kızılbaş O c a k 2 0 12 s a y ı 1 0 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! Türk Devleti`nin Özürü ve Dersim`in Tavrı!.. “Bizi niye kırdılar?” / Soykırım tasarısı kabul edildi. Soykırımı inkâr ve Fransa’ya hücûm!.. / MAZLUMDER ve İHD Uludere gözlem raporu: ‘Yargısız infaz, toplu katliam...’ TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER Dr. Şıvan’ı 40. Yıldönümünde Tanımak ve Anmak! Soykırımı inkâr edenlerle mücadele insanlığın ortak sorunudur Koçgiri ve Dersim ile Yüzleşmek ve Devrimci Kopuş kızılbaş - sayfa 2 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ocak 2012 sayı: 10 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindekiler: - SEYİD RIZA ve DERSİM DOSYASINDAKİ BAZI AYRINTILAR ÜZERİNE - 1 Hovsep Hayreni ...................................... sayfa 32 - Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair Notlar:(4) TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER Murat Küçük .............................................sayfa 34 - Davul zurnayla askere uğurlandı, vicdani ret açıkladı ..................................................... sayfa 39 -BİLGİLENELİM Sarkis Hatspanian ................................... sayfa 39 - Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak - 4 Sait Çetinoğlu .......................................... sayfa 40 - Yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar Sait ÇETİNOĞLU .................................. sayfa 45 - Bir zamanlar Trabzon Ermenileri Ayşe Hür .................................................. sayfa 46 - Dr. Şıvan’ı 40. Yıldönümünde Tanımak ve Anmak! Ahmet Önal ........................................... sayfsa 49 - Soykırımı inkâr edenlerle mücadele insanlığın ortak sorunudur Prof. Dr. Taner Akçam ........................... sayfa 53 - Namus zemini Etyen Mahçupyan ................................... sayfa 58 - Koçgiri ve Dersim ile Yüzleşmek ve Devrimci Kopuş Erdoğan Yıldız ........................................ sayfa 59 - 33. yılında Maraş katliamını unutma unuturma Hasan Sönmez ......................................... sayfa 61 - Alevilere ‘kılavuzluk’ mu bozulan ezber sancısı mı? Cafer Solgun ............................................ sayfa 62 - BASIN BÜLTENİ İSMAİL BEŞİKCİ VAKFI KURULDU .............................................. sayfa 64 [email protected] t e l : + 4 9 (0) 5 0 2 8 8 5 3 - can cana - sakine polat ............................ sayfa 4 Türk Devleti`nin Özürü ve Dersim`in Tavrı Davut Kurun ............................................. sayfa 6 - GAĞAN U XÊYLASİ X. Çelker .................................................. sayfa 10 - “Bizi niye kırdılar?” BURCU KARAKAŞ .............................. sayfa 11 - Arap Baharı, Türkiye ve Suriye! Ali ERDOĞAN ....................................... sayfa 12 - tarihe tanık belgeler! .............................. sayfa 13 - Katliamın sorumlus devlettir Yılmaz KIZILIRMAK ........................... sayfa 16 - Soykırım tasarısı kabul edildi. ............. sayfa 19 - İşte Başbakan Erdoğan’ın Açıkladığı Fransaya Karşı Uygulanacak Yaptırımlar .................................................................... sayfa 19 - MGK’dan ‘Fransa’ya direniş’ kararı çıktı .................................................................... sayfa 20 - Ermeni Aydınlardan TC’ye Çağrı; Soykırımla Yüzleş! ...................................................... sayfa 21 - Soykırımı inkâr ve Fransa’ya hücûm!.. Recep Maraşlı ...........................................sayfa 22 - Fransa Parlamentosu’na değil, soykırımın inkarına karşı birleşmek gerek .................................................................... sayfa 25 - Soykırım kabadayılığı HASAN BiLDiRiCi ................................ sayfa 26 - Yargı ‘soykırım’da zamanaşımına sığındı .................................................................... sayfa 27 - Namus; Ali Kanlı .................................. sayfa 27 - MAZLUMDER ve İHD Uludere gözlem raporu: ‘Yargısız infaz, toplu katliam...’ .................................................................... sayfa 28 - Başbakan TSK’ya teşekkür etti ............ sayfa 29 - Örgüt; Ahmet ALTAN ......................... sayfa 30 - Prens Sabahaddin: .................................. sayfa 30 - OYAK’a Danıştay Operasyonu ..............sayfa 31 can cana kızılbaş - sayfa 4 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Başbakan yardımcısı Bülent Arınç meclis kürsüsünden kürtlerin ne kadar mazlum olduklarını, haklarını vereceklerini uzun uzun anlattı, seyircilerin gözlerinin içine baka baka...... Mazlum Kürt milletinin önemli bir kısmının gönlünü kazanmıştı!... Peşinden malum olan Türk savaş uçaklarının Uludere’de 35 Sivil Kürdü bombalama haberi geldi!..... Erdoğan’ın Desim özürü peşinden ortaya çıkan Desim siyasi tablosunu da mercek altına almalıyız... 1937-38 Soykırımı bizim dalımızı kolumuzu kırmıştır. Walat’ımızı işgal etmiştir... Bu politikalar biliniyor. Erdoğan yapılan bu işleri CHP’ye yıkarak devleti temize çıkarmaya çalışmaktadır. cemevleri açıyorlar!.. Bayrağı Tırk ile Kemalin suratın asarak Tırklaştırma ile müslümanlaştırma asimilasyon (kendine yabancılaştırma) faaliyetini yürütüyorlar!..... Diyarbekir Belediyesi de Tırki siyaseti kopyalamakta.. sakine polat siyasetini sokarak tahribatlarına yabancılaştırma faaliyetlerinde de başarılı olmuşlardır... Dewlata Tırk; hiç bir zaman tek atı ile siyasetini yürütmemiştir. Milli demokratik devrim!, Toptan sosyalist devrim y. küçük türleri!.. Köyden şehre şehirden köye türleriyle Desim de yabancılaşmayı hızlandıran malzeme olmuştur. Dört parçada sosyalist Kürdistan için çalışanlar (!) da şimdi Kürt düşmanlığı yaparak Zazalık yapmaktalar(!)... Devletin o dönem tüm günah ve suçlarının ortağı tabiiki CHP’dir. Yanlız CHP’yi suçlamak, sorumlu tutarken devleti maruz göstermek de devlet siyasetidir... Kürt milliyetçi örgütlenmeleri de Kürtlerin ve Kürdistan’ın tarihsel ve toplumsal sorunlarının tartışılmasından bilinçli olarak kaçınmakta.. Desim Soykırımı sonrası uygulanan işgal ve asimilasyon politikaları Desim Soykırımından binlerce kat daha fazla zarar vermiştir. Fiziki varlığımızın kırılmasının peşinden yabancılaştırma kendine düşmanlaştırılma siyaseti çok çok başarılı olmuştur... Zaza meselesinde inkarcı ve dayatmacı kürt siyaseti de Desimde bölücü inkarcı yabancılaştırma siyaseti işletiyor. Bu siyaset ile Desimde var olan farklılıklarımızın barışık kalmalarına imkan ve ortam sunmuyor. Bu tür siyasetlerin terk edilmesi taraflarımızın ortak ve de demokratik çıkarlarımıza katkı sunacaktır. Bugün Desim kökenli siyasetçilerin hemen hemen tümü kendisine ait olmayan işgalci ve inkarcı teşkilatlarda çalıştırılmaktadırlar. Başta Devlet-Ordu Partisinde CHP faaliyet içinde olanlarımız hiçte az değiller. Devletin alevici derneklerinde de..... Devletin ikiz çocukları Sabetaycı Halil Berktay ile Doğu Perinçek aracılığıyla ABD’den ithal ettirdiği sosyal emperyalizm Maocu kuramı ile Desime bölücü inkarcı “Ya bize biyat edersiniz ya da karşımızdasın” siyasetiyle kendi gerçeğinden korkmaktadır. Demokratikeşmeden kaçmaktadırlar. Örneğin Tırk Kürt kardeşliği, Ermeni Soykırımındaki ve Kızılbaş Şafi ortak sorunumuzda ki sorumluluklarından kaçma inkar siyaseti Dewlata Tırk ile benzeşmesi de kaygı vericidir. Ne ilginçtir ki; Dewlata Tırk Türk-islam siyaseti dahilinde Sayın Osman Baydemir Amed’e (diyarbakır’a) açtığı cemevinden(!) önce!.... Biz Kızılbaşlar hakkında Osmanlı Şeyhlül İslamının almış olduğu kanlı katliam fetvaları halen yürürlüktedir. O dönemde de bu günde kanlı yüzkarası fetvaları müslüman Kürtler de bire bir onaylamışlardır!... Bu yüzkarası fetvalara o gün, bu gün karşı çıkan müslüman Kürt var mı? Karar mercilerinde bu yönde alınmış kararları var mı? “Kızılbaşın katli vacip malı ırzı helaldır.” “Kızılbaşlar ana bacı tanımazlar” diye inanan kürt müslümanlar ile biz KIZILBAŞLAR NASIL BARIŞIK OLACAĞIZ PEKİ??? Kaynak: Seyhulislam Ebussuûd Efendi Fetvaları ışığında 16. asır türk hayatı M. Ertugrul Düzdag 1972 istanbul sayfa: 109-117 http://www.dersim.biz/html/ seyhu lislam__ebussuud_efen di__.html İstayenler Desim Biz Sitesinden Ebussuûd Efendi Fetvalarına ulaşabilirler... Şimdi; Sayın Osman Baydemir bu fetvalardan bi haber mi? Sayın Osman Baydemir bu fetvaları geri alıp özür dilemişmidir?!.. Barıştan özgürlükten kardeşlikten yana siyaset eden müslüman Kürtler gereğini yapmalıdırlar!?!.. Bu onurlu işi biz KIZILBAŞLA- kızılbaş - sayfa 5 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 RIN gönlü hoşolması için değil, kendilerinin özgürleşmesi demokratikleşmeleri için çok çok önemli bir fırsattır. Pontus, Koçgiri Kızılbaş Kürtleri ile Desimde Kızılbaş Zazalar ile Desimde Kızılbaş Kürtler ile direniş ittifakı kurmadılar? Dewlata Tırk neden Ermeni soykırımı inkarında ısrarlı? Çünkü TC. fiili kuramsal hakimiyetinin sonu olacağını bildikleri içindir. Bu onurlu yüzleşme yapılmadan!... Yapılacak cemevide Tırklarınkı gib asimilasyoncu inkarcı siyasetinin kopyasından kendini kurtaramaz... - 1937-38 Desim Soykırımında neden müslüman Şafii Kürtler ile direniş ittifakı yapılmadı? Bugüne kadar yirminin üzerinde devlet Ermeni soykırımını için kendi meclislerinde kararlar almışlardır. Barış ve kardeşlik önce kendi içimizden bu ve benzeri ortak sorunlarımızın bilince çıkartılıp çözümlerine yönelik kalıcı adımları atarak yapabiliriz... Desim de var olan Kürtler Ermeniler ve Zazaların arasında inkara ve asimilasyona hizmet eden siyasetimiz dünde olmadı bugünde olmamalıdır. Var olan farklılıklarımız ile barışık bir arada yaşamanın yollarını ve araçlarını üretmeliyiz.... Kendi tarihimiz ile yüzleşmek için mihenk noktamız 1915 Ermeni Soykırımıyla başlamalıyız. Evet Ermeni Soykırımında kendi adımıza kendimiz ile yüzleşmeliyiz ki demokratikleşelim özgürleşelim yabancılaştırmaya ve inkara karşı çıkabilelim. - 1915 Ermeni Soykırımı 1919 Pontus katliamı 1921 Koçgiri katliamı 1925 Şeyh Said Ağrı Direnişi 1937-38 Desim Soykırımı - Ermeni Soykırımı yapılırken Koçgiri direnişinin saygın önderi neden Ermeni soykırımında seyirci kaldı? Neden Ermeni örgütlenmeleriyle, direnişleriyle ittifak kurmadı?!... - Pontus kırımı yapılırken Neden Koçgiri büyüklerimiz Pontus direnişçileriyle ittifak içine girmediler? - 1921 de Sıra Koçgiri’ye geldiğinde ne Şeyh Said ne de Desim, Koçgiri direniş için ittifak kurmadılar? - 1925 Şeyh Said neden Ermeni, Sorunları ve sorumluluklarımızı elbette uzatabiliriz. İşimiz ile zikrimiz açık tavrımız bizi geleceğimiz ile bütünleştirmelidir. Bu sorumluluğu taraflar arasında paylaşmakta ancak kendimizle yüzleşerek ve de gereklerini bire bir yerine getirerek başarılabilinir. Evet; Ecdadımızın gerek Ermeni Soykırımında, gerekse Pontus kırımındaki tutumları bizim boynumuza ağır bir özür bırakmıştır. Ermeni milletine ve Pontus milletine yapılan soykırımı ve katliamlarında ittifak yapıp direnişlere katılmayan ecdadımızın adına özür diliyorum. Tabiiki gereklerini de yerine getirmeye çalışarak... Şeyh Said direnişi içinde başta Desim Ağlere Desim büyüklerimizin yapmadıkları direniş ittifakı da bu gün bizim boynumuzda duran ağır bir özür yüküdür. Ağlere Desim büyüklerimizin yapmadıkları başaramadıkları direniş ittifakını bir nebzede de olsa Desimin KIZILBAŞ evlatları canları pahasına aktif direnişlere katılarak gereğini yerine getirmeye çalıştılar çalışıyorlar... Kızılbaş Koçgiri Kızılbaş Desim direnişlerinde ittifak içinde olması gerekenler de neden olmadıklarının açık hesabını yapma samimiyetinde olmalıdırlar?!.. Yüzleşmeden korkanların, kaçanların yeri sömürgecilerinin kapısında maraba kalmaktır!... Ermeni Soykırımı üzerine kurulmuş TC. müttefikleri müttefikliklerini terk etmelidirler.. Aydınlanma yenilenme yeniden yapılanıp özgürleşmenin adımlarını atmakta cesur olmalıyız. Dawlete Tırk yaygaraya siyasetiyle kendi ahalisini oyalamıştır. Örneğin Soykırımı kararı alan ülkeler ile kapsamlı ekonomik ilişkilerini halen sürdürmektedir. Tırk Silahlı Kuvetlerinin OYAK Fransız işbirliği ürünü olan Renault vd. var. Buyursun Dewlata Tırk bu işbirliğine son versin bakalım!?. Natodan çıksın. ABD ve AB ekonomik ilişkilerini dondursun. Yapamaz çünkü TC. Lozan izniyle kurulmuştur da ondan..... Fransa’nın soykırımı yasası giderek Avrupa Birliğinin ortak yasasına dönüşebilir. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenlerin çok geniş ittifakıyla soykırımı ve katliamların yaralarının sararak, faturalarının ödeyerek demokratikleşmemizin yollarını açabiliriz. Erteleyerek inkar ederek topu başkalarına atarak bu iş olmaz!.Türk Kürt kardeşliğiyle hiç olmaz!.... Soykırımcı kuramın kurumlarıyla Ermeni soykırımı, Kürt milli meselesi, Kızılbaş Müslüman sorunu, Azınlıklar ve demokrasi sorunu çözülemez!... Arap Birliği aracılığıyla Suriyeye militarist bir hareket hazırlıkları yapılıyor. Bu yönde TC. de Nato emrinde katılımda olacak. Suriye’de halk kesimleri yerli ve kalıcı ittifakıyla sağlıklı adımlar atmaları dileğimiz ile. Gağan ile yeni yılımızı da kutluyoruz. 8500 Mail adresine Kızılbaş Dergisini gönderdik. Kızılbaş’a sunulan katkı ve destekler için çok çok teşekkürler. kızılbaş - sayfa 6 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk Devleti`nin Özürü ve Dersim`in Tavrı Davut Kurun Haberlerde R.T. Erdoğan’ın 1938 Dersimde planlı programlı bir katliam yapıldığını belgeleriyle açıklayıp devlet adına özür dilerken heyecanlandım, aklım ve duygularım karmakarışık oldu. T.C tarihinde ilk defa kürtlerden özür dileniyordu. Eski inkar ve imha politikası terkmi edilecek? Barış yakın mı? bir kaç arkadaşı aradım , onlarında kafaları karışıktı. Özür gerçekse bu tutuklama, işkence öldürmeler niye? Aldatmaca ise kürtleri kandırdı diyelim, peki kendi halkına ne diyecek, türk halkı zaten sövenist, kin ve nefret duygularıyla kürt düşmanı yapılmış diyelim, peki dünya milletlerine ve devletlerine ne diyecek. Sonra yeni inkar ve imha politikasına resmen son verilmediği, savaş ve asimilasyon politikası sürdüğü sürece bu özürün anlamı ne? Ölülerden özür dilerken sağlar öldürülmeye devam ediliyor. En doğrusu konuyu bilen 38 soykırımın mağduru, günceli çok iyi takip eden Dersimin ulu çınar Seykali’ye sormaktır deyerek, bir şişe rakı ile Seykali’nin kapısını çaldım. Aşağıda Seykali ile yaptığım sohbetin bir özetini veriyorum. “Oğul oğul, Dersim diyarında ki saklı sırların belgesi yoktur. Bugüne kadar ki suskunlukları bilmezliklerindenmiydi,? Uzatılan el, acılarımızı paraya dönüştürme hesabıylamıdır? Bilmem. Töremizdir, uzatılan eli tutarız, lakin söyleyecek bir kaç kelamımızı da dinlemeye tahammül etsinler. Dünya alem bilir ki, biz kin ve nefreti besleyip büyüten, yakıp yıkan, katleden, gaspeden, geriye tufan geçmiş gibi mezarlıkları bırakan değil, her canlının hakını koruyan, adalet ve hakkaniyeti bilen, savunan, geçmişten günümüze gelen hert aşın üstüne taş koyarak geleceği inşa eden, sevgiyi büyütüp aşka secde duranlardanız.. Kürdistan erenlerinin Dar-u Dergahında, Cem–u Cemaatinde, Saz u Sözünde bunlar söylenir bunlar duyulur. Dersimi katlettiniz, kayıtları kendiniz kağıda yazdınız, yazdığınızı kendiniz okudunuz. Ama biliyordunuz bilmemezlikten geldiniz, görüyordunuz görmemezlikten geldiniz, duyuyordunuz duymamazlıktan geldiniz. Dersimi’in cığlığı Çin- u Macine, Ars-u Mars’a ulaştı. Dersimin acısı sadece 38 kırımı değil, onun öncesi de var, sonrası da var.” “Oğul oğul, neyin tanığını belgesini istiyorlar. Tanıkları katlettiler, kalanların dillerini lal gözlerini kör, kulaklarını sağır ettiler. Yazan elleri düşünen beyinleri felç ettiler. Dilimizi töremizi dinimizi, tarihimizi, türkülerimizi yasakladılar. Yasaklı dilin belgesi mi olur. Terteleyi yapan onlar, belgesi de onlardadır eğer dürüst tutmuşlarsa. Bizim tanıklarımız ölülerimizdir, yaşadığmız sürece vücudumuzda taşıdığımız yara ve acılarımızdır, şu uçan göçen mekansız kuşlardır, başlarını göğe uzatıp dünyayı gözeten, herşeyi görüp sır gibi saklayan şu yüce dersim dağlarıdır. Ölülerimizin cesetlerini, gözyaşlarımızı ve kanlarımızı suyuna katıp deryalara taşıyan bu kutsal nehirlerimizdir. Dünyadaki bütün iyilikleri de kötülükleri içine alan Hard-u Devres (toprak ana) dır. Onların dilinde anlayan varsa onlara sorun. Yoksa kendilerinin yazıp sakladıkları kanıtları açsınlar, dünyada ilim ve irfan sahibi bir kaç kişi çağırsınlar ulu divana havale ettigimiz bu davaya bir baksınlar, ama birde bizi dinlesinler. Uzatılan eli turız, tanrı misafiri iseler, ikramlarlarımıza da buyursunlar, kılıçlırını artık indirsinler, kelamdan anlayan hikmetini de bulur, derdini bilen, ilacını arar bulur. Biz uzatılan eli tutarız ve oturur konuşuruz, yeter ki onlar istesinler. Biz neden yok diyelim. Bizim cebimizde ne yoksulun gasbedilen rıskı ne de boynumuzda mazlumun ahı vardır. İşlediğimiz bir suç veremiyeceğimiz bir hesap yoktur. Neden kaçalım. Ama korkarım ki onlar verecekleri hesabın ağırlığı altından kalkamıyacaklarını düşünerek, uzatılan ellerini geri çeker, konuşmatan kaçarlar. “Oğul oğul bizin bunlarla davamız sadece 38 değil, ondan öncesi de var, sonrası da var. Bunlar bin yıllık bir davadır. Tanrı şahittir ki biz bunları hiç bir zaman cenge çağırmadık, düşmanlık yapmadık. Ama onlar bize hep düşmanlık etti. Bizi din düşmanı kafir ilan ettiler, ocaklarımıza ziyaretlerimize saldırdılar. Zayıf oldukları zamanlar da yardımlarımızı dilendiler. Biz onlardan önce bu topraklardaydık, onlar gelince de bizden dostluk gördüler. Bizim desteğimizle devletlerini kurup büyüttüler. Sonra ceberutlaştılar. Önce dinimizden dolayı sonra kavmiyetimizden dolayı saldırdılar. Kanuni Süleyman ocaklarımıza ait vakıfları köyleri toprakları aldı. Bazı bölgelerdeki beyliklerimizi ortadan kaldırdı. 2. Mahmud dinimizi toptan yasaklayıp ocaklarımızı kapattı, dedelerimizi seyitlerimizi öldürdü, ziyaretlerimizi yakıp yıktı, Dersim ocaklarına, seyitlerine, pirlerine ikrar verip talip olanlar katledildi, kurtulanlar ya din değiştirdi ya Dersime sığındı yada yabancı diyarlara göçüp gitti. Şimdi hala bu katliamlarda kurtulup da ikrarına bağlı kalanları gizliden ziyaret eden pirlerimize saldıran şu Erzurum Erzincan, Bayburt Sivaz Tokat Adıyaman gibi illerdeki halk o zamanlar bize bağlı idiler. Dersimliler bunları kızılbaş - sayfa 7 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Suhte’lerden, kadılardan, Celalilerden zalim paşa ve mültezimlerden korumak için çok savaş yaptı ve çok şehit verdi. Sonra bu yöredeki halk dinini değiştirince bu sefer bize düşmanlık yaptı. Pirlerimizin fakir ve muhtaç olanlar için topladıkları ciraliga, çapul, yağma ve eşkiyalık diyorlar. Dersimde eskiyalık olmadı ve olmazda. Ancak seyitlerimize saldıran çetelere karşı Dersimliler bu kuşatmayı kırmak, çeteleri caydırmak için zaman zaman karşılık vermiş, belki gaspedilen maldan fazla mal da alınmıştır, ama kesinlikler kendilerini korumak amacıyla idi. Çünkü pirlerimiz bu illerde hep soyulurdu. Eskiya olan Dersimliler değil onlardı. Onlar bizim ocaklarımıza bağlı o yörelerdeki topraklara vakıflara el koymakla kalmadılar, canlarımıza da saldırıyorlardı. Sonra Türkçüler gelince artık hayat çekilmez oldu. Ermenilere, rumlara, süryanılere saldırdılar, yediden yetmişe kırdılar sürgün ettiler. Dersime bu suçlara iştirak etmediği için düşmanlık beslediler. Ama onlar kendilerini medeni bizi eşkiye hırsız diye ilan ettiler. Oysa o zamanlar Dersim çevresindeki kanderyası ortasında bir suhl ve barış adasıydı. Şimdi kalkıp eşkiyalık yuvası olmuştu diyorlar. O zaman herhalde bu olaylar makehmeye intikal etmiş, polis yada jandarmaya intikal etmiştir, onlarında herhalde belgesi vardır. Yeterki Dersimi kötüleyen bir şey olsun hemen kayda gecerler, ozaman o döneme ait kayıtlarını açıklasınlar, kim nereye saldırmış, davalı davacı kim, kaç tane olmuş açığa çıksın. Ama yapmazlar çünkü mahcup olurlar. Biri onlara bu katliamları neden yaptınız diye sor sa hemen sende şunu bunu ettin diyerek soranın yaptığı kötülükleri sıralıyor ve bana hesap soramazsın diyorlar. Evvela kendi vicdanlarına hesap versinler, tabii eğer varsa. Yoksa kendi katliamlarını başkalarının katliamlarıyla kapatmaları onları aklamaz. Kötülük kötülükle kapatılmaz, Kötülük örnek olmaz, olmuşsa özürün, affın, kelamın değeri olmaz. Katliam ile muasır medeniyete ulaşılmaz. 1940 ların türkiyesi 1910 türkiyesinden daha ileri değildi. Katliamlar daha da geriletti. Ekonomisi, kültürü, hukuku eğitimi çok geriledi. Sözün kısası, devlet, Dersim soykırımı ile sadece Dersimdeki canlarımızı katledilmedi, aynı zamanda dilimiz, tarihimiz, dinimiz, iktisadimiz kültürümüz de katledildi. Yani muasır medeniyet katledildi. Hani diyorlar ya, bu cahillere medeniyet götürdük, yalan, onlar muasır medeniyeti katlettiler cehaleti getirdiler. Bugün avrupada aradıkları, üye olmak için uymak zorunda oldukları değerler, bizin kendi taririhimizde kültürümüzde varolan ve yaşamımıza yön veren değerlerimizdi, onları katlettiler. Neyse evlat yaralarımı fazla deşme, kapatalım, söylenecek o kadar çok şey varki. Takadım, asabım elvermiyor. O kadar çok yalanlarına insanlarını inandırmışlarki, kimi neyi düzeltesin.” Israrım üzreni Seykali “ Dersim asker ve vergi vermediği için katletilmiştir deniyor” şeklindeki soruma cevabını da özetliyerek aktarıyorum. “Bu soruyu bana soracağınıza, eski yazıyı ögrenip eski kaynakları belgeleri okusaydınız, cevabını bulurdunuz. Neden eski yazıyı ögrenmiyorsunuz. Neyse. “işin aslı çok eskilere gider. Bir kere Osmanlıda herkesin askerlik yapma zorunluluğu yoktu. Osmanlının maaşlı merkezi ordusu vardı. 1825 de sultan Mahmut, bektaşi ve alevileri katledip bektaşi olan yeniçeri ordusunu dağıtınca, yerine Nezam-ı Cedditi kurdu, maaşlı profesyonel bir ordu idi. Yani mecburu askerlik yoktu. Digeri de timarlı sipahi idi, beylerbeyine bağlı idi. Bunlarda devletin mülk i arazilerini (tımarlarını) işleten ve gelirleriyle geçinen askerlerden oluşurdu. Birde yurtluk, ocaklık şeklinde imtiyazları tanınan beyliklerden toplanan askerler vardı. Kürdistanın bir çok bölgesinde bu beylikler vardı, ama Dersimde yoktu. Sadece çarsancak, Pertek, Çemişgezek ve Erzincan da padişah hasaları (toprakları) vardı ve bunlar mirlerin eliyle ekilip biçilirdi ve mahsulun onda biri ya nakden yada aynen osmanlı sultanına ödenirdi. Dersimde olduğu gibi birçok bölgedede asker toplama savaşa katılma zorunluluğu yoktu. Mecburi askerlik meşrutiyetten sonra geldi. Sonra dünya harbi ve Ermeni kırımı oldu. Benim okuduğum kaynaklarda bazıları bu savaşlarda yediyüzbin kürt gencinin öldürüldüğünü yazıyor. Gerek dünya harbinden gerek kongre hükümetinin Rum ve Ermenilere karşı savaşta memleketler virane oldu, kaç milyon insan öldürüldü Allah bilir. Bu ortamda herkes haklı olarak askerden kaçıyordu. Türklerin rumlara karşı savaşta belki 8 bin kişi öldü ama askerden kaçarken vurulan, yada askere gitmeyen asker kaçakları olup istiklal mahkemelerinde idam edilen binlerce kiş var. Sarıkamışta Enver paşanın soğuktan dondurduğu 90.000 doksanbin askerin hepsi kürttü. Subayların kendileri de hatıratlarında açıkça yazıyorlardı, ne türkler ne kürtler, zabitleleri köylere sokmuyorlardı. Askerden kaçıyorlardı. Zabitler halkın arasında ancak sivil elbiselerle yada silahlı adamların korumasında gezebiliyorlardı. İsmet inönü’ lafıyla halka rağmen savaştılar. T.C nin temellerinin atıldığı Erzurum Erzincan Kars şehirlerini kürt güçleri kurtardı. Türk askeri Karabekirin kumandasındaki bir manga askerdi, onlarda sadece bayrak diker, askeri depoları soyarlardı. Kesinlikle savaşmadılar. Bunu Karabekir kendi anılarında da anlatıyor. Böyle bir ortamda halk neden askere gittisin ki. Bütün Türk ve Kürt illeri de askere gitmediler, neden sadece Dersimde bu nedenle katliam yapılıyor. Peki öyleyse, askerdeki Dersim gençlerini neden katlettiler yada sürgüne gönderdiler. Aslında tek sebep vardı. Dersim onların kavmiyet zihniyetine ters düşüyordu, hepsini türkleştirmek, türk olmayanı yok etmekti. Bunu yaptılar, sebep budur, gerisi yalan.” “şu vergi meselesi ise daha da karışık meseledir. Osmanlı vergi düzeni kızılbaş - sayfa 8 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çok karışıktı. Osmanlı da vergi düzeni toprak mülkiyeti ile çok yakından ilgiliydi. Osmanlı da vergi iki kısma ayrılırdı, Şeri vergiler, Örfü vergiler. Şeri vergileri dini kurallara göre belilrlerken, Örfü vergilere gelenek görenek ve o yörede uygulana gelen vergi sistemine göre belirlenirdi. Bunun dışında evkaf (vakıf) kanunları (daha doğrusu fermanları) vardı. Bunlar da çok çeşitli idi. Dini vakıflar, kamu hizmeti yapan vakıflar, aile vakıfları, tekke türbe cami imaret vakıfları vs sayıları çok çeşitli idi. Konumuzu dağıtmadan dersime gelirsek. Osmanlı Kürdistanda uzun zaman vergi almadı. Kürdistan beyleri ile Yavuz Selimin yaptığı antlaşma gereği Kürdistan da hakim beyler, ocaklar, hükümet, sancak, yurtluk, şeklinde örgütlülüğünü sürdürdü. Bunların yarğılama, vergi toplama ve asker toplama hakları vardı. Dersimde aynı statüde idi. Kürdistanda 18. yüzyıla kadar Uzun Hasan Paşa Kanunları geçerli idi. Çünkü Uzun Hasan Paşa Kürdistan beylerine muhtariyet tanımıştı, Hawramandan Kaf dağına (kafkasa) kadar. Osamnlı Akyonlu devletini yıkıp kürdistanı kendi hakimiyetine alınca bu kanunu da olduğu gibi kabul etti beylerle yaptığı antlaşma gereğince. Çok dağınık her bölge hakında hatta köy ve bucaklar için ayrı ayrı fermanları (kanunu) olan uzun Hasan Paşa kanunu, Kanuni Süleyman tarafından toparlanarak Dıyarbakır kanunu şeklinde birleştirerek Defeter-i Atik’e kaydetti. Dersim le ilgili fermanlar “Defter-i müfredat u mahsulatı vilayeti Erzincan” ve “Defter-i yasaha-i Arabgir” bölümünde toplanmış ve yine evkaf fermanlarında konu ile ilgili önemli belgeler var. Özetle Osmanlının da kabul ettiği Hasan Paşa kanunnamelerine göre Dersimdeki ocaklar ve ocakzadeler vergiden ve askerlikten muaf olduğu gibi şeri vergileri toplama haklarıda vardı, ve vergi miktarı belirtilmemiştir. Bazı örfi vergileri de Dersim ocaklarına bağlı vakıfların sosyal faalitlerini yürütmek için tahsis edilmişti. Bu durum osmanlı döneminde de devam etti. Kanuni Süleyman alevi kızılbaş ocaklarının bu imtiyazını kaldırıp evkaflarına bağlı toplarklarına el koyunca, Dersim, Malatya, Maraş, Sivas, Çorum yörelerini kapsayan Kalendir Çelebi önderliğinde büyük bir ayaklanma oldu. Omanlı geri adım atarak, toprakları ve imtiyazları geri vererek ayaklanmayı bastırabildi. İkinci Mahmut alevi ocaklarının faaliyetlerini yasaklayarak tekke ve dergahlarını Nakşilere devretti ama bu kararını sadece Dersim diyarında uygulayamadı. Sultan Mecid “islahat-ı Hayriye” fermanı ile tüm osmanlıda tek bir vergi ve topak mülkiyeti kanunnamesi çıkardı. Dersimliler bu fermana karşı 1861-62 de ayaklanarak kendi bölgelerinde uygulama fırsatı vermediler. Osmanlı Meşrutiyete kadar zaman zaman asker gönderdi ama yenildi ve sözünü Dersime geçiremedi. Meşrutiyetten sonra ise önce İttihatcı daha sonra Kongre yönetimi, şeri vergileri kaldırdık dediler. Aslında kaldırmadılar vergilerin ismini değiştirdiler daha da ağırlaştırdılar. Şehüslamlık ve hilafet makamı yerine Diyanet idaresini getirdiler, şeri vergiler örfi vergi, yani hizmet karşılığı vergi şeklinde toplamayı sürdürdüler ve bu vergilerin büyük bir kısmını Diyanete aktardılar. Diyanet bize hangi dini hizmet getiriyor ki vergimizi istiyor. Osmanlıda dini hizmete şeyhüslama giden vergiler, Ankara hükümetinin diyanete verdiği vergilerimizin yarısı bile değildi. Yani osmanlının topladığı şeri vergiler, diyanet bütçesi kadar değildi. Birde şeri vergileri kaldırdık diyorlar, doğru değil, o vergilerin ismini değiştirdiler. Yani bizim ocakları kapattılar, vakıflarımıza el koydular, onlara bağlı tımar ve mülk topraklara el koydular ama suni kesimi daha güçlü daha merkezi bir şekilde diyanet çatısı altında birleştirdiler. Birde laik devlet diyorlar. Aslında bunlar daha dinci, ama devlet dincisi. Evet doğrudu biz şeri vergileri Osmanlıyada vermedik Ankara hükümetine de vermek istemedik, ama örfi ver- gilerimizi vermemezlik yapmadık, düzenli verdik. Vergi kayıtlarına bakılırsa bu çok kolay görülür. Bu hükümet osmanlıdan daha zulümkar davranıyor. Osmanlı hiç olmazsa Hırıstıyan, (katolik, grogoryan, ortodoks, süryani) bektaşi, alevi yezidi, gibi farklı dinlere bağlı vakıflarin kendi dini vergilerini toplamasına tahammül edebiliyordu, ama Ankara Hükümeti hepsini yasakladığı gibi vakiflarina, ocaklarina mallarına el koydu. Bunların gelirlerini ve mallarını Diyanete ve ona bağlı kuruluşlara devretti. Biz dünde bu kanuna karşı çıktık bugünde karşı çıkıyoruz. Şimdi Avrupa karşısında bu kanunu savunamıyor ve el konulan hırıstıyan mallarını geri vereceğiz, hatamızı düzelteceğiz diyorlar. Peki ya biz ve el konulan ocaklarımız, dergahlarımız vakıflarımız, topraklarımız. Zorla bizden alıp diyanete aktardığınız vergilerimiz. Bizim diyanete aktarılan vergilerimizin (şeri vergiler) zorla alınması dünde caiz değil bugünde, biz dünde haklıydık bugünde. Biz diyanete değil, kendi ocaklarımıza, dergahlarımıza, cemevlerimize dini vergilerimizi vermek istiyoruz. Aslında devletin dini vergileri toplamasına gerek yoktur. Dini (şeri) vergiler gönüllülük esasına dayanır ve kisi kendi isteği ile gönülden geçen miktarı verir. Bu aidat gibi olabileceği gibi, teberu yada yıllık meblağ şeklinde de olabilir. Bizde eskide böyle idi, öyle zanedersem medeni ve gerçekten laik devletlerde de böyledir. Avrupa da da Dersimde olduğu gibi, kiliselere verilen vergiler kisinin isteğine balıdır, kişi istediği dine istediği miktarda vergisini verir. Dersim bunu savunduğu için, vergi vermiyorlar diye katliam yaptılar. Dersim Osmanlı döneminde örfi vergilerini düzenli vermiştir, bu başbbakanlıktaki “Defter-ı Köhne” “Defter-i Cedide” adlı eski osmanlı arşivinde de kayıt altına alınmıştır. Ankara hükümeti döneminde ise Tekke ve Zaviyelere dair kanunla dersim dinsel olarak iyici kuşatmanın yanında milli olarak da kimlikleri dilleri kızılbaş - sayfa 9 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yasaklanarak türkçülük dayatılınca Dersimliler, Ermenilerin akıbetine uğrayacakları düşüncesine kapıldılar ve çareler aradılar. Sorun sadece vergi sorunu değil, vergi ödense de katliam yapılacaktı. Kürdistanın diger illerinde yapılan katliamlar gibi dersimde de yapılacaktı. Mesele türkçüğü kabul edip etmeme meselesidir. Diger her şey bahane ve yalan.” Seykali’ye bahsettigi osmalıya ait miri toprakları ve Padişah Hassalarının akibetini soruyorum. Sultan Mecid’in bu toprakların işletmesini Dersimlilerden alip kendisine bağlı adamlarına vermek istedi. 61 isyanının sebeplerinden biride budur. Daha sonra Sultan Aziz, Harputun eteklerindek mezra köyüne askeri bir garnizon kurdu ve burayı yeni iskana açtı ve buraya sunni türkleri yerleştirdi ve Harputun ismini değiştirerek El-Aziz yaptı, yani Aziz’in diyarı, memleti. Yani şimdiki Elazığ. Dersimdeki, Peri, Çarşancak, Pertek, Arapgir, Çemişgezek deki miri topakları ve padişah hassalarıni Elazize yerleştirdiği bu sunni türklere verdi. Mazgirteki toprakları palu beylerine verdi, Mamahatundaki toprakları ise Çarekan beylerine verdi. Çarekan beyleri ve Palu beyleri dersimin değerlerini benimsiyerek halkla bütünleştiler. Ama Dersime yerleştirilen bu sunni türkler hep osmanlı ordusunun öncüsü oldular. Esas görevleri Osmanlı döneminde din idi, sunniliği Dersime kabul ettirmek, Ankara hükümeti döneminde ise türkçülük yapmak, Dersime türkçülüğü kabul ettirmek oldu. Şu anda Elazığda en gerici bağnaz ırkçı türkçülerde bunlardır, çünkü Dersimlilerle türk ordusu desteğinde çok savaştılar. 