gelişmenin iki ülke arasındaki
tarihe dayanan dostluk ilişkilerine
büyük bir darbe vurduğunun kaydedildiği vurgulandı.
Bildiride şöyle denildi:
“Bu konuda hükümetin bu aşamada açıkladığı ve Fransa'nın atacağı
adımlara bağlı olarak benimseyebileceği ilave tedbirlerin kararlılıkla
uygulanmasının önemi vurgulanmıştır. Tarihin parlamentoların
alacakları yanlı kararlarla yeniden
yazılmasının yanlışlığı bu kanun
tasarısıyla daha vahim bir şekilde görülebilmiştir. Fransa'da, aklı
selimin hakim olması ve bu hatalı
adımdan geri dönülmesi yönündeki
beklentimiz sürmekle birlikte, tasarının kanunlaşması durumunda
bu haksız tasarrufa her şekilde karşı çıkılması kararlaştırılmıştır.”
TERÖRE TAVİZ YOK
Toplantıda ayrıca, vatandaşların canına, malına, hak ve özgürlüklerine
kasteden terörist faaliyetler ve oluşumlara karşı güvenlik güçlerinin
cesur, kararlı ve fedakarane şekilde ve etkin işbirliğiyle yürüttükleri
operasyonlar neticesinde terör örgütüne büyük darbe indirildiğinin
altı çizildiği kaydedildi.
Ülkenin birlik ve bütünlüğünü,
milletin kardeşlik ve huzurunu hedef alan bölücü terör örgütüne yönelik bu kararlı ve etkin mücadelenin önümüzdeki dönemde de taviz
verilmeksizin her alanda sürdürüleceğinin bir kez daha teyit edildiği
belirtilen bildiride, şu ifadelere yer
verildi:
“Diğer yandan, terör örgütünün istismar alanlarının ortadan kaldırılması amacıyla yürütülen kapsamlı
Aziz milletimizin her vesileyle, son
olarak da Van depreminin yaralarının sarılması gayretleri bağlamında
somut olarak sergilediği takdire şayan birlik ve kardeşlik anlayışının,
terör örgütünün hain hedeflerine
ulaşmasına izin vermeyeceğine
olan kati inanç vurgulanmıştır.
Irak'ın güvenlik ve istikrarına
önem veren Türkiye'nin, Irak'taki
siyasi gelişmeleri yakından takip
ettiği ve Irak halkının takdire şayan
çabaları ve uluslararası toplumun
katkılarıyla son yıllarda elde edilen
önemli kazanımların yitirilmemesi
için tüm Iraklıların birlikte gayret sarfetmesi gerektiğine inandığı
kaydedilmiştir. Bu kapsamda ABD
askeri güçlerinin çekilmesinin hemen ardından yaşanan siyasi krizin
çoğulcu demokrasi anlayışına ve
hukukun üstünlüğüne saygı gösterilerek çözüme kavuşturulmasının
önem taşıdığı, bu doğrultudaki çabalara her türlü desteğin verileceği
vurgulanmıştır.
Ayrıca Irak'la terörle mücadelede
somut mesafe kaydedilmesi gereği
yinelenmiş, bu çerçevede Irak makamlarının terör örgütünün Irak'ın
kuzeyindeki mevcudiyetinin sona
erdirilmesini teminen etkin işbirliği sergilemeleri yönündeki kati
beklentimiz, bir kez daha kuvvetle
vurgulanmıştır.
Suriye'de sivil halka ve muhaliflere
yönelik şiddet ve yıldırma eylemlerinin bir an önce durdurulmasının
ve Suriye'nin geleceğinin, Suriye
halkı tarafından belirlenmesinin
önemine işaret edilmiş, bu çerçevede halkın meşru talepleri doğrultusunda demokratik geçiş sürecinin
süratle başlatılması gerektiği belirtilmiştir.” (aa)
Kaynak:
http://www.radikal.com.tr
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni Aydınlardan
TC'ye Çağrı;
Soykırımla Yüzleş!
Parlamentoların tarihi olaylarla
ilgili karar alması çok yanlışmış.
Parlamentoların tarihi olaylarla
ilgili karar alması yanlışsa, bu,
bizim Ermeni Soykırımı ile ilgili
TBMM'den bekleyebileceğimiz
bir şey olmadığı anlamına mı
geliyor? Siyasetin tarihi olaylarla
ilgili karar alması yanlışsa, Dersim hakkında edilen kelam bizi
niye heyecanlandırdı? Ama bu kez
Fransa'da geçmekte olan yasa tasarısı, soykırımı tanımanın ötesinde,
soykırımın inkârını cezalandırmayı öngören bir tasarı.
Türkiye inkâr hakkının peşinde!
Fransa'da, ifade özgürlüğünü soykırımların inkârı yönünden kısıtlayacak tasarı yasalaşıyor.
Özgürlükler cenneti ülkemiz yine
seferberlik hâlinde...
Parlamentoların tarihi olaylarla
ilgili karar alması çok yanlışmış.
Parlamentoların tarihi olaylarla
ilgili karar alması yanlışsa, bu,
bizim Ermeni Soykırımı ile ilgili
TBMM'den bekleyebileceğimiz bir
şey olmadığı anlamına mı geliyor?
Siyasetin tarihi olaylarla ilgili
karar alması yanlışsa, Dersim
hakkında edilen kelam bizi niye
heyecanlandırdı?
Ama bu kez Fransa'da geçmekte olan yasa tasarısı, soykırımı
tanımanın ötesinde, soykırımın
inkârını cezalandırmayı öngören
bir tasarı.
Böyle olunca da Türkiye, inkârcı
zihniyetine ve haksız konumuna
ince bir haklılık kılıfı geçirme
şansına erişti.
Belli ki soykırımın inkârının cezalandırılmaması gerektiği konusunda cümleten hemfikiriz.
Peki, inkârın ahlaken de bir suç
olmadığını mı düşünüyoruz?
Önünde sonunda Türkiye'nin
savunduğu, soykırımı inkâr hakkı
değil midir?
96 yıldır süren bu "hakkı" kullanma rahatlığının devamı değil
midir?
İnkâr suç değilse, Türkiye bunca
yıldır hangi suçu işliyor?
2006 yılında aralarında Hrant
Dink ve Ragıp Zarakolu'nun da bulunduğu 9 Türkiyelinin Fransa'da
savunduğu şey ile Türkiye'nin
bugün savunduğu şey gerçekten
aynı mıdır?
Türkiye'nin, Hrant Dink'ten kendi
lehine devşirdiği sözleri kullanmaya hâlâ yüzü var mıdır?
Türkiyeli Ermenilerin son çığlığı
Hrant Dink'in, "soykırım" sözcüğünü kullanmama tercihiyle,
bugün başkalarının "soykırım"
kelimesini kullanmama tercihleri
aynı kalibrede midir?
Türkiye'nin kendi sahici sözü
nedir?
İnkâr politikası, kötülüğe olur
vermesiyle, 1915 sonrası birçok suç
işledi. Hrant Dink'in öldürülmesinin de iklimini hazırladı.
İnkâr, soykırım mağdurlarına travmayı tekrar yaşattığı ölçüde şiddeti
yineleyebilir ve bu hâliyle suçtur.
İnkârdan beslenen bir ifade özgürlüğü söylemi buram buram riya
kokuyor.
Kokuyu almıyor musunuz?
Türkiye'nin tutunduğu ifade özgürlüğünün bu en ince dalı, hantallığını taşıyabilecek güçte değildir.
Evet, tartışmayı üçüncü ağızlardan
alıp ait olduğu topraklara taşımalıyız.
Söz konusu tasarıya karşı çıkmanın belki de en haklı gerekçesi
budur.
Onun için bırakın Fransa'yı.
Fransa çok kötü bir şey yapıyormuş, niyeti hayra değilmiş...
Peki, Türkiye ne yapmayı düşünüyor?
http://www.marksist.org
Arat Dink - Garo Paylan - Hayko
Bağdat - Markar Esayan - Sibil
Çekmen - Tamar Nalcı - Tatyos
Bebek
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Soykırımı inkâr ve Fransa'ya hücûm!..
Fransız Ulusal Meclisi'nde
22 Aralık 2011 günü kabul edilen
ve kısaca “Fransa’nın yasayla tanıdığı soykırım suçlarının kamuoyu
önünde övülmesi, savunulması ya
da inkârını" yasaklayan yasaya,
Türkiye resmi düzeyde öylesine ölçüsüz bir tepki gösteriyor ki; 1999'da
Öcalan Roma'da misafir edildiğinde, Türkiye'deki cahil kalabalıkların
İtalya'dan ithal edilen portakalların
üzerinde tepindikleri millî histeri
günlerine geri dönüldü adeta.
AKP ile hiçbir konuda bir araya gelemeyen CHP ve MHP bu konuda kutsal milli ittifak kurmada bir an bile
gecikmediler. Tabii ki Perinçek ve
Kerinçsiz'in gibilerin eksikliği yine
de belli oluyor!
Bütün bunlara çoğu liberal, demokrat ve sosyalist aydından örtülü bir
onay gelmesi Türkiye'nin düşünce
iklimini göstermesi bakımından oldukça öğretici. Onlar da Fransa parlamentosunun kötü bir şey yaptığını,
en azından üzerine vazife olmayan
bir işe soyunduğuna iman etmiş olmakla beraber, meselenin içeride
kendi aramızda halledilmesi gerektiğine vurgu yaparak diğerlerinden
ayrılıyorlar.
Fransa'nın elinin temiz olmadığı,
öncelikle başta Cezayir olmak üzere
sömürgelerinde işlediği insanlık suçlarıni temizlemesi gerektiği; Sarkozy
yönetiminin seçim yatırımı yaptığı
ve Ermeni oylarını avlamak için bu
yasayı gündeme getirdiği söylemleri
de en çok dile getirilen argümanlar.
Yasa, 1915 soykırımın tanınması için
mücadele eden aydın ve insan hakları savunucuları arasında da bölünme
yaratmış durumda. Çok küçük bir
azınlık Fransa'daki yasal düzenlemenin haklılığını savunuyor; diğerleri bu tür girişimlerin Türkiye'deki
tarihle yüzleşme mücadelesini zora
sokacağını, düşünce özgürlüğü ve
sorunun tartışılması bağlamında ulusalcı ve inkarcıların eline büyük koz
vereceği endişesini dile getiriyorlar.
AİHM’de birçok dava takip eden bir
hukukçu, “bu yasa AİHM’den döner!” diye köşe yazısı yazabiliyor.
Evrensel insan haklarını ilgilendiren
bir adım atmış oluyor.
- Fransız Parlamentosu'nun çıkardığı
bu yasa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kıstasları ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)
kararları ile çelişmiyor; tersine AB
Çerçeve Yönergesine uygun olarak
hazırlanmış bir metin.
Boyer Yasası...
Re c e p Ma r a ş l ı
“Voltaire’in ülkesine yakışmadı” denebiliyor. Bir başkası “dünyada eşi
benzeri görülmemiş bir yasa!” diyebiliyor. Ve sağdan sola herkes “çifte
standart”tan bahsediyor!
Sorun, bu alanda hem kendileri çile
çekmiş, hem de tutarlı davranabilmiş
aydınlardaki özensizlik, dahası resmi tezlere kendi cephelerinden destek çıkmaları.
Doğruca söyleyeyim:
- Ermeni soykırımının da inkar edilmesini cezalandıran bir yasa kabul
ederek Fransız Parlamentosu çifte
standartlı davranmamış, aksine çifte
standartlı olabilecek bir ayrımcılığın
önüne geçmiştir.
- Fransız Parlamentosu bu yasayla
“tarihi konularda belirleyici bir karar
mercii” gibi davranmamış, tam tersine Parlamentoların asıl işi olan hukuksal ve siyasal bir karar almıştır.
- Bu yasayla, “eşi benzeri görülmemiş özel” bir karar alınmış olmuyor,
zaten yürürlükte olan ve Gayssot olarak bilinen yasaların Ermeni soykırımı da dahil Fransa'nın resmi olarak
tanıdığı tüm soykırım suçlarını da
kapsayacak biçimde genişletilmesine
karar vermiş oluyor.
- Fransız Parlamentosu bu yasayla,
Türklerle Ermeniler ya da Türkiye ile
Ermenistan'ı ilgilendiren bir meseleye karışmış olmuyor, Fransa'da yaşayan soykırım mağduru kendi vatandaşlarının haklarını korumuş oluyor.
Üzerine çok konuşulan, çok fırtına
kopartılan şeylerin hakkında çok
az şey bilinmesi Türkiye'nin tartışma üslubu ve gündemine ilişkin bir
özellik olsa gerek. "Ermeni soykırımının inkarını cezalandıran yasa"da
aslında tek kelime ile bile Ermeni
soykırımından bahsedilmiyor; özel
bir vurgu yapılmıyor. "Fransa’nın
yasayla tanıdığı soykırım suçları"
deniyor. Böylece başta Holokost olmak üzere, 2001 yılında Parlamentoda kabul edilen Ermeni soykırımı;
Lahey Yüksek Adalet Divanında
"soykırım" olarak kabul edilen Ruanda ve Bosna gibi örnekler dahil
pek çok olgu bu tanımın içine girmiş
olmakta. Yasa sadece "inkar etmeyi"
değil "soykırım suçlarının kamuoyu
önünde övülmesi, savunulması ya da
inkârını" birlikte tanımlıyor. Bu haliyle yasanın amacı ve kapsamı daha
iyi anlaşılmaktadır.
Oysa tartışmalar oldukça basitleştirilmiş, popüler söylemler üzerinden
yürütülmekte. Tasarının iktidardaki
muhafazakar ve muhalefetteki sosyalist partinin desteğini aldığını; yasa
taslağını hazırlayan Bayan Boyer'in
ise Cezayir vurgusunu yapmaktan
hoşlananların hoşuna gitmeyecek
biçimde aslen Cezayirli olduğunu belirtmekte fayda var.
Türkiye'nin en yetkili ağızlardan ifade ettiği tehdit, şantaj, böbürlenme
ve yiğitlenmelerine rağmen Fransa
Ulusal Meclisi'nden sonra Senato'nun
da kendi iç hukukundaki bu düzenlemeyi tamamlayacağını umuyorum.
Yoksa Türkiye'nin masaya sürdüğü
rüşvet ve pazarlık malzemeleri (Kürt
meselesinde hep yapıldığı gibi) bu
halkların haklarının feda edilmesine
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gerekçe yapılırsa, asıl o zaman hukuk ve adalet yaralanmış olur.
Soykırımı inkarı yasasının hukuksal
dayanakları
Fransa’da, 1990 yılında çıkarılan
ve Gayssot Yasası olarak bilinen bir
yasa ile Nazilerin Yahudilere uyguladığı Holocaust’u inkar etmek suç
sayılmaktadır. Bu yasanın 9. Maddesi 1945 tarihli Londra Antlaşması ile
kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi'nin kuruluş gerekçesine atıf yapmakta. "İnsanlığa karşı
işlenmiş" suçların başında soykırımı
tanımlayan, bununla beraber sivillere karşı uygulanan cinayet, katliam,
köleleştirme, göç ettirme (meşhur
"Tehcir" meselesi), işkence vb. gibi
insanlık dışı davranışları" yargılayan
bu Mahkeme "insanlığa karşı işlenmiş suçların inkârını" da suç sayarak
cezalandırmıştı.
Bu hukuksal referanslara dayanan
Gayssot yasası soykırımın inkar edilmesini, soykırım suçunun bir unsuru
olarak değerlendiriyor. Ayrıca “ırkçılıkla mücadele” kapsamında değerlendirilen Gayssot benzeri yasalar yalnız Fransa’da değil Almanya,
Avusturya, Belçika, İspanya, İsviçre,
Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Slovakya, Litvanya gibi birçok
Avrupa ülkesinde de yürürlüktedir.
AB içinde de hiçbir kurum ve hukuksal platformda bu yasaların düşünce
özgürlüğüyle, çeliştiği eleştirisi yapılmadı. Aksine bu tip önlemlerin,
AB içinde giderek yaygın bir önlem
haline gelmesi söz konusu.
Uygulamada örnekler...
Örneğin Almanya Parlamentosu da
2005 yılında Ermeni soykırımını
farklı bir tarzla da olsa kabul eden bir
yasayı onayladı. Gayssot yasalarının
geçerli olduğu bu ülkede, soykırımının inkarının 1915’e uygulanması
özel bir yasa çıkarılarak değil ama
Yüksek Mahkeme’nin içtihadıyla
farklı bir yolla çözüldü. Mart ayında
“Berlin’de Büyük Talat Paşa Harakatı” adıyla Kızılelma Koalisyonu [ki
çoğunluğu şu anda Ergenekon davası
sanıkları olarak yargılanmaktadır]
bir gövde gösterisi düzenlemek isteyince, Temyiz Mahkemesi bu yürü-
yüşün ancak soykırımı inkar eden
pankartlar taşınmaması, konuşmalar
yapılmaması koşuluyla serbest bıraktı.
İsviçre’de 1915’le ilgili özel bir yasa
bulunmamasına rağmen burada hukuki içtihad yoluyla Gayssot yasaları
1915 için de uygulanmaktadır. Perinçek hakkında açılan davanın hukuki
dayanağı buydu.
Fransa’nın 1915 Soykırımını parlamentoda resmen tanımasından sonra
Gayssot yasalarının Ermeni soykırımı için de genişletilmesi doğal hukuki bir süreçtir. Tersine, ortada hem
1915 soykırımın resmen tanınması,
hem de Holocaust’un inkarını suç
sayan yasa bulundukça, bunun Ermeni soykırımı için de uygulanmaması
çifte standart ve ayrımcılık olurdu.
Bu iki olguyu da kabul eden ülkeler,
kendi sistemlerine uygun olarak bir
biçimde bu sorunu çözmek zorundalar.
İfade özgürlüğü meselesi...
Düşünce özgürlüğünün tarifi ve sınırları konusunda farklı ölçütlerin
bulunması doğal. Fakat, şimdiki tartışmayı bu arkadaşların AB düşünce
özgürlüğü ve hukuk normlarını “referans” aldıklarını varsayarak yapacağım. Zira bütün bu tartışmalar
içinde AB’nin sahip olduğu genel hukuki normları değil, sadece Fransız
parlamentosunun bu kararını “özel”
bir durum sayarak eleştiri konusu
yaptılar.
Yaklaşık 22 yıldır yürürlükte olan
Gayssot hakkında bu yasaların Avrupa düşünce özgürlüğü kriterleriyle çeliştiği yönünde, ne resmi olarak
Türkiye’den, ne de bugünkü aydınlarımızdan şimdiye kadar herhangi
bir eleştiri gelmedi. Ta ki, bu yasanın
Ermeni soykırımı ile ilgili olarak da
kullanılmasına kadar. Buradan anlamamız gereken şey, yanlış olanın bu
yasaların değil, Ermeni soykırımının
tanınması olduğu mudur?
Yahudi soykırımını inkâr ve ırkçı söylemleri nedeniyle 1992’de
Almanya’da hapis cezasına mahkûm
edilen eski Nazi subayı Otto Ernst
Remer; Almanya’nın ifade özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle
AİHM’e başvurdu. Mahkeme 6 Ey-
lül 1995 tarihli kararında Remer’in
başvurusunu reddetti. AİHM, nefret
söylemleri gibi Holocaust'u inkârı da
“hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yönelik bir eylem" olarak değerlendirdi.
Gayssot yasalarının da “düşünce özgürlüğünü” sınırladığını, Holocaust’u
inkar etmenin de bir düşünce olduğu,
Nazi’lerin de düşünce ve örgütlenme
özgürlüğünü savunmak mümkündür.
O zaman bir tutarlılıktan bahsedilebilir. Tabi, “Gayssot yasalarını eleştirmek neden Ermeni soykırımı tartışıldığı zaman gündeminize girdi?”
sorusuna da ahlaki bir cevap bulabilmek şartıyla...
Hem 1915 soykırımını tanıyan, hem
düşünce ve ifade özgürlüğünde AB
normlarını esas alan, hem de Fransa’daki yasaya karşı çıkan aydınlarımızın içine düştükleri bu tutarsızlığı
çözmeleri gerekmiyor mu?
Cezayir meselesi...([1])
Fransa'nın öncelikle kendi elini temizlemesi, örneğin Cezayir'de uyguladığı insanlık suçlarının hesabını
verip sonra Türkiye'ye ders vermesini söylemek; bana oldukça gayri-ahlaki geliyor. Siz madem Fransa'nın
Cezayir'de insanlık suçları işlediğine
kaniyseniz bunun kararlı takipçisi olmanız beklenir. Başka hiçbir zaman
hiçbir biçimde sorun yapmayıp sadece Ermeni soykırımı tartışıldığında
"ama sizin elinizde de Cezayir kanı
var" diye bir tehdit olarak gündeme
getiriyorsanız, bu açıkça "sen bizim
pisliğimizi eşeleme, biz de senin pisliğini eşelemeyelim" diyerek insanlık suçlarını kirli bir pazarlık konusu haline getirmektir. Türkiye aynı
yaklaşımı 1915 soykırımını tartışan
her ülke için gösteriyor; Örneğin en
sıkı ittifakı ABD ile yürütürken aklına gelmeyen "Kızılderili soykırımı"
Ermeni soykırımı tartışıldığı anda
ortaya atılıp, iş bitince de unutuluveriliyor!
"Başkaları karışmasın" meselesi...
Dünyanın değişik parlamentolarında gündeme gelen bu tür yasaların,
Ermenilerle Türkler arasındaki soykırım ve diğer sorunların çözümüne
yardımcı olamayacağı, taraflardaki
karşı uçları güçlendirip, gerginliği
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
artıracağı, “üçüncü” ülkelerin bu tür
karışmalar yapmaması gerektiği görüşleri de oldukça tutarsız.
karar sahibi olma hakkını kaybettiniz!" Akıl ve vicdan bunun neresinde?
Elbette soykırımdan kaynaklanan
sorunlar nihai olarak fail ve mağdur
konumundaki bütün toplumlar tarafından ortaklaşa tedavi edilebilir.
Yoksa bu yara ilelebet kanayıp gidecektir...
Seçim yatırımı meselesi...
Ne ki soykırımı, tehciri, etnik arındırma politikalarını adı üzerinde "insanlığa karşı işlenmiş suçlar!" olarak
tarif ettikten sonra, başka "insanların" bu işe karışmamasını, müdahil
olmamasını istemek sadece saçmalıktır. Soykırım sadece bir etnik
grubu hedef alır ama aslen bütün insanlığa karşı işlenen bir suç, ağır bir
tehdittir! Bir cinayetin sadece katille
mağdur arasında bir sorun olduğunu,
başkalarının karışmaması gerektiğini söylemek gibi bir şeydir bu. O halde, bu aydınlarımız neden AB kriterlerinden, dünya insanlık ailesinden
bahsederler? Neden Türkiye’de işkence ve haksız yargılamalara karşı
AİHM’e başvururlar? Neden uluslar
arası sözleşmelere referans yaparlar?
Soykırımı sadece, Ermeni ve Türk
hükümetini ilgilendiren bir sorun
olarak tarif etmek hangi entellektüelin işi olabilir?
Diaspora meselesi...
Başka insanları da bir yana bırakalım; soykırım ve sürgünün doğrudan mağduru olarak dünyanın dört
bir yanına savrulmuş Ermeni, Asuri, Süryani, Pontuslu vd. toplumlar
bu tartışmanın asli muhataplarıdır.
Onlara "siz bu işin dışında durun,
bulunduğunuz ülkelerde bu işin mücadelesini yapmayın" diyebilmek
"Kendi koşullarınızı sorgulamayın,
başınıza gelenleri kabullenin" demek
değil midir?
"Diaspora" kavramını şeytanlaştırarak, onunla uzlaşılmaz, konuşulmaz,
kötücül bir anlam yüklemek; tam
da ana vatanlarından bin bir acı ve
zulümle kopartılarak tarihsel haksızlığın doğrudan kurbanı olan bu
toplumları bir daha mahkum etmek
anlamına gelir. "Kırıldınız, sürüldünüz, başka ülkelere saçıldınız, diaspora haline geldiniz, kendi başınıza
gelenler ve kimliğinizle ilgili söz ve
Parlamentolar bu tür yasaları görüştüğünde en bildik eleştirilerin başında ise "bunun bir seçim yatırımı"
olduğu; "birkaç yüz bin Ermeni seçmenin oyu uğruna" Türkiye'nin feda
edildiği söylemleri gelir. Bu eleştiriler, yasayla yapılmak istenenler konusunda aslında "samimi olunmadığı" ile, oy hesaplarının Türkiye'den
gelecek daha büyük çıkarların önüne
geçmemesi gerektiği gibi bir tehdit
imasını birlikte barındırır.
Bir parlamentonun varlık nedeni seçmenleri değil midir; Parlamentoların,
siyasal partilerin, hükümetlerin kendi seçmen kitlelerin taleplerini, duyarlılıklarını dikkate almasından onları yasal düzenlemelere yansıtmaya
çalışmasından daha doğal ne olabilir?
Eğer Fransız Parlamentosundaki siyasi partiler sayıları ne kadar az veya
çok olursa olsun Ermeni kökenli seçmenlerinin taleplerini, ihtiyaçlarını
dikkate alarak bir yasal düzenlemeyi, -hem de Türkiye gibi müttefik bir
devletin kaba tehdit ve şantajlarına
da aldırış etmeksizin- yapabiliyorsa
demokrasi iyi işliyor demektir. Yeter
ki hakkaniyete, adalete uygun olsun.
Doğrusu bir Parlamentoyu seçmenlerini dikkate aldığı, onların oylarını
önemsediği için eleştirmek akla ziyan bir buluş...
Onlar az biz çoğuz meselesi...
Fransız Parlamentosunda 22 Aralık
günü yapılan oylamada Türk kökenli Fransız yurttaşları da Parlamento
önünde tasarı aleyhine gösteri yapmaktaydılar. Türk medyasında ise bu
durum normal demokratik bir gösteri
olarak değil de şu başlıklarla verilmişti; "İçeride 50 kişi, dışarıda 5 bin
kişi!" Bir nevi içerideki 50 kişilik az
sayıdaki parlamenter, dışarıdaki 5
bin kişilik gösterici grubunun kalabalıklığına bakarak bu işten caymalı
gibi bir ima içeriyordu bu başlık. Ya
da sanki içerideki azınlık, dışarıdaki
çoğunluktan korkmalıymış gibi başka bir anlama sahipti.
Birçok siyasetçi "azınlık", "çoğun-
luk" meselesini zaten çok daha doğrudan cümlelerle ifade ediyorlar; "üç
beş bin kişilik Ermeni diasporasını
dikkate alıyorsunuz ama bizim buralarda çok daha fazla sayıda (seçmen
olabilecek ya da gürültü patırtı çıkarabilecek) Türk kökenli insanlarımız
var, çok oldukları için asıl onları dikkate almalısınız" diyorlar.
Böylece tam da neden Ermenileri,
Grekleri, Kürtleri, Asuri-Süryanileri
kendi ana vatanlarında kırarak, sürerek, asimile ederek "azınlık" haline
getirmek istediklerinin mantığını ele
vermiş oluyorlar. "Azınlık" çoğunluğa, onun lütfuna tabi olur; Azınlığın
haklarına değil, çoğunlun dediğine
kulak verilir tarzındaki bir "plüralizmin" demokrasi sanılması...
Tarih tarihçilere bırakılsın meselesi...
1915 soykırımının tarihe ve tarihçilere bırakılması, parlamentoların bu
yöndeki kararlar almasının sorunun
çözülmesine yardımcı olmayacağı
görüşüne de katılmıyorum.
Soykırım, insanlığa karşı işlenmiş en
ciddi suçtur. Yüksek düzeyde bir şiddettir. Tarihsel boyut, olgunun değişik veçhelerinden sadece bir parçasıdır. Şimdi burada tarihteki herhangi
bir olaydan değil, sonuçları üzerinde
siyasi fayda sağlanmaya devam edilen siyasal bir suç’tan bahsediyoruz.
Bu suçun hukuki bir tanımlaması
vardır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarda zamanaşımı olmaması, geriye
doğru da işleyebilmesi uluslar arası kabul gören bir ilkedir. “1915’i
tarihe, tarihçilere bırakalım” savı,
özünde soykırım suçu için zamanaşımı talep etmek anlamını taşıyor. Bu
TC’nin resmi tezidir. Olguyu sadece
tarih meselesi olarak kabul etmekle,
TC’nin zamanaşımı tezi desteklenmiş olur.
Ben kişisel olarak, “inkar etmenin”
soykırım suçunun bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Suç delillerini
karartmak, gizlemek ceza hukukunda her zaman suçun unsuru olarak
kabul edilir. Soykırım, asıl olarak
sonuçları düşünülerek tasarlanan,
işlenen bir suçtur. Örneğin, bir halkı
topyekün imha etmekle onun bütün
ülkesine, maddi ve kültürel varlığına
el konulmakta ve sahiplenilmektedir.
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İnkar, bu sonucun meşrulaştırılmasına, kabul ettirilmesine, sonuçlarının devam ettirilmesine yarar. Bu
yüzdendir ki inkarın dayanakları ve
biçimleri daha soykırım planıyla birlikte tasarlanıyor.
Ayrıca soruna esas olarak soykırım
kurbanı olan toplumlar açısından
bakmak gerekiyor; "inkar"ın yüksek düzeyde bir soykırım tehdidini, şiddet kullanarak siyasal sonuç
alma yöntemini içeriyor. Soykırım
kurbanlarının aşağılanması, çöküntüye uğratılması, sonraki kuşaklar
üzerinde de soykırım psikolojisinin
sürdürücü bir ögesi olarak yıkıcı bir
etki yaratır. En hafifiyle kurbanlara
yapılmış manevi bir saldırıdır.
Türkiye’nin resmi politikasının yalan ve inkara dayalı olması nedensiz
değildir. “Kürt diye bir ulus yoktur, Kürdistan diye bir ülke yoktur”, “Türkiye’de yaşayan herkes
Türk'tür”, “1915’de soykırım olmamıştır, buralar dünya kurulalı beri
Türklerin öz yurdudur” vs. TC’nin
resmi politika yalanlarıdır ve olguların inkarına dayanır. Buradaki
inkar’ın herhangi bir düşünce egzersizi olmadığı, bir diktatörlüğün üzerinde yükseldiği ideolojik dayanak
noktaları olduğunu görmek gerekir.
Telaş, Türk ırkçılığının ideolojik söylemlerinin de Naziler ve Aparheid rejimlerinin söylemleriyle beraber aynı
çukura doldurulmaya başlanmasından duyulan telaştır.
Sonuç olarak;
Parlamentoların, Soykırımı inkar
eden yasalar çıkararak, gerçekte soykırım suçuyla ve onun sonuçlarından faydalanan rejimlerle mücadele
edebileceği düşünülebilir mi? Bunun
çok daha köklü yaptırım ve değişimlere ihtiyaç duyduğu açıktır. Hele düşünce, tartışma ve bilim özgürlüğünü
sınırlayacak önlemlerle bu mümkün
değildir. Bu anlayışa uygun bir biçimde, en azından, soykırım kurbanlarının ırkçı sataşma ve saldırganlıklar karşısında cılız da olsa bir yasal
sığınağa sahip olmaları, manevi bir
desteğe sahip olmaları ise az şey değildir.
Kaynak:
http://www.gelawej.net
Fransa Parlamentosu’na değil,
soykırımın inkarına karşı
birleşmek gerek
Dünyanın çeşitli ülkelerinden sonra şimdi de Fransız Parlamentosu’nda
Ermeni Soykırımı’nın inkarını yasaklayan yasa tasarısına karşı
AKP'si, CHP'si, MHP'si, kimi iş kuruluşları ve çevreleri ve önemli bir
aydın tabanıyla Türkiye'nin geniş kesimleri birleşmiş görünüyor. Yasa
tasarısına karşı görüşler, yasağın düşünce özgürlüğüylebağdaşmayacağı önkabulünde buluşmakta.
Soykırımın inkarı devlet eliyle işlenen örgütlü bir suçun aklanmasına
hizmet eder; tarihleyüzleşmeyi, kurbanların anısı önündeeğilmeyi,
kurtulanların torunlarıkarşısında utanç duymayı “bir daha asla”demeyi
engeller. Eşitsizliği,tahakküm ilişkilerini ve potansiyel şiddet tehdidini
kalıcılaştırır.
Nitekim Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni, Aralık 1948'de kabul etmiş ve
Sözleşme Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir. O günden bu yana Holokost, yani Yahudi soykırımının inkarı birçok ülkede yasaklanmış, para
cezası ve hapisle cezalandırılmıştır. Fransa da Holokost inkarcılığına
karşı 1990 yılında Gayssot yasasını çıkarmıştır.
Soykırımı inkar etmek, düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek bir olgu değil, soykırıma uğramış bir halkın çocuklarına ve soykırımın utancını duyanlara uygulanan bir şiddet, soykırımın sonuçlarını
kalıcılaştırmak için kullanılan önemli araçlardan biridir, yeni insanlık
suçlarına davettir.
Bu yüzden biz aşağıda imzası bulunanlar, her şeyden önce, Türkiye’de
hayatın her alanında süren, vicdanları yaralayan, mağdurları tekrar
tekrar incitmeye devam eden inkar politikasına son verilmesini istiyoruz.
Ali Ertem - Ahmet Önal - Asude Kayaş - Atilla Dirim - Atilla Tuygan
Ayşe Günaysu - Ayşegül Devecioğlu - Bilgin Ayata - Cemal Yardımcı
Cengiz Algan - Döne Gündüz - Eren Keskin - Erol Özkoray - Ersin
Salman - Gülten Madenli - Halil Berktay - Hürriyet Şener - İ.Bülent
Gül - Laleper Aytek - Leman Yurtsever - Lily Keşiş - Mehmet Atak
Mehmet Polatel - Murat Kuseyri - Müjgan Arpat - Nilgün Yurdalan
Recep Maraşlı - Sabri Atman - Selay Ertem - Seyhan Bayraktar
Şebnem Korur Fincancı - Ülkü Özakın - Ümit İzmen - Ali Ülger
Kızılbaş Dergisi
İşte soykırımı kabul eden ülkeler
Uruguay (1965) - Kıbrıs Rum Yönetimi (1982) - Avrupa Parlamentosu
(1987) - Arjantin (1993) - Rusya Federasyonu (1995) - Kanada (1996)
Yunanistan (1996) - Lübnan (1997) - Belçika (1998) - Fransa (2001)
İsveç (2000) - İtalya (2000) - İsviçre (2003) - Slovakya (2004)
Hollanda (2004) - Polonya (2005) - Almanya (2005)
Venezuela (2005) - Litvanya (2005) - Şili (2007)
ermeni SOYKIRIMI kararı alan ülkeler ile tc. devleti hiç bir alanda
ilişkilerini kesmemiştir. tam tersine ilişkilerini geliştirmiştir!?...
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
H ASA N
BiLD iRiCi
runda mıdır? Soykırım suçlusu bir
devletin suç ve günahlarını ne zamana kadar taşıyacağız?
Soykırım
Başka devletler tarihsel suçları karşısında diz çökerken aptal mıydı?
kabadayılığı
1993 yılının kışında Paris'e yeni
gitmiştim. Evsiz ve parasızdım,
henüz Paris metrolarında kaçak çerez satmaya ve kaldırımlarda, Paris polisinin hiç bir meslek dalına
sığdıramadığı poşet vakkumlayan
mutfak aletiyle kimliklere plastik yapmaya başlamamıştım. Bir
arkadaş, Türkiyelilere ait boş bir
evin varlığından söz etmişti. Evi
buldum, güzel bir evdi. Kirasının
ucuzluğu dikkatimden kaçmadı. İki
katlı evin alt katındaki zili çaldım.
Evi kiralamak istediğimi söyledim.
Kapıyı açan yaşlı amca, iki ortak
arasında kan döküldüğünü ve evin
kiralanamayacağını söyledi. Boş
evin alt katında oturan ortaklar da
evi kiraya vermiyorlarmış. Kanlı
bir evde oturulamayacağını anlayıp, geri döndüm.
Fransa Parlamentosu, "Ermeni Soykırımı olmamıştır," demeyi cezalandıran yasayı onayladı. Kendi
vatandaşlarını soykırıma uğratmış
soykırım suçlusu devletin mirasçıları Fransa'ya şimdi kabadayılık yapıyor. Elçiler çekiyor, ticari sözleşmeleri fesh ediyor, selamı ve sabahı
kesiyor:
"Daha sana çok şey göstereceğiz,"
diye de geleceğin tehditlerini gönderiyor.
Garip bir psikoloji. Erkeklerini öldürüp, servetlerini yağmalamak,
güzel kız ve gelinlerine el koymakla, insanlık tarihinin en büyük
namusuzluğunu yaptığın halkın
çocukları kendi davalarının peşini
bırakmadıkça devlet olarak çıldırıyorsun.
Hem namusuz, hem soykırımcısın.
Birileri gelse Türkün evini, tarlasını, servetini yağmalasa; erkeklerini öldürüp kadınlarını da koynuna
alsa bu namusuzluk olmaz mı? Eğer
bu namusuzluksa; senin, kanlı mirasıyla birlikte devraldığın devletinin yaptığı da namusuzluktur.
Sağa sola saldırmak, gelip geçene
meydan okumak ve üç beş ticari
sözleşmeyi feshederek tarihi soykırım ve namusuzluk suçundan kurtulamazsın.
Bu durum, herkesin gözü önünde
erkeği öldürdükten sonra karısına
tecavüz eden katilin psikolojisine
benziyor. Atalarınızın devrettiği bu
psikoloji yöneticisi ve vatandaşıyla
herkesi çıldırttı. Sen işlediğin suçun adını koyan her kişi ve ülkeye
böyle rest çekersen, vatandaşın da
işlediği bütün suçları inkar eder.
Böylece devlet olarak suçlu ve inkarcı nesillerin yetişmesine önayak
olursun. Böyle nesiller yetiştirmekle hiç bir sorununu çözemediğin
gibi, çözülmesi gereken sorunların
altında boğulur kalırsın.
Kürdü, Türkü ve diğer toplumlarıyla Türkiye, iktidar ve servet düşkünü alçakların yüzünden yüzyılların
suçları altında böyle kıvranmak zo-
Dersim'de de soykırım gerçekleştirdiniz. Babalarını ve amcalarını
öldürdüğünüz küçük kızların nineleşmiş hallerini basın Anadolu'nun
köy ve şehirlerinden topluyor.
Yani sizler, daha çok servet edinmek, daha çok yemek, daha çok
maaş almak, çocuklarınıza daha
çok servet bırakmak için soykırım
suçlarınıza ortak olmak zorunda
mıyız?
Hayır, bugün Kürt olarak değil,
soykırım savunucuları yüzünden
tutar bir yanı kalmışsa Türk tarafımla yazıyorum.
Dediğinize göre Türkler çok mertmiş. Türk ulusunun beynini zehirlemek için bastığınız tarih kitapları
öyle yazıyor. Hatta bir Türk dünyaya bedelmiş... Eğer o kadar mertseniz, yetim bıraktığınız milyonlarca
Ermeni ve Kürt çocuğun hatırına
soykırım suçu karşında bir kez diz
çökün.
Ama yalan, hile ve kan üzerine kurulu iktidarınız, korkusundan diz
çökemez. Bu korku, soykırım suçlusu iktidarı kaybetme korkusudur.
Öyle ya, Kürt sorunun çözüldüğü,
Toroslarda ve Kürdistan dağarında
hayatın cıvıl cıvıl yeniden yeşerdiği bir zamanda, tarihsel suçlarından arınmış nesiller sizlerin kanlı
ve karanlık iktidarlarınıza ihtiyaç
duymayacak.
Korkunuz bundandır. Çağ dayattıkça içinize kapanıp, suçlarınızın
üzerine abanacaksınız...
Ama kurtulamayacaksınız...
Fransa'yı boşverin şimdi.
Soykırıma uğrattığınız halkların
yetimleri ve hesap soran yurttaşlık
yakanıza yapışmış... Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz, onu söyleyin...
Kaynak: rojevakurdistan.com
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yargı 'soykırım'da zamanaşımına sığındı Namus:
MESUT
HASAN
BENLİ
Arşivi
Fransa’daki ‘Ermeni soykırımını inkârı’ suç sayan yasaya tepkiler sürerken,
Türkiye’de ise “Soykırım yapıldı”
diyen bir avukat yargılandı. Yargıtay
davayı ‘zamanaşımından’ düşürdü.
Tarihçi Taner Akçam’ın açtığı dava
üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türk Ceza Kanunu’nun 301.
maddesinin ifade özgürlüğünü ihlal
ettiğini bildirmişti.
2004 yılından yapılan Ankara Barosu
Genel Kurulu’nda, Avukat Medeni
Ayhan bir konuşma yaptı. Ayhan,
Türkiye’de Ermenilere yönelik soykırım yapıldığını öne sürdü ve Kürtlerin devlet kurma hakkını savundu:
“Ermenilere bir soykırım yapılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu 1915’te Hamidiye Alayları ve İttihat ve Terakki
kadrolarıyla 1.5 milyon Ermeni’nin
katliamında rol almıştır. Mazlum ve
güzel Ermeni halkının acısını paylaşarak, önlerinde saygıyla eğiliyorum.
Kürtler ayrı bir ulustur. Türkiye’de
yaşayan 30 milyon nüfusu olan Kürt
halkına hiçbir hak tanınmamaktadır.
Ben Kürt ulusunun bir bireyi olarak
ve Kürdistan’ın bir vatandaşı olarak
konuşuyorum ve Kürtlerin devlet kurma hakkını da hukuksal bir hak olarak
sonuna kadar savunuyorum.”
Başbuğ şikâyetçi oldu
Bu sözler nedeniyle, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı olan İlker
Başbuğ, Ayhan hakkında suç duyurusunda bulundu. Ayhan hakkında,
‘Halkı sosyal sınıf, ırk, din, mezhep,
bölge ayırımı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmek’ suçundan dava
açıldı. Davaya Bakan Ankara 10. Ağır
Ceza Mahkemesi, söz konusu sözler
nedeniyle özgürlükçü bir yorumda bulundu. Mahkeme, 2010 yılında verdiği
kararında Ayhan’ın açıklamalarının
düşünce özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetti ve Medeni Ayhan’ın
beraatına karar verdi.
Verilen kararı Cumhuriyet Savcısı
temyiz etti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da hazırladığı tebliğnamede,
yerel mahkemenin verdiği beraat
kararının onanmasını istedi. Karar,
temyiz incelemesi için Yargıtay 8.
Ceza Dairesi’ne gönderildi. Davanın
zamanaşımına girme ihtimali bulunması nedeniyle Ayhan geçen temmuz
ayında, adli tatil öncesinde Yargıtay’a
başvurarak, ‘davanın ivedi olarak
görüşülmesi’ konusunda dilekçe
verdi. Ayhan, “Türkiye’de Ermeniler’e
soykırım yapıldı” demenin suç olup
olmadığı hususunda bir içtihat oluşturulması gerektiğine vurgu yaptı.
Ayhan’ın uyarılarına rağmen Daire,
davayı öne almayarak, normal sırasında görüştü. Daire, esastan incelemesini yapmadan, davanın zamanaşımına
girdiğine karar verdi. Avukat Medeni
Ayhan, beklenen içtihadın oluşması
halinde, bilim insanlarının Türkiye’de
Ermeni soykırım yapılıp yapılmadığı
konusunda daha rahat tartışma olanağına kavuşmuş olacağını söyledi ve
“Ancak beklenen karar çıkmadı” dedi.
AHİM’den Akçam kararı: 301 ifade
özgürlüğüne engel
Tarihçi Taner Akçam, AGOS gazetesinde yayımlanan “Hrant Dink, 301 ve
Bir Suç Duyurusu” başlıklı makalesinde “Soykırım demek Türklüğe
hakaret değil” görüşünü savunmuştu.
Söz konusu yazı nedeniyle Akçam
hakkında çok sayıda suç duyurusunda
bulunuldu. Ancak savcılık yapılan
suç duyurularına takipsizlik kararı
verdi. Buna rağmen Akçam, hükümetin fikirlerini savunmayı sürdürdüğü
takdirde hakkında adli soruşturma
açılmamasını garanti edememesi üzerine, AİHM’de Türkiye aleyhine dava
açmıştı. Başvurusunda 301. maddenin her türlü yoruma açık olduğunu
ve ifade özgürlüğünü kısıtladığını
savunan Akçam, maddede yapılan
değişikliğe rağmen Ermeni soykırımı ile ilgili devletin resmi tezleri
dışında bir görüş savunanlara yönelik
yeni soruşturmalar açıldığına dikkat
çekmişti. AHİM’de Akçam’ı haklı bularak, TCK’nın 301. maddesinin ifade
özgürlüğünü ihlal ettiğini belirtmişti.
Ali Kanlı
Bir toplum içinde
ahlak kurallarına
beslenen bağlılık(?!)
dogruluk, dürüstlük, İ
ffet.....
İffet : Sililik.......
Sililik : Sil baştan, silâh, silâh başetmek, silâh başına , silâh
çatmak...................
İffet: cinsi konularda ahlak kurallarına bağlılık, Sililik(?!)
yukarıdaki alıntılar türk dil kurumu
sözlügünden alınma olup beni bağlamıyor DOĞRULUK, DÜRÜSTLÜK dışında ..
Ve fakat: şu "Sililik" her ne karın
ağrısıysa fena bozdu midemi. Doğru
dürüst bir türkçe karşılığının olmaması da bir başka sorun.
"Sililik: sil baştan, silâh, silâh başıetmek, silâh başına silâh çatmak"
....gelde anla anlayabilirsen
İffet: cinsi konularda ahlak kurallarına bağlılık , Sililik(?!) kimin
ahlaki?
kim ve nasıl belirliyor kuralları?
kaynağı nedir?
kimdir söyleyen ve neyle doldurulmuştur içi?
Örnegin; onlarca adam 13 yaşındaki
kız çocuğuna tecavüz eder ve devlet
bu adamları cezalandırmak bir yana
ödüllendirir..
Bununla da yetinmeyip tecavüzü
suç unsuru olmaktan çıkarmanın
yollarını arar.
Hay ben bu namusluluğun köküne
kibrit suyu dökeyim ..
Sakın bu SİSTEMİN insan bedeni üzerindeki kanlı diktatörlüğü
olmasın!!!!
Haydi kadınlar başlatın bir kampanya !!!
Her ne ise bu" sililik ve iffet" zıkkımları çıkarılsın Lugattan !!!!!!!!...
- Satılık Arsa: İzmir Çandarlı Dikili arasında Bimeyko sitesinde
378 m² imarlı ifrazlı köşebaşında 2,5 kat %20 müsadeli
mustakil tapulu. fiyatı 40.000 tl.
- Dikmen İlkerde 5 yıllık 4 katlı garajlı, depolu, ful yapılı. 3+1 139 m²
2. kat daire acele sahibinden satılık 175 tl. Telefon 0535 73 29 647
- Tekirdağı Marmaraereglisi Yeni Çiflik Köyünde 1600 m² arsa
sahibinden satılık 65,000 tl [email protected]
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MAZLUMDER ve İHD Uludere
gözlem raporu: 'Yargısız infaz, toplu katliam...'
[Sesonline] MAZLUMDER Genel
Merkezi, MAZLUMDER Hakkari
Şubesi, MAZLUMDER Diyarbakır
Şubesi, İnsan Hakları Derneği (İH)
Genel Merkezi, İHD Siirt Şubesi,
İHD Mardin Şubesi, İHD Diyarbakır Şubesi, İHD Hakkari Şubesi,
İHD Van Şubesi yetkililerinden oluşan bir heyet, 'Uludere Katliamı'nın
yaşandığı bölgede incelemelerde
bulundu ve bir gözlem raporu yayınladı. Raporda; "yapılanın bir
yargısız infaz olduğu, öldürülenlerin sayısı itibariyle toplu bir katliam
niteliği taşıdığı sonucuna varmıştır.
Bu amaçla ulusal ve uluslar arası sivil toplum örgütlerinin incelemede
bulunmak üzere duyarlılık göstermelerini, Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Komitesinin derhal heyet göndermesinin gerektiği, Türk
medyasının “resmi kurumların yaptığı açıklamalar dışında” katliama
basın etiği çerçevesinde yaklaşması
ve kamuoyuna gerçekleri aktarması
hususunda duyarlı olması gerektiği
sonucuna varılmıştır" denildi. Tarihsel bir belge olarak, raporun tümünü yayınlıyoruz...
ŞIRNAK İLİ ULUDERE İLÇESİ
GÜLYAZI (BUJEH) VE ORTASU (ROBOSKİ) KÖYLERİNDEN
35 İNSANIN ÖLDÜRÜLMESİNE
İLİŞKİN MAZLUMDER VE İHD
ÖNİZLENİM RAPORU
Olayın kamuoyunda duyulması
üzerine İHD ve MAZLUMDER olarak Uludere ilçesine hareketle saat
17.00 sularında Uludere’ye varıldığında cenazelerin bir kısmının bulunduğu Uludere Devlet Hastanesine gidilmiştir.
Hastanenin kalabalık, cenazelerin
gruplar halinde gelişigüzel odalarda
battaniyelere sarılı halde bekletildikleri, ailelerin de cenazelerin başında beklemekte oldukları görülmüştür.
» 3. Olayın meydana geldiği yerin Gülyazı-Ortasu köylerine olan
uzaklığının 1-1.5 saat olduğu, olayın meydana geldiği yerin TürkiyeIrak sınırının sıfır noktasında meydana geldiği,
» 4. Olayda hayatını kaybedenlerin
sınır ticareti (mazot ve gıda maddeleri) ile uğraştıkları, bunun uzun
yıllardan beridir karakolun bilgisi
dahilinde yapıldığı, özellikle son bir
ayda karakol tarafından kolaylık ve
müsamaha tanındığı,
» 5.Jandarma Karakolunun 10 gün
önce boşaltıldığı ve Gülyazı Alayına
taşındığı,
» 6. Olayda sağ kurtulan ve hastanede görüştüğümüz Haci Encü (19
yaşında) özetle şu beyanlarda bulunmuştur:
Otopsinin yapılmakta olduğu yerin
hastanenin kalorifer kazanı odasının bitişiğinde bodrum katta, salonun bir kısmının çarşaflarla kapatılarak ikiye ayrıldığı ve otopsinin
perde arkasında yapılmakta olduğu,
otopsi işlemlerine aileleri temsilen
Şırnak Barosundan tek bir avukatın bulunmasına izin verildiği, iki
savcının işlemleri yürüttüğü, saat
18.30 itibariyle sadece 6 cenazenin
otopsi işleminin tamamlandığı tespit edilmiştir.
Otopsi esnasında bekleyen ailelerden konu hakkında bilgi edinilmeye çalışılmıştır.
» 1. Hastanede 38 cenazenin bulunduğu, olayın 28 Aralık 2011 günü
saat 21.30 sularında meydana geldiği,
» 2. Olayda hayatını kaybedenlerin
yaş aralığının 12-28 yaş aralığı olduğu, maktullerin ağırlıkla 12-18
yaş aralığında oldukları,
“28.12.2011 günü Saat 16.00’da 4050 kişilik bir grupla birlikte mazot
ve gıda maddesi getirmek üzere yine
bu sayıda katırla beraber sınırın
Irak tarafına geçtik. Karakola özellikle bir bilgilendirme yapmadık
ancak gidip geldiğimizi zaten biliyorlardı. Amacımız şeker ve mazot
getirmekti. Hatta giderken İnsansız Hava Aracının sesini dahi duyduk ancak sürekli gidip geldiğimiz
için yolumuza devam ettik. Akşam
19.00’da katırları yükleyerek yola
çıktık. Saat 21.00 gibi sınıra yaklaştık. Bizim köyün yaylasına vardık,
yayla tam sınırdadır. Orada önce
aydınlatma fişeği ve akabinde de
top-obüs atışı yapıldı. Biz yükümüzü sınırın diğer tarafında bıraktık.
Hemen ardından uçaklar geldi ve
bombardıman başladı, biz iki gruptuk, öndeki grup ile arkadaki grup
arasında 300-400 metre mesafe vardı, ilk top atışından hemen sonra
uçak geldi, askerler bizim yaylayı
tuttukları için, bu tarafa geçebile-
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ceğimiz başka yol yoktu, bu nedenle
gruplar sıkışarak bir araya gelmek
zorunda kaldı, sonunda iki büyük
grup olduk, ilk uçak bombardımanında sınırın sıfır noktasında bulunan yaklaşık 20 kişilik grup imha
oldu, hemen geriye kaçmaya başladık, kayalıklar arasında kalanların
üzerine bomba yağmaya başladı,
benim de içinde bulunduğum grup
6 kişiydi, bu gruptan 3 kişi kurtulduk, üzerimizde günlük sivil elbiselerimiz vardı, hiç kimsede silah
yoktu, olay 1 saat falan sürdü, bir
iki kişi 3 katırla beraber küçük bir
deredeki suya girdik, bir saat bekledikten sonra bir kayalığın altına
sığındık, arkadaşlarımızdan haber
alamadık, saat 23.00-23.30 gibi gelen ışıklardan ve seslerden köylülerin geldiğini anladık, köylüler feryat
etmeye başlayınca askerler tuttukları yerlerden çekilerek yaylayı da boşalttılar, çok uzun zamandır bu işi
yapıyoruz, iki kişi evliydi, diğerleri
lise ve ilköğrenim öğrencisiydi, henüz hiç kimse beni ifade vermem
için çağırmadı, olaydan sonra hiç
asker görmedim, kurtulan diğer 2
kişi ise Davut Encü (22 yaşında) ve
Servet Encü (Şırnak Devlet Hastanesinde yaralı) dür."
aynı güzergahın sürekli kullanıldığı
ve güvenlik kuvvetleri dahil herkesçe bilindiği, kullanılan yolun patika
yol olmadığı, yolun üstünde maden
ocaklarının bulunduğu,
TESPİTLERİMİZ:
» 8. Cenazelerden otopsi sonucunda elde edilecek delillerin mevcut
koşullar nedeniyle usulüne uygun
şekilde alınamayacağı, bu nedenle
delillerin karartılma ihtimalinin
yüksek olduğu,
» 1. Olayda tamamı sivil olan insanların öldürüldüğü ve yaralandığı,
» 2. Olay esnasında gruba DUR ihtarı yapılmadığı ve uyarılmadıkları,
hiçbir surette güvenlik güçlerine
ateş açılmadığı, askerlerin de bireysel olarak ateş etmedikleri, olayda
uçakların bombardıman yaptıkları
ve ölümlerin bu nedenle olduğu,
» 3. Sivillerin olay yerinde bulunan
güvenlik güçlerince tanınan ve bilinen insanlar oldukları, güvenlik
güçlerinin sınır ticareti nedeniyle
yapılan bu gidiş ve gelişlerden haberdar oldukları,
» 4. Tarafımızdan görülmemekle
beraber görgü tanığının ve köylülerin anlatımından sınır ticareti için
» 5. Resmi açıklamaları aksine olay
yerinin Sinat- Haftanin olarak adlandırılan bölgeye uzak olduğu,
saldırıya uğrayan bir grubun Türkiye tarafında olduğu bir grubun
da Irak-Türkiye sınırının üstünde
olduğu,
» 6. Olaydan sonra hiçbir resmi kurumun cenazeleri almak için girişimde bulunmadıkları ve askerlerin
olay bölgesinden tamamen çekildikleri, cenazelerin köylüler tarafından alınarak kendi imkanları ile
Gülyazı köyüne getirildikleri,
» 7. Hastane koşullarının otopsi işlemine elverişli olmadığı, cenazelerin gelişigüzel odalara bırakıldığı,
cenazelerin akrabaları tarafından
battaniyelere sarıldıkları, hastane
personelinin yetersiz sayıda olduğu
hatta gördüğümüz kadarıyla neredeyse yok denecek sayıda olduğu ve
cenazelerin aileler tarafından otopsiye ve ambulanslara taşındığı,
» 9. Hastanede heyetimiz tarafından
görülen cesetlerin yanmış, iç organlarının dışarıda olduğu, çoğunun
kafatasının parçalandığı, vücut bütünlüklerinin parçalanmak suretiyle bozulduğu,
» 10. Olayda tahrip gücü çok yüksek, yakıcı nitelikte mühimmatın
kullanıldığı,
Heyetimiz daha geniş bir rapor ve
ayrıntılı bir heyet çalışmasını gerektirecek bu olaya ilişkin olarak
yapılanın bir yargısız infaz olduğu,
öldürülenlerin sayısı itibariyle toplu
bir katliam niteliği taşıdığı sonucuna varmıştır. Bu amaçla ulusal ve
uluslararası sivil toplum örgütlerinin incelemede bulunmak üzere
duyarlılık göstermelerini, Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Komitesinin derhal heyet göndermesinin
gerektiği, Türk medyasının “resmi
kurumların yaptığı açıklamalar
dışında” katliama basın etiği çerçevesinde yaklaşması ve kamuoyuna gerçekleri aktarması hususunda
duyarlı olması gerektiği sonucuna
varılmıştır..."
Edinilen bilgilere göre, MAZLUMDER ve İHD heyeti, bugün de
MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, MAZLUMDER
Genel Koordinatörü Nurcan Aktay ve İHD Genel Başkanı Öztürk
Türkdoğan’ın da katılımı ile çalışmalarına devam ediyor.
Bağımsız Sesonline. Net
Başbakan TSK'ya teşekkür etti
Başbakan Erdoğan,
Uludere katliamına
ilişkin "Genelkurmay Başkanlığımız
inceleme başlattığını açıklamıştır. Genelkurmay
Başkanı ve komuta
kademesine bu konudaki hassasiyeti
nedeniyle medyaya
rağmen teşekkür
ediyorum" dedi.
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Örgüt
Ahmet ALTAN Taraf Gazetesi
Türkiye’nin en karanlık, en ürkütücü,
en yasadışı örgütü hangisidir derseniz,
“devlet” derim.
Cumhuriyet tarihi boyunca bu kadar
kan dökmüş, kıyım yapmış, katliam
gerçekleştirmiş, cinayet işlemiş, açıkça “suç işlemek” için çeteler kurmuş
bir başka örgüt yok.
Yasaları yapmak ve uygulamakla
yükümlü devlet, bir yandan kendi halkına karşı en baskıcı yasaları çıkartıyor, devlete büyük bir alan açıp halkı
daracık bir çizgiye sıkıştırıyor, sonra
da kendi yaptığı bu yasaların içine bile
sığamayıp yasadışına çıkıyor.
Çünkü “devlet görevlilerinin keyfince
adam öldürmesi serbesttir” diye bir
yasayı bizim ülkede bile çıkartmak
mümkün olmuyor.
Hâlbuki bizim devlet “keyfince”
öldürmek istiyor, “devlet” olmaktan
anladığı sonsuz bir öldürme özgürlüğüne sahip olmak.
Böyle bir yasa çıkartamadığı için
kendisi yasaların dışına çıkmakta bir
beis görmüyor.
Çağdaş dünyaya yaklaşıp, o dünyanın
parçası haline gelmek istedikçe devleti
arındırmaya uğraşıyoruz ama devlet
kolayından arınmıyor.
Aksine, kendisini arındırmaya çalışanları da suçun içine çekiyor.
AKP, “halkı temsil ettiğini” söyleyerek, devleti “arındıracağını” vaat
ederek işbaşına geldi.
Ne oldu?
Hrant Dink ve Behçet Oktay cinayetleri onun döneminde işlendi, iki cinayetin de gerçek “suçluları”bir türlü
bulunamıyor; devlet bulunması için
gayret göstermezken AKP iktidarı da
devletle birlikte ayak sürüyor, “eski”
devletin parçası haline geliyor.
AKP’nin en çok boğuştuğu, siyasi iradesini ortaya koyarak üstüne
gidilmesini sağladığı “devlet içi çete”
hangisiydi?
Ergenekon.
Ergenekon’un başlangıç noktası ne?
Susurluk Çetesi.
Ayhan Çarkın, Susurluk’un ipliğini
pazara çıkartacak açıklamalar yapıyor.
Cevap olarak, onun suçladığı polisleri
tutuklayan yargıç görevinden alınıyor,
başka bir yargıç tarafından o polisler
bir gece aniden serbest bırakılıyor.
Ne iktidardan bir ses var ne de “devletin” medyasından.
Medya tam aksine, Çarkın’ın açıklamalarını sulandırmak, önemsizleştirmek için elinden geleni yapıyor.
İktidar ise bu konuya hiç girmiyor
bile.
Öldürülmüş onca insanın hesabını
sormuyor.
Çarkın, yaptığı açıklamalar hükümet
ve medya tarafından küçümsendikçe
açıklamalarını daha da hızlandırıyor.
Son olarak dün CHP Milletvekili
Hüseyin Aygün’le dört saat konuştu ve
yeni açıklamalar yaptı.
CHP milletvekilinin, bir basın
toplantısı düzenleyerek medyaya duyurduğu bu açıklamalarda
Çarkın,“eski Susurluk ekibinin hâlâ
görevde olduğunu, sadece artık infaz
yapmadıklarını”söylemiş.
“Tarık Ümit’i biz gömdük, gömüldüğü
yeri biliyorum” dediği halde mezarı bulamayan Çarkın’ın daha önce
gösterdiği yerlerde dört ceset bulunmuştu.
“Ümit’in gömüldüğü yeri bulamadı,
demek ki hiçbir şey bilmiyor” denecek
bir durum yok ortada, daha önceki kazılardan çıkan cesetler ortada duruyor.
AKP iktidarı ve onunla işbirliği yapan
“devlet medyası” neden Susurluk
soruşturmasının daha ileriye gitmesinden bu kadar endişeli?
Dertleri ne?
Hadi medyayı anladık, onlar devlete
kapılanmışlar, birçok karışık işin içine
girmişler, devletle ilgili hiçbir suçun
aydınlanmasını istemiyorlar, AKP’ye
ne oluyor?
AKP, Susurluk’un suç ortağı değildi
ki...
Şimdi niye Susurluk soruşturmaları
onu böylesine ürkütüyor?
Yıllardan beridir hep aynı şeyi
söylüyoruz, böyle giderse korkarım
daha yıllarca da aynı şeyi söylemek
zorunda kalacağız; “devletin içindeki
çeteleri temizlemeden” Türkiye barışa, huzura, refaha kavuşamaz.
Devlet içindeki çeteleri korumak,
onlara dokunmamayı “siyasi bir manevra” sanmak, pimini “bir başkasının” tuttuğu bir el bombasını taşımak
gibidir, pimi tutan istediği zaman onu
çekiverir.
Türk ve Kürt, Türkiye’de barışı,
demokrasiyi isteyen her kim varsa bu
çetelerle dövüşmek, onları geriletmek,
devletin içinden ayıklamak zorundadır.
Ayhan Çarkın anlatıyor.
İktidar ve medya susuyor.
Şimdi bir CHP milletvekili gidip
Çarkın’ı dinledi, bakalım muhalefet
partisi ne yapacak?
Dersim’de yaptığını yapacak gibi
duruyor.
İktidar, muhalefet ve medya bu “çeteler” konusunda artık birarada, omuz
omuzalar, çok arzuladıkları “birlik ve
beraberliği” sağlamış gözüküyorlar.
Onlar kalabalık.
Biz azız.
Azız ama haktan ve hukuktan yana
olan biziz.
Kâbe yolunda karınca değiliz biz,
“varmasak” da diye çıkmadık yola,
biz “menzil-i maksuda”erişeceğiz,
bugün değilse yarın, insanlık tarihinde hakkın ve hukukun sonsuza dek
yenildiği hiç olmadı çünkü.
[email protected]
Prens Sabahaddin:
“ecnebi devletleri dahili işlerimize karışmaları her zaman reddedilmiş olmakla
beraber, memleketimizde ecnebi müdahalesi olmadan ıslahat yapılabileceğni tastık
etmeyiz. biz ancak ecnebi devletlerinden
çekinerek bizimle beraber yaşayan hırıstiyanları muhafaza edebildik. ecnebi devletlerden korkmasaydık bütün hırıstiyanları,
bilhassa ermenileri, tek bir kişi bırakmayıncaya kadar katlederdik...”
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
OYAK'a Danıştay Operasyonu
Danıştay saldırısı sırasında güvenlik kameralarındaki
kayıtların silinmesiyle ilgili olarak yürütülen soruşturma
kapsamında bu sabah saatlerinde İstanbul ve Ankara'da
bulunan OYAK Güvenlik A.Ş. merkezlerinde arama başlatıldı.
Savcı Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturmada dokuz kişi hakkında gözaltı kararı çıkartılırken Ordu
Yardımlaşma Kurulu (OYAK) Genel Müdürü Şerif Coşkun
Ulusoy'un da ofisinde arama yapılıyor.
"TÜBİTAK ve Emniyet kayıtlaşrın silindiğini söyledi"
Radikal gazetesinde yer alan habere göre, soruşturma,
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun
(TÜBİTAK) Danıştay saldırısına ait kamera kayıtlarının
silindiğine dair tarafından rapor hazırlanmasıyla başlatıldı.
TÜBİTAK'ın raporunun ardından soruşturma başlatan İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı, güvenlik kameralarına ait hard diskleri İstanbul Emniyet
Müdürlüğü'ne gönderdi.
Hard diskleri inceleyen emniyet, geçtiğimiz günlerde savcılığa gönderdiği raporda Danıştay binasındaki güvenlik
kameralarının kayıt yaptığı hard disklerin bir bölümünün
geri döndürülemez şekilde silindiğini belirtti.
Bunun üstüne gözler Danıştay'ın güvenliğinden sorumlu
OYAK Güvenlik A.Ş.'ye döndü.
"Operasyon tahmin ediliyordu"
OYAK'la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Yıldız Teknik
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi öğretim
üyesi Dr. İsmet Akça, Ergenekon operasyonu kapsamında
OYAK Güvenlik A.Ş.'ye yapılan baskını bianet'e değerlendirdi.
"Ergenekon operasyonu her ne kadar enteresan şekilde
ilerlese de bu operasyonun OYAK'a sıçrayacağı tahmin
ediliyordu" diyen Akça, Türkiye Büyük Millet Meclisi
(TBMM) Dilekçe Komisyonu'na OYAK'la ilgili hem kurum içinden hem de dışından çok sayıda şikayet ulaştığını
ifade etti.
Dilekçe Komisyonu'nun OYAK'la ilgili olarak kendisinden de iki hafta önce görüş aldığını söyleyen Akça,
Komisyon'un yakında OYAK'la ilgili bir rapor hazırlayacağını belitti.
"OYAK imtiyazlarını kaybedecektir"
Danıştay Davası'nın, Ergenekon Operasyonu'nun ayrı
mesele olduğunun altını çizen Akça, ordunun OYAK gibi
büyük bir holdinge sahip olması meselesinin yarattığı
komplikasyonların daha fazla kamuoyuna taşınacağını
söyledi ve sözlerine şöyle devam etti:
* OYAK meselesinde pek çok komplikasyon var. Burada
hukuki mi, siyasi mi bir süreç işleyecek bilmiyorum. Kanunla kurulmuş bir yapılanmadan söz ediyoruz ve mecliste
kanun çıkarma şansına sahip iktidarın rahatlıkla müdahale
edebileceği bir yapı.
* Ayrıca Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği'nin Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) götürdüğü bir dava
var. Önümüzdeki günlerde OYAK daha fazla gündemimize gelerek imtiyazlarını yavaş yavaş kaybedecektir.
Ne olmuştu?
17 Mayıs 2006'da Alparslan Arslan tarafından Danıştay
2. Dairesi'nde gerçekleştirilen saldırıda Danıştay 2. Daire
Başkanı Mustafa Birden ve Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin hayatını kaybederken üç üye yaralanmıştı.
Alparslan Arslan, Ergenekon Davası ve Cumhuriyet
Gazetesi'ne yönelik saldırı davasından yargılanmaya devam ediyor. (EKN) Eki n KARACA [email protected] BİA
Osmanlı İmparatorluğu son 150 yılında bir çözülme sürecine girmişti. Bitmez tükenmez savaşlar, yenilgiler ve
büyük insan kayıpları devletin devamı konusunda derin
endişeler yaratmıştı. İmparatorluğu yıkılmasını önlemek
için yapılan her girişim başarısızlıkla sonuçlanırken, iktidarı elinde tutan kadrolar, olan bitenden emperyalist güçleri ve onlarla işbirliği yapan azınlıkları sorumlu tutmak
eğilimindeydi. Ama kaçınılmaz son geldi ve Osmanlı İmparatorluğu tarihe gömüldü. Cumhuriyet'in kurucularının
neredeyse tamamı, Mustafa Kemal dahil olmak üzere, bu
hezimetlerle dolu tarihin mimarı olan İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin üyeleriydi. Daha sonra iktidara gelenler de
onların ideolojik akrabalarıydı. Bu kadrolar 1923'ü bir sıfır noktası olarak gördüler, küllerinden doğan Zümrüd-ü
Anka kuşu gibi bir 'Türk ulusu' ve 'Türkiye Cumhuriyeti
Devleti' imal etmeye soyundular. Bu iş için de tarihi ve
tarihçileri kullandılar. Önce Osmanlı İmparatorluğu'nun
devamı olmadığımızı öğrettiler bize. Sonra Harf Devrimi,
Kıyafet Devrimi, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi
icatlarla, bu kopuşu kesinleştirmeye çalıştılar. Bu amaçla bazı olaylar atlandı, bazıları küçümsendi ve çarpıtıldı.
Bazı parçalar ise elden geçirildi, cilalandı ve öne çıkarıldı.
Böylece ne Birinci Dünya Savaşı'na girişimiz, ne bunun
ardından sökün eden Sarıkamış Faciası, ne Çanakkale Savaşı, ne 1915-1917 Ermeni Kırımı, ne Kafkaslar, Filistin ve
Irak'ta yaşanan hezimetler, ne 'Arap İsyanı', ne Çerkez Ethem meselesi, ne Kürt isyanları, ne İstiklal Mahkemeleri,
ne 150'likler üzerine konuştuk. Konuşmak isteyenler, kendisine öğretilenleri sorgulamak isteyenler yıldırıldı, susturuldu. Bu durum yakın döneme kadar kesintisiz sürdü.
1980'lerden itibaren küreselleşme ve bilgi teknolojilerinde
yaşanan devrimler sayesinde, bilgi daha demokratik biçimde dağılmaya başladı. Türkiye de bu demokratikleşmeden
payını aldı ve kendisine öğretilen tarihi de sorgulama ihtiyacı duydu. İşte bu kitap, Abdülmecid'le başlayıp İttihat ve
Terakki'nin sonuna kadarki dönemin 'öteki tarihi'ne bakmaya çalışıyor. Yeni Osmanlılar aslında neyi kurtarmaya
çalışıyordu, Abdülaziz nasıl öldü, Kıbrıs'ı nasıl kaybettik,
Hamidiye Alayları'nın amacı neydi, 31 Mart Olayı'nı kim
örgütledi, Abdülhamid nasıl halledildi, Babıali Baskını
neyin miladıydı, Birinci Dünya Savaşı'na neden girdik,
Sarıkamış Faciası'nda kaç evladımızı yitirdik, Ermenilerin
tehcirine nasıl karar verildi, Cemal Paşa Arap milliyetçiliğini nasıl kışkırttı, Şerif Hüseyin'in İsyanı'nın arkasında
kimler vardı gibi sorulara bugüne dek bize öğretilenlerden
farklı cevaplar veriyor.
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SEYİD RIZA ve DERSİM DOSYASINDAKİ
BAZI AYRINTILAR ÜZERİNE - 1
Hovsep Hayreni
1937-38 Dersim jenosidi artık bütün boyutlarıyla tartışılırken, Seyit
Rıza'nın idamıyla ilgili karanlıkta
kalan yönler de sorgulama konusu
oluyor.
Bunlardan birisi Seyit Rıza'nın yaşının gerçekte ne olduğu ve kanunen belirli hangi yaş haddine rağmen nasıl idama götürüldüğüdür.
Bir diğeri idamların ve mezarsız bırakma olayının tam o gece Elazığ'a
gelen Atatürk'le ilişkisi, onun iradesinin rolü meselesidir. Bir öteki,
yargı aşamasında Seyit Rıza aleyhine yürütülen karalama kampanyası
ve kullanılan malzemelerin içyüzü
konusudur. Daha başka irdelenmeye değer gizemli noktalar vardır ve
yapılanların özü bazen ayrıntılarda
gizli olduğu için bunların elden geldiğince aydınlatılması yararlı olacaktır.
Bu yönlü kollektif çabalara bir katkı olması için dikkate değer bulduğum bazı bilgileri paylaşmaya ve
değerlendirmeye çalışacağım. T. C.
Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın özür
konuşmasından sonra genişleyen
tartışmaların Dersim'le de sınırlı
kalmayarak tarihle esaslı ve bütünlüklü bir yüzleşmeye dönüştürülmesi için fikir bazında söylemek
istediklerimi ise, bu ayrıntılar içine
sıkıştırmak uygun olmadığından
ayrı bir makaleye bırakıyorum.
SEYİT RIZA'NIN YAŞINA IŞIK
TUTAN ERMENİCE BİR BELGE
Bilindiği gibi mahkemede Seyit
Rıza'nın yaşı, düzmece tanık ifadesiyle küçültülmüş ve idam için geçerli üst sınırın altında sayılmıştır.
Bu konuda değişik kaynaklar farklı
rakamlar veriyor. Yasal üst sınır kiminde 75, kiminde 70 varsayılıyor.
Seyidin yaşının ne kadar gösterildiğine gelince, bunun için de 70, 57,
54 gibi değişik rakamlar ifade edili-
yor. Bu yazıyı kaleme alırken, sözkonusu muğlaklık nedeniyle, yasal
üst sınırın 75 olma ihtimalini dikkate almıştım. Öyle olması halinde
bile ceza kanunundaki yaş haddinin
ihlal edilmiş olduğunu tanıtlamak
üzere... Ancak daha sonra bir dostumun yönlendirmesiyle internette
aramalar yapınca davanın görüldüğü dönem idam için geçerli üst yaş
sınırının 65 olduğunu farkettim. Yapılan hukuksuzluğu daha da açık ve
tartışmasız hale getiren o bilgilere
yazının sonunda yer vereceğim.