38 soykırımında dersimin halkının birçok menkul değerlerine, altın, para, davarlarını gaspettiler. TC döneminde miri toprak sistemi kalktığı için bu mirler, devletin topraklarını üstlerine tapu ettiler. Toprağı işleten kürt köylüleri ile bunlar arasında toprak mülkiyeti için bir sürü kavgalar oldu, uzun yıllar süren davalar açıldı, tabii ki hepsi türk beyleri lehine sonuçlandı ve 1950 ve 60 lardan sonra bunlar artık barınamıyacaklarını düşünerek topraklarını sattılar diger türk illerine gittiler.” “Bütün bu olanlardan dolayı devlet özür diliyorsa, iyi bir şeydir. Gidin oturun konuşun, eğer kılıçlarını kuşanıp gelmişlerse, söylenecek söz kalmaz, “Allah sonunuzu xher getire” der, kalkar gelirsiniz. Kılıçlarını indirip çare bulmaya gelmişlerse, oturun konuşun, kalay olmaz, kısa zamanda olmaz, birbirimize bağırıp çağırırız, ama nihayetinde bir çözüme varırız. Bu çözüm için bir başlangıç olur, herşey hemen çözülmez, bazı meseleler gelecek zaman içinde çözülür. Önemli olan geleceğin önünü açmaktır. Bu görüşmelerde geçmişin hesapları üzerinde değil, geleceğin önünün açılması için konuşulmalıdır. Bizim tek dilegimiz, kendi değerlerimizle, kendi çabalarımızla kendi geleceğimizi inşa etmektir. Bunun önünde engel olmasınlar yeter, onlardan başka bir şey istemiyoruz. Eger insanlık ve Kızılbaş Yayınevi dizgi + tasarım + grafik ofset & digital baskı Mail: [email protected] Tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dostluk namına, geçmişte yaptıklarından pişmanlık duyup, zarar ziyanımızın hiç olmazsa bir kısmını manevi anlamda karşılamak isterlerse, gaspedilen topraklarımızı vakıflarımızı dergahlarımızı geri verirlerse iyi olur, ozaman bizden de dostluk görür, karşılıklı dayanışma ve barış içinde daha iyi bir dünya kurar, daha hızlı kalkınırız. Ama meselenin esası bu değil. Diğer önemli bir meselede, muhatabımız yok diyorlar. Bu pek dürüst bir yaklaşım değil. Bin yıldır savaştığın bir taraf var. Bu tarafta kişiler önemli değil, kimi muhatap alırsan al, demin çözüm için belirttiğim hususa riayet etmesi kaydıyla kimi muhatap alırsan al, varacağınız sonuç aynı olacak. İster mebusları, ister partileri, ister belediyeleri, ister hayır kurumlarını, ister dini kurumlar, ister Tar deresindeki değirmenciyi yada Beytülşebaptaki çobanı muhatap al sonuç aynı olacaktır. Söylenecek söz aynıdır. “sizinle eşit haklara sahip olmak istiyoruz, kendi kaderimiz üzerinde söz ve karar sahibi olmak istiyoruz, bunun önünde engel olmaktan çıkın” diyecektir. Amacımız bağımıza musallat olan hırsızı dövmek değil, onu hırsızlıktan vazgeçirmektir.” Seykali’ye teşekür ederek ayrılıyorum. Kendisini yormamak kaydıyla arada bir ziyaret edip sohbetimize devam edeceğim. Kaynak: http://yilanli.info kızılbaş - sayfa 10 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 X. Çelker Canweşiye, haştiye nesibê ma u der u cirana ke, axiriya ma xêr biya. GAĞAN U XÊYLASİ Gağanê şıma şên, xeylasê şıma bımbarek bo, serra şımawa newiye xêr bêro. Gağan zonê made hem namê aşma des u dıdino, hem ki namê ju adet u torêo. No torê wertê qomê maê Mamekiye, Erzıngan, Varto, Xunıs, Malatya be Koçgiriye u xêlê caanê bina êno zanıtene. Guman kena ke no torê rew ra itıqat ra peda biyo. Hama, peyder pey bınê gıraniya itıqati ra veciyo biyo şênatiyê de homete. Coka Khalo Gağan kay beno. Se ke kokımanê ma vatêne, ebe hesabê hokmati ke bi 13ê aşma çeliye, ebe hesabê mao khan beno jüê aşma çeli, yanê beno serê sere, sere bena newe. Ebe şenatiya gağani sera khane rê oğıro xêr wazenê, kenê rae; verba sera newiye şonê. Khalo Gağan nişanê (sembolê) sera khano, xanıma xuya gence ki nişanê sera newiya. Şenatiya gağani hirê roci oncena. Ez xas niya, xama. Hama, vanê, hondê dua piri mıneta talıbi ki qebul bena. Destur piri ra, nustene mıra: Ya Paşao Khan! Ebe na serre to emrê xo kerd temam, marê xêra xo vace, hên yacêre şo. Derd u khul, qal u qır, nêweşiye =u nezer, keder u xıraviya têy bere. Paşao newey ebe oğıro xêr rae ke. Hir u bereket, canweşiye u cansıvıkiye, ilam ke haştiye u têduştiye zêde ra zêde têy bıruşne. Ya Paşao Newe! Masum u pakiya xo qe xora duri mefiye. Mebe hacetê destê mıxenet u kedğenımi, kesi motacê mıxeneti meke. Çımanê kesi ra u olağa ra meverde, sera xo sera hir u bereketi ke. Xelyasi 4 heşti oncenê. Hama, bımbarekkerdena xo kot bena bıbo wertê jü hêşt de bena. Wertê homete de ca be ca no hêşt vurino. Ez inam kena ke weşiya ewroy de, rew herêy, na bımbarek kerdene har ca wertê jü hêşti de êna hurêndi. Çıke çar hêşti têdıma biyene ra gore êndi sebebi nêmendê. Misal, ebe wesaitanê ewroy piri ke waşt wertê jü hêşti de reseno haut caa. Hirê roci (şêşeme, çarşeme, phoncşeme) roce guretene ra tepia eke esta qurbane sere bırnenê, niyaz pocenê, kenê vıla. Her çi ra ewl iqrari, mısaibi şonê diyarê jümini. Ya Ziyar u Diyari! Ma serê na hardo Dewrêşi de iqrar do jümini. Kamo ke iqrarê xode vındeno verê xo yar bo, kamo ke iqrarê xora vêreno axiriya xo qar bo. Ya Xızır! Na aşma xuya bımbareke de hometa xo tenge de meverdê, sata tenge de derese. Ya Heq! Daim çêvero xêr hometa xorê ya ke, heto jüde ki marê. http://www.jarudiyar.com/ kueltuer-sanat/1208-xcelker-gaan-u-xeylas.html kızılbaş - sayfa 11 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Bizi niye kırdılar?” BURCU KARAKAŞ “Alay komutanı ateş etti” Dersim olaylarının canlı tanıklarından olan ve öldürülen ailesi için yaptığı suç duyurusu savcının takipsizlik kararıyla sonuçlanan Efo amca (87) ile köyü Çaytaşı’nda buluşacağız. Eski adı Lolantaner olan 27 haneli Çaytaşı köyü, Hozat’a 5 kilometre uzaklıkta. Tam yola koyulmak üzereyken Efo amca ile Hozat’ta bir kahvehanede karşılaşıyoruz. Oğlu Cafer Bozkurt’un dediğine göre babası heyecanından köyde bekleyememiş. Beraber arabaya atlayıp dağ tepe aşarak köye varıyoruz. “Gel şimdi anlatacağım sana” diyen Efo amca tarafından defalarca “Bak, güzel yazacaksın” diye tembihleniyorum. Efo Bozkurt yıllardır bu anı beklemiş gibi elindeki bastonla etrafa işaret ederek anlatmaya başlıyor: Efo Bozkurt’un öğretmen olan amcasının oğlu Veli Bozkurt da o gün köydeymiş. Efo amca devletin öğretmenini kurşuna dizmesine akıl erdirememiş olacak ki yüzünde kocaman bir şaşkınlık ifadesi var: “Veli kaç kere komutana ‘Ben cumhuriyet öğretmeniyim’ dedi. Bıraksınlar gitsin istedi. Onu bile bırakmadılar. Veli’nin eşine alay komutanı cebinden çıkardığı tabancasıyla 3 el ateş etti. İki çocuğuyla kendisini de işte şuradaki evi ateşe verdikten sonra oraya attılar. Hepsi öldürüldü.” “Askerler gelip hep bu tepeleri sardı. Muhtar herkesi meydana çağırdı. Bazı komşularımızın ellerini ayaklarını bağladılar. Ortaya da bir masa kurdular.” “SİZ GİDİN BEN ÖLÜRÜM” Sıra kendi hikayesine geliyor. 14 yaşındaki Efo konuşmaya başlıyor sanki, gözleri dalıyor: “İşte bizi bu eve getirdiler. Evin iki tarafına asker makineleriyle yerleşmişti. Biri o yandan, öbürü diğer taraftan ateş ediyordu. Kolumdan yara aldım. Bazıları içeride vuruldu. Sonra bir kız dışarda ateş eden askerlerden birine bir taş attı.” Kimisi evlerde yakılmış, kimi meydanda kurşuna dizilmiş. “Baba, bizi kıracaklar” diyen çocuklarına muhtarın cevabı, “Bizim neyimiz var ki bizi vursunlar?” olmuş. Çaytaşı o vakitler devlet yanlısı bir köymüş. Bu nedenle de köylülerin anlattığına göre muhtar insanları meydana çağırınca kimse “kötü bir şey” olacağını düşünmemiş, iki dirhem bir çekirdek giyinip gidenler bile olmuş. Öyle ki askerlerden bir tanesi, “Neden koyun gibi evlere doluştunuz? Çıkın, dışarıda vurulursunuz” demiş. Taşı atan kızın bir gözü görmüyormuş. Taşın isabet ettiği asker “makine”nin yerini değiştirmeye koyulduğu sırada evdekiler kaçmaya başlamış. Kaçarken vurulanlar olmuş. Taşı atan kız kapının önünde yere yığılmış. Efo amca şanslı olanlardan... Koşarken kurşunlar kolunu ve karnını sıyırmış. En çok kalçasından aldığı yara canını yakmış. Yere düşmüş, sürüklenerek bir su ambarının yanına sığınmış: “Bir söğüt ağacının dibine oturdum. Babam gördü beni, ‘Siz gidin, ben ölürüm’ dedim. Aldı beni bir değirmenin altına bıraktı.” “Mezarını kazalım” derken... Efo amca orada iki gün yatmış. Sağ kalan komşulardan biri tesadüfen kendisini görünce eniştesine haber uçurmuşlar. Yeğeninin bir taşın üstünde kıpırtısız yattığını gören eniştesi, “Mezarını kazalım” deyince Efo amca, “Beni diri diri mi gömeceksiniz?” diye sormuş. Sağ olduğu anlaşılınca babası gelmiş oğlunu almış, beraber köye dönmüşler. “Bir keçi bile bırakmamışlardı, bütün malımız talan edildi.” Kazıdan kemikler çıktı Komşu köylerden de insanlar getirilmiş Çaytaşı’na. Efo amcanın hesabına göre aşağı yukarı o gün 200 kişi öldürülmüş köyde. Babası İstiklal Savaşı gazisi Keko Bozkurt ile kendisi kurtulmuş. “Ölüleri tarlalara, derelere attılar” diyen Efo amca bu olayda annesini, 4 kız kardeşi ile 2 erkek kardeşini kaybetmiş. Bizleri gezdirdiği iki ev 1938’de insanların diri diri yakıldıkları evler. 2007 yılında su şebekesi için kazı yapılırken toprak altından kemikler çıkmış. Hala da bazen çocukların oyun için toprağı eşelerken kemik buldukları oluyormuş. Anlatacakları bitince Efo amcanın iki adım öteden bastonunu havaya kaldırarak sesini duyuyorum: “Dava açtım ben, dava!” Sonra havadaki baston yere iniyor, bu sefer sesi kısık: “Bizi niye kırdınız? Suçumuz neydi?” Öldürülen ailesi için yaptığı suç duyurusu savcının takipsizlik kararıyla sonuçlanan Efo şimdi 87 yaşında. Burası onun yaralı olarak saklandığı yer... Milliyet kızılbaş - sayfa 12 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Arap Baharı, Türkiye ve Suriye! Ali ERDOĞAN 2011 başında Tunus’ta başlayan ve ardında tüm arab ülkelerine yayılan ve ABD’nin desteğiyle iktidarlar değişimi oldu, olmaya devam ediyor. Sırada Suriye var. Washington’un siyasi, askeri ve ekonomik olarak Arap Baharı’nı yönlendirdi. İstediği gibi, yeni bir yönetim sistemini kurmak için demokrasi kılıfıyla sarmaladı. ABD ikinci dünya savaşından bu yana Ortadoğu’daki çıkarları uğruna birçok askeri müdahalelerden bulunmuş, hep ülkesinin çıkarlarını ön plana almıştır. O günden bu güne dek köprülerin altında çokca sular geçmiş. İsrail’in günlük politikasını ön plana almış. Bazı devletler, yönetimlerini askeriden sivillere bırakmış. Tunus, Mısır ve körfez ülkelerinde demokrasiye geçiş hazırlıkları var. Dünya değişiyor. Gölün ortasına atılan bir taş, halkalar halinde etrafa dalga dalga yayılıyor. İran politikası İsrail’i tehdit etmektedir. Bu nedenle ABD, Türkiye’ye baskı yaparak Erken Uyarı Radar sistemini Türkiye’de Küreciğe kurmuştur. Buna karşılık Türkiye, Irak’tan, Umman’a ve Libya’ya uzanan coğrafyada milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapmış ve en önemlisi Kürt halkı üzerinde yapılan baskı ve kimyasal silahlarla yapılan katliamlara karşı ABD ve AB seslerini çıkarmamaktadır.. Türkiye’de kök salan İslam kökenli iktidarın başbakanı Erdoğan, Arap halkları tarafından sevilmektedir. ABD’ye destek amacıyla Mısır’daki halk ayaklanmasının ilk haftasında Başbakan Erdoğan, Hüsnü Mübarek’e görevini bırak demişti. Yani Arap sokakların yanında olacağını ilan etmişti. Türkiye ekonomik yapısını İslamdan yana koymuş. İslamdan yana holdinglere devlet yatırımlarını havale etmiş. Erdoğan hükümetinden önce 4 milyar dolar olan sermayeleri 670 milyar dolara çıkarılmıştır. Erdoğan, 20 Eylül 2011’de ABD başkanı ile yaptığı konuşma Arap ülkelrindeki gezilerini anlatmış ve ülkesinde 30 yıldır Kürlerle süren iç savaşı unuturcasına, Mısır ve benzeri Arap devletlerinde sivil Anayasa ve azınlık haklarını sağlık vermişti. Suriye’nin durumu: Suriye’deki durumu karmaşıklaştıran faktörler biraz daha değişiktir. Bölgesel ve küresel aktörlerin farklı pozisyon almasıdır. Çünkü, ABD ve AB ülkeleri Esad yönetimine işten elini çekin çağrısını yaparken, Çin ve Rusya B.M.’lerde yaptırım kararını veto etmiştir. Rusya, Suriye’de bir iç savaşın çıkmasını istemiyor. İleri sürdüğü konu: “Suriye halkın bir kısmı Esad rejiminin gitmesini isterken, büyük bir kısmıda bu rejimi destekliyor. Halkın tümü Esad’a karşı olsaydı, gitmesini bizde isterdik. Suriye’de oluşacak bir savaş, tüm Ortadoğu’yu etkileyecektir” diyor. Suriye’de muhalefet tek seslı olmamasına rağmen diyalog öneriliyor. Reformlar beklenirken, muhalefet dış ülkelerden yardım almaktadır. Yardımların amacı, Esad’ın iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Kulislerden konuşulan, Kürtlerin, Hıristiyanlarla ve diğer Sünnilerle işbirliğini Esad önliyebilir. Veya Esad, İsrail’e saldırırsa, Suriye halkı dış düşmana karşı birleşebilir. Bu İsrail’deki iç çalkantılarıda gidermeye yarıyacaktır. Belki de Esad, tedavi gayesiyle, dış ülkelerin birine gidebilir, iktidarı Milli Kurtuluş Komitesine bırakabilir. Böylece yeni siyasi değişimler gündeme gelebilir... Suriye’yi bu duruma götüren sebeblere bakıldığında: Siyasi baskı, siyasi dışlamışlık ve muhalif hareketlere hiç yaşama hakkının verilmemesi. Dev let başkanlığı seçimi 1970 yılından bu yana tek aday Esad ailesi. Ülkedeki en zengin Rami Maluf Esad’ın kuzeni olması. Bir bakanın oğlunun ekonomik yapıda etkili olduğu görülür. Suriye’de etnik mezhepsel farklılıklar var. Libya’da ise kabile farklılıkları vardı. Ayrıca Azınlık olan Arap Alevilerin iktidarına karşı, çoğunluk Sünnilerin tepkisi var. 2004-2005 yıllarında Kuzey Irak’ta Kürtlerin kazanımlarından etkilendiler. Burdaki istikrarsızılık bölge genelini etkiler. Irak, Türkiye ve Lübnan gibi komşulara yayılabilir. İran, Suriye rejiminin yıkılmasına seyirci kalamaz. Her şeyiyle Suriye’nin yanındadır. Çünkü sıranın kendisine geleceğini biliyor. Güvenlik Konseyi’nin kararını bu nedenle Çin ve Rusya veto etmişti. Türkiye cephesinde: 8-9 ay önce Türkiye Suriye ile sınırlarının önemsız olduğu ve vizelerin kalktığı bir durum mevcuttu. Ne oldu da, savaşacak bir duruma geldiler? Türkiye Suriye muhaliflerini çağırarak silah eğitimini veriyor, ekonomik olarak destekliyor. Başbakan Erdoğan, “10 yılda15-20 bin insanı yok eden rejim iktidarda kalamaz” diyor. Oysaki Türkiye, 50-60 bin insanı öldürmüş ve 20 binini failimeçhul şekilde kaybetmiş ve halen kimyasal silahlarla ve toplu olarak öldürüyor. Kalanlarını cezaevlerine alarak sindirmeye devam ediyor. Öte yandan iki yüzlü demokrasi havarisi kesilen ABD ve AB devletlerin seyri şurda dursun, yardım ve destekleri, ne yazık ki, devam ediyor... ABD ve batı ittifakı Suriye’de bir rejim değişikliğini istiyor. Türkiye’yi de taşaron olarak kullanıyor. Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’da Laiklik konusunu gündeme getirmesi, İran’ın da sıraya konduğunun işaretiydi. Nitelim Türkiye İran ilişkilerinde bozulmalar başladı. Daha önce Türkiye İran ile PKK konusunda ortak operasyon yapmak istiyordu. O da suya düştü böylece. Davutoğlu’nun başarısız Suriye görüşmesi ve Erdoğan’ın Washıngton’da Obama görüşmesi Türkiye’nin rolu formile edildi. Nitekim Erdoğan Ankara’ya dönüşünde Hatay’daki Suriye’li mültecilerin kamplarını ziyaret etmişti ve kendi açısında Suriye’ye silah ve hertürlü ambargo uygulayacağını söyledi. Bu arada devlet ile PKK olayları hız kazandı. Natonun Erken Uyarı Radarı Türkiye’ye yerleştirilmesi bu sırada oldu. Erdoğan Türkiyenin politikasını dile getirirken: “Türkiye tarihi değiştirecek ve bölgede yeni bir beyaz sayfanın açılışını sağlayacak bir politika izlemektedir” derken bunu ABD’ye güvenerek ve onun kendisine veriği misyona atfen dile getirmişti. Nitekim daha önce PKK ile üst düzeyde barış görüşmeleri yapılmıştı. Birden görüşmelerin kesilmesinin altında kendisine verilen bu yeni görevdir. Ermenistan konusu: ABD, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunların bitmesini istiyor. İlerde Ermenistan’da gececek enerji hatlarını güvenceye almak istiyor. ABD, Ortadoğu’nun şekillenmesinde Türkiye’ye bazı tavizler verebilir. Kim bilir, Kerkük’teki petroldan hisse verebilir. Ermenistan batıyla bütünleşirse, Rusya’ya bağımlılığı azalır. Amerikan bunun için Ermenistan’ı destekliyor. İlerde İran’a müdahale için Ermenistan’ı koridor olarak kullanabilir. Suriye konusuna dönersek: ABD tepkileri önlemek için Türkiye eliyle müdahale etmek istiyordu. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye sınırında Türkiye’nin eliyle bir tampon bölge oluşturulacaktı ve burada Özgür Suriye Ordusu yetiştirilecek. Esad yıpratılacak. Ortadan kaldırılacak veya istifaya zorlanacaktı. Rusya’nın tepkisiyle, şimdilik rafa kaldırıldı. Türkiye Suriye toprağında tanpon bölgeyi neden istiyordu? BİR- O bölgede muhalif bir orduyu eğitip geliştirecek. Esad rejimini yıkacak ve ABD’nin kendisine verdiği ödevi yerine getirmiş olacak. İKİ- Olası bir Suriye’deki Kürtlerin, Irak’taki öz yapıyla ve PKK ile işbirliği yapmasını önlemek. Çünkü bu tampon bögenin ipleri Türkiye’nin elinde olacaktı. ABD’nin çıkarı: ABD, Suriye’deki rejim değişikliği olursa kendisine neler sağlar? BİR- İran’ın manevre alanı daralır. Kısa vadede ileri savunma haddında delik açılır ve savunma haddı çöker. Hamas ve Hizbullah’a ulaşamaz. İran’ı dize getirmek için ABD’nin işi kolaylaşır. İKİ- İran, Ortadoğu’daki çatışma dinemiklerini kontrol edemez. ÜÇ- Şii yayılmasını önler. Sünni İslam akımını yükseltir. DÖRT- Hamas ve Hizbullah ile bağı kesilecek olan Suriye, İsrail’in elinde olan Golan tepelerinden hak isteme arzusundan vaz geçer. Sonuç olarak, Arap Baharı’yle başlayan devletlerin yönetimine İslam yönü ağır basan partiler yönetime geldi. Sonunda İsrail düşmanı. Ama bu hükümetler ABD yanlısı. Yani ABD’nin denetiminde. Şayet biri ABD çıkarına uymazsa anında iplerş çekilerek düzenlemeye gidilir. Bu satırları yazarken bir hikaye anımsadım: Okulda ders veren yaşlı bir öğretmen, öğrencilerine: “çocuklar, ben yaşlandım. Ders verirken bazen söyleyeceğimi unutuyorum. Yararlı olamıyorum. Okuldan ayrılacağım” der. Öğretmenini seven öğrenciler karşı çıkar. Bir formil bulurlar. Öğretmenin eteğine bir ip bağlanacak, öğretmen konuşurken unutkanlık olursa ip çekilerek öğretmen uyarılacak. Bir zaman böyle devam eder dersler. Günün birinde ipi tutan öğrenci hastalanır, okula gelmez. İpi başka bir öğrenci tutar. Öğretmen doğru konuşsa, yanlışda konuşsa ha bire ip çekilir. Öğretmen bıkar, “yavrular ip puştun elinde olduktan sonra sizlere yararlı olamam” der ve sınıfı terk eder.Sevgili okurlar İpler ABD’nin elinde olduktan sonra iktidara kimler gelirse gelsin, halklardan yana hiç bir şey olmaz.... [email protected] tarihe tanık belgeler! antalya antalya elmalı’da elmalı’da abdal abdal musa musa dergahı’nın dergahı’nın kapatılması kapatılması ve ve yeni yeni yönetimin yönetimin oluşması oluşması BELGE: BOA’inden Ahmet ÖZBAYLI YAZI: 18 Şevval sene 1277 (Nisan 1860), Padişah Abdülmecit dönemi, Sadrâzam: Mütercim Rüşti Paşa’dır. O yıl Lübnan’da Dürzilerle Maruniler arasında çarpışmalar sürerken 5 Eylül’de Osmanlı Devleti, Avusturya, Rusya, Prusya, İngiltere ve Fransa arasında geçici olarak Suriye’ye Fransız askeri çıkarılmasına ilişkin antlaşma imzalandı. Avrupa’dan ilk defa borç para bu padişah zamanında alındı. KİMDEN: Abdal Musâ Tekkesi Türbedarı Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi’nin dilekçesi. KİME: Dîvân–ı Hümâyûn’a KONU: 826’da Bektaşi Tekkeleri kapatılınca diğerlerinde olduğu gibi devlet Elmalı’da da ABDALMÛSATEKKESİ’nin taşınmaz mallarına el koydu, tekkenin geliri kalmayınca gerek tekkede hizmet edenlere gerekse gelen geçen yolculara bakım yapılamadı, bunun ise yöre halkını çok üzdüğü, eskisi gibi tekkenin taşınmaz mallarını azaviyedara teslim edilmesi isteği. BELGENİ MEÂLİ HAKK HÂNEVETEALÂHAZRETLERİ Şevkmetlü Azametlü Kudretlü Mehâbetlü Pâd–şâhımız Veliyyü–n– ni’met bî–minnetimiz Veliyyü–n– ni’met–i Âlem Sebeb–i Asâyiş–i Ümem Efendimiz Hazretlerini Hemîşe Pevnâk–ıTırâz Mesned–i Hilâfet ve Saltanat Buyursun Amin, Elmalu kasabasında vâki’ (bulunan) ABDALMUS kuddise sırrıhu hazretlerinin zaviyesi müstagallâtından (gelir getiren vakıf) kasaba–i mezbûrede (Elmalı’da) kâin (bulunan) arâzî ve âsyâb (su değirmeni) ve sâire hâsılatının ber–mhucib–i şart–ı vâkıf (vakıf edenin koşullara gereği) taraf–ı dâiyânemden (benim) idaresi hakkında vuku’ bulan istid’ây–ı dâiyâneme (bana) hazîne–i celîlesi tarafından virilen cevabda zaviye–i mezbûre (Abdal Musâ Tekkesi) mülga (kaldırılmış) BEKTAŞİ kızılbaş - sayfa 14 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TEKYELERİ’nden olub zikr olınan arâzi ve âsyâb (su değirmeni) ve saire hâsılâtı asâkir–i nizâmiyye–i şâh–âne (ilk askerlik görevini yapan padişah askerleri) masârifine tahsîsen mukaddemâ (önceden) zabt olındığı ve selefim İsmail Hakkı Efendi tarafından bâ–emr–i âlî (yüce emir) zabt ve irhade olınmış ise de emr–i âlî–i mezkûr hilâf–ı usûl olarak sehven (yanlışlıkla) virildiğinden kaydı terkin (silinme) kılındığı beyân olınması üzerine muahharen (soradan) rikâb–ı hümûyûn cenâb–ı mülûk–ânelerinden bi–l–istirhâm (padişaha başvurma) tahkikât ve tedkikât–ı lâzimenin icrâsiyle anâ göre iktizâsının tesviyesi hakkında inâyet–i efzây–ı sudûr buyurılan emr ve irâde–i seniyye–i cenâb–ı pâd–şâhîleri mantûk–ı âlîsi vechile keyfiyyet Maliyye Nezâreti’ne havâle buyurılmış ise de yine cevab–ı evvel tekrâr olınmış olub hâl–bu ki, merbûten takdîm kılınan derkenârda gösterildiği vechile vakıf–ı mezkûrın (adı geçen vakıf) zabt olınan arâzisine mukabil mukaddemâ tahsîs olınan yüz yirmi beş guruş (125 kuruş– 1.25 lira) maaşın ol vaktin hükmünce adem–i kifâyeti (yetersizliği) cihetiyle arâzi–i mezkûre kemâ kân (eskisi gibi) zaviyeye terk buyurılmış ve bir aralık hâsılâtı bedeli olan on üç bin bu kadar guruşın (13 000 guruş– 130 lira) maliya hazinesinden vaziye–i mezkûre şeyhine i’tâsiyle (verilme) arazisinin hazineden idare itdirilmesi takarrur etmişiken nasılsa yine sarf–ı nazar olınarak mezkûr yüz yetmiş guruş (170 kuruş– 1.7 lira) maaş ile selef–i âcizî Mustafa Efendi uhdesine tevcih buyurılmış ise de efendi–i mûmâ–ileyhin maaş–ı mezkûr ile idâre kabil olmadığı vechile kemâ–kân (eskisi gibi) hâsılat–ı mezkûreyi istid’â itmek üzere iken vefatı vuku’ bularak uhde–i âciz– âneme (bana) tevcîh buyurılarak ancak zaviye–i mezkûre müteaddid (birçok) hücerât (odacıklar) ve müstakil câmi’–i şerîf ve mektebi, münîf (ulu) ve hamam ve müştemelât–ı (eklenti) sâireyi hâvi cesîm (kocaman) bir ebniye (bina) olarak el–hâletü hâzihi (bu güne kadar) ma’mhur bulunmasına ve yed–i âciz–ânemde (elimde) bulunan berât–ı âlîde muharrer (yazılı) olan otuz guruşdan maadâ ahir bir ghune muhassasâtı (ödenek) olmamasına zikr olunan mahallerin defter–hâne–i âmirede el–yevm zaviye–i mezkûreye merbût oldığı mukayyed olub zabtına dair işaret bulunamamasına ve hâsılâtın ahz vee idâresi içün Evkaf–ı Hümâyûn Nezareti tarafından yed–i dâiyâneme (elime) tahrîrât dahi virilmiş olmasına ve böyle fukaraya şart ve tahsîs kılınmış olan miktar–ı cüz’î bir varidâtın zabtiyle mezkur zaviye ve cami’ ve mekteb ve shair takım mevcud ve ma’mûrenin metrhuk ve harab kalması ve bu sûretle şart–ı vâkıfın bütün bütün mahv vie ibtali ve bununla taayyüş (geçinen) iden bir takım aceze ve fukarânın inkisâr–ı kulûbı (kalbinin kırılması) tecvîz (hoşkarşılama) buyurılamayacağına ve dâileri (ben) bu maddenin tesviyesi içün hayli vakitden berû bu tarafda kalub giriftâr–ı duyûn (borca girme) ve ıztırâb olmış ve zaviye–i mezkûredef–ı Hümâyûn Nezareti tarafından virilen tahrîrâta nazaran ale–l–hesâb suretiyle hâsılatdan akçe almakda bulunmış olub eğer çe bu kerre zikr olınan mahallerin hazîneden mezbhut oldığı cevabını almış isem de ber–vech–i muharrer lâyıkile hakikat–ı hâl meydana çıkmamış ya’ni hâsılâtın taraf–ı dâiyânemden ahzına müsaade buyurulmayub da zikr olınan mahaller hazineden zabt olınacak oldığı sûretde sâlifü–z–zikr (yukarıda sözü edilen) zaviye ve cami’ ve mekteb ve müştemelât–ı sâire dahi birlikde mi zabt olınacak? Ve bu takdirce bunlar hazine–i celîle tarafından mı idare ebussuûd efendi fetvaları! internetten tüm metini kopyalamak için adres: http://www.dersim.biz buyurılacak? Ve yahud ahir sûrete tahvîl ile başka işde mi kullanılacak? Ve ya hâliyle metrûk mi olacaktır? Ve zabt olınacak yalnız arazi ise hayrât–ı mezkûre nevechile idare olınacak ve suret–i idarelerine bir karar virilmediği takdirde ne halde kalacakdır? Burasının anlaşılamaması bi–zarura avdet–i daiyâneme mani’ oldığı misillü bu tarafda imtidhad–ı ikamet dahi bir tarafdan perişâni–i ahvâl–i âciz–ânemi tezyîd (artma) eylemekde bulındığı cihetle bu bâbda ne vechile hareket ideceğimi bilemeyüb hayretde kalmış oldığımı ve ber–vech–i muharrer (yazıldığı gibi) böyle cesîm ve müteaddid (büyük kalaba) bir hayrâtın ma’mûr ve mevcûd iken sûret–i idaresinden kat’â bahs olınmayarak muayyenâtın (hükümetçe saptanan maaş ve yiyecek) tamâmen zabt olındığı cevabiyle iktifâ olınması hakikat–ı madde lâyıkıyle anlaşılamamış olmasından neşet ideceğine binâen be–tekrhar tasdi’a (baş ağırtma) mecbhur olmuş oldığımdan lütfen ve inâyeten Mecles–i Vâlâ’ya (Danıştay) havâlesiyle tedkîkâtı lâzimenin bi–l–icrâ bu husûsda bir karar verilerek dâilerinin düçâr olmış oldığım şiddet–i ıztırâb ve intizârdan tahlîs buyurulmaklığım husûsına müsaade–i merâhim–i ifâde,i cenâb–ı cihân,bânilerinin erzân ve şâyân buyurılması bâbında her halde emr ü fermân Şevketlü Atıfetlü Kudretlü Mehabetlü Pâdşâh âlem–penâh (cihanın sığındığı) Efendimiz Hazretlerinindir. osmanlı şeyhlül islamının biz kızılbaşlar hakkında aldığı bu insanlık dışı kanlı fetvalar halen yürürlükteyken!.... kızılbaş müslüman kardeşliği ile cemevi yapanlar(!) hem kızılbaşlığa, hem islamın kuran-ı kerimine ihanet etmiyorlar mı?! kızılbaş - sayfa 15 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aktaran: Sait Çetinoğlu Türkler ve Kürtler Ermenilere karşı cihad ilan ettiklerinde, İslam’ın en yüksek kutsal otoritesi, Serif Hüseyin bin Ali –Peygamber Muhammed’in soyundan gelen ve kutsal yerler, Mekke’nin koruyucusu- Ermenileri Islam’ın himayesi altındaki halk yapan bu fermanı yayınladı. Türk zulmünden korumaya çağrı sadece Islam’ın doğru değerlerinin bir yansıması ve onun Hıristiyan komşularıyla ilişkisidir. Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla, biz yalnız ve yalnızca Allaha şükrederiz. Arap topraklarının kralı ve Mekke’nin şerifi El-Hüseyin Ibn’Ali ve onun Muhterem ve takdire şayan prenslerinden [mektup. Ç.N.]- Prens Faisal ve Prens Abdel-Aziz Al Jarpa- Tanrı’nın selamı ve merhametiyle ve onun lütfuyla. Bu mektup 18 Recep 1336 [M.S. 1917] tarihinde Qum Qul-Quora (Mekke)’dan yazılmıştır. Allah’ın peygamberi, onun ailesi ve onun dostları adına barış talep ediyoruz. Ona olan minnettarlığımızla, sağlıklı, güçlü ve ihsan içinde olacağımızı size bildiririz. Bereketli inayetini bize ve size sağlaması için Allah’a dua ediyoruz. Sizden isteğimiz aşiretleriniz arasında ve sınırlar ile topraklarınızda yaşayan Jacobite (Hıristiyan) Ermeni toplumunu koruyun ve kollayın, tüm olaylarda onlara yardım edin, kendinizi, mülkünüzü ve çocuklarınızı savundugunuz gibi onları savunun, yerleştirilmek ya da bir yerden başka yere gitmek gibi ihyaçlarında onlara herşeyi sağlayın çünkü onlar Müslümanların himayesi altındaki halktır – Peygamber Muhammed (Allah, lütfunu ve selametini ona sağlamıştır) onlar hakkında der ki: “Her kim onlardan bir sicim alırsa (alışveriş değil el koymak anlamında Ç.N.), yargılama gününde (Ahirette) onun düşmanı olacağım”. Asil karakteriniz ve kararlılıgınız ışığında, bu sizin yapmanızı istediğimiz ve gerçekleştireceğinizi umduğumuz en önemli şeyler arasındadır. Allah bizim ve sizin koruyucunuz olsun ve başarısını size sağlasın. Allahın merhameti ve inayetiyle barış üzerinize olsun. El-Hüseyin Ibn’Ali (Mekke Şerifi) kızılbaş - sayfa 16 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Katliamın sorumlusu devlettir Yılmaz KIZILIRMAK yondur. Çorum Katliamı 12 Eylül Darbesi'nin şartlarını oluşturmanın son halkasıdır. Okuyunca insanın tüylerini diken diken eden katliam hikayesini anlatmaktaki amacımız, katliamcıların gerçek yüzünü bir kez daha hatırlatmak ve katliamcılardan hesap sorma görevinin hala omuzlarımızda olduğunun altını bir kez daha çizmektir. 27 Mayıs 1980 - 5 Temmuz 1980 arasında yaşanan Çorum Katliamı, tıpkı 6-7 Eylül katliamında olduğu gibi, özel harp mamülü olduğu besbelli olan bir kanlı provokasyondu. Katliamcıların yargılanması, hesap sorulması 'derin güçlerin' marifetleriyle hep engellendi. Kimi katliamların sorumluları yakalanıyor gibi gösterilse de işin özüne dokunulmadı. ÇORUM KATLİAMI'NIN 30.YILI GERÇEK SORUMLULARI HÂL ORTAYA ÇIKARILAMADI Katliamın sorumlusu devlettir 1980 yılı Türkiye'nin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik vb. tarihinin çalkantılarla dolu olduğu bir yıl oldu. Türkiye tarihinin en kanlı askeri cuntası bu yılın 12 Eylülü'nde yapıldı. İşte böyle kanlı alt üstlerin yaşandığı bir yılın en kanlı sahnesi ise Çorum'da yaşandı. Sünni yurttaşlar, Alevi yurttaşlara karşı kışkırtılmaya çalışıldı. İnsanların dini duyguları 12 Eylül günü darbe yapmayı planlayanların elinde, basit bir provokasyon enstürümanı haline getirilip arkasına devletin derinlerindeki güçlerin olanakları konularak kanlı bir katliama dönüştürüldü. 27 Mayıs 1980'de Gün Sazak'ın öldürülmesini bahane eden karanlık güçlerin kışkırttığı MHP'li faşistlerin öncülüğünde bir grup, 28 Mayıs günü Çorum'un en işlek caddele- rinde terör estirmeye başlar. Dükkanlar yağmalanır, Alevi demokrat esnaflar dövülür. Alevilerin yoğun olduğu Milönü mahallesine saldırı olur. Çorum'da katliamın startı verilmiştir ve bu saldırılar belli aralıklarla 5 Temmuz 1980'e kadar sürer. Devrimci ve demokratik Çorum halkının katliamcılara karşı olağanüstü bir direniş sergilemesi binlerce insanın katledilmesinin önüne geçer, ancak buna rağmen Çorum kan gölüne çevrilir. DARBE İÇİN KATLİAM 27 Mayıs 1980 - 5 Temmuz 1980 arasında yaşanan Çorum Katliamı, tıpkı 6-7 Eylül katliamında olduğu gibi özel harp mamülü olduğu besbelli olan bir kanlı provokasyondur. 12 Eylül Askeri Darbesi'ni yapanların darbeyi meşrulaştırmak için giriştiği açık bir provokas- HAZIRLIKLAR BAŞLADI Katliam öncesi, Çorum Emniyet Müdürü Hasan Uyar görevinden alınarak, yerine Dersim'de birçok karanlık olaya adı karışan Nail Bozkurt getirilir, Milli Eğitim Müdürlüğü'ne de MHP'nin militanı olarak tanınan Fethi Katar. Yine ırkçı ve faşizan görüşleri ile tanınan Rafet Üçelli de Çorum Valiliği'ne atanır. Demokrat olarak bilinen devlet görevlileri sürgün edilir, MHP'lilere silah ruhsatı yaygın biçimde verilmeye başlanır. HAREKETE GEÇİLDİ MHP'li eski bakan Gün Sazak'ın öldürülmesini bahane eden 'karanlık güçler' 28 Mayıs günü Çorum'un en işlek caddelerinde terör estirir. Cadde ve sokaklar 'Kana kan, intikam' sloganlarıyla faşist saldırgan- kızılbaş - sayfa 17 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 larca işgal edilir. Solcu ve Alevilere ait işyerleri yağmalanır, tahrip edilir ve yakılır. Saldırıya uğrayanlar, güvenlik güçlerine başvurduklarında 'Toplumsal olaydır, müdahale edemeyiz' yanıtını alırlar. CİNAYETLER BAŞLADI Saldırganların bir kolu, demokrat ve sol görüşlü Çorum gazetesine, sol yayın satan Bahar Kitapevi'ne saldırarak tüm eşyalarını, malzemelerini dağıtır ve tahrip ederler. Saldırganların büyük bir kolu da, solcuların, Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü mahallesine yönelirler. Başka bir kol, Kuruköprü, Üçevler, Sigorta ve Mutluevler semtlerine yönelirler. Bazı polislerin saldırganlara yardımcı oldukları saptanır. Bu semtte 45 yaşlarında Servet Yıldırım isimli bir kişiyi öldürürler. Celal Erdoğan (öğretmen), Salih Yılmaz (Öğretmen), Turan Kabakulak, Vedat Eliaçık, Hüseyin Şimşek, Sefer Eken, Sezai Güren, Neşet Aydın, Mustafa Nallıca, Sadık Vasıfoğlu, Hasan Köse, Aşır Demirel isimli sol görüşlü kişiler de kurşunla ağır yaralanır. Yine Altınevler semtinde evlerinin balkonunda oturan iki kız kardeşe silahla ateş edilir ve her ikisi ağır yaralanır. KATLİAMA VALİLİK İZNİ Vali Rafet Üçelli, sokağa çıkma yasağı koyar. Katliamcılardan korunmak için savunma amacıyla halkın oluşturduğu barikatların kaldırılmasını ister. Saldırıya uğrayan halk, sokağa çıkma yasağına uyarken; saldırganlar özgürce sokaklarda saldırılarını sürdürürler. Vali Üçelli, halkın kendini savunması için kurduğu bu barikatın kaldırılması için Jandarma Komutanı Yarbay Vural Güride'ye emir verir. Halk ise, can güvenlikleri için kurdukları barikatı kaldırmamakta direnir. Eğer halk barikatlar kurup direniş gösterme basiretini gösteremeseydi; Çorum Katliamı'nın dünyanın en büyük katliamları arasına girmesi işten bile değildi. Kuruköprü, Sigortaevleri, Terlemez Evler, Milönü, Kale, Esnafevler, Şenyurt, Bahçelievler, Karşıyaka, Nadık mahallelerinde ve semtlerinde saldırılar devam etmektedir. Alevi köylerinin yolları işgal altındadır. Ahmetdoğan, Çobandoğan, Savak ve Yoğunşehit, Kozluca köylerinde yaşayan Aleviler dışarı çıkamamaktadır. Mutluevler semtinde bir inşaatta iki ceset bulunur. Kimlik belirlemesinde birinin Yahya Baran, diğerinin de Osman Aksu olduğu ortaya çıkar. Her ikisinin de el, göz ve ağızlarının bağlandığı, vücutlarında 18'er kurşun yarası olduğu saptanır. ÖLÜ SAYISI ARTIYOR Çorum - Eskiekin köyü sınırları içinde, buğday tarlalarında iki gencin cesedi ortaya çıkar. Kazım Güler'e ait cesedin kurşunla delikdeşik edildiği, kimliği belirlenemeyen diğer cesedin de aynı biçimde önce işkence, sonra silahla öldürüldüğü; Bayat'ın Gökboğaz mevkiinde ise silahla taranmış Şeref Şahin adında bir genç ile Elvan Çelebi köyü sınırları içindeki tarlalarda SSK Çorum Hastanesi'nde çalışan Necati Göktaş'ın silahla taranmış cesetleri bulunur. BÜYÜK KATLİAM HAZIRLIĞI Günler ilerledikçe artan ölümler, büyük bir katliam hazırlığının habercisi olaylar daha çok yaşanır olur. Çorum halkı, faşistlerin hazırlıklarının büyük bir katliama dönüşeceğinden kuşku duyar ve ilgilileri uyarmaya çalır. AP Çorum İl Başkanı Yardımcısı Erol Şahin, CHP İl Başkanı Cemal Solmaz' la birlikte vali ve emniyet müdürüyle görüşürler. MHP'nin saldırı hazırlıklarını ileterek önlem alınmasını isterler... Aynı tarihte yeşil renkli 19 AT 535 plakalı ve 131 Murat markalı (Adnan Ezejder'e ait) bir otomobil, sol görüşlülerin oturduğu semtlere dalar, çevreye ateş açar, ateş sonucu Hatice İlhan isimli bir lise öğrencisi ağır yaralanır. Çorum Valiliği ve emniyeti saldırıların hepsine kulaklarını tıkar ve hiçbir önlem almaz. BÜYÜK KATLİAM BAŞLADI 1 Temmuz 1980 günü, 'Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız' sloganıyla ikinci katliam başlatılır. Terlemez Evler ile SSK Hastanesi civarında yerleştirilen uzun menzilli silahlarla solcu ve Alevi evlerine ateş açılır. Faşistlerin egemen olduğu semt ve mahallelerde silah sesleri, kenti çınlatmaktadır. Semtin tüm telefon şebekeleri kesilmiş, haber alınamamaktadır. Faşistler Çorum'a gelen yolları keser, araçları tahrip eder, esir aldıkları insanları işkenceyle öldürürler. Günün bilançosu 4 ölü 10 yaralı, 50 ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılmıştır. Bu gelişmeler üzerine vali sokağa çıkma yasağı ilan eder. Ama saldırganlar ellerini kollarını sallayarak rastgele sağı solu kurşun yağmuruna tutar, ev ve işyerlerini yakmaya devam eder. 