Seyit Rıza'nın yaşını gösteren güvenilir kayıtların yokluğu halinde
yakın çevresinden yaşlı kişilere sorulması ve 80'lik bile gösteren yüz
çizgilerine bakılarak vicdani davranılması beklenirken, oğlu yaşında
birinin sözlü tanıklığı geçerli sayılarak mantığa bile sığmayan bir karar verilmiştir. Seyit Rıza, kendisini
idama götürecek düzmece tanıklık
üzerine mahkemede şu anlamlı ce-
vabı verir: “Tanık benim büyük oğlumdan iki yaş küçüktür. Oğlumdan
küçük biri yaşımı belirler ve yasa da
bunu kabul ederse, benim itirazım
olamaz...” (1)
Yaşları ileri olan dört kişinin idam
cezası hapise çevrilirken, Seyit Rıza
sembol isim olduğu için farklı davranılmıştır. Tutuklanışından itibaren gazetelere yansıyan resimlerinden bellidir ve başka kanıt olmadan
da yasal sınırı aşan bir yaşta asıldığı
kestirilebilir. Ama yine de doğum
tarihinin belirsizliğine sığınarak
“ne malum?” diyecek olanlara tarih
içinden o boşluğu dolduracak bir
belge gösterebilmek farklı olur. İşte
bu bakımdan önemsediğim ve burada kamuoyuyla paylaşacağım bir
yazılı tanıklık var ki, Seyit Rıza'nın
idam edildiği tarihte en az kaç yaşında olduğuna güvenilir şekilde
ışık tutacaktır.
Bu belge bizi Seyit Rıza'nın çocukluğuna götürüyor ve yılı, ayı, günü
ile sünnet düğününe tanıklık ediyor.
Yer: Kuzey Dersim'de Lertik. Tarih:
10 Ekim 1864. Dönemin Dersim liderlerinden Seyit İbrahim, küçük
oğlu Rızo'nun sünnet düğünü vesilesiyle her taraftan gelen misafirlerini ağırlıyor.
Böyle bir ayrıntının nasıl bilindiği
ve hem de Ermenice olarak kaydedildiği biraz hayretle karşılanabilir. Ama gerçek. Seyit Rıza'nın aile
tarihini akla getirecek türden olan
ayrıntı, bölgenin siyasi tarihinden
kesitler içinde babasının rolüyle bağıntılı olarak geçiyor. Yazarı
Kevork Halacyan (1885-1966), yararlandığı kaynak ise dayısı Adom
Garabedyan'ın 1850'lerden itibaren
Erzincan-Balaban yöresi Ermeni
halk önderlerinden biri olarak gözlemlerini kaydettiği elyazılı defterler.
Kevork Halacyan
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Halacyan'ın çalışmalarının yalnız
bir kısmı “Dersim Ermenileri Etnografyası, I Bölüm” başlığı altında kitaba dönüştürülmüş. Fakat
bu konu kitapta değil, Ermenistan
Arkeoloji ve Etnografya Enstitüsü
arşivindeki yayınlanmamış yazıları içinde yer alıyor. İlgili bölümün
başlığı “Ermeni ve Kürt halkları
tarihinden sayfalar, Ermeni ve Kürt
halklarının dostluğuna dair hatıralar”.
Bu başlık altında tanıklık edilen
gelişmeler esasen Erzincan, Tercan, Ovacık, Pülümür çevrelerinde
geçiyor. Alışılmış genellemeyle ve
kısaca Kürt olarak sözü edilen halk,
yazarın da ayrımında olduğu ve özgünlüğünü her vesileyle vurguladığı üzere çoğunluğu Zazaca konuşan ve Kızılbaş kültürüyle tanınan
Dersimli Kürtler, kendi tabirleri ile
'Kırmanc'lardır.
Adom Garabedyan 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı'nın yaptığı düzenlemelerle topraklarını yitiren ve
yaşam koşulları ağırlaşan Ermeni
köylüsünün Erzincan-Tercan hattında ağalara karşı mücadelesine öncülük ederken, Kıği, Palu, Çarsancak,
Harput gibi yakın yörelerin benzer
tepkilerini birleştirerek merkezi
devlete baskı yapma yönünde arayışa girdikçe yürüttükleri anti-feodal mücadele ulusal bir nitelik de
kazanmaya başlar. Ama bu yalnız
Ermeni halkının değil, merkezi ve
yerel otoriteler tarafından ezilen
komşu halkların ve özellikle yakın
bulunan Dersimli Kızılbaş Kürtlerin ortak mücadelesi olarak benimsenir. Adom Garabedyan'ın elyazılı
bir çalışmasının başlığı “Ağaların
ve Paşaların İstibdadına ve İşgalci
Siyasetine Karşı Ermeni ve Kürt
Halklarının Mücadelesi” şeklindedir.
Diğer yörelerde bu mücadelenin
karşısındaki yerel güçler genellikle
Türk-Kürt Müslüman ağa ve beyler olurken, Adom Garabedyan'ın
öncülük ettiği alandaki ezici yerel
güç; Dersim Kızılbaş toplumunun bir parçası sayılan, fakat onun
genel duruşundan farklı olarak
Osmanlı'ya bağlılık gösterme yo-
luyla büyük imtiyazlar edinen Balaban ve Çarekan aşiretlerinin nüfuzlu liderleri (Gulabi-zade Halil Ağa,
Keko'nun oğulları İsmail ve Hasan
Ağalar ile Şah Hüseyin Bey) olur.
Bunların feodal zorbalığı karşısında Ermeni köylü hareketi bağımsız
Dersim'in Şıh Hasanan, Abbasan,
Haydaran, Demenan, Alan, Mirakyan gibi direnişçi aşiretleriyle birlik
geliştirmeye önem verir.
Bu saflaşma 1855-56 Türk-Rus savaşında tarafların tutumunu da belirlemiştir. Asker ve sırt hamalı olarak
savaşa gitmek istemeyen Ermeni ve
Kürt köylüleri dağlık mevkilere çekilip direniş gösterir. Ruslar karşısında yenilen Türk ordusu cepheden
dönüş sırasında Dersim'i kuşatır,
fakat işgal girişiminde başarılı olamaz. Savaş zamanı devletin işbirliğine çekmek istediği Dersim liderlerinden Seyit İbrahim bağımsız
duruşundan taviz vermediği gibi
savaş sonrası da bu tavrını sürdürerek 1860'larda Ermeni-Kürt ulusal
mücadele birliğinin Dersim'deki en
sağlam dayanağı olur. Devamında
Osmanlı devleti çevre yörelerin işbirlikçi beylerine kaymakamlık ve
benzeri mevkiler dağıtarak zayıflamış güçlerini berkitmeye çalışır.
Bu ikinci evrede daha çekilmez
hale gelen derebeylerin zulmü savunmasız köylüleri göçe sevkeder.
Bölünmüş idari sınırlar içinde ayrı
ayrı hak aramak imkansız olurken
bütün yörelerin şikayetlerini birleştirip İstanbul'a heyet gönderme
fikri gelişir. İşte bu aşamada yöre
temsilcileriyle görüşme arayışına
girilince Seyit İbrahim'in Lertik
köyü (2) en uygun buluşma yeri olarak öne çıkar. Geniş temsilciler toplantısı için de küçük Rıza'nın sünnet düğünü doğal bir vesile yapılır.
Bu anlatımın geçtiği pasaj Adom
Garabedyan'ın el yazılı defterinden
Kevork Halacyan'ın aktardığı şekliyle şöyle:
“Bu ve benzeri bir çok fikir ve
öneri getirildi bize 1864 güzünde.
Dersim'e adam gönderip Reyberlerin Seyit İbrahim ve Çarsancak'ın
dağ köylerindeki Ermeni ileri gelenleriyle görüşme, danışma ihtiya-
cı duyuldu.
Her zaman olduğu gibi Halcents
Seko, Minasents Milletbaşı, Manugats Manuk Reis, Ğılot'un Hemo,
İbrahim ve Karagözlerin Ali bu iş
için görev aldılar. Dersim lideri
Seyit İbrahim'in evinde on günden
fazla misafir kalarak, bilahare daha
geniş bir gizli toplantı örgütlemek
için hesaba katılan herkesle görüşme ve konuşma imkanı bulmuşlar.
Öyle göze çarpacak bir toplantıyı dikkat çekmeden yapmak
Balaban'ın Surp Toros Vankı'nda
yada Dersim'in bağımsız bölümündeki köylerden birinde mümkün
olabilirdi. Balaban tarafı Çarsancak
ve Çemişgezek temsilcileri için çok
uzak kalacağından tercih edilmedi.
Seyit İbrahim'in önerisi ile toplantı
günü olarak 1864'ün 10 Ekim'i belirlendi. Toplanma yeri yine Lertik.
Vesilesi ise Seyit İbrahim'in küçük
oğlu Rıza'nın sünnet düğünü.” (3)
İşte Seyit Rıza'nın sünnet gününe
dair ilginç bilgi böyle bir bağıntı
içinde geçiyor.
Halacyan'ın kitabında yer alan Sünnet düğünü ile ilgili pasaj
(Kevork Halacyan, Dersim konulu
etnografik arşiv dizisi, XVI nolu fasikül, s. 1919
DİPNOTLAR:
1) Mehmet Bayrak, Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji Yazıları (1973-2009),
s. 325
2) Lertik yada Lirtik: Ovacık’ın
doğu sınırında Ağpanos vadisi etrafında bir dizi köyü kapsayan dağlık mıntıkanın adı. Aynı zamanda
köy ismi olarak da kullanılır olmuş.
Seyit Rıza’nın doğup büyüdüğü yer
kimi kaynaklarda Lertik’in Deri
Ari köyü, kiminde ise yalnızca
Lertik olarak anılıyor. Eski haritalarda kayıtlı olduğu nokta bugünkü
Yalmanlar’a çok yakın.
3) Kevork Halacyan, Dersim konulu etnografik arşiv dizisi, XVI nolu
fasikül, s. 1919.
Hovsep Hayreni yazısının çok
uzun olmasından dolayı bölümler halinde yayınlayacağız
Kızılbaş Dergisi
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair Notlar: 4
TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER
Murat Küçük
„YOL KARDEŞİ“NE İLK UYARILAR!
Yürükoğlu’na göre Aleviler ve işçi
sınıfı müsahiptir ama, müsahipliğin
gerektirdiği her alanda eşit olma önkoşulu burada aranmamaktadır. Bir
tabiyet ilişkisidir söz konusu olan ve
eğer Alevilik işçi sınıfının ideolojisine uygun stratejileri benimsemezse
kendisini inkar etmiş olacaktır:
“Günümüzde Alevilik ancak işçi sınıfına ve onun ideolojisine yaklaştığı,
onunla kaynaştığı ya da onun dostu,
musahibi olduğu oranda, kapitalizm
altında da devrimcileşir ve yeni bir
devrimci ömür ve işlev kazanır. Bu
olmazsa , Alevi düşüncesi içinde milliyetçiliğin, dinciliğin ve devlete saygıcılığın giderek güçlenmesi ve bünyeyi ele geçirmesi kaçınılmazdır. Bu
da 800 yıllık heybetli geçmiş adına,
Hacı Bektaş’ın özgürlükçü, eşitlikçi öğretisi adına, adaletli bir yaşam
uğruna can veren milyonlarca Alevi
emekçi adına ne acı sondur.“ 66
Öte yandan işçi sınıfının ideolojisini
benimsediğinde de devrim sonrası
„varlık sebebi“ ortadan kalkacağından işler yine onun aleyhine gelişecektir. “Marksistler bir gerçeği iyi
biliyorlar: Sınıflı toplum kalkmadan,
tanrı-din vb., kalkmaz. Dolayısıyla,
Alevilik, işçi sınıfının ve Marksizmin
dostu olmazsa da sürer ve bir işlevi
olur. Ama bu işlev artık ilerlemenin,
gelişmenin öncü güçlerinden olmak
değil, dinsel koyuluğa kaymak, düzeni korumak, ilerlemeyi engellemek
olur“ diyen Yürükoğlu, Marksizmin
dostu olmayan bir Aleviliği “yaşam
felsefesi”nden süratle “din”e indirgemektedir.67 Sosyalizmi kurduktan
sonra Aleviliğin akıbetinin ne olması gerektiği ifadede yeterince açıktır.
Enver Hoca’nın Bektaşilerle diyaloğuna benzer bir “yol kardeşliği”dir
bu.
Sosyalist aydının Alevilere yönelik
düşünce jimnastiklerinin müdahaleci
özelliğine bir başka örnek Nefes dergisi yayın yönetmeni Esat Korkmaz’ın
tanımlamalarında belirmektedir.
Korkmaz, Alevi inanç öğretisini
Yürükoğlu’ndan çok daha detaylı biçimde ve felsefi olarak Marksist bir
içkinleştirmeye tabi tutarak “Aleviler
için” açıklamaya girişmekte, Buyruk
ve Velayetname gibi geleneksel metinleri “canlara yararlı olması” için
“gerici” unsurlardan arındırarak yeniden düzenlemektedir.68 Tıpkı Kavga-Kervan çevresi gibi Korkmaz’a
göre de Aleviler devletin oyunları
nedeniyle son derece tehlikeli bir
sınırda durmaktadırlar. Bu nedenle
inançlarının “özünü” doğru anlamak
zorundadırlar.69
Sosyalist aydının Aleviliği açıklama
denemelerinde temel sorun dinin afyon olarak nitelendiğine dair kabulden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle
Aleviliği din ya da inanç olmaktan
çıkartmak, en azından Korkmaz gibi
“yarı ilahi bir ideoloji” ya da inanç
kültür karışımı ilan etmek gerekmektedir.70
„Yarı ilahi ideoloji“ tesbitiyle onu din
olmaktan „kurtaran“ Korkmaz’ın tesbitini ikinci etapta Aleviliğin Türkiye
özelinde insanlık kazanımı olan ne
varsa onun elde edilmesinde yadsınmaz payına ve ne denli çağdaş, modern bir kimlik olduğuna dair bir dizi
“iltifat” izleyecektir.71 Ardından uyarılar gelir. Aleviler, Tanrı’nın, ancak
kamil insan aracılığıyla öğrenilebildiği bir nesnel süreci „Tanrı-Doğaİnsan“ özdeşliğinde „materyalist“ bir
açılıma dönüştürmekle, bilim dünyasına ve aydınlığa adım atmış olurlar.
Aleviliği güncel kılan „soyut Tanrıyı insan donunda somutlaştıran“ bu
materyalist özdür. Ancak, Alevilik
“felsefesi”nin en can alıcı noktası,,
onun aynı zamanda en zayıf halkasını oluşturmaktadır. Zira soyut tanrıyı insan donunda somut kılsa da bu
nokta Alevilik için toplumsal insan
bilinci ve akıl ürününün hasat alanı
olabileceği gibi, „kutsal kökene atlama platformu“na da dönüşme tehlikesini barındırmaktadır. Öyleyse iki
seçenek vardır Alevilerin önünde:
„Ya felsefenin idealizm/inanç yanına
ağırlık verilecek; din, kamil insanın
yaşama görüşü olmaktan çıkarılacak
kurgu ürünü Tanrı’ya teslim edilecek,
bu yolla Anadolu yaratısı Alevilik/
Bektaşilik tarihe gömülecek ya da
materyalizm yanına ağırlık verilecek; kutsal kökenle birleşme, birey/
toplum bilincinin kutsanması olarak
algılanacak; insan ve toplum kendi
kendisinin tanrısı olarak kendi kaderini kendisi çizecek/kendi kendini
yönetecek; dünyayı Tanrı’nın “tasallutundan” kurtaracaktır.“ 72
Aleviliği reddeden 70’li yılların devrimciliğine karşı reel sosyalizmin
çöktüğü 90’lı yıllarda, onun sosyalizmin özünü ihtiva eden bir „yaşam
felsefesi“ olduğuna dair yaklaşımlarıyla Yürükoğlu, Kaygusuz ve Korkmaz Aleviliği sosyalist düşüncenin
kabul edebileceği mümkünlükte bir
teorik zemine oturtmaya çalışmaktadır. Oniki eylül öncesi din olduğu için
reddedilen Alevilik, şimdi din olmadığı „tesbit“ edilmek suretiyle arkaik
bir sosyalist toplum modeli olarak
“övülmekte” ve 70’li yılların aksine
onu izlemeye kararlı mensuplarına
ittifak önerilmektedir. Eğer Aleviler
bu ittifaka yanaşmazlarsa, Aleviliğe
ihanet etmiş olmakla tehdit edilmektedirler. Aleviler Aleviliklerini inkar
etmek, ondan vazgeçmek istemiyor,
ona sadık kalmak istiyorlarsa mutlak
surette sosyalist mücadele içinde yer
almalıdırlar!
SİVAS KATLİAMI’NDAN
GAZİ’DE „HALK YAKLANMASI“
NA: DEVRİMCİ DURUM VE „İŞBİRLİKÇİ“ OLARAK ALEVİLER!
Doksanlı yıllarda Alevi örgütlenmesinin seyrinde önemli etkiler yaratan
Sivas katliamı (1993) ve Gazi olayları
da (1995), sol fraksiyonlara göre tıpkı Maraş ve Çorum katliamları gibi,
Alevilere değil devrimci ve demokratlara yönelik faşist saldırılardır.
kızılbaş - sayfa 35- sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Katliamın birinci yıldönümü dolayısıyla kaleme alınmış bildirilerin birinde: “Oligarşik devlet Sivas’ta devrimci bir gelişmenin ortaya çıkmasını
engellemek amacıyla faşist ve şeriatçı güçlerini harekete geçirmiştir”.73
ifadesine yer verilmektedir. Katliam
sonrası Aleviler arasında gözlemlenen hareketlenme ve protesto gösterileriyle dışa vurulan yoğun tepki
„Alevi kitlesinin sınıfsal niteliğinden
kaynaklanan devrimci potansiyel“ ile
açıklanmaktadır. Gösteriler sırasında sol gruplara kendi pankartlarını
açma izni verilmemesi ise Alevi örgüt yöneticilerinin “Alevicilik hesapları yapmak”, “devrimci potansiyeli
pasifize etmek”, “Alevileri devrimcilerden uzaklaştırmaya çalışmak” ile
suçlanmalarına giden yolu açmıştır.
THKP-C HDÖ’nin yayın organı Kurtuluş Cephesi’ne göre:
“Sivas Katliamı, devletin en küçük
bir devrimci ya da ilerici bir faaliyete karşı nasıl bir tenkil politikası
izlediğini açıkça ortaya koymuştur.
Devrimciler bu gerçeği bir kez daha
kitlelere anlatmak ve devrim güçlerinin saflarında örgütlenmek gerektiğini kavratmak zorundadırlar. Bunu
yaparken, sorunun yalın bir dinsel
mezhep sorunu olmadığı kesin olarak
belirtilmeli ve dinsel görünüm kazandırma çabalarıyla mücadele edilmelidir.“74
Sivas katliamını devrimci gelişmeye
yönelik bir saldırı olarak algılayan
sol gruplar, katliam sonrası yapılan gösterilerde sergileyemedikleri
„devrimci inisiyatifi“, Gazi Mahallesi Hacı Bektaş Veli Derneği’nce inşa
edilen Cemevi’nin karşısındaki üç
kahvehaneye yapılan saldırı sonrası
dilediklerince gerçekleştirebilme olanağı bulacaklardı. Saldırının şokuyla
sokağa dökülüp cemevi önünde toplanan insanları mahallede barikatlar
oluşturmaya ve karakola yürümeye
yönlendiren gruplar halkın polisle çatıştırılmasını önlemeye çalışan
cemevi yöneticilerini “işbirlikçilik”
ve “uzlaşmacılık” ile suçlamışlardır.
Saldırı sonrası oluşturdukları Devrimci Komite’yle “fiilen bir karargah”
durumuna getirdikleri Cemevi’nde
konumlanan,75 “burjuvaziden sadece ‘cem töreni’ yapmakla sınırlı
bir inanç özgürlüğü isteyip, halkın
iktidarını istemeyen”,76 “devletle işbirliği içinde” devrimcileri dışlayıp
“eylemin devrimci rotasını” saptıran
Cemevi yönetimini devrimci müdahaleyle “etkisiz”leştiren,77 ajitasyon
çalışmaları için istanbulun değişik
semtlerinde Alevi derneklerini dolaşıp, gelişmeler hakkında bilgi edinmeye çalışan „kitle“ye ayaklanma
çağrıları yapan 78 örgütler, saldırının
Alevilere değil „emekçi halka“ karşı
yapıldığı konusunda fikri sabittirler:
“Saldırıyı sadece alevilere yönelmiş,
ayaklanmayı da sadece Alevi kesimlerin protestosu gibi göstererek, söz
konusu ayaklanmanın emekçi halklara dayandığı, ezilen sınıflar temeline
oturduğu gerçeği çarpıtılmakta, tüm
inanç ve uluslardan halkların ayaklanmadaki birliğine gölge düşürülmeye çalışılmaktadır.79
Devlet tarafından sınıf çelişkilerini
gizlemek niyetiyle yapılan bu çarpıtmanın baş aktörleri “işbirlikçi Alevi
ileri gelenleri”dir:
“Aleviliği kendi çıkarları gereği, eşitlikçi, halkçı, isyancı özelliklerinden
arındırarak cem ayininine ve tarikata indirgeyerek, dinsel yönünü temel
hale getiren bu tuzu kurular, çeşitli
Hacı Bektaş Veli dernekleri adına,
‘Aleviler hoşgörülüdür’, ‘Aleviler şiddet değil sevgi göstermelidir’, ‘Alevi
sağduyusu’ demagojileriyle halkı afyonlayıp uyuşturmaya çalışmışlar, isyanı engellemek istemişlerdir.”80
Gazi olaylarında etkin sol gruplar,
saldırıyı ve saldırı sonrası ortaya çıkan reaksiyonu alevilerle ilişkilendiren her türlü izahı tüm inanç ve
uluslardan halkların ayaklanmadaki
birliğine gölge düşürmekle suçlarken,
sözünü ettikleri diğer inanç ve halkların değil, sadece aleviliğin devrimci ve isyancı özelliklerinin altını çizme gereğini sık sık duymaktadırlar.
Buraya kadar hem fikir olan DHKC,
MLKP-K, TKP-ML TİKKO, TDKP,
TİKB, TKP-Kıvılcım grupları, Gazi’
de “devrimci durumun tahlili” ve bu
devrimci durumun daha evvel hangi
örgüt tarafından tesbit edildiği, kimlerin bu konuda hazırlıklı olduğu, Leninist Ayaklanma Stratejisi’nin kimlerce en doğru şekilde uygulandığı,
barikatlarda esasen nasıl bir “savaş
tarzı” geliştirilmesi gerektiği konularında birbirlerini suçlamakta ve alınması gereken derslere dair uyarılarda
bulunmaktadırlar.
DHKC, MLKP’nin, Gazi olaylarından kısa bir süre öncesine kadar
yayın organlarında “Türkiyenin batısında devrimci durum yok, şovenizmin kitleler üzerinde etkisi büyük ve
kitleler gerici propagandanın etkisi
altındadır” biçimindeki yazılarıyla
yaklaşmakta olan devrimci ayaklanmayı zaten göremediğini bu nedenle
ona önderlik edecek bir konumda ola-
mayacağını söylemekte. 81 MLKP-K
ise devrim yolunun sınıfsal karşıtlıklardan ziyade “etnik ve mezhepsel iç savaşlar”la açılacağını kuruluş kongresinde tesbit etmiş olmakla
övünmektedir. Kongre belgelerinden
“devrimin olası gelişme çizgisi” şöyle
aktarılmaktadır:
“... Türkiye’yi antiemperyalist demokratik devrime ve bu devrimin
zaferine götürecek olan yol, burjuvazi-proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve sosyal karşıtlıklar yanısıra,
fakat bunlardan daha çok, Türk-Kürt,
Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut
biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişecektir.” Gönüllere ferahlık
veren bu tesbit uyarınca MLKP-K
“devrimin kaderini tayin edecek nihai çarpışmalar”ın şehirlerde verileceğini öngörmekte ve kendi görevini
içsavaşları ayaklanmaya dönüştürüp
devrimi gerçekleştirmek olarak belirlemektedir: “Kentlerin bu rolü devrimci proletaryaya nihai bir saldırı
için, topyekün bir kent ayaklanmasına
hazırlanmak görevini yüklemektedir.
Bunu öngörmek, bugünden kentleri
ve kentsel ayaklanmaları esas alan bir
hatta örgütlenmemiz ve ilerlememiz
gerektiğini de ortaya koymaktadır.”
82 Örgüte göre
“Devrimci Gazi” bu “öngörü”ye uygun olarak kendi inisiyatiflerinde geliştirilmiş bir adımdır ve önemli deneyler kazandırmıştır. “Önümüzdeki
dönemde daha bir çok Gazi’nin filiz
süreceği ve Gazi deneyiminin aşılacağı kimse için bir sır olmamalıdır.
(...) Komünist ve devrimci örgütler
politik eğitim ve hazırlıklarını devrimci Gazi ve onun ekseninde gelişen
ve sertleşen politik çatışmaların ışığı
altında ilerletmek görev ve yükümlülüğünü omuzlarında taşımaktadır.” 83
DHKC ve MLKP-K’nin performansı
bu örgütleri öteden beri “küçükburjuva devrimcisi” olarak suçlayan TKP
İşçinin Sesi Grubu’nu da etkilemiş
görünüyor. Daha önceleri Türkiyede
“devrimci durum” olmadığı tesbitini
yapan Grup, olaylar sonrası toplandığı belirtilen TKP (İşçi’nin Sesi)’nin
Dokuzuncu Kongre Kararları’nda
(Kendilerini asıl TKP’nin mirasçısı addettikleri için dokuzuncu!)
Türkiye’nin aslında sosyalizme hazır
olmadığı, ancak Kürtleri ve Alevileri hedef alan bir karşı devrimin yaklaşmakta olduğu, bunun da devletin
Kürt sorunu nedeniyle girdiği krizden kaynaklandığı belirtilmektedir.
Karşı devrimin girişimleri “Gazi di-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
renişi” gibi savunma patlamalarına
yol açmaktadır. ve “bu savunma iyi
örgütlenebilirse, bir anda karşı devrimi ezebilir, iktidar yollarını açabilir”!
Mantığı kavramakta güçlük çekebilecekler için bir kez daha “yorumsuz”
toparlarsak şöyle: “Gelmekte olan bir
karşı devrim var ama bunun karşısındaki potansiyel örgütlenebilirse, Gazi
direnişinin de gösterdiği gibi, saldırıyı püskürtebilir ve yerel ayaklanmaya dönüşen Gazi örneği tüm ülkeye
yayılabilir. Demek ki, sosyalizme
hazır olmayan Türkiye’de, ülkenin
içinde bulunduğu koşullardan dolayı,
devrimci güçlere iktidar yollarının
açılabileceği bir durum vardır. Gazi
ayaklanması gidişin tersine çevrilebileceğini gösteriyor.”84 Bu şahane
analiz uyarınca TKP nihayet silaha
sarılmayı da öğütlemektedir!
Kavga, Sayı: 18, s.13, R. Yürükoğlu.
Kavga, Sayı: 18, s.13. R. Yürükoğlu
1960’lı yılların sonlarında Fikir
Kulübü ve Dev-Genç Yönetim Kurulu
Üyesi Esat Korkmaz, 12 Mart sonrası
THKP-C ve Dev-Genç davalarında
yargılandı. 1974 affı ile cezaevinden
çıktı. Babıali’de yazar ve redaktör
olarak çalıştı. Alevilikle ilgili yazılarına 1990’lı yıllarda başladı. 1995-98
yılları arasında Nefes dergisi yayın
yönetmenliği yaptı. “Dört Kapı Kırk
66
67
68
Nuran, sosyal çevresini daha bilinçli bir
biçimde algılamaya başladığında 13 yaşındaydı. Nuran, birkaç yıl çalışıp varlıklı bir aile olarak memleketlerine dönme
niyetiyle, 60’lı yılların başlarında yoğun
bir ilgi gören ülkeye, yani Almanya’ya
göç eden H. ve. M.’in 5 çocuğundan birisidir. Nuran’ın annesi ve babası o zamanlar pamuk tarlalarında yövmiyeyle
çalışıyorlardı ve okur yazar değillerdi.
Adana’da tablacı olarak çalışmış olduğu
için, ailede sadece baba hesap yapmasını
bilirdi.
Aile içinde tanık olduğu birçok olayın
sonucunda Nuran, benimseyemediği bir
dünyadan kopabilmek için tek doğru yolun, bir eğitim sürecinden geçmek olduğunu farkeder.
Nuran iri yapılı ve kaba tavırlı bir kız
çocuğuydu ve bir gün kadın olmak zorunda olacağı düşüncesinden utanırdı;
çünkü annesi sayesinde, bu dar yapılı
toplumda bir kadın olarak varlık göstermenin ve zarar görmeden kendi yolunu
çizmenin zorluklarını öğrenmişti.
Başlangıçta babası karşı çıkmış olsa da
direnip nispeten daha düşük düzeyli bir
okuldan (Hauptschule) daha iyi bir okula
(Gymnasium) geçmeyi başarır. Bu geçişle kendi dünyasının kapısını açmayı hayal ediyordu o zamanlar.
Ancak kendi rızası olmasa da başkaları
Nuran için farklı bir kapı açtılar. Bu ka-
Makam” Şahkulu Sultan Külliyesi
Yayınları, İstanbul, 1995. “İmam Cafer
Buyruğu”, Ant Yayınları, İstanbul,
1997, Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi,
Can Yayınları, İstanbul, 1999.
69 Esat Korkmaz, Dört Kapı Kırk Makam, Şahkulu Sultan Külliyesi Yayınları, İstanbul, 1995, sayfa: 8.
70 A.g.y. 10.
71 A.g.y, 14.
72 A.g.y, 18-19.
73 Kurtuluş Cephesi, Temmuz-Ağustos
1994.
74 Kurtuluş Cephesi, Temmuz-Ağustos
1994.
75 Barikat Günleri, Varyos Yayınları,
İstanbul, Kasım 1995, s.113.
76 Gazi, Geceondulardan Geliyor
Halk, Haziran Yayıncılık, İstanbul,
1996, s.226.
77 MLKP-K bu etkisizleştirme işleminin yeterince kararlı
bir şekilde uygulanmadığından
yakınmaktadır:“Cemevi, Devrimci
Komite bakımından fiilen bir karargah durumundaydı. Ancak cemevi
gerici yönetiminin devletle flörtü,
uzlaşma ve kitleleri pasifist etkileme
konusundaki girişimleri daha sert bir
biçimde devrimci otoritenin egemenliğinde tutulmalıydı. Zira cemevi,
Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Tanıtma
Derneği yöneticileri, devletle yaptıkları telefon görüşmeleriyle faşist saldırı
pının ardındaki manzara bugüne kadar
yanıtlanmamış sorular barındırmaktadır.
Annesiyle babasının ayrılmasının ardından Nuran 14 yaşında evlendirilir ve hayatında birçok dönüm noktası yaşar.
- Nuran’ın diğer iki kardeşi, ilerleyen yıllarda kendi eşlerini kendileri seçme özgürlüğüne sahip olacaklardır. Yazar, yaşam öyküsünü tutkuyla anlatıyor. Her zaman savaşmaya değer yaşama
dönük bir tutku.
ÇÜNKÜ HERKESİN YAŞAMI KENDİNE AİTTİR! Yazar, yaşamımızın bir
noktasında, kendi sorumluluğumuzu
üstlendiğimizi ve yaşamımız üzerinde kimin ne kadar etkisi olabileceğini –bilinçli
ya da bilinçsiz- kendimiz belirlediğimiz
görüşündedir. Nuran Joerißen, bu kitabı
için açıkça davetiye çıkarıyorlardı.
Bu tür davranışlar devrimci otoriteyle
mutlaka ezilmeliydi.” Barikat Günleri,
113-114.
78 “Gülsüyu’na polis güçleri yığılmıştı.
MLKP-K’lı güçler Zümrütevler’de
propaganda ve ajitasyon grupları
oluşturarak kahvehanelerin, evlerin,
esnafın dolaşılması biçiminde yoğun
ve hızlıbir çalışma başlatmıştı. Buradaki çağrılarda Gülsuyu’nda yapılacak eylemin yeri ve zamanı anlatılıyordu. Pir Sultan Kültür Derneği’nde ve
Pir Sultan Abdal Canlar Derneği’nde
bulunan halka Gazi’deki durumu
içeren bilgiler aktarılıyor ve eylem için
çağrılar yapılıyordu.” Barikat Günleri, s.61.
79 Barikat Günleri, s.222.
80 Gazi, Gecekondulardan Geliyor
Halk, s.221.
81 Gazi, s.257.
82 Barikat Günleri, s.140.
83 Barikat Günleri, s.143.
84 TKP Genel Sekreteri Veli Dursun’un
9. Kongre Açış Konuşması: “Gazi
Direnişi Tüm Düşüncemizi Değiştirmiştir.” Kervan sayı:48, s.13.
(devamı gelecek sayıda)
Kaynak:
Modern Türkiye`de Siyasi Düşünce,
Sekizinci Cilt: Sol, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2007.
yazmasının nedeninin, klişeleri arttırıp
kadının toplumda ezildiğini yeniden
vurgulamak olmadığına işaret etmektedir. Eserinin temel amacı, istediği sürece
kadının ya da insanın içinde bulunan
büyük gücü ortaya çıkarabileceği fikrine
dayanmaktadır.
İşletme okuduktan sonra yazar terapist
olmak üzere bir eğitim sürecinden daha
geçer, toplumsal siyasi aile yapılarıyla ve
kadınların toplumdaki konumlarıyla ilgilenir.
Yazar şöyle der: „Etkileşim sürecinde bir
dizgenin üyelerine ait konumlar ve kadın-erkek konumları, bir erk oyunu doğrultusunda koşullanır. Bu oyunun kurallarını her iki taraf sadece yönetmez, aynı
zamanda belirli bir bağlamda birlikte
belirler. Bu, insanların ten renginden,
kökeninden ve inancından tamamen bağımsız bir biçimde gerçekleşir.
Bu eser karşılıklı tartışmanın kapılarını
açabilir. Aynı zamanda, benzer koşullarda bulunmuş olan ya da bulunan tüm
kadınlara, kendi edilgenlikleri ya da
‚erksizlikleri’ kapsamında kilitli kalmak
yerine, farklı bir bakış açısı kazandırabilir.
Çünkü hiçbir insan ‚erksiz’ değildir!
(Çev.: Emra Büyüknisan)
http://www.nuranjoerissen.de
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni Kızı
Ağçik ..................Yusuf Baği
Peri Yayınları, İstanbul, 2007
112 sayfa, 13.5x 19.5 ebatında, ithal
kitap kağıdı.
Şiir, edebiyatı şekillendirme kalıplarının en güzeli olmaktan öte insan
diline ait ifade gücü en yüksek olanıdır da. Onunla sadece şairin sanatsal
becerisi değil, kullandığı dilin canlılığı da toplumun gösterdiği saygıdan
tamamen bağımsız bir şekilde belirir.
Onun için önünüzdeki kitapta derlenmiş olan ve ilk kez yayımlanan Sey
Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım,
estetik ve stilistik içeren ) bir belge
olma özelliği taşır. Şairin anadilinin henüz resmiyette dil olarak bile
algılanmadığı bir zamanda oluşmuş
eserler olarak, Zazaca’nın muktedir
ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Kitabı yayımlayana Sey Qaji’nin biricik eserlerinin
unutulmasını önlediği ve kamuoyuna
ulaşır kıldığı için içten bir teşekkürü
borç biliriz. (Prof. Dr. Jost Gibbert)
Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği
icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi
Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan
çalışması sonucu, Dersim’in efsanevî
şairi, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz
Sêy Qaji üstüne derli-toplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy Qaji’nin
1860-1936 yılları arasında yaşadığı
kabul edildiğine göre, demek ki bu
çalışmayla,Dersim’in yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve siyasal tarihi
gözler önüne seriliyor.
(Mehmet Bayrak)
ISBN : 978-605-4091-07-2
Tarih anılarda gizlidir. Her yaşanan
trajedinin yazılışı, bir giz perdesinin
aralanmasıdır. Gelecek için geçmişin
ilmek ilmek aydınlanması, geçmiş ve
geleceğe projektörün tutulmasıdır.
Öznenin, doğal olanın, yaşananın
ikirciksiz ve tüm sonuçlarını, olasılıklarını düşünmeksizin sergilemek,
insan yaşamında ancak erdemlilik ile
karşılığını bulur..
Eğer sağlıklı bir duruş yoksa, insan
erdemliliğinden taviz vermemek
mümkün olmaz.
İnsanlık tarihinde, Anatolya, Trakya, Mezpotamya ve Medya ülkesi;
insanlık, kültürler, halklar ve medeniyetler beşiği olduğu kadar, imparator
ve diktatörler tarafından insanlık
mezarlığı haline getirildiği, geri ve
perişan hale itildiği unutulursa eksik
tanımlanmış olur.
İnsanın, insana ve doğaya karşı bu
kadar amansızca kirletilmiş hale getirilmesi, hangi argümanlarla olursa
olsun ideal ve erdemden uzaklaştırılmış insanlık olgusu ile tarif edilebilinir. Bu sonuçtan kurtulmak büyük
bir emeği, eforu, bilinçli bir çabayı ve
başarıyı gerektirir.