'CAMİ YAKILDI' PROVOKASYONU 4 Temmuz sabahı, vali bir gün önce koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırır. Faşistler ise hemen halkı tahrik etmek için kendi adamlarını değişik camilere dağıtır. Cuma namazının bitiminde içeri girerek, 'Ey Müslümanlar, solcular-Aleviler Milönü'ndeki Alaaddin Camii'ye bomba attılar. Cami yanıyor, namaz kılan Müslümanları katlediyorlar' diye bağırırlar. Tahrik sonucu cuma namazından çıkanlar eline ne geçirmişlerse topluca Milönü'ne koşarlar. Çorum'un değişik camilerinden binlerce tahrik edilmiş öfkeli insan Milönü'ne yığılmıştır. POLİS BİZZAT KATILDI Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil araba ile Çorum'da operasyona girişirler. Panzer mahalleden geçerken kızılbaş - sayfa 18 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hedef gözetmeden ateş açar, Hatun Dursun isimli hamile bir kadın kafasından aldığı iki kurşun yarasıyla yaşamını yitirir. Öğretmen Hüseyin Özdemir ağır yaralanır. Tıp öğrencisi Süleyman Atlas da panzerden atılan kurşunla omzundan yaralanır. Panzerdeki polisler yaralı öğrenciyi alıp SSK Hastanesi'ne götürür. Bir gün sonra Süleyman Atlas'ın işkenceyle öldürülmüş cesedi babasına teslim edilir. TRT DE KATILDI TRT de 'Çorum'da Alaaddin Camii'ne patlayıcı madde atılması ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı' haberini sık sık vermeye başlar. Çorum'da da telsizlerle 'Aleviler camiyi bombaladı' söylentisi yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız Sünniler istemeye istemeye yayılan dedikoduların etkisiyle Milönü'ne koşarlar. Oysa camiye ne patlayıcı madde atılmış, ne de dışarıdan ateş edilmiştir. Haberin hiçbir doğruluğu olmamasına rağmen, TRT'nin döndüre döndüre Çorum'da cami bombalandı diye haber vermesi, katliamın iyice yaygınlaşmasına sebep olur. İskilip yolu üzerinde Yazı mahallesinin çıkışında biri kadın 7 kişi elleri bağlı olarak silahla öldürülmüş bulunur. SSK Hastanesi'nin morgunda 7 ceset bulunmaktadır. Ölü sayısı 17'ye çıkmış. Kimliği tespit edilenler: İsmail Solmaz, Veli Solmaz, Hasan Bağzık, Rıza Candan, Ahmet Doğan, Şükrü Yalçın, Mehmet Yılmaz, Mehmet Şahinci, Mustafa Yıldırım, Aziz Gündoğdu, Ali Paçacı... KÖYLERE SIÇRADI Kızılkaya köyü Alevi'dir. Çorum Katliamı'nın acılı haberini radyodan ve Çorum'dan gelen komşularından öğrenirler. Yakınlarının durumunu öğrenmek için Çorum'a gitmek isteyenlerin yolları kesilir, rehin alınırlar. Kendilerinden haber alamayan akrabaları onları aramaya başlarlar. Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacılara (Ali Paçacı) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış durumda baba Ali Paçacı'nın cesediyle karşılaşırlar. Yanında oğlu Veysel'in de işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur. Arpa tarlası içinde başka bir ceset daha bulunur. Bu, katliamın başından beri kayıp olan Yoğunpelit köyünden Musa Kireçli'dir. Yaydığı Köprüsü civarında, şoför Ali Gündoğduile tarla sahibi Rıza Ayvaz'ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Selman Eser'in başı kesik, ayaklarından asılmış cesedini bulurlar...' Çorum Katliamı, 57 yurttaşın hayatını kaybettiği, 200'ün üstünde yaralı; 300'e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle tarihin en karanlık sayfaları arasında yerini aldı. Katliamın belgeleri 'kozmik odaların' raflarından indirilerek hesaplaşılmayı bekliyor. Türkiye'deki bütün katliamların gerçek sorumluları ortaya çıkarılıncaya dek özgürlük, adalet, demokrasiden bahsetmek mümkün olmayacak... Bu vesileyle katliamda yaşamını yitiren yurttaşları bir kez daha saygıyla anıyoruz. Türk generaller ve ABD'li ajan Katliamın en kanlı kısmının hemen ertesinde 8 Temmuz'da Çorum'a gelen darbeci generaller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun kanlı görevin 'başarıyla' icra edildiğini yerinde incelediler. TSK'nin darbe yapan komuta kademesinin işbirlikçisi ABD Büyükelçiliği'nde 2. katip olarak görevli CIA ajanı Robert Alexsander Peck ise çok önceleri, 1980 yılının başında Çorum'a gelmişti. Çorum'da belediye başkanı ve vali ile görüşmeler yapar. Daha sonraki yıllarda vali ve belediye başkanı ile yaptığı görüşmeler devlet sırrı bahanesiyle açıklanmaz. Katliamlar devlet politikası Türkiye topraklarında yaşanan tüm katliamlar gibi Çorum Katliamı da bir devlet politikası olarak ortaya çıktı. Bu politika 1915 Ermeni Soykırımı'nda ve Dersim Katliamı'nda görülmüştür. Van'da Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın yaptığı katliamda görülmüştür. 6-7 Eylül katliamında görülmüştür. Nurhak'ta, Kızıldere'de görülmüştür. Daha yakınlara geldiğimizde; '77 1 Mayısı'nda görülmüştür. Malatya'da, Maraş'da, Çorum'da, Sivas'ta görülmüştür. Özellikle son 30 yıldır da Kürt illerinin her bir köşesinde saymakla bitmeyecek yoğunlukta binlercesine tanık olmaktayız. 'Bin operasyon yaptık' diye itiraflarda bulunulmuştur. Ve bugün de katliam politikaları devam etmektedir. Özel Darp Dairesi'nin komutanları katliamları 'muhteşem örgütlenme' diyerek açıkça üstlendiler. Diğer taraftan ise katliamcıların yargılanması, hesap sorulması 'derin güçlerin' marifetleriyle hep engellendi. Kimi katliamların sorumluları yakalanıyor gibi gösterilse de işin özüne dokunulmadı. Katliamcıların merkezi hep işinin başında olmaya devam etti. Bu gerçek Çorum Katliamı'nda da devam etti. Bu katliamların hepsinin arkasında, 'Özel Harp Dairesi'nin, JİTEM'in, Ergenekon'un' kanlı parmak izi çıktı. Devletin izi çıktı. Bu gizli savaş örgütlerinin karanlık ve kanlı güçlerin, darbecilerin ve Kürt sorununda çözümsüzlük yanlılarının hizmetinde olduğu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde biliniyor. Çorum Katliamı'nın hesabını sormak, bugün işlenen katliamlara sessiz kalmayarak, katliamcılara karşı sesini yükseltmekten geçiyor... Devrimci 78'liler Federasyonu arşivinden yararlanılarak hazırlanmıştır. Kaynak: gunlukgazetesi.net kızılbaş - sayfa 19 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İşte Başbakan Erdoğan’ın Açıkladığı Fransaya Karşı Uygulanacak Yaptırımlar Soykırım tasarısı kabul edildi. Madde 1: 29 Temmuz 1881 kanunun 24 bis maddesinin birinci bendi, alttaki yeni beş bendle değiştirilmiştir. "24'üncü maddenin altıncı bendi doğrultusunda, soykırım suçunu veya insanlık ve savaş suçunu savunan, inkar eden veya kamusal alanda onemsizleştirmeye çalışan, altaki tanımlamalara dayalı cezalandırılacaktır: 1) Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsünün 6'inci, 7'inci, 8'inci maddesi 2) Ceza kanunun 211-1 ve 212-1 maddesi 3) Uluslararası Askeri Mahkemesi'nin statüsünün 6. maddesi: “Ve kanunen tanınmış, Fransa tarafından imzalanmış ve onaylanmış uluslararası bir sözleşmenin, veya uluslararası veya Avrupa kurumlarının nitelikli bir karara bağlı, Fransız yargısı tarafindan nitelendirilmiş, Fransa’da uygulanabilir hale gelir.” Madde 2 29 Temmuz 1881 basın ozgürlüğüne dayalı kanunun 48-2 maddesi şu şekilde değiştirilmiştir: 1) “sürgün” kelimesinden sonra “ya da soykırım kurbanı, savaş suçu, düşmanla isbirliği ve insanlık suçu kurbanı” eklenmiştir. 2) “Savunma” kelimesinden sonra “soykırımlar” kelimesi eklenmiştir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fransa Meclisi’inden geçen soykırımı inkar tasarısının geçmesi sonrası ilk kez konuştu: Fransa ile siyasi ve askeri ilişikleri bitirdik.. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fransa parlamentosunda 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının inkarını suç sayan düzenlemenin kabul edilmesini “çok büyük bir talihsizlik olarak” değerlendirdi. Erdoğan, “Fransa parlamentosundan Ermeni tasarısının geçmesinin ardından Türkiye’nin yol haritasının ne olacağı” sorusuna şu yanıtı verdi: “Sayın Başkan, gördüğünüz gibi böyle çok kritik bir ana rastladı bu. Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey Toplantısını yaptığımız bir günde gerçekten böyle bir kararın Fransa’da açıklanmış olması, alınmış olması bizler açısından da ayrı bir talihsizlik ama Fransa açısından çok büyük bir talihsizlik. İnsan haklarına tamamen ters. Fransa’da sözde soykırımı reddedenlerin, cezalandırılması yönündeki teklif maalesef bütün uyarılarımıza, bütün yapıcı ikazlarımıza, tavsiye ve telkinlerimize rağmen, ulusal mecliste oylanarak kabul edildi. Bu tabii Türkiye-Fransa ilişkilerinde çok ağır ve telafisi zor yaralar açacaktır. Son derece kasıtlı, son derece artniyetli alınan bu karara Türkiye olarak sessiz kalmamız mümkün değildir.” Erdoğan, “Bu oylama Türkiye’den ziyade Fransa’ya, Fransa halkına Fransa’nın inşa edildiği ülkelere çok büyük haksızlıktır. Fransa’da düşünce özgürlü var mı? İfade özgürlüğü var mı? Cevabının da ben veriyorum: Yok. Bu, özgür tartışma ortamını ortadan kaldırmıştır. Ne yazık ki Fransız ihtilalinin simgeleri olarak bilinen özgürlük, eşitlik kardeşlik ilkeleri bugün bizzat Fransa parlamentosu tarafından ayaklar altına alınmıştır. Herhalde bundan sonra Fransa Voltaire’i de Montesquieu’yu da konuşmaz” dedi. Başbakan konuşmasına “Şunu da dost düşman herkesin bilmesini istiyorum: Biz, tarihimizle gurur duyuyoruz. Bizim veya bizi sıkıntıya düşürecek bir tarihimiz yok” sözleriyle devam etti. Kaynak: http://www.akhaberci.com kızılbaş - sayfa 20 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MGK'dan 'Fransa'ya direniş' kararı çıktı çalışmalar gözden geçirilmiş, bu yöndeki çabaların da demokrasiden, hukuk devleti anlayışından ve evrensel değerlerden ödün verilmeksizin kararlılıkla devam ettirileceği kaydedilmiştir. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bildirisinde, Fransa Parlamentosunda kabul edilen yasa teklifinin toplantıda tüm boyutlarıyla ele alındığı belirtilerek, “Tarihin parlamentoların alacakları yanlı kararlarla yeniden yazılmasının yanlışlığı bu kanun tasarısıyla daha vahim bir şekilde görülebilmiştir. Fransa'da, aklı selimin hakim olması ve bu hatalı adımdan geri dönülmesi yönündeki beklentimiz sürmekle birlikte, tasarının kanunlaşması durumunda bu haksız tasarrufa her şekilde karşı çıkılması kararlaştırılmıştır” denildi. ********* Milli Güvenlik Kurulu'nda Fransa Parlamentosu'nda sözde Ermeni soykırımı iddialarına yönelik yasa tasarısının kabul edilmesi görüşüldü. ANKARA - Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bildirisinde, Fransa Parlamentosunda kabul edilen yasa teklifinin toplantıda tüm boyutlarıyla ele alındığı belirtilerek, “Tarihin parlamentoların alacakları yanlı kararlarla yeniden yazılmasının yanlışlığı bu kanun tasarısıyla daha vahim bir şekilde görülebilmiştir. Fransa'da, aklı selimin hakim olması ve bu hatalı adımdan geri dönülmesi yönündeki beklentimiz sürmekle birlikte, tasarının kanunlaşması durumunda bu haksız tasarrufa her şekilde karşı çıkılması kararlaştırılmıştır” denildi. MGK toplantısının ardından yayımlanan bildiride, Fransa'da iktidar partisi tarafından gündeme getirilen ve 22 Aralık 2011 tarihli ulusal meclis oturumunda hükümet temsilcisi tarafından da açıkça desteklenerek kabul edilen yasa teklifinin tüm boyutlarıyla ele alındığı belirtildi. Bildiride, anılan yasanın ifade özgürlüğüne, bilimsel çalışmalara ve ilgili uluslararası hukuk kurallarına aykırılığına dikkat çekilerek, bu gelişmenin iki ülke arasındaki tarihe dayanan dostluk ilişkilerine büyük bir darbe vurduğunun kaydedildiği vurgulandı. Bildiride şöyle denildi: “Bu konuda hükümetin bu aşamada açıkladığı ve Fransa'nın atacağı adımlara bağlı olarak benimseyebileceği ilave tedbirlerin kararlılıkla uygulanmasının önemi vurgulanmıştır. Tarihin parlamentoların alacakları yanlı kararlarla yeniden yazılmasının yanlışlığı bu kanun tasarısıyla daha vahim bir şekilde görülebilmiştir. Fransa'da, aklı selimin hakim olması ve bu hatalı adımdan geri dönülmesi yönündeki beklentimiz sürmekle birlikte, tasarının kanunlaşması durumunda bu haksız tasarrufa her şekilde karşı çıkılması kararlaştırılmıştır.” TERÖRE TAVİZ YOK Toplantıda ayrıca, vatandaşların canına, malına, hak ve özgürlüklerine kasteden terörist faaliyetler ve oluşumlara karşı güvenlik güçlerinin cesur, kararlı ve fedakarane şekilde ve etkin işbirliğiyle yürüttükleri operasyonlar neticesinde terör örgütüne büyük darbe indirildiğinin altı çizildiği kaydedildi. Ülkenin birlik ve bütünlüğünü, milletin kardeşlik ve huzurunu hedef alan bölücü terör örgütüne yönelik bu kararlı ve etkin mücadelenin önümüzdeki dönemde de taviz verilmeksizin her alanda sürdürüleceğinin bir kez daha teyit edildiği belirtilen bildiride, şu ifadelere yer verildi: “Diğer yandan, terör örgütünün istismar alanlarının ortadan kaldırılması amacıyla yürütülen kapsamlı Aziz milletimizin her vesileyle, son olarak da Van depreminin yaralarının sarılması gayretleri bağlamında somut olarak sergilediği takdire şayan birlik ve kardeşlik anlayışının, terör örgütünün hain hedeflerine ulaşmasına izin vermeyeceğine olan kati inanç vurgulanmıştır. Irak'ın güvenlik ve istikrarına önem veren Türkiye'nin, Irak'taki siyasi gelişmeleri yakından takip ettiği ve Irak halkının takdire şayan çabaları ve uluslararası toplumun katkılarıyla son yıllarda elde edilen önemli kazanımların yitirilmemesi için tüm Iraklıların birlikte gayret sarfetmesi gerektiğine inandığı kaydedilmiştir. Bu kapsamda ABD askeri güçlerinin çekilmesinin hemen ardından yaşanan siyasi krizin çoğulcu demokrasi anlayışına ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterilerek çözüme kavuşturulmasının önem taşıdığı, bu doğrultudaki çabalara her türlü desteğin verileceği vurgulanmıştır. Ayrıca Irak'la terörle mücadelede somut mesafe kaydedilmesi gereği yinelenmiş, bu çerçevede Irak makamlarının terör örgütünün Irak'ın kuzeyindeki mevcudiyetinin sona erdirilmesini teminen etkin işbirliği sergilemeleri yönündeki kati beklentimiz, bir kez daha kuvvetle vurgulanmıştır. Suriye'de sivil halka ve muhaliflere yönelik şiddet ve yıldırma eylemlerinin bir an önce durdurulmasının ve Suriye'nin geleceğinin, Suriye halkı tarafından belirlenmesinin önemine işaret edilmiş, bu çerçevede halkın meşru talepleri doğrultusunda demokratik geçiş sürecinin süratle başlatılması gerektiği belirtilmiştir.” (aa) Kaynak: http://www.radikal.com.tr kızılbaş - sayfa 21 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni Aydınlardan TC'ye Çağrı; Soykırımla Yüzleş! Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması çok yanlışmış. Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması yanlışsa, bu, bizim Ermeni Soykırımı ile ilgili TBMM'den bekleyebileceğimiz bir şey olmadığı anlamına mı geliyor? Siyasetin tarihi olaylarla ilgili karar alması yanlışsa, Dersim hakkında edilen kelam bizi niye heyecanlandırdı? Ama bu kez Fransa'da geçmekte olan yasa tasarısı, soykırımı tanımanın ötesinde, soykırımın inkârını cezalandırmayı öngören bir tasarı. Türkiye inkâr hakkının peşinde! Fransa'da, ifade özgürlüğünü soykırımların inkârı yönünden kısıtlayacak tasarı yasalaşıyor. Özgürlükler cenneti ülkemiz yine seferberlik hâlinde... Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması çok yanlışmış. Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması yanlışsa, bu, bizim Ermeni Soykırımı ile ilgili TBMM'den bekleyebileceğimiz bir şey olmadığı anlamına mı geliyor? Siyasetin tarihi olaylarla ilgili karar alması yanlışsa, Dersim hakkında edilen kelam bizi niye heyecanlandırdı? Ama bu kez Fransa'da geçmekte olan yasa tasarısı, soykırımı tanımanın ötesinde, soykırımın inkârını cezalandırmayı öngören bir tasarı. Böyle olunca da Türkiye, inkârcı zihniyetine ve haksız konumuna ince bir haklılık kılıfı geçirme şansına erişti. Belli ki soykırımın inkârının cezalandırılmaması gerektiği konusunda cümleten hemfikiriz. Peki, inkârın ahlaken de bir suç olmadığını mı düşünüyoruz? Önünde sonunda Türkiye'nin savunduğu, soykırımı inkâr hakkı değil midir? 96 yıldır süren bu "hakkı" kullanma rahatlığının devamı değil midir? İnkâr suç değilse, Türkiye bunca yıldır hangi suçu işliyor? 2006 yılında aralarında Hrant Dink ve Ragıp Zarakolu'nun da bulunduğu 9 Türkiyelinin Fransa'da savunduğu şey ile Türkiye'nin bugün savunduğu şey gerçekten aynı mıdır? Türkiye'nin, Hrant Dink'ten kendi lehine devşirdiği sözleri kullanmaya hâlâ yüzü var mıdır? Türkiyeli Ermenilerin son çığlığı Hrant Dink'in, "soykırım" sözcüğünü kullanmama tercihiyle, bugün başkalarının "soykırım" kelimesini kullanmama tercihleri aynı kalibrede midir? Türkiye'nin kendi sahici sözü nedir? İnkâr politikası, kötülüğe olur vermesiyle, 1915 sonrası birçok suç işledi. Hrant Dink'in öldürülmesinin de iklimini hazırladı. İnkâr, soykırım mağdurlarına travmayı tekrar yaşattığı ölçüde şiddeti yineleyebilir ve bu hâliyle suçtur. İnkârdan beslenen bir ifade özgürlüğü söylemi buram buram riya kokuyor. Kokuyu almıyor musunuz? Türkiye'nin tutunduğu ifade özgürlüğünün bu en ince dalı, hantallığını taşıyabilecek güçte değildir. Evet, tartışmayı üçüncü ağızlardan alıp ait olduğu topraklara taşımalıyız. Söz konusu tasarıya karşı çıkmanın belki de en haklı gerekçesi budur. Onun için bırakın Fransa'yı. Fransa çok kötü bir şey yapıyormuş, niyeti hayra değilmiş... Peki, Türkiye ne yapmayı düşünüyor? http://www.marksist.org Arat Dink - Garo Paylan - Hayko Bağdat - Markar Esayan - Sibil Çekmen - Tamar Nalcı - Tatyos Bebek kızılbaş - sayfa 22 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Soykırımı inkâr ve Fransa'ya hücûm!.. Fransız Ulusal Meclisi'nde 22 Aralık 2011 günü kabul edilen ve kısaca “Fransa’nın yasayla tanıdığı soykırım suçlarının kamuoyu önünde övülmesi, savunulması ya da inkârını" yasaklayan yasaya, Türkiye resmi düzeyde öylesine ölçüsüz bir tepki gösteriyor ki; 1999'da Öcalan Roma'da misafir edildiğinde, Türkiye'deki cahil kalabalıkların İtalya'dan ithal edilen portakalların üzerinde tepindikleri millî histeri günlerine geri dönüldü adeta. AKP ile hiçbir konuda bir araya gelemeyen CHP ve MHP bu konuda kutsal milli ittifak kurmada bir an bile gecikmediler. Tabii ki Perinçek ve Kerinçsiz'in gibilerin eksikliği yine de belli oluyor! Bütün bunlara çoğu liberal, demokrat ve sosyalist aydından örtülü bir onay gelmesi Türkiye'nin düşünce iklimini göstermesi bakımından oldukça öğretici. Onlar da Fransa parlamentosunun kötü bir şey yaptığını, en azından üzerine vazife olmayan bir işe soyunduğuna iman etmiş olmakla beraber, meselenin içeride kendi aramızda halledilmesi gerektiğine vurgu yaparak diğerlerinden ayrılıyorlar. Fransa'nın elinin temiz olmadığı, öncelikle başta Cezayir olmak üzere sömürgelerinde işlediği insanlık suçlarıni temizlemesi gerektiği; Sarkozy yönetiminin seçim yatırımı yaptığı ve Ermeni oylarını avlamak için bu yasayı gündeme getirdiği söylemleri de en çok dile getirilen argümanlar. Yasa, 1915 soykırımın tanınması için mücadele eden aydın ve insan hakları savunucuları arasında da bölünme yaratmış durumda. Çok küçük bir azınlık Fransa'daki yasal düzenlemenin haklılığını savunuyor; diğerleri bu tür girişimlerin Türkiye'deki tarihle yüzleşme mücadelesini zora sokacağını, düşünce özgürlüğü ve sorunun tartışılması bağlamında ulusalcı ve inkarcıların eline büyük koz vereceği endişesini dile getiriyorlar. AİHM’de birçok dava takip eden bir hukukçu, “bu yasa AİHM’den döner!” diye köşe yazısı yazabiliyor. Evrensel insan haklarını ilgilendiren bir adım atmış oluyor. - Fransız Parlamentosu'nun çıkardığı bu yasa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kıstasları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları ile çelişmiyor; tersine AB Çerçeve Yönergesine uygun olarak hazırlanmış bir metin. Boyer Yasası... Re c e p Ma r a ş l ı “Voltaire’in ülkesine yakışmadı” denebiliyor. Bir başkası “dünyada eşi benzeri görülmemiş bir yasa!” diyebiliyor. Ve sağdan sola herkes “çifte standart”tan bahsediyor! Sorun, bu alanda hem kendileri çile çekmiş, hem de tutarlı davranabilmiş aydınlardaki özensizlik, dahası resmi tezlere kendi cephelerinden destek çıkmaları. Doğruca söyleyeyim: - Ermeni soykırımının da inkar edilmesini cezalandıran bir yasa kabul ederek Fransız Parlamentosu çifte standartlı davranmamış, aksine çifte standartlı olabilecek bir ayrımcılığın önüne geçmiştir. - Fransız Parlamentosu bu yasayla “tarihi konularda belirleyici bir karar mercii” gibi davranmamış, tam tersine Parlamentoların asıl işi olan hukuksal ve siyasal bir karar almıştır. - Bu yasayla, “eşi benzeri görülmemiş özel” bir karar alınmış olmuyor, zaten yürürlükte olan ve Gayssot olarak bilinen yasaların Ermeni soykırımı da dahil Fransa'nın resmi olarak tanıdığı tüm soykırım suçlarını da kapsayacak biçimde genişletilmesine karar vermiş oluyor. - Fransız Parlamentosu bu yasayla, Türklerle Ermeniler ya da Türkiye ile Ermenistan'ı ilgilendiren bir meseleye karışmış olmuyor, Fransa'da yaşayan soykırım mağduru kendi vatandaşlarının haklarını korumuş oluyor. Üzerine çok konuşulan, çok fırtına kopartılan şeylerin hakkında çok az şey bilinmesi Türkiye'nin tartışma üslubu ve gündemine ilişkin bir özellik olsa gerek. "Ermeni soykırımının inkarını cezalandıran yasa"da aslında tek kelime ile bile Ermeni soykırımından bahsedilmiyor; özel bir vurgu yapılmıyor. "Fransa’nın yasayla tanıdığı soykırım suçları" deniyor. Böylece başta Holokost olmak üzere, 2001 yılında Parlamentoda kabul edilen Ermeni soykırımı; Lahey Yüksek Adalet Divanında "soykırım" olarak kabul edilen Ruanda ve Bosna gibi örnekler dahil pek çok olgu bu tanımın içine girmiş olmakta. Yasa sadece "inkar etmeyi" değil "soykırım suçlarının kamuoyu önünde övülmesi, savunulması ya da inkârını" birlikte tanımlıyor. Bu haliyle yasanın amacı ve kapsamı daha iyi anlaşılmaktadır. Oysa tartışmalar oldukça basitleştirilmiş, popüler söylemler üzerinden yürütülmekte. Tasarının iktidardaki muhafazakar ve muhalefetteki sosyalist partinin desteğini aldığını; yasa taslağını hazırlayan Bayan Boyer'in ise Cezayir vurgusunu yapmaktan hoşlananların hoşuna gitmeyecek biçimde aslen Cezayirli olduğunu belirtmekte fayda var. Türkiye'nin en yetkili ağızlardan ifade ettiği tehdit, şantaj, böbürlenme ve yiğitlenmelerine rağmen Fransa Ulusal Meclisi'nden sonra Senato'nun da kendi iç hukukundaki bu düzenlemeyi tamamlayacağını umuyorum. Yoksa Türkiye'nin masaya sürdüğü rüşvet ve pazarlık malzemeleri (Kürt meselesinde hep yapıldığı gibi) bu halkların haklarının feda edilmesine kızılbaş - sayfa 23 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gerekçe yapılırsa, asıl o zaman hukuk ve adalet yaralanmış olur. Soykırımı inkarı yasasının hukuksal dayanakları Fransa’da, 1990 yılında çıkarılan ve Gayssot Yasası olarak bilinen bir yasa ile Nazilerin Yahudilere uyguladığı Holocaust’u inkar etmek suç sayılmaktadır. Bu yasanın 9. Maddesi 1945 tarihli Londra Antlaşması ile kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi'nin kuruluş gerekçesine atıf yapmakta. "İnsanlığa karşı işlenmiş" suçların başında soykırımı tanımlayan, bununla beraber sivillere karşı uygulanan cinayet, katliam, köleleştirme, göç ettirme (meşhur "Tehcir" meselesi), işkence vb. gibi insanlık dışı davranışları" yargılayan bu Mahkeme "insanlığa karşı işlenmiş suçların inkârını" da suç sayarak cezalandırmıştı. Bu hukuksal referanslara dayanan Gayssot yasası soykırımın inkar edilmesini, soykırım suçunun bir unsuru olarak değerlendiriyor. Ayrıca “ırkçılıkla mücadele” kapsamında değerlendirilen Gayssot benzeri yasalar yalnız Fransa’da değil Almanya, Avusturya, Belçika, İspanya, İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Slovakya, Litvanya gibi birçok Avrupa ülkesinde de yürürlüktedir. AB içinde de hiçbir kurum ve hukuksal platformda bu yasaların düşünce özgürlüğüyle, çeliştiği eleştirisi yapılmadı. Aksine bu tip önlemlerin, AB içinde giderek yaygın bir önlem haline gelmesi söz konusu. Uygulamada örnekler... Örneğin Almanya Parlamentosu da 2005 yılında Ermeni soykırımını farklı bir tarzla da olsa kabul eden bir yasayı onayladı. Gayssot yasalarının geçerli olduğu bu ülkede, soykırımının inkarının 1915’e uygulanması özel bir yasa çıkarılarak değil ama Yüksek Mahkeme’nin içtihadıyla farklı bir yolla çözüldü. Mart ayında “Berlin’de Büyük Talat Paşa Harakatı” adıyla Kızılelma Koalisyonu [ki çoğunluğu şu anda Ergenekon davası sanıkları olarak yargılanmaktadır] bir gövde gösterisi düzenlemek isteyince, Temyiz Mahkemesi bu yürü- yüşün ancak soykırımı inkar eden pankartlar taşınmaması, konuşmalar yapılmaması koşuluyla serbest bıraktı. İsviçre’de 1915’le ilgili özel bir yasa bulunmamasına rağmen burada hukuki içtihad yoluyla Gayssot yasaları 1915 için de uygulanmaktadır. Perinçek hakkında açılan davanın hukuki dayanağı buydu. Fransa’nın 1915 Soykırımını parlamentoda resmen tanımasından sonra Gayssot yasalarının Ermeni soykırımı için de genişletilmesi doğal hukuki bir süreçtir. Tersine, ortada hem 1915 soykırımın resmen tanınması, hem de Holocaust’un inkarını suç sayan yasa bulundukça, bunun Ermeni soykırımı için de uygulanmaması çifte standart ve ayrımcılık olurdu. Bu iki olguyu da kabul eden ülkeler, kendi sistemlerine uygun olarak bir biçimde bu sorunu çözmek zorundalar. İfade özgürlüğü meselesi... Düşünce özgürlüğünün tarifi ve sınırları konusunda farklı ölçütlerin bulunması doğal. Fakat, şimdiki tartışmayı bu arkadaşların AB düşünce özgürlüğü ve hukuk normlarını “referans” aldıklarını varsayarak yapacağım. Zira bütün bu tartışmalar içinde AB’nin sahip olduğu genel hukuki normları değil, sadece Fransız parlamentosunun bu kararını “özel” bir durum sayarak eleştiri konusu yaptılar. Yaklaşık 22 yıldır yürürlükte olan Gayssot hakkında bu yasaların Avrupa düşünce özgürlüğü kriterleriyle çeliştiği yönünde, ne resmi olarak Türkiye’den, ne de bugünkü aydınlarımızdan şimdiye kadar herhangi bir eleştiri gelmedi. Ta ki, bu yasanın Ermeni soykırımı ile ilgili olarak da kullanılmasına kadar. Buradan anlamamız gereken şey, yanlış olanın bu yasaların değil, Ermeni soykırımının tanınması olduğu mudur? Yahudi soykırımını inkâr ve ırkçı söylemleri nedeniyle 1992’de Almanya’da hapis cezasına mahkûm edilen eski Nazi subayı Otto Ernst Remer; Almanya’nın ifade özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle AİHM’e başvurdu. Mahkeme 6 Ey- lül 1995 tarihli kararında Remer’in başvurusunu reddetti. AİHM, nefret söylemleri gibi Holocaust'u inkârı da “hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yönelik bir eylem" olarak değerlendirdi. Gayssot yasalarının da “düşünce özgürlüğünü” sınırladığını, Holocaust’u inkar etmenin de bir düşünce olduğu, Nazi’lerin de düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak mümkündür. O zaman bir tutarlılıktan bahsedilebilir. Tabi, “Gayssot yasalarını eleştirmek neden Ermeni soykırımı tartışıldığı zaman gündeminize girdi?” sorusuna da ahlaki bir cevap bulabilmek şartıyla... Hem 1915 soykırımını tanıyan, hem düşünce ve ifade özgürlüğünde AB normlarını esas alan, hem de Fransa’daki yasaya karşı çıkan aydınlarımızın içine düştükleri bu tutarsızlığı çözmeleri gerekmiyor mu? Cezayir meselesi...([1]) Fransa'nın öncelikle kendi elini temizlemesi, örneğin Cezayir'de uyguladığı insanlık suçlarının hesabını verip sonra Türkiye'ye ders vermesini söylemek; bana oldukça gayri-ahlaki geliyor. Siz madem Fransa'nın Cezayir'de insanlık suçları işlediğine kaniyseniz bunun kararlı takipçisi olmanız beklenir. Başka hiçbir zaman hiçbir biçimde sorun yapmayıp sadece Ermeni soykırımı tartışıldığında "ama sizin elinizde de Cezayir kanı var" diye bir tehdit olarak gündeme getiriyorsanız, bu açıkça "sen bizim pisliğimizi eşeleme, biz de senin pisliğini eşelemeyelim" diyerek insanlık suçlarını kirli bir pazarlık konusu haline getirmektir. Türkiye aynı yaklaşımı 1915 soykırımını tartışan her ülke için gösteriyor; Örneğin en sıkı ittifakı ABD ile yürütürken aklına gelmeyen "Kızılderili soykırımı" Ermeni soykırımı tartışıldığı anda ortaya atılıp, iş bitince de unutuluveriliyor! "Başkaları karışmasın" meselesi... Dünyanın değişik parlamentolarında gündeme gelen bu tür yasaların, Ermenilerle Türkler arasındaki soykırım ve diğer sorunların çözümüne yardımcı olamayacağı, taraflardaki karşı uçları güçlendirip, gerginliği kızılbaş - sayfa 24 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 artıracağı, “üçüncü” ülkelerin bu tür karışmalar yapmaması gerektiği görüşleri de oldukça tutarsız. karar sahibi olma hakkını kaybettiniz!" Akıl ve vicdan bunun neresinde? Elbette soykırımdan kaynaklanan sorunlar nihai olarak fail ve mağdur konumundaki bütün toplumlar tarafından ortaklaşa tedavi edilebilir. Yoksa bu yara ilelebet kanayıp gidecektir... Seçim yatırımı meselesi... Ne ki soykırımı, tehciri, etnik arındırma politikalarını adı üzerinde "insanlığa karşı işlenmiş suçlar!" olarak tarif ettikten sonra, başka "insanların" bu işe karışmamasını, müdahil olmamasını istemek sadece saçmalıktır. Soykırım sadece bir etnik grubu hedef alır ama aslen bütün insanlığa karşı işlenen bir suç, ağır bir tehdittir! Bir cinayetin sadece katille mağdur arasında bir sorun olduğunu, başkalarının karışmaması gerektiğini söylemek gibi bir şeydir bu. O halde, bu aydınlarımız neden AB kriterlerinden, dünya insanlık ailesinden bahsederler? Neden Türkiye’de işkence ve haksız yargılamalara karşı AİHM’e başvururlar? Neden uluslar arası sözleşmelere referans yaparlar? Soykırımı sadece, Ermeni ve Türk hükümetini ilgilendiren bir sorun olarak tarif etmek hangi entellektüelin işi olabilir? Diaspora meselesi... Başka insanları da bir yana bırakalım; soykırım ve sürgünün doğrudan mağduru olarak dünyanın dört bir yanına savrulmuş Ermeni, Asuri, Süryani, Pontuslu vd. toplumlar bu tartışmanın asli muhataplarıdır. Onlara "siz bu işin dışında durun, bulunduğunuz ülkelerde bu işin mücadelesini yapmayın" diyebilmek "Kendi koşullarınızı sorgulamayın, başınıza gelenleri kabullenin" demek değil midir? "Diaspora" kavramını şeytanlaştırarak, onunla uzlaşılmaz, konuşulmaz, kötücül bir anlam yüklemek; tam da ana vatanlarından bin bir acı ve zulümle kopartılarak tarihsel haksızlığın doğrudan kurbanı olan bu toplumları bir daha mahkum etmek anlamına gelir. "Kırıldınız, sürüldünüz, başka ülkelere saçıldınız, diaspora haline geldiniz, kendi başınıza gelenler ve kimliğinizle ilgili söz ve Parlamentolar bu tür yasaları görüştüğünde en bildik eleştirilerin başında ise "bunun bir seçim yatırımı" olduğu; "birkaç yüz bin Ermeni seçmenin oyu uğruna" Türkiye'nin feda edildiği söylemleri gelir. Bu eleştiriler, yasayla yapılmak istenenler konusunda aslında "samimi olunmadığı" ile, oy hesaplarının Türkiye'den gelecek daha büyük çıkarların önüne geçmemesi gerektiği gibi bir tehdit imasını birlikte barındırır. Bir parlamentonun varlık nedeni seçmenleri değil midir; Parlamentoların, siyasal partilerin, hükümetlerin kendi seçmen kitlelerin taleplerini, duyarlılıklarını dikkate almasından onları yasal düzenlemelere yansıtmaya çalışmasından daha doğal ne olabilir? Eğer Fransız Parlamentosundaki siyasi partiler sayıları ne kadar az veya çok olursa olsun Ermeni kökenli seçmenlerinin taleplerini, ihtiyaçlarını dikkate alarak bir yasal düzenlemeyi, -hem de Türkiye gibi müttefik bir devletin kaba tehdit ve şantajlarına da aldırış etmeksizin- yapabiliyorsa demokrasi iyi işliyor demektir. Yeter ki hakkaniyete, adalete uygun olsun. Doğrusu bir Parlamentoyu seçmenlerini dikkate aldığı, onların oylarını önemsediği için eleştirmek akla ziyan bir buluş... Onlar az biz çoğuz meselesi... Fransız Parlamentosunda 22 Aralık günü yapılan oylamada Türk kökenli Fransız yurttaşları da Parlamento önünde tasarı aleyhine gösteri yapmaktaydılar. Türk medyasında ise bu durum normal demokratik bir gösteri olarak değil de şu başlıklarla verilmişti; "İçeride 50 kişi, dışarıda 5 bin kişi!" Bir nevi içerideki 50 kişilik az sayıdaki parlamenter, dışarıdaki 5 bin kişilik gösterici grubunun kalabalıklığına bakarak bu işten caymalı gibi bir ima içeriyordu bu başlık. Ya da sanki içerideki azınlık, dışarıdaki çoğunluktan korkmalıymış gibi başka bir anlama sahipti. Birçok siyasetçi "azınlık", "çoğun- luk" meselesini zaten çok daha doğrudan cümlelerle ifade ediyorlar; "üç beş bin kişilik Ermeni diasporasını dikkate alıyorsunuz ama bizim buralarda çok daha fazla sayıda (seçmen olabilecek ya da gürültü patırtı çıkarabilecek) Türk kökenli insanlarımız var, çok oldukları için asıl onları dikkate almalısınız" diyorlar. Böylece tam da neden Ermenileri, Grekleri, Kürtleri, Asuri-Süryanileri kendi ana vatanlarında kırarak, sürerek, asimile ederek "azınlık" haline getirmek istediklerinin mantığını ele vermiş oluyorlar. "Azınlık" çoğunluğa, onun lütfuna tabi olur; Azınlığın haklarına değil, çoğunlun dediğine kulak verilir tarzındaki bir "plüralizmin" demokrasi sanılması... Tarih tarihçilere bırakılsın meselesi... 