Yusuf Bağı, mektep görmüş değil,
ancak pek çok aydından daha fazla
okumayı ve kitabı sever. Pek çok
sözde bilim insanından daha sorgulayıcı ve öğrenmeye aşık bir insan. Bu
sorgulama ve öğrenme güdüsü, onun
sosyal, tarihsel ve olguların ardındaki nedenleri aramaya koyulmasına
yetmiş. Demokratik toplumda kadına
karşı tutum ya da kadının toplumdaki
yeri; o toplum ve devletin ne derecede demokratik olduğunun ölçülerinden biri olunca, toplumumuzda
kadınlara, özelikle Ermeni Kızlarına
"Arçik"lere nasıl davranıldığına göz
atmak gerekmez mi?
Ermeni kadını "Noyan"ın Arçik kızı
Meryem'n hikayesi ve bir kadın
olarak tüm varlığı ile insanlık konusunda hassas ve haysiyetli olmasına
rağmen, yalnız onun atalarını, akraba ve yakınlarını gözlerinin önünde
öldürmeleriyle de yetinilmemiş, yanı
sıra katliamdan kıl payı kurtulabilen "Ermeni Kızı Arçik" namı değer
Mardinli Meryem'e sonradan da
olmayacak insafsızlıklar etmişlerdir.
Elinizdeki "Ermeni Kızı Arçik" bu
yapılamayacak şeylerin izini sürmeye
meraklı, okul yüzü görmemiş, her
şeyi kendi çabasıyla öğrenme azmini
göstermiş bir Kürt'ün; saf ve temiz
hislerinin kağıda dökülmüş halinden
ibarettir.
Ancak yeni bir anlatımla karşılaşıp,
size ve düşünüşünüze ters, yabancı ve
sevmediğiniz bir hikaye ile de karşılaşabilirsiniz. Fakat ders çıkaracağınız çokça şey olduğu için ve zevkle
irdeleyeceğiniz için de okumamanız
mümkün görünmüyor. Elinizdeki
kitabı okuduğunuzda sevmemenizi
düşünmüyoruz.
50 TL. VE ÜZERİ ALIŞVERİŞLERİNİZDE KARGO ÜCRETSİZDİR.
(YURTDIŞI HARİÇ)
50 TL. altındaki siparişler anlaşmalı olduğumuz MNG Kargo ile
Türkiye’nin heryerine (dosya) tek
fiyat 3.40 TL. + KDV (4.00 TL.) (Kitabın kalınlığına ve ağırlığına göre
fiyat artışı olabilir.) kargo ücreti
alıcı ödemeli gönderilir. (Yurt dışı
gönderimleri Kıbrıs dahil 20 $’dan
başlamaktadır. Kargo ücreti önceden
talep edilir ve PTT ile gönderilir.)
Pêrî Yay ınları
Tel: 0216 - 347 26 44
GSM: 0 533 488 01 12
[email protected]
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tanrı Yanılgısı
"Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir
Cemil Gündoğan`in yeni
kitabı: Dönemeç Yazıları
Vete Yayinevi'den çıktı!
Kürt hareketi yakın bir zaman
öncesine kadar, devlet ve hakim
medya tarafından dış mihrakların
Türkiye’ye karşı kullandığı bir güç
olarak sunulurdu. Şimdilerde, giderek iktidarla muhalefetin birbirine
karşı kullanmaya çalıştığı bir güç
olarak işlem görüyor.
Onun, Türk siyasal alanı-nın dışından içine doğru bu şekilde yer
değiştirmesini mümkün kılan tek
faktör, bu hareketteki iç değişim ve
dönüşümler değildir. Türk toplumunda ve siyasetinde yaşanan derin
yarılma ve çatışmalar ile Türkiye’nin
dış dünyayla yaşadığı sorunlar da
bu yer değiştirme üzerinde etkide
bulunmaktadırlar.
Cemil Gündoğan’ın bu kitabı, Kürt
soru-nunu derinden etkileyen bu tür
değişme, gelişme ve faktörleri analiz
eden denemelerden oluşuyor. Bir
kısmı ilk kez bu kitapta yayımlanan
makaleler, Ergenekon davasından,
yazarın deyimiyle "
Avrupai Türkler"le "Asyatik Türkler" arasında yaşanan ayrışma ve
çatışmaların Kürt hareketi bakımından yarattığı siyasi fırsatlara kadar
görece geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Kürt hareketini ve Kürt sorununu,
güncel siyasi çekişmelerin ötesine
geçerek düşünmek ve tartışmak
isteyenler için.
Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni tarihi
bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan tarihi
bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün bunlar
Son zamanlarda, Discover dergibilinmeden de Türk egemenliği tarihinin
si, evrimi sert ve
etkili savunduğu
anlaşılamayacağını
düşünüyorum.
için
Richard
Dawkins'i
"Darwin'in
II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik
Rottweiler"i
anmaktadır.
Hareketi"
başlığınıolarak
taşıyor. Ermeni
ulusal
hareketinin
Türk,onu,
Yunan,
Kürt,
Prospect oluşumu,
dergisi ise
(umberto
Asur
ilişkibirlikte)
ve etkiEcoveveBalkan
Noamtoplumlarıyla
Chomsky ile
leşimleri
içinde
çalışılıyor.biri
dünyanın
ilk ele
üç alınmaya
halk aydınından
"Jenosit
1915"
başlığını
taşıyan
III. bölüm,
olarak seçti. Bu kez Dawkins
keskin
tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve sonuçzekâsını
din
üzerine
çevirir,
dinin
halarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uytalı
mantığını
ve
yol
açtığı
acıları
ifşa
gulanışı, Soykırım'daki siyasi, toplumsal ve
eder. sorumluluklar; İttihat ve Terakki,
kurumsal
Teşkilat-ı Mahsusa, Hamidiye Alayları,
Alman
bu bölümün
tartışEski Askeri
Ahit'invarlığı,
cinsiyet
takıntılı
tiratığı
başlıklar.
Bu bölümde düşünürlerince
üç ayrı örnek
nından,
Aydınlanma
olay
üzerinde
olarak durulmakta:
müşfik
(amaayrıntılı
hala mantık
dışı) Kutsal
"Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşDüzenleyici olmasına kadar Tanrı'yı
kisi", "Hacı Musa Bey prototipi" ve "Sabiha
bütün örnek
formlarıyla
Gökçen
olayı"... eleştirir. Dine ilişkin
bütün
önemli
IV. bölümde "Kemalistargümanları
İktidar ve Batıdidik
didik eder ve
doğaüstü
bir varlığın
Ermenistan'ın
İşgali"
başlığı altında,
olamazlığını
açık
seçik Savaşı'nın
ortaya koyar.
Bolşevik
Devrimi,
I. Dünya
sona
ermesi,
Sevrtarihsel
ve Lozanve
barış
görüşmeleri
ile
Konuları
çağdaş
kanıtlargelişen
süreçlerde
Kemalist
hareketin
gelişla destekleyerek, dinin nasıl savaşı
mesi,
Bolşeviklerin
ilişkileri, Kürt-Ermeni
ateşlediğini,
bağnazlığı
kışkırttığını,
ittifak arayışları, Kürt ulusal başkaldırılaçocukları istismar ettiğini gösterir.
rının başlaması gibi olgular yer alıyor.
Böyle yaparak,
inancının
sa"Cumhuriyet'in
EtnikTanrı
Yok etme
ve Yayılma
dece
akil
dişi
(irrasyonel)
değil,
ayni
Politikaları" başlığı altında V. bölümde
zamanda potansiyel
ölümcül
Nasturilerin
Hakkari'denolarak
çıkarılması;
"Mübadele"
ile Ön Asya'daki
olduğu seklinde
zorlayıcıRum
bir vardurum
lığının
silinmesi; Antakya'nın [Hatay]
yaratmaktadır.
ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip
veDawkins'in
tenkil"i, "Mecburi
ve asimilasdini iskan"
çürütmeye
yönelik
yon politikaları; "Varlık Vergisi", "Struma
ateşli
ve
şiddetli
tarzı,
Kutsal
Kitap'ı
olayı", Türkiye'nin "Kristal Gece"si 6-7 Eylül
delik
deşik
eden
tutarsızlık
ve
zalimOlayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi
likler
durmadan
dilealıyor.
getiren, "mahagibi
konu
başlıkları yer
retli
tasarım"ın
ya veda
VI.
bölümde
"Sonuç" anlamsızlığı
olarak "Soykırım
Etnik
etme Politikalarının
can Yok
çekişen
Orta Doğu Tartışılması"
veya Orta
yer
almakta.köktendinciliği karşısında
Amerika
Kitabın
"İsmiolan
Değiştirilen
Yerletüylerisonunda
diken diken
herhangi
biri
şim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri" başlığı
tarafından bağrına basılacaktır.
taşıyan "Ek" bölümde, isimleri Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca,
Süryanice, Arapça, Farsça öz anlamları
verilmeye çalışılmaktadır."
Bu dünyada bir dev var. Bu devin
öyle kolları var ki, hiç güçlük
çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir. Öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir.
Bu devin öyle kanatları var ki,
bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir.
Öyle yüzgeçleri var ki, su altında
balıklardan daha iyi yüzebilir. Bu
devin öyle gözleri ve kulakları var
ki, görülmeyenleri görür, başka bir
kıtada konuşulanları işitir. Bu dev
o kadar güçlüdür ki, dağları delip
geçer ve dolu dizgin akıp giden
suları durdurur. Bu dev, yeryüzünü
istediği gibi değiştirir; ormanlar
diker, denizleri birleştirir, çölleri
sular. Kimdir bu dev? Bu dev insandır. Acaba insan nasıl dev oldu,
nasıl dünyanın efendisi oldu? Biz
bu kitapta işte bunu anlatacağız.
M. İlin – E. Segal
direnenlerin torunu!
yücel halis’i koçgiri kızılbaşlarının yüzakı! senin alişer’e,
zarife’ye seyrıza’ya ugurladık!
ali rıza koçgiri
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Davul zurnayla
askere uğurlandı,
vicdani ret açıkladı
Çorum yerel basını “Bak şu çapsıza!” başlıklarıyla haberi duyurdu…
01 Ocak 2012 Pazar 12:04
Aile, askerliğini yapmasını istediği
Tüfekçi’ye bu yönde baskı da yapmıştı. Ancak Tüfekçi evden ayrıldıktan 3 gün sonra Çorum’da düzenlediği bir basın toplantısıyla ‘vicdani ret’
kararını açıkladı. Çorum yerel basını
“Bak şu çapsıza!”, “Ne ayak Tüfekçi?”, “Çorum’dan ‘Vicdani Retçi’
çıktı” başlıklarıyla haberi duyurdu.
Şimdi aile çocuklarının hayatından
endişe duyuyor ama artık ona ve
kararına sahip de çıkıyor.
Kazım Birdal Tüfekçi 20 yaşında.
Üç ay önce Bilecik 9. Jandarma Alay
Komutanlığı’na askerlik hizmetini
yapmak üzere çağrıldı. Açık lise
öğrencisi olan ve çiftçilikle uğraşan
Tüfekci, vicdani reddini açıklamaya karar verdi. Bu kararını ailesine
açıkladı. Uzun süre annesinin kaygılarını gidermek için çalıştı. Bunu
başaramayınca ailesine vicdani ret
kararından vazgeçtiğini ve askere gideceğini söyledi ve ‘birliğine
katılmak üzere’ ailesi ve akrabaları
tarafından davul zurnayla uğurlandı.
Bir süre sonra ailesini arayarak “teslim oldum” demesine rağmen, Tüfekçi Çorum’dan hiç ayrılmamıştı. 17
Aralık’ta Eşitlik ve Demokrasi Parti-
Sarkis Hatspanian
BİLGİLENELİM
si Çorum İl Örgütü’nde düzenlediği
basın toplantısında, “Savaşlarla,
cinayetlerle, tecavüzlerle bezenmiş
bir yolu yürüyoruz insanlık olarak.
En mutlumuz gözlerini hiç açmayan.
Kulaklarımızda hep günahsız ölenlerin çığlıkları. Yoruldum her cinayete
ortak olmaktan. Siz bakmasanız
da olur. Ben kaldırıyorum başımı”
diyerek vicdani reddini açıkladı.
Çorum yerel basınının buna tepkisi
ise ağır oldu. Çorum gazetesi, “Bak
şu çapsıza!” başlığıyla duyurduğu
haberde “Kazım Birdal Tüfekçi’nin
açıklamaları hem kendiyle çelişti
hem de milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının milli manevi
değerlerine hakaret niteliği taşıdı”
denildi. Çorum Manşet gazetesi ise
konuyu “Ne ayak Tüfekçi?” başlığıyla haftanın haberi ilan etti. Gazetenin ‘analiz’inde, “Daha önceden
hazırlanmış metni ve kurgulanmış
senaryoyu oynayarak medya üzerinden propagandasını yapmak isteyen bu tür organizasyonlara basın
kuruluşu olarak prim vermeyi doğru
bulmuyoruz” dendi. “Çorum’dan
‘Vicdani Retçi’ çıktı” başlığıyla bu
habere en makul yaklaşan gazeteyse
Yayla Haber oldu.
HER ŞEYİ GÖZE ALDIM
İstanbul, Ankara ve İzmir dışında bir
ilde 6 yıldır ilk kez vicdani ret ilan
edildi. Tüfekçi, Çorum’da vicdani
retçi olmanın zorluklarını Radikal’e
anlattı: “Basının beni hedef göstermesine şaşırmadım. Fakat ailem ve
arkadaşlarım çok endişeli. Babam,
belki tam olarak nedenini bile bilmeden, yüzünü insanlardan kaçırarak
ağlıyor. Ancak annem, babam ve
kardeşlerim ağlamasın diye başka
annelerin başka babaların gencecik
çocuklarını öldüremem. Arkadaşlarım bana çok destek verdi. Ben doğma büyüme Çorumluyum. Çiftçilikle
uğraşıyorum. Köyüme gidip çalışmak istiyorum. Çorum’u terk etmek
gibi bir düşüncem yok. Açıkçası
zamanın başıma neler getireceğini de
kestiremiyorum.” (radikal)
Ünlü Fransız coğrafyacı Jacques
Elisée Reclus’nün 1876 ile 1894 arası Paris’te yayımladığı ve 19 ciltten
oluşan Nouvelle Géographie universelle adlı genişçe eserinin 1892 yılına kadar Ararat adlı aylık dergide
kısım kısım basılan ve Paris’te yaşayan Ermeni bir ruhban tarafından
Ermeniceye çevrilerek 1893 yılında
Ermenistan’ın Vağarşapat şehrinde
(Tüm dünya Ermenileri Ruhani merkezi Ana Kilise Eçmiadzin’in) matbaasında LAZİSTAN, ERMENİSTAN, KÜRDİSTAN – KİLİKİA,
KÜÇÜK ASYA, MEZOPOTAMYA,
ASURİLER ve FİLİSTİN adıyla basılan 148 sayfadan oluşan Ermenice
kitabın 69-70.inci sahifelerinde yer
alan ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan değişik etnisiteler hakkında çok önemli demografik bilgiler içeren verilerdir.
Tüm Osmanlı sınırları içerisinde: 22
milyon 500 bin insan yaşamaktadır,
Osmanlı Avrupa’sında: 4 milyon
500 bin insan,
Afrika topraklarında: 1 milyon
insan,
Asya topraklarında: 17 milyon
insan,
Türkler: 8 milyon 950 bin,
Araplar: 3 milyon 800 bin,
Ermeniler: 2 milyon 520 bin,
Elenler: 2 milyon 477 bin,
Arnavutlar: 900 bin,
Kürtler: 850 bin,
Çerkesler: 550 bin,
Kızılbaşlar: 335 bin,
Bulgarlar: 350 bin,
Maronitler: 312 bin,
Dürziler: 280 bin,
Kutso Vlahlar: 250 bin,
Türkmenler: 250 bin,
Kildaniler: 233 bin,
Yahudiler: 158 bin,
Suriyeliler: 73 bin,
Sırplar: 50 bin,
Çingeneler: 50 bin,
Lazlar: 50 bin,
Kozaklar: 30 bin,
Yezidiler: 20 bin,
TOPLAM: 22 milyon 488 bin
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Emir Bedirhan’ın
Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -4
Sait Çet i noğlu
Bedirhan Hareketi sonrası evirilen
yapı, direnişler ve Şeyh Ubeydullah
Hareketi
Sait Çetinoğlu
Bu bölümde Nizip yenilgisinden sonra
ortaya çıkan Bedirhan direnişinde olduğu gibi, Osmanlı’nın bir başka yenilgi sonrası ortaya çıkan Şeyh Ubeydullah Hareketine odaklanacağız.
Ancak Şeyh Ubeydullah Hareketinden önce Kırım Savaşı sırasında
Kürdistan’da meydana gelen bir harekete kısa da olsa değinmekte fayda
vardır.[1]
Bu harekete değinen çeşitli araştırmacılar Yezdanşer /İzzeddin Şer[2] Hareketinin Kürdistan’daki ilk halk hareketi olduğunda birleşirler. Bunu da
Kürdistan’ın ikinci kez fethine karşı
halkın tepkisinin dışavurumu olarak
niteleyebiliriz.
Hareketin başında Osmanlıların, amcası Bedirhan Bey’e ihanette ikna ettikleri Bohtan Beyi Yezdanşer' bulunmaktadır. Vaad edildiği gibi Kürdistan’a
genel vali yerine mütesellim olarak
tayin edilen Yezdanşer hayal kırıklığı içinde İstan­bul'dan ülkesine dönmüştür. Bunu kendisine ihanet olarak
niteleyen Yezdanşer isyanla karşılık
vermek ister. Yezdanşer, Kürdistan'da
yeni ittifaklar kurduktan sonra, 1854
yılında ayaklanmayı başlatır. Harekete Hakkari'den başlayan Yezdanşer’in
ayakalanması şaşırtıcı biçim­de büyür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bundan,
Fethin halkın sırtına yüklediği külfetlerin etkisinin, halkın huzursuzluğunun büyük olduğunu çıkarabiliriz. Yezdanşer Bohtan'ı ve Musul'u işgal ederek
Bağdat kapılarına kadar dayanır. Bitlis
ve Van'ın işgali sırasında çok kan dökülür. Yezdanşer, Osmanlı asker ve görevlilerine çok kayıp verdirir. Harekete
Ezidi Kürtleri'nin yanı sıra Ermeniler,
Süryaniler, bölge Rumları da Kürtlerin
yanında yer alırlar.[3] Bu durum fethin
bir milliyet ve din ayrımı yapmadan
halk üzerindeki baskısını ve halkın
fethe karşı tepkisini doğrulamaktadır. Hareket 1855 yılında Kürdistan'ın
tamamına yakın bölgelerine yayılır.
Kürtler, güneyden yayıla­rak Erzurum
ve Van üzerine yürürler. Fakat silah
kıtlığı çekiyor, askeri güç olarak da yetersiz kalıyorlardı. Yezdanşer, bu sırada Rusya'ya haber göndererek birleşme
ve yardımlaşma istediyse de bir cevap
alamaz. Bundan son­ra Osmanlı hükümeti ve Yezdanşer arasında görüşmelerde, kendisine arabulucu rolü verilen
İngiliz konsolosunun us­t aca bir tertibi
ile Yezdanşer görüşmede tutuklanıp
İstanbul'a götürülür. Bundan sonra da
hareket başsız kalarak dağılır ve bu
halk hareketi başarısız kalır.[4] Bohtan
Emirliği birliği Yezdanşer’in de sürgün
edilmesiyle dağılır.
Yezdanşer direnişi esnasında sürgünde bulunan Man Mahmud ve Bedirhan
Beylerin sıkı muhafaza edil­melerine
özel bir gayret gösterilmiştir. “Kürdistan Valisi ve Anadolu Ordusu Müşirleri iki mirin firar edip mem­leketlerine
dönmemeleri için her türlü tedbirin
alınma­sını istemişlerdir. Dersaadet 14
M 1271 (24.09.1854) tarihli emirname
ile Kürdistan'daki gelişmelerden dola­y ı
Girit ve Silistre Valilerinden olası firarlara karşı sür­g ündeki mirler üzerindeki
güvenlik tedbirlerinin arttı­r ılmasını
istemiştir. Emirnameyi alan valiler gerek Han Mahmud gerek Bedirhan Bey'e
karşı her türlü önlemin alındığını Dersaadete bildirmişlerdir.”[5]
Kürdistan’da mirlerin yenilgisi ve
emirliklerin dağıtılmasıyla birlikte,
Osmanlı merkezi idaresinin yanında
yeni bir iktidar odağı yükselir: Şeyhler.
Bu, 1848 sonrası Kürdistan’da yeni bir
dönemi işaret eder. Kürdistan şeyhler
ve aşiret reislerine kalmıştır.
Naci Kutlay Kürt şeyhleri ve daha
önemsiz aşiret reislerinin sahne alışını
Kürtlerin kaybettiği ve sultanın karşısında her şeye razı Kürt yöneticilerinin
ortaya çıktığı bir sürece evirildiğine
işaret eder:
19.Yüzyılın ikinci yarısında, yani Kürt
Mirlikleri'nin ortadan kaldırılmasından son­ra, yerini, daha önemsiz aşiret
reisleri ve şeyhlerin alışında, gelinen
bu yeni dönemde, sosyal ya­şam ve Kürt
istemlerinde büyük değişiklikler oldu.
Kürt Mirleri'nin geleneksel bir konumları vardı. Komşu beylere ve Osmanlı
Devleti'ne karşı nasıl bir tavır alacakları biliniyordu. En Önemlisi, bunların
geniş yarı bağımsızlığa sahip oluşlarıydı. Oysa gelinen yeni dönemde, bu
ye­n i küçük "ağa" ve "bey"ler güçsüzdüler ve devlete bağımlılıktan başka
dayanakları yoktu. An­cak dini önderler, "1858 Arazi Kararnamesi"nden
sonra elde ettikleri geniş topraklar ve
göçen Ermenilerin el koydukları taşınır
ve taşınmaz malları, onları bölgenin en
nüfuzluları yapmıştı. Sultan'ın Panislamist görüşleri, bunların politik konumlarının güçlenmesine yardım ediyordu.
Şimdi Kürdistan'da, eski mirlerin yerine, Sultana bağlı yeni Kürt yöneticileri vardı. Giderek, İs­lamlık daha çok
öne çıktı. İmparatorluğun doğusundaki
gayri Müslimlerin aleyhine ve Sultan'ın
yararına olan bir sonuçtu bu...[6]
Bu yeni durum bölge halkları için ayrı
bir yıkım anlamına gelmektedir. “Kürt
şeyhleri ve aşiret reisleri artık eskisi
gibi takip edilmediklerinden hayat Ermeniler için daha da çekilmez bir hale
geliyordu. Kürt aşiretleri 1847 ve 1854
olaylarında kendileri­ne vurulan darbelerden uyanmışlardı. Diğer taraftan
büyük Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve güçlü bir Osmanlı ordusunun Kürdistan'daki varlığı, Kürtler'in
bağımsızlık ve egemenlik istek­lerini
ertelettiriyor ve bunun yerini bir nevi
kadere boyun eğiş alı­yordu. Kürtler
kendi dar yöresel hâkimiyetleri ile yetiniyor ve ta­lana, soygunculuğa, iç kavgalara devam ediyorlardı. Milli birlik
bilinci ise büsbütün unutuluyordu[7]…
Kürtler… Ermeniler'e kar­şı öyle bir sömürü siyasetine başladılar ki, bu baskı
1848'de önce­k ini aratacak güçlülükteydi.”[8]
Bu dönüşümün Bölgenin otokton hak-
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lar üzerindeki yıkıcı etkisi başka bir
yazının konusu olmakla birlikte burada
kısaca değinip geçelim:
“Daha önceleri Ermeniler'in yerleşik
olduğu bütün Ermeni böl­gesi herhangi
bir büyük Kürt beyinin idaresi altındaydı ve bundan dolayı Ermeniler diğer
aşiretlerin baskısından korunuyorlardı.
Kürt beyleri Ermenileri sömürüyor ve
bu sömürü babadan oğula berdevam
ediyordu. Halbuki bu yeni koşullarda
Ermeniler Os­manlı idaresine bağlı ve
onlarla vergi veren bir duruma geçince,
Kürtler Ermeniler'i Osmanlı'ya bağlı,
sömürülmesi olağan fakat şimdi başkasına tabi olan bir kitle olarak görmeye
başladılar.”[9] Artık Ermeniler Batı
Ermenistan’da artan bir güvensizlik ortamında yaşamaktadırlar.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Bedirhanilere yeni bir fırsat sunar. Ancak
Kürdistan’daki Şeyhlere sahne verildiği bu dönemde bu fırsat geçici bir
durumdur. Osmanlı, 1877-78 OsmanlıRus Savaşı'nı kaybedince,doğal olarak
savaşın cereyan ettiği Batı Ermenistan’daki/Kürdistan'daki egemen­liği de
sarsıntı geçirir. Bunun sonucu olacak,
Bedirhan Bey ailesinden Osman ve Hüseyin Bey'ler, Cizre'de baş kaldırdılar.
Başlangıçta, kısmi başarıları oldu, ama,
kısa sürede kaybettiler. Erzu­r um'daki
Rusya Konsolosu General Obrmiller'e
göre, Osman ve Hüseyin Bey'ler, Sultan 2. Mahmut ve Sultan Abdülmecit
döneminde dedeleri Bedirhan Bey'in
kaybettiği yarı bağımsız Mirliği geri
getirmek istiyorlardı.[10]
Savaş sonrasındaki bu geçici sarsıntı
sırasında İkinci kuşak Bedirhanilerin
sahneye çıkarak Emirliği canlandırmaya çalışmaları, Osmanlının sarsıntısı
geçici olduğu gibi Bohtan Emirli­ğinin
toparlanması da kısa ve geçici bir dönem olur. Ayrıca Bedirhaniler bu fırsatı da Osmanlı sayesinde ve Osmanlıya
hizmetin sonucunda yakalamışlardır.
Ancak fırsatı lehlerine çevirmeye ne
kendi güçleri vardır nede reel-politik
bu fırsatı gerçekleştirmeye müsaittir.
“Savaş sıra­sında Bedir Han'ın oğulları
Osman ve Hüseyin, paşa unvanı alarak
komutanlığa getirilmişlerdi. Komuta
ettikleri birlikler de, anlaşılan ağırlıkla
Kürtlerden oluşmaktaydı. Osmanlı ye­
nilgisinin ardından, Kürt askerleriyle
birlikte Botan'a dönen iki kardeş, emirliği yeniden kurmaya girişti. Yaşça
daha büyük olan Osman Paşa, kendini
mir ilan etti. Aşiretlerin çoğu, onu coşkuyla desteklemeye hazır görünüyordu.
Daha sonraki dönemlere ait milliyetçi
eğilimli kaynaklara göre Osman, se­k iz
ay süreyle Çölemerik, Midyat, Mardin,
Nizip, Zaho ve Amadiye arasında kalan geniş alana hükmetti. Gerçek bir
hü­k ümdar gibi, adına hutbe okuttu[11].
Kısa sürede toparlanan Bo­t an emirliği, ayaklanmayı bastırmaya gelen Osmanlı birlikleri karşısında direnmeyi
başardı ve Osman Paşa ancak hileyle
esir edildi. Ama Osman'ın yakalanmasından sonra emirlik birliğini tamamen
yitirdi.”[12]
Kardam, Bedirhanilerin etkisizleştirildiği bu hilede Bedirhan Bey’in
diğer oğullarının yer aldığını arşiv
belgelerine dayanarak nakleder: 1879
yılında, Sultan Abdülhamid Bedirhan
Bey'in diğer oğullarından bazılarını
araya sokarak, ayaklanmanın liderleri
Hüseyin Kenan ile Osman beylere anlaşmazlıkları görüşmeler yoluyla çözme önerisinde bulunuyor. Padişahın
vaatlerine kanan Bedirhan Bey'in iki
oğlu Osmanlıyla görüşmeye başlayınca, Osmanlı yönetimi Hüseyin Kenan
Bey'i yakalamayı başarıyor. Mehmed
Salih Bedirhan, Sultan Ab­dülhamid'e
aracılık eden Bedirhanlardan birinin,
Bedirhan Bey'in oğullarından Bahri
Bey olduğunu söylemektedir. Peki, diğerleri kimlerdi? Sultan Abdülhamid'e
elçilik eden bir diğer Bedirhan'm Necib
Bey olabileceğini düşünüyorum. Nitekim, 17 Temmuz 1897 tarihinde Necib
Bey'in ‘bir memuriyete kaydırılması’
isteniyor.Necib Bey'in sicilinde, 1879
yılında, 15.000 kuruş gibi oldukça
yük­sek bir harcırahla ve özel bir görevle, birkaç aylığına Van'a gönde­
rildiği belirtiliyor.10 Eylül 1897 tarihli
bir başka arşiv belgesinde, ‘Kürdistan
Havalisi Kuvve-i Askerisi Kumandanlığına Samim Paşa'nın tayin edilmesi
ve maiyetine Bedirhan Paşazade Necib
ve [isyana kardeşleriyle Abdülhamid
arasında aracılık yapmış olan] Bahri
Beylerin[13]’ verildiği belirtiliyor.[14]
Artık Bedirhan Bey ve sonrasındakilerin bağımsız monarşiler kurma çabaları sona ermiş Kürdistan yeni bir yapıya
evirilmiştir.
Şimdiye kadar Bedirhan Bey Hareketi
ile ilgili söylediklerimizi kısaca özetlersek:
Bedirhan Bey’in direnişine bir Kürt
isyanı denebilir ama ulusal uyanışın
eseri değildir.Bir halk hareketi olduğu
da kuşkuludur.Bölgedeki iktidar boşluğunu Bedirhan Bey doldurmayı denemiş ve başarılı olamamıştır. Bedirhan
Bey’in Bağımsız Kürdistan emeli olduğuna dair bir konuşması ve yazışmasına rastlayamadık. Bu konudaki söylenceleri de doğası gereği kuşkulu bulup
itibar etmedik.[15] Bize göre O kendisi
için ya da bir başka deyişle Hanedanı
için bir iktidar peşindedir.
Bağımsız Kürdistan’ı, Kürtlerin birliğini ve ulusal talepleri dillendirmek
Şeyh Ubeydullah’a nasip olacaktır.
Kürt araştırmacı Celilé Celil, Doktora
tezinin konusu da olan Şeyh Ubeydullah ayaklanmasıyla ilgili incelenmesinde[16], Şeyh Ubeydullah Hareketine
odaklanıp, ayaklanma ile ilgili önemli
bilgi ve belgeleri paylaşarak ayaklanmanın önemini gün ışığına çıkarır.
Şeyh Ubeydullah etkin bir dini önderdir. İyi bir medrese eğitimi görmüş ve
döneminin Nakşibendi tarikat şeyleri
arasında ilk akla gelenlerdendir.
Hans-Lukas Kieser de Şeyh Ubeydullah Hareketi ile ilgili olarak “Doğu
Vilayetlerindeki Ermeni azınlığa koruma ve reformlar vaat eden 1878 Berlin
Kongresi’nin ardından ilk defa- Ubeydullah İsminde- bir şeyh tarafından ve
ilk defa Kürtler tarafından ulusal taleplere benzeyen bir şeyler barındıran bir
kürt isyanı patlak verdi”[17] sözleriyle
Ubeydullah hareketinin öncekilerle
olan farklılığının altını çizer.
Minorski de Kürler ile ilgili incelenmesinde hareketin ulusal karakterini vurgular: “1880 yılında Şeyh Ubeydullah
hareketi oldu. Bu ihtilalin başındaki
Şeyh Ubeydullah’ın Kürdistan üzerinde geniş etkinliği vardı. 1878 savaşında
Şeyh, Osmanlılara yardım da etmişti. Osmanlı yönetimini beğenmeyen
Şeyh’in gerçek amacı bağımsızlık ilan
etmek, ulusal bir hükümet kurmaktı.”[18]
Celil, ayaklanma ile ilgili Nehri’de düzenlenen toplantıda 5 şeyh, 21 halife, 42
mirza ve 68 bey’in hazır bulunduğunu
belirterek, bu toplantıda en geniş temsilin gerçekleştiğini ifade eder. Celil,
Toplantıyı yorumlarken Şeyh Ubeydullah’taki Bağımsız Kürdistan fikrinin
altını çizer. “Nehri'deki [ayaklanmayı] kararlaştırıcı son toplantıda Şeyh,
Kürtler üzerindeki iktidar hakkını,
kısa­ca, Türk sultanlarının bir zamanlar, hilafet unvanına konarak dini iktidar hakkı altında, tüm iktidarını Kürtler üzerine zorla dayatmış olmalarıyla
açıklıyordu. Ubeydullah, bağımsız bir
Kürdistan kurulmasının zorunluluğuna değinerek doğal ola­rak, boyunduruk altında tutanlara karşı ayaklanma
çağrısı yaptı. Amansız Türklere daha
fazla sabredemeyiz, onların boyunduruğunda kaldığımız yeter! Kurtulmamız lazım! diye sesleniyordu. Kürtlerin
düşmanları arasında Türk hükümeti­n in
yanı sıra, İran hükümetini de gösteriyor, Bu iki hüküme­t, bizim gelişmemize engel olan sülüklerdir diyordu.”[19]
Toplantıda hareketin stratejisini çizer
Bağımsız Kürdistan hareketi iki aşamalı bir plan dahilinde gerçekleştirilecektir: “Daha sonra, Ubeydullah ayaklanma için yeni planını açıklamıştı. O, bu
dönemde, hareketin geliştirileceği yer
ola­rak İran'ı gösteriyor[20], akıllılığın
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
uygun anın elden kaçırılma­ması olduğunu söylüyordu, uygun an ise, İran'ın
içinde bu­lunduğu siyasi ve ekonomik
durumdu. O, görüşüne gerekçe olarak
şunu diyordu; Şu anda Farslar tüm kuvvetleriyle Türkmenlere karşı savaşıyorlar: bu şimdi, İran'a girmemiz için en
uygun dönem olduğu anlamına geliyor.
Farslar, Türk­menistan'la savaş halinde olmasalar dahi, onlardan korkma­
mamız gerekir. Çünkü, İran ancak, yüz
bin asker toplayabilir, bunun yarısı da
zalim hükümet tarafından ezilen Kürt
soy­d aşlarımızdır. Kürtlerin, Türk egemenliğinden kurtarılması sorununun
hareketin ikinci aşamasında çözülmesi
gerekiyor­du.”(s 86)
Batı Ermenistanda / Kürdistandaki
şeyhlerin öne sürülmesi ve yetkilendirilmesi sürecinin bir parçası olan
Şeyh’e Hac dönüşü Osmanlı tarafından yetkilendirilip görevlendirilmiştir.
Araştırmacı M. Kalman, “Osmanlılar,
Kürtleri yenilgiye uğrattıktan sonra bölgedeki yöneticileri değiştirerek
Şeyh Ubeydullah’ın ailesine yetki verilir.[21]” Diyerek yeni süreci şekillendirecek bir yönetici olarak Kürdistan’a
gönderildiğini kaydeder.
Şeyh bu yeni dönemde kariyerine
Osmanlı-Rus savaşında başlamıştır.
Celil, Şeyh’in bu savaşta rol almasını
dini ve politik gerekçelere bağlar. Osmanlı 1877’de Rusya ile savaşa başlarken, ordusu savaşa hazırlıklı değildir.
Asker, teçhizat ve cephane yetersizliği
his­settmektedir. “Ordu komutanıFaik
Paşa, Van'da, 6000 kişilik ordu yerine,
sadece 370 yarı giyili asker,çoğunluğu
atsız olan bir topçu süvari bölüğü ve
bir dağ bataryası bulmuş ol­duğunu
yazıyor. 1877 yılında durum biraz değişmişti. Büyük bir etkiye sahip Kürt
önderi Ubeydullah'ın savaşa ka­t ılmayı
kabul etmesi, pek çok Kürt'ün Türkiye tarafında sava­şa girmesi demekti.
Erzurum Konsolosu İvanov'un Bothan
Kürtleri üzerine notlarında yazmış olduğu gibi, ne Ubeydullah'ın kendisi, ne
dedesi Şeyh Hüseyin, ne babası Şeyh
Taha Ruslara karşı hiç bir zaman düşman olmamışlardı, tam aksi­ne, bunlar,
Türkiye'ye karşı daima muhalif olmuş,
hükümete karşı ayaklanmış olan Mezopotamya hükümdarlarını sürekli savunma ve koruma altına almışlardır.
O halde, Ubey­dullah'ın Ruslara karşı
savaşa girme rızasını nasıl izah etmek
gerekir? (s 40-41) Sözleriyle sorduğu
soruyu Celil, Şeyhin bu tavrının dini
görevler yanında siyasi gerekçeler taşıdığının büyük bir ihtimalini öne çıkararak cevaplar:
İmparatorluğun doğu kesimindeki halk
üzerinde Rus et­k isinin güçlenmesine
izin vermemek için Türkiye, "gazavat"
inancı için cihad-i mukkades ilan etti.
En büyük Müslüman tarikatlarından birinin başı olan Şeyh Ubeydullah'ın[22],
doğal olarak, bu çağrıya cevap vermesi
gerekiyordu. Çok geçmeden kendisine
sadık müridleriyle birlikte, askeri hareketlerin baş­ladığı cephe hattına yakın,
kuzeye geçti. Bu tavrının siyasi gerekçeler taşıdığı büyük bir ihtimaldi;
Etkinlik alanlarını genişletmek, gelecekteki Türk aleyh­t arı planlarında
kullanabilmek üzere şimdiden Kürt
müfreze­lerinin başına geçmek, Rusya ile Türkiye arasındaki savaştan bu
planlar doğrultusunda yararlanmak...
(s 41)
Osmanlı Ordusunun talan düzenine
göre örgütlendiğini ve bu bütün Osmanlı- Rus Savaşının genel karakteri
olarak belirir.[23] Bu Savaşın Ermenistan topraklarında geçmesi de ayrı bir
trajik boyuta işaret eder. Şeyh Savaşta
başarılı olamayarak geri çekilir.
Türk iktidarı bilinçli olarak, orduyu
doğ­r udan ahalinin soyulması, direniş
gösterenlerin tehdit ve cezalandırılması için kullanıyordu. Bu amaç doğrultusunda, düzenli olmayan askeri kuvvetleri ve bilhassa Kürt müfreze­lerini
de kullanmaya çalışıyordu... Ayrıca,
düzensiz birlikler, Rusların yan ve ileri müf­reze kollarına yapılan ani saldırılarda da kullanılıyorlardı. Ancak,
Kürtler pek askeri hareketlere katılma
yanlısı değiller­di. Bu nedenle, daha savaşın ilk günlerinde, Kürtler yönetici­
leri şeyhlere karşı itaatsizlik göstermiş,
ilk uygun fırsatın el­lerine geçmesiyle
silah ve askeri teçhizatla birlikte savaş meydanını terk etmeye başlamışlardı.17 Temmuz 1877 tarihinde Faik
Paşa'nın Muhtar Paşa'ya göndermiş
olduğu telgrafta. Şeyh Ubeydullah'a
bağlı Kürtle­r in iaşe yetersizliği ve maaşların ödenmemesinden ötürü çeki­lip
gitmeye niyetli olduklarına dair endişeyi dile getiriyordu. Onlar, eski silahlarını bırakıp yerine yenilerini alarak
gidiyorlardı. Çok geçmeden Kürtler
tüm müfrezeleri terk etmişlerdi… Bu
durum, Ubeydullah'ı kuşatmayı kaldırarak, kendi başına Bargir'e geri dönmeye zorlamıştı. Kürtlerin Türklerden
yana çarpışmayı doğrudan reddetme
olayları çoktu. Bunlar arasında Rus ordusuna girmek isteyenlerin sayısı da az
değildi. Kafkas Cephesindeki çarpışmaları bizzat gören İngiliz Komutan'ı
Norman, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı
üzerine yapmış olduğu çalışmasında;
Kürtlerin savaşta pasif davranmalarıyla Türklerin umduklarını boşa çıkarmış olduk­larını yazıyor.( S 42-43)
Seyh, Savaş sonrası Hac ziyareti için
mekkeye gider. Dönüşte İstanbul’da birtakım görüşmeler yaparak Şemdinan’a
döner.
Garo Sasuni, Şeyh Ubeydullah hareketine odaklanarak hareketin nedenleri
ve sonuçlarını irdelediği incelemesinde; Şeyh’in İstanbul’daki temasları sırasında Abdülhamid tarafından görevlendirildiğinin altını çizer.[24]: Şeyh
Ubeydullah hareketinin nedenini ve
içeriğini birkaç cüm­le ile aydınlatmaya
çalışalım.
Mekke dönüşü 1880'de İstanbul'da Sultan Hamid tarafından büyük bir ihtişamla kabul edilir. Sultan ona birçok
hediyelerle bir­likte talimatlar verir.
Tahta çıktıktan sonra Sultan Hamid
bir Pan­islamizm siyaseti benimsemişti ve Halifeliği de kullanarak gücü­
nü o ideolojiye yöneltmişti. Bu görüş
açısından Şeyh Ubeydullah hunhar
Sultan'ın elinde, aynı zamanda üç amacını gerçekleştire­bilmesi bakımından
önemli bir vesile idi.
1 - Sultan, Kürtler'i ayaklandırarak Ermeni vilayetlerini hara­beye çevirmek
suretiyle öncelikle Kürtler'e karşı yönelik olan reformları suya düşürmek amacındaydı. Bu reformlara karşıydı, çünkü, başı boş Kürtler'in önüne geçilecek
ve böylece ülkenin içinde Ermeni ve
diğer Hıristiyan unsurlar hakim duruma gelecek­lerdi. Sultan Şeyh'e geniş bir
Kürt birliğinin teşkil edilmesini öne­r ir,
Ermenistan'ın Kürdistan olarak adlandırılmasına karar verir ve Ubeydullah'a
Kürt kuvvetleriyle Ermeni bölgelerine
sefer ederek, Ermeni ve Süryaniler'i
kılıçtan geçirme hakkını tanır ve bu
konu­d a ona emir verir.
2 - Sultan'ın amaçlarından ikincisi
de aynı derecede önemliy­di. Çünkü,
Sultan Kürt beyleri hesabına şeyhleri güçlendirerek bir dini İslam devleti
yaratmak istiyordu ve bu gayretkeşliğinde İslam dini sayesinde bütün Kürtler Halife Sultan'a bağlanacaklardı.
Ab-dulhamid'in bu gerici amaçlarını
gerçekleştirmesinde Kürt düzen­siz
birlikleri kaçınılmaz bir güçtü. Eski
Sultanların elinde olan ve sonradan
kaldırılan Yeniçeriler'in yerine Abdulhamid, Kürt dü­zensiz kuvvetlerini kullanmak istiyordu. Böylelikle Şeyhlik,
bir taraftan bağımsızlıkları için mücadele eden Hıristiyan ulusları, özellikle
Ermeniler'i ezmek için ve öte yandan
da devlet hayatın­d a despot Halifeye
dini bir destek olma yönünde bir vasıta
haline geliyordu.
3 - Üçüncü amaç ise kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, özellikle bir Şeyhlik düzeni önderliğinde olacak bir hareketle
dini ideolojik fanatizmi canlandırmak
ve halklar arası çarpışmalar yaratmaktı. Sultan, bu isteği altında çok gizli ve
uzak mesafeli bir amacı gü­düyordu.
Şöyle ki, Kürtler'i ulusal bilinçlilikten
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yoksun bırakıp, onları ulusal bağımsızlık savaşından uzaklaştırmak ve onları
yalnız bir dini toplum haline getirerek
yavaş yavaş Türkleştirmekti.
Sasuni, Abdülhamid’in planını net kelimelerle ifade ederek Şeyh Ubeydullah’ın bu planın bir parçası olmayarak
kendi planını uyguladığını söyler: “Bu
olayda açık bir şekilde görülüyor ki
Şeyhliği güçlendirerek Sultan Hamid
Ermeni Ulusu'nu kırdırtmayı, reform
planlarına en­gel olmayı ve bir İslamKürt birliği yaratmayı, Ermenistan'ı da
Kürdistan haline getirerek birleşmiş bir
güç olan Kürtler'i İran top­raklarına karşı yöneltmeyi planlıyordu. Şeyh Ubeydullah bu kadar uzağı rahatça görebildiğinden onun bütün gizli planlarını
anlayabildi. Kürt hareketlerinin geçmiş
tarihi tecrübeleri (1835 - 1848) halen
hafızalardan silinmemişti. Bundan dolayı Osmanlı idaresinin hilekârlığı artık yutulmuyordu.”[25]
Celil, ayaklanmanın büyük bir alanı
kaplayan muazzam boyut­larıyla dikkatleri üzerine çekerek, Ubeydullah’ın
Türk ve İran iktidarlarının adaletsizliğine ve sosyal baskısına karşı bağımsızlık için savaştıklarının altını çizer.
Ayaklanmanın boyutları, yalnız Türk
ve İran hükü­metlerini değil, aynı zamanda İngiltere, Rusya. Avusturya ve
başka devletleri de tedirgin etmiştir.(s
6) Derken hareketin genişliği ve dayandığı geniş tabanın uluslar arası güçlerin
tedirginliğini vurgular.
Ayaklanma hakkında basına yansıyan
bilgilerin aynı şe­k ilde gayet çelişkili
olduğunu belirtmek gerekir. O dönemin gazetelerinin büyük çoğunluğunun, Kürt Ayaklanmasına karşı oldukça
düşmanca bir tavır takınmış olduğunu,
ayaklan­mayı Kürt liderleri tarafından
örgütlenmiş soyguncu bir hare­ket olarak göstermeye çalıştıklarını göz önünde bulundurmak gerekir.(s 8) The Times muhabirine göre, Kürtlerin büyük
başarıları, Kürt halkının Ubeydullah'ı
kurtarıcı biri olarak görmesinden kaynaklanıyordu. (S 96)
Osmanlı’da olayları ve Kürtlerin elde
ettikleri başarıları endişeyle izlemektedir. Bir yandan Ubeydullah’ı düşmanı İran’a yöneltmeye çalışırken, diğer
yandan, Kürt hareketi başlar başlamaz,
Saray, ordu­sunu tam savaş hazırlığında
tutmaya başlamıştır. 4. Kolordu kurmaylığı ağustos ayı başında derhal redifin seferber edilmesi emrini veren bir
telgraf almıştır.(s 99)
Dönemin emperyal gücü olan İngilizler
harekete ilgi göstermez, Ubeydullah’ın
çağrılarını dikkate almazlar. İngiltere temsilcisi Konsolos Abbot Şeyh ‘in
hareketinin haklılığını teslim etmesine
rağmen Asurilerin harekete katılmala-
rını engellemeye çalışır. Güncesinde
hareketi tasvir ederken hareketin ulusal
karakterini vurgu yapar:
ingiliz konsolosu Abbot güncesinde şunları yazıyor; "Şeyh, Türkiye ve
İran'daki bazı aşiretler tarafından düzenlenen eşkiya saldırılarını durdurmak niyetindedir. O, bu iki hüküme­t in,
bu saldırıları durdurma, sınırın iki tarafında düzeni sağ­lama, Hıristiyan ve
Müslümanlara eşit haklar tanıma, eğitim, okul ve dini tapınak yerleri inşa
etme durumundan uzak ol­dukları görüşündedir. O'nun istediği tek şey Avrupa
devletle­r inin manevi desteğidir...Şeyh
kendisine bir şans tanınmasını istiyordu. Kürdistan'ı kurmayı ve orada güçlü
bir hükümet oluşturmayı başa­ramadığı
takdirde, bütün Avrupa kamuoyu önünde bu duru­mun sonucuna katlanmaya
hazır olduğunu belirtiyordu. (s 97)
Abbot, Şeyh'in kendisine elçi olarak
gönderdiği halifesine, İngiltere'nin
Kürtlerle İranlılar arasındaki düşmanlığa ilgi duymadığını göstermek istemiştir. Ancak yine de Abbot, Metropolit Mar-Yozef Komutanlığı altında
300 dağlı Asurinin, Kürtlerin tarafına
geçtiklerini öğrenen Abbot, Asurilerin, özellikle, Urmiye Gölü çevresinde
yaşayanların olası katılmalarına engel
olma­ya çalışmıştır. Bu amaçla Abbot, Küçük Kiliseye giderek, halka
İngiltere'nin Hıristiyan nüfusun durumuyla ilgilenmeye devam ettiğini bu
nedenle, Kürt hareketinden uzak durmaları gerektiğini söyler.(s 98)
Şeyh Ubeydullah sefere başla­madan
önce oğlu Abdülkadir ile bir fetva
çıkara­rak bütün “Kürtler'e, Ermeniler'i
ve Süryaniler'i kırmamalarını ve onlara dokunmamalarını nasihat etti. Gerçekten de Azerbaycan saferi esnasında
İranlılar ve onlara ta­raftar Tatarlar,
insafsızca kırıma uğratıldıkları halde,
genellikle Hı­r ıstiyanlara dokunulmadı.
Ancak oğlu Şeyh Sıddık'ın ordusu ise
geç­t iği bütün yerlerde istisnasız haşarat
meydana getirdi. Öyleki, yüz­lerce hatta binlerce Ermeni ve Süryani bu sefer
yüzünden öldürül­dü. Şeyh Sıddık'ın
gaddarlığı ve dini tutuculuğu Sultan
Hamid ta­rafından aranan niteliklerdi.”[26]
Şeyh'in, masum halka, özellikle, Hıristiyanlara ve Av­r upalılara karşı hoşgörüsü, daha hareketin başlarında görülmektedir. Şeyh, Hıristiyan nüfusun
güvencesini sağlamak için her türlü
tedbiri alır. Şeyhin emri üzerine, onları diğerlerinden ayırt edebilmek ve
böylelikle güvencelerini daha rahat
sağlayabil­mek için yüzlerce açık mavi
nişan yapılarak bunlar Hıristiyanların
evlerine asılmıştı.
Ubeydullah, halkın, kurtuluş müca-
delesine inanması için, ayaklanmış
Kürtlerin, kurtarılmış bölgelerde keyfi
uygulama­larda, soygun ve talanda bulunmalarını kesinlikle yasaklamış­t ır.
Standart adlı İngiliz gazetesinin haberlerinden birinde, Şeyh'in, savunmasız
halka karşı insancıl olmayan tavırların­
dan dolayı otuz Kürdü kurşuna dizdiğini yazmaktadır. (s 98)
Şeyh Ubeydullah hareketinin anlamı
mukayese edilmez bir şekilde çok önem
taşır. Bedirhan'ın yenilgisinin ardından
Kürt siyasi hayatı bir düşüş devresine
girerek, yavaş yavaş önemli Kürt aşiret beyliklerinin ortadan kaldırılması
ile bağımsız­lık anlayışı kaybolmuştu.
Çünkü, önemli Kürt merkezleri ortadan kaybolmuştu. Şeyh Ubeydullah
nüfuzundan ve Sultan Hamid'in himayesinden faydalanarak, bütün Kürtler'i
(Zaza ve Kızılbaşlar hariç) bayrağı altında toplayarak bir "Kürt Birliği" oluşturabilmişti. Şeyh dini fonksiyonunun
üzerine aşiret reisliği ve beylik unvan­
larının bahşettiği hakları da üstlenmişti. Çünkü, bütün aşiret reisle­r i silahlı
kuvvetleri ile birlikte onun emri altına
girmek için yanına gelmişlerdi. Bundan
başka birbirine düşman aşiretleri barıştırabilmiş, onlara Kürdistan'ın bağımsızlığı idealini aşılamış ve Kürt­ler'in
Osmanlı idaresine karşı beslemiş oldukları güvensizliği ve düşmanlık hislerini tekrar canlandırmıştı. Ve de etkili Kürt çevre­lerine, o dönemde Osmanlı
idaresinin Ermeniler'i katlettirme tali­
matlarını dinlettirmemeye muvaffak
olmuştur. Sasuni , Şunu itiraf etmek
gerekir ki Şeyh Ubeydullah'ın yarattığı
birlik mevcud olmasaydı ve eğer Şeyh,
Ermeni kırımlarından el çekin fetvasını çıkarmamış olsaydı, 1880 yılında
1895 katliamlarından çok daha büyük
felaketler doğabilecekti.[27]Sözleriyle Şeyh hareketinin Bölgenin otokton
halklarına karşı siyasetinin altını çizer.
Bunda Şeyh’in diplomatik yazışmalarını yürüten Simon Çilingiryan’ın[28]
rolünden öte Şeyhin düşünce yapısı etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Bazil Nikitin, Kürtler adlı eserinde Osmanlı yöneticilerinin 1880’de
Ubeydullah’a Ermenileri öldürmesi için teklifte bulunduklarını ama
Şeyh’in bunu kabul etmediğini yazmaktadır: Şeyh Ubeydullah, Padişahın
kendilerini Ermenilere karşı kullanma
isteği karşısında yaptıkları bir toplantıda şöyle der;
".... çok eski zamanlardan beri Ermenlier ve Kürtler bu topraklarda komşu
olarak ya­şamaktadırlar. Şayet biz bugün onları kırarsak, yarında Türkler
bizi kıracaklardır. Ben zannediyorum
ki, Kürtler bunu sezinlerler ve tahmin
etmiyorum ki bu cellatlığı yapmak is-
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
teyecek olan herhangi bir Kürt bulunsun." Ama ne yazık ki Kürtler bölgelere
göre deği­şik tavırlar gösterilen Ermeni
katliamlarına katılırlar. Birçok bölgede
cellatlık yaparlar.
Osmanlılar, Ermeni reformlarının uygulanmasını istemiyorlardı. Haliyle
oyalamaya, hatta Kürtleri Ermeniler
üzerine kışkırtarak bir oldu-bittiye
getirmek istemekteydiler. Fazla değil,
birkaç yıl sonra oluşturulacak olan Hamidiye Alayları, Ermenistan'ı Ermenisizleştirmek -yani esasta Türkleştirmeisteğinin sonucuydu.[29]
Şeyh Ubeydullah Hareketi sürecinde
"Kürtler'in birliği" meselesi, politik
yeni bir evrenin başlangı­cı oldu. Sultan
Hamit, Ermenistan'ın coğrafik adını örgütlü bir şekilde değiştirip "Kürdistan"
yapmak istiyordu. Şeyh Ubeydullah'a
Ermenistan'a akınlar düzenlemesini ve
taş üs­t üne taş bırakmaması için davet
etti. Fakat olaylar öyle bir gelişti ki,
ordular Ermenistan'a yürüyeceklerine İran üzerine yürüdüler. Eğer dışardan engellenmeseydi Urmiye'ye, ora­
dan da Tebriz'e kadar yürüyeceklerdi.
Kürt-İran savaşına Ubeydullah'ın oğlu
Şeyh AbdülKadir de katıldı. Kürt kay­
naklarına göre Şeyh Abdül-Kadir'in
55.000, Şeyh Ubeydullah'ın ise 40.000
askeri vardı. [30]
Avrupa devletlerinin baskısı altında
Osmanlı Devleti Şeyh Ubeydullah'a
karşı bir orduyu harekete geçirdi. Aynı
zamanda Rus birlikleri İran sınır boyuna yığınak yaptıklarından Şeyh'in
or­dusu, İran ve Osmanlı iki ateşi arasında kaldı. Şeyh Ubeydullah'ın orduları hızını yavaşlatarak yavaş yavaş
geriye çekilmeye başladı­lar ve aşiretler kendi dağlarına tekrar döndüler.
Ubeydullah'a ge­lince, o maiyetiyle beraber Şemdinan'a çekildi ve Osmanlı
idare­sine teslim olmak zorunda kaldı.
Sasuni 163 Sultan Hamit'in Ermeni
ırkını yok etme politikası başarı ile
sonuçlanmamıştı. Şeyh Ubeydul­lah,
Hamid’in isteklerini yerine getirmediği
ve emirlerine karşı geldiği için tutuklanarak Mekke'ye sürgü­ne gönderildi.
Şeyh Ubeydullah, Mekke'den tekrar
bir direniş örgütlemek üzere doğduğu
yere, Şemdinli'ye geldi. Fakat yakalanarak ailesi ve oğlu ile birlik­te tekrar
Mekke'ye yollandı. Şeyh Ubeydullah
öldü ve Mekke'ye gömüldü. Oğlu ve ai­
lesi sultanın emri ile İstanbul'a getirilip
sürgüne yollandılar.
Şeyh Ubeydullah’tan sonra Kürt birliği anlayışı az sayıda entellektüele
aktarılabilmiştir. Diğer Kürt aşiret reisleri ve Kürt şeyhlerine gelince, onlar
Ubeydullah'ın ölümünden sonra Kürt
birliğini koruyacak siyasi bağımsızlık
hareketini yürütemediler, tam aksine
yavaş yavaş Sul­t an Hamid'e birer vasıta haline gelerek tamamen Osmanlı idaresi­n in hilekâr ağına kapıldılar
ve Devrimci Ermeni Devrici Hare­
ketine[31] (bu hareketin henüz yeni bir
hız alma döneminde) tam bir bela kesildiler.[32]
1880 olaylarından sonra Ermeni- Kürt
çelişkisi zincirlerinden boşalarak sert
bir düşmanlık durumunu alır. Bu tarihten sonra Sultan Hamid’in yeni konseptinde Ermenilere yönelmiş Türk-Kürt
cephesi, belanın çok ötesine geçerek,
süreç, 1. Savaş sırasında Almanlar ve
Jön Türklerin yönetiminde Soykırımla
sonuçlandırılacaktır.
--------[1] Zira Ubeydullah bu direnişlerden ders
alarak strateji oluşturarak hareketini
örgütler.
[2] Süryani kaynaklarında ve çeşitli
kaynaklarda İzzeddin Şer olarak geçmesine karşın biz genel olarak Kürtlerce
kabul gören Yezdanşer’i kullanmayı tercih
ediyoruz.
[3]Rus araştırmacılardan A. Katsov ve
V. F. Minorski'nin kitaplarında, XIX.
yüzyıldaki Kürt ayak­lanmalarına belli
bir yer verilmiştir. Bu araştırmacılar,
genel olarak, Kürt hareketleri hakkında
doğru değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Örneğin, Minorski "Kürtler" adlı
araştırmasında ilk kez olarak, Yezdanşer
Ayaklanmasını "Çağdaş halk ayaklan­ması"
olarak görmüştür. Minorski, 1880 Şeyh
Ubey-dullah Ayaklanmasını da aynı şekilde değerlendirmektedir. (Celilé Celil, 1880
Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması,
Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998 s 11)
[4] Minorski, Kürtler, Komal Y. Ocak 1977,
s 27. Erkal Yavi, Kürdistan Ütopyası 1.
Dosya, Yazıcı Y. 2006. S 37
[5] Sinan Hakan Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri (1817-1867),
Doz Y. 2007, s 298
[6] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Péri Y. 2002, s 49
[7]Bazı Kürt aşiret reisleri arasındaki düşmanlıkları kullanarak, hediye ve vaatlerle,
bazı beyleri kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardı. Türk iktidarının çatışmaları
körükle­me siyaseti, sonuçsuz kalmamıştı.
Erzurum'daki Rus Konso-losu'nun İstanbul'daki Rus Elçisi'ne göndermiş olduğu
mek­t upta, Erzurum Müşir'i Semih Paşa'nın
"oradaki Kürtleri, hükümetten sakınan ve
himaye ve bağışlar peşinde olan iki ayrı
partiye bölmeyi başardığını" hatırlatmaktadır. (Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah
Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras,
Péri Yayınları, 1998 s 35)
[8] Garo Sasuni Kürt Ulusal Hareketleri
ve 15. Yy’dan Günümüze Ermeni-Kürt
İlişkileri, çev. Bedros Zartaryan, Mamo
Yetkin, Med Y. 1990, s 142-143
[9] Garo Sasuni Kürt Ulusal Hareketleri…
s 143
[10] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken
Kürtler, Péri Y. 2002, s 49
[11]Osman Paşa emirlerini, Osman İbn-i
Bedir Han, Miri Bohdan adında imzalardı.
Hagop Şahbazyan, Kürt –Ermeni Tarihi,
çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002, s71
[12] Martin van Bruinessen, Ağa, şeyh,
Devlet, çev Banu Yalkut, İletişim,2006, s
278-79
[13]Bedirhan Bey'in oğulların­dan bazılarının 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nde
Osmanlı ordusu için asker toplanmasına
yardımcı oldukları, O tarihlerde İstanköy
mutasarrıfı olan Bedirhan Oğlu Necip Bey
asker toplama işinde görevlendirilerek
Kürdistan’a yollandığı, hatta bazılarının
(örneğin Ahmed Bedri, Hüseyin Kenan ve
Ali Şamil beylerin) savaşa bile katıldıkları
bilinmektedir. Ahmet Kardam, Cizre Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan yılları,
Dipnot y. 2011, s 30.
[14] Ahmet Kardam, Cizre Bothan Beyi
Bedirhan Direniş ve İsyan yılları, Dipnot
y. 2011, s 31-32
[15] Söylencelerin temel alınması bir çok
katilin ulusal kahraman ilan edilmesi
demektir.
[16] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah
Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras,
Péri Yayınları, 1998
[17] Hans – Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, çv. Atilla Dirim, İletişim,2005, s 32
[18] Minorski, Kürtler, s 27-28
[19] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah
Nehri Kürt Ayaklanması… s 86 Bundan
sonra Celil’in incelemesi metinde sahife
numarası olarak verilecektir.
[20] Ubeydullah'ın bu başkaldırısının
ilkin İran’a yönelmesi, Osmanlıların isteği
doğrultusunda ha­rekete geçtiği iddialarına yol açar. Şeyh Ubeydullah, İran'da
şii yönetimine öncelikle karşıydı. İran'ın
Rus-İran savaş­larında, zor durumda kalması nedeniyle ilkönce İran Kürdistanı'nda
başarılı olacağı inancıyla mücadelesini
buradan başla­tarak birçok Kürt bölgesini
denetimi altına alır. Bunda İslami düşüncenin baskın oluşunun da etkisi olduğunu,
Şeyh İran Kürdistan’ında güçlendiğinde
Halifeye silah çekmeden zayıf ve savaşta
sarsılmış Osmanlıya isteğini kabul ettireceğini düşündüğünü sanıyoruz.
[21] M. Kalman, Batı- Ermenistan (Kürt
İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994,
s 48
[22]Ermeni Kaynakları da Şeyh Ubeydullah hareketine geniş bir yer verirler: Şeyh
Ubeydullah, eski Şıhların soyundandı.
600 senelik Geylanizade soyunun devamı
idi. Bu ırk geleneklerine sahip çıkarak
büyüklüğünü ve etkisi­ni korumuştu. Bunun
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
etkisiyle Şeyh Ubeydullah Rus-Türk- İran
savaşına çağırılmıştı. Ruslara karşı 50.000
Kürt'le sava­şa katılmıştı. İran savaşına
çağırılmıştı. Ruslara karşı 50.000 Kürt'le
sava­şa katılmıştı. Savaştan yenik çıkan
Türkiye yaralarını sarmak için çare­ler
aramaktaydı. Fakat Sultan Hamit, dinsiyaset olgusuna başvurarak bu yarayı
daha da deşmek istiyordu. Kürt Şeyhler bu
vesileyle birer siyasetçi oluyorlardı. Memlekette örgütlenerek bir ırkı diğer ırktan
üstün tutarak yok etmeğe gidiyorlardı.Hagop Şahbazyan Kürt –Ermeni Tarihi, çev.
Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002,s 114-115
[23]1. Savaşta bu politika çok daha belirgindir. Ordu aç bırakılmış hedef olarak
gösterilen yerleri zapt ettiğinde ganimetle
karnını doyuracağı emredilmiştir. Savaşla
ilgili birçok anıda bu duruma özellikle
dikkat çekilmektedir.
[24] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri
… s 159-160
[25] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri
… s 165
[26]Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri
… s 164
[27] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri
… s 166
[28] Bazı kaynaklar Çilingiryan’ı Şeyhin
dış işleri bakanı olarak göstermektedir.
AVPR F Posolistvo v Kosntnantinopole,
1881, d, 1567,1,2. Aktaran Sasuni, Kürt
Ulusal Hareketleri… s 99
[29] Aktaran M. Kalman, Batı- Ermenistan
(Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık,
1994, s 50
[30]Hagop Şahbazyan Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002,
s 114-115
[31] Kürt Ulusal Hareketi söndürüldüğünde aynı coğrafyada Ermeni Devrici
Hareketi yeşeriyordu.
[32] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri
… 167
Sa i t ÇETİ NOĞLU
Yok Ediciler ve Erdemli
Müslümanlar
Bir asır evvel insanlık, bir büyük
felaketi,Ermeni Soykırımını yaşadı.
Sonrasında konuştu, tartıştı! “Oldu
mu olmadı mı?” diye. Kimisi; “Ermeniler, Müslüman olmadıklarıiçin
ölümü, öldürülmeyi hak etti!” dedi.
Kimisi “Ermeniler Müslümanlarıkatlederken kendileri yok oldu!”
dedi. Kimisi; “Türk, Kürt, Çerkez
vs.suçsuz! Olayla alakamız yok!”
dedi.Kimisi; “Ermenileri asıl katledenler Kürtlerdir! Kalanlarını
da TürklerKurtardı!” dedi. Kimisi
“Osmanlı tehcirinden, Cumhuriyet’in
alakası yok.Cumhuriyet’ten bu hesabı sormak abesle iştigaldir!” dedi.
Kimisi; “soykırımdeğil de, karşılıklı
arbedede Ermeniler yenildi, dağıldı,
çekip gitti!” dedi. Kimisi; “onlar
(Ermeniler) Müslümanları yokederken, Allahû Te’ala cezalarını verdi.
Kayboldular!” dedi....
Sinirlenince de Ermeni’ye ‘Küfürün
bini birpara etti. “Ermeniler gibi
sonunu getiririm!”, “Ermeni oğlu Ermeni” diyeaşağılayıcı sözler edenleri
de az olmadı.
“Ermeni Tertelesi(katliamı)nin olduğu sene!”diyerek o katliamı milad
kabul edip, safça itiraf eden yaşlılarımızdan hayattaolanları oldu.
Fakat bu tartışmalar, son 20 yıl içinde
epeyyol aldı. Belge ve tarih bilinci
ortaya konuldu. Her ne kadar resmi
ideolojikendisiyle yüzleşemediyse
de, artık azıcık insanlık tarihinden
nasiplenmişler;“Bu olay olmadı!”
deme kudretini kendinden bulamıyor/
bulamaz durumda.
Şimdi sıra, katliamı bir zat yapan sorumlukatil kadronun kimliğini ortaya
koymak, yaptıklarını ve biyografilerini gençnesillere sunmaktır.
Bu kitapta; Patrik Zaven Der
Yeghiayan’ın (1868-1947); “Ermeni
Soykırımı Örgütleyicilerinin Listesi, Exterminators (Yok Ediciler ve
Erdemli Müslümanlar)” olarakhazırladığı notlarından yola çıkarak,
Sait Çetinoğlu’nun büyük bir çaba
vetitizlikle derleyip yayına hazırladığı bu çabasıyla tartışmanın çıtasını
başkabir merhaleye taşıyor.
Artık, Ermenileri katledenler ve kurtulmalarıiçin yardımcı olanların isim
ve biyografilerini liste halinde bu
kitaptabulacaksınız.
Yapılanlardanutanarak yerin dibine
girmek yerine "yalancının mumu
buraya kadar"denilerek, dedelerinin
/babalarının yaptıklarını öğrenerek,
kınayarak,kendileriyle yüzleşerek bu
travmadan kurtulabilinir.Soykırım
esnasında, gözü dönmüş katilçetelerinin talan ve kıyımına karşı, insanlığını unutmayanların ve katledilmekistenenlerin kurtulmaları için
yardımcı olanların torunları, dede ve
atalarınıninsani duruşlarını bilince
taşıyarak övünebilir.
Artıkyaşanmış gerçeği inkâr edenler,
karanlık dünyada kendilerini insanlıktangizlemenin zaruretine düşmüş
olanlar, aydınlığa çıkarak normal
yaşamaakabilmeli. Zira karanlıkta kalmaya gerek kalmadı. Sarkis
Çerkezyan’ın dediğigibi “Bu dünya
hepimize yeter!” yeter ki yaşamayı
becermeli.
İnsanlığını kaybedenlere karşı, İnsanlığınhuzuruna çıkıp gerçeği haykıranlara seslerini katarak, şoven,
ırkçı vekatliamcı tarih ve zihniyetten
kendisini arındırma mücadelesini
vererek,kendilerini insanlık tarihi
karşısında sorumlu kılarak, geleceklerini temizetaşıyabileceklerdir.
Doğruyu yakalamakve doğruda
sebat etmek için önyargılardan uzak
durmak, değişmek ve mücadeleetmek
erdemliliktir. İnsanlığın veonurlu
geleceğin yanında saf tutmaktan
başka çare yoktur! Aksi halde tarihtekatil listesinde zikir edilmemek elde
değildir. Tıpkı bu kitaptakiler gibi…
Arka kapak
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir zamanlar Trabzon Ermenileri
19 Ocak 2007’de derin bir cinayete
kurban verdiğimiz Hrant Dink’in katilin Trabzonlu çıkması üzerine, Türk
Ocakları Trabzon Başkanı Mithat Kerim Aslan “Demek ki burayı seçtiler”
demişti. Sonra bir televizyon programında komplo teorileri ile meşhur
Aytunç Altındal “Trabzon pilot bölge
olarak seçildi” dedi.
Ardından bir ara MHP Genel Başkanlığı’na soyunan Ümit Özdağ “Bölgenin milli dokusunun zayıf insan zeminini istismar ederek, milli dokuyu
parçalamaya çalışılıyor” diyerek kafamızı iyice karıştırmıştı. Kim seçti,
niçin seçti, hedef neydi, merak etmiştik doğal olarak. Ergenekon soruşturmaları sayesinde bu soruların cevabını
artık aşağı yukarı biliyoruz. Ancak
aradan geçen dört yılda Hrant Dink cinayetinin azmettiricilerini mahkemeye çıkarmayı başaramadık, neredeyse
suçüstü yapılan Ogün Samast’ı bile
mahkûm ettiremedik.
19 Ocak haftasında, Trabzon’un yakın
dönem tarihine bakmak anlamlı olabilir diye düşündüm. Bölgenin Rum ahalisinin akıbetini 14 Mart 2010 tarihli
“Pontus’un gayrı resmî tarihi” başlıklı
yazımda anlatmıştım. Bu hafta sıra,
bölgenin Ermeni ahalisinin akıbetinde.
Berlin Antlaşması’nın etkileri
Tanzimat’tan sonraki döneme damgasını vuran II. Abdülhamid, Doğu
topraklarında her geçen gün biraz
daha derinleşen Kürt krizini kararlı
bir İslam birliği politikasıyla çözmeye
çalıştı ve bunu kısmen de olsa başardı ama Hamidiye Alaylarının oluşumuyla birçok Sünni Kürt aşireti yeni
siyasi, hukuki ve ekonomik imtiyazlar
kazanırken Ermeniler, Yezidiler ve
Dersim’in dışında yaşayan Alevilerin
devletle ilişkileri biraz daha bozuldu.
Sonuçta Abdülhamid politikalarının
doğal sonucu olarak Doğu vilayetlerinde yaşayan etnik gruplar arasında
artık dostluk ve dayanışmadan değil,
düşmanlık ve çatışmadan söz edilmeye başlandı. Başlangıçta, merkezi devletin desteği ile imparatorluğun uzak
bölgelerinde boy göstermeye başlayan
misyonerlik faaliyetlerinin etkisi ile
bölgede sosyal, dinsel ve cinsiyetler
arasındaki hiyerarşilerde önemli değişimler yaşanmaya başladı. Çok dinli
ve çok etnisiteli bir toplumun ekonomik alanda en verimli unsuru olarak
taşra şehirlerinde küçük ve büyük burjuvaziyi oluşturan Hıristiyanlar, idari
reformlarla yetinmeyip siyasi ortaklık talep etmeye başlayınca, bu talep
Trabzon gibi kozmopolit bir şehirde
büyük sorun yaratmadı ancak, imparatorluğun geneli açısından bakıldığında, “millet-i hâkime”yi temsil ettiğini
düşünen siyasi elitler açısından kolay
sindirilecek bir durum değildi.
İplerin iyice gerilmesine neden olan
olay, 1878 Berlin Antlaşması’nın 61.
Maddesi ile verilen sözlerin yerine
getirilmemesi oldu. Bazı genç Ermeniler, cemaat önderlerine baskı
yaparak, hükümete karşı tavrın sertleştirilmesini istemeye başladılar. İlk
Ermeni siyasi örgütü 1880’lerde Mıgırdiç Portakalyan tarafından kuruldu. 1885’te kurulan ikinci parti olan
Armenagan’ın (Armenakan) örgütleyicileri de Portakalian’ın yoldaşlarıydı. Rusya’daki ‘Narodnik’ hareketinden etkilenen çeşitli gruplar 1887’de
Cenevre’de, daha sonra da Tiflis’te
devrimci dernekler kurdular, ardından
da partileşmeye başladılar. Bunların
en önemlileri 1887’de Cenevre’de kurulan ve Marksist ilkeleri benimsemiş
olan Devrimci Hınçak (Çan) Partisi
(1909’dan sonra Sosyal Demokrat Hınçak adını aldı) ve 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci
Federasyonu-EDF) idi.
Trabzon’da Ermeni örgütlenmesi
O yıllarda yaklaşık bir milyon kişinin
yaşadığı ve bunun 150 bin kadarının
Rum, 40 kadarının Ermeni olduğu
Trabzon Vilayeti’nde ilk siyasi grubun
1880’lerde bir grup öğrenci tarafından
kurulduğu sanılır ama bilinen ilk örgüt
1889’da kurulan Krtasirats Gaghtni
Enkerutiun (Gizli Eğitim Derneği) idi.
Van’da 1885 yılında kurulan Armenagan adlı siyasi partinin Trabzon şubesi
ise, partinin kurulduğu yıl açıldı. Hınçak Partisi’nin kurucularından Ruben
Khan-Azat’ın (Nshan Karapetian)
1890’da Trabzon’daki Amerikan Kız
Okulu’na öğretmen olarak gelmesiyle siyasi çalışmalar hız kazandı, Bafra, Merzifon, Amasya, Tokat, Yozgat,
Ağın, Arapkir ve Trabzon’da Hınçak’ın
şubeleri örgütlendi.
Ancak, Khan-Azat ve arkadaşı Hakob (Hagop) Meghavorian’ın İstanbul
Kumkapı’da yapılan 5 Temmuz 1890
tarihli gösteri sırasında polis tarafından tutuklanmamak üzereyken ülke
dışına kaçmalarıyla, Trabzon’daki faaliyetleri örgütlemek Taşnaksutyun’un
Rusya kanadına bağlı Simon Zavarian
ve Hovsep Arghutian’a kaldı. Böylece
Hınçak ve Taşnak hareketleri, ülkenin
diğer yerlerinin aksine, Trabzon’da ittifak haline girdiler, ancak Rusya kadroları hareketi daha da radikalleştirdi.
İTC-Taşnak İttifakı
Doğu vilayetlerinde milliyetçi ve sosyalist propaganda yapmaya ve az da
olsa, bazı gerilla faaliyetleri sürdürmeye başlayan Ermeni partilerinin
hedefleri ile ilk nüvesi 1889’da Askerî
Tıbbiye’de kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) hedefi aslında
aynıyd İki taraf da II. Abdülhamid’in
baskıcı rejimine son verip yerine daha
özgürlükçü bir rejim kurmayı istiyorlardı. O tarihlerde İttihatçıların Doğu
Anadolu’da Erzurum ve Trabzon dışındaki küçük hücreleri dışında ciddi bir
örgütlenmesi yoktu. Ermeni örgütleri
ise Balkanlarda varlık gösteremiyorlardı. Bu nedenle Doğu illerinde toprak bütünlüğünü korumaya söz verdiği
sürece özellikle Taşnaklar İTC tarafından ittifak edilebilir bir parti olarak
kabul edilmişlerdi.
İlişkiler 1894 yılında, (bugün Batman
iline bağlı) Sason’da başlayan ve kısa
sürede tüm bölgeye yayılan pogromlardan sonra sıkılaştı. (Bu katliamlarda ölenlerin sayısını Britanya ve
Fransız konsolosluk raporları 100 bin
ila 200 bin arasında gösterir, Ermeni
Patrikhanesi’nin rakamı 300 bine çıkarır, resmî tarihçi Kamuran Gürün ise
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
8.700 Ermeni ile 1.800 Müslüman’ın
öldüğünü ileri sürer.)
Vali Kadri Bey’e övgüler
Abdülhamit yönetimi, ülke çapında
Ermeni milliyetçilerine göz açtırmıyordu ama Trabzon Valisi Kadri Bey’in
hoşgörülü ve uzlaşmacı tavrı sayesinde
Trabzon’da baskılar en alt düzeyde kalmıştı. Trabzon Vilayeti’ndeki tüm yöneticiler için ilginç bilgi notları tuttuğu
görülen Longworth’a göre, 1892 yılının mayıs ayının başında Ali Bey’in
yerine atanan Kadri Bey, “azimli, kararlı, çalışkan, güler yüzlü, cömert, kolay ulaşılabilir, ancak neyin doğru olup
olmadığına karar vermede zorlanan
çoğu zaman ise yanlış karar veren” bir
görevliydi ve “altı yıllık görevi boyunca Ermeni hadisesini önleyememesi
ya da isteksiz davranması” kişisel tarihinde kara bir leke gibi durmaktaydı. Longworth’a göre selefi Ali Bey ise
muhtemelen İstanbullu bir Rum olan
Geogiades ile evli olduğu için, özel
yaşamı ile halkın gözüne batmış, Padişaha, dans ettiği, kumar oynadığı, içki
içtiği yolunda jurnaller yollanmış, ancak bunlardan bir şey çıkmamıştı.
“Bütün vilâyetler Trabzon gibi yönetilse, Türklerin kötü yönetiminden çok
az şey işitiriz” diyen Longworth, Hınçak Partisi’ne “özgürlüğe giden yolun
sadece kundakçılık, soygun ve cinayetlerden geçtiğini düşündüğü için”
sempati duymuyordu, çünkü bu tutumun, Müslümanların Hıristiyanlara
yönelik bir katliama yönelmelerine neden olabileceğinden korkuyordu. Ancak Longworth’un korktuğu olmadı ve
Ocak 1895’te Trabzon’da mahkemeye
sevk edilen 17 Ermeni siyasi eylemciden sadece beşi 5 yıldan 15 yıla kadar
değişen hapis cezalarına çarptırıldı.
Bahri Paşa suikastı
30 Eylül 1895’de İstanbul’da, Bâb-ı
Âli’de toplanarak reform taleplerini
dile getiren Ermenilerin gösterisinin
aniden 10 günlük bir terör dönemine
dönüşmesi ve can kayıplarının meydana gelmesiyle huzursuzluk zirveye çıktı. O günlerde eski Van Valisi
Bahri Paşa İstanbul’a giderken birkaç
günlüğüne Trabzon’da konaklamıştı. Van’daki uygulamaları yüzünden
Ermeniler tarafından pek sevilmeyen
Bahri Paşa ile ona eşlik eden Trabzon
Kumandanı Hamdi Paşa, İran Konsolosu Mirza Razî Han ve Trabzon
Posta Telgraf Baş Müdürü Hacı Ömer
Efendi’ye, 3 Ekim 1895’te iki Ermeni
genci tarafından başarısız bir suikast
girişiminde bulunuldu. Saldırganların biri hariç diğerlerinin Vali Kadri
Bey’in himmetiyle tutuklanmaktan
kurtulmaları, üstüne üstlük kaçak
Haçik’in ertesi gün Vilâyet Kâtibi
Rahmi Efendi’nin katline karışması
üzerine ortalık iyice gerginleşti.
Birkaç gün sonra, İstanbul olaylarında bir yakınının öldüğünü duyan bir
Ermeni’nin, kaldığı hanın balkonundan, olayları yatıştırmak için şehirde
dolaşan Kadri Bey ve çevresindekilerin üzerine ateş açmasıyla fitil ateşlendi. Olayı duyan Müslüman ahali, şehirdeki Hıristiyan evlerini talan ederken,
Avusturya, İran, Fransa, İtalya, Rusya,
Yunanistan, Belçika ve İspanya konsolosları olayların yatıştırılması için
yerel yöneticilerle konuştular ama güvenlik güçleri olayları bastırmakta başarısız oldu.
Rus savaş gemisi Teretz geliyor
7 Ekim 1895 günü kimliği belli olmayan biri tarafından bir Müslüman
öldürülünce olaylar iyice çığırından
çıktı. Öfkeli Müslüman-Türk ahalinin
saldırılarından kaçmak için Ermeniler
konsolosluklara ve okullara sığındılar.
Olayların zirveye çıktığı gün sadece
Fransız Konsolosluğu’na sığınanların
sayısı iki-üç bin idi. Vali Kadri Bey’in
girişimleri ile ertesi gün ortalık sakinleşti ve dükkânlar açıldı. Ancak kısa
süre sonra olaylar tekrar başladı. 10
ekimde hükümet sıkıyönetim ilan etti
ve 14 ekimde Trabzon limanına Rus savaş gemisi Teretz’in gelmesiyle taraflar
çatışmayı bırakmak zorunda kaldılar.
Ancak benzeri olaylar Samsun, Ordu
ve Gümüşhane bölgelerinde de boy
göstermeye başlamıştı.
Britanya Konsolosu Longworth bu konuyla ilgili raporunda, Ermenileri kastederek “silahsız ve bihaber durumdaki bu insanlar hemen hemen hiç karşı
koymadan acıklı bir teslimiyet içinde
can ve mallarını vermiştir. Ancak yine
de kahramanca hareketleri de tümden
yok değildi” diyordu. “Trabzon’da pek
çok sessiz ve savunmasız insanın bu
şekilde yok edilmesini Asya Türkiyesi’ndeki seri olayların ilki” olarak
niteleyen Longworth’a göre, olaylarda
298’i Trabzon merkezde olmak üzere,
civar kasaba ve köylerde (Gümüşhane
dâhil) toplam 507 Ermeni ölmüş, 5197
kişi göç etmiş, 1.510 ev ve dükkân
yağmalanmış, 320 ev ve dükkân yanmıştı. Türk tarafının kaybı ise 16 kişi
olup, Trabzon’da Müslümanlara ait 162
dükkân, Gümüşhane’de ise 70 dükkân
yağmalanmıştı. Olaylarda üç de Rum
ölmüştü.
Sarayın casuslarının Müslüman halk
arasında, “İngiltere’nin teşvikiyle Ermenilerin isyan edecekleri ve ani bir
saldırıyla Müslümanları öldüreceklerine dair dedikodular yayması yüzünden” olayların böyle kanlı hâl aldığını düşünen konsolosa göre askerlerin
karışmaması durumunda can kaybı
bu kadar yüksek olmayabilirdi, çünkü
“Türklerin büyük çoğunluğu komşularına karşı [kötü] tavır almakta tereddüt
etmişti.”
Trabzon’dan ilk göçler
Longworth’a göre olaylar yüzünden
hiçbir Müslüman’ın tutuklanmaması da yönetimin yanlılığını düşündürüyordu ancak, yönetim Ermenilere
karşı da yumuşak davranmıştı, çünkü
tutuklanan 400 Ermeni’den 35-40 kişi
haricindekiler, hemen serbest bırakılmıştı. 1896’nın aralık ayında, Abdülhamid, olaylara karışanlara af ilan
etti ve ölüm cezasına çarptırılanlar ile
kışkırtıcılar dışındakiler serbest bırakıldı. Ama artık kendilerini güvende
hissetmeyen Ermenilerin bir kısmı
Rusya’ya göç etti. Longworth’un tahminine göre 1896’nın sonunda Trabzon Sancağı’ndan göç edenlerin sayısı 7.600 kişiye ulaşmış, 1.200 Ermeni
hanesi 450’ye inmişti. Ancak, Trabzon’daki Ermeni cemaati, bu büyük
darbeyi, ABD, İngiltere, Fransa ve
İsviçre başta olmak üzere Batılı ülkelerin maddi yardımları, İstanbul’daki Ermeni Ortodoks Patrikhanesi ve
Viyana’daki Katolik Mıkhitaristlerin
maddi-manevi desteği ile kısa sürede
atlatacaklardı. Nitekim Ermeni Ortodoks Patrikhanesi kayıtlarına göre
1902’de, Trabzon Sancağı’nda 24 bin
Ermeni yaşıyor, 41 kilise ve üç bin öğrencinin okuduğu 47 okul ile Ermeni
tiyatrosu faaliyetine devam ediyordu.
İTC-Taşnak ittifakı ve 1908
İTC de ülkenin diğer bölgelerinde
benzer başkaldırıları örgütlemişti.
Sonunda İTC-Taşnak ittifakı başarıya
ulaştı ve II. Abdülhamit Meşrutiyet’i
ikinci kez ilan etmek zorunda kaldı.
Ama ilişkilerin bozulmaya başlaması
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
da bu tarihte oldu. Çünkü İTC, baskıcı Abdülhamit’i tahttan indirmekten
vazgeçmiş, iktidarı perde arkasından
idare etmeye karar vermişti. Bu durum Taşnakları kuşkulandırdı. 1909’da
İstanbul’da İTC’nin örgütlediği 31
Mart Olayı yaşandı. Aynı günlerde
Adana’da yaşanan olaylarda 20 bin
Ermeni’nin Müslüman halk tarafından
öldürülmesiyle Ermenilerin İttihatçılara güveni iyice azaldı. 1912 seçimlerinde Ermenilere verilen sözler tutulmadı. İpler 1914 yazında koptu.
24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelen 250’ye yakın temsilcisi sürgüne gönderildiğinde,
Trabzon’un önde gelen Ermenileri de
tutuklanmaya başlanmıştı. 20 haziranda hükümet Trabzon’daki tüm Ermenilerin tehciri için emir verdi. 27 haziranda İstanbul’daki elçiliğe bir telgraf
çeken Alman Konsolosu Heinrich
Bergfeld, Trabzon Vilayeti’nde yaklaşık 30 bin kişinin tehcire konu olduğunu, bunların büyük bir kısmının açlık
ve tifüs yüzünden ölmesinin mukadder
olduğunu belirtiyordu. (2008’de Murat
Bardakçı’nın yayımladığı Talat Paşa
Belgeleri’ne göre Trabzon’da yaşayan
37.500 Ermeni’nin tamamı 1 Temmuz
1915’ten itibaren yaklaşık bir ay içinde
tehcir edilmişti.)
Trabzon’da Rus işgali
18 Şubat 1916’da, General V.
Liakhov’un komutasındaki iki Rus
tümeni, Rize, Sürmene ve Of’tan sonra Trabzon’a girdiğinde geride kalan
Ermeniler derin bir nefes aldılar. Ardından Van, Muş, Erzurum ve Erzincan da Rus işgaline uğradı. Ermeni
partizanları hızla Hemşin bölgesinde
faaliyete geçtiler. Din değiştirenleri
tekrar Hıristiyan yapmaya çalışmakla
yetinmediler, Trabzon yöresinde Türk
köylerini basıp, öldürmelere ve yağma
olaylarına kalkıştılar. Ama 1917 Bolşevik Devrimi durumu aniden tersine
çevirdi ve “Kahraman Bey” lakaplı
bir subayın etrafında örgütlenen Harakalı Mustafa Ağa, kardeşi Eyüp Ağa,
Sadıroğlu Süleyman Ağa gibi eşraftan
kişiler Ermeni ve Rum çetecilere karşı
koymaya başladılar.
Bolşevik Devrimi nedeniyle kargaşa
içine giren Rus Ordusu’nun zaaflarından ustaca yararlanan Osmanlı birlikleri 24 Şubat 1918’de Trabzon’u geri
aldıktan sonra, Mart 1918’de Kars, Ardahan ve Batum, Rusya ile imzalanan
Brest-Litovsk Anlaşması ile Osmanlı
İmparatorluğu’na geri verildi.
Mehmed Emin Bey’in şahadeti
Durumu Ermenilerin lehine değiştiren, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan yenik çıkması ve 30 Ekim 1918’de
Mondros Mütarekesi’ni imzalaması
oldu. Mütareke’den sonra sadece Müttefikler değil, İttihatçı düşmanı olan
Saray ve çevresi de savaş ve Ermeni
Tehciri suçlularının yargılanmasını istiyordu. Özellikle basın bu konuda ısrarlı bir yayın kampanyası başlatmıştı.
Meclis’te bu konuda en çok söz alan
kişi ise, Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Emin Bey’di. Sadrazam Ahmet
İzzet Paşa Hükümeti’nin programı
üzerine yaptığı bir konuşmada “dört
seneden beri yapılan mezalimin gerçek suçlularının hâlâ memleket içinde
gezmelerinden” rahatsızlığını ifade
eden Mehmet Emin Bey şöyle demişti: “Bunu bendeniz gördüm. Ordu
kazasında bir kaymakam vardı. Ermenileri kayığa doldurarak Samsun’a
göndermek bahanesi ile denize döktürdü. Evet, bizim memurlarımızın birçok
Ermeni çoluk ve çocuklarını kestiklerini ben de söylüyorum. Ve malları
da yağma edildi. Fakat bu sayı iddia
edildiği gibi bir milyon değil, 500-600
bin civarındadır. Ayrıca bu insanların
‘Ermeni olduklarından dolayı kesildikleri’ yolundaki beyanlar da doğru
değildir.”
Ermenilerin Karadeniz’deki Rum çetecilere yardım ettiğini, dolayısıyla tehcir için ortada bazı nedenlerin olduğunu ileri süren Mehmet Emin Bey, kısmi
köy boşaltmaları ile sorun hallolabilecekken bu işle alakasız insanların toptan bölge dışına sürülmesinin yanlışlığına değinmiş ancak, “bu canice işleri
yapanların ancak beşte biri Türk’tür”
demişti.
Trabzon yargılamaları
1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletlerinin ve İTC muhaliflerinin bastırmasıyla tehcir suçlularının yargılamaları kapsamında,
Trabzon’daki davalar 8 Mart 1919’da
başladı. Trabzon’da yaşananlar konusunda en önemli bilgileri Trabzon
Garnizon Kumandanı Avni Paşa verdi.
“Sopalı Mutasarrıf” lakaplı Trabzon
Valisi Cemal Azmi Bey’in Ermeni erkeklerini toplayarak kayıklarla Kumkale ve Değirmendere civarına sevk
edilmeleri için emir verdiği ve bu kişilerden bir bölümünün kurşunla, bir
bölümünün denize atılmak suretiyle
öldürüldüğüne dair ifadeler üzerine,
Berlin’e kaçmış olan Cemal Azmi Bey
ve İTC Trabzon Sekreteri, “Yenibahçeli” namıyla tanınan Nail Bey, vilayetteki Ermenileri kitlesel olarak tehcir
etmek ve ölümlerine neden olmaktan
gıyaplarında ölüm cezasına çarptırıldılar. Gümrük Memuru Mehmet Ali,
Ermeni mallarına el koymaktan 10 yıl,
Emniyet Müdürü Nuri Bey ile Gümrük
Müdürü Mustafa Efendi aynı suçtan
birer yıl hapis cezasına mahkûm oldular.
Cemal Azmi ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın
lideri Dr. Bahaeddin Şakir, 17 Nisan 1922’de, Nemesis örgütüne bağlı,
Aram Yerganian adlı Ermeni militan
tarafından Berlin’de öldürüldüler. Ahmet İzzet Paşa tarafından yurtdışına
kaçırıldığı iddia edilen “Yenibahçeli”
Nail, Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast
yapmaya teşebbüsten suçlu bulundu ve
27 Ağustos 1926 gecesi idam edildi.
Yukarıda ana hatlarıyla verdiğimiz
milliyetçilikler savaşından Türk tarafı galip çıktı ancak sonuçta kaybeden
sadece Ermeniler olmadı, Türkiye’nin
pek çok büyük kenti gibi, Trabzon da
binlerce yıllık hemşerileri ile birlikte
ekonomik, kültürel ve toplumsal tüm
ışıltısını kaybetti ve bir zamanların
görkemli liman şehrinden geriye soluk
bir suret kaldı. İşte bölgeyi son yıllarda
provakatif olayların merkezi olarak seçenler bu tarihçeden alıyorlardı enerjilerini…
Kaynakça:
Louise Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement: The Developement of Armenian Political Parties
Through the Nineteenth Century, University of California Press, Berkeley
and Los Angeles, 1963.
Ahmet Halaçoğlu, “İngiliz Konsolosu
Longworth’a göre Trabzon Vilayeti
(1892-1898),” Belleten, LXVII, 250
(2003), s. 881-909.
Taner Akçam-Vahakn Dadrian, Tehcir
ve Taktil, Divan-ı Harb-ı Örfi Zabıtları, İttihat ve Terakki’nin Yargılanması,
1919-1922, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2008, Trabzon’u Anlamak,
(Yay. Haz.: Güven Bakırezer-Yücel
Demirer), İletişim Yayınları, 2009.
Kaynak: http://www.taraf.com.tr
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
.
Dr. Şıvan’ı 40.
Yıldönümünde Tanımak ve Anmak!
üzere; “Ezilenin kendi dili ile değil
de, egemen ulus dili ile konuşması,
sömürgeciliği içselleştirmesidir. Bu
egemenin egemenliğini meşrulaştıran en büyük destektir!” İşte benim
/bizim şimdi yaptığımız gibi!
Ahmet Onal’ın Dr. Şivan’ın 40.
ölüm yılında yapılan anma toplantısında yaptığı konuşma.
Dr. Şıvan (Dr. Sait Kırmızıtoprak)
Kimdir?
Dr. Şıvan; Ülkemizin Kuzeyinde
ilk Marksist devrimcidir.
Dr. Şivan; Kuzey Kürdistan’da ilk
profesyonel devrimcidir.
Dr. Şivan; Ülkemizde ilk kez Kürt
Kültürünü, Sanatını, Dilini, Ulusal
Kurtuluş siyasetini ciddi ve örgütlü
düzeyde ele almıştır. Tarih bilinci
ekseninde olayları değerlendiren,
geçmiş ve geleceğinin değerleri
olarak belirleyen ve sahip çıkılması gereğini algılamış, diyalektik bir
bağ içinde değerlendirmiştir. Bir
olmadan diğerinin gelişemeyeceği, cılız kalacağı anlayışına vardığı için, profesyonelce siyaset, sanat
Kültür, tarih bilincini birbirinden
soyutlamadan ve birlikte önemseyerek yürüten bir devrimcidir.
Dr. Şıvan; Ülkemizin Kuzeyinde,
ilk kez; bir tarafta “Biz Kürtçüyüz”
diyen ve yanı sıra Marksist düşünceyi de alenice savunan bir devrimcidir.
Dr. Şıvan; “Bölücüdür”, “ayrılıkçıdır” iddia ve karşı propagandalarına aldırış etmeksizin, parçalanmış
halkının, milletinin ve ülkesinin
birliği için mücadele etmiştir. Onun
için Cıvrak ile Qumri arasında,
Amed ile Mehabat arasında, Kızılkilise ile Qamişlo arasında tüm sınır ve çitlere rağmen bir fark ve ayrılık görmeyecek kadar bütünlüklü
bir yurtseverdir.
Dr. Şıvan; Ülkemizin Kuzey parçasında, Dersim katliamının 19371938’de yaşandıktan sonra, ilk kez
Marksist donanımla ortaya çıkan
ve “sömürge insan” tipini reddeden,
kendi ülkesinde özgür ve kendisi
olma mücadelesini en radikal şekil-
Ahme t ÖNAL
de, adım adım ve istikrarlı yürüten,
aşan, bu gelişim ve duruşu ile dikkat ve şimşekleri üzerine çekmiş
bir önderdir.
Dr. Şıvan; Ülkemizin kuzeyinde,
ilk kez devrimci ulusal teori ve pratiği birleştiren, uluslararası koşulları önemseyerek adım atmak isteyen, devrimci bir şahsiyettir.
Dr. Şıvan; Kürt dilinin Zazakî lehçesinin yanı sıra Kurmancki lehçesini de siyasal literatüre uygun
öğrenmeyi kısa sürede başarmış,
Fransızcayı öğrenerek bir dil uzmanı olmaya çalışması liderlik
ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Zira yalnız kendisini değil, bütün
mücadele arkadaşlarını buna uygun
eğitmekte ve mümkün olduğu kadar ulusal dilimiz Kürtçe dışında,
egemen sömürgeci dilleri siyaset
ve günlük yaşamda kullanılmaması
gerektiğini belirterek, son yıllarda
esas yazışmalarını Kürtçe yapmayı yönelmiştir. Miami’nin dediği
Dr. Şıvan; Kürdistan’dan, Kürt
ulusal Kurtuluş özlemiyle yola çıkarken, tüm ulusal demokratik
güçlerle görüşmeler yapmış, ilişkilerini bir ülkenin ulusal demokratik
mücadelesine göre şekillendirmiş
ve çalışmıştır. Bu vesile ile Dr.
Qasimlo, Mele Mustafa Barzani,
Kamuran Bedirxan vs. kendisinden evvel tecrübe sahibi olan bu
“kurdperwer”leri dinlemek, dersler
almak ve yaşanan tarihi mücadelenin üzerinden gelişmek üzere, her
zorluğa girmeyi tercih etmiştir. Büyük bir alçakgünülülük içinde, bu
ilişkilerini sürdürmüş ve onların
yaşadıklarından dersler çıkarmaya ve aşmaya çalışmıştır. Bilimsel
Kuşkucu bir anlayışla gerek T_
KDP ve gerek TİP’e mesafeli durmuş, ancak onlardan etkilenmiş ve
etkilemeye çalışmıştır!
Kendisi, tüm parçalardaki Kürt
ulusal güçlerinin özgün bir cephede
örgütlenmesini tercih etmiştir. İdeolojik ve sınıf eksenli örgütlenmeyi
Kürdistan özgülü için erken görmüş, Ulusal Demokratik hedeflere
uygun bir cephe partisi oluşturmaya çalışmıştır. Ancak siyasi faliyetlerinde Sozyalizme ve Kürt Halkının Kendi Geleceğini Özgürce
Belirleme siyasetini gözetlemiştir.
Bunu yaparken, Kürdistanî siyaseti merkez almıştır. 40 yıl sonra bu
siyasetin; “doğru mu ya da yanlış
mı? sorusuna cevap vermek daha
basitleşmiştir.
Dr. Şıvan; Kürt Ulusal Kurtuluş siyasetini esas almış, içinde bulunulan koşullar gereği ideolojik değil,
politik olarak konumlanmayı ve
ittifaklarını buna göre düzenlemeyi
hedeflemiştir.
Dr. Şıvan; Sovyetlerin ve o dönem
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sosyalist ülkelerin anti-Kürt siyasetini bizzat pratiği ile görmüş ve
bunu yazmıştır.
Dr. Şıvan; Dersim katliam ağıtlarıyla büyümüş, yaşamı, tartışmaları ve yoğun araştırmaları ile
1969-1970’lerde devletin niteliği
hakkında hiç kimsenin yapamadığı
bir tespit yapmıştır:
O, TC. için; “Soykırımcı, sömürgeci, askeri bürokratik ve faşist bir
devlettir!” sonucuna varmıştır.
Bu tespitinin doğal bir sonucu olarak, böylesi bir devlete karşı alternatif bir örgütlemeye başvurmayı
zorunlu görmüştür. Ondan sonra,
pek çok Türkiyeli ve Kürdistanlı
çevre bu tespitten etkilenmiş ve ona
uygun mücadele yollarını seçmiştir.
Dr. Şıvan; 1969’da Kürdistani duruşuyla ortaya çıktıktan sonra;
Urfa’dan – Ağrı eteklerine kadar,
sınır hattındaki devrimci mevziiyi
tespit eder. Bu alanlardaki örgütlenmeye ağırlık verir. Buralarda
özenle yerel komiteler oluşturmayı
planlar ve yeryer gerçekleştir. İki
yıl gibi kısa bir sürede bir ağ gibi
örgütlrnmeyi belirlediği alanlarda yayar. İlk Merkezi Karargâhını
Bamerni yakınlarındaki Dişeşe de
oluşturmaya çalışır.
Bredit Anderson’un da belirttiği
üzere; “Uluslaşmada aydınların
yönlendirici rolü”nü kendi deneyimlerinden çözer. Bu nedenle
kendisi bir Kürt aydını olarak, aydın olma iddiasındaki okuryazarlar
arasında örgütlenmeye de ehemiyet
verir. Ancak, ülkedeki egemen ve
sindirilmiş okur-yazarların durumu, yeterli birikimlerinin olmaması, devletin resmi ideolojisinin her
tarafta bir tabu haline getirilerek
yaratılan ideolojik egemenlik, işini
zorlaştırmaktadır. Ancak, bu zorluklar karşısında, yılgın bir anısını
görmek mümkün değildir. Zaman
zaman bu kararlı tutumu bazı Kürt
aydınlarını ürkütmüştür.
Kürtlerdeki o ürkek ve parçalanmış
ruh hali bu direngenliğe sorun olur.
Bir de hepimizin birliğini kemiren
kahrolası ülkesel parçalanmışlığı-
mız var.
Ulusal özgürlük mücadelesi, demokrasi ve tutarlılığı harmanlamayı beceremediği için daha da
parçalandı. Özlemlerini ve ortak
aklı birleştirmeyi beceremedi. Parçalanmışlık belası çok zararlar vermesine rağmen, tam olarak onu aşmayı daha da becerebilmiş değildir.
Ülkenin parçalanmışlığı, Kürt halkının ulusal duruşundaki parçalanmışlığı derinleştirmiştir. Her parça
kendini korumak için – özelikle
güney- diğer parçalardaki mücadeleyi “yedeğindeki malzeme” saydı
ve devletlerle prensipsiz ilişkilere
girdi, Kürtlerin dayanışmalarına
zarar verdi. Aynı durum, farklı parçalardaki parti ve örgütlenmelerde
de zaman zaman görüldü.
Bırakalım parçalar arası çekişmeleri, ülkemizdeki su havzasını teşkil
eden, boydan boya geçen her nehir,
her “hattı bala” (yüksek dağ silsilesindeki hat) bize sınır diye dayatıldı, iç çelişkilerimiz buna göre
derinleştirildi ve “böl yönet” politikaları işlevli kılındı.
Habur’un bu tarafı- Habur’un O
tarafı, Zap’ın bu tararfı diğer tarafı, Aras’ın bu tarafı diğer tarafı,
Dukan’ın bu tarafı o tarafı, Süleymaniye sana, Duhok Bana, Hewler
için kavgaya tutuşalım! Partiler,
sanki iç kavgalara tutuşmak, zaman
zaman “Xwekuji” illetiyle kardeşkanı dükmek için kurulmuş gibi bir
araca dönüştü!
Devletler bu parçalanmış ruh halini
kendi lehlerine kulandı.
Sait Elçi, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının öldürülmeleri, Süleyman Muini ve arkadaşlarının öldürülmeleri,
Ahmet Tevfik ve Sıdıqı Hencirilerin öldürülmeleri. Ali Askeri ve
Arkadaşlarının öldürülmeleri vs.
trajik tarihimizdir ve bizler bununla yüzleşmek durumundayız!
Yine; Geçmişte İran KDP ile Irak
KDP’lerin yıllar süren kavgaları,
YNK ile İran KDP arasındaki kavgaları, Komala ile KDP’ler arasındaki illetli kavgalar tarihimizin trajedileridir. Bugün dönüp o olaylara
baktığımızda, hepimize çok büyük
zayiatlar verdirmiştir.
Şayet Sait Elçi, Dr. Şıvan, Süleyman
Muini ya da Ahmet Tevfiklerin, Ali
Askeri ve Arkadaşlarının vs. öldürülmelerinden sağlıklı dersler çıkarılsaydı, sonraki trajediler belki
yaşanmayacaktı. 1992’deki “Bereyi Kürdistan” ve PKK arasındaki
xwekujî/intihar savaşında; 3.000
savaşçı telef edilmezdi. Enfallerde, Halepçelerde toplam 182.000
insanını kaybetmiş ve bunlardan
derin dersler çıkarması gereken
bir halkın önderleri/peşmergeleri;
1995-1998’de Irak KDP ile YNK
arasındaki kahredici trajik kavgalarda silahlarını birbirlerine doğrultarak bu ölüm çetelesine sadece
4.500 kişisi peşmerge olmak üzere,
sayısızca insanını kendi elleriyle
eklemezdi.
Kitaba neden “1960-1975” ekledik?
Çünkü 1960’tan 1975’e kadar Kürtleri birbiri ile vuruşturanlar, 1975’te
Cezayir’de anlaşarak Barzani’yi de
tasfiye ettiler. Mele Mustafa Barzani, İrana geçmek zorunda kaldığında, Zagros’un zirvesinde “Xwe
hafîz Kürdistan” diye içerlenip,
“Amerika bizi bir varil petrole sattı” diye serzenişte bulunması artık
geç olmuş idi.
***
Tüm bu trajik tarihimize rağmen,
bugün Kürt siyasal hareketi giderek olgunlaşıyor. Ümit ediyoruz ki
bir daha o illetli “xwekuji”ye varan
kavgaları, keyfi infazları Kürt halkı
yaşamayacak. Bir daha yollara düşüp; “Xwe hafiz Kürdistan” diyerek
el sallanmayacak!
2003 yılında Güney Kürdistan’da,
Kürdistan Meclisi açılışında, iç
kavgaları anımsatarak; tarihiyle
yüzleşme ve özür anlamına gelen
konuşmasında; Başkan Kak Mesut
Barzani dedi ki; “Biz tarihimizde
çok çirkin çatışmalar ve kavgalar
yaşadık. Bunların hiçbir faydası olmadı. Ancak çok zararı oldu. Sevgimizi ve özgüvenimizi kaybetmemize hizmet etti. Bir daha böylesi
kahredici kavgaların, iç infazların
olmaması için elimizden geleni yapacağız!” dedi.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Eğer, Kürt siyaset sınıfı, kendisi
ile yüzleşmek isteyip barışı için bir
tarih bilinci, birlik bilinci oluşturtmak istiyorsa; Tüm karalama ve
tek yanlı suçlama- savunmaları bir
tarafa bırakıp, tüm yanılsamalı kamuoyunun ezberini bozacak adımlar atmak zorundadır.
Öncelikle; eğer Dr. Şıvan olayı “sıradan bir siyasi infaz değil ve adil
bir yargılama” ise, hilesiz mahkeme belgeleri varsa ortaya koyarak
ve arşivleri açarak, uzayıp giden,
dedikodu derekesine düşürülen bu
olayları aydınlatmalıdır!
Bu nedenle iki Sait’ın mezarını göstererek ve yan yana getirerek olayı
sorgulayarak daha sağlıklı dersler
çıkarmamıza imkân vermelidir.
Yurtsever olarak, Kürdistan Bölge
Başkanı Kak Mesut Barzani’den
bunu istiyoruz!
Sait Elçi ve Dr. Şıvan bir dönemin
Kürt Ulusal mücadelesinin önemli
aktörleri idi. 40. Ölüm yıldönümlerinde onları unutmuyoruz, saygı
ile selamlıyoruz, onları minnetle
anıyoruz.
Katıldığınız ve katkıda bulunduğunuz için biz Pêrî Yayınları olarak,
sizleri saygı ile selamlıyoruz.
Ahmet Önal
[email protected]
http://eu.kurdistan-post.eu
Said Elci & Sait Kirmizitoprak (Dr Shivan)
ilanlarınız için:[email protected]
Kızılbaş Yayınevi
K i t ap - D e r g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m - G r a f i k
D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e
ya pı l ı r. Ya z ı l ı ön f i yat ı ve r i l i r.
Ö r ne ğ i n: 13 . 5 X 19. 5 C M
12 8 S ay fa k a pa k r e n k l i 12 5 0 €
K ı z ı l ba ş Yay ı nev i
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İzmir 1918. Viran Abdal Dergâhı
Postnişini Hilmi Baba Ağustos
ayının ikinci perşembe günü Dergâh
yakınlarındaki ıssız yolda ölü bulunur! Şüpheler dervişlerle öteden beri
gerilimli bir ilişki yaşayan medrese
talebeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ali Yakup Derviş, mürşidinin
ölümündeki esrar perdesini aralamaya çalışırken Kızıldağda eski bir
tapınağın izleri onu Egede üç büyük
dine mensup sufilerin gizli tarikatına yakınlaştırır. Dervişlikle muhalif
olma arasındaki ince çizgide kendisine bir yol bulmaya çalışan Ali
Yakup, giderek her ikisinin ayrılmaz
biçimde birleştiği bir yere doğru
sürüklenmektedir. Bu topraklarda
yaşayan herkesin varlık hakkını
savunan hakikatli bir yere!
"Todor ve Andonis" diye araya girdi
Ali Yakup, "onlar da Bedredd-dini
miydi?""Evet"dedi Hoca Dimitri
gülümseyerek."Onlar Bedreddiniydi! Küçük topluluğumuz buydu. Sakızda, İzmirde, Urlada bir kaç yaşlı
mürit. Herşey unutulmuş, tarikat
ehlinin çocukları inançlarını çoktan
terketmişierdi. Hilmi Baba bu
dönemde belki de en akıllıca olanı
yaptı: Yaşlı köylülerin bir zamanlar
getirip Ali Naki Babaya teslim ettikleri Bedreddin Erkannamesini bir
nüsha daha çoğaltıp güvenli bir yere
saklamak! Onu Rumcayı en iyi bilen
öğrencisine, Kemal Dervişe yazdırdı. Tarikat ölüp giderken kitabın yok
olma tehlikesine karşı
zamanında bir müdahaleydi bu.
"Ve şimdi her iki nüsha da kayıp!"
ASUR SOYKIRIMI
UNUTULAN BİR
HOLOCAUST
GABRIELE YONAN
PENCERE YAYINLARI,
İSTANBUL 1999
"Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir
Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni
tarihi bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan
tarihi bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün
bunlar bilinmeden de Türk egemenliği
tarihinin anlaşılamayacağını düşünüyorum.
II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik
Hareketi" başlığını taşıyor. Ermeni ulusal
hareketinin oluşumu, Türk, Yunan, Kürt,
Asur ve Balkan toplumlarıyla ilişki ve etkileşimleri içinde ele alınmaya çalışılıyor.
"Jenosit 1915" başlığını taşıyan III. bölüm, tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve
sonuçlarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uygulanışı, Soykırım'daki siyasi,
toplumsal ve kurumsal sorumluluklar;
İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa,
Hamidiye Alayları, Alman Askeri varlığı,
bu bölümün tartıştığı başlıklar. Bu bölümde üç ayrı örnek olay üzerinde ayrıntılı olarak durulmakta: "Bediüzzaman'ın
Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşkisi", "Hacı
Musa Bey prototipi" ve "Sabiha Gökçen
örnek olayı"...
IV. bölümde "Kemalist İktidar ve Batı
Ermenistan'ın İşgali" başlığı altında, Bolşevik Devrimi, I. Dünya Savaşı'nın sona
ermesi, Sevr ve Lozan barış görüşmeleri
ile gelişen süreçlerde Kemalist hareketin
gelişmesi, Bolşeviklerin ilişkileri, KürtErmeni ittifak arayışları, Kürt ulusal
başkaldırılarının başlaması gibi olgular
yer alıyor.
"Cumhuriyet'in Etnik Yok etme ve
Yayılma Politikaları" başlığı altında
V. bölümde Nasturilerin Hakkari'den
çıkarılması; "Mübadele" ile Ön Asya'daki
Rum varlığının silinmesi; Antakya'nın
[Hatay] ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip ve tenkil"i, "Mecburi iskan" ve
asimilasyon politikaları; "Varlık Vergisi",
"Struma olayı", Türkiye'nin "Kristal
Gece"si 6-7 Eylül Olayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi gibi konu başlıkları
yer alıyor.
VI. bölümde "Sonuç" olarak "Soykırım ve
Etnik Yok etme Politikalarının Tartışılması" yer almakta.
Kitabın sonunda "İsmi Değiştirilen
Yerleşim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri"
başlığı taşıyan "Ek" bölümde, isimleri
Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca, Süryanice, Arapça, Farsça
öz anlamları verilmeye çalışılmaktadır."
Bugün 'soykırım' kavramı,
sözcük dağarcığımızın kopmaz bir parçası oldu. Bazı
okurlar her gün benzeri
ölçüde insan hakları zedelenmeleri gözümüzün önünde
dururken, bizim neden 'unutulmuş' bir soykırımla uğraştığımızı merak ederek sorabilirler. Eğer biz unutulmaması
gerekeni unutacak olursak,
gelecekte de buna benzer veya
daha berbat olaylarla karşılaşabiliriz. Çiçero şöyle demişti.
'Historia... Est magistra vitae'
(Tarih yaşamın öğretmenidir.)
Bunun gerçekten de doğru
olmasına karşın, insanlık
tarihten çok az şey öğrenmiştir. Çünkü tarih sık sık
tahrif edilmekte ve pek çabuk
unutulmaktadır.
Prof. Dr. Rudolf Macuch
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Soykırımı inkâr edenlerle mücadele
insanlığın ortak sorunudur
Galiba akıntıya karşı yüzmek zorundayım. Fransa'nın soykırımı inkar kanunu, liberal çevreleri de kapsayan ulusal
bir birlik havası yaratmışa benziyor. "İç
işlerimize karışma"; "kendi pisliğinle
uğraş"; "iki yüzlülük ve çifte standart";
"kasti ve basit politik hesaplar için
gündeme getirilmiş bir yasa" gibi argümanlar en çok duyulanlar arasında.
Elbette bu tür bir tartışma düzeyine,
"ne yapalım, dinsizin hakkından ancak
imansız gelir"veciz sözü ile cevap verilebilir. Yani aynı söylem düzeyinde
kalınır, "kötü ve öcü öteki" olduğundan
kuşku duyulmayan Fransa ile Türkiye
arasında kıyaslamalar yapılır, aslında
bu iki ülke arasında zihniyet açısından pek bir fark olmadığı -Fransa'ya
biraz haksızlık yapmak pahasına- ileri sürülebilir. "Kendi yediği haltlarla
uğraşmayıp, çıkar amacıyla ötekinin
yediği haltların üstüne gitmek" olarak
özetlenebilecek, bu "çifte standart" argümanının, Türkiye'de son derece fazla
alıcısı olduğunu biliyorum.
Sonuçta, ulusdevletlerin, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, kendi pisliklerinin üstünü örtme ve ama ötekinin
pisliğinin üstüne gitme uzmanı oldukları konusunda, gerekirse sömürgecilik
tarihi de devreye sokularak yüzlerce
ve binlerce örnek verilebilir. Kabul
etmem gerekir ki, bu "pis-emperyalist
Batı" ve "biz mazlumlar" edebiyatının
Türkiye'de müşterisi çok ve bunun üstüne bir de sıkı"iç dinamik" ve "bizim
kendi gücümüz" analizi eklersem, bu
da işin kaymağı olur ki ortaya "yeme
de yanında yat" durumu çıkar.
Acaba okuyucuyu, en yakın dostlarımı da sardığını gördüğüm yukardaki
atmosferin dışına çıkartabilir miyim?
"Soykırımı inkâr" yasasının özel olarak "bize", Türkiye'ye yönelik, politik amaçlarla gündeme getirildiği katı
inancını biraz olsun yumuşatmam
mümkün mü?
bir suçtur. Bu konuda iki farklı hukuki
yaklaşım vardır. Bir grup ülke sadece
Holocaust inkârını suç sayan kanunlara
sahiptir. Bir diğer grup ülkede ise, böyle özel bir kanun yoktur. Ama "soykırımı inkar" nefret suçları kapsamında ele
alınır ve cezai kovuşturmaya uğrar.
Prof. Dr. Taner Akçam
Zannetmiyorum; ama gene de denemek
ve okuyucuyu, hezeyanlardan uzak bir
tartışmaya davet etmek, Fransa'nın son
girişimine, Avrupa'nın kendi iç tarihi
açısından yaklaşmak isterim. Bugün
Avrupa, Soykırım, İnsanlık Suçu ve
Savaş Suçları olarak tanımlanan büyük kitlesel katliamların inkâr edilmesinin önüne nasıl geçilmesi gerektiği
konusunda ciddi bir arayış içindedir.
Fransa'nın getirdiği yasa 2001'den beri
devam etmekte olan bu arayışın ürünüdür.
Bilindiği gibi, Avrupa'nın hemen tamamında "Holocaustu inkâr etmek"
Her iki farklı yaklaşımın ortak paydası, "ırkçılık ve nefret söyleminin
yasaklanması" meselesidir. 2001 yılından beri, konuya ilişkin yasalarının
birbirinden çok farklı olması nedeniyle, yasalar arasında nasıl bir birlik
yaratılabilir sorusu Avrupa'nın gündemindedir. Cevabı aranan soruları şöyle
özetlemek mümkündür: a) Holocaustu
inkâr suçu, genel olarak, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarını da kapsayacak biçimde nasıl genişletilebilir?
b)Soykırım bağlamında, "soykırımı
inkâr" biçiminde yeni bir suç kategorisi
tanımlamak gerekmez mi? c) eğer böyle bir suç kategorisi yaratılacak ise, bu
suçun kapsam ve boyutu ne olmalı ve
mevcut farklı ceza kanunları arasında
birlik nasıl sağlanmalıdır?
2007 ve 2008 yıllarında Avrupa Birliği
konuya ilişkin bir çerçeve kararı aldı.
Bu kararla birlikte, "soykırımı suç sayma" konusunda AB hukuk sistemi yeni
bir zemine doğru kaymaya başladı.
Konuyu anlamak açısından bu karara
yakından bakmakta fayda var. Kararın amacı, "ceza hukuku yoluyla, ırkçı
ve dışlayıcı söz ve ifadelerin değişik
biçimleriyle mücadele etmek" olarak
tanımlanır. Birinci maddede, üye ülkelerin aşağıda sayılan kasti eylemleri
cezai müeyyideile sınırlandırmaları
istenir: "ırk, renk, din, kök,ulus veya
etnik bir gruba ya da onların mensuplarına karşı alenen şiddet veya nefreti
tahrik etmek."
Çerçeve kararda, bu eylemlerin "kitap, resim veya benzeri materyallerle
açık neşri ve dağıtımının" da suç kap-
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
samında değerlendirilmesi gerektiği
söylenir. Ayrıca, 2. Madde açık olarak
"Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi Statüsü veya 8 Ağustos 1945
Londra Antlaşması'na eklenmiş Uluslararası Askerî Mahkeme Sözleşmesi
tarafından tanımlanmış, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarına aleni göz
yummak, inkâr etmek veya önemini
küçümsemek" suçlarını yasaklanması
gereken suçlar kapsamında sayar.
Çerçeve kararın altını çizdiği iki önemli husus daha vardır; birincisi, üye ülkelerden, sadece kamu düzenini açıktan tehdit eden veya belli gruplara karşı
açık tehdit, küfür ve hakaret içeren eylemleri cezalandırmaları istenir. İkincisi yeni kanunların hiçbir biçimde,
Avrupa Birliği Çerçeve Antlaşması'nın
6. maddesinde ifade edilen düşünce özgürlüklerini sınırlayıcı tarzda gündeme
getirilmemesi gerekir. Bu çerçeve kararla birlikte artık, sadece Holocaust ile
sınırlı olan "soykırım inkârı" suçunun
kapsamının genişleyecek ve giderek
diğer soykırımları da kapsayacaktır.
Nasıl ki, başlangıçta yasağın sadece
Holocaust ile sınırlı olması bir tesadüf
değildi, şimdi Ermeni soykırımının
devreye girmesi de tesadüf değildir.
Bu tartışmada cevabı aranan ilkesel
soru şudur: Acaba soykırımı inkâr etmek yeni bir suç kategorisi oluşturur
mu? Suçlarda genel olarak iki tür ayrım
yapılır. Birincisi bir eylem ahlaken suç
sayılır; örneğin yalan söylemek veya
eşini başkası ile aldatmak vb. yüz kızartıcı suçtur ama bu suçlara yönelik
cezai bir müeyyideye gerek yoktur.
Bu görüşe göre, soykırımı inkâr ahlaken kötü bir davranış olsa bile, bunun
ille de cezai suç kategorisi içinde değerlendirilmesi gerekmez. Bir başka suç
türü de cezai müeyyidesi olan suçtur.
Fransa başta olmak üzere birçok ülke,
"soykırımı inkâr" suçunun yeni bir cezai suç kategorisi oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini savunmaktadır.
Burada bir üçüncü eğilimden de söz
etmek gerekir; bu eğilim, ceza kanunlarında "soykırımı inkâr" gibi özel suç
kategorisi geliştirilmesine gerek yoktur, der ve ama inkâr suçunun, eldeki
mevcut nefret suçları kapsamında ele
alıp değerlendirmesini savunur. AB'nin
son çerçeve kararı ışığında artık soykırımı inkârın, cezai suç olarak tanımlanması gerektiği eğiliminin giderek
ağırlık kazanacağından söz edebiliriz.
Çerçeve kararda altı çizilen önemli bir
husus, "soykırımı inkâr" suçu ile, ilgili
ülkenin kamu güvenliği arasındaki ilişkidir. Kamu güvenliği hangi durumlarda tehdit altındadır? Bu konuda iki
noktanın altı çizilir: ya kamu güvenliğini tehdit eden bir eylemlilik halinin
varlığı, ya da inkâr politikaları ile doğrudan hedef seçilmiş bir grubun varlığı
ve inkârın bu gruba yönelik kin ve nefret duygularını körükleyen bir biçimde
gündeme getirilmesi.
Fransa'da konu tartışılırken, zaten ileri
sürülen önemli bir argüman, soykırımı
inkârın Fransa kamu güvenliği açısından bir tehdit oluşturduğudur. Bir grup
hukukçu, Türk hükümetlerince dolaylı
olarak da desteklenen kişi veya kuruluşların Fransa'daki Ermeni soykırım
anıtlarına saldırmalarının, Fransız Ermeni vatandaşlarına yönelik kin ve nefret duyguları yayan siyasi eylemlerde
bulunmalarının kamu güvenliği açısından tehdit oluşturduğunu savunmaktadır. Konuya bu açından yaklaştığınızda, Almanya'da, Holocaust'u inkâr
eden Neo Nazilerin, Türklere yönelik
saldırı ve eylemleri ile Ermeni soykırımını inkâr eden Türk Hükümetinin,
bazen doğrudan ajanlarını da yolla-
yarak, Ermenilere ve onların anıtlarına yönelik saldırıları arasında bir bağ
kurmanın çok yabana atılır bir düşünce
olmadığını görmemiz gerekir.
Şüphesiz buna katılmayabilir ve 1915'e
ilişkin karşı karşıya olduğumuz problemlerin niteliği nedeniyle, inkârın
hâlâ düşünce özgürlüğü çerçevesinde
değerlendirilmesi gerektiğini savunabilirsiniz. Ama en azından lüzumsuz
çığırtkanlık yapmak yerine, "ırkçılık
ve nefret suçu" kapsamında ele alınan,
soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının inkârının nasıl engellenmesi gerektiği konusunun ciddi bir sorun olduğunu kabul etmeniz gerekir.
Son bir nokta da, dışardan Türkiye'ye
baskının, Türkiye'de olumsuz sonuçlar yarattığı meselesidir. Dış baskı nedeniyle ortamın sertleştiğive sorunun
çözülme ihtimali olsa bile, ortadan
kalktığı savunuluyor. Gerçekten de
AKP'nin Fransa'ya yönelik gösterdiği
tepkilerden sonra, "tükürdüğünü yalaması" zor. Ama burada görülmesi
gereken basit gerçekler şunlardır: a)
AKP'nin, Ermeni Soykırımı konusunda, dış baskıya kızdığı için vazgeçip
devre dışı bıraktığı bir çözüme sahip
olduğunu düşünmek saflıktır; böyle bir
çözüme sahip olan bu baskıyı, kendi
çözüm planı doğrultusunda kullanır,
histerik saldırıya geçmez; b) Türkiye
1915'i, dışardan hatırlatma olmadan
maalesef gündemine zor alır; c) Türkiye, 100 yıldır sorunu "kulağının üstüne yatma" politikası izleyerek ve onu
bunu tehdit ederek aşmaya çalışmaktadır. 2015 için de düşündüğü, oyalama,
"mış gibi yaparak" bu yılı en az zarar
ile atlatma stratejisidir. Dış baskılardan
rahatsız olmasının, kendisine 1915'i hatırlatanlardan nefret etmesinin nedeni
budur.
Meseleyi anlamak için, Türkiye'nin
1915'i inkâr politikalarını, Güney Afrika ırkçı rejimi ile kıyaslamak gerekir.
Nasıl ki, ırk farkı temeline oturmuş bu
rejim kurumlarıyla bir sistem, ve bir
zihniyet ise; soykırımı inkâr da böyledir. Türkiye, 1915'i inkâr ederek, esas
olarak 1915'i yaratan kurumları, ilişki
ve zihniyet dünyasını yeniden üretmektedir. Bu sadece soykırımı mümkün
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kılmış bir rejimi, kurumve zihniyetiyle
savunmak ile sınırlı değildir. Bunun da
ötesinde, hem yurtiçinde hem yurtdışında, bu duruma muhalefet edenlere
yönelik saldırgan bir siyasetin sürdürülmesi anlamına gelir. Hrant Dink'in
gerçek katilleri bu nedenle bulunmuyor.
Avrupa'da, Ermenilere ve anıtlarına yönelik saldırılar bunu için düzenleniyor.
Amerika'da, bana ve diğer aydınlara
karşı sistemli kin ve nefret kampanyaları bu nedenle organize ediliyor.
Görülmesi gereken basit gerçek,
AB'nin önünde, "ırkçılık ve nefret suçları" kapsamında soykırımları, insanlık
suçlarını ve savaş suçlarını inkârın nasıl engelleneceği gibi ciddi hukuki ve
siyasi bir sorunun var olduğudur. Ve bu
suçları inkâr ile mücadele edilmesi gerektiği inancı giderek artmaktadır. Nasıl ki vaktiyle, işkence suçu diye bir suç
yoktu ve yaratıldı ise, savaş suçu diye
bir suç yoktu ve yaratıldı ise; şimdi de
"soykırımı inkâr suçu" diye bir suç kategorisi ortaya çıkmaktadır. Ve sorun
bu suçun hangi kapsamda ele alınması
ve hangi araçlarla savaşılması gerektiği
ile ilgilidir.
Bu nedenle, Türkiye soykırımı inkârı
kurum, ilişki ve zihniyet dünyası ile
sürdürmeye devam ettiği müddetçe
dış baskılara maruz kalır. Bu anlamda, Libya ve Suriye'nin başına gelenler,
soykırımı inkâr kapsamında -baskının
içeriği değişik olsa da- Türkiye'nin de
başına gelir. Birilerinin, "kötü niyeti"
-Fransa'nın seçim hesabı vb.- nedeniyle bu durumu kullanmak isteyeceklerinden de şüphe yoktur. Ama hangi
durumda böyle olmamış ki? Şimdi
hepimizin, insanlığın büyük kazanımı olarak gördüğü, başımız sıkışınca
başvurduğumuz uluslararası hukuk
kurumlarının temelinin "Emperyalist
Batı" tarafından atıldığını bilmiyor muyuz? Savaş suçlarının sınırlandırılmasına ilişkin ilk antlaşmalar yapıldığında, bu "emperyalist" devletlerin, kendi
sömürgelerinde işledikleri savaş suçlarını, bu antlaşmaların kapsamı dışında
bıraktıklarını bilmiyor muyuz?
Özetle, Türkiye, 1915 konusundaki dış
baskılara hezeyan dolu tepkiler vermek
yerine, "evini düzeltmek" zorundadır.
Liberal, ilerici, demokrat çevrelerin
ise, Hükümet önderliğinde oluşturulan
"ulusal cephe" korosuna katılmak yerine, bu inkâr rejiminin nasıl çözüleceği
konusunda kafa yormalarında fayda
vardır. Soykırımı inkâr, sadece tarihe
ilişkin değil, bugüne ilişkin de sonuçları olan ciddi bir suçtur. Hrant Dink
davası bunu yeteri kadar kanıtlamıyor
mu? Bu suça karşı çapı küçük de olsa
ciddi bir muhalefet oluştu. Şimdi doğru
olan, bu muhalefetin, mevcut dış muhalefet ile birlikte nasıl ortak hareket
edebileceği konusunda kafa yormak
değil midir? Ama bunun için liberal
çevrelerde bile bir öcü olarak görülen
ve bir küfür olarak kullanılan "Ermeni
diyasporası" anlayışının kökten değişmesi gerekir. Bu çerçevede, "1915'in,
sorunun kaynağı olan Türkiye'ye geri
getirilmesi gerekir" tarzında düşünen
dostlarımın son derece yanıldıklarını
söylemek isterim. Soykırımları inkâr
ve inkârcılarla mücadele, ne sadece
Türkiye'dekilerin ne de Ermeni diyasporasının işidir. Soykırım, İnsanlık
Suçu ve Savaş Suçlarını inkârla mücadele tüm insanlığın ortak sorunudur.
Galiba akıntıya karşı yüzmek zorundayım. Fransa'nın soykırımı inkar kanunu, liberal çevreleri de kapsayan ulusal
bir birlik havası yaratmışa benziyor. "İç
işlerimize karışma"; "kendi pisliğinle
uğraş"; "iki yüzlülük ve çifte standart";
"kasti ve basit politik hesaplar için
gündeme getirilmiş bir yasa" gibi argümanlar en çok duyulanlar arasında.
Elbette bu tür bir tartışma düzeyine,
"ne yapalım, dinsizin hakkından ancak
imansız gelir"veciz sözü ile cevap verilebilir. Yani aynı söylem düzeyinde
kalınır, "kötü ve öcü öteki" olduğundan
kuşku duyulmayan Fransa ile Türkiye
arasında kıyaslamalar yapılır, aslında
bu iki ülke arasında zihniyet açısından pek bir fark olmadığı -Fransa'ya
biraz haksızlık yapmak pahasına- ileri sürülebilir. "Kendi yediği haltlarla
uğraşmayıp, çıkar amacıyla ötekinin
yediği haltların üstüne gitmek" olarak
özetlenebilecek, bu "çifte standart"
argümanının, Türkiye'de son derece
fazla alıcısı olduğunu biliyorum. Sonuçta, ulusdevletlerin, tarih sahnesine
çıktıkları andan itibaren, kendi pisliklerinin üstünü örtme ve ama ötekinin
pisliğinin üstüne gitme uzmanı oldukları konusunda, gerekirse sömürgecilik
tarihi de devreye sokularak yüzlerce
ve binlerce örnek verilebilir. Kabul
etmem gerekir ki, bu "pis-emperyalist
Batı" ve "biz mazlumlar" edebiyatının
Türkiye'de müşterisi çok ve bunun üstüne bir de sıkı"iç dinamik" ve "bizim
kendi gücümüz" analizi eklersem, bu
da işin kaymağı olur ki ortaya "yeme
de yanında yat" durumu çıkar.
Acaba okuyucuyu, en yakın dostlarımı da sardığını gördüğüm yukardaki
atmosferin dışına çıkartabilir miyim?
"Soykırımı inkâr" yasasının özel olarak "bize", Türkiye'ye yönelik, politik amaçlarla gündeme getirildiği katı
inancını biraz olsun yumuşatmam
mümkün mü?
Zannetmiyorum; ama gene de denemek
ve okuyucuyu, hezeyanlardan uzak bir
tartışmaya davet etmek, Fransa'nın son
girişimine, Avrupa'nın kendi iç tarihi
açısından yaklaşmak isterim. Bugün
Avrupa, Soykırım, İnsanlık Suçu ve
Savaş Suçları olarak tanımlanan büyük kitlesel katliamların inkâr edilmesinin önüne nasıl geçilmesi gerektiği
konusunda ciddi bir arayış içindedir.
Fransa'nın getirdiği yasa 2001'den beri
devam etmekte olan bu arayışın ürünüdür.
Bilindiği gibi, Avrupa'nın hemen tamamında "Holocaustu inkâr etmek"
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir suçtur. Bu konuda iki farklı hukuki
yaklaşım vardır. Bir grup ülke sadece
Holocaust inkârını suç sayan kanunlara
sahiptir. Bir diğer grup ülkede ise, böyle özel bir kanun yoktur. Ama "soykırımı inkar" nefret suçları kapsamında ele
alınır ve cezai kovuşturmaya uğrar.
Her iki farklı yaklaşımın ortak paydası, "ırkçılık ve nefret söyleminin
yasaklanması" meselesidir. 2001 yılından beri, konuya ilişkin yasalarının
birbirinden çok farklı olması nedeniyle, yasalar arasında nasıl bir birlik
yaratılabilir sorusu Avrupa'nın gündemindedir. Cevabı aranan soruları şöyle
özetlemek mümkündür: a) Holocaustu
inkâr suçu, genel olarak, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarını da kapsayacak biçimde nasıl genişletilebilir?
b)Soykırım bağlamında, "soykırımı
inkâr" biçiminde yeni bir suç kategorisi
tanımlamak gerekmez mi? c) eğer böyle bir suç kategorisi yaratılacak ise, bu
suçun kapsam ve boyutu ne olmalı ve
mevcut farklı ceza kanunları arasında
birlik nasıl sağlanmalıdır?
2007 ve 2008 yıllarında Avrupa Birliği
konuya ilişkin bir çerçeve kararı aldı.
Bu kararla birlikte, "soykırımı suç sayma" konusunda AB hukuk sistemi yeni
bir zemine doğru kaymaya başladı.
Konuyu anlamak açısından bu karara
yakından bakmakta fayda var. Kararın amacı, "ceza hukuku yoluyla, ırkçı
ve dışlayıcı söz ve ifadelerin değişik
biçimleriyle mücadele etmek" olarak
tanımlanır. Birinci maddede, üye ülkelerin aşağıda sayılan kasti eylemleri
cezai müeyyideile sınırlandırmaları
istenir: "ırk, renk, din, kök,ulus veya
etnik bir gruba ya da onların mensuplarına karşı alenen şiddet veya nefreti
tahrik etmek."
Çerçeve kararda, bu eylemlerin "kitap, resim veya benzeri materyallerle
açık neşri ve dağıtımının" da suç kapsamında değerlendirilmesi gerektiği
söylenir. Ayrıca, 2. Madde açık olarak
"Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi Statüsü veya 8 Ağustos 1945
Londra Antlaşması'na eklenmiş Uluslararası Askerî Mahkeme Sözleşmesi
tarafından tanımlanmış, soykırım, in-
sanlık suçu ve savaş suçlarına aleni göz
yummak, inkâr etmek veya önemini
küçümsemek" suçlarını yasaklanması
gereken suçlar kapsamında sayar.
Çerçeve kararın altını çizdiği iki önemli husus daha vardır; birincisi, üye ülkelerden, sadece kamu düzenini açıktan tehdit eden veya belli gruplara karşı
açık tehdit, küfür ve hakaret içeren eylemleri cezalandırmaları istenir. İkincisi yeni kanunların hiçbir biçimde,
Avrupa Birliği Çerçeve Antlaşması'nın
6. maddesinde ifade edilen düşünce özgürlüklerini sınırlayıcı tarzda gündeme
getirilmemesi gerekir. Bu çerçeve kararla birlikte artık, sadece Holocaust ile
sınırlı olan "soykırım inkârı" suçunun
kapsamının genişleyecek ve giderek
diğer soykırımları da kapsayacaktır.
Nasıl ki, başlangıçta yasağın sadece
Holocaust ile sınırlı olması bir tesadüf
değildi, şimdi Ermeni soykırımının
devreye girmesi de tesadüf değildir.
Bu tartışmada cevabı aranan ilkesel
soru şudur: Acaba soykırımı inkâr etmek yeni bir suç kategorisi oluşturur
mu? Suçlarda genel olarak iki tür ayrım
yapılır. Birincisi bir eylem ahlaken suç
sayılır; örneğin yalan söylemek veya
eşini başkası ile aldatmak vb. yüz kızartıcı suçtur ama bu suçlara yönelik
cezai bir müeyyideye gerek yoktur. Bu
görüşe göre, soykırımı inkâr ahlaken
kötü bir davranış olsa bile, bunun ille
de cezai suç kategorisi içinde değerlendirilmesi gerekmez. Bir başka suç türü
de cezai müeyyidesi olan suçtur. Fransa
başta olmak üzere birçok ülke, "soykırımı inkâr" suçunun yeni bir cezai suç
kategorisi oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini savunmaktadır. Burada bir üçüncü eğilimden de söz etmek
gerekir; bu eğilim, ceza kanunlarında
"soykırımı inkâr" gibi özel suç kategorisi geliştirilmesine gerek yoktur, der
ve ama inkâr suçunun, eldeki mevcut
nefret suçları kapsamında ele alıp değerlendirmesini savunur. AB'nin son
çerçeve kararı ışığında artık soykırımı
inkârın, cezai suç olarak tanımlanması
gerektiği eğiliminin giderek ağırlık kazanacağından söz edebiliriz.
Çerçeve kararda altı çizilen önemli bir
husus, "soykırımı inkâr" suçu ile, ilgili
ülkenin kamu güvenliği arasındaki ilişkidir. Kamu güvenliği hangi durumlarda tehdit altındadır? Bu konuda iki
noktanın altı çizilir: ya kamu güvenliğini tehdit eden bir eylemlilik halinin
varlığı, ya da inkâr politikaları ile doğrudan hedef seçilmiş bir grubun varlığı
ve inkârın bu gruba yönelik kin ve nefret duygularını körükleyen bir biçimde
gündeme getirilmesi.
Fransa'da konu tartışılırken, zaten ileri
sürülen önemli bir argüman, soykırımı
inkârın Fransa kamu güvenliği açısından bir tehdit oluşturduğudur. Bir grup
hukukçu, Türk hükümetlerince dolaylı
olarak da desteklenen kişi veya kuruluşların Fransa'daki Ermeni soykırım
anıtlarına saldırmalarının, Fransız Ermeni vatandaşlarına yönelik kin ve nefret duyguları yayan siyasi eylemlerde
bulunmalarının kamu güvenliği açısından tehdit oluşturduğunu savunmaktadır. Konuya bu açından yaklaştığınızda, Almanya'da, Holocaust'u inkâr
eden Neo Nazilerin, Türklere yönelik
saldırı ve eylemleri ile Ermeni soykırımını inkâr eden Türk Hükümetinin,
bazen doğrudan ajanlarını da yollayarak, Ermenilere ve onların anıtlarına yönelik saldırıları arasında bir bağ
kurmanın çok yabana atılır bir düşünce
olmadığını görmemiz gerekir.
Şüphesiz buna katılmayabilir ve 1915'e
ilişkin karşı karşıya olduğumuz problemlerin niteliği nedeniyle, inkârın
hâlâ düşünce özgürlüğü çerçevesinde
değerlendirilmesi gerektiğini savunabilirsiniz. Ama en azından lüzumsuz
çığırtkanlık yapmak yerine, "ırkçılık
ve nefret suçu" kapsamında ele alınan,
soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının inkârının nasıl engellenmesi gerektiği konusunun ciddi bir sorun olduğunu kabul etmeniz gerekir.
Son bir nokta da, dışardan Türkiye'ye
baskının, Türkiye'de olumsuz sonuçlar yarattığı meselesidir. Dış baskı nedeniyle ortamın sertleştiğive sorunun
çözülme ihtimali olsa bile, ortadan
kalktığı savunuluyor. Gerçekten de
AKP'nin Fransa'ya yönelik gösterdiği
tepkilerden sonra, "tükürdüğünü ya-
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
laması" zor. Ama burada görülmesi
gereken basit gerçekler şunlardır: a)
AKP'nin, Ermeni Soykırımı konusunda, dış baskıya kızdığı için vazgeçip
devre dışı bıraktığı bir çözüme sahip
olduğunu düşünmek saflıktır; böyle bir
çözüme sahip olan bu baskıyı, kendi
çözüm planı doğrultusunda kullanır,
histerik saldırıya geçmez; b) Türkiye
1915'i, dışardan hatırlatma olmadan
maalesef gündemine zor alır; c) Türkiye, 100 yıldır sorunu "kulağının üstüne yatma" politikası izleyerek ve onu
bunu tehdit ederek aşmaya çalışmaktadır. 2015 için de düşündüğü, oyalama,
"mış gibi yaparak" bu yılı en az zarar
ile atlatma stratejisidir. Dış baskılardan
rahatsız olmasının, kendisine 1915'i hatırlatanlardan nefret etmesinin nedeni
budur.
Meseleyi anlamak için, Türkiye'nin
1915'i inkâr politikalarını, Güney Afrika ırkçı rejimi ile kıyaslamak gerekir.
Nasıl ki, ırk farkı temeline oturmuş bu
rejim kurumlarıyla bir sistem, ve bir
zihniyet ise; soykırımı inkâr da böyledir. Türkiye, 1915'i inkâr ederek, esas
olarak 1915'i yaratan kurumları, ilişki
ve zihniyet dünyasını yeniden üretmektedir. Bu sadece soykırımı mümkün
kılmış bir rejimi, kurumve zihniyetiyle
savunmak ile sınırlı değildir. Bunun da
ötesinde, hem yurtiçinde hem yurtdışında, bu duruma muhalefet edenlere
yönelik saldırgan bir siyasetin sürdürülmesi anlamına gelir. Hrant Dink'in
gerçek katilleri bu nedenle bulunmuyor.
Avrupa'da, Ermenilere ve anıtlarına yönelik saldırılar bunu için düzenleniyor.
Amerika'da, bana ve diğer aydınlara
karşı sistemli kin ve nefret kampanyaları bu nedenle organize ediliyor.
Görülmesi gereken basit gerçek, AB'
nin önünde, "ırkçılık ve nefret suçları"
kapsamında soykırımları, insanlık suçlarını ve savaş suçlarını inkârın nasıl
engelleneceği gibi ciddi hukuki ve siyasi bir sorunun var olduğudur. Ve bu
suçları inkâr ile mücadele edilmesi gerektiği inancı giderek artmaktadır. Nasıl ki vaktiyle, işkence suçu diye bir suç
yoktu ve yaratıldı ise, savaş suçu diye
bir suç yoktu ve yaratıldı ise; şimdi de
"soykırımı inkâr suçu" diye bir suç kategorisi ortaya çıkmaktadır. Ve sorun
bu suçun hangi kapsamda ele alınması
ve hangi araçlarla savaşılması gerektiği
ile ilgilidir.
Bu nedenle, Türkiye soykırımı inkârı
kurum, ilişki ve zihniyet dünyası ile
sürdürmeye devam ettiği müddetçe
dış baskılara maruz kalır. Bu anlamda, Libya ve Suriye'nin başına gelenler,
soykırımı inkâr kapsamında -baskının
içeriği değişik olsa da- Türkiye'nin de
başına gelir. Birilerinin, "kötü niyeti"
-Fransa'nın seçim hesabı vb.- nedeniyle bu durumu kullanmak isteyeceklerinden de şüphe yoktur. Ama hangi
durumda böyle olmamış ki? Şimdi
hepimizin, insanlığın büyük kazanımı olarak gördüğü, başımız sıkışınca
başvurduğumuz uluslararası hukuk
kurumlarının temelinin "Emperyalist
Batı" tarafından atıldığını bilmiyor muyuz? Savaş suçlarının sınırlandırılmasına ilişkin ilk antlaşmalar yapıldığında, bu "emperyalist" devletlerin, kendi
http://www.dersim.biz
http://hyetert.blogspot.com
http://www.armenieninfo.net
http://www.ermenisoykirimi.net
http://www.network54.com/
Forum/121213
sömürgelerinde işledikleri savaş suçlarını, bu antlaşmaların kapsamı dışında
bıraktıklarını bilmiyor muyuz?
Özetle, Türkiye, 1915 konusundaki dış
baskılara hezeyan dolu tepkiler vermek
yerine, "evini düzeltmek" zorundadır.
Liberal, ilerici, demokrat çevrelerin
ise, Hükümet önderliğinde oluşturulan
"ulusal cephe" korosuna katılmak yerine, bu inkâr rejiminin nasıl çözüleceği
konusunda kafa yormalarında fayda
vardır. Soykırımı inkâr, sadece tarihe
ilişkin değil, bugüne ilişkin de sonuçları olan ciddi bir suçtur. Hrant Dink
davası bunu yeteri kadar kanıtlamıyor
mu? Bu suça karşı çapı küçük de olsa
ciddi bir muhalefet oluştu. Şimdi doğru
olan, bu muhalefetin, mevcut dış muhalefet ile birlikte nasıl ortak hareket
edebileceği konusunda kafa yormak
değil midir? Ama bunun için liberal
çevrelerde bile bir öcü olarak görülen
ve bir küfür olarak kullanılan "Ermeni
diyasporası" anlayışının kökten değişmesi gerekir. Bu çerçevede, "1915'in,
sorunun kaynağı olan Türkiye'ye geri
getirilmesi gerekir" tarzında düşünen
dostlarımın son derece yanıldıklarını
söylemek isterim. Soykırımları inkâr
ve inkârcılarla mücadele, ne sadece
Türkiye'dekilerin ne de Ermeni diyasporasının işidir. Soykırım, İnsanlık
Suçu ve Savaş Suçlarını inkârla mücadele tüm insanlığın ortak sorunudur.
[email protected] e-Posta adresi
istek dışı postalardan korunmaktadır,
görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir (Taraf - 03.01.2012)
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Namus
zemini
Etyen Mahçupyan
Henüz bitirdiğimiz yılı ilerde hatırlamaya çalışanlar, muhtemelen Van
depreminin yaşandığı yıl olarak betimleyecekler.
Çünkü geçmiş, olağan olayların içinden sivrilen olağanüstü durumlarla
akılda kalır ve anlam kazanır. 2011
de depremin yılıydı... Ancak sadece Van’da yaşanan somut depremin
değil, aynı zamanda Türkiye’nin
zihniyet kalıplarını yıkan bir ideolojik depremin de... Hemen akla gelen
üç örnek tarihsel açıdan son derece
öğretici: MİT yetkilileriyle PKK liderlerinin görüşmeler yaptıkları kamuoyuna yansıdı ve toplum tepkisiz
kaldı. Dersim’de Mustafa Kemal’in
bilgisi dahilinde bir katliam yapılmış
olduğu bizzat Başbakan tarafından
itiraf edildi ve toplum bu gerçeği kolayca sindirdi. Fransız parlamentosu
Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç
sayan bir yasa geçirirken, devlet yetkililerinin ve medyanın büyük çabasına karşın toplumun geneli olgun ve
dirayetli tutumunu bozmadı...
Cumhuriyet’in resmî devlet ideolojisi ile genel toplumsal tutum arasındaki mesafenin iyice açılmış olduğunu ima eden bu durumun temelinde,
aldatılmışlık duygusu içinde olan ve
artık aldatılmak istemeyen bir halkın gizli direnci var. Büyük bir çoğunluk birçok tarihsel ve kimliksel
olayı yanlış bildiğinin farkında, ama
doğrusunu bilmediği gibi, bu konuda
‘yabancılara’ da güvenmek zorunda
kalmak istemiyor. Diğer bir deyişle
Türkiye’nin kendi geçmişine mesafe
alarak bakma ve günümüzün bütün
meselelerini kuşatan bir biçimde bütünlükçü bir alternatif okuma yapma
ihtiyacı var. Bunun sırrı, Kürt, Alevi, Ermeni ve diğer kimlikleri özneleştiren anlatılardan sıyrılarak doğrudan Türk kimliğine bakabilmekte.
Tarihsel açıdan ele alındığında, Abdülhamit ve İttihat Terakki dönemlerinin nesnel bir bakışla irdelenmesi,
bu iki iktidar anlayışının birbirine
zıt mı, yoksa aksine birbirini besleyen nitelikte olduğu mu sorusunun
sorulması ve nihayet söz konusu siyasi/ideolojik geleneğin Cumhuriyet
rejimi ile ilişki ve bağlantılarının
sorgulanması gerekiyor.
Türkiye toplumu psikolojik olarak
buna hazır. Geçmişe bağımlılığın
yarattığı kişiliksizliğin aşıldığına
tanık oluyoruz. Yeniyi inşa edebileceğimize olan inanç, kendimize
‘bakabilmeyi’ mümkün kılan bir özgüven yaratıyor. Söz konusu proaktif
sağduyunun nasıl bir dinamik içinde serpilip bugüne geldiği araştırılmaya değer bir konu... Yıllar içinde
TESEV’de yaptığımız çalışmalarda
ortaya çıkan en ilginç bulgulardan
biri, özellikle İslami duyarlılığa sahip kitlede uyanmakta olan bir ‘geçişlilik haliydi’. İnsanların tutarlılığa
verdikleri ahlaki önem artıyor ama
ahlakı çok daha dünyevi ve gerçekçi
bir biçimde tanımlıyorlardı. Öte yandan siyasi ve ideolojik alanda tutarsızlığı çok daha kolayca taşıyorlar ve
sanki ahlakı da bu durumun farkında olunmasıyla ilişkilendiriyorlardı.
Diğer bir deyişle farklı alanlarda
tasvip edilen tutumların birbiriyle
tutarsız olması, İslami duyarlılığa
sahip insanların kendilerine ilişkin
kişilik algılarında sorun yaratmıyordu. Çelişkilerinin farkındaydılar
ama bu çelişkileri çözmektense, gelecekte ortaya çıkacak bir çözüme
güvenerek taşıma eğilimindeydiler.
Bu yeni zihinsel dünyada eski ve
yeni normlar, eski ve yeni bilgiler
iç içe geçmişti. Resmî ideolojinin
çöküşüyle geleneğin yetersizliğinin
birleşmesi ise bir anlamlandırma
boşluğu yaratmıştı. Söz konusu kitle
bu boşluğu doldururken doğal olarak
İslami referanslara bağlı kaldı, ama
aynı zamanda kendisinin ‘kurucu’
bir halk olduğu gerçeğini de fark
etti. Bunun anlamı ortak bir ‘namus
zemini’ üzerinde ve ortak bir vicdan
çerçevesi içinde, insanların kendilerini spontan bir ‘hatırlama’ faaliyetine doğru açmalarıydı. Dolayısıyla
Kürt, Alevi, Ermeni ve diğer kimliklerle ilgili tarihsel olaylar gündeme
geldiğinde artık kimse şaşırmıyor.
Bunlar ilk kez duyduğumuz detaylar bile olsa, yeni ortaya çıkan her
bilgiyi zaten bildiğimiz duygusuyla
izliyoruz. Çünkü devleti tanıdık...
Yakın geçmişte yapılanları dikkate
aldığımızda, uzak geçmişte yapılmış
olabilecekler hakkında epeyce samimi ve köklü bir kanaatimiz var... Bu
kanaati ‘yabancılara’ söylemek veya
‘yabancılardan’ duymak hoşumuza
gitmeyebilir. Ama üzerinde durduğumuz ‘namus zemini’, kendimizle
baş başa kaldığımızda doğruyu en
azından fısıldamamızı sağlıyor.
Belki de esas ‘açılım’ bu... İlerde
dönüp bugünün tarihini yazacak
olanlar, Türkiye toplumunun ‘cehaletini fark ettiğinde sevinecek’ kadar özgüvenli hale geldiğini tespit
edecekler ve bunu anlamaya çalışacaklar. Son yüzyıl bu topraklarda
egemen bir etnik kimliğin oluşması
için uğraşıldı ve bunun bedeli sadece
çokkültürlülüğün kaybı olarak değil,
bizzat toplumsal benliğin zayıflaması olarak ödendi. Şimdi o toplumsal
benlik güçleniyor ve kimlikler hayati çıpalar olmaktan çıkıyor. 2012 bu
açılımın görünür olduğu yıl olacak.
- zaman gazetesi -
Aras Yayıncılık
Dersim Ermenileri
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas
No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu
İstanbul - Türkiye
Tel: +90 (212) 252 65 18
Fax: +90 (212) 252 65 19
[email protected]
www.arasyayincilik.com
Dersimli Ermeniler Sosyal
Kültüre Sanat Eğitim Tarih
İnanç Araştırma ve Dayanışma
Derneği Kamer Hatun Mah.
Hamalbaşı Cad. Üstündağ İş
Merkezi No: 14 / 112
Galatasaray / İst.
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Koçgiri ve Dersim
ile Yüzleşmek ve Devrimci Kopuş
Koçgiri ve Dersim birbirinden ayrı
tutularak değerlendirilmesi elbette
olanaksızdır. Ortada işlenilen insanlık suçlarının yaşanmışlığı tartışılmazken sadece bu katliamları
yapan tetikçilerin farklılığı yanıltmamalıdır bizleri. Resmi tarihin
her iki olayda da aynı yalanları
sıralaması yani ortada bir ‘’isyan
‘’ varmış gibi gösterip zorunlu bir
askeri müdahaleyi haklı çıkarma
çabası resmi tarih kalemşörlerinin
kendi bataklıklarında debelenmekten öteye geçemediğinin resmi olarak görüyorum.
Son günlerde yoğun olarak tartışılan Dersim Katliamı iktidar partisinin, muhalefet partisini köşeye
sıkıştırmak amacı ile ‘faydacı’ bir
tutum sergilemesi ne kadar kabul
edilemez ise muhalefet partisininde
paranoyak tepkiseliği ve samimi bir
öz eleştirel tutum ile konuya yaklaşmaması bir o kadar kabul edilemezdir. Bu tutumlardan anlaşılacağı üzere Dersim Katliamı ile ilgili
somut adımların atılmasını beklemek bir hayli zor görünmektedir.
Düzen partilerinden halklara karşı
öz eleştirel bir tutum beklemenin
ne kadar anlamsız olduğunun altını çizsek de asıl sorunun kaynağı
A veya B partisi ile alakalı olmayıp
tamamiyle; Cumhuriyetin kurucu
ideolojisinden itibaren farklı inanç
ve kimliklere karşı şekillenen öteleyici, inkar ve imhacı egemen anlayışın dışa vurulamaması ve bu
gerçeğin halklardan saklanması ile
alakalıdır.
Hem 1921 de hem de 1938 de milli
şef-Başkomutan M. Kemalin bu iki
katliamdaki büyük rolü ne kadar
saklanmaya çalışılsada ortaya çıkan
M.Kemal imzalı ordu manevraları
ve bakanlar kurulundaki Dersim
operasyonu ile ilgili raporlardaki
Erdoğan Yıldız
imzalar klişe ötesi, inandırıcılığı
olmayan bir savunmadan başka birşey değildir artık. Statükocu ulusalcı cenahın bu yalanlardan vazgeçip bir insanlık suçu işlenen bu iki
olaydada farklı bir gerekçe bulmaları beklediğimiz gibi gecikmedi.
Resmi kayıtlardaki ‘’ aşiretler arası
çatışma ve bölgedeki asayişizliği
gidermek maksadı ile kurulan karakollara baskınlar düzenleyen dersim halkının isyanının bastırılması
gerekirdi veya ortada bir devlet var
ve asayişi, vergilerini ve zorunlu
askeri hizmeti almak için bu müdahale yapılmıştır ve doğrudur diyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar
az değillerdir. Bir katliama güzelleme yapmak veya onun tüyler ürpertici yanlarını kabul edilebilir meşru
göstermek yaşanılan katliamın tüm
soğukluğunu psikolojik olarak güncellemekten başka bir şey değildir.
İnsanın kanını donduran bu açıklamalara son günde İsmet İnönü’nün
torunu CHP’li Gülsün Bilgehan da
eklendi. Bilgehan Dersimdeki son
iskan belgesindeki dedesinin onayını yani sağ kalan kızların egemen
Türk kültürünün yoğun olarak yaşandığı coğrafyalara sürülmesinin
iyi olduğunu yani ‘’iyi eğitildiklerini’’ , genel olarak Dersim Katliamının ise bölgeye ‘’medeniyet ve görgü getirdiğini’’ açıklaması ne kadar
faşizanca bir tutum olarak görsekte
tamda bunun yapılmak istendiğini
ve yapıldığını açık bir dil ile belirtmesi bir itiraf olarak algılanması
gerekmektedir. Düne kadar bu katliamdan M.Kemalin haberi olmadığına yönelik yalanları sıralayanlar
şimdi ise gerçeğe tüm ırkcı ve barbar duygular ile sahiplenmeleri katliamın iç yüzünü bizlere fazlasıyla
anlatmaktadır.
38 Dersimde ne yaşandıysa 21 Koçgiride’de aynı vahşet Alevi-Kürt
kimlikli insanlara yaşatılmıştır.
Tek tipci, Türk İslam sentezinde temelleri atılan Cumhuriyetin Ermeni, Rum, Kürt ve Alevi demeden
Türk kültürünü tek mutlak egemen
bir baki kılma çabaları, Anadolu
halklarının farklı inanç ve kimliklerine yapılan büyük bir darbedir.
Bu temellerde şekillenen Cumhuriyette öteki olarak yaşamını sürdüren Aleviler ve Kürtler bugün halen
onyıllar öncesindeki zorbalıklar ile
bastırılmaya ve sistemin her yönü
ile inkar, imha ve asimilasyona uğratılmaya çalışılmaktadırlar. Lafı
fazla uzatmadan konuyu Koçgiri
Katliamına getirmek istiyorum.
Konu Türk devletinin Milli şeflik
dönemlerindeki ‘’Alevi-Kürt‘’ katliamları olunca Dersimden önce
Koçgiriyi anımsamak, Dersimde
yapılacak olanların provasını Koçgiri Katliamında masaya yatırmak
sanırım en doğrusu olacaktır. Her
iki Katliamda’da inanç ve ırksal
seçimler yeni tek tipleştirici Cumhuriyet tarafından elbette kabul
edilemez iki unsurdur. 1920-21 yıllarında bu iki unsuruda içlerinde
barındıran bir tehdit olarak görülen
Koçgiri aşiretine karşı Türk kuvvetlerinin imza attığı Koçgiri katliamında yaşananlar tüm iç sızlatıcı
bütünlüğüyle bügün yüzleşilmeyi
beklemektedir. M. Kemal tarafından bölgeye gönderilen namı değer
Topal Osman ve Arnavut sakallı
Nurettin paşalar komutasındaki ya-
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ratılan bu vahşet yinelediğimiz gibi
maşaların ötesinde resmi ideolojinin yok edici yanıdır. Dersimdeki
tekrarlanan yalanlar aynı şekilde
Koçgiri Katliamındada sıkca rastlanılmaktadır. M. Kemalin haberinin
olmadığı ve görevlendirdiği iki komutanın görevini kötüye kullandıklarına ilişkin açıklamaların tamamı
bu iki Komutana verilen, M. Kemal
imzalı madalyalar ile tıpkı Dersim
olayındaki gibi boşa çıkarılmıştır.
Tabiki bunların ötesinde M. Kemalin Topal Osman ile görüşmelerini,
‘’Hasan İzettin Dinamo nun kutsal
kitap’’ adlı kitabından alıntılar ile
aktarıp daha sonrada ‘’Ebubekir
Hazim Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları’’ adlı belgeler
ile Katliamın korkunç boyutlarda
olduğunu göreceğiz.
Cumhuriyetten öncelere yani M.
Kemalin Ordu müfettişliği dönemlerinden Topal Osman ile yaşadığı
diyaloglara göz atmamızın Katliamdaki Topal Osmanın rolünü daha
net anlayabileceğimizi düşünüyorum. 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Osmanlının son ordu müfettişi olan M.
Kemal padişah tarafından 1919’da
Samsuna gönderilmesinin sebebi
Topal Osman Katilinin Rumların
maruz kaldığı Katliamları durdurup, Ermeni Soykırımı sonrası birde Rum soykırımı ile karşı karşıya
gelmek istemeyişlerinden dolayıdır.
Fakat bu amaçla Samsuna gönderilen M.Kemal tam zıt bir tutum ile
Topal Osman ile ilk Antlaşmasını
yapıp, Topal Katilin Katliamlarını meşrulaştırmıştır. M.Kemal ve
Topal Osman ın Havzadaki görüşmeleri daha doğrusu Anlaşmaları
kimi yazarlar tarafından ‘’Cumhuriyet ile Çetelerin ilk Antlaşması‘’
olarak lanse edilmişliğide vardır.
Havzadaki bu konuşmayı H. İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan adlı
kitabından herhangi bir vurgusal ve
yazının kimyasını değiştirmeksizin
olduğu gibi paylaşıyoruz.
‘’Bu karşılıklı görüşmede M. Kemal; “ ...Bundan sonra el ele çalışacağız. Pontuscuların Karadeniz
kıyılarında neler yaptıklarını birde
erbabının ağzından dinleyelim dedik” derken, Topal Osman’ da bölgedeki Rum ve Ermenilerin yaptıklarını anlatır ve yine M. Kemal’den
“...Görüyorum kivatansever duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın....Çeteni derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Sana
genç ve atak subaylar vereceğiz..
Pontuscular hangi usulleri kullanıyorlarsa, siz de o usulleri çekinmeden kullanın...” cevabını alır. H.
İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, c, 2.
s. 113
Bunun üzerine Topal Osman Ağa,
M. Kemal Paşa’ya hitaben; “ ...Siz
hiç merak etmeyin Paşam! Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü verecegim ki, hepisi magaralarda eşek arısı gibi boğulacak” diyecektir.( Ayşe
Hür, Taraf gazetesi 14 Mart 2010)
Mağaralarda zehirli gazlar ile zehirlenenler yalnızca Rumlar değildi
elbet. İ.Sabri Çağlayangilin Dersim
itiraflarında benzer bir açıklama ile
Dersimlilere Ordunun zehirli gaz
kullanması ile mağaralarda öldürülmesini itiraf etmesi bu yöntemin
Topal Osman denilen Katil tarafından 1919’lu yıllarda Rum halkına
karşı kullanılması ve Cumhuriyet
dönemlerinde’de etkili bir silah olarak görülmesi Koçgiride ve 38’de
yaşanacak olanları neredeyse önceden bizlere göstermektedir. 38
Dersimde bunu daha rahat birşekilde yaptıkları su götürmez bir gerçektir. M.Kemalin manevi kızı pilot Sabiha gökçen tarafından savaş
uçaklarıyla dağlara sığınan masum
insanlarda aynı şekilde zehirlenerek katledilmişti.
Topal Osman yönetiminde 42. ve
47. Alayların kurulması ve gönüllü laz birliklerinin oluşturulması
akabinde Mart 1921’de Koçgiriye
hareket etmiştirler. Tıpkı Karadenizde nasıl Rum ve Ermenileri katlettilerse Koçgiride’de aynı vahşete mühür vurmaları kaçınılmazdı.
Diri diri yakılan Kürt çocukları,
laz alaylarınca tecavüze uğrayan
kadınlar ve gözlerinin yaşına ba-
kılmaksızın süngülerden geçirilen
insanların uğramış oldukları Katliamdan yazamadıklarımın ne olduklarını o bölge insanları bilirler.... (....) .... Bazı hallerde bir şey
yapmak veya söylemek nasıl vatani
bir görev ise bazen de bir şey yapmamak, susmak için vicdanını zorlamak eziyetine katlanmak da öyledir....(...)...Nurettin Paşanın yapmış
olduğu bastırma harekatının çok
fena bir şekilde sonuçlanmış olduğunu Sivas’a geldiğim zaman öğrendim.....(....).....Koçgiri olayından
dolayı suçlu, suçsuz bir çok insan
öldürülmüş, evleri tahrip edilmiş,
malları ellerinden alınmıştı.
Koçgiri olayını bastırmakla görevli
olan Nurettin Paşa, görevlendirildiği, kendisine verilen bu görevi düşünülemeyecek derecede çok fazla
şiddet, hatta vahşetle bastırdı. Can
korkusu ile dağlara sığınarak, otlar
yiyerek yaşamak mecburiyetinde
kalan erkek, kadın, 132 köy halkının harap köylerine dönerek mahsullerini hasat ederek, hiç olmasa
açlıktan ölmemeleri, genel af ilan
edilerek korkularının giderilmesi
gereğini bir kaç kere içişleri bakanlığına yazdım.
Sırf Nurettin Paşa’nın sakinlikten,
olaysızlıktan hoşlanmamasından
dolayı, tekliflerim sonuçsuz kalıyor ve halk tahrip olunan evlerini
kış gelmeden mümkün mertebe
yapmak için merkez kumandanının
karşı koymasına bir son verilmesini istiyor ve yalvarıyor ” (Ebubekir
Hazim Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş yayınları, İstanbul, 1982)
Ebubekir Hazim Tepeyran’ın anılarında belirttiği gibi diri diri yakılan
Kürt-Alevi çocukları, Tecavüze uğrayan kadınlar ve akabinde laz milislerince büyükbaş hayvanlar dahil
tüm mal varlıkları ve kadınlarının
bir eşya gibi Karadenize kaçırılması özetle sözün bittiği yerdir.
Tepeyranın yazamadıklarının özeti
KATLİAMDIR. Bir İnsanlık su-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çundan başka bir şey değildir. Tepeyran anılarında bu olayların tek
kabahatlisini Nurettin paşa olarak
görmesi ve gerçeği yazamamasındaki sebep kesinlikle Nurettin Paşa
ve Topal Osman’a bu emirleri verenlerin bırakın tartışılması en ufak
bir muhaliflikte ertesi günü ölü bulunmanız ile birebir anlam taşımasındandır.(Ali Şükrü Paşa olayında
yaşanıldığı gibi)
Katliamlar özür dilendiğinde elbette sarılabilecek yaralar değildirler.
Yaraları derindir ve her hatırlandığında derinleşen bir acı tattırır sağ
kalanlarına. Özür dilemek elbette
somut bir adımdır bu katliamları
ele alırsak fakat çorum, Maraş, Sivas ve Gazi Katliamları dahil halen
ülke genelinde görülen öteleyici,
inkarcı egemen resmi ideoloji kimin veya nasıl bir özür ile halklara
insanca bir yaşam sunabilir?
Bozuk düzene sağlam çarkın ilavesi olanaksızdır. Anadoluda katledilen Halklar; Ermeniler, Rumlar,
Kürtler inanç bağlamında Alevilerin Katillerinden özür beklememelidirler. Zaman Resmi İdeolojinin
ne zaman Yüzleşeceğini bekleyecek kadar bol ve kıymetli değildir.
Zamanı bekleyişin ötesinde değerli
kılmak Düzenin tüm Pisliklerini
Pazara çıkarmak ve bu konuda bilinçli olmaktan geçmektedir. Katiller değişir fakat azm ettirenlerkişi
veya kişilerden öte bir mekanızmadır, bu mekanızma ezilen, sömürülen emekçi yığınlara, sosyal, ekonomik ve inançsal olarak hayati
her alanda çekilmez kılan Devlet
aygıtından başka bir şey değildir.
Sisteme aşağıdakilerin doğrultusunda yön vermek ve etki etmenin
tek yönü öncelikle birilerinin değil
kendi tarihimiz ile bizlerin yüzleşmesinden geçmektedir.
Ya celladına aşık, muhtaç bir toplum olarak içten içe çürüyeceğiz
yada Geçmişimiz ile bizler yüzleşip sistemden tamamiyle Devrimci
kopuşu gerçekleştireceğiz..
[email protected]
33. yılında Maraş katliamını
unutma unuturma ......... Hasan Sönmez
Ne it girmiş ne ziyan olmuş?
Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete, daha açık söylersek. Bindik CHP
ye götürüyor. MHP`ye Sadece cem vakfı değil alevi kuruluşları yaptıkları
etkinliklerine MHP yı çağırmaktadırlar ve MHP Kongre ve konferanslarına katılmayı ihmal etmiyorlar. Sanki Maraş Sivas çorum katliamlarını
onlar yapmamış gibi?
Sanki 1980 öncesi işçi grevlerine satırlarla, sopalarla, muştalarla onlar saldırmamış gibi Sanki madımağı Ümraniye gazinin Gıladyonun tetikçileri
onlar değilmiş gibi . Ne it girmiş? nede ziyan olmuş?
Alevi çalış taylarına MHP milletvekili olarak Maraş katliam sanığı ökkeş kengeri gönderiyor, bazı vijdan sahibi insanların tepkisiyle bu faşist
çalıştaydan çekilmek zorunda kalıyor. "Peki ne deyişti tabi Alevilerden
başka."..? Katliamlarda Alevileri korumak için göksünü siper eden devrimcilere soğuk davranılmakta protokol olarak bırakılan yayınları çöpe
atarak vefa borçlarını böyle, ödüyorlar.
Ne it girmiş? nede ziyan olmuş? peees doğrusu.
Katliam dönemlerinde evlerini terk etmeyip devrimcilerin kontrolün de
olan mahallelerine gitmeyipte Ecevitlin CHP Hükümetine güvenen kimi
insanlarımız bu güveni canlarıyla mallarıyla ödemişlerdir Adana da kız
bakkal bunun en güzel örnektir Maraş da Yörükselim mahallesine gitmeyenlerde aynı kaderi peyleşmiştir.
Sanırım, suflörün perde gerisinde aktöre bir şeyler fısıldamış gibi birileri
bunların kulağına devrimcilerden ve Kürtlerden uzak durun. Birde bataklığa bekçi olun. belki mahkemelisi yaklaşımla bataklığa bekçi olursanız
beli fırsatlar yakalarsınız fakat bataklığın kokusu üstünüze siner çevrenizdekiler rahatsız olur ve sizden uzaklaşırlar yada mesafeli olurlar.Tarih
deki yeni çeri ocakları gibi gericileşirsiniz. Yani ışığın dini değil karanlığın dini olursunuz. Alevilikte ışık kutsaldır ali nurdur Muhammed nurdur
demeleri bundandır.
Kızılbaş dedikleri aslında güneştir onun sayesinde cisimleri tanır ve tarif
ederiz, "somut ışık güneşle aydır" soyut ışık ise ali ile Muhammed dir yani
düşünce ışığı o ışık sayesinde yolumuzu buluruz. Bakın yunus ne diyor
Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle bir kaç huri isteğimi sorsa biri bana
seni gerek seni. Tanrının doğrular için rüşvet vermesine nasıl? karşı çıkar
aynı nefesin devamında İslamiyetlin beş şartında biri olan hac şartına da
karşı çıkar. bir diğer nefesinde şöyle der. Bu dervişlik baştadır yaşta değildir tılsımı ottan ataştan değildir eğer bir müminin kalbini yıkarsan hakka
eğildiği şecide değildir gördüğümüz gibi Yunus bilgeliğin yaşlılardan olur
dogmatizmini nasıl eleştirmekte aynı nefesin devamında İslamiyet içi şiddete karşı çıkmaktadır. Bu iki örnek dede anlaşıldığı gibi Alevilik ışık ve
doğruluk dinidir ve siz bataklığa bekçilik yaparsanız ne ışık kalır nede
doğruluk Kaynak: http://yilanli.info
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevilere
'kılavuzluk' mu
bozulan ezber
cafer solgun
sancısı mı?
Aleviler, Cumhuriyet'in her döneminde katliamlara, baskıya ve ayrımcılığa
maruz kalmıştır. Ve resmi ideoloji zihniyetine göre Alevilik, Sünniler kadar
bile yaşam hakkına sahip değildir.
CAFER SOLGUN Arşivi
Bugün üzerinde konuştuğumuz bağlamda Kürt sorununun resmi ideoloji
inkârcılığından kaynaklandığı, inkâr
zihniyetini savunmaya yeminli kişi ve
çevreler dışında hemen herkesin gördüğü, dillendirdiği bir gerçek. Ne var
ki Aleviler söz konusu olunca resmi
ideoloji ezberleri, yalan ve tahrifatları
üzerine konuşmak, halen ‘meşakkatli’ bir iş. Dünyada yalan ve tahrifatlar
üzerine kurulu resmi ideoloji devranları çoktan çöktü. Bizde de çöküyor.
Bu kaçınılmaz. Fakat bunu dile getirince, aniden birilerinin celallenmesini göze almak durumundasınız. Bunlar içerisinde ‘solcu’ bildiklerimizin
celallenmesi, özellikle dikkat çekici.
Bu acayip durumun Kemalist düşünce sistematiğiyle sakatlanmış olmakla
yakından ilgili olduğunu elbette biliyorum. Bu tip solculuk da değişecek,
aşılacak…
Mevzu o posterin indirilmesinden mi
ibaret?
“Bizim nezdimizde bir ibadethane olan
ve devletten de yasal statüsünü tanımasını talep ettiğimiz cemevlerinde, Hz.
Ali ve 12 İmamları resmeden portreler
içerisinde bir politik figür olan Mustafa Kemal posterlerinin ne işi var?”
şeklindeki görüşüm yeni değil, yıllardır savunuyorum. Fakat konu Dersim
38 kırımı bağlamında gündeme gelince, ‘sarsıcı’ bir etki yarattı. İlginç mi
demek gerekir: Görüşlerine başvurulan, kamuoyunun ‘solcu’ bildiği bazı
Alevi kurum yöneticileri, “Yersiz bir
tartışma. Aleviler Atatürk’ü sever, işte
o kadar” şeklinde demeçler verirken,
bu çevrelerin beğenmediği Cem Vak-
fı Başkanı İzzettin Doğan en gerçekçi
açıklamayı yaptı ve “Biz cemevlerinin ibadethane bölümlerinden Atatürk
posterlerinin kaldırılması kararı aldık,
bize bağlı cemevlerine ilettik, uygulayıp uygulamamak onlara kalmış” dedi.
Konuyla ilgili Radikal’de yayımlanan
‘Alevileri Anlama Kılavuzu’ başlıklı
yazısında (Radikal, 12/12/2011) Yüksel Işık, “İnanç ritüellerinin yerine
getirildiği cemevlerine, dini kimlikleriyle öne çıkmamış şahsiyetlerin fotoğraflarını asmaktaki tuhaflığı bir yana
bırakalım ama insanların evlerine
hangi fotoğrafı asacaklarını tartışmak,
kurt ile kuzu arasındaki ‘Suyu bulandırdın’ repliğine benziyor” diye yazmıştı. Oysa sorun, tam da Sayın Işık’ın
“Bir yana bırakalım” dediği konudur.
İnsanların evlerine, işyerlerine hangi posterleri astığını tartışan mı var?
Işık’ın cümlesinin devamı ise şöyle:
“Hani gören de zanneder ki Alevilerin
yaşadıkları bunca zulüm, cemevlerine
asılan fotoğraftan kaynaklanıyor!” Bu
tür indirgemeci bir mantık için çok şey
söylenebilir. Fakat şu kadarını söylemekle yetiniyorum: Mevzu sadece bir
‘resim’ mevzuu olsaydı, şu anda dünyanın en anlamsız tartışmasını yapıyor
olurduk. Oysa mevzu, bir insanlarımızın ‘başkalaşıma’ uğratılmak istenmesi, duygu ve düşüncelerinin, değerlerinin çarpıtılması mevzuudur. Hiç
düşündünüz mü: Tunceli’deki cemevi
ibadet salonunda da aynı resim var ve
bu ne demektir? Peki Dersim’e bir katliam harekâtının adının verilmiş olmasının anlamı üzerine hiç düşündünüz
mü? Ya da yaşadığınız mahallenin adının ‘Alpdoğan Mahallesi’ olmasının
anlamı üzerine?
‘Aleviler asla öyle demez’?
Yüksel Işık, sadece itiraz etmiş olmak
için itiraz etse iyi. Üstüne üstlük gayet kendinden emin bir dille, “Aleviler
tarafından ne Atatürk için ne de herhangi başka bir şahsiyet için ‘kör’ ya
da ‘beton’ gibi asla kullanılmayacak
kavramlardan medet umuyorlar” diyor.
Aleviler ‘asla’ böyle kavramlar kullanmıyorsa, bu durumda ben ve benim bu
sözcükleri duyduğum büyüklerim ve
sayısız Dersimli, Işık’ın gözünde Alevi olmamış mı oluyoruz? Yüksel Işık,
bunu ilk defa duymuş olabilir. Fakat
bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.
Madem bu konu üzerine kalem oynatacaksınız, yaşadığınız yerde bunu sorabileceğiniz hiç mi Dersimli Alevi yok;
birkaç kişiye sorsaydınız ya… Bu satırları yazmadan önce benden genç ve
yaşlı Ovacıklı iki kişiye, Nazımiyeli ve
Pülümürlü birer kişiye bu ‘Mısto Kor’
mevzuunu sordum; “Evet, öyle deriz”
dediler. Eğer Işık’ın merakı gerçekten
öğrenmeye dairse, ulaşılmaz biri değilim; benden başka Dersimlilere (bunların içerisinde CHP’liler de var) bunu
sorup öğrenmesini sağlarım…
Işık’ın yazısında başka yanlış bilgiler
de var. Bunlardan biri de Dersim Alevileri ile diğer bölgelerdeki Aleviler
arasındaki farka dikkat çekmek isterken söylediği ‘Dersimlilerin kendilerini Zaza olarak tanımladığı’ bilgisi.
Dersimlilere dışarıdan ‘Zaza’ diyenler
vardır. Fakat Dersimliler, kendilerini
‘Zaza’ olarak tanımlamaz. Kendilerini ‘Kırmanç’ olarak tanımlamayı
yeğlerler. Bunda rol oynayan en temel
etken de Dersim’i çevreleyen illerdeki
(Bingöl, Elazığ, Diyarbakır) Zazaların,
Şafii olmalarıdır. Bu inanç farklılığına
atfettikleri önem nedeniyle, kendilerini ‘Zaza’ olarak tanımlamaktan özenle
imtina ederler.
Cumhuriyet, Alevileri ‘eşit yurttaş’ mı
yaptı?
Yüksel Işık’taki kafa karışıklığının
dile geldiği şu satırlara bakalım bir de:
“Yavuz’dan bu yana, kendilerini saklamak, gizlemek ve devletten kaçarak
yaşamak zorunda bırakılmış Aleviler,
ilk kez Cumhuriyet ile birlikte kamusal alanda diğerleriyle ‘eşit’ konuma
ulaşmışlardır.” Fakat Işık bu tespitine fazla ikna olamamış ki devamında
şöyle diyor: “Bu ‘eşitlik’, her ne kadar
‘yoklukta eşitlik’ şeklinde gerçekleşmişse de, sürekli kıyıma uğrayan,
aşağılanan, görüldüğü yerde katlinin
‘vacip’ olduğu belirtilen ve can ve mal
korkusunu hep yanında taşıyan bir topluluk için öyle yabana atılabilecek bir
durum değildir.”
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Lafı dolandırmadan yazıyorum, gerçek şudur: Aleviler, Cumhuriyet döneminde de ‘saklanmak, gizlenmek
ve devletten kaçarak yaşamak’ zorunda kalmıştır. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun ile
inançları ve ibadetleri yasaklanmıştır.
Cumhuriyet’in her döneminde katliamlara, baskıya ve ayrımcı politikalara
maruz kalmışlardır. Malum, resmi ideoloji zihniyetine göre din ve her türlü
inanç, ‘muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmanın’ önünde aşılması
gereken gerici engellerdir, cehalettir ve
Alevilik, bu bakış açısı içinde Sünniler
kadar bile yaşam hakkına sahip değildir... Sayın Işık’ın da ‘tuhaf bir içeriğe’
sahip olduğunu belirttiği, laik olduğu
varsayılan mevcut sistem, Alevilerin
varlığını bile tanımıyorken hangi ‘eşitlikten’ bahsedebiliriz?
Anlaşılıyor olmalı; mesele, sadece
bir posterin nerede asılıp asılmaması
gerektiği tartışması değil. Konunun
özü, korku ve endişelerden arınmak
için yüzleşmek, ‘derin’ konseptlerin
figüranı olmaktan çıkmak ve herkesin
kendisi gibi olabildiği bir Türkiye’de
yaşamak. Gerçek birlik ve beraberliği,
kardeşliği, ancak ve sadece birbirimizle yeniden tanışarak, yüzleşerek inşa
edebiliriz. Bu çaba içerisinde bozulan
ezberlerin, patlayan balonların sıkıntısı içinde kıvrananlardan hiç kimseye
‘kılavuz’ olmaz. İlla ki bir kılavuzluk
gereği varsa, vicdanlarımızdan yükselen sese kulak verelim...
kaynak;
http://www.radikal.com.tr
aradığınız kitapları kızılbaş
kitabevinden sipariş verebilirsiniz
[email protected]
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BASIN BÜLTENİ
İSMAİL BEŞİKCİ VAKFI KURULDU
Başbakanlık Vakıflar
Genel Müdürlüğünden:
VAKFIN ADI:
İsmail Beşikçi Vakfı
VAKFEDENLER: İsmail Beşikçi,
İbrahim Gürbüz, Talat İnanç, İsak
Tepe, Abdullah Baran.
VAKFIN İKAMETGAHI: İstanbul
VAKFIN TESCİL KARARINI
VEREN MAHKEMENİN ADI
KARAR TARİHİ VE NOSU:
İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin, 27/10/2011 tarih ve
E:2011/74 K:2011/309 sayılı kararı.
VAKFIN KURULUŞ SENEDİNİN
TARİH VE YEVMİYE NO'SU:
Beşiktaş 19. Noterliğince düzenlenen 10/02/2011 tarih, 03982
yevmiye nolu vakıf senedi ile aynı
noterlikçe düzenlenen, 15/04/2011
tarih, 09002 yevmiye nolu,
05/09/2011 tarih, 17522 yevmiye
nolu değişiklik senetleri.
VAKFIN AMACI: İsmail
Beşikçi'nin adını, düşüncelerini ve
çalışmalarını yaşatmak, bilimsel,
kültürel, ve sosyal araştırmalar
yapmaktır.
VAKFIN MALVARLIĞI: Ankara
İli, Keçiören İlçesi, 30858 ada,
5 parsel sayılı 17 nolu bağımsız
bölüm, Çorum İli, İskilip İlçesi,
Hacıpiri Mahallesi, Yol Sokağı, 15
pafta, 166 ada, 38 parsel sayılı 2.
kat 7 nolu bağımsız bölüm, İsmail
Beşikçi'nin kişisel arşivi, kütüphanesi, gazete ve dergi koleksiyonu,
yazmış olduğu ve senette belirtilen
kitapların ve yazacağı kitapların
telif hakkı ile 50.000.- TL nakit.
VAKFIN ORGANLARI: Mütevelli
Heyet, Yönetim Kurulu, Denetim
Kurulu.
Türk Medeni Kanununun 104.
maddesi gereğince ilan olunur.
Kaynak: 25 Kasım 2011 CUMA
Resmî Gazete Sayı : 28123
Yaklaşık bir yıldan beri bir grup aydın ve işadamı ile kuruluş çalışmalarını başlattığımız İsmail Beşikci Vakfı, 29.11.2011 tarihli Resmi Gazete
ilânı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tescil yazısıyla sonuçlanmış bulunmaktadır.
İnsanlığın vicdanı, bilimin yüz akı, aydınların onuru ve kararlı duruşuyla tüm demokrasi güçlerinin ve halkların gönlünde taht kurmuş İsmail Beşikci’nin adını bir vakıfla gelecek kuşaklara taşımak istedik.
İnsani, bilimsel, kültürel, etik değerlerin yozlaştırıldığı, hukuk, adalet,
demokrasi, insan hakları gibi kavramların resmi ideolojinin idari ve cezai yaptırımlarıyla bastırıldığı, etik ve dinsel değerlerin devlet menfaati
doğrultusunda kullanıldığı, “paranın insanların uğruna kurban edildiği
bir Tanrı olup çıktığı” dünyada, insanlığın yetiştirdiği bilim insanı İsmail Beşikci’nin düşüncelerini paylaşmak ve eserlerini gelecek kuşaklara
aktarmak gibi yüce bir görevle karşı karşıyayız.
İsmail Beşikçi Vakfı olarak, İsmail Beşikci’nin adını, düşüncelerini ve
eserlerini yaşatmayı; bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda araştırmalar
yapmayı, kütüphaneler, bilim, kültür ve eğitim kurumları, arşiv ve dokümantasyon ve kültür merkezleri, enstitüler açmayı ve müze kurmayı
amaçlıyoruz. Ayrıca çeşitli alanlarda organize edeceğimiz yarışmalarla
İsmail Beşikci ödülleri vermeyi ve medya, basın-yayın faaliyetlerini yürütmeyi hedefliyoruz.
Vakfımızın kuruluş sürecine paralel olarak vakıf bünyesinde İsmail Beşikci Araştırma Kütüphanesi kurulmuştur. İsmail Beşikci’nin 60 yıldır
büyük bir emekle biriktirdiği zengin içeriğe sahip kitap, dergi, gazete
koleksiyonu ve arşivi yakında bilime ve kültüre ilgi duyan araştırmacıların, öğrencilerin hizmetine hazır hale getirilecektir.
Bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda araştırmalar yapmayı hedefleyen
vakfımızın İsmail Beşikci ismini bir değer olarak kabul eden bilimin
ve sanatın toplumun gelişmesine katkı sunacağına inanan herkeste büyük bir heyecan yarattığını biliyoruz. İsmail Beşikçi Vakfının topluma
bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda yeni ufuklar açmasını ve yeni deneyimler katmasını destekleyen, İsmail Beşikci adına layık daha büyük
projeler gerçekleştirmek için duyarlı herkesi İsmail Beşikci Vakfı Gönüllüsü olmaya ve vakfımıza destek vermeye çağırıyoruz.
İSMAİL BEŞİKCİ VAKFI
Mütevelli Heyeti
Yönetim Kurulu Üyeleri
İsmail Beşikçi
İbrahim Gürbüz
İshak Tepe
Talat İnanç
Abdullah Baran
İsmail Beşikçi-Başkan
İbrahim Gürbüz-Başk. Yrd.
İshak Tepe-Sayman
Ruşen Arslan-üye
Ahmet Önal-üye
Adres: İsmail Beşikci Vakfı Kuloğlu Mah. Ayhan Işık Sok.
No : 21/1 Beyoğlu/İstanbul
Download