1915 soykırımının tarihe ve tarihçilere bırakılması, parlamentoların bu yöndeki kararlar almasının sorunun çözülmesine yardımcı olmayacağı görüşüne de katılmıyorum. Soykırım, insanlığa karşı işlenmiş en ciddi suçtur. Yüksek düzeyde bir şiddettir. Tarihsel boyut, olgunun değişik veçhelerinden sadece bir parçasıdır. Şimdi burada tarihteki herhangi bir olaydan değil, sonuçları üzerinde siyasi fayda sağlanmaya devam edilen siyasal bir suç’tan bahsediyoruz. Bu suçun hukuki bir tanımlaması vardır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarda zamanaşımı olmaması, geriye doğru da işleyebilmesi uluslar arası kabul gören bir ilkedir. “1915’i tarihe, tarihçilere bırakalım” savı, özünde soykırım suçu için zamanaşımı talep etmek anlamını taşıyor. Bu TC’nin resmi tezidir. Olguyu sadece tarih meselesi olarak kabul etmekle, TC’nin zamanaşımı tezi desteklenmiş olur. Ben kişisel olarak, “inkar etmenin” soykırım suçunun bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Suç delillerini karartmak, gizlemek ceza hukukunda her zaman suçun unsuru olarak kabul edilir. Soykırım, asıl olarak sonuçları düşünülerek tasarlanan, işlenen bir suçtur. Örneğin, bir halkı topyekün imha etmekle onun bütün ülkesine, maddi ve kültürel varlığına el konulmakta ve sahiplenilmektedir. kızılbaş - sayfa 25 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İnkar, bu sonucun meşrulaştırılmasına, kabul ettirilmesine, sonuçlarının devam ettirilmesine yarar. Bu yüzdendir ki inkarın dayanakları ve biçimleri daha soykırım planıyla birlikte tasarlanıyor. Ayrıca soruna esas olarak soykırım kurbanı olan toplumlar açısından bakmak gerekiyor; "inkar"ın yüksek düzeyde bir soykırım tehdidini, şiddet kullanarak siyasal sonuç alma yöntemini içeriyor. Soykırım kurbanlarının aşağılanması, çöküntüye uğratılması, sonraki kuşaklar üzerinde de soykırım psikolojisinin sürdürücü bir ögesi olarak yıkıcı bir etki yaratır. En hafifiyle kurbanlara yapılmış manevi bir saldırıdır. Türkiye’nin resmi politikasının yalan ve inkara dayalı olması nedensiz değildir. “Kürt diye bir ulus yoktur, Kürdistan diye bir ülke yoktur”, “Türkiye’de yaşayan herkes Türk'tür”, “1915’de soykırım olmamıştır, buralar dünya kurulalı beri Türklerin öz yurdudur” vs. TC’nin resmi politika yalanlarıdır ve olguların inkarına dayanır. Buradaki inkar’ın herhangi bir düşünce egzersizi olmadığı, bir diktatörlüğün üzerinde yükseldiği ideolojik dayanak noktaları olduğunu görmek gerekir. Telaş, Türk ırkçılığının ideolojik söylemlerinin de Naziler ve Aparheid rejimlerinin söylemleriyle beraber aynı çukura doldurulmaya başlanmasından duyulan telaştır. Sonuç olarak; Parlamentoların, Soykırımı inkar eden yasalar çıkararak, gerçekte soykırım suçuyla ve onun sonuçlarından faydalanan rejimlerle mücadele edebileceği düşünülebilir mi? Bunun çok daha köklü yaptırım ve değişimlere ihtiyaç duyduğu açıktır. Hele düşünce, tartışma ve bilim özgürlüğünü sınırlayacak önlemlerle bu mümkün değildir. Bu anlayışa uygun bir biçimde, en azından, soykırım kurbanlarının ırkçı sataşma ve saldırganlıklar karşısında cılız da olsa bir yasal sığınağa sahip olmaları, manevi bir desteğe sahip olmaları ise az şey değildir. Kaynak: http://www.gelawej.net Fransa Parlamentosu’na değil, soykırımın inkarına karşı birleşmek gerek Dünyanın çeşitli ülkelerinden sonra şimdi de Fransız Parlamentosu’nda Ermeni Soykırımı’nın inkarını yasaklayan yasa tasarısına karşı AKP'si, CHP'si, MHP'si, kimi iş kuruluşları ve çevreleri ve önemli bir aydın tabanıyla Türkiye'nin geniş kesimleri birleşmiş görünüyor. Yasa tasarısına karşı görüşler, yasağın düşünce özgürlüğüylebağdaşmayacağı önkabulünde buluşmakta. Soykırımın inkarı devlet eliyle işlenen örgütlü bir suçun aklanmasına hizmet eder; tarihleyüzleşmeyi, kurbanların anısı önündeeğilmeyi, kurtulanların torunlarıkarşısında utanç duymayı “bir daha asla”demeyi engeller. Eşitsizliği,tahakküm ilişkilerini ve potansiyel şiddet tehdidini kalıcılaştırır. Nitekim Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni, Aralık 1948'de kabul etmiş ve Sözleşme Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir. O günden bu yana Holokost, yani Yahudi soykırımının inkarı birçok ülkede yasaklanmış, para cezası ve hapisle cezalandırılmıştır. Fransa da Holokost inkarcılığına karşı 1990 yılında Gayssot yasasını çıkarmıştır. Soykırımı inkar etmek, düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek bir olgu değil, soykırıma uğramış bir halkın çocuklarına ve soykırımın utancını duyanlara uygulanan bir şiddet, soykırımın sonuçlarını kalıcılaştırmak için kullanılan önemli araçlardan biridir, yeni insanlık suçlarına davettir. Bu yüzden biz aşağıda imzası bulunanlar, her şeyden önce, Türkiye’de hayatın her alanında süren, vicdanları yaralayan, mağdurları tekrar tekrar incitmeye devam eden inkar politikasına son verilmesini istiyoruz. Ali Ertem - Ahmet Önal - Asude Kayaş - Atilla Dirim - Atilla Tuygan Ayşe Günaysu - Ayşegül Devecioğlu - Bilgin Ayata - Cemal Yardımcı Cengiz Algan - Döne Gündüz - Eren Keskin - Erol Özkoray - Ersin Salman - Gülten Madenli - Halil Berktay - Hürriyet Şener - İ.Bülent Gül - Laleper Aytek - Leman Yurtsever - Lily Keşiş - Mehmet Atak Mehmet Polatel - Murat Kuseyri - Müjgan Arpat - Nilgün Yurdalan Recep Maraşlı - Sabri Atman - Selay Ertem - Seyhan Bayraktar Şebnem Korur Fincancı - Ülkü Özakın - Ümit İzmen - Ali Ülger Kızılbaş Dergisi İşte soykırımı kabul eden ülkeler Uruguay (1965) - Kıbrıs Rum Yönetimi (1982) - Avrupa Parlamentosu (1987) - Arjantin (1993) - Rusya Federasyonu (1995) - Kanada (1996) Yunanistan (1996) - Lübnan (1997) - Belçika (1998) - Fransa (2001) İsveç (2000) - İtalya (2000) - İsviçre (2003) - Slovakya (2004) Hollanda (2004) - Polonya (2005) - Almanya (2005) Venezuela (2005) - Litvanya (2005) - Şili (2007) ermeni SOYKIRIMI kararı alan ülkeler ile tc. devleti hiç bir alanda ilişkilerini kesmemiştir. tam tersine ilişkilerini geliştirmiştir!?... kızılbaş - sayfa 26 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 H ASA N BiLD iRiCi runda mıdır? Soykırım suçlusu bir devletin suç ve günahlarını ne zamana kadar taşıyacağız? Soykırım Başka devletler tarihsel suçları karşısında diz çökerken aptal mıydı? kabadayılığı 1993 yılının kışında Paris'e yeni gitmiştim. Evsiz ve parasızdım, henüz Paris metrolarında kaçak çerez satmaya ve kaldırımlarda, Paris polisinin hiç bir meslek dalına sığdıramadığı poşet vakkumlayan mutfak aletiyle kimliklere plastik yapmaya başlamamıştım. Bir arkadaş, Türkiyelilere ait boş bir evin varlığından söz etmişti. Evi buldum, güzel bir evdi. Kirasının ucuzluğu dikkatimden kaçmadı. İki katlı evin alt katındaki zili çaldım. Evi kiralamak istediğimi söyledim. Kapıyı açan yaşlı amca, iki ortak arasında kan döküldüğünü ve evin kiralanamayacağını söyledi. Boş evin alt katında oturan ortaklar da evi kiraya vermiyorlarmış. Kanlı bir evde oturulamayacağını anlayıp, geri döndüm. Fransa Parlamentosu, "Ermeni Soykırımı olmamıştır," demeyi cezalandıran yasayı onayladı. Kendi vatandaşlarını soykırıma uğratmış soykırım suçlusu devletin mirasçıları Fransa'ya şimdi kabadayılık yapıyor. Elçiler çekiyor, ticari sözleşmeleri fesh ediyor, selamı ve sabahı kesiyor: "Daha sana çok şey göstereceğiz," diye de geleceğin tehditlerini gönderiyor. Garip bir psikoloji. Erkeklerini öldürüp, servetlerini yağmalamak, güzel kız ve gelinlerine el koymakla, insanlık tarihinin en büyük namusuzluğunu yaptığın halkın çocukları kendi davalarının peşini bırakmadıkça devlet olarak çıldırıyorsun. Hem namusuz, hem soykırımcısın. Birileri gelse Türkün evini, tarlasını, servetini yağmalasa; erkeklerini öldürüp kadınlarını da koynuna alsa bu namusuzluk olmaz mı? Eğer bu namusuzluksa; senin, kanlı mirasıyla birlikte devraldığın devletinin yaptığı da namusuzluktur. Sağa sola saldırmak, gelip geçene meydan okumak ve üç beş ticari sözleşmeyi feshederek tarihi soykırım ve namusuzluk suçundan kurtulamazsın. Bu durum, herkesin gözü önünde erkeği öldürdükten sonra karısına tecavüz eden katilin psikolojisine benziyor. Atalarınızın devrettiği bu psikoloji yöneticisi ve vatandaşıyla herkesi çıldırttı. Sen işlediğin suçun adını koyan her kişi ve ülkeye böyle rest çekersen, vatandaşın da işlediği bütün suçları inkar eder. Böylece devlet olarak suçlu ve inkarcı nesillerin yetişmesine önayak olursun. Böyle nesiller yetiştirmekle hiç bir sorununu çözemediğin gibi, çözülmesi gereken sorunların altında boğulur kalırsın. Kürdü, Türkü ve diğer toplumlarıyla Türkiye, iktidar ve servet düşkünü alçakların yüzünden yüzyılların suçları altında böyle kıvranmak zo- Dersim'de de soykırım gerçekleştirdiniz. Babalarını ve amcalarını öldürdüğünüz küçük kızların nineleşmiş hallerini basın Anadolu'nun köy ve şehirlerinden topluyor. Yani sizler, daha çok servet edinmek, daha çok yemek, daha çok maaş almak, çocuklarınıza daha çok servet bırakmak için soykırım suçlarınıza ortak olmak zorunda mıyız? Hayır, bugün Kürt olarak değil, soykırım savunucuları yüzünden tutar bir yanı kalmışsa Türk tarafımla yazıyorum. Dediğinize göre Türkler çok mertmiş. Türk ulusunun beynini zehirlemek için bastığınız tarih kitapları öyle yazıyor. Hatta bir Türk dünyaya bedelmiş... Eğer o kadar mertseniz, yetim bıraktığınız milyonlarca Ermeni ve Kürt çocuğun hatırına soykırım suçu karşında bir kez diz çökün. Ama yalan, hile ve kan üzerine kurulu iktidarınız, korkusundan diz çökemez. Bu korku, soykırım suçlusu iktidarı kaybetme korkusudur. Öyle ya, Kürt sorunun çözüldüğü, Toroslarda ve Kürdistan dağarında hayatın cıvıl cıvıl yeniden yeşerdiği bir zamanda, tarihsel suçlarından arınmış nesiller sizlerin kanlı ve karanlık iktidarlarınıza ihtiyaç duymayacak. Korkunuz bundandır. Çağ dayattıkça içinize kapanıp, suçlarınızın üzerine abanacaksınız... Ama kurtulamayacaksınız... Fransa'yı boşverin şimdi. Soykırıma uğrattığınız halkların yetimleri ve hesap soran yurttaşlık yakanıza yapışmış... Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz, onu söyleyin... Kaynak: rojevakurdistan.com kızılbaş - sayfa 27 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yargı 'soykırım'da zamanaşımına sığındı Namus: MESUT HASAN BENLİ Arşivi Fransa’daki ‘Ermeni soykırımını inkârı’ suç sayan yasaya tepkiler sürerken, Türkiye’de ise “Soykırım yapıldı” diyen bir avukat yargılandı. Yargıtay davayı ‘zamanaşımından’ düşürdü. Tarihçi Taner Akçam’ın açtığı dava üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini bildirmişti. 2004 yılından yapılan Ankara Barosu Genel Kurulu’nda, Avukat Medeni Ayhan bir konuşma yaptı. Ayhan, Türkiye’de Ermenilere yönelik soykırım yapıldığını öne sürdü ve Kürtlerin devlet kurma hakkını savundu: “Ermenilere bir soykırım yapılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu 1915’te Hamidiye Alayları ve İttihat ve Terakki kadrolarıyla 1.5 milyon Ermeni’nin katliamında rol almıştır. Mazlum ve güzel Ermeni halkının acısını paylaşarak, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Kürtler ayrı bir ulustur. Türkiye’de yaşayan 30 milyon nüfusu olan Kürt halkına hiçbir hak tanınmamaktadır. Ben Kürt ulusunun bir bireyi olarak ve Kürdistan’ın bir vatandaşı olarak konuşuyorum ve Kürtlerin devlet kurma hakkını da hukuksal bir hak olarak sonuna kadar savunuyorum.” Başbuğ şikâyetçi oldu Bu sözler nedeniyle, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı olan İlker Başbuğ, Ayhan hakkında suç duyurusunda bulundu. Ayhan hakkında, ‘Halkı sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, bölge ayırımı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmek’ suçundan dava açıldı. Davaya Bakan Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, söz konusu sözler nedeniyle özgürlükçü bir yorumda bulundu. Mahkeme, 2010 yılında verdiği kararında Ayhan’ın açıklamalarının düşünce özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetti ve Medeni Ayhan’ın beraatına karar verdi. Verilen kararı Cumhuriyet Savcısı temyiz etti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da hazırladığı tebliğnamede, yerel mahkemenin verdiği beraat kararının onanmasını istedi. Karar, temyiz incelemesi için Yargıtay 8. Ceza Dairesi’ne gönderildi. Davanın zamanaşımına girme ihtimali bulunması nedeniyle Ayhan geçen temmuz ayında, adli tatil öncesinde Yargıtay’a başvurarak, ‘davanın ivedi olarak görüşülmesi’ konusunda dilekçe verdi. Ayhan, “Türkiye’de Ermeniler’e soykırım yapıldı” demenin suç olup olmadığı hususunda bir içtihat oluşturulması gerektiğine vurgu yaptı. Ayhan’ın uyarılarına rağmen Daire, davayı öne almayarak, normal sırasında görüştü. Daire, esastan incelemesini yapmadan, davanın zamanaşımına girdiğine karar verdi. Avukat Medeni Ayhan, beklenen içtihadın oluşması halinde, bilim insanlarının Türkiye’de Ermeni soykırım yapılıp yapılmadığı konusunda daha rahat tartışma olanağına kavuşmuş olacağını söyledi ve “Ancak beklenen karar çıkmadı” dedi. AHİM’den Akçam kararı: 301 ifade özgürlüğüne engel Tarihçi Taner Akçam, AGOS gazetesinde yayımlanan “Hrant Dink, 301 ve Bir Suç Duyurusu” başlıklı makalesinde “Soykırım demek Türklüğe hakaret değil” görüşünü savunmuştu. Söz konusu yazı nedeniyle Akçam hakkında çok sayıda suç duyurusunda bulunuldu. Ancak savcılık yapılan suç duyurularına takipsizlik kararı verdi. Buna rağmen Akçam, hükümetin fikirlerini savunmayı sürdürdüğü takdirde hakkında adli soruşturma açılmamasını garanti edememesi üzerine, AİHM’de Türkiye aleyhine dava açmıştı. Başvurusunda 301. maddenin her türlü yoruma açık olduğunu ve ifade özgürlüğünü kısıtladığını savunan Akçam, maddede yapılan değişikliğe rağmen Ermeni soykırımı ile ilgili devletin resmi tezleri dışında bir görüş savunanlara yönelik yeni soruşturmalar açıldığına dikkat çekmişti. AHİM’de Akçam’ı haklı bularak, TCK’nın 301. maddesinin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini belirtmişti. Ali Kanlı Bir toplum içinde ahlak kurallarına beslenen bağlılık(?!) dogruluk, dürüstlük, İ ffet..... İffet : Sililik....... Sililik : Sil baştan, silâh, silâh başetmek, silâh başına , silâh çatmak................... İffet: cinsi konularda ahlak kurallarına bağlılık, Sililik(?!) yukarıdaki alıntılar türk dil kurumu sözlügünden alınma olup beni bağlamıyor DOĞRULUK, DÜRÜSTLÜK dışında .. Ve fakat: şu "Sililik" her ne karın ağrısıysa fena bozdu midemi. Doğru dürüst bir türkçe karşılığının olmaması da bir başka sorun. "Sililik: sil baştan, silâh, silâh başıetmek, silâh başına silâh çatmak" ....gelde anla anlayabilirsen İffet: cinsi konularda ahlak kurallarına bağlılık , Sililik(?!) kimin ahlaki? kim ve nasıl belirliyor kuralları? kaynağı nedir? kimdir söyleyen ve neyle doldurulmuştur içi? Örnegin; onlarca adam 13 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eder ve devlet bu adamları cezalandırmak bir yana ödüllendirir.. Bununla da yetinmeyip tecavüzü suç unsuru olmaktan çıkarmanın yollarını arar. Hay ben bu namusluluğun köküne kibrit suyu dökeyim .. Sakın bu SİSTEMİN insan bedeni üzerindeki kanlı diktatörlüğü olmasın!!!! Haydi kadınlar başlatın bir kampanya !!! Her ne ise bu" sililik ve iffet" zıkkımları çıkarılsın Lugattan !!!!!!!!... - Satılık Arsa: İzmir Çandarlı Dikili arasında Bimeyko sitesinde 378 m² imarlı ifrazlı köşebaşında 2,5 kat %20 müsadeli mustakil tapulu. fiyatı 40.000 tl. - Dikmen İlkerde 5 yıllık 4 katlı garajlı, depolu, ful yapılı. 3+1 139 m² 2. kat daire acele sahibinden satılık 175 tl. Telefon 0535 73 29 647 - Tekirdağı Marmaraereglisi Yeni Çiflik Köyünde 1600 m² arsa sahibinden satılık 65,000 tl [email protected] kızılbaş - sayfa 28 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MAZLUMDER ve İHD Uludere gözlem raporu: 'Yargısız infaz, toplu katliam...' [Sesonline] MAZLUMDER Genel Merkezi, MAZLUMDER Hakkari Şubesi, MAZLUMDER Diyarbakır Şubesi, İnsan Hakları Derneği (İH) Genel Merkezi, İHD Siirt Şubesi, İHD Mardin Şubesi, İHD Diyarbakır Şubesi, İHD Hakkari Şubesi, İHD Van Şubesi yetkililerinden oluşan bir heyet, 'Uludere Katliamı'nın yaşandığı bölgede incelemelerde bulundu ve bir gözlem raporu yayınladı. Raporda; "yapılanın bir yargısız infaz olduğu, öldürülenlerin sayısı itibariyle toplu bir katliam niteliği taşıdığı sonucuna varmıştır. Bu amaçla ulusal ve uluslar arası sivil toplum örgütlerinin incelemede bulunmak üzere duyarlılık göstermelerini, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin derhal heyet göndermesinin gerektiği, Türk medyasının “resmi kurumların yaptığı açıklamalar dışında” katliama basın etiği çerçevesinde yaklaşması ve kamuoyuna gerçekleri aktarması hususunda duyarlı olması gerektiği sonucuna varılmıştır" denildi. Tarihsel bir belge olarak, raporun tümünü yayınlıyoruz... ŞIRNAK İLİ ULUDERE İLÇESİ GÜLYAZI (BUJEH) VE ORTASU (ROBOSKİ) KÖYLERİNDEN 35 İNSANIN ÖLDÜRÜLMESİNE İLİŞKİN MAZLUMDER VE İHD ÖNİZLENİM RAPORU Olayın kamuoyunda duyulması üzerine İHD ve MAZLUMDER olarak Uludere ilçesine hareketle saat 17.00 sularında Uludere’ye varıldığında cenazelerin bir kısmının bulunduğu Uludere Devlet Hastanesine gidilmiştir. Hastanenin kalabalık, cenazelerin gruplar halinde gelişigüzel odalarda battaniyelere sarılı halde bekletildikleri, ailelerin de cenazelerin başında beklemekte oldukları görülmüştür. » 3. Olayın meydana geldiği yerin Gülyazı-Ortasu köylerine olan uzaklığının 1-1.5 saat olduğu, olayın meydana geldiği yerin TürkiyeIrak sınırının sıfır noktasında meydana geldiği, » 4. Olayda hayatını kaybedenlerin sınır ticareti (mazot ve gıda maddeleri) ile uğraştıkları, bunun uzun yıllardan beridir karakolun bilgisi dahilinde yapıldığı, özellikle son bir ayda karakol tarafından kolaylık ve müsamaha tanındığı, » 5.Jandarma Karakolunun 10 gün önce boşaltıldığı ve Gülyazı Alayına taşındığı, » 6. Olayda sağ kurtulan ve hastanede görüştüğümüz Haci Encü (19 yaşında) özetle şu beyanlarda bulunmuştur: Otopsinin yapılmakta olduğu yerin hastanenin kalorifer kazanı odasının bitişiğinde bodrum katta, salonun bir kısmının çarşaflarla kapatılarak ikiye ayrıldığı ve otopsinin perde arkasında yapılmakta olduğu, otopsi işlemlerine aileleri temsilen Şırnak Barosundan tek bir avukatın bulunmasına izin verildiği, iki savcının işlemleri yürüttüğü, saat 18.30 itibariyle sadece 6 cenazenin otopsi işleminin tamamlandığı tespit edilmiştir. Otopsi esnasında bekleyen ailelerden konu hakkında bilgi edinilmeye çalışılmıştır. » 1. Hastanede 38 cenazenin bulunduğu, olayın 28 Aralık 2011 günü saat 21.30 sularında meydana geldiği, » 2. Olayda hayatını kaybedenlerin yaş aralığının 12-28 yaş aralığı olduğu, maktullerin ağırlıkla 12-18 yaş aralığında oldukları, “28.12.2011 günü Saat 16.00’da 4050 kişilik bir grupla birlikte mazot ve gıda maddesi getirmek üzere yine bu sayıda katırla beraber sınırın Irak tarafına geçtik. Karakola özellikle bir bilgilendirme yapmadık ancak gidip geldiğimizi zaten biliyorlardı. Amacımız şeker ve mazot getirmekti. Hatta giderken İnsansız Hava Aracının sesini dahi duyduk ancak sürekli gidip geldiğimiz için yolumuza devam ettik. Akşam 19.00’da katırları yükleyerek yola çıktık. Saat 21.00 gibi sınıra yaklaştık. Bizim köyün yaylasına vardık, yayla tam sınırdadır. Orada önce aydınlatma fişeği ve akabinde de top-obüs atışı yapıldı. Biz yükümüzü sınırın diğer tarafında bıraktık. Hemen ardından uçaklar geldi ve bombardıman başladı, biz iki gruptuk, öndeki grup ile arkadaki grup arasında 300-400 metre mesafe vardı, ilk top atışından hemen sonra uçak geldi, askerler bizim yaylayı tuttukları için, bu tarafa geçebile- kızılbaş - sayfa 29 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ceğimiz başka yol yoktu, bu nedenle gruplar sıkışarak bir araya gelmek zorunda kaldı, sonunda iki büyük grup olduk, ilk uçak bombardımanında sınırın sıfır noktasında bulunan yaklaşık 20 kişilik grup imha oldu, hemen geriye kaçmaya başladık, kayalıklar arasında kalanların üzerine bomba yağmaya başladı, benim de içinde bulunduğum grup 6 kişiydi, bu gruptan 3 kişi kurtulduk, üzerimizde günlük sivil elbiselerimiz vardı, hiç kimsede silah yoktu, olay 1 saat falan sürdü, bir iki kişi 3 katırla beraber küçük bir deredeki suya girdik, bir saat bekledikten sonra bir kayalığın altına sığındık, arkadaşlarımızdan haber alamadık, saat 23.00-23.30 gibi gelen ışıklardan ve seslerden köylülerin geldiğini anladık, köylüler feryat etmeye başlayınca askerler tuttukları yerlerden çekilerek yaylayı da boşalttılar, çok uzun zamandır bu işi yapıyoruz, iki kişi evliydi, diğerleri lise ve ilköğrenim öğrencisiydi, henüz hiç kimse beni ifade vermem için çağırmadı, olaydan sonra hiç asker görmedim, kurtulan diğer 2 kişi ise Davut Encü (22 yaşında) ve Servet Encü (Şırnak Devlet Hastanesinde yaralı) dür." aynı güzergahın sürekli kullanıldığı ve güvenlik kuvvetleri dahil herkesçe bilindiği, kullanılan yolun patika yol olmadığı, yolun üstünde maden ocaklarının bulunduğu, TESPİTLERİMİZ: » 8. Cenazelerden otopsi sonucunda elde edilecek delillerin mevcut koşullar nedeniyle usulüne uygun şekilde alınamayacağı, bu nedenle delillerin karartılma ihtimalinin yüksek olduğu, » 1. Olayda tamamı sivil olan insanların öldürüldüğü ve yaralandığı, » 2. Olay esnasında gruba DUR ihtarı yapılmadığı ve uyarılmadıkları, hiçbir surette güvenlik güçlerine ateş açılmadığı, askerlerin de bireysel olarak ateş etmedikleri, olayda uçakların bombardıman yaptıkları ve ölümlerin bu nedenle olduğu, » 3. Sivillerin olay yerinde bulunan güvenlik güçlerince tanınan ve bilinen insanlar oldukları, güvenlik güçlerinin sınır ticareti nedeniyle yapılan bu gidiş ve gelişlerden haberdar oldukları, » 4. Tarafımızdan görülmemekle beraber görgü tanığının ve köylülerin anlatımından sınır ticareti için » 5. Resmi açıklamaları aksine olay yerinin Sinat- Haftanin olarak adlandırılan bölgeye uzak olduğu, saldırıya uğrayan bir grubun Türkiye tarafında olduğu bir grubun da Irak-Türkiye sınırının üstünde olduğu, » 6. Olaydan sonra hiçbir resmi kurumun cenazeleri almak için girişimde bulunmadıkları ve askerlerin olay bölgesinden tamamen çekildikleri, cenazelerin köylüler tarafından alınarak kendi imkanları ile Gülyazı köyüne getirildikleri, » 7. Hastane koşullarının otopsi işlemine elverişli olmadığı, cenazelerin gelişigüzel odalara bırakıldığı, cenazelerin akrabaları tarafından battaniyelere sarıldıkları, hastane personelinin yetersiz sayıda olduğu hatta gördüğümüz kadarıyla neredeyse yok denecek sayıda olduğu ve cenazelerin aileler tarafından otopsiye ve ambulanslara taşındığı, » 9. Hastanede heyetimiz tarafından görülen cesetlerin yanmış, iç organlarının dışarıda olduğu, çoğunun kafatasının parçalandığı, vücut bütünlüklerinin parçalanmak suretiyle bozulduğu, » 10. Olayda tahrip gücü çok yüksek, yakıcı nitelikte mühimmatın kullanıldığı, Heyetimiz daha geniş bir rapor ve ayrıntılı bir heyet çalışmasını gerektirecek bu olaya ilişkin olarak yapılanın bir yargısız infaz olduğu, öldürülenlerin sayısı itibariyle toplu bir katliam niteliği taşıdığı sonucuna varmıştır. Bu amaçla ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin incelemede bulunmak üzere duyarlılık göstermelerini, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin derhal heyet göndermesinin gerektiği, Türk medyasının “resmi kurumların yaptığı açıklamalar dışında” katliama basın etiği çerçevesinde yaklaşması ve kamuoyuna gerçekleri aktarması hususunda duyarlı olması gerektiği sonucuna varılmıştır..." Edinilen bilgilere göre, MAZLUMDER ve İHD heyeti, bugün de MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, MAZLUMDER Genel Koordinatörü Nurcan Aktay ve İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’ın da katılımı ile çalışmalarına devam ediyor. Bağımsız Sesonline. Net Başbakan TSK'ya teşekkür etti Başbakan Erdoğan, Uludere katliamına ilişkin "Genelkurmay Başkanlığımız inceleme başlattığını açıklamıştır. Genelkurmay Başkanı ve komuta kademesine bu konudaki hassasiyeti nedeniyle medyaya rağmen teşekkür ediyorum" dedi. kızılbaş - sayfa 30 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Örgüt Ahmet ALTAN Taraf Gazetesi Türkiye’nin en karanlık, en ürkütücü, en yasadışı örgütü hangisidir derseniz, “devlet” derim. Cumhuriyet tarihi boyunca bu kadar kan dökmüş, kıyım yapmış, katliam gerçekleştirmiş, cinayet işlemiş, açıkça “suç işlemek” için çeteler kurmuş bir başka örgüt yok. Yasaları yapmak ve uygulamakla yükümlü devlet, bir yandan kendi halkına karşı en baskıcı yasaları çıkartıyor, devlete büyük bir alan açıp halkı daracık bir çizgiye sıkıştırıyor, sonra da kendi yaptığı bu yasaların içine bile sığamayıp yasadışına çıkıyor. Çünkü “devlet görevlilerinin keyfince adam öldürmesi serbesttir” diye bir yasayı bizim ülkede bile çıkartmak mümkün olmuyor. Hâlbuki bizim devlet “keyfince” öldürmek istiyor, “devlet” olmaktan anladığı sonsuz bir öldürme özgürlüğüne sahip olmak. Böyle bir yasa çıkartamadığı için kendisi yasaların dışına çıkmakta bir beis görmüyor. Çağdaş dünyaya yaklaşıp, o dünyanın parçası haline gelmek istedikçe devleti arındırmaya uğraşıyoruz ama devlet kolayından arınmıyor. Aksine, kendisini arındırmaya çalışanları da suçun içine çekiyor. AKP, “halkı temsil ettiğini” söyleyerek, devleti “arındıracağını” vaat ederek işbaşına geldi. Ne oldu? Hrant Dink ve Behçet Oktay cinayetleri onun döneminde işlendi, iki cinayetin de gerçek “suçluları”bir türlü bulunamıyor; devlet bulunması için gayret göstermezken AKP iktidarı da devletle birlikte ayak sürüyor, “eski” devletin parçası haline geliyor. AKP’nin en çok boğuştuğu, siyasi iradesini ortaya koyarak üstüne gidilmesini sağladığı “devlet içi çete” hangisiydi? Ergenekon. Ergenekon’un başlangıç noktası ne? Susurluk Çetesi. Ayhan Çarkın, Susurluk’un ipliğini pazara çıkartacak açıklamalar yapıyor. Cevap olarak, onun suçladığı polisleri tutuklayan yargıç görevinden alınıyor, başka bir yargıç tarafından o polisler bir gece aniden serbest bırakılıyor. Ne iktidardan bir ses var ne de “devletin” medyasından. Medya tam aksine, Çarkın’ın açıklamalarını sulandırmak, önemsizleştirmek için elinden geleni yapıyor. İktidar ise bu konuya hiç girmiyor bile. Öldürülmüş onca insanın hesabını sormuyor. Çarkın, yaptığı açıklamalar hükümet ve medya tarafından küçümsendikçe açıklamalarını daha da hızlandırıyor. Son olarak dün CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’le dört saat konuştu ve yeni açıklamalar yaptı. CHP milletvekilinin, bir basın toplantısı düzenleyerek medyaya duyurduğu bu açıklamalarda Çarkın,“eski Susurluk ekibinin hâlâ görevde olduğunu, sadece artık infaz yapmadıklarını”söylemiş. “Tarık Ümit’i biz gömdük, gömüldüğü yeri biliyorum” dediği halde mezarı bulamayan Çarkın’ın daha önce gösterdiği yerlerde dört ceset bulunmuştu. “Ümit’in gömüldüğü yeri bulamadı, demek ki hiçbir şey bilmiyor” denecek bir durum yok ortada, daha önceki kazılardan çıkan cesetler ortada duruyor. AKP iktidarı ve onunla işbirliği yapan “devlet medyası” neden Susurluk soruşturmasının daha ileriye gitmesinden bu kadar endişeli? Dertleri ne? Hadi medyayı anladık, onlar devlete kapılanmışlar, birçok karışık işin içine girmişler, devletle ilgili hiçbir suçun aydınlanmasını istemiyorlar, AKP’ye ne oluyor? AKP, Susurluk’un suç ortağı değildi ki... Şimdi niye Susurluk soruşturmaları onu böylesine ürkütüyor? Yıllardan beridir hep aynı şeyi söylüyoruz, böyle giderse korkarım daha yıllarca da aynı şeyi söylemek zorunda kalacağız; “devletin içindeki çeteleri temizlemeden” Türkiye barışa, huzura, refaha kavuşamaz. Devlet içindeki çeteleri korumak, onlara dokunmamayı “siyasi bir manevra” sanmak, pimini “bir başkasının” tuttuğu bir el bombasını taşımak gibidir, pimi tutan istediği zaman onu çekiverir. Türk ve Kürt, Türkiye’de barışı, demokrasiyi isteyen her kim varsa bu çetelerle dövüşmek, onları geriletmek, devletin içinden ayıklamak zorundadır. Ayhan Çarkın anlatıyor. İktidar ve medya susuyor. Şimdi bir CHP milletvekili gidip Çarkın’ı dinledi, bakalım muhalefet partisi ne yapacak? Dersim’de yaptığını yapacak gibi duruyor. İktidar, muhalefet ve medya bu “çeteler” konusunda artık birarada, omuz omuzalar, çok arzuladıkları “birlik ve beraberliği” sağlamış gözüküyorlar. Onlar kalabalık. Biz azız. Azız ama haktan ve hukuktan yana olan biziz. Kâbe yolunda karınca değiliz biz, “varmasak” da diye çıkmadık yola, biz “menzil-i maksuda”erişeceğiz, bugün değilse yarın, insanlık tarihinde hakkın ve hukukun sonsuza dek yenildiği hiç olmadı çünkü. [email protected] Prens Sabahaddin: “ecnebi devletleri dahili işlerimize karışmaları her zaman reddedilmiş olmakla beraber, memleketimizde ecnebi müdahalesi olmadan ıslahat yapılabileceğni tastık etmeyiz. biz ancak ecnebi devletlerinden çekinerek bizimle beraber yaşayan hırıstiyanları muhafaza edebildik. ecnebi devletlerden korkmasaydık bütün hırıstiyanları, bilhassa ermenileri, tek bir kişi bırakmayıncaya kadar katlederdik...” kızılbaş - sayfa 31 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 OYAK'a Danıştay Operasyonu Danıştay saldırısı sırasında güvenlik kameralarındaki kayıtların silinmesiyle ilgili olarak yürütülen soruşturma kapsamında bu sabah saatlerinde İstanbul ve Ankara'da bulunan OYAK Güvenlik A.Ş. merkezlerinde arama başlatıldı. Savcı Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturmada dokuz kişi hakkında gözaltı kararı çıkartılırken Ordu Yardımlaşma Kurulu (OYAK) Genel Müdürü Şerif Coşkun Ulusoy'un da ofisinde arama yapılıyor. "TÜBİTAK ve Emniyet kayıtlaşrın silindiğini söyledi" Radikal gazetesinde yer alan habere göre, soruşturma, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) Danıştay saldırısına ait kamera kayıtlarının silindiğine dair tarafından rapor hazırlanmasıyla başlatıldı. TÜBİTAK'ın raporunun ardından soruşturma başlatan İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı, güvenlik kameralarına ait hard diskleri İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne gönderdi. Hard diskleri inceleyen emniyet, geçtiğimiz günlerde savcılığa gönderdiği raporda Danıştay binasındaki güvenlik kameralarının kayıt yaptığı hard disklerin bir bölümünün geri döndürülemez şekilde silindiğini belirtti. Bunun üstüne gözler Danıştay'ın güvenliğinden sorumlu OYAK Güvenlik A.Ş.'ye döndü. "Operasyon tahmin ediliyordu" OYAK'la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Yıldız Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi öğretim üyesi Dr. İsmet Akça, Ergenekon operasyonu kapsamında OYAK Güvenlik A.Ş.'ye yapılan baskını bianet'e değerlendirdi. "Ergenekon operasyonu her ne kadar enteresan şekilde ilerlese de bu operasyonun OYAK'a sıçrayacağı tahmin ediliyordu" diyen Akça, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Dilekçe Komisyonu'na OYAK'la ilgili hem kurum içinden hem de dışından çok sayıda şikayet ulaştığını ifade etti. Dilekçe Komisyonu'nun OYAK'la ilgili olarak kendisinden de iki hafta önce görüş aldığını söyleyen Akça, Komisyon'un yakında OYAK'la ilgili bir rapor hazırlayacağını belitti. "OYAK imtiyazlarını kaybedecektir" Danıştay Davası'nın, Ergenekon Operasyonu'nun ayrı mesele olduğunun altını çizen Akça, ordunun OYAK gibi büyük bir holdinge sahip olması meselesinin yarattığı komplikasyonların daha fazla kamuoyuna taşınacağını söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: * OYAK meselesinde pek çok komplikasyon var. Burada hukuki mi, siyasi mi bir süreç işleyecek bilmiyorum. Kanunla kurulmuş bir yapılanmadan söz ediyoruz ve mecliste kanun çıkarma şansına sahip iktidarın rahatlıkla müdahale edebileceği bir yapı. * Ayrıca Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) götürdüğü bir dava var. Önümüzdeki günlerde OYAK daha fazla gündemimize gelerek imtiyazlarını yavaş yavaş kaybedecektir. Ne olmuştu? 17 Mayıs 2006'da Alparslan Arslan tarafından Danıştay 2. Dairesi'nde gerçekleştirilen saldırıda Danıştay 2. Daire Başkanı Mustafa Birden ve Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin hayatını kaybederken üç üye yaralanmıştı. Alparslan Arslan, Ergenekon Davası ve Cumhuriyet Gazetesi'ne yönelik saldırı davasından yargılanmaya devam ediyor. (EKN) Eki n KARACA [email protected] BİA Osmanlı İmparatorluğu son 150 yılında bir çözülme sürecine girmişti. Bitmez tükenmez savaşlar, yenilgiler ve büyük insan kayıpları devletin devamı konusunda derin endişeler yaratmıştı. İmparatorluğu yıkılmasını önlemek için yapılan her girişim başarısızlıkla sonuçlanırken, iktidarı elinde tutan kadrolar, olan bitenden emperyalist güçleri ve onlarla işbirliği yapan azınlıkları sorumlu tutmak eğilimindeydi. Ama kaçınılmaz son geldi ve Osmanlı İmparatorluğu tarihe gömüldü. Cumhuriyet'in kurucularının neredeyse tamamı, Mustafa Kemal dahil olmak üzere, bu hezimetlerle dolu tarihin mimarı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyeleriydi. Daha sonra iktidara gelenler de onların ideolojik akrabalarıydı. Bu kadrolar 1923'ü bir sıfır noktası olarak gördüler, küllerinden doğan Zümrüd-ü Anka kuşu gibi bir 'Türk ulusu' ve 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti' imal etmeye soyundular. Bu iş için de tarihi ve tarihçileri kullandılar. Önce Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olmadığımızı öğrettiler bize. Sonra Harf Devrimi, Kıyafet Devrimi, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi icatlarla, bu kopuşu kesinleştirmeye çalıştılar. Bu amaçla bazı olaylar atlandı, bazıları küçümsendi ve çarpıtıldı. Bazı parçalar ise elden geçirildi, cilalandı ve öne çıkarıldı. Böylece ne Birinci Dünya Savaşı'na girişimiz, ne bunun ardından sökün eden Sarıkamış Faciası, ne Çanakkale Savaşı, ne 1915-1917 Ermeni Kırımı, ne Kafkaslar, Filistin ve Irak'ta yaşanan hezimetler, ne 'Arap İsyanı', ne Çerkez Ethem meselesi, ne Kürt isyanları, ne İstiklal Mahkemeleri, ne 150'likler üzerine konuştuk. Konuşmak isteyenler, kendisine öğretilenleri sorgulamak isteyenler yıldırıldı, susturuldu. Bu durum yakın döneme kadar kesintisiz sürdü. 1980'lerden itibaren küreselleşme ve bilgi teknolojilerinde yaşanan devrimler sayesinde, bilgi daha demokratik biçimde dağılmaya başladı. Türkiye de bu demokratikleşmeden payını aldı ve kendisine öğretilen tarihi de sorgulama ihtiyacı duydu. İşte bu kitap, Abdülmecid'le başlayıp İttihat ve Terakki'nin sonuna kadarki dönemin 'öteki tarihi'ne bakmaya çalışıyor. Yeni Osmanlılar aslında neyi kurtarmaya çalışıyordu, Abdülaziz nasıl öldü, Kıbrıs'ı nasıl kaybettik, Hamidiye Alayları'nın amacı neydi, 31 Mart Olayı'nı kim örgütledi, Abdülhamid nasıl halledildi, Babıali Baskını neyin miladıydı, Birinci Dünya Savaşı'na neden girdik, Sarıkamış Faciası'nda kaç evladımızı yitirdik, Ermenilerin tehcirine nasıl karar verildi, Cemal Paşa Arap milliyetçiliğini nasıl kışkırttı, Şerif Hüseyin'in İsyanı'nın arkasında kimler vardı gibi sorulara bugüne dek bize öğretilenlerden farklı cevaplar veriyor. kızılbaş - sayfa 32 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SEYİD RIZA ve DERSİM DOSYASINDAKİ BAZI AYRINTILAR ÜZERİNE - 1 Hovsep Hayreni 1937-38 Dersim jenosidi artık bütün boyutlarıyla tartışılırken, Seyit Rıza'nın idamıyla ilgili karanlıkta kalan yönler de sorgulama konusu oluyor. Bunlardan birisi Seyit Rıza'nın yaşının gerçekte ne olduğu ve kanunen belirli hangi yaş haddine rağmen nasıl idama götürüldüğüdür. Bir diğeri idamların ve mezarsız bırakma olayının tam o gece Elazığ'a gelen Atatürk'le ilişkisi, onun iradesinin rolü meselesidir. Bir öteki, yargı aşamasında Seyit Rıza aleyhine yürütülen karalama kampanyası ve kullanılan malzemelerin içyüzü konusudur. Daha başka irdelenmeye değer gizemli noktalar vardır ve yapılanların özü bazen ayrıntılarda gizli olduğu için bunların elden geldiğince aydınlatılması yararlı olacaktır. Bu yönlü kollektif çabalara bir katkı olması için dikkate değer bulduğum bazı bilgileri paylaşmaya ve değerlendirmeye çalışacağım. T. C. Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın özür konuşmasından sonra genişleyen tartışmaların Dersim'le de sınırlı kalmayarak tarihle esaslı ve bütünlüklü bir yüzleşmeye dönüştürülmesi için fikir bazında söylemek istediklerimi ise, bu ayrıntılar içine sıkıştırmak uygun olmadığından ayrı bir makaleye bırakıyorum. SEYİT RIZA'NIN YAŞINA IŞIK TUTAN ERMENİCE BİR BELGE Bilindiği gibi mahkemede Seyit Rıza'nın yaşı, düzmece tanık ifadesiyle küçültülmüş ve idam için geçerli üst sınırın altında sayılmıştır. Bu konuda değişik kaynaklar farklı rakamlar veriyor. Yasal üst sınır kiminde 75, kiminde 70 varsayılıyor. Seyidin yaşının ne kadar gösterildiğine gelince, bunun için de 70, 57, 54 gibi değişik rakamlar ifade edili- yor. Bu yazıyı kaleme alırken, sözkonusu muğlaklık nedeniyle, yasal üst sınırın 75 olma ihtimalini dikkate almıştım. Öyle olması halinde bile ceza kanunundaki yaş haddinin ihlal edilmiş olduğunu tanıtlamak üzere... Ancak daha sonra bir dostumun yönlendirmesiyle internette aramalar yapınca davanın görüldüğü dönem idam için geçerli üst yaş sınırının 65 olduğunu farkettim. Yapılan hukuksuzluğu daha da açık ve tartışmasız hale getiren o bilgilere yazının sonunda yer vereceğim. Seyit Rıza'nın yaşını gösteren güvenilir kayıtların yokluğu halinde yakın çevresinden yaşlı kişilere sorulması ve 80'lik bile gösteren yüz çizgilerine bakılarak vicdani davranılması beklenirken, oğlu yaşında birinin sözlü tanıklığı geçerli sayılarak mantığa bile sığmayan bir karar verilmiştir. Seyit Rıza, kendisini idama götürecek düzmece tanıklık üzerine mahkemede şu anlamlı ce- vabı verir: “Tanık benim büyük oğlumdan iki yaş küçüktür. Oğlumdan küçük biri yaşımı belirler ve yasa da bunu kabul ederse, benim itirazım olamaz...” (1) Yaşları ileri olan dört kişinin idam cezası hapise çevrilirken, Seyit Rıza sembol isim olduğu için farklı davranılmıştır. Tutuklanışından itibaren gazetelere yansıyan resimlerinden bellidir ve başka kanıt olmadan da yasal sınırı aşan bir yaşta asıldığı kestirilebilir. Ama yine de doğum tarihinin belirsizliğine sığınarak “ne malum?” diyecek olanlara tarih içinden o boşluğu dolduracak bir belge gösterebilmek farklı olur. İşte bu bakımdan önemsediğim ve burada kamuoyuyla paylaşacağım bir yazılı tanıklık var ki, Seyit Rıza'nın idam edildiği tarihte en az kaç yaşında olduğuna güvenilir şekilde ışık tutacaktır. Bu belge bizi Seyit Rıza'nın çocukluğuna götürüyor ve yılı, ayı, günü ile sünnet düğününe tanıklık ediyor. Yer: Kuzey Dersim'de Lertik. Tarih: 10 Ekim 1864. Dönemin Dersim liderlerinden Seyit İbrahim, küçük oğlu Rızo'nun sünnet düğünü vesilesiyle her taraftan gelen misafirlerini ağırlıyor. Böyle bir ayrıntının nasıl bilindiği ve hem de Ermenice olarak kaydedildiği biraz hayretle karşılanabilir. Ama gerçek. Seyit Rıza'nın aile tarihini akla getirecek türden olan ayrıntı, bölgenin siyasi tarihinden kesitler içinde babasının rolüyle bağıntılı olarak geçiyor. Yazarı Kevork Halacyan (1885-1966), yararlandığı kaynak ise dayısı Adom Garabedyan'ın 1850'lerden itibaren Erzincan-Balaban yöresi Ermeni halk önderlerinden biri olarak gözlemlerini kaydettiği elyazılı defterler. Kevork Halacyan kızılbaş - sayfa 33 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Halacyan'ın çalışmalarının yalnız bir kısmı “Dersim Ermenileri Etnografyası, I Bölüm” başlığı altında kitaba dönüştürülmüş. Fakat bu konu kitapta değil, Ermenistan Arkeoloji ve Etnografya Enstitüsü arşivindeki yayınlanmamış yazıları içinde yer alıyor. İlgili bölümün başlığı “Ermeni ve Kürt halkları tarihinden sayfalar, Ermeni ve Kürt halklarının dostluğuna dair hatıralar”. Bu başlık altında tanıklık edilen gelişmeler esasen Erzincan, Tercan, Ovacık, Pülümür çevrelerinde geçiyor. Alışılmış genellemeyle ve kısaca Kürt olarak sözü edilen halk, yazarın da ayrımında olduğu ve özgünlüğünü her vesileyle vurguladığı üzere çoğunluğu Zazaca konuşan ve Kızılbaş kültürüyle tanınan Dersimli Kürtler, kendi tabirleri ile 'Kırmanc'lardır. Adom Garabedyan 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı'nın yaptığı düzenlemelerle topraklarını yitiren ve yaşam koşulları ağırlaşan Ermeni köylüsünün Erzincan-Tercan hattında ağalara karşı mücadelesine öncülük ederken, Kıği, Palu, Çarsancak, Harput gibi yakın yörelerin benzer tepkilerini birleştirerek merkezi devlete baskı yapma yönünde arayışa girdikçe yürüttükleri anti-feodal mücadele ulusal bir nitelik de kazanmaya başlar. Ama bu yalnız Ermeni halkının değil, merkezi ve yerel otoriteler tarafından ezilen komşu halkların ve özellikle yakın bulunan Dersimli Kızılbaş Kürtlerin ortak mücadelesi olarak benimsenir. Adom Garabedyan'ın elyazılı bir çalışmasının başlığı “Ağaların ve Paşaların İstibdadına ve İşgalci Siyasetine Karşı Ermeni ve Kürt Halklarının Mücadelesi” şeklindedir. Diğer yörelerde bu mücadelenin karşısındaki yerel güçler genellikle Türk-Kürt Müslüman ağa ve beyler olurken, Adom Garabedyan'ın öncülük ettiği alandaki ezici yerel güç; Dersim Kızılbaş toplumunun bir parçası sayılan, fakat onun genel duruşundan farklı olarak Osmanlı'ya bağlılık gösterme yo- luyla büyük imtiyazlar edinen Balaban ve Çarekan aşiretlerinin nüfuzlu liderleri (Gulabi-zade Halil Ağa, Keko'nun oğulları İsmail ve Hasan Ağalar ile Şah Hüseyin Bey) olur. Bunların feodal zorbalığı karşısında Ermeni köylü hareketi bağımsız Dersim'in Şıh Hasanan, Abbasan, Haydaran, Demenan, Alan, Mirakyan gibi direnişçi aşiretleriyle birlik geliştirmeye önem verir. Bu saflaşma 1855-56 Türk-Rus savaşında tarafların tutumunu da belirlemiştir. Asker ve sırt hamalı olarak savaşa gitmek istemeyen Ermeni ve Kürt köylüleri dağlık mevkilere çekilip direniş gösterir. Ruslar karşısında yenilen Türk ordusu cepheden dönüş sırasında Dersim'i kuşatır, fakat işgal girişiminde başarılı olamaz. Savaş zamanı devletin işbirliğine çekmek istediği Dersim liderlerinden Seyit İbrahim bağımsız duruşundan taviz vermediği gibi savaş sonrası da bu tavrını sürdürerek 1860'larda Ermeni-Kürt ulusal mücadele birliğinin Dersim'deki en sağlam dayanağı olur. Devamında Osmanlı devleti çevre yörelerin işbirlikçi beylerine kaymakamlık ve benzeri mevkiler dağıtarak zayıflamış güçlerini berkitmeye çalışır. Bu ikinci evrede daha çekilmez hale gelen derebeylerin zulmü savunmasız köylüleri göçe sevkeder. Bölünmüş idari sınırlar içinde ayrı ayrı hak aramak imkansız olurken bütün yörelerin şikayetlerini birleştirip İstanbul'a heyet gönderme fikri gelişir. İşte bu aşamada yöre temsilcileriyle görüşme arayışına girilince Seyit İbrahim'in Lertik köyü (2) en uygun buluşma yeri olarak öne çıkar. Geniş temsilciler toplantısı için de küçük Rıza'nın sünnet düğünü doğal bir vesile yapılır. Bu anlatımın geçtiği pasaj Adom Garabedyan'ın el yazılı defterinden Kevork Halacyan'ın aktardığı şekliyle şöyle: “Bu ve benzeri bir çok fikir ve öneri getirildi bize 1864 güzünde. Dersim'e adam gönderip Reyberlerin Seyit İbrahim ve Çarsancak'ın dağ köylerindeki Ermeni ileri gelenleriyle görüşme, danışma ihtiya- cı duyuldu. Her zaman olduğu gibi Halcents Seko, Minasents Milletbaşı, Manugats Manuk Reis, Ğılot'un Hemo, İbrahim ve Karagözlerin Ali bu iş için görev aldılar. Dersim lideri Seyit İbrahim'in evinde on günden fazla misafir kalarak, bilahare daha geniş bir gizli toplantı örgütlemek için hesaba katılan herkesle görüşme ve konuşma imkanı bulmuşlar. Öyle göze çarpacak bir toplantıyı dikkat çekmeden yapmak Balaban'ın Surp Toros Vankı'nda yada Dersim'in bağımsız bölümündeki köylerden birinde mümkün olabilirdi. Balaban tarafı Çarsancak ve Çemişgezek temsilcileri için çok uzak kalacağından tercih edilmedi. Seyit İbrahim'in önerisi ile toplantı günü olarak 1864'ün 10 Ekim'i belirlendi. Toplanma yeri yine Lertik. Vesilesi ise Seyit İbrahim'in küçük oğlu Rıza'nın sünnet düğünü.” (3) İşte Seyit Rıza'nın sünnet gününe dair ilginç bilgi böyle bir bağıntı içinde geçiyor. Halacyan'ın kitabında yer alan Sünnet düğünü ile ilgili pasaj (Kevork Halacyan, Dersim konulu etnografik arşiv dizisi, XVI nolu fasikül, s. 1919 DİPNOTLAR: 1) Mehmet Bayrak, Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji Yazıları (1973-2009), s. 325 2) Lertik yada Lirtik: Ovacık’ın doğu sınırında Ağpanos vadisi etrafında bir dizi köyü kapsayan dağlık mıntıkanın adı. Aynı zamanda köy ismi olarak da kullanılır olmuş. Seyit Rıza’nın doğup büyüdüğü yer kimi kaynaklarda Lertik’in Deri Ari köyü, kiminde ise yalnızca Lertik olarak anılıyor. Eski haritalarda kayıtlı olduğu nokta bugünkü Yalmanlar’a çok yakın. 3) Kevork Halacyan, Dersim konulu etnografik arşiv dizisi, XVI nolu fasikül, s. 1919. Hovsep Hayreni yazısının çok uzun olmasından dolayı bölümler halinde yayınlayacağız Kızılbaş Dergisi kızılbaş - sayfa 34 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir “İttifak”ın Teori ve Pratiğine Dair Notlar: 4 TÜRKİYE’DE SOL DÜŞÜNCE VE ALEVİLER Murat Küçük „YOL KARDEŞİ“NE İLK UYARILAR! Yürükoğlu’na göre Aleviler ve işçi sınıfı müsahiptir ama, müsahipliğin gerektirdiği her alanda eşit olma önkoşulu burada aranmamaktadır. Bir tabiyet ilişkisidir söz konusu olan ve eğer Alevilik işçi sınıfının ideolojisine uygun stratejileri benimsemezse kendisini inkar etmiş olacaktır: “Günümüzde Alevilik ancak işçi sınıfına ve onun ideolojisine yaklaştığı, onunla kaynaştığı ya da onun dostu, musahibi olduğu oranda, kapitalizm altında da devrimcileşir ve yeni bir devrimci ömür ve işlev kazanır. Bu olmazsa , Alevi düşüncesi içinde milliyetçiliğin, dinciliğin ve devlete saygıcılığın giderek güçlenmesi ve bünyeyi ele geçirmesi kaçınılmazdır. Bu da 800 yıllık heybetli geçmiş adına, Hacı Bektaş’ın özgürlükçü, eşitlikçi öğretisi adına, adaletli bir yaşam uğruna can veren milyonlarca Alevi emekçi adına ne acı sondur.“ 66 Öte yandan işçi sınıfının ideolojisini benimsediğinde de devrim sonrası „varlık sebebi“ ortadan kalkacağından işler yine onun aleyhine gelişecektir. “Marksistler bir gerçeği iyi biliyorlar: Sınıflı toplum kalkmadan, tanrı-din vb., kalkmaz. Dolayısıyla, Alevilik, işçi sınıfının ve Marksizmin dostu olmazsa da sürer ve bir işlevi olur. Ama bu işlev artık ilerlemenin, gelişmenin öncü güçlerinden olmak değil, dinsel koyuluğa kaymak, düzeni korumak, ilerlemeyi engellemek olur“ diyen Yürükoğlu, Marksizmin dostu olmayan bir Aleviliği “yaşam felsefesi”nden süratle “din”e indirgemektedir.67 Sosyalizmi kurduktan sonra Aleviliğin akıbetinin ne olması gerektiği ifadede yeterince açıktır. Enver Hoca’nın Bektaşilerle diyaloğuna benzer bir “yol kardeşliği”dir bu. Sosyalist aydının Alevilere yönelik düşünce jimnastiklerinin müdahaleci özelliğine bir başka örnek Nefes dergisi yayın yönetmeni Esat Korkmaz’ın tanımlamalarında belirmektedir. Korkmaz, Alevi inanç öğretisini Yürükoğlu’ndan çok daha detaylı biçimde ve felsefi olarak Marksist bir içkinleştirmeye tabi tutarak “Aleviler için” açıklamaya girişmekte, Buyruk ve Velayetname gibi geleneksel metinleri “canlara yararlı olması” için “gerici” unsurlardan arındırarak yeniden düzenlemektedir.68 Tıpkı Kavga-Kervan çevresi gibi Korkmaz’a göre de Aleviler devletin oyunları nedeniyle son derece tehlikeli bir sınırda durmaktadırlar. Bu nedenle inançlarının “özünü” doğru anlamak zorundadırlar.69 Sosyalist aydının Aleviliği açıklama denemelerinde temel sorun dinin afyon olarak nitelendiğine dair kabulden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Aleviliği din ya da inanç olmaktan çıkartmak, en azından Korkmaz gibi “yarı ilahi bir ideoloji” ya da inanç kültür karışımı ilan etmek gerekmektedir.70 „Yarı ilahi ideoloji“ tesbitiyle onu din olmaktan „kurtaran“ Korkmaz’ın tesbitini ikinci etapta Aleviliğin Türkiye özelinde insanlık kazanımı olan ne varsa onun elde edilmesinde yadsınmaz payına ve ne denli çağdaş, modern bir kimlik olduğuna dair bir dizi “iltifat” izleyecektir.71 Ardından uyarılar gelir. Aleviler, Tanrı’nın, ancak kamil insan aracılığıyla öğrenilebildiği bir nesnel süreci „Tanrı-Doğaİnsan“ özdeşliğinde „materyalist“ bir açılıma dönüştürmekle, bilim dünyasına ve aydınlığa adım atmış olurlar. Aleviliği güncel kılan „soyut Tanrıyı insan donunda somutlaştıran“ bu materyalist özdür. Ancak, Alevilik “felsefesi”nin en can alıcı noktası,, onun aynı zamanda en zayıf halkasını oluşturmaktadır. Zira soyut tanrıyı insan donunda somut kılsa da bu nokta Alevilik için toplumsal insan bilinci ve akıl ürününün hasat alanı olabileceği gibi, „kutsal kökene atlama platformu“na da dönüşme tehlikesini barındırmaktadır. Öyleyse iki seçenek vardır Alevilerin önünde: „Ya felsefenin idealizm/inanç yanına ağırlık verilecek; din, kamil insanın yaşama görüşü olmaktan çıkarılacak kurgu ürünü Tanrı’ya teslim edilecek, bu yolla Anadolu yaratısı Alevilik/ Bektaşilik tarihe gömülecek ya da materyalizm yanına ağırlık verilecek; kutsal kökenle birleşme, birey/ toplum bilincinin kutsanması olarak algılanacak; insan ve toplum kendi kendisinin tanrısı olarak kendi kaderini kendisi çizecek/kendi kendini yönetecek; dünyayı Tanrı’nın “tasallutundan” kurtaracaktır.“ 72 Aleviliği reddeden 70’li yılların devrimciliğine karşı reel sosyalizmin çöktüğü 90’lı yıllarda, onun sosyalizmin özünü ihtiva eden bir „yaşam felsefesi“ olduğuna dair yaklaşımlarıyla Yürükoğlu, Kaygusuz ve Korkmaz Aleviliği sosyalist düşüncenin kabul edebileceği mümkünlükte bir teorik zemine oturtmaya çalışmaktadır. Oniki eylül öncesi din olduğu için reddedilen Alevilik, şimdi din olmadığı „tesbit“ edilmek suretiyle arkaik bir sosyalist toplum modeli olarak “övülmekte” ve 70’li yılların aksine onu izlemeye kararlı mensuplarına ittifak önerilmektedir. Eğer Aleviler bu ittifaka yanaşmazlarsa, Aleviliğe ihanet etmiş olmakla tehdit edilmektedirler. Aleviler Aleviliklerini inkar etmek, ondan vazgeçmek istemiyor, ona sadık kalmak istiyorlarsa mutlak surette sosyalist mücadele içinde yer almalıdırlar! SİVAS KATLİAMI’NDAN GAZİ’DE „HALK YAKLANMASI“ NA: DEVRİMCİ DURUM VE „İŞBİRLİKÇİ“ OLARAK ALEVİLER! Doksanlı yıllarda Alevi örgütlenmesinin seyrinde önemli etkiler yaratan Sivas katliamı (1993) ve Gazi olayları da (1995), sol fraksiyonlara göre tıpkı Maraş ve Çorum katliamları gibi, Alevilere değil devrimci ve demokratlara yönelik faşist saldırılardır. kızılbaş - sayfa 35- sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Katliamın birinci yıldönümü dolayısıyla kaleme alınmış bildirilerin birinde: “Oligarşik devlet Sivas’ta devrimci bir gelişmenin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla faşist ve şeriatçı güçlerini harekete geçirmiştir”.73 ifadesine yer verilmektedir. Katliam sonrası Aleviler arasında gözlemlenen hareketlenme ve protesto gösterileriyle dışa vurulan yoğun tepki „Alevi kitlesinin sınıfsal niteliğinden kaynaklanan devrimci potansiyel“ ile açıklanmaktadır. Gösteriler sırasında sol gruplara kendi pankartlarını açma izni verilmemesi ise Alevi örgüt yöneticilerinin “Alevicilik hesapları yapmak”, “devrimci potansiyeli pasifize etmek”, “Alevileri devrimcilerden uzaklaştırmaya çalışmak” ile suçlanmalarına giden yolu açmıştır. THKP-C HDÖ’nin yayın organı Kurtuluş Cephesi’ne göre: “Sivas Katliamı, devletin en küçük bir devrimci ya da ilerici bir faaliyete karşı nasıl bir tenkil politikası izlediğini açıkça ortaya koymuştur. Devrimciler bu gerçeği bir kez daha kitlelere anlatmak ve devrim güçlerinin saflarında örgütlenmek gerektiğini kavratmak zorundadırlar. Bunu yaparken, sorunun yalın bir dinsel mezhep sorunu olmadığı kesin olarak belirtilmeli ve dinsel görünüm kazandırma çabalarıyla mücadele edilmelidir.“74 Sivas katliamını devrimci gelişmeye yönelik bir saldırı olarak algılayan sol gruplar, katliam sonrası yapılan gösterilerde sergileyemedikleri „devrimci inisiyatifi“, Gazi Mahallesi Hacı Bektaş Veli Derneği’nce inşa edilen Cemevi’nin karşısındaki üç kahvehaneye yapılan saldırı sonrası dilediklerince gerçekleştirebilme olanağı bulacaklardı. Saldırının şokuyla sokağa dökülüp cemevi önünde toplanan insanları mahallede barikatlar oluşturmaya ve karakola yürümeye yönlendiren gruplar halkın polisle çatıştırılmasını önlemeye çalışan cemevi yöneticilerini “işbirlikçilik” ve “uzlaşmacılık” ile suçlamışlardır. Saldırı sonrası oluşturdukları Devrimci Komite’yle “fiilen bir karargah” durumuna getirdikleri Cemevi’nde konumlanan,75 “burjuvaziden sadece ‘cem töreni’ yapmakla sınırlı bir inanç özgürlüğü isteyip, halkın iktidarını istemeyen”,76 “devletle işbirliği içinde” devrimcileri dışlayıp “eylemin devrimci rotasını” saptıran Cemevi yönetimini devrimci müdahaleyle “etkisiz”leştiren,77 ajitasyon çalışmaları için istanbulun değişik semtlerinde Alevi derneklerini dolaşıp, gelişmeler hakkında bilgi edinmeye çalışan „kitle“ye ayaklanma çağrıları yapan 78 örgütler, saldırının Alevilere değil „emekçi halka“ karşı yapıldığı konusunda fikri sabittirler: “Saldırıyı sadece alevilere yönelmiş, ayaklanmayı da sadece Alevi kesimlerin protestosu gibi göstererek, söz konusu ayaklanmanın emekçi halklara dayandığı, ezilen sınıflar temeline oturduğu gerçeği çarpıtılmakta, tüm inanç ve uluslardan halkların ayaklanmadaki birliğine gölge düşürülmeye çalışılmaktadır.79 Devlet tarafından sınıf çelişkilerini gizlemek niyetiyle yapılan bu çarpıtmanın baş aktörleri “işbirlikçi Alevi ileri gelenleri”dir: “Aleviliği kendi çıkarları gereği, eşitlikçi, halkçı, isyancı özelliklerinden arındırarak cem ayininine ve tarikata indirgeyerek, dinsel yönünü temel hale getiren bu tuzu kurular, çeşitli Hacı Bektaş Veli dernekleri adına, ‘Aleviler hoşgörülüdür’, ‘Aleviler şiddet değil sevgi göstermelidir’, ‘Alevi sağduyusu’ demagojileriyle halkı afyonlayıp uyuşturmaya çalışmışlar, isyanı engellemek istemişlerdir.”80 Gazi olaylarında etkin sol gruplar, saldırıyı ve saldırı sonrası ortaya çıkan reaksiyonu alevilerle ilişkilendiren her türlü izahı tüm inanç ve uluslardan halkların ayaklanmadaki birliğine gölge düşürmekle suçlarken, sözünü ettikleri diğer inanç ve halkların değil, sadece aleviliğin devrimci ve isyancı özelliklerinin altını çizme gereğini sık sık duymaktadırlar. Buraya kadar hem fikir olan DHKC, MLKP-K, TKP-ML TİKKO, TDKP, TİKB, TKP-Kıvılcım grupları, Gazi’ de “devrimci durumun tahlili” ve bu devrimci durumun daha evvel hangi örgüt tarafından tesbit edildiği, kimlerin bu konuda hazırlıklı olduğu, Leninist Ayaklanma Stratejisi’nin kimlerce en doğru şekilde uygulandığı, barikatlarda esasen nasıl bir “savaş tarzı” geliştirilmesi gerektiği konularında birbirlerini suçlamakta ve alınması gereken derslere dair uyarılarda bulunmaktadırlar. DHKC, MLKP’nin, Gazi olaylarından kısa bir süre öncesine kadar yayın organlarında “Türkiyenin batısında devrimci durum yok, şovenizmin kitleler üzerinde etkisi büyük ve kitleler gerici propagandanın etkisi altındadır” biçimindeki yazılarıyla yaklaşmakta olan devrimci ayaklanmayı zaten göremediğini bu nedenle ona önderlik edecek bir konumda ola- mayacağını söylemekte. 81 MLKP-K ise devrim yolunun sınıfsal karşıtlıklardan ziyade “etnik ve mezhepsel iç savaşlar”la açılacağını kuruluş kongresinde tesbit etmiş olmakla övünmektedir. Kongre belgelerinden “devrimin olası gelişme çizgisi” şöyle aktarılmaktadır: “... Türkiye’yi antiemperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yol, burjuvazi-proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve sosyal karşıtlıklar yanısıra, fakat bunlardan daha çok, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişecektir.” Gönüllere ferahlık veren bu tesbit uyarınca MLKP-K “devrimin kaderini tayin edecek nihai çarpışmalar”ın şehirlerde verileceğini öngörmekte ve kendi görevini içsavaşları ayaklanmaya dönüştürüp devrimi gerçekleştirmek olarak belirlemektedir: “Kentlerin bu rolü devrimci proletaryaya nihai bir saldırı için, topyekün bir kent ayaklanmasına hazırlanmak görevini yüklemektedir. Bunu öngörmek, bugünden kentleri ve kentsel ayaklanmaları esas alan bir hatta örgütlenmemiz ve ilerlememiz gerektiğini de ortaya koymaktadır.” 82 Örgüte göre “Devrimci Gazi” bu “öngörü”ye uygun olarak kendi inisiyatiflerinde geliştirilmiş bir adımdır ve önemli deneyler kazandırmıştır. “Önümüzdeki dönemde daha bir çok Gazi’nin filiz süreceği ve Gazi deneyiminin aşılacağı kimse için bir sır olmamalıdır. (...) Komünist ve devrimci örgütler politik eğitim ve hazırlıklarını devrimci Gazi ve onun ekseninde gelişen ve sertleşen politik çatışmaların ışığı altında ilerletmek görev ve yükümlülüğünü omuzlarında taşımaktadır.” 83 DHKC ve MLKP-K’nin performansı bu örgütleri öteden beri “küçükburjuva devrimcisi” olarak suçlayan TKP İşçinin Sesi Grubu’nu da etkilemiş görünüyor. Daha önceleri Türkiyede “devrimci durum” olmadığı tesbitini yapan Grup, olaylar sonrası toplandığı belirtilen TKP (İşçi’nin Sesi)’nin Dokuzuncu Kongre Kararları’nda (Kendilerini asıl TKP’nin mirasçısı addettikleri için dokuzuncu!) Türkiye’nin aslında sosyalizme hazır olmadığı, ancak Kürtleri ve Alevileri hedef alan bir karşı devrimin yaklaşmakta olduğu, bunun da devletin Kürt sorunu nedeniyle girdiği krizden kaynaklandığı belirtilmektedir. Karşı devrimin girişimleri “Gazi di- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 renişi” gibi savunma patlamalarına yol açmaktadır. ve “bu savunma iyi örgütlenebilirse, bir anda karşı devrimi ezebilir, iktidar yollarını açabilir”! Mantığı kavramakta güçlük çekebilecekler için bir kez daha “yorumsuz” toparlarsak şöyle: “Gelmekte olan bir karşı devrim var ama bunun karşısındaki potansiyel örgütlenebilirse, Gazi direnişinin de gösterdiği gibi, saldırıyı püskürtebilir ve yerel ayaklanmaya dönüşen Gazi örneği tüm ülkeye yayılabilir. Demek ki, sosyalizme hazır olmayan Türkiye’de, ülkenin içinde bulunduğu koşullardan dolayı, devrimci güçlere iktidar yollarının açılabileceği bir durum vardır. Gazi ayaklanması gidişin tersine çevrilebileceğini gösteriyor.”84 Bu şahane analiz uyarınca TKP nihayet silaha sarılmayı da öğütlemektedir! Kavga, Sayı: 18, s.13, R. Yürükoğlu. Kavga, Sayı: 18, s.13. R. Yürükoğlu 1960’lı yılların sonlarında Fikir Kulübü ve Dev-Genç Yönetim Kurulu Üyesi Esat Korkmaz, 12 Mart sonrası THKP-C ve Dev-Genç davalarında yargılandı. 1974 affı ile cezaevinden çıktı. Babıali’de yazar ve redaktör olarak çalıştı. Alevilikle ilgili yazılarına 1990’lı yıllarda başladı. 1995-98 yılları arasında Nefes dergisi yayın yönetmenliği yaptı. “Dört Kapı Kırk 66 67 68 Nuran, sosyal çevresini daha bilinçli bir biçimde algılamaya başladığında 13 yaşındaydı. Nuran, birkaç yıl çalışıp varlıklı bir aile olarak memleketlerine dönme niyetiyle, 60’lı yılların başlarında yoğun bir ilgi gören ülkeye, yani Almanya’ya göç eden H. ve. M.’in 5 çocuğundan birisidir. Nuran’ın annesi ve babası o zamanlar pamuk tarlalarında yövmiyeyle çalışıyorlardı ve okur yazar değillerdi. Adana’da tablacı olarak çalışmış olduğu için, ailede sadece baba hesap yapmasını bilirdi. Aile içinde tanık olduğu birçok olayın sonucunda Nuran, benimseyemediği bir dünyadan kopabilmek için tek doğru yolun, bir eğitim sürecinden geçmek olduğunu farkeder. Nuran iri yapılı ve kaba tavırlı bir kız çocuğuydu ve bir gün kadın olmak zorunda olacağı düşüncesinden utanırdı; çünkü annesi sayesinde, bu dar yapılı toplumda bir kadın olarak varlık göstermenin ve zarar görmeden kendi yolunu çizmenin zorluklarını öğrenmişti. Başlangıçta babası karşı çıkmış olsa da direnip nispeten daha düşük düzeyli bir okuldan (Hauptschule) daha iyi bir okula (Gymnasium) geçmeyi başarır. Bu geçişle kendi dünyasının kapısını açmayı hayal ediyordu o zamanlar. Ancak kendi rızası olmasa da başkaları Nuran için farklı bir kapı açtılar. Bu ka- Makam” Şahkulu Sultan Külliyesi Yayınları, İstanbul, 1995. “İmam Cafer Buyruğu”, Ant Yayınları, İstanbul, 1997, Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi, Can Yayınları, İstanbul, 1999. 69 Esat Korkmaz, Dört Kapı Kırk Makam, Şahkulu Sultan Külliyesi Yayınları, İstanbul, 1995, sayfa: 8. 70 A.g.y. 10. 71 A.g.y, 14. 72 A.g.y, 18-19. 73 Kurtuluş Cephesi, Temmuz-Ağustos 1994. 74 Kurtuluş Cephesi, Temmuz-Ağustos 1994. 75 Barikat Günleri, Varyos Yayınları, İstanbul, Kasım 1995, s.113. 76 Gazi, Geceondulardan Geliyor Halk, Haziran Yayıncılık, İstanbul, 1996, s.226. 77 MLKP-K bu etkisizleştirme işleminin yeterince kararlı bir şekilde uygulanmadığından yakınmaktadır:“Cemevi, Devrimci Komite bakımından fiilen bir karargah durumundaydı. Ancak cemevi gerici yönetiminin devletle flörtü, uzlaşma ve kitleleri pasifist etkileme konusundaki girişimleri daha sert bir biçimde devrimci otoritenin egemenliğinde tutulmalıydı. Zira cemevi, Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Tanıtma Derneği yöneticileri, devletle yaptıkları telefon görüşmeleriyle faşist saldırı pının ardındaki manzara bugüne kadar yanıtlanmamış sorular barındırmaktadır. Annesiyle babasının ayrılmasının ardından Nuran 14 yaşında evlendirilir ve hayatında birçok dönüm noktası yaşar. - Nuran’ın diğer iki kardeşi, ilerleyen yıllarda kendi eşlerini kendileri seçme özgürlüğüne sahip olacaklardır. Yazar, yaşam öyküsünü tutkuyla anlatıyor. Her zaman savaşmaya değer yaşama dönük bir tutku. ÇÜNKÜ HERKESİN YAŞAMI KENDİNE AİTTİR! Yazar, yaşamımızın bir noktasında, kendi sorumluluğumuzu üstlendiğimizi ve yaşamımız üzerinde kimin ne kadar etkisi olabileceğini –bilinçli ya da bilinçsiz- kendimiz belirlediğimiz görüşündedir. Nuran Joerißen, bu kitabı için açıkça davetiye çıkarıyorlardı. Bu tür davranışlar devrimci otoriteyle mutlaka ezilmeliydi.” Barikat Günleri, 113-114. 78 “Gülsüyu’na polis güçleri yığılmıştı. MLKP-K’lı güçler Zümrütevler’de propaganda ve ajitasyon grupları oluşturarak kahvehanelerin, evlerin, esnafın dolaşılması biçiminde yoğun ve hızlıbir çalışma başlatmıştı. Buradaki çağrılarda Gülsuyu’nda yapılacak eylemin yeri ve zamanı anlatılıyordu. Pir Sultan Kültür Derneği’nde ve Pir Sultan Abdal Canlar Derneği’nde bulunan halka Gazi’deki durumu içeren bilgiler aktarılıyor ve eylem için çağrılar yapılıyordu.” Barikat Günleri, s.61. 79 Barikat Günleri, s.222. 80 Gazi, Gecekondulardan Geliyor Halk, s.221. 81 Gazi, s.257. 82 Barikat Günleri, s.140. 83 Barikat Günleri, s.143. 84 TKP Genel Sekreteri Veli Dursun’un 9. Kongre Açış Konuşması: “Gazi Direnişi Tüm Düşüncemizi Değiştirmiştir.” Kervan sayı:48, s.13. (devamı gelecek sayıda) Kaynak: Modern Türkiye`de Siyasi Düşünce, Sekizinci Cilt: Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007. yazmasının nedeninin, klişeleri arttırıp kadının toplumda ezildiğini yeniden vurgulamak olmadığına işaret etmektedir. Eserinin temel amacı, istediği sürece kadının ya da insanın içinde bulunan büyük gücü ortaya çıkarabileceği fikrine dayanmaktadır. İşletme okuduktan sonra yazar terapist olmak üzere bir eğitim sürecinden daha geçer, toplumsal siyasi aile yapılarıyla ve kadınların toplumdaki konumlarıyla ilgilenir. Yazar şöyle der: „Etkileşim sürecinde bir dizgenin üyelerine ait konumlar ve kadın-erkek konumları, bir erk oyunu doğrultusunda koşullanır. Bu oyunun kurallarını her iki taraf sadece yönetmez, aynı zamanda belirli bir bağlamda birlikte belirler. Bu, insanların ten renginden, kökeninden ve inancından tamamen bağımsız bir biçimde gerçekleşir. Bu eser karşılıklı tartışmanın kapılarını açabilir. Aynı zamanda, benzer koşullarda bulunmuş olan ya da bulunan tüm kadınlara, kendi edilgenlikleri ya da ‚erksizlikleri’ kapsamında kilitli kalmak yerine, farklı bir bakış açısı kazandırabilir. Çünkü hiçbir insan ‚erksiz’ değildir! (Çev.: Emra Büyüknisan) http://www.nuranjoerissen.de kızılbaş - sayfa 37 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni Kızı Ağçik ..................Yusuf Baği Peri Yayınları, İstanbul, 2007 112 sayfa, 13.5x 19.5 ebatında, ithal kitap kağıdı. Şiir, edebiyatı şekillendirme kalıplarının en güzeli olmaktan öte insan diline ait ifade gücü en yüksek olanıdır da. Onunla sadece şairin sanatsal becerisi değil, kullandığı dilin canlılığı da toplumun gösterdiği saygıdan tamamen bağımsız bir şekilde belirir. Onun için önünüzdeki kitapta derlenmiş olan ve ilk kez yayımlanan Sey Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım, estetik ve stilistik içeren ) bir belge olma özelliği taşır. Şairin anadilinin henüz resmiyette dil olarak bile algılanmadığı bir zamanda oluşmuş eserler olarak, Zazaca’nın muktedir ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Kitabı yayımlayana Sey Qaji’nin biricik eserlerinin unutulmasını önlediği ve kamuoyuna ulaşır kıldığı için içten bir teşekkürü borç biliriz. (Prof. Dr. Jost Gibbert) Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan çalışması sonucu, Dersim’in efsanevî şairi, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz Sêy Qaji üstüne derli-toplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy Qaji’nin 1860-1936 yılları arasında yaşadığı kabul edildiğine göre, demek ki bu çalışmayla,Dersim’in yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve siyasal tarihi gözler önüne seriliyor. (Mehmet Bayrak) ISBN : 978-605-4091-07-2 Tarih anılarda gizlidir. Her yaşanan trajedinin yazılışı, bir giz perdesinin aralanmasıdır. Gelecek için geçmişin ilmek ilmek aydınlanması, geçmiş ve geleceğe projektörün tutulmasıdır. Öznenin, doğal olanın, yaşananın ikirciksiz ve tüm sonuçlarını, olasılıklarını düşünmeksizin sergilemek, insan yaşamında ancak erdemlilik ile karşılığını bulur.. Eğer sağlıklı bir duruş yoksa, insan erdemliliğinden taviz vermemek mümkün olmaz. İnsanlık tarihinde, Anatolya, Trakya, Mezpotamya ve Medya ülkesi; insanlık, kültürler, halklar ve medeniyetler beşiği olduğu kadar, imparator ve diktatörler tarafından insanlık mezarlığı haline getirildiği, geri ve perişan hale itildiği unutulursa eksik tanımlanmış olur. İnsanın, insana ve doğaya karşı bu kadar amansızca kirletilmiş hale getirilmesi, hangi argümanlarla olursa olsun ideal ve erdemden uzaklaştırılmış insanlık olgusu ile tarif edilebilinir. Bu sonuçtan kurtulmak büyük bir emeği, eforu, bilinçli bir çabayı ve başarıyı gerektirir. Yusuf Bağı, mektep görmüş değil, ancak pek çok aydından daha fazla okumayı ve kitabı sever. Pek çok sözde bilim insanından daha sorgulayıcı ve öğrenmeye aşık bir insan. Bu sorgulama ve öğrenme güdüsü, onun sosyal, tarihsel ve olguların ardındaki nedenleri aramaya koyulmasına yetmiş. Demokratik toplumda kadına karşı tutum ya da kadının toplumdaki yeri; o toplum ve devletin ne derecede demokratik olduğunun ölçülerinden biri olunca, toplumumuzda kadınlara, özelikle Ermeni Kızlarına "Arçik"lere nasıl davranıldığına göz atmak gerekmez mi? Ermeni kadını "Noyan"ın Arçik kızı Meryem'n hikayesi ve bir kadın olarak tüm varlığı ile insanlık konusunda hassas ve haysiyetli olmasına rağmen, yalnız onun atalarını, akraba ve yakınlarını gözlerinin önünde öldürmeleriyle de yetinilmemiş, yanı sıra katliamdan kıl payı kurtulabilen "Ermeni Kızı Arçik" namı değer Mardinli Meryem'e sonradan da olmayacak insafsızlıklar etmişlerdir. Elinizdeki "Ermeni Kızı Arçik" bu yapılamayacak şeylerin izini sürmeye meraklı, okul yüzü görmemiş, her şeyi kendi çabasıyla öğrenme azmini göstermiş bir Kürt'ün; saf ve temiz hislerinin kağıda dökülmüş halinden ibarettir. Ancak yeni bir anlatımla karşılaşıp, size ve düşünüşünüze ters, yabancı ve sevmediğiniz bir hikaye ile de karşılaşabilirsiniz. Fakat ders çıkaracağınız çokça şey olduğu için ve zevkle irdeleyeceğiniz için de okumamanız mümkün görünmüyor. Elinizdeki kitabı okuduğunuzda sevmemenizi düşünmüyoruz. 50 TL. VE ÜZERİ ALIŞVERİŞLERİNİZDE KARGO ÜCRETSİZDİR. (YURTDIŞI HARİÇ) 50 TL. altındaki siparişler anlaşmalı olduğumuz MNG Kargo ile Türkiye’nin heryerine (dosya) tek fiyat 3.40 TL. + KDV (4.00 TL.) (Kitabın kalınlığına ve ağırlığına göre fiyat artışı olabilir.) kargo ücreti alıcı ödemeli gönderilir. (Yurt dışı gönderimleri Kıbrıs dahil 20 $’dan başlamaktadır. Kargo ücreti önceden talep edilir ve PTT ile gönderilir.) Pêrî Yay ınları Tel: 0216 - 347 26 44 GSM: 0 533 488 01 12 [email protected] kızılbaş - sayfa 38 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tanrı Yanılgısı "Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir Cemil Gündoğan`in yeni kitabı: Dönemeç Yazıları Vete Yayinevi'den çıktı! Kürt hareketi yakın bir zaman öncesine kadar, devlet ve hakim medya tarafından dış mihrakların Türkiye’ye karşı kullandığı bir güç olarak sunulurdu. Şimdilerde, giderek iktidarla muhalefetin birbirine karşı kullanmaya çalıştığı bir güç olarak işlem görüyor. Onun, Türk siyasal alanı-nın dışından içine doğru bu şekilde yer değiştirmesini mümkün kılan tek faktör, bu hareketteki iç değişim ve dönüşümler değildir. Türk toplumunda ve siyasetinde yaşanan derin yarılma ve çatışmalar ile Türkiye’nin dış dünyayla yaşadığı sorunlar da bu yer değiştirme üzerinde etkide bulunmaktadırlar. Cemil Gündoğan’ın bu kitabı, Kürt soru-nunu derinden etkileyen bu tür değişme, gelişme ve faktörleri analiz eden denemelerden oluşuyor. Bir kısmı ilk kez bu kitapta yayımlanan makaleler, Ergenekon davasından, yazarın deyimiyle " Avrupai Türkler"le "Asyatik Türkler" arasında yaşanan ayrışma ve çatışmaların Kürt hareketi bakımından yarattığı siyasi fırsatlara kadar görece geniş bir yelpazeye yayılıyor. Kürt hareketini ve Kürt sorununu, güncel siyasi çekişmelerin ötesine geçerek düşünmek ve tartışmak isteyenler için. Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni tarihi bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan tarihi bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün bunlar Son zamanlarda, Discover dergibilinmeden de Türk egemenliği tarihinin si, evrimi sert ve etkili savunduğu anlaşılamayacağını düşünüyorum. için Richard Dawkins'i "Darwin'in II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik Rottweiler"i anmaktadır. Hareketi" başlığınıolarak taşıyor. Ermeni ulusal hareketinin Türk,onu, Yunan, Kürt, Prospect oluşumu, dergisi ise (umberto Asur ilişkibirlikte) ve etkiEcoveveBalkan Noamtoplumlarıyla Chomsky ile leşimleri içinde çalışılıyor.biri dünyanın ilk ele üç alınmaya halk aydınından "Jenosit 1915" başlığını taşıyan III. bölüm, olarak seçti. Bu kez Dawkins keskin tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve sonuçzekâsını din üzerine çevirir, dinin halarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uytalı mantığını ve yol açtığı acıları ifşa gulanışı, Soykırım'daki siyasi, toplumsal ve eder. sorumluluklar; İttihat ve Terakki, kurumsal Teşkilat-ı Mahsusa, Hamidiye Alayları, Alman bu bölümün tartışEski Askeri Ahit'invarlığı, cinsiyet takıntılı tiratığı başlıklar. Bu bölümde düşünürlerince üç ayrı örnek nından, Aydınlanma olay üzerinde olarak durulmakta: müşfik (amaayrıntılı hala mantık dışı) Kutsal "Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşDüzenleyici olmasına kadar Tanrı'yı kisi", "Hacı Musa Bey prototipi" ve "Sabiha bütün örnek formlarıyla Gökçen olayı"... eleştirir. Dine ilişkin bütün önemli IV. bölümde "Kemalistargümanları İktidar ve Batıdidik didik eder ve doğaüstü bir varlığın Ermenistan'ın İşgali" başlığı altında, olamazlığını açık seçik Savaşı'nın ortaya koyar. Bolşevik Devrimi, I. Dünya sona ermesi, Sevrtarihsel ve Lozanve barış görüşmeleri ile Konuları çağdaş kanıtlargelişen süreçlerde Kemalist hareketin gelişla destekleyerek, dinin nasıl savaşı mesi, Bolşeviklerin ilişkileri, Kürt-Ermeni ateşlediğini, bağnazlığı kışkırttığını, ittifak arayışları, Kürt ulusal başkaldırılaçocukları istismar ettiğini gösterir. rının başlaması gibi olgular yer alıyor. Böyle yaparak, inancının sa"Cumhuriyet'in EtnikTanrı Yok etme ve Yayılma dece akil dişi (irrasyonel) değil, ayni Politikaları" başlığı altında V. bölümde zamanda potansiyel ölümcül Nasturilerin Hakkari'denolarak çıkarılması; "Mübadele" ile Ön Asya'daki olduğu seklinde zorlayıcıRum bir vardurum lığının silinmesi; Antakya'nın [Hatay] yaratmaktadır. ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip veDawkins'in tenkil"i, "Mecburi ve asimilasdini iskan" çürütmeye yönelik yon politikaları; "Varlık Vergisi", "Struma ateşli ve şiddetli tarzı, Kutsal Kitap'ı olayı", Türkiye'nin "Kristal Gece"si 6-7 Eylül delik deşik eden tutarsızlık ve zalimOlayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi likler durmadan dilealıyor. getiren, "mahagibi konu başlıkları yer retli tasarım"ın ya veda VI. bölümde "Sonuç" anlamsızlığı olarak "Soykırım Etnik etme Politikalarının can Yok çekişen Orta Doğu Tartışılması" veya Orta yer almakta.köktendinciliği karşısında Amerika Kitabın "İsmiolan Değiştirilen Yerletüylerisonunda diken diken herhangi biri şim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri" başlığı tarafından bağrına basılacaktır. taşıyan "Ek" bölümde, isimleri Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca, Süryanice, Arapça, Farsça öz anlamları verilmeye çalışılmaktadır." Bu dünyada bir dev var. Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir. Öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir. Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. Öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan daha iyi yüzebilir. Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada konuşulanları işitir. Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve dolu dizgin akıp giden suları durdurur. Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir; ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. Kimdir bu dev? Bu dev insandır. Acaba insan nasıl dev oldu, nasıl dünyanın efendisi oldu? Biz bu kitapta işte bunu anlatacağız. M. İlin – E. Segal direnenlerin torunu! yücel halis’i koçgiri kızılbaşlarının yüzakı! senin alişer’e, zarife’ye seyrıza’ya ugurladık! ali rıza koçgiri kızılbaş - sayfa 39 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Davul zurnayla askere uğurlandı, vicdani ret açıkladı Çorum yerel basını “Bak şu çapsıza!” başlıklarıyla haberi duyurdu… 01 Ocak 2012 Pazar 12:04 Aile, askerliğini yapmasını istediği Tüfekçi’ye bu yönde baskı da yapmıştı. Ancak Tüfekçi evden ayrıldıktan 3 gün sonra Çorum’da düzenlediği bir basın toplantısıyla ‘vicdani ret’ kararını açıkladı. Çorum yerel basını “Bak şu çapsıza!”, “Ne ayak Tüfekçi?”, “Çorum’dan ‘Vicdani Retçi’ çıktı” başlıklarıyla haberi duyurdu. Şimdi aile çocuklarının hayatından endişe duyuyor ama artık ona ve kararına sahip de çıkıyor. Kazım Birdal Tüfekçi 20 yaşında. Üç ay önce Bilecik 9. Jandarma Alay Komutanlığı’na askerlik hizmetini yapmak üzere çağrıldı. Açık lise öğrencisi olan ve çiftçilikle uğraşan Tüfekci, vicdani reddini açıklamaya karar verdi. Bu kararını ailesine açıkladı. Uzun süre annesinin kaygılarını gidermek için çalıştı. Bunu başaramayınca ailesine vicdani ret kararından vazgeçtiğini ve askere gideceğini söyledi ve ‘birliğine katılmak üzere’ ailesi ve akrabaları tarafından davul zurnayla uğurlandı. Bir süre sonra ailesini arayarak “teslim oldum” demesine rağmen, Tüfekçi Çorum’dan hiç ayrılmamıştı. 17 Aralık’ta Eşitlik ve Demokrasi Parti- Sarkis Hatspanian BİLGİLENELİM si Çorum İl Örgütü’nde düzenlediği basın toplantısında, “Savaşlarla, cinayetlerle, tecavüzlerle bezenmiş bir yolu yürüyoruz insanlık olarak. En mutlumuz gözlerini hiç açmayan. Kulaklarımızda hep günahsız ölenlerin çığlıkları. Yoruldum her cinayete ortak olmaktan. Siz bakmasanız da olur. Ben kaldırıyorum başımı” diyerek vicdani reddini açıkladı. Çorum yerel basınının buna tepkisi ise ağır oldu. Çorum gazetesi, “Bak şu çapsıza!” başlığıyla duyurduğu haberde “Kazım Birdal Tüfekçi’nin açıklamaları hem kendiyle çelişti hem de milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının milli manevi değerlerine hakaret niteliği taşıdı” denildi. Çorum Manşet gazetesi ise konuyu “Ne ayak Tüfekçi?” başlığıyla haftanın haberi ilan etti. Gazetenin ‘analiz’inde, “Daha önceden hazırlanmış metni ve kurgulanmış senaryoyu oynayarak medya üzerinden propagandasını yapmak isteyen bu tür organizasyonlara basın kuruluşu olarak prim vermeyi doğru bulmuyoruz” dendi. “Çorum’dan ‘Vicdani Retçi’ çıktı” başlığıyla bu habere en makul yaklaşan gazeteyse Yayla Haber oldu. HER ŞEYİ GÖZE ALDIM İstanbul, Ankara ve İzmir dışında bir ilde 6 yıldır ilk kez vicdani ret ilan edildi. Tüfekçi, Çorum’da vicdani retçi olmanın zorluklarını Radikal’e anlattı: “Basının beni hedef göstermesine şaşırmadım. Fakat ailem ve arkadaşlarım çok endişeli. Babam, belki tam olarak nedenini bile bilmeden, yüzünü insanlardan kaçırarak ağlıyor. Ancak annem, babam ve kardeşlerim ağlamasın diye başka annelerin başka babaların gencecik çocuklarını öldüremem. Arkadaşlarım bana çok destek verdi. Ben doğma büyüme Çorumluyum. Çiftçilikle uğraşıyorum. Köyüme gidip çalışmak istiyorum. Çorum’u terk etmek gibi bir düşüncem yok. Açıkçası zamanın başıma neler getireceğini de kestiremiyorum.” (radikal) Ünlü Fransız coğrafyacı Jacques Elisée Reclus’nün 1876 ile 1894 arası Paris’te yayımladığı ve 19 ciltten oluşan Nouvelle Géographie universelle adlı genişçe eserinin 1892 yılına kadar Ararat adlı aylık dergide kısım kısım basılan ve Paris’te yaşayan Ermeni bir ruhban tarafından Ermeniceye çevrilerek 1893 yılında Ermenistan’ın Vağarşapat şehrinde (Tüm dünya Ermenileri Ruhani merkezi Ana Kilise Eçmiadzin’in) matbaasında LAZİSTAN, ERMENİSTAN, KÜRDİSTAN – KİLİKİA, KÜÇÜK ASYA, MEZOPOTAMYA, ASURİLER ve FİLİSTİN adıyla basılan 148 sayfadan oluşan Ermenice kitabın 69-70.inci sahifelerinde yer alan ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan değişik etnisiteler hakkında çok önemli demografik bilgiler içeren verilerdir. Tüm Osmanlı sınırları içerisinde: 22 milyon 500 bin insan yaşamaktadır, Osmanlı Avrupa’sında: 4 milyon 500 bin insan, Afrika topraklarında: 1 milyon insan, Asya topraklarında: 17 milyon insan, Türkler: 8 milyon 950 bin, Araplar: 3 milyon 800 bin, Ermeniler: 2 milyon 520 bin, Elenler: 2 milyon 477 bin, Arnavutlar: 900 bin, Kürtler: 850 bin, Çerkesler: 550 bin, Kızılbaşlar: 335 bin, Bulgarlar: 350 bin, Maronitler: 312 bin, Dürziler: 280 bin, Kutso Vlahlar: 250 bin, Türkmenler: 250 bin, Kildaniler: 233 bin, Yahudiler: 158 bin, Suriyeliler: 73 bin, Sırplar: 50 bin, Çingeneler: 50 bin, Lazlar: 50 bin, Kozaklar: 30 bin, Yezidiler: 20 bin, TOPLAM: 22 milyon 488 bin kızılbaş - sayfa 40 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -4 Sait Çet i noğlu Bedirhan Hareketi sonrası evirilen yapı, direnişler ve Şeyh Ubeydullah Hareketi Sait Çetinoğlu Bu bölümde Nizip yenilgisinden sonra ortaya çıkan Bedirhan direnişinde olduğu gibi, Osmanlı’nın bir başka yenilgi sonrası ortaya çıkan Şeyh Ubeydullah Hareketine odaklanacağız. Ancak Şeyh Ubeydullah Hareketinden önce Kırım Savaşı sırasında Kürdistan’da meydana gelen bir harekete kısa da olsa değinmekte fayda vardır.[1] Bu harekete değinen çeşitli araştırmacılar Yezdanşer /İzzeddin Şer[2] Hareketinin Kürdistan’daki ilk halk hareketi olduğunda birleşirler. Bunu da Kürdistan’ın ikinci kez fethine karşı halkın tepkisinin dışavurumu olarak niteleyebiliriz. Hareketin başında Osmanlıların, amcası Bedirhan Bey’e ihanette ikna ettikleri Bohtan Beyi Yezdanşer' bulunmaktadır. Vaad edildiği gibi Kürdistan’a genel vali yerine mütesellim olarak tayin edilen Yezdanşer hayal kırıklığı içinde İstan­bul'dan ülkesine dönmüştür. Bunu kendisine ihanet olarak niteleyen Yezdanşer isyanla karşılık vermek ister. Yezdanşer, Kürdistan'da yeni ittifaklar kurduktan sonra, 1854 yılında ayaklanmayı başlatır. Harekete Hakkari'den başlayan Yezdanşer’in ayakalanması şaşırtıcı biçim­de büyür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bundan, Fethin halkın sırtına yüklediği külfetlerin etkisinin, halkın huzursuzluğunun büyük olduğunu çıkarabiliriz. Yezdanşer Bohtan'ı ve Musul'u işgal ederek Bağdat kapılarına kadar dayanır. Bitlis ve Van'ın işgali sırasında çok kan dökülür. Yezdanşer, Osmanlı asker ve görevlilerine çok kayıp verdirir. Harekete Ezidi Kürtleri'nin yanı sıra Ermeniler, Süryaniler, bölge Rumları da Kürtlerin yanında yer alırlar.[3] Bu durum fethin bir milliyet ve din ayrımı yapmadan halk üzerindeki baskısını ve halkın fethe karşı tepkisini doğrulamaktadır. Hareket 1855 yılında Kürdistan'ın tamamına yakın bölgelerine yayılır. Kürtler, güneyden yayıla­rak Erzurum ve Van üzerine yürürler. Fakat silah kıtlığı çekiyor, askeri güç olarak da yetersiz kalıyorlardı. Yezdanşer, bu sırada Rusya'ya haber göndererek birleşme ve yardımlaşma istediyse de bir cevap alamaz. Bundan son­ra Osmanlı hükümeti ve Yezdanşer arasında görüşmelerde, kendisine arabulucu rolü verilen İngiliz konsolosunun us­t aca bir tertibi ile Yezdanşer görüşmede tutuklanıp İstanbul'a götürülür. Bundan sonra da hareket başsız kalarak dağılır ve bu halk hareketi başarısız kalır.[4] Bohtan Emirliği birliği Yezdanşer’in de sürgün edilmesiyle dağılır. Yezdanşer direnişi esnasında sürgünde bulunan Man Mahmud ve Bedirhan Beylerin sıkı muhafaza edil­melerine özel bir gayret gösterilmiştir. “Kürdistan Valisi ve Anadolu Ordusu Müşirleri iki mirin firar edip mem­leketlerine dönmemeleri için her türlü tedbirin alınma­sını istemişlerdir. Dersaadet 14 M 1271 (24.09.1854) tarihli emirname ile Kürdistan'daki gelişmelerden dola­y ı Girit ve Silistre Valilerinden olası firarlara karşı sür­g ündeki mirler üzerindeki güvenlik tedbirlerinin arttı­r ılmasını istemiştir. Emirnameyi alan valiler gerek Han Mahmud gerek Bedirhan Bey'e karşı her türlü önlemin alındığını Dersaadete bildirmişlerdir.”[5] Kürdistan’da mirlerin yenilgisi ve emirliklerin dağıtılmasıyla birlikte, Osmanlı merkezi idaresinin yanında yeni bir iktidar odağı yükselir: Şeyhler. Bu, 1848 sonrası Kürdistan’da yeni bir dönemi işaret eder. Kürdistan şeyhler ve aşiret reislerine kalmıştır. Naci Kutlay Kürt şeyhleri ve daha önemsiz aşiret reislerinin sahne alışını Kürtlerin kaybettiği ve sultanın karşısında her şeye razı Kürt yöneticilerinin ortaya çıktığı bir sürece evirildiğine işaret eder: 19.Yüzyılın ikinci yarısında, yani Kürt Mirlikleri'nin ortadan kaldırılmasından son­ra, yerini, daha önemsiz aşiret reisleri ve şeyhlerin alışında, gelinen bu yeni dönemde, sosyal ya­şam ve Kürt istemlerinde büyük değişiklikler oldu. Kürt Mirleri'nin geleneksel bir konumları vardı. Komşu beylere ve Osmanlı Devleti'ne karşı nasıl bir tavır alacakları biliniyordu. En Önemlisi, bunların geniş yarı bağımsızlığa sahip oluşlarıydı. Oysa gelinen yeni dönemde, bu ye­n i küçük "ağa" ve "bey"ler güçsüzdüler ve devlete bağımlılıktan başka dayanakları yoktu. An­cak dini önderler, "1858 Arazi Kararnamesi"nden sonra elde ettikleri geniş topraklar ve göçen Ermenilerin el koydukları taşınır ve taşınmaz malları, onları bölgenin en nüfuzluları yapmıştı. Sultan'ın Panislamist görüşleri, bunların politik konumlarının güçlenmesine yardım ediyordu. Şimdi Kürdistan'da, eski mirlerin yerine, Sultana bağlı yeni Kürt yöneticileri vardı. Giderek, İs­lamlık daha çok öne çıktı. İmparatorluğun doğusundaki gayri Müslimlerin aleyhine ve Sultan'ın yararına olan bir sonuçtu bu...[6] Bu yeni durum bölge halkları için ayrı bir yıkım anlamına gelmektedir. “Kürt şeyhleri ve aşiret reisleri artık eskisi gibi takip edilmediklerinden hayat Ermeniler için daha da çekilmez bir hale geliyordu. Kürt aşiretleri 1847 ve 1854 olaylarında kendileri­ne vurulan darbelerden uyanmışlardı. Diğer taraftan büyük Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve güçlü bir Osmanlı ordusunun Kürdistan'daki varlığı, Kürtler'in bağımsızlık ve egemenlik istek­lerini ertelettiriyor ve bunun yerini bir nevi kadere boyun eğiş alı­yordu. Kürtler kendi dar yöresel hâkimiyetleri ile yetiniyor ve ta­lana, soygunculuğa, iç kavgalara devam ediyorlardı. Milli birlik bilinci ise büsbütün unutuluyordu[7]… Kürtler… Ermeniler'e kar­şı öyle bir sömürü siyasetine başladılar ki, bu baskı 1848'de önce­k ini aratacak güçlülükteydi.”[8] Bu dönüşümün Bölgenin otokton hak- kızılbaş - sayfa 41 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lar üzerindeki yıkıcı etkisi başka bir yazının konusu olmakla birlikte burada kısaca değinip geçelim: “Daha önceleri Ermeniler'in yerleşik olduğu bütün Ermeni böl­gesi herhangi bir büyük Kürt beyinin idaresi altındaydı ve bundan dolayı Ermeniler diğer aşiretlerin baskısından korunuyorlardı. Kürt beyleri Ermenileri sömürüyor ve bu sömürü babadan oğula berdevam ediyordu. Halbuki bu yeni koşullarda Ermeniler Os­manlı idaresine bağlı ve onlarla vergi veren bir duruma geçince, Kürtler Ermeniler'i Osmanlı'ya bağlı, sömürülmesi olağan fakat şimdi başkasına tabi olan bir kitle olarak görmeye başladılar.”[9] Artık Ermeniler Batı Ermenistan’da artan bir güvensizlik ortamında yaşamaktadırlar. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Bedirhanilere yeni bir fırsat sunar. Ancak Kürdistan’daki Şeyhlere sahne verildiği bu dönemde bu fırsat geçici bir durumdur. Osmanlı, 1877-78 OsmanlıRus Savaşı'nı kaybedince,doğal olarak savaşın cereyan ettiği Batı Ermenistan’daki/Kürdistan'daki egemen­liği de sarsıntı geçirir. Bunun sonucu olacak, Bedirhan Bey ailesinden Osman ve Hüseyin Bey'ler, Cizre'de baş kaldırdılar. Başlangıçta, kısmi başarıları oldu, ama, kısa sürede kaybettiler. Erzu­r um'daki Rusya Konsolosu General Obrmiller'e göre, Osman ve Hüseyin Bey'ler, Sultan 2. Mahmut ve Sultan Abdülmecit döneminde dedeleri Bedirhan Bey'in kaybettiği yarı bağımsız Mirliği geri getirmek istiyorlardı.[10] Savaş sonrasındaki bu geçici sarsıntı sırasında İkinci kuşak Bedirhanilerin sahneye çıkarak Emirliği canlandırmaya çalışmaları, Osmanlının sarsıntısı geçici olduğu gibi Bohtan Emirli­ğinin toparlanması da kısa ve geçici bir dönem olur. Ayrıca Bedirhaniler bu fırsatı da Osmanlı sayesinde ve Osmanlıya hizmetin sonucunda yakalamışlardır. Ancak fırsatı lehlerine çevirmeye ne kendi güçleri vardır nede reel-politik bu fırsatı gerçekleştirmeye müsaittir. “Savaş sıra­sında Bedir Han'ın oğulları Osman ve Hüseyin, paşa unvanı alarak komutanlığa getirilmişlerdi. Komuta ettikleri birlikler de, anlaşılan ağırlıkla Kürtlerden oluşmaktaydı. Osmanlı ye­ nilgisinin ardından, Kürt askerleriyle birlikte Botan'a dönen iki kardeş, emirliği yeniden kurmaya girişti. Yaşça daha büyük olan Osman Paşa, kendini mir ilan etti. Aşiretlerin çoğu, onu coşkuyla desteklemeye hazır görünüyordu. Daha sonraki dönemlere ait milliyetçi eğilimli kaynaklara göre Osman, se­k iz ay süreyle Çölemerik, Midyat, Mardin, Nizip, Zaho ve Amadiye arasında kalan geniş alana hükmetti. Gerçek bir hü­k ümdar gibi, adına hutbe okuttu[11]. Kısa sürede toparlanan Bo­t an emirliği, ayaklanmayı bastırmaya gelen Osmanlı birlikleri karşısında direnmeyi başardı ve Osman Paşa ancak hileyle esir edildi. Ama Osman'ın yakalanmasından sonra emirlik birliğini tamamen yitirdi.”[12] Kardam, Bedirhanilerin etkisizleştirildiği bu hilede Bedirhan Bey’in diğer oğullarının yer aldığını arşiv belgelerine dayanarak nakleder: 1879 yılında, Sultan Abdülhamid Bedirhan Bey'in diğer oğullarından bazılarını araya sokarak, ayaklanmanın liderleri Hüseyin Kenan ile Osman beylere anlaşmazlıkları görüşmeler yoluyla çözme önerisinde bulunuyor. Padişahın vaatlerine kanan Bedirhan Bey'in iki oğlu Osmanlıyla görüşmeye başlayınca, Osmanlı yönetimi Hüseyin Kenan Bey'i yakalamayı başarıyor. Mehmed Salih Bedirhan, Sultan Ab­dülhamid'e aracılık eden Bedirhanlardan birinin, Bedirhan Bey'in oğullarından Bahri Bey olduğunu söylemektedir. Peki, diğerleri kimlerdi? Sultan Abdülhamid'e elçilik eden bir diğer Bedirhan'm Necib Bey olabileceğini düşünüyorum. Nitekim, 17 Temmuz 1897 tarihinde Necib Bey'in ‘bir memuriyete kaydırılması’ isteniyor.Necib Bey'in sicilinde, 1879 yılında, 15.000 kuruş gibi oldukça yük­sek bir harcırahla ve özel bir görevle, birkaç aylığına Van'a gönde­ rildiği belirtiliyor.10 Eylül 1897 tarihli bir başka arşiv belgesinde, ‘Kürdistan Havalisi Kuvve-i Askerisi Kumandanlığına Samim Paşa'nın tayin edilmesi ve maiyetine Bedirhan Paşazade Necib ve [isyana kardeşleriyle Abdülhamid arasında aracılık yapmış olan] Bahri Beylerin[13]’ verildiği belirtiliyor.[14] Artık Bedirhan Bey ve sonrasındakilerin bağımsız monarşiler kurma çabaları sona ermiş Kürdistan yeni bir yapıya evirilmiştir. Şimdiye kadar Bedirhan Bey Hareketi ile ilgili söylediklerimizi kısaca özetlersek: Bedirhan Bey’in direnişine bir Kürt isyanı denebilir ama ulusal uyanışın eseri değildir.Bir halk hareketi olduğu da kuşkuludur.Bölgedeki iktidar boşluğunu Bedirhan Bey doldurmayı denemiş ve başarılı olamamıştır. Bedirhan Bey’in Bağımsız Kürdistan emeli olduğuna dair bir konuşması ve yazışmasına rastlayamadık. Bu konudaki söylenceleri de doğası gereği kuşkulu bulup itibar etmedik.[15] Bize göre O kendisi için ya da bir başka deyişle Hanedanı için bir iktidar peşindedir. Bağımsız Kürdistan’ı, Kürtlerin birliğini ve ulusal talepleri dillendirmek Şeyh Ubeydullah’a nasip olacaktır. Kürt araştırmacı Celilé Celil, Doktora tezinin konusu da olan Şeyh Ubeydullah ayaklanmasıyla ilgili incelenmesinde[16], Şeyh Ubeydullah Hareketine odaklanıp, ayaklanma ile ilgili önemli bilgi ve belgeleri paylaşarak ayaklanmanın önemini gün ışığına çıkarır. Şeyh Ubeydullah etkin bir dini önderdir. İyi bir medrese eğitimi görmüş ve döneminin Nakşibendi tarikat şeyleri arasında ilk akla gelenlerdendir. Hans-Lukas Kieser de Şeyh Ubeydullah Hareketi ile ilgili olarak “Doğu Vilayetlerindeki Ermeni azınlığa koruma ve reformlar vaat eden 1878 Berlin Kongresi’nin ardından ilk defa- Ubeydullah İsminde- bir şeyh tarafından ve ilk defa Kürtler tarafından ulusal taleplere benzeyen bir şeyler barındıran bir kürt isyanı patlak verdi”[17] sözleriyle Ubeydullah hareketinin öncekilerle olan farklılığının altını çizer. Minorski de Kürler ile ilgili incelenmesinde hareketin ulusal karakterini vurgular: “1880 yılında Şeyh Ubeydullah hareketi oldu. Bu ihtilalin başındaki Şeyh Ubeydullah’ın Kürdistan üzerinde geniş etkinliği vardı. 1878 savaşında Şeyh, Osmanlılara yardım da etmişti. Osmanlı yönetimini beğenmeyen Şeyh’in gerçek amacı bağımsızlık ilan etmek, ulusal bir hükümet kurmaktı.”[18] Celil, ayaklanma ile ilgili Nehri’de düzenlenen toplantıda 5 şeyh, 21 halife, 42 mirza ve 68 bey’in hazır bulunduğunu belirterek, bu toplantıda en geniş temsilin gerçekleştiğini ifade eder. Celil, Toplantıyı yorumlarken Şeyh Ubeydullah’taki Bağımsız Kürdistan fikrinin altını çizer. “Nehri'deki [ayaklanmayı] kararlaştırıcı son toplantıda Şeyh, Kürtler üzerindeki iktidar hakkını, kısa­ca, Türk sultanlarının bir zamanlar, hilafet unvanına konarak dini iktidar hakkı altında, tüm iktidarını Kürtler üzerine zorla dayatmış olmalarıyla açıklıyordu. Ubeydullah, bağımsız bir Kürdistan kurulmasının zorunluluğuna değinerek doğal ola­rak, boyunduruk altında tutanlara karşı ayaklanma çağrısı yaptı. Amansız Türklere daha fazla sabredemeyiz, onların boyunduruğunda kaldığımız yeter! Kurtulmamız lazım! diye sesleniyordu. Kürtlerin düşmanları arasında Türk hükümeti­n in yanı sıra, İran hükümetini de gösteriyor, Bu iki hüküme­t, bizim gelişmemize engel olan sülüklerdir diyordu.”[19] Toplantıda hareketin stratejisini çizer Bağımsız Kürdistan hareketi iki aşamalı bir plan dahilinde gerçekleştirilecektir: “Daha sonra, Ubeydullah ayaklanma için yeni planını açıklamıştı. O, bu dönemde, hareketin geliştirileceği yer ola­rak İran'ı gösteriyor[20], akıllılığın kızılbaş - sayfa 42 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 uygun anın elden kaçırılma­ması olduğunu söylüyordu, uygun an ise, İran'ın içinde bu­lunduğu siyasi ve ekonomik durumdu. O, görüşüne gerekçe olarak şunu diyordu; Şu anda Farslar tüm kuvvetleriyle Türkmenlere karşı savaşıyorlar: bu şimdi, İran'a girmemiz için en uygun dönem olduğu anlamına geliyor. Farslar, Türk­menistan'la savaş halinde olmasalar dahi, onlardan korkma­ mamız gerekir. Çünkü, İran ancak, yüz bin asker toplayabilir, bunun yarısı da zalim hükümet tarafından ezilen Kürt soy­d aşlarımızdır. Kürtlerin, Türk egemenliğinden kurtarılması sorununun hareketin ikinci aşamasında çözülmesi gerekiyor­du.”(s 86) Batı Ermenistanda / Kürdistandaki şeyhlerin öne sürülmesi ve yetkilendirilmesi sürecinin bir parçası olan Şeyh’e Hac dönüşü Osmanlı tarafından yetkilendirilip görevlendirilmiştir. Araştırmacı M. Kalman, “Osmanlılar, Kürtleri yenilgiye uğrattıktan sonra bölgedeki yöneticileri değiştirerek Şeyh Ubeydullah’ın ailesine yetki verilir.[21]” Diyerek yeni süreci şekillendirecek bir yönetici olarak Kürdistan’a gönderildiğini kaydeder. Şeyh bu yeni dönemde kariyerine Osmanlı-Rus savaşında başlamıştır. Celil, Şeyh’in bu savaşta rol almasını dini ve politik gerekçelere bağlar. Osmanlı 1877’de Rusya ile savaşa başlarken, ordusu savaşa hazırlıklı değildir. Asker, teçhizat ve cephane yetersizliği his­settmektedir. “Ordu komutanıFaik Paşa, Van'da, 6000 kişilik ordu yerine, sadece 370 yarı giyili asker,çoğunluğu atsız olan bir topçu süvari bölüğü ve bir dağ bataryası bulmuş ol­duğunu yazıyor. 1877 yılında durum biraz değişmişti. Büyük bir etkiye sahip Kürt önderi Ubeydullah'ın savaşa ka­t ılmayı kabul etmesi, pek çok Kürt'ün Türkiye tarafında sava­şa girmesi demekti. Erzurum Konsolosu İvanov'un Bothan Kürtleri üzerine notlarında yazmış olduğu gibi, ne Ubeydullah'ın kendisi, ne dedesi Şeyh Hüseyin, ne babası Şeyh Taha Ruslara karşı hiç bir zaman düşman olmamışlardı, tam aksi­ne, bunlar, Türkiye'ye karşı daima muhalif olmuş, hükümete karşı ayaklanmış olan Mezopotamya hükümdarlarını sürekli savunma ve koruma altına almışlardır. O halde, Ubey­dullah'ın Ruslara karşı savaşa girme rızasını nasıl izah etmek gerekir? (s 40-41) Sözleriyle sorduğu soruyu Celil, Şeyhin bu tavrının dini görevler yanında siyasi gerekçeler taşıdığının büyük bir ihtimalini öne çıkararak cevaplar: İmparatorluğun doğu kesimindeki halk üzerinde Rus et­k isinin güçlenmesine izin vermemek için Türkiye, "gazavat" inancı için cihad-i mukkades ilan etti. En büyük Müslüman tarikatlarından birinin başı olan Şeyh Ubeydullah'ın[22], doğal olarak, bu çağrıya cevap vermesi gerekiyordu. Çok geçmeden kendisine sadık müridleriyle birlikte, askeri hareketlerin baş­ladığı cephe hattına yakın, kuzeye geçti. Bu tavrının siyasi gerekçeler taşıdığı büyük bir ihtimaldi; Etkinlik alanlarını genişletmek, gelecekteki Türk aleyh­t arı planlarında kullanabilmek üzere şimdiden Kürt müfreze­lerinin başına geçmek, Rusya ile Türkiye arasındaki savaştan bu planlar doğrultusunda yararlanmak... (s 41) Osmanlı Ordusunun talan düzenine göre örgütlendiğini ve bu bütün Osmanlı- Rus Savaşının genel karakteri olarak belirir.[23] Bu Savaşın Ermenistan topraklarında geçmesi de ayrı bir trajik boyuta işaret eder. Şeyh Savaşta başarılı olamayarak geri çekilir. Türk iktidarı bilinçli olarak, orduyu doğ­r udan ahalinin soyulması, direniş gösterenlerin tehdit ve cezalandırılması için kullanıyordu. Bu amaç doğrultusunda, düzenli olmayan askeri kuvvetleri ve bilhassa Kürt müfreze­lerini de kullanmaya çalışıyordu... Ayrıca, düzensiz birlikler, Rusların yan ve ileri müf­reze kollarına yapılan ani saldırılarda da kullanılıyorlardı. Ancak, Kürtler pek askeri hareketlere katılma yanlısı değiller­di. Bu nedenle, daha savaşın ilk günlerinde, Kürtler yönetici­ leri şeyhlere karşı itaatsizlik göstermiş, ilk uygun fırsatın el­lerine geçmesiyle silah ve askeri teçhizatla birlikte savaş meydanını terk etmeye başlamışlardı.17 Temmuz 1877 tarihinde Faik Paşa'nın Muhtar Paşa'ya göndermiş olduğu telgrafta. Şeyh Ubeydullah'a bağlı Kürtle­r in iaşe yetersizliği ve maaşların ödenmemesinden ötürü çeki­lip gitmeye niyetli olduklarına dair endişeyi dile getiriyordu. Onlar, eski silahlarını bırakıp yerine yenilerini alarak gidiyorlardı. Çok geçmeden Kürtler tüm müfrezeleri terk etmişlerdi… Bu durum, Ubeydullah'ı kuşatmayı kaldırarak, kendi başına Bargir'e geri dönmeye zorlamıştı. Kürtlerin Türklerden yana çarpışmayı doğrudan reddetme olayları çoktu. Bunlar arasında Rus ordusuna girmek isteyenlerin sayısı da az değildi. Kafkas Cephesindeki çarpışmaları bizzat gören İngiliz Komutan'ı Norman, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı üzerine yapmış olduğu çalışmasında; Kürtlerin savaşta pasif davranmalarıyla Türklerin umduklarını boşa çıkarmış olduk­larını yazıyor.( S 42-43) Seyh, Savaş sonrası Hac ziyareti için mekkeye gider. Dönüşte İstanbul’da birtakım görüşmeler yaparak Şemdinan’a döner. Garo Sasuni, Şeyh Ubeydullah hareketine odaklanarak hareketin nedenleri ve sonuçlarını irdelediği incelemesinde; Şeyh’in İstanbul’daki temasları sırasında Abdülhamid tarafından görevlendirildiğinin altını çizer.[24]: Şeyh Ubeydullah hareketinin nedenini ve içeriğini birkaç cüm­le ile aydınlatmaya çalışalım. Mekke dönüşü 1880'de İstanbul'da Sultan Hamid tarafından büyük bir ihtişamla kabul edilir. Sultan ona birçok hediyelerle bir­likte talimatlar verir. Tahta çıktıktan sonra Sultan Hamid bir Pan­islamizm siyaseti benimsemişti ve Halifeliği de kullanarak gücü­ nü o ideolojiye yöneltmişti. Bu görüş açısından Şeyh Ubeydullah hunhar Sultan'ın elinde, aynı zamanda üç amacını gerçekleştire­bilmesi bakımından önemli bir vesile idi. 1 - Sultan, Kürtler'i ayaklandırarak Ermeni vilayetlerini hara­beye çevirmek suretiyle öncelikle Kürtler'e karşı yönelik olan reformları suya düşürmek amacındaydı. Bu reformlara karşıydı, çünkü, başı boş Kürtler'in önüne geçilecek ve böylece ülkenin içinde Ermeni ve diğer Hıristiyan unsurlar hakim duruma gelecek­lerdi. Sultan Şeyh'e geniş bir Kürt birliğinin teşkil edilmesini öne­r ir, Ermenistan'ın Kürdistan olarak adlandırılmasına karar verir ve Ubeydullah'a Kürt kuvvetleriyle Ermeni bölgelerine sefer ederek, Ermeni ve Süryaniler'i kılıçtan geçirme hakkını tanır ve bu konu­d a ona emir verir. 2 - Sultan'ın amaçlarından ikincisi de aynı derecede önemliy­di. Çünkü, Sultan Kürt beyleri hesabına şeyhleri güçlendirerek bir dini İslam devleti yaratmak istiyordu ve bu gayretkeşliğinde İslam dini sayesinde bütün Kürtler Halife Sultan'a bağlanacaklardı. Ab-dulhamid'in bu gerici amaçlarını gerçekleştirmesinde Kürt düzen­siz birlikleri kaçınılmaz bir güçtü. Eski Sultanların elinde olan ve sonradan kaldırılan Yeniçeriler'in yerine Abdulhamid, Kürt dü­zensiz kuvvetlerini kullanmak istiyordu. Böylelikle Şeyhlik, bir taraftan bağımsızlıkları için mücadele eden Hıristiyan ulusları, özellikle Ermeniler'i ezmek için ve öte yandan da devlet hayatın­d a despot Halifeye dini bir destek olma yönünde bir vasıta haline geliyordu. 3 - Üçüncü amaç ise kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, özellikle bir Şeyhlik düzeni önderliğinde olacak bir hareketle dini ideolojik fanatizmi canlandırmak ve halklar arası çarpışmalar yaratmaktı. Sultan, bu isteği altında çok gizli ve uzak mesafeli bir amacı gü­düyordu. Şöyle ki, Kürtler'i ulusal bilinçlilikten kızılbaş - sayfa 43 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yoksun bırakıp, onları ulusal bağımsızlık savaşından uzaklaştırmak ve onları yalnız bir dini toplum haline getirerek yavaş yavaş Türkleştirmekti. Sasuni, Abdülhamid’in planını net kelimelerle ifade ederek Şeyh Ubeydullah’ın bu planın bir parçası olmayarak kendi planını uyguladığını söyler: “Bu olayda açık bir şekilde görülüyor ki Şeyhliği güçlendirerek Sultan Hamid Ermeni Ulusu'nu kırdırtmayı, reform planlarına en­gel olmayı ve bir İslamKürt birliği yaratmayı, Ermenistan'ı da Kürdistan haline getirerek birleşmiş bir güç olan Kürtler'i İran top­raklarına karşı yöneltmeyi planlıyordu. Şeyh Ubeydullah bu kadar uzağı rahatça görebildiğinden onun bütün gizli planlarını anlayabildi. Kürt hareketlerinin geçmiş tarihi tecrübeleri (1835 - 1848) halen hafızalardan silinmemişti. Bundan dolayı Osmanlı idaresinin hilekârlığı artık yutulmuyordu.”[25] Celil, ayaklanmanın büyük bir alanı kaplayan muazzam boyut­larıyla dikkatleri üzerine çekerek, Ubeydullah’ın Türk ve İran iktidarlarının adaletsizliğine ve sosyal baskısına karşı bağımsızlık için savaştıklarının altını çizer. Ayaklanmanın boyutları, yalnız Türk ve İran hükü­metlerini değil, aynı zamanda İngiltere, Rusya. Avusturya ve başka devletleri de tedirgin etmiştir.(s 6) Derken hareketin genişliği ve dayandığı geniş tabanın uluslar arası güçlerin tedirginliğini vurgular. Ayaklanma hakkında basına yansıyan bilgilerin aynı şe­k ilde gayet çelişkili olduğunu belirtmek gerekir. O dönemin gazetelerinin büyük çoğunluğunun, Kürt Ayaklanmasına karşı oldukça düşmanca bir tavır takınmış olduğunu, ayaklan­mayı Kürt liderleri tarafından örgütlenmiş soyguncu bir hare­ket olarak göstermeye çalıştıklarını göz önünde bulundurmak gerekir.(s 8) The Times muhabirine göre, Kürtlerin büyük başarıları, Kürt halkının Ubeydullah'ı kurtarıcı biri olarak görmesinden kaynaklanıyordu. (S 96) Osmanlı’da olayları ve Kürtlerin elde ettikleri başarıları endişeyle izlemektedir. Bir yandan Ubeydullah’ı düşmanı İran’a yöneltmeye çalışırken, diğer yandan, Kürt hareketi başlar başlamaz, Saray, ordu­sunu tam savaş hazırlığında tutmaya başlamıştır. 4. Kolordu kurmaylığı ağustos ayı başında derhal redifin seferber edilmesi emrini veren bir telgraf almıştır.(s 99) Dönemin emperyal gücü olan İngilizler harekete ilgi göstermez, Ubeydullah’ın çağrılarını dikkate almazlar. İngiltere temsilcisi Konsolos Abbot Şeyh ‘in hareketinin haklılığını teslim etmesine rağmen Asurilerin harekete katılmala- rını engellemeye çalışır. Güncesinde hareketi tasvir ederken hareketin ulusal karakterini vurgu yapar: ingiliz konsolosu Abbot güncesinde şunları yazıyor; "Şeyh, Türkiye ve İran'daki bazı aşiretler tarafından düzenlenen eşkiya saldırılarını durdurmak niyetindedir. O, bu iki hüküme­t in, bu saldırıları durdurma, sınırın iki tarafında düzeni sağ­lama, Hıristiyan ve Müslümanlara eşit haklar tanıma, eğitim, okul ve dini tapınak yerleri inşa etme durumundan uzak ol­dukları görüşündedir. O'nun istediği tek şey Avrupa devletle­r inin manevi desteğidir...Şeyh kendisine bir şans tanınmasını istiyordu. Kürdistan'ı kurmayı ve orada güçlü bir hükümet oluşturmayı başa­ramadığı takdirde, bütün Avrupa kamuoyu önünde bu duru­mun sonucuna katlanmaya hazır olduğunu belirtiyordu. (s 97) Abbot, Şeyh'in kendisine elçi olarak gönderdiği halifesine, İngiltere'nin Kürtlerle İranlılar arasındaki düşmanlığa ilgi duymadığını göstermek istemiştir. Ancak yine de Abbot, Metropolit Mar-Yozef Komutanlığı altında 300 dağlı Asurinin, Kürtlerin tarafına geçtiklerini öğrenen Abbot, Asurilerin, özellikle, Urmiye Gölü çevresinde yaşayanların olası katılmalarına engel olma­ya çalışmıştır. Bu amaçla Abbot, Küçük Kiliseye giderek, halka İngiltere'nin Hıristiyan nüfusun durumuyla ilgilenmeye devam ettiğini bu nedenle, Kürt hareketinden uzak durmaları gerektiğini söyler.(s 98) Şeyh Ubeydullah sefere başla­madan önce oğlu Abdülkadir ile bir fetva çıkara­rak bütün “Kürtler'e, Ermeniler'i ve Süryaniler'i kırmamalarını ve onlara dokunmamalarını nasihat etti. Gerçekten de Azerbaycan saferi esnasında İranlılar ve onlara ta­raftar Tatarlar, insafsızca kırıma uğratıldıkları halde, genellikle Hı­r ıstiyanlara dokunulmadı. Ancak oğlu Şeyh Sıddık'ın ordusu ise geç­t iği bütün yerlerde istisnasız haşarat meydana getirdi. Öyleki, yüz­lerce hatta binlerce Ermeni ve Süryani bu sefer yüzünden öldürül­dü. Şeyh Sıddık'ın gaddarlığı ve dini tutuculuğu Sultan Hamid ta­rafından aranan niteliklerdi.”[26] Şeyh'in, masum halka, özellikle, Hıristiyanlara ve Av­r upalılara karşı hoşgörüsü, daha hareketin başlarında görülmektedir. Şeyh, Hıristiyan nüfusun güvencesini sağlamak için her türlü tedbiri alır. Şeyhin emri üzerine, onları diğerlerinden ayırt edebilmek ve böylelikle güvencelerini daha rahat sağlayabil­mek için yüzlerce açık mavi nişan yapılarak bunlar Hıristiyanların evlerine asılmıştı. Ubeydullah, halkın, kurtuluş müca- delesine inanması için, ayaklanmış Kürtlerin, kurtarılmış bölgelerde keyfi uygulama­larda, soygun ve talanda bulunmalarını kesinlikle yasaklamış­t ır. Standart adlı İngiliz gazetesinin haberlerinden birinde, Şeyh'in, savunmasız halka karşı insancıl olmayan tavırların­ dan dolayı otuz Kürdü kurşuna dizdiğini yazmaktadır. (s 98) Şeyh Ubeydullah hareketinin anlamı mukayese edilmez bir şekilde çok önem taşır. Bedirhan'ın yenilgisinin ardından Kürt siyasi hayatı bir düşüş devresine girerek, yavaş yavaş önemli Kürt aşiret beyliklerinin ortadan kaldırılması ile bağımsız­lık anlayışı kaybolmuştu. Çünkü, önemli Kürt merkezleri ortadan kaybolmuştu. Şeyh Ubeydullah nüfuzundan ve Sultan Hamid'in himayesinden faydalanarak, bütün Kürtler'i (Zaza ve Kızılbaşlar hariç) bayrağı altında toplayarak bir "Kürt Birliği" oluşturabilmişti. Şeyh dini fonksiyonunun üzerine aşiret reisliği ve beylik unvan­ larının bahşettiği hakları da üstlenmişti. Çünkü, bütün aşiret reisle­r i silahlı kuvvetleri ile birlikte onun emri altına girmek için yanına gelmişlerdi. Bundan başka birbirine düşman aşiretleri barıştırabilmiş, onlara Kürdistan'ın bağımsızlığı idealini aşılamış ve Kürt­ler'in Osmanlı idaresine karşı beslemiş oldukları güvensizliği ve düşmanlık hislerini tekrar canlandırmıştı. Ve de etkili Kürt çevre­lerine, o dönemde Osmanlı idaresinin Ermeniler'i katlettirme tali­ matlarını dinlettirmemeye muvaffak olmuştur. Sasuni , Şunu itiraf etmek gerekir ki Şeyh Ubeydullah'ın yarattığı birlik mevcud olmasaydı ve eğer Şeyh, Ermeni kırımlarından el çekin fetvasını çıkarmamış olsaydı, 1880 yılında 1895 katliamlarından çok daha büyük felaketler doğabilecekti.[27]Sözleriyle Şeyh hareketinin Bölgenin otokton halklarına karşı siyasetinin altını çizer. Bunda Şeyh’in diplomatik yazışmalarını yürüten Simon Çilingiryan’ın[28] rolünden öte Şeyhin düşünce yapısı etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bazil Nikitin, Kürtler adlı eserinde Osmanlı yöneticilerinin 1880’de Ubeydullah’a Ermenileri öldürmesi için teklifte bulunduklarını ama Şeyh’in bunu kabul etmediğini yazmaktadır: Şeyh Ubeydullah, Padişahın kendilerini Ermenilere karşı kullanma isteği karşısında yaptıkları bir toplantıda şöyle der; ".... çok eski zamanlardan beri Ermenlier ve Kürtler bu topraklarda komşu olarak ya­şamaktadırlar. Şayet biz bugün onları kırarsak, yarında Türkler bizi kıracaklardır. Ben zannediyorum ki, Kürtler bunu sezinlerler ve tahmin etmiyorum ki bu cellatlığı yapmak is- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 teyecek olan herhangi bir Kürt bulunsun." Ama ne yazık ki Kürtler bölgelere göre deği­şik tavırlar gösterilen Ermeni katliamlarına katılırlar. Birçok bölgede cellatlık yaparlar. Osmanlılar, Ermeni reformlarının uygulanmasını istemiyorlardı. Haliyle oyalamaya, hatta Kürtleri Ermeniler üzerine kışkırtarak bir oldu-bittiye getirmek istemekteydiler. Fazla değil, birkaç yıl sonra oluşturulacak olan Hamidiye Alayları, Ermenistan'ı Ermenisizleştirmek -yani esasta Türkleştirmeisteğinin sonucuydu.[29] Şeyh Ubeydullah Hareketi sürecinde "Kürtler'in birliği" meselesi, politik yeni bir evrenin başlangı­cı oldu. Sultan Hamit, Ermenistan'ın coğrafik adını örgütlü bir şekilde değiştirip "Kürdistan" yapmak istiyordu. Şeyh Ubeydullah'a Ermenistan'a akınlar düzenlemesini ve taş üs­t üne taş bırakmaması için davet etti. Fakat olaylar öyle bir gelişti ki, ordular Ermenistan'a yürüyeceklerine İran üzerine yürüdüler. Eğer dışardan engellenmeseydi Urmiye'ye, ora­ dan da Tebriz'e kadar yürüyeceklerdi. Kürt-İran savaşına Ubeydullah'ın oğlu Şeyh AbdülKadir de katıldı. Kürt kay­ naklarına göre Şeyh Abdül-Kadir'in 55.000, Şeyh Ubeydullah'ın ise 40.000 askeri vardı. [30] Avrupa devletlerinin baskısı altında Osmanlı Devleti Şeyh Ubeydullah'a karşı bir orduyu harekete geçirdi. Aynı zamanda Rus birlikleri İran sınır boyuna yığınak yaptıklarından Şeyh'in or­dusu, İran ve Osmanlı iki ateşi arasında kaldı. Şeyh Ubeydullah'ın orduları hızını yavaşlatarak yavaş yavaş geriye çekilmeye başladı­lar ve aşiretler kendi dağlarına tekrar döndüler. Ubeydullah'a ge­lince, o maiyetiyle beraber Şemdinan'a çekildi ve Osmanlı idare­sine teslim olmak zorunda kaldı. Sasuni 163 Sultan Hamit'in Ermeni ırkını yok etme politikası başarı ile sonuçlanmamıştı. Şeyh Ubeydul­lah, Hamid’in isteklerini yerine getirmediği ve emirlerine karşı geldiği için tutuklanarak Mekke'ye sürgü­ne gönderildi. Şeyh Ubeydullah, Mekke'den tekrar bir direniş örgütlemek üzere doğduğu yere, Şemdinli'ye geldi. Fakat yakalanarak ailesi ve oğlu ile birlik­te tekrar Mekke'ye yollandı. Şeyh Ubeydullah öldü ve Mekke'ye gömüldü. Oğlu ve ai­ lesi sultanın emri ile İstanbul'a getirilip sürgüne yollandılar. Şeyh Ubeydullah’tan sonra Kürt birliği anlayışı az sayıda entellektüele aktarılabilmiştir. Diğer Kürt aşiret reisleri ve Kürt şeyhlerine gelince, onlar Ubeydullah'ın ölümünden sonra Kürt birliğini koruyacak siyasi bağımsızlık hareketini yürütemediler, tam aksine yavaş yavaş Sul­t an Hamid'e birer vasıta haline gelerek tamamen Osmanlı idaresi­n in hilekâr ağına kapıldılar ve Devrimci Ermeni Devrici Hare­ ketine[31] (bu hareketin henüz yeni bir hız alma döneminde) tam bir bela kesildiler.[32] 1880 olaylarından sonra Ermeni- Kürt çelişkisi zincirlerinden boşalarak sert bir düşmanlık durumunu alır. Bu tarihten sonra Sultan Hamid’in yeni konseptinde Ermenilere yönelmiş Türk-Kürt cephesi, belanın çok ötesine geçerek, süreç, 1. Savaş sırasında Almanlar ve Jön Türklerin yönetiminde Soykırımla sonuçlandırılacaktır. --------[1] Zira Ubeydullah bu direnişlerden ders alarak strateji oluşturarak hareketini örgütler. [2] Süryani kaynaklarında ve çeşitli kaynaklarda İzzeddin Şer olarak geçmesine karşın biz genel olarak Kürtlerce kabul gören Yezdanşer’i kullanmayı tercih ediyoruz. [3]Rus araştırmacılardan A. Katsov ve V. F. Minorski'nin kitaplarında, XIX. yüzyıldaki Kürt ayak­lanmalarına belli bir yer verilmiştir. Bu araştırmacılar, genel olarak, Kürt hareketleri hakkında doğru değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Örneğin, Minorski "Kürtler" adlı araştırmasında ilk kez olarak, Yezdanşer Ayaklanmasını "Çağdaş halk ayaklan­ması" olarak görmüştür. Minorski, 1880 Şeyh Ubey-dullah Ayaklanmasını da aynı şekilde değerlendirmektedir. (Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998 s 11) [4] Minorski, Kürtler, Komal Y. Ocak 1977, s 27. Erkal Yavi, Kürdistan Ütopyası 1. Dosya, Yazıcı Y. 2006. S 37 [5] Sinan Hakan Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri (1817-1867), Doz Y. 2007, s 298 [6] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Péri Y. 2002, s 49 [7]Bazı Kürt aşiret reisleri arasındaki düşmanlıkları kullanarak, hediye ve vaatlerle, bazı beyleri kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardı. Türk iktidarının çatışmaları körükle­me siyaseti, sonuçsuz kalmamıştı. Erzurum'daki Rus Konso-losu'nun İstanbul'daki Rus Elçisi'ne göndermiş olduğu mek­t upta, Erzurum Müşir'i Semih Paşa'nın "oradaki Kürtleri, hükümetten sakınan ve himaye ve bağışlar peşinde olan iki ayrı partiye bölmeyi başardığını" hatırlatmaktadır. (Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998 s 35) [8] Garo Sasuni Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yy’dan Günümüze Ermeni-Kürt İlişkileri, çev. Bedros Zartaryan, Mamo Yetkin, Med Y. 1990, s 142-143 [9] Garo Sasuni Kürt Ulusal Hareketleri… s 143 [10] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Péri Y. 2002, s 49 [11]Osman Paşa emirlerini, Osman İbn-i Bedir Han, Miri Bohdan adında imzalardı. Hagop Şahbazyan, Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002, s71 [12] Martin van Bruinessen, Ağa, şeyh, Devlet, çev Banu Yalkut, İletişim,2006, s 278-79 [13]Bedirhan Bey'in oğulların­dan bazılarının 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nde Osmanlı ordusu için asker toplanmasına yardımcı oldukları, O tarihlerde İstanköy mutasarrıfı olan Bedirhan Oğlu Necip Bey asker toplama işinde görevlendirilerek Kürdistan’a yollandığı, hatta bazılarının (örneğin Ahmed Bedri, Hüseyin Kenan ve Ali Şamil beylerin) savaşa bile katıldıkları bilinmektedir. Ahmet Kardam, Cizre Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan yılları, Dipnot y. 2011, s 30. [14] Ahmet Kardam, Cizre Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan yılları, Dipnot y. 2011, s 31-32 [15] Söylencelerin temel alınması bir çok katilin ulusal kahraman ilan edilmesi demektir. [16] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998 [17] Hans – Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, çv. Atilla Dirim, İletişim,2005, s 32 [18] Minorski, Kürtler, s 27-28 [19] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması… s 86 Bundan sonra Celil’in incelemesi metinde sahife numarası olarak verilecektir. [20] Ubeydullah'ın bu başkaldırısının ilkin İran’a yönelmesi, Osmanlıların isteği doğrultusunda ha­rekete geçtiği iddialarına yol açar. Şeyh Ubeydullah, İran'da şii yönetimine öncelikle karşıydı. İran'ın Rus-İran savaş­larında, zor durumda kalması nedeniyle ilkönce İran Kürdistanı'nda başarılı olacağı inancıyla mücadelesini buradan başla­tarak birçok Kürt bölgesini denetimi altına alır. Bunda İslami düşüncenin baskın oluşunun da etkisi olduğunu, Şeyh İran Kürdistan’ında güçlendiğinde Halifeye silah çekmeden zayıf ve savaşta sarsılmış Osmanlıya isteğini kabul ettireceğini düşündüğünü sanıyoruz. [21] M. Kalman, Batı- Ermenistan (Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994, s 48 [22]Ermeni Kaynakları da Şeyh Ubeydullah hareketine geniş bir yer verirler: Şeyh Ubeydullah, eski Şıhların soyundandı. 600 senelik Geylanizade soyunun devamı idi. Bu ırk geleneklerine sahip çıkarak büyüklüğünü ve etkisi­ni korumuştu. Bunun kızılbaş - sayfa 45 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 etkisiyle Şeyh Ubeydullah Rus-Türk- İran savaşına çağırılmıştı. Ruslara karşı 50.000 Kürt'le sava­şa katılmıştı. İran savaşına çağırılmıştı. Ruslara karşı 50.000 Kürt'le sava­şa katılmıştı. Savaştan yenik çıkan Türkiye yaralarını sarmak için çare­ler aramaktaydı. Fakat Sultan Hamit, dinsiyaset olgusuna başvurarak bu yarayı daha da deşmek istiyordu. Kürt Şeyhler bu vesileyle birer siyasetçi oluyorlardı. Memlekette örgütlenerek bir ırkı diğer ırktan üstün tutarak yok etmeğe gidiyorlardı.Hagop Şahbazyan Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002,s 114-115 [23]1. Savaşta bu politika çok daha belirgindir. Ordu aç bırakılmış hedef olarak gösterilen yerleri zapt ettiğinde ganimetle karnını doyuracağı emredilmiştir. Savaşla ilgili birçok anıda bu duruma özellikle dikkat çekilmektedir. [24] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 159-160 [25] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 165 [26]Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 164 [27] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 166 [28] Bazı kaynaklar Çilingiryan’ı Şeyhin dış işleri bakanı olarak göstermektedir. AVPR F Posolistvo v Kosntnantinopole, 1881, d, 1567,1,2. Aktaran Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri… s 99 [29] Aktaran M. Kalman, Batı- Ermenistan (Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994, s 50 [30]Hagop Şahbazyan Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002, s 114-115 [31] Kürt Ulusal Hareketi söndürüldüğünde aynı coğrafyada Ermeni Devrici Hareketi yeşeriyordu. [32] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … 167 Sa i t ÇETİ NOĞLU Yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar Bir asır evvel insanlık, bir büyük felaketi,Ermeni Soykırımını yaşadı. Sonrasında konuştu, tartıştı! “Oldu mu olmadı mı?” diye. Kimisi; “Ermeniler, Müslüman olmadıklarıiçin ölümü, öldürülmeyi hak etti!” dedi. Kimisi “Ermeniler Müslümanlarıkatlederken kendileri yok oldu!” dedi. Kimisi; “Türk, Kürt, Çerkez vs.suçsuz! Olayla alakamız yok!” dedi.Kimisi; “Ermenileri asıl katledenler Kürtlerdir! Kalanlarını da TürklerKurtardı!” dedi. Kimisi “Osmanlı tehcirinden, Cumhuriyet’in alakası yok.Cumhuriyet’ten bu hesabı sormak abesle iştigaldir!” dedi. Kimisi; “soykırımdeğil de, karşılıklı arbedede Ermeniler yenildi, dağıldı, çekip gitti!” dedi. Kimisi; “onlar (Ermeniler) Müslümanları yokederken, Allahû Te’ala cezalarını verdi. Kayboldular!” dedi.... Sinirlenince de Ermeni’ye ‘Küfürün bini birpara etti. “Ermeniler gibi sonunu getiririm!”, “Ermeni oğlu Ermeni” diyeaşağılayıcı sözler edenleri de az olmadı. “Ermeni Tertelesi(katliamı)nin olduğu sene!”diyerek o katliamı milad kabul edip, safça itiraf eden yaşlılarımızdan hayattaolanları oldu. Fakat bu tartışmalar, son 20 yıl içinde epeyyol aldı. Belge ve tarih bilinci ortaya konuldu. Her ne kadar resmi ideolojikendisiyle yüzleşemediyse de, artık azıcık insanlık tarihinden nasiplenmişler;“Bu olay olmadı!” deme kudretini kendinden bulamıyor/ bulamaz durumda. Şimdi sıra, katliamı bir zat yapan sorumlukatil kadronun kimliğini ortaya koymak, yaptıklarını ve biyografilerini gençnesillere sunmaktır. Bu kitapta; Patrik Zaven Der Yeghiayan’ın (1868-1947); “Ermeni Soykırımı Örgütleyicilerinin Listesi, Exterminators (Yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar)” olarakhazırladığı notlarından yola çıkarak, Sait Çetinoğlu’nun büyük bir çaba vetitizlikle derleyip yayına hazırladığı bu çabasıyla tartışmanın çıtasını başkabir merhaleye taşıyor. Artık, Ermenileri katledenler ve kurtulmalarıiçin yardımcı olanların isim ve biyografilerini liste halinde bu kitaptabulacaksınız. Yapılanlardanutanarak yerin dibine girmek yerine "yalancının mumu buraya kadar"denilerek, dedelerinin /babalarının yaptıklarını öğrenerek, kınayarak,kendileriyle yüzleşerek bu travmadan kurtulabilinir.Soykırım esnasında, gözü dönmüş katilçetelerinin talan ve kıyımına karşı, insanlığını unutmayanların ve katledilmekistenenlerin kurtulmaları için yardımcı olanların torunları, dede ve atalarınıninsani duruşlarını bilince taşıyarak övünebilir. Artıkyaşanmış gerçeği inkâr edenler, karanlık dünyada kendilerini insanlıktangizlemenin zaruretine düşmüş olanlar, aydınlığa çıkarak normal yaşamaakabilmeli. Zira karanlıkta kalmaya gerek kalmadı. Sarkis Çerkezyan’ın dediğigibi “Bu dünya hepimize yeter!” yeter ki yaşamayı becermeli. İnsanlığını kaybedenlere karşı, İnsanlığınhuzuruna çıkıp gerçeği haykıranlara seslerini katarak, şoven, ırkçı vekatliamcı tarih ve zihniyetten kendisini arındırma mücadelesini vererek,kendilerini insanlık tarihi karşısında sorumlu kılarak, geleceklerini temizetaşıyabileceklerdir. Doğruyu yakalamakve doğruda sebat etmek için önyargılardan uzak durmak, değişmek ve mücadeleetmek erdemliliktir. İnsanlığın veonurlu geleceğin yanında saf tutmaktan başka çare yoktur! Aksi halde tarihtekatil listesinde zikir edilmemek elde değildir. Tıpkı bu kitaptakiler gibi… Arka kapak kızılbaş - sayfa 46 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir zamanlar Trabzon Ermenileri 19 Ocak 2007’de derin bir cinayete kurban verdiğimiz Hrant Dink’in katilin Trabzonlu çıkması üzerine, Türk Ocakları Trabzon Başkanı Mithat Kerim Aslan “Demek ki burayı seçtiler” demişti. Sonra bir televizyon programında komplo teorileri ile meşhur Aytunç Altındal “Trabzon pilot bölge olarak seçildi” dedi. Ardından bir ara MHP Genel Başkanlığı’na soyunan Ümit Özdağ “Bölgenin milli dokusunun zayıf insan zeminini istismar ederek, milli dokuyu parçalamaya çalışılıyor” diyerek kafamızı iyice karıştırmıştı. Kim seçti, niçin seçti, hedef neydi, merak etmiştik doğal olarak. Ergenekon soruşturmaları sayesinde bu soruların cevabını artık aşağı yukarı biliyoruz. Ancak aradan geçen dört yılda Hrant Dink cinayetinin azmettiricilerini mahkemeye çıkarmayı başaramadık, neredeyse suçüstü yapılan Ogün Samast’ı bile mahkûm ettiremedik. 19 Ocak haftasında, Trabzon’un yakın dönem tarihine bakmak anlamlı olabilir diye düşündüm. Bölgenin Rum ahalisinin akıbetini 14 Mart 2010 tarihli “Pontus’un gayrı resmî tarihi” başlıklı yazımda anlatmıştım. Bu hafta sıra, bölgenin Ermeni ahalisinin akıbetinde. Berlin Antlaşması’nın etkileri Tanzimat’tan sonraki döneme damgasını vuran II. Abdülhamid, Doğu topraklarında her geçen gün biraz daha derinleşen Kürt krizini kararlı bir İslam birliği politikasıyla çözmeye çalıştı ve bunu kısmen de olsa başardı ama Hamidiye Alaylarının oluşumuyla birçok Sünni Kürt aşireti yeni siyasi, hukuki ve ekonomik imtiyazlar kazanırken Ermeniler, Yezidiler ve Dersim’in dışında yaşayan Alevilerin devletle ilişkileri biraz daha bozuldu. Sonuçta Abdülhamid politikalarının doğal sonucu olarak Doğu vilayetlerinde yaşayan etnik gruplar arasında artık dostluk ve dayanışmadan değil, düşmanlık ve çatışmadan söz edilmeye başlandı. Başlangıçta, merkezi devletin desteği ile imparatorluğun uzak bölgelerinde boy göstermeye başlayan misyonerlik faaliyetlerinin etkisi ile bölgede sosyal, dinsel ve cinsiyetler arasındaki hiyerarşilerde önemli değişimler yaşanmaya başladı. Çok dinli ve çok etnisiteli bir toplumun ekonomik alanda en verimli unsuru olarak taşra şehirlerinde küçük ve büyük burjuvaziyi oluşturan Hıristiyanlar, idari reformlarla yetinmeyip siyasi ortaklık talep etmeye başlayınca, bu talep Trabzon gibi kozmopolit bir şehirde büyük sorun yaratmadı ancak, imparatorluğun geneli açısından bakıldığında, “millet-i hâkime”yi temsil ettiğini düşünen siyasi elitler açısından kolay sindirilecek bir durum değildi. İplerin iyice gerilmesine neden olan olay, 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. Maddesi ile verilen sözlerin yerine getirilmemesi oldu. Bazı genç Ermeniler, cemaat önderlerine baskı yaparak, hükümete karşı tavrın sertleştirilmesini istemeye başladılar. İlk Ermeni siyasi örgütü 1880’lerde Mıgırdiç Portakalyan tarafından kuruldu. 1885’te kurulan ikinci parti olan Armenagan’ın (Armenakan) örgütleyicileri de Portakalian’ın yoldaşlarıydı. Rusya’daki ‘Narodnik’ hareketinden etkilenen çeşitli gruplar 1887’de Cenevre’de, daha sonra da Tiflis’te devrimci dernekler kurdular, ardından da partileşmeye başladılar. Bunların en önemlileri 1887’de Cenevre’de kurulan ve Marksist ilkeleri benimsemiş olan Devrimci Hınçak (Çan) Partisi (1909’dan sonra Sosyal Demokrat Hınçak adını aldı) ve 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu-EDF) idi. Trabzon’da Ermeni örgütlenmesi O yıllarda yaklaşık bir milyon kişinin yaşadığı ve bunun 150 bin kadarının Rum, 40 kadarının Ermeni olduğu Trabzon Vilayeti’nde ilk siyasi grubun 1880’lerde bir grup öğrenci tarafından kurulduğu sanılır ama bilinen ilk örgüt 1889’da kurulan Krtasirats Gaghtni Enkerutiun (Gizli Eğitim Derneği) idi. Van’da 1885 yılında kurulan Armenagan adlı siyasi partinin Trabzon şubesi ise, partinin kurulduğu yıl açıldı. Hınçak Partisi’nin kurucularından Ruben Khan-Azat’ın (Nshan Karapetian) 1890’da Trabzon’daki Amerikan Kız Okulu’na öğretmen olarak gelmesiyle siyasi çalışmalar hız kazandı, Bafra, Merzifon, Amasya, Tokat, Yozgat, Ağın, Arapkir ve Trabzon’da Hınçak’ın şubeleri örgütlendi. Ancak, Khan-Azat ve arkadaşı Hakob (Hagop) Meghavorian’ın İstanbul Kumkapı’da yapılan 5 Temmuz 1890 tarihli gösteri sırasında polis tarafından tutuklanmamak üzereyken ülke dışına kaçmalarıyla, Trabzon’daki faaliyetleri örgütlemek Taşnaksutyun’un Rusya kanadına bağlı Simon Zavarian ve Hovsep Arghutian’a kaldı. Böylece Hınçak ve Taşnak hareketleri, ülkenin diğer yerlerinin aksine, Trabzon’da ittifak haline girdiler, ancak Rusya kadroları hareketi daha da radikalleştirdi. İTC-Taşnak İttifakı Doğu vilayetlerinde milliyetçi ve sosyalist propaganda yapmaya ve az da olsa, bazı gerilla faaliyetleri sürdürmeye başlayan Ermeni partilerinin hedefleri ile ilk nüvesi 1889’da Askerî Tıbbiye’de kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) hedefi aslında aynıyd İki taraf da II. Abdülhamid’in baskıcı rejimine son verip yerine daha özgürlükçü bir rejim kurmayı istiyorlardı. O tarihlerde İttihatçıların Doğu Anadolu’da Erzurum ve Trabzon dışındaki küçük hücreleri dışında ciddi bir örgütlenmesi yoktu. Ermeni örgütleri ise Balkanlarda varlık gösteremiyorlardı. Bu nedenle Doğu illerinde toprak bütünlüğünü korumaya söz verdiği sürece özellikle Taşnaklar İTC tarafından ittifak edilebilir bir parti olarak kabul edilmişlerdi. İlişkiler 1894 yılında, (bugün Batman iline bağlı) Sason’da başlayan ve kısa sürede tüm bölgeye yayılan pogromlardan sonra sıkılaştı. (Bu katliamlarda ölenlerin sayısını Britanya ve Fransız konsolosluk raporları 100 bin ila 200 bin arasında gösterir, Ermeni Patrikhanesi’nin rakamı 300 bine çıkarır, resmî tarihçi Kamuran Gürün ise kızılbaş - sayfa 47 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 8.700 Ermeni ile 1.800 Müslüman’ın öldüğünü ileri sürer.) Vali Kadri Bey’e övgüler Abdülhamit yönetimi, ülke çapında Ermeni milliyetçilerine göz açtırmıyordu ama Trabzon Valisi Kadri Bey’in hoşgörülü ve uzlaşmacı tavrı sayesinde Trabzon’da baskılar en alt düzeyde kalmıştı. Trabzon Vilayeti’ndeki tüm yöneticiler için ilginç bilgi notları tuttuğu görülen Longworth’a göre, 1892 yılının mayıs ayının başında Ali Bey’in yerine atanan Kadri Bey, “azimli, kararlı, çalışkan, güler yüzlü, cömert, kolay ulaşılabilir, ancak neyin doğru olup olmadığına karar vermede zorlanan çoğu zaman ise yanlış karar veren” bir görevliydi ve “altı yıllık görevi boyunca Ermeni hadisesini önleyememesi ya da isteksiz davranması” kişisel tarihinde kara bir leke gibi durmaktaydı. Longworth’a göre selefi Ali Bey ise muhtemelen İstanbullu bir Rum olan Geogiades ile evli olduğu için, özel yaşamı ile halkın gözüne batmış, Padişaha, dans ettiği, kumar oynadığı, içki içtiği yolunda jurnaller yollanmış, ancak bunlardan bir şey çıkmamıştı. “Bütün vilâyetler Trabzon gibi yönetilse, Türklerin kötü yönetiminden çok az şey işitiriz” diyen Longworth, Hınçak Partisi’ne “özgürlüğe giden yolun sadece kundakçılık, soygun ve cinayetlerden geçtiğini düşündüğü için” sempati duymuyordu, çünkü bu tutumun, Müslümanların Hıristiyanlara yönelik bir katliama yönelmelerine neden olabileceğinden korkuyordu. Ancak Longworth’un korktuğu olmadı ve Ocak 1895’te Trabzon’da mahkemeye sevk edilen 17 Ermeni siyasi eylemciden sadece beşi 5 yıldan 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldı. Bahri Paşa suikastı 30 Eylül 1895’de İstanbul’da, Bâb-ı Âli’de toplanarak reform taleplerini dile getiren Ermenilerin gösterisinin aniden 10 günlük bir terör dönemine dönüşmesi ve can kayıplarının meydana gelmesiyle huzursuzluk zirveye çıktı. O günlerde eski Van Valisi Bahri Paşa İstanbul’a giderken birkaç günlüğüne Trabzon’da konaklamıştı. Van’daki uygulamaları yüzünden Ermeniler tarafından pek sevilmeyen Bahri Paşa ile ona eşlik eden Trabzon Kumandanı Hamdi Paşa, İran Konsolosu Mirza Razî Han ve Trabzon Posta Telgraf Baş Müdürü Hacı Ömer Efendi’ye, 3 Ekim 1895’te iki Ermeni genci tarafından başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Saldırganların biri hariç diğerlerinin Vali Kadri Bey’in himmetiyle tutuklanmaktan kurtulmaları, üstüne üstlük kaçak Haçik’in ertesi gün Vilâyet Kâtibi Rahmi Efendi’nin katline karışması üzerine ortalık iyice gerginleşti. Birkaç gün sonra, İstanbul olaylarında bir yakınının öldüğünü duyan bir Ermeni’nin, kaldığı hanın balkonundan, olayları yatıştırmak için şehirde dolaşan Kadri Bey ve çevresindekilerin üzerine ateş açmasıyla fitil ateşlendi. Olayı duyan Müslüman ahali, şehirdeki Hıristiyan evlerini talan ederken, Avusturya, İran, Fransa, İtalya, Rusya, Yunanistan, Belçika ve İspanya konsolosları olayların yatıştırılması için yerel yöneticilerle konuştular ama güvenlik güçleri olayları bastırmakta başarısız oldu. Rus savaş gemisi Teretz geliyor 7 Ekim 1895 günü kimliği belli olmayan biri tarafından bir Müslüman öldürülünce olaylar iyice çığırından çıktı. Öfkeli Müslüman-Türk ahalinin saldırılarından kaçmak için Ermeniler konsolosluklara ve okullara sığındılar. Olayların zirveye çıktığı gün sadece Fransız Konsolosluğu’na sığınanların sayısı iki-üç bin idi. Vali Kadri Bey’in girişimleri ile ertesi gün ortalık sakinleşti ve dükkânlar açıldı. Ancak kısa süre sonra olaylar tekrar başladı. 10 ekimde hükümet sıkıyönetim ilan etti ve 14 ekimde Trabzon limanına Rus savaş gemisi Teretz’in gelmesiyle taraflar çatışmayı bırakmak zorunda kaldılar. Ancak benzeri olaylar Samsun, Ordu ve Gümüşhane bölgelerinde de boy göstermeye başlamıştı. Britanya Konsolosu Longworth bu konuyla ilgili raporunda, Ermenileri kastederek “silahsız ve bihaber durumdaki bu insanlar hemen hemen hiç karşı koymadan acıklı bir teslimiyet içinde can ve mallarını vermiştir. Ancak yine de kahramanca hareketleri de tümden yok değildi” diyordu. “Trabzon’da pek çok sessiz ve savunmasız insanın bu şekilde yok edilmesini Asya Türkiyesi’ndeki seri olayların ilki” olarak niteleyen Longworth’a göre, olaylarda 298’i Trabzon merkezde olmak üzere, civar kasaba ve köylerde (Gümüşhane dâhil) toplam 507 Ermeni ölmüş, 5197 kişi göç etmiş, 1.510 ev ve dükkân yağmalanmış, 320 ev ve dükkân yanmıştı. Türk tarafının kaybı ise 16 kişi olup, Trabzon’da Müslümanlara ait 162 dükkân, Gümüşhane’de ise 70 dükkân yağmalanmıştı. Olaylarda üç de Rum ölmüştü. Sarayın casuslarının Müslüman halk arasında, “İngiltere’nin teşvikiyle Ermenilerin isyan edecekleri ve ani bir saldırıyla Müslümanları öldüreceklerine dair dedikodular yayması yüzünden” olayların böyle kanlı hâl aldığını düşünen konsolosa göre askerlerin karışmaması durumunda can kaybı bu kadar yüksek olmayabilirdi, çünkü “Türklerin büyük çoğunluğu komşularına karşı [kötü] tavır almakta tereddüt etmişti.” Trabzon’dan ilk göçler Longworth’a göre olaylar yüzünden hiçbir Müslüman’ın tutuklanmaması da yönetimin yanlılığını düşündürüyordu ancak, yönetim Ermenilere karşı da yumuşak davranmıştı, çünkü tutuklanan 400 Ermeni’den 35-40 kişi haricindekiler, hemen serbest bırakılmıştı. 1896’nın aralık ayında, Abdülhamid, olaylara karışanlara af ilan etti ve ölüm cezasına çarptırılanlar ile kışkırtıcılar dışındakiler serbest bırakıldı. Ama artık kendilerini güvende hissetmeyen Ermenilerin bir kısmı Rusya’ya göç etti. Longworth’un tahminine göre 1896’nın sonunda Trabzon Sancağı’ndan göç edenlerin sayısı 7.600 kişiye ulaşmış, 1.200 Ermeni hanesi 450’ye inmişti. Ancak, Trabzon’daki Ermeni cemaati, bu büyük darbeyi, ABD, İngiltere, Fransa ve İsviçre başta olmak üzere Batılı ülkelerin maddi yardımları, İstanbul’daki Ermeni Ortodoks Patrikhanesi ve Viyana’daki Katolik Mıkhitaristlerin maddi-manevi desteği ile kısa sürede atlatacaklardı. Nitekim Ermeni Ortodoks Patrikhanesi kayıtlarına göre 1902’de, Trabzon Sancağı’nda 24 bin Ermeni yaşıyor, 41 kilise ve üç bin öğrencinin okuduğu 47 okul ile Ermeni tiyatrosu faaliyetine devam ediyordu. İTC-Taşnak ittifakı ve 1908 İTC de ülkenin diğer bölgelerinde benzer başkaldırıları örgütlemişti. Sonunda İTC-Taşnak ittifakı başarıya ulaştı ve II. Abdülhamit Meşrutiyet’i ikinci kez ilan etmek zorunda kaldı. Ama ilişkilerin bozulmaya başlaması kızılbaş - sayfa 48 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 da bu tarihte oldu. Çünkü İTC, baskıcı Abdülhamit’i tahttan indirmekten vazgeçmiş, iktidarı perde arkasından idare etmeye karar vermişti. Bu durum Taşnakları kuşkulandırdı. 1909’da İstanbul’da İTC’nin örgütlediği 31 Mart Olayı yaşandı. Aynı günlerde Adana’da yaşanan olaylarda 20 bin Ermeni’nin Müslüman halk tarafından öldürülmesiyle Ermenilerin İttihatçılara güveni iyice azaldı. 1912 seçimlerinde Ermenilere verilen sözler tutulmadı. İpler 1914 yazında koptu. 24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelen 250’ye yakın temsilcisi sürgüne gönderildiğinde, Trabzon’un önde gelen Ermenileri de tutuklanmaya başlanmıştı. 20 haziranda hükümet Trabzon’daki tüm Ermenilerin tehciri için emir verdi. 27 haziranda İstanbul’daki elçiliğe bir telgraf çeken Alman Konsolosu Heinrich Bergfeld, Trabzon Vilayeti’nde yaklaşık 30 bin kişinin tehcire konu olduğunu, bunların büyük bir kısmının açlık ve tifüs yüzünden ölmesinin mukadder olduğunu belirtiyordu. (2008’de Murat Bardakçı’nın yayımladığı Talat Paşa Belgeleri’ne göre Trabzon’da yaşayan 37.500 Ermeni’nin tamamı 1 Temmuz 1915’ten itibaren yaklaşık bir ay içinde tehcir edilmişti.) Trabzon’da Rus işgali 18 Şubat 1916’da, General V. Liakhov’un komutasındaki iki Rus tümeni, Rize, Sürmene ve Of’tan sonra Trabzon’a girdiğinde geride kalan Ermeniler derin bir nefes aldılar. Ardından Van, Muş, Erzurum ve Erzincan da Rus işgaline uğradı. Ermeni partizanları hızla Hemşin bölgesinde faaliyete geçtiler. Din değiştirenleri tekrar Hıristiyan yapmaya çalışmakla yetinmediler, Trabzon yöresinde Türk köylerini basıp, öldürmelere ve yağma olaylarına kalkıştılar. Ama 1917 Bolşevik Devrimi durumu aniden tersine çevirdi ve “Kahraman Bey” lakaplı bir subayın etrafında örgütlenen Harakalı Mustafa Ağa, kardeşi Eyüp Ağa, Sadıroğlu Süleyman Ağa gibi eşraftan kişiler Ermeni ve Rum çetecilere karşı koymaya başladılar. Bolşevik Devrimi nedeniyle kargaşa içine giren Rus Ordusu’nun zaaflarından ustaca yararlanan Osmanlı birlikleri 24 Şubat 1918’de Trabzon’u geri aldıktan sonra, Mart 1918’de Kars, Ardahan ve Batum, Rusya ile imzalanan Brest-Litovsk Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’na geri verildi. Mehmed Emin Bey’in şahadeti Durumu Ermenilerin lehine değiştiren, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan yenik çıkması ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalaması oldu. Mütareke’den sonra sadece Müttefikler değil, İttihatçı düşmanı olan Saray ve çevresi de savaş ve Ermeni Tehciri suçlularının yargılanmasını istiyordu. Özellikle basın bu konuda ısrarlı bir yayın kampanyası başlatmıştı. Meclis’te bu konuda en çok söz alan kişi ise, Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Emin Bey’di. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nin programı üzerine yaptığı bir konuşmada “dört seneden beri yapılan mezalimin gerçek suçlularının hâlâ memleket içinde gezmelerinden” rahatsızlığını ifade eden Mehmet Emin Bey şöyle demişti: “Bunu bendeniz gördüm. Ordu kazasında bir kaymakam vardı. Ermenileri kayığa doldurarak Samsun’a göndermek bahanesi ile denize döktürdü. Evet, bizim memurlarımızın birçok Ermeni çoluk ve çocuklarını kestiklerini ben de söylüyorum. Ve malları da yağma edildi. Fakat bu sayı iddia edildiği gibi bir milyon değil, 500-600 bin civarındadır. Ayrıca bu insanların ‘Ermeni olduklarından dolayı kesildikleri’ yolundaki beyanlar da doğru değildir.” Ermenilerin Karadeniz’deki Rum çetecilere yardım ettiğini, dolayısıyla tehcir için ortada bazı nedenlerin olduğunu ileri süren Mehmet Emin Bey, kısmi köy boşaltmaları ile sorun hallolabilecekken bu işle alakasız insanların toptan bölge dışına sürülmesinin yanlışlığına değinmiş ancak, “bu canice işleri yapanların ancak beşte biri Türk’tür” demişti. Trabzon yargılamaları 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletlerinin ve İTC muhaliflerinin bastırmasıyla tehcir suçlularının yargılamaları kapsamında, Trabzon’daki davalar 8 Mart 1919’da başladı. Trabzon’da yaşananlar konusunda en önemli bilgileri Trabzon Garnizon Kumandanı Avni Paşa verdi. “Sopalı Mutasarrıf” lakaplı Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey’in Ermeni erkeklerini toplayarak kayıklarla Kumkale ve Değirmendere civarına sevk edilmeleri için emir verdiği ve bu kişilerden bir bölümünün kurşunla, bir bölümünün denize atılmak suretiyle öldürüldüğüne dair ifadeler üzerine, Berlin’e kaçmış olan Cemal Azmi Bey ve İTC Trabzon Sekreteri, “Yenibahçeli” namıyla tanınan Nail Bey, vilayetteki Ermenileri kitlesel olarak tehcir etmek ve ölümlerine neden olmaktan gıyaplarında ölüm cezasına çarptırıldılar. Gümrük Memuru Mehmet Ali, Ermeni mallarına el koymaktan 10 yıl, Emniyet Müdürü Nuri Bey ile Gümrük Müdürü Mustafa Efendi aynı suçtan birer yıl hapis cezasına mahkûm oldular. Cemal Azmi ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Dr. Bahaeddin Şakir, 17 Nisan 1922’de, Nemesis örgütüne bağlı, Aram Yerganian adlı Ermeni militan tarafından Berlin’de öldürüldüler. Ahmet İzzet Paşa tarafından yurtdışına kaçırıldığı iddia edilen “Yenibahçeli” Nail, Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast yapmaya teşebbüsten suçlu bulundu ve 27 Ağustos 1926 gecesi idam edildi. Yukarıda ana hatlarıyla verdiğimiz milliyetçilikler savaşından Türk tarafı galip çıktı ancak sonuçta kaybeden sadece Ermeniler olmadı, Türkiye’nin pek çok büyük kenti gibi, Trabzon da binlerce yıllık hemşerileri ile birlikte ekonomik, kültürel ve toplumsal tüm ışıltısını kaybetti ve bir zamanların görkemli liman şehrinden geriye soluk bir suret kaldı. İşte bölgeyi son yıllarda provakatif olayların merkezi olarak seçenler bu tarihçeden alıyorlardı enerjilerini… Kaynakça: Louise Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement: The Developement of Armenian Political Parties Through the Nineteenth Century, University of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1963. Ahmet Halaçoğlu, “İngiliz Konsolosu Longworth’a göre Trabzon Vilayeti (1892-1898),” Belleten, LXVII, 250 (2003), s. 881-909. Taner Akçam-Vahakn Dadrian, Tehcir ve Taktil, Divan-ı Harb-ı Örfi Zabıtları, İttihat ve Terakki’nin Yargılanması, 1919-1922, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, Trabzon’u Anlamak, (Yay. Haz.: Güven Bakırezer-Yücel Demirer), İletişim Yayınları, 2009. Kaynak: http://www.taraf.com.tr kızılbaş - sayfa 49 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 . Dr. Şıvan’ı 40. Yıldönümünde Tanımak ve Anmak! üzere; “Ezilenin kendi dili ile değil de, egemen ulus dili ile konuşması, sömürgeciliği içselleştirmesidir. Bu egemenin egemenliğini meşrulaştıran en büyük destektir!” İşte benim /bizim şimdi yaptığımız gibi! Ahmet Onal’ın Dr. Şivan’ın 40. ölüm yılında yapılan anma toplantısında yaptığı konuşma. Dr. Şıvan (Dr. Sait Kırmızıtoprak) Kimdir? Dr. Şıvan; Ülkemizin Kuzeyinde ilk Marksist devrimcidir. Dr. Şivan; Kuzey Kürdistan’da ilk profesyonel devrimcidir. Dr. Şivan; Ülkemizde ilk kez Kürt Kültürünü, Sanatını, Dilini, Ulusal Kurtuluş siyasetini ciddi ve örgütlü düzeyde ele almıştır. Tarih bilinci ekseninde olayları değerlendiren, geçmiş ve geleceğinin değerleri olarak belirleyen ve sahip çıkılması gereğini algılamış, diyalektik bir bağ içinde değerlendirmiştir. Bir olmadan diğerinin gelişemeyeceği, cılız kalacağı anlayışına vardığı için, profesyonelce siyaset, sanat Kültür, tarih bilincini birbirinden soyutlamadan ve birlikte önemseyerek yürüten bir devrimcidir. Dr. Şıvan; Ülkemizin Kuzeyinde, ilk kez; bir tarafta “Biz Kürtçüyüz” diyen ve yanı sıra Marksist düşünceyi de alenice savunan bir devrimcidir. Dr. Şıvan; “Bölücüdür”, “ayrılıkçıdır” iddia ve karşı propagandalarına aldırış etmeksizin, parçalanmış halkının, milletinin ve ülkesinin birliği için mücadele etmiştir. Onun için Cıvrak ile Qumri arasında, Amed ile Mehabat arasında, Kızılkilise ile Qamişlo arasında tüm sınır ve çitlere rağmen bir fark ve ayrılık görmeyecek kadar bütünlüklü bir yurtseverdir. Dr. Şıvan; Ülkemizin Kuzey parçasında, Dersim katliamının 19371938’de yaşandıktan sonra, ilk kez Marksist donanımla ortaya çıkan ve “sömürge insan” tipini reddeden, kendi ülkesinde özgür ve kendisi olma mücadelesini en radikal şekil- Ahme t ÖNAL de, adım adım ve istikrarlı yürüten, aşan, bu gelişim ve duruşu ile dikkat ve şimşekleri üzerine çekmiş bir önderdir. Dr. Şıvan; Ülkemizin kuzeyinde, ilk kez devrimci ulusal teori ve pratiği birleştiren, uluslararası koşulları önemseyerek adım atmak isteyen, devrimci bir şahsiyettir. Dr. Şıvan; Kürt dilinin Zazakî lehçesinin yanı sıra Kurmancki lehçesini de siyasal literatüre uygun öğrenmeyi kısa sürede başarmış, Fransızcayı öğrenerek bir dil uzmanı olmaya çalışması liderlik ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Zira yalnız kendisini değil, bütün mücadele arkadaşlarını buna uygun eğitmekte ve mümkün olduğu kadar ulusal dilimiz Kürtçe dışında, egemen sömürgeci dilleri siyaset ve günlük yaşamda kullanılmaması gerektiğini belirterek, son yıllarda esas yazışmalarını Kürtçe yapmayı yönelmiştir. Miami’nin dediği Dr. Şıvan; Kürdistan’dan, Kürt ulusal Kurtuluş özlemiyle yola çıkarken, tüm ulusal demokratik güçlerle görüşmeler yapmış, ilişkilerini bir ülkenin ulusal demokratik mücadelesine göre şekillendirmiş ve çalışmıştır. Bu vesile ile Dr. Qasimlo, Mele Mustafa Barzani, Kamuran Bedirxan vs. kendisinden evvel tecrübe sahibi olan bu “kurdperwer”leri dinlemek, dersler almak ve yaşanan tarihi mücadelenin üzerinden gelişmek üzere, her zorluğa girmeyi tercih etmiştir. Büyük bir alçakgünülülük içinde, bu ilişkilerini sürdürmüş ve onların yaşadıklarından dersler çıkarmaya ve aşmaya çalışmıştır. Bilimsel Kuşkucu bir anlayışla gerek T_ KDP ve gerek TİP’e mesafeli durmuş, ancak onlardan etkilenmiş ve etkilemeye çalışmıştır! Kendisi, tüm parçalardaki Kürt ulusal güçlerinin özgün bir cephede örgütlenmesini tercih etmiştir. İdeolojik ve sınıf eksenli örgütlenmeyi Kürdistan özgülü için erken görmüş, Ulusal Demokratik hedeflere uygun bir cephe partisi oluşturmaya çalışmıştır. Ancak siyasi faliyetlerinde Sozyalizme ve Kürt Halkının Kendi Geleceğini Özgürce Belirleme siyasetini gözetlemiştir. Bunu yaparken, Kürdistanî siyaseti merkez almıştır. 40 yıl sonra bu siyasetin; “doğru mu ya da yanlış mı? sorusuna cevap vermek daha basitleşmiştir. Dr. Şıvan; Kürt Ulusal Kurtuluş siyasetini esas almış, içinde bulunulan koşullar gereği ideolojik değil, politik olarak konumlanmayı ve ittifaklarını buna göre düzenlemeyi hedeflemiştir. Dr. Şıvan; Sovyetlerin ve o dönem kızılbaş - sayfa 50 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sosyalist ülkelerin anti-Kürt siyasetini bizzat pratiği ile görmüş ve bunu yazmıştır. Dr. Şıvan; Dersim katliam ağıtlarıyla büyümüş, yaşamı, tartışmaları ve yoğun araştırmaları ile 1969-1970’lerde devletin niteliği hakkında hiç kimsenin yapamadığı bir tespit yapmıştır: O, TC. için; “Soykırımcı, sömürgeci, askeri bürokratik ve faşist bir devlettir!” sonucuna varmıştır. Bu tespitinin doğal bir sonucu olarak, böylesi bir devlete karşı alternatif bir örgütlemeye başvurmayı zorunlu görmüştür. Ondan sonra, pek çok Türkiyeli ve Kürdistanlı çevre bu tespitten etkilenmiş ve ona uygun mücadele yollarını seçmiştir. Dr. Şıvan; 1969’da Kürdistani duruşuyla ortaya çıktıktan sonra; Urfa’dan – Ağrı eteklerine kadar, sınır hattındaki devrimci mevziiyi tespit eder. Bu alanlardaki örgütlenmeye ağırlık verir. Buralarda özenle yerel komiteler oluşturmayı planlar ve yeryer gerçekleştir. İki yıl gibi kısa bir sürede bir ağ gibi örgütlrnmeyi belirlediği alanlarda yayar. İlk Merkezi Karargâhını Bamerni yakınlarındaki Dişeşe de oluşturmaya çalışır. Bredit Anderson’un da belirttiği üzere; “Uluslaşmada aydınların yönlendirici rolü”nü kendi deneyimlerinden çözer. Bu nedenle kendisi bir Kürt aydını olarak, aydın olma iddiasındaki okuryazarlar arasında örgütlenmeye de ehemiyet verir. Ancak, ülkedeki egemen ve sindirilmiş okur-yazarların durumu, yeterli birikimlerinin olmaması, devletin resmi ideolojisinin her tarafta bir tabu haline getirilerek yaratılan ideolojik egemenlik, işini zorlaştırmaktadır. Ancak, bu zorluklar karşısında, yılgın bir anısını görmek mümkün değildir. Zaman zaman bu kararlı tutumu bazı Kürt aydınlarını ürkütmüştür. Kürtlerdeki o ürkek ve parçalanmış ruh hali bu direngenliğe sorun olur. Bir de hepimizin birliğini kemiren kahrolası ülkesel parçalanmışlığı- mız var. Ulusal özgürlük mücadelesi, demokrasi ve tutarlılığı harmanlamayı beceremediği için daha da parçalandı. Özlemlerini ve ortak aklı birleştirmeyi beceremedi. Parçalanmışlık belası çok zararlar vermesine rağmen, tam olarak onu aşmayı daha da becerebilmiş değildir. Ülkenin parçalanmışlığı, Kürt halkının ulusal duruşundaki parçalanmışlığı derinleştirmiştir. Her parça kendini korumak için – özelikle güney- diğer parçalardaki mücadeleyi “yedeğindeki malzeme” saydı ve devletlerle prensipsiz ilişkilere girdi, Kürtlerin dayanışmalarına zarar verdi. Aynı durum, farklı parçalardaki parti ve örgütlenmelerde de zaman zaman görüldü. Bırakalım parçalar arası çekişmeleri, ülkemizdeki su havzasını teşkil eden, boydan boya geçen her nehir, her “hattı bala” (yüksek dağ silsilesindeki hat) bize sınır diye dayatıldı, iç çelişkilerimiz buna göre derinleştirildi ve “böl yönet” politikaları işlevli kılındı. Habur’un bu tarafı- Habur’un O tarafı, Zap’ın bu tararfı diğer tarafı, Aras’ın bu tarafı diğer tarafı, Dukan’ın bu tarafı o tarafı, Süleymaniye sana, Duhok Bana, Hewler için kavgaya tutuşalım! Partiler, sanki iç kavgalara tutuşmak, zaman zaman “Xwekuji” illetiyle kardeşkanı dükmek için kurulmuş gibi bir araca dönüştü! Devletler bu parçalanmış ruh halini kendi lehlerine kulandı. Sait Elçi, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının öldürülmeleri, Süleyman Muini ve arkadaşlarının öldürülmeleri, Ahmet Tevfik ve Sıdıqı Hencirilerin öldürülmeleri. Ali Askeri ve Arkadaşlarının öldürülmeleri vs. trajik tarihimizdir ve bizler bununla yüzleşmek durumundayız! Yine; Geçmişte İran KDP ile Irak KDP’lerin yıllar süren kavgaları, YNK ile İran KDP arasındaki kavgaları, Komala ile KDP’ler arasındaki illetli kavgalar tarihimizin trajedileridir. Bugün dönüp o olaylara baktığımızda, hepimize çok büyük zayiatlar verdirmiştir. Şayet Sait Elçi, Dr. Şıvan, Süleyman Muini ya da Ahmet Tevfiklerin, Ali Askeri ve Arkadaşlarının vs. öldürülmelerinden sağlıklı dersler çıkarılsaydı, sonraki trajediler belki yaşanmayacaktı. 1992’deki “Bereyi Kürdistan” ve PKK arasındaki xwekujî/intihar savaşında; 3.000 savaşçı telef edilmezdi. Enfallerde, Halepçelerde toplam 182.000 insanını kaybetmiş ve bunlardan derin dersler çıkarması gereken bir halkın önderleri/peşmergeleri; 1995-1998’de Irak KDP ile YNK arasındaki kahredici trajik kavgalarda silahlarını birbirlerine doğrultarak bu ölüm çetelesine sadece 4.500 kişisi peşmerge olmak üzere, sayısızca insanını kendi elleriyle eklemezdi. Kitaba neden “1960-1975” ekledik? Çünkü 1960’tan 1975’e kadar Kürtleri birbiri ile vuruşturanlar, 1975’te Cezayir’de anlaşarak Barzani’yi de tasfiye ettiler. Mele Mustafa Barzani, İrana geçmek zorunda kaldığında, Zagros’un zirvesinde “Xwe hafîz Kürdistan” diye içerlenip, “Amerika bizi bir varil petrole sattı” diye serzenişte bulunması artık geç olmuş idi. *** Tüm bu trajik tarihimize rağmen, bugün Kürt siyasal hareketi giderek olgunlaşıyor. Ümit ediyoruz ki bir daha o illetli “xwekuji”ye varan kavgaları, keyfi infazları Kürt halkı yaşamayacak. Bir daha yollara düşüp; “Xwe hafiz Kürdistan” diyerek el sallanmayacak! 2003 yılında Güney Kürdistan’da, Kürdistan Meclisi açılışında, iç kavgaları anımsatarak; tarihiyle yüzleşme ve özür anlamına gelen konuşmasında; Başkan Kak Mesut Barzani dedi ki; “Biz tarihimizde çok çirkin çatışmalar ve kavgalar yaşadık. Bunların hiçbir faydası olmadı. Ancak çok zararı oldu. Sevgimizi ve özgüvenimizi kaybetmemize hizmet etti. Bir daha böylesi kahredici kavgaların, iç infazların olmaması için elimizden geleni yapacağız!” dedi. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Eğer, Kürt siyaset sınıfı, kendisi ile yüzleşmek isteyip barışı için bir tarih bilinci, birlik bilinci oluşturtmak istiyorsa; Tüm karalama ve tek yanlı suçlama- savunmaları bir tarafa bırakıp, tüm yanılsamalı kamuoyunun ezberini bozacak adımlar atmak zorundadır. Öncelikle; eğer Dr. Şıvan olayı “sıradan bir siyasi infaz değil ve adil bir yargılama” ise, hilesiz mahkeme belgeleri varsa ortaya koyarak ve arşivleri açarak, uzayıp giden, dedikodu derekesine düşürülen bu olayları aydınlatmalıdır! Bu nedenle iki Sait’ın mezarını göstererek ve yan yana getirerek olayı sorgulayarak daha sağlıklı dersler çıkarmamıza imkân vermelidir. Yurtsever olarak, Kürdistan Bölge Başkanı Kak Mesut Barzani’den bunu istiyoruz! Sait Elçi ve Dr. Şıvan bir dönemin Kürt Ulusal mücadelesinin önemli aktörleri idi. 40. Ölüm yıldönümlerinde onları unutmuyoruz, saygı ile selamlıyoruz, onları minnetle anıyoruz. Katıldığınız ve katkıda bulunduğunuz için biz Pêrî Yayınları olarak, sizleri saygı ile selamlıyoruz. Ahmet Önal [email protected] http://eu.kurdistan-post.eu Said Elci & Sait Kirmizitoprak (Dr Shivan) ilanlarınız için:[email protected] Kızılbaş Yayınevi K i t ap - D e r g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m - G r a f i k D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e ya pı l ı r. Ya z ı l ı ön f i yat ı ve r i l i r. Ö r ne ğ i n: 13 . 5 X 19. 5 C M 12 8 S ay fa k a pa k r e n k l i 12 5 0 € K ı z ı l ba ş Yay ı nev i Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z kızılbaş - sayfa 52 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İzmir 1918. Viran Abdal Dergâhı Postnişini Hilmi Baba Ağustos ayının ikinci perşembe günü Dergâh yakınlarındaki ıssız yolda ölü bulunur! Şüpheler dervişlerle öteden beri gerilimli bir ilişki yaşayan medrese talebeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ali Yakup Derviş, mürşidinin ölümündeki esrar perdesini aralamaya çalışırken Kızıldağda eski bir tapınağın izleri onu Egede üç büyük dine mensup sufilerin gizli tarikatına yakınlaştırır. Dervişlikle muhalif olma arasındaki ince çizgide kendisine bir yol bulmaya çalışan Ali Yakup, giderek her ikisinin ayrılmaz biçimde birleştiği bir yere doğru sürüklenmektedir. Bu topraklarda yaşayan herkesin varlık hakkını savunan hakikatli bir yere! "Todor ve Andonis" diye araya girdi Ali Yakup, "onlar da Bedredd-dini miydi?""Evet"dedi Hoca Dimitri gülümseyerek."Onlar Bedreddiniydi! Küçük topluluğumuz buydu. Sakızda, İzmirde, Urlada bir kaç yaşlı mürit. Herşey unutulmuş, tarikat ehlinin çocukları inançlarını çoktan terketmişierdi. Hilmi Baba bu dönemde belki de en akıllıca olanı yaptı: Yaşlı köylülerin bir zamanlar getirip Ali Naki Babaya teslim ettikleri Bedreddin Erkannamesini bir nüsha daha çoğaltıp güvenli bir yere saklamak! Onu Rumcayı en iyi bilen öğrencisine, Kemal Dervişe yazdırdı. Tarikat ölüp giderken kitabın yok olma tehlikesine karşı zamanında bir müdahaleydi bu. "Ve şimdi her iki nüsha da kayıp!" ASUR SOYKIRIMI UNUTULAN BİR HOLOCAUST GABRIELE YONAN PENCERE YAYINLARI, İSTANBUL 1999 "Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni tarihi bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan tarihi bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün bunlar bilinmeden de Türk egemenliği tarihinin anlaşılamayacağını düşünüyorum. II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi" başlığını taşıyor. Ermeni ulusal hareketinin oluşumu, Türk, Yunan, Kürt, Asur ve Balkan toplumlarıyla ilişki ve etkileşimleri içinde ele alınmaya çalışılıyor. "Jenosit 1915" başlığını taşıyan III. bölüm, tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve sonuçlarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uygulanışı, Soykırım'daki siyasi, toplumsal ve kurumsal sorumluluklar; İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa, Hamidiye Alayları, Alman Askeri varlığı, bu bölümün tartıştığı başlıklar. Bu bölümde üç ayrı örnek olay üzerinde ayrıntılı olarak durulmakta: "Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşkisi", "Hacı Musa Bey prototipi" ve "Sabiha Gökçen örnek olayı"... IV. bölümde "Kemalist İktidar ve Batı Ermenistan'ın İşgali" başlığı altında, Bolşevik Devrimi, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi, Sevr ve Lozan barış görüşmeleri ile gelişen süreçlerde Kemalist hareketin gelişmesi, Bolşeviklerin ilişkileri, KürtErmeni ittifak arayışları, Kürt ulusal başkaldırılarının başlaması gibi olgular yer alıyor. "Cumhuriyet'in Etnik Yok etme ve Yayılma Politikaları" başlığı altında V. bölümde Nasturilerin Hakkari'den çıkarılması; "Mübadele" ile Ön Asya'daki Rum varlığının silinmesi; Antakya'nın [Hatay] ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip ve tenkil"i, "Mecburi iskan" ve asimilasyon politikaları; "Varlık Vergisi", "Struma olayı", Türkiye'nin "Kristal Gece"si 6-7 Eylül Olayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi gibi konu başlıkları yer alıyor. VI. bölümde "Sonuç" olarak "Soykırım ve Etnik Yok etme Politikalarının Tartışılması" yer almakta. Kitabın sonunda "İsmi Değiştirilen Yerleşim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri" başlığı taşıyan "Ek" bölümde, isimleri Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca, Süryanice, Arapça, Farsça öz anlamları verilmeye çalışılmaktadır." Bugün 'soykırım' kavramı, sözcük dağarcığımızın kopmaz bir parçası oldu. Bazı okurlar her gün benzeri ölçüde insan hakları zedelenmeleri gözümüzün önünde dururken, bizim neden 'unutulmuş' bir soykırımla uğraştığımızı merak ederek sorabilirler. Eğer biz unutulmaması gerekeni unutacak olursak, gelecekte de buna benzer veya daha berbat olaylarla karşılaşabiliriz. Çiçero şöyle demişti. 'Historia... Est magistra vitae' (Tarih yaşamın öğretmenidir.) Bunun gerçekten de doğru olmasına karşın, insanlık tarihten çok az şey öğrenmiştir. Çünkü tarih sık sık tahrif edilmekte ve pek çabuk unutulmaktadır. Prof. Dr. Rudolf Macuch kızılbaş - sayfa 53 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Soykırımı inkâr edenlerle mücadele insanlığın ortak sorunudur Galiba akıntıya karşı yüzmek zorundayım. Fransa'nın soykırımı inkar kanunu, liberal çevreleri de kapsayan ulusal bir birlik havası yaratmışa benziyor. "İç işlerimize karışma"; "kendi pisliğinle uğraş"; "iki yüzlülük ve çifte standart"; "kasti ve basit politik hesaplar için gündeme getirilmiş bir yasa" gibi argümanlar en çok duyulanlar arasında. Elbette bu tür bir tartışma düzeyine, "ne yapalım, dinsizin hakkından ancak imansız gelir"veciz sözü ile cevap verilebilir. Yani aynı söylem düzeyinde kalınır, "kötü ve öcü öteki" olduğundan kuşku duyulmayan Fransa ile Türkiye arasında kıyaslamalar yapılır, aslında bu iki ülke arasında zihniyet açısından pek bir fark olmadığı -Fransa'ya biraz haksızlık yapmak pahasına- ileri sürülebilir. "Kendi yediği haltlarla uğraşmayıp, çıkar amacıyla ötekinin yediği haltların üstüne gitmek" olarak özetlenebilecek, bu "çifte standart" argümanının, Türkiye'de son derece fazla alıcısı olduğunu biliyorum. Sonuçta, ulusdevletlerin, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, kendi pisliklerinin üstünü örtme ve ama ötekinin pisliğinin üstüne gitme uzmanı oldukları konusunda, gerekirse sömürgecilik tarihi de devreye sokularak yüzlerce ve binlerce örnek verilebilir. Kabul etmem gerekir ki, bu "pis-emperyalist Batı" ve "biz mazlumlar" edebiyatının Türkiye'de müşterisi çok ve bunun üstüne bir de sıkı"iç dinamik" ve "bizim kendi gücümüz" analizi eklersem, bu da işin kaymağı olur ki ortaya "yeme de yanında yat" durumu çıkar. Acaba okuyucuyu, en yakın dostlarımı da sardığını gördüğüm yukardaki atmosferin dışına çıkartabilir miyim? "Soykırımı inkâr" yasasının özel olarak "bize", Türkiye'ye yönelik, politik amaçlarla gündeme getirildiği katı inancını biraz olsun yumuşatmam mümkün mü? bir suçtur. Bu konuda iki farklı hukuki yaklaşım vardır. Bir grup ülke sadece Holocaust inkârını suç sayan kanunlara sahiptir. Bir diğer grup ülkede ise, böyle özel bir kanun yoktur. Ama "soykırımı inkar" nefret suçları kapsamında ele alınır ve cezai kovuşturmaya uğrar. Prof. Dr. Taner Akçam Zannetmiyorum; ama gene de denemek ve okuyucuyu, hezeyanlardan uzak bir tartışmaya davet etmek, Fransa'nın son girişimine, Avrupa'nın kendi iç tarihi açısından yaklaşmak isterim. Bugün Avrupa, Soykırım, İnsanlık Suçu ve Savaş Suçları olarak tanımlanan büyük kitlesel katliamların inkâr edilmesinin önüne nasıl geçilmesi gerektiği konusunda ciddi bir arayış içindedir. Fransa'nın getirdiği yasa 2001'den beri devam etmekte olan bu arayışın ürünüdür. Bilindiği gibi, Avrupa'nın hemen tamamında "Holocaustu inkâr etmek" Her iki farklı yaklaşımın ortak paydası, "ırkçılık ve nefret söyleminin yasaklanması" meselesidir. 2001 yılından beri, konuya ilişkin yasalarının birbirinden çok farklı olması nedeniyle, yasalar arasında nasıl bir birlik yaratılabilir sorusu Avrupa'nın gündemindedir. Cevabı aranan soruları şöyle özetlemek mümkündür: a) Holocaustu inkâr suçu, genel olarak, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarını da kapsayacak biçimde nasıl genişletilebilir? b)Soykırım bağlamında, "soykırımı inkâr" biçiminde yeni bir suç kategorisi tanımlamak gerekmez mi? c) eğer böyle bir suç kategorisi yaratılacak ise, bu suçun kapsam ve boyutu ne olmalı ve mevcut farklı ceza kanunları arasında birlik nasıl sağlanmalıdır? 2007 ve 2008 yıllarında Avrupa Birliği konuya ilişkin bir çerçeve kararı aldı. Bu kararla birlikte, "soykırımı suç sayma" konusunda AB hukuk sistemi yeni bir zemine doğru kaymaya başladı. Konuyu anlamak açısından bu karara yakından bakmakta fayda var. Kararın amacı, "ceza hukuku yoluyla, ırkçı ve dışlayıcı söz ve ifadelerin değişik biçimleriyle mücadele etmek" olarak tanımlanır. Birinci maddede, üye ülkelerin aşağıda sayılan kasti eylemleri cezai müeyyideile sınırlandırmaları istenir: "ırk, renk, din, kök,ulus veya etnik bir gruba ya da onların mensuplarına karşı alenen şiddet veya nefreti tahrik etmek." Çerçeve kararda, bu eylemlerin "kitap, resim veya benzeri materyallerle açık neşri ve dağıtımının" da suç kap- kızılbaş - sayfa 54 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 samında değerlendirilmesi gerektiği söylenir. Ayrıca, 2. Madde açık olarak "Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi Statüsü veya 8 Ağustos 1945 Londra Antlaşması'na eklenmiş Uluslararası Askerî Mahkeme Sözleşmesi tarafından tanımlanmış, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarına aleni göz yummak, inkâr etmek veya önemini küçümsemek" suçlarını yasaklanması gereken suçlar kapsamında sayar. Çerçeve kararın altını çizdiği iki önemli husus daha vardır; birincisi, üye ülkelerden, sadece kamu düzenini açıktan tehdit eden veya belli gruplara karşı açık tehdit, küfür ve hakaret içeren eylemleri cezalandırmaları istenir. İkincisi yeni kanunların hiçbir biçimde, Avrupa Birliği Çerçeve Antlaşması'nın 6. maddesinde ifade edilen düşünce özgürlüklerini sınırlayıcı tarzda gündeme getirilmemesi gerekir. Bu çerçeve kararla birlikte artık, sadece Holocaust ile sınırlı olan "soykırım inkârı" suçunun kapsamının genişleyecek ve giderek diğer soykırımları da kapsayacaktır. Nasıl ki, başlangıçta yasağın sadece Holocaust ile sınırlı olması bir tesadüf değildi, şimdi Ermeni soykırımının devreye girmesi de tesadüf değildir. Bu tartışmada cevabı aranan ilkesel soru şudur: Acaba soykırımı inkâr etmek yeni bir suç kategorisi oluşturur mu? Suçlarda genel olarak iki tür ayrım yapılır. Birincisi bir eylem ahlaken suç sayılır; örneğin yalan söylemek veya eşini başkası ile aldatmak vb. yüz kızartıcı suçtur ama bu suçlara yönelik cezai bir müeyyideye gerek yoktur. Bu görüşe göre, soykırımı inkâr ahlaken kötü bir davranış olsa bile, bunun ille de cezai suç kategorisi içinde değerlendirilmesi gerekmez. Bir başka suç türü de cezai müeyyidesi olan suçtur. Fransa başta olmak üzere birçok ülke, "soykırımı inkâr" suçunun yeni bir cezai suç kategorisi oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini savunmaktadır. Burada bir üçüncü eğilimden de söz etmek gerekir; bu eğilim, ceza kanunlarında "soykırımı inkâr" gibi özel suç kategorisi geliştirilmesine gerek yoktur, der ve ama inkâr suçunun, eldeki mevcut nefret suçları kapsamında ele alıp değerlendirmesini savunur. AB'nin son çerçeve kararı ışığında artık soykırımı inkârın, cezai suç olarak tanımlanması gerektiği eğiliminin giderek ağırlık kazanacağından söz edebiliriz. Çerçeve kararda altı çizilen önemli bir husus, "soykırımı inkâr" suçu ile, ilgili ülkenin kamu güvenliği arasındaki ilişkidir. Kamu güvenliği hangi durumlarda tehdit altındadır? Bu konuda iki noktanın altı çizilir: ya kamu güvenliğini tehdit eden bir eylemlilik halinin varlığı, ya da inkâr politikaları ile doğrudan hedef seçilmiş bir grubun varlığı ve inkârın bu gruba yönelik kin ve nefret duygularını körükleyen bir biçimde gündeme getirilmesi. Fransa'da konu tartışılırken, zaten ileri sürülen önemli bir argüman, soykırımı inkârın Fransa kamu güvenliği açısından bir tehdit oluşturduğudur. Bir grup hukukçu, Türk hükümetlerince dolaylı olarak da desteklenen kişi veya kuruluşların Fransa'daki Ermeni soykırım anıtlarına saldırmalarının, Fransız Ermeni vatandaşlarına yönelik kin ve nefret duyguları yayan siyasi eylemlerde bulunmalarının kamu güvenliği açısından tehdit oluşturduğunu savunmaktadır. Konuya bu açından yaklaştığınızda, Almanya'da, Holocaust'u inkâr eden Neo Nazilerin, Türklere yönelik saldırı ve eylemleri ile Ermeni soykırımını inkâr eden Türk Hükümetinin, bazen doğrudan ajanlarını da yolla- yarak, Ermenilere ve onların anıtlarına yönelik saldırıları arasında bir bağ kurmanın çok yabana atılır bir düşünce olmadığını görmemiz gerekir. Şüphesiz buna katılmayabilir ve 1915'e ilişkin karşı karşıya olduğumuz problemlerin niteliği nedeniyle, inkârın hâlâ düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini savunabilirsiniz. Ama en azından lüzumsuz çığırtkanlık yapmak yerine, "ırkçılık ve nefret suçu" kapsamında ele alınan, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının inkârının nasıl engellenmesi gerektiği konusunun ciddi bir sorun olduğunu kabul etmeniz gerekir. Son bir nokta da, dışardan Türkiye'ye baskının, Türkiye'de olumsuz sonuçlar yarattığı meselesidir. Dış baskı nedeniyle ortamın sertleştiğive sorunun çözülme ihtimali olsa bile, ortadan kalktığı savunuluyor. Gerçekten de AKP'nin Fransa'ya yönelik gösterdiği tepkilerden sonra, "tükürdüğünü yalaması" zor. Ama burada görülmesi gereken basit gerçekler şunlardır: a) AKP'nin, Ermeni Soykırımı konusunda, dış baskıya kızdığı için vazgeçip devre dışı bıraktığı bir çözüme sahip olduğunu düşünmek saflıktır; böyle bir çözüme sahip olan bu baskıyı, kendi çözüm planı doğrultusunda kullanır, histerik saldırıya geçmez; b) Türkiye 1915'i, dışardan hatırlatma olmadan maalesef gündemine zor alır; c) Türkiye, 100 yıldır sorunu "kulağının üstüne yatma" politikası izleyerek ve onu bunu tehdit ederek aşmaya çalışmaktadır. 2015 için de düşündüğü, oyalama, "mış gibi yaparak" bu yılı en az zarar ile atlatma stratejisidir. Dış baskılardan rahatsız olmasının, kendisine 1915'i hatırlatanlardan nefret etmesinin nedeni budur. Meseleyi anlamak için, Türkiye'nin 1915'i inkâr politikalarını, Güney Afrika ırkçı rejimi ile kıyaslamak gerekir. Nasıl ki, ırk farkı temeline oturmuş bu rejim kurumlarıyla bir sistem, ve bir zihniyet ise; soykırımı inkâr da böyledir. Türkiye, 1915'i inkâr ederek, esas olarak 1915'i yaratan kurumları, ilişki ve zihniyet dünyasını yeniden üretmektedir. Bu sadece soykırımı mümkün kızılbaş - sayfa 55 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kılmış bir rejimi, kurumve zihniyetiyle savunmak ile sınırlı değildir. Bunun da ötesinde, hem yurtiçinde hem yurtdışında, bu duruma muhalefet edenlere yönelik saldırgan bir siyasetin sürdürülmesi anlamına gelir. Hrant Dink'in gerçek katilleri bu nedenle bulunmuyor. Avrupa'da, Ermenilere ve anıtlarına yönelik saldırılar bunu için düzenleniyor. Amerika'da, bana ve diğer aydınlara karşı sistemli kin ve nefret kampanyaları bu nedenle organize ediliyor. Görülmesi gereken basit gerçek, AB'nin önünde, "ırkçılık ve nefret suçları" kapsamında soykırımları, insanlık suçlarını ve savaş suçlarını inkârın nasıl engelleneceği gibi ciddi hukuki ve siyasi bir sorunun var olduğudur. Ve bu suçları inkâr ile mücadele edilmesi gerektiği inancı giderek artmaktadır. Nasıl ki vaktiyle, işkence suçu diye bir suç yoktu ve yaratıldı ise, savaş suçu diye bir suç yoktu ve yaratıldı ise; şimdi de "soykırımı inkâr suçu" diye bir suç kategorisi ortaya çıkmaktadır. Ve sorun bu suçun hangi kapsamda ele alınması ve hangi araçlarla savaşılması gerektiği ile ilgilidir. Bu nedenle, Türkiye soykırımı inkârı kurum, ilişki ve zihniyet dünyası ile sürdürmeye devam ettiği müddetçe dış baskılara maruz kalır. Bu anlamda, Libya ve Suriye'nin başına gelenler, soykırımı inkâr kapsamında -baskının içeriği değişik olsa da- Türkiye'nin de başına gelir. Birilerinin, "kötü niyeti" -Fransa'nın seçim hesabı vb.- nedeniyle bu durumu kullanmak isteyeceklerinden de şüphe yoktur. Ama hangi durumda böyle olmamış ki? Şimdi hepimizin, insanlığın büyük kazanımı olarak gördüğü, başımız sıkışınca başvurduğumuz uluslararası hukuk kurumlarının temelinin "Emperyalist Batı" tarafından atıldığını bilmiyor muyuz? Savaş suçlarının sınırlandırılmasına ilişkin ilk antlaşmalar yapıldığında, bu "emperyalist" devletlerin, kendi sömürgelerinde işledikleri savaş suçlarını, bu antlaşmaların kapsamı dışında bıraktıklarını bilmiyor muyuz? Özetle, Türkiye, 1915 konusundaki dış baskılara hezeyan dolu tepkiler vermek yerine, "evini düzeltmek" zorundadır. Liberal, ilerici, demokrat çevrelerin ise, Hükümet önderliğinde oluşturulan "ulusal cephe" korosuna katılmak yerine, bu inkâr rejiminin nasıl çözüleceği konusunda kafa yormalarında fayda vardır. Soykırımı inkâr, sadece tarihe ilişkin değil, bugüne ilişkin de sonuçları olan ciddi bir suçtur. Hrant Dink davası bunu yeteri kadar kanıtlamıyor mu? Bu suça karşı çapı küçük de olsa ciddi bir muhalefet oluştu. Şimdi doğru olan, bu muhalefetin, mevcut dış muhalefet ile birlikte nasıl ortak hareket edebileceği konusunda kafa yormak değil midir? Ama bunun için liberal çevrelerde bile bir öcü olarak görülen ve bir küfür olarak kullanılan "Ermeni diyasporası" anlayışının kökten değişmesi gerekir. Bu çerçevede, "1915'in, sorunun kaynağı olan Türkiye'ye geri getirilmesi gerekir" tarzında düşünen dostlarımın son derece yanıldıklarını söylemek isterim. Soykırımları inkâr ve inkârcılarla mücadele, ne sadece Türkiye'dekilerin ne de Ermeni diyasporasının işidir. Soykırım, İnsanlık Suçu ve Savaş Suçlarını inkârla mücadele tüm insanlığın ortak sorunudur. Galiba akıntıya karşı yüzmek zorundayım. Fransa'nın soykırımı inkar kanunu, liberal çevreleri de kapsayan ulusal bir birlik havası yaratmışa benziyor. "İç işlerimize karışma"; "kendi pisliğinle uğraş"; "iki yüzlülük ve çifte standart"; "kasti ve basit politik hesaplar için gündeme getirilmiş bir yasa" gibi argümanlar en çok duyulanlar arasında. Elbette bu tür bir tartışma düzeyine, "ne yapalım, dinsizin hakkından ancak imansız gelir"veciz sözü ile cevap verilebilir. Yani aynı söylem düzeyinde kalınır, "kötü ve öcü öteki" olduğundan kuşku duyulmayan Fransa ile Türkiye arasında kıyaslamalar yapılır, aslında bu iki ülke arasında zihniyet açısından pek bir fark olmadığı -Fransa'ya biraz haksızlık yapmak pahasına- ileri sürülebilir. "Kendi yediği haltlarla uğraşmayıp, çıkar amacıyla ötekinin yediği haltların üstüne gitmek" olarak özetlenebilecek, bu "çifte standart" argümanının, Türkiye'de son derece fazla alıcısı olduğunu biliyorum. Sonuçta, ulusdevletlerin, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, kendi pisliklerinin üstünü örtme ve ama ötekinin pisliğinin üstüne gitme uzmanı oldukları konusunda, gerekirse sömürgecilik tarihi de devreye sokularak yüzlerce ve binlerce örnek verilebilir. Kabul etmem gerekir ki, bu "pis-emperyalist Batı" ve "biz mazlumlar" edebiyatının Türkiye'de müşterisi çok ve bunun üstüne bir de sıkı"iç dinamik" ve "bizim kendi gücümüz" analizi eklersem, bu da işin kaymağı olur ki ortaya "yeme de yanında yat" durumu çıkar. Acaba okuyucuyu, en yakın dostlarımı da sardığını gördüğüm yukardaki atmosferin dışına çıkartabilir miyim? "Soykırımı inkâr" yasasının özel olarak "bize", Türkiye'ye yönelik, politik amaçlarla gündeme getirildiği katı inancını biraz olsun yumuşatmam mümkün mü? Zannetmiyorum; ama gene de denemek ve okuyucuyu, hezeyanlardan uzak bir tartışmaya davet etmek, Fransa'nın son girişimine, Avrupa'nın kendi iç tarihi açısından yaklaşmak isterim. Bugün Avrupa, Soykırım, İnsanlık Suçu ve Savaş Suçları olarak tanımlanan büyük kitlesel katliamların inkâr edilmesinin önüne nasıl geçilmesi gerektiği konusunda ciddi bir arayış içindedir. Fransa'nın getirdiği yasa 2001'den beri devam etmekte olan bu arayışın ürünüdür. Bilindiği gibi, Avrupa'nın hemen tamamında "Holocaustu inkâr etmek" kızılbaş - sayfa 56 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir suçtur. Bu konuda iki farklı hukuki yaklaşım vardır. Bir grup ülke sadece Holocaust inkârını suç sayan kanunlara sahiptir. Bir diğer grup ülkede ise, böyle özel bir kanun yoktur. Ama "soykırımı inkar" nefret suçları kapsamında ele alınır ve cezai kovuşturmaya uğrar. Her iki farklı yaklaşımın ortak paydası, "ırkçılık ve nefret söyleminin yasaklanması" meselesidir. 2001 yılından beri, konuya ilişkin yasalarının birbirinden çok farklı olması nedeniyle, yasalar arasında nasıl bir birlik yaratılabilir sorusu Avrupa'nın gündemindedir. Cevabı aranan soruları şöyle özetlemek mümkündür: a) Holocaustu inkâr suçu, genel olarak, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarını da kapsayacak biçimde nasıl genişletilebilir? b)Soykırım bağlamında, "soykırımı inkâr" biçiminde yeni bir suç kategorisi tanımlamak gerekmez mi? c) eğer böyle bir suç kategorisi yaratılacak ise, bu suçun kapsam ve boyutu ne olmalı ve mevcut farklı ceza kanunları arasında birlik nasıl sağlanmalıdır? 2007 ve 2008 yıllarında Avrupa Birliği konuya ilişkin bir çerçeve kararı aldı. Bu kararla birlikte, "soykırımı suç sayma" konusunda AB hukuk sistemi yeni bir zemine doğru kaymaya başladı. Konuyu anlamak açısından bu karara yakından bakmakta fayda var. Kararın amacı, "ceza hukuku yoluyla, ırkçı ve dışlayıcı söz ve ifadelerin değişik biçimleriyle mücadele etmek" olarak tanımlanır. Birinci maddede, üye ülkelerin aşağıda sayılan kasti eylemleri cezai müeyyideile sınırlandırmaları istenir: "ırk, renk, din, kök,ulus veya etnik bir gruba ya da onların mensuplarına karşı alenen şiddet veya nefreti tahrik etmek." Çerçeve kararda, bu eylemlerin "kitap, resim veya benzeri materyallerle açık neşri ve dağıtımının" da suç kapsamında değerlendirilmesi gerektiği söylenir. Ayrıca, 2. Madde açık olarak "Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi Statüsü veya 8 Ağustos 1945 Londra Antlaşması'na eklenmiş Uluslararası Askerî Mahkeme Sözleşmesi tarafından tanımlanmış, soykırım, in- sanlık suçu ve savaş suçlarına aleni göz yummak, inkâr etmek veya önemini küçümsemek" suçlarını yasaklanması gereken suçlar kapsamında sayar. Çerçeve kararın altını çizdiği iki önemli husus daha vardır; birincisi, üye ülkelerden, sadece kamu düzenini açıktan tehdit eden veya belli gruplara karşı açık tehdit, küfür ve hakaret içeren eylemleri cezalandırmaları istenir. İkincisi yeni kanunların hiçbir biçimde, Avrupa Birliği Çerçeve Antlaşması'nın 6. maddesinde ifade edilen düşünce özgürlüklerini sınırlayıcı tarzda gündeme getirilmemesi gerekir. Bu çerçeve kararla birlikte artık, sadece Holocaust ile sınırlı olan "soykırım inkârı" suçunun kapsamının genişleyecek ve giderek diğer soykırımları da kapsayacaktır. Nasıl ki, başlangıçta yasağın sadece Holocaust ile sınırlı olması bir tesadüf değildi, şimdi Ermeni soykırımının devreye girmesi de tesadüf değildir. Bu tartışmada cevabı aranan ilkesel soru şudur: Acaba soykırımı inkâr etmek yeni bir suç kategorisi oluşturur mu? Suçlarda genel olarak iki tür ayrım yapılır. Birincisi bir eylem ahlaken suç sayılır; örneğin yalan söylemek veya eşini başkası ile aldatmak vb. yüz kızartıcı suçtur ama bu suçlara yönelik cezai bir müeyyideye gerek yoktur. Bu görüşe göre, soykırımı inkâr ahlaken kötü bir davranış olsa bile, bunun ille de cezai suç kategorisi içinde değerlendirilmesi gerekmez. Bir başka suç türü de cezai müeyyidesi olan suçtur. Fransa başta olmak üzere birçok ülke, "soykırımı inkâr" suçunun yeni bir cezai suç kategorisi oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini savunmaktadır. Burada bir üçüncü eğilimden de söz etmek gerekir; bu eğilim, ceza kanunlarında "soykırımı inkâr" gibi özel suç kategorisi geliştirilmesine gerek yoktur, der ve ama inkâr suçunun, eldeki mevcut nefret suçları kapsamında ele alıp değerlendirmesini savunur. AB'nin son çerçeve kararı ışığında artık soykırımı inkârın, cezai suç olarak tanımlanması gerektiği eğiliminin giderek ağırlık kazanacağından söz edebiliriz. Çerçeve kararda altı çizilen önemli bir husus, "soykırımı inkâr" suçu ile, ilgili ülkenin kamu güvenliği arasındaki ilişkidir. Kamu güvenliği hangi durumlarda tehdit altındadır? Bu konuda iki noktanın altı çizilir: ya kamu güvenliğini tehdit eden bir eylemlilik halinin varlığı, ya da inkâr politikaları ile doğrudan hedef seçilmiş bir grubun varlığı ve inkârın bu gruba yönelik kin ve nefret duygularını körükleyen bir biçimde gündeme getirilmesi. Fransa'da konu tartışılırken, zaten ileri sürülen önemli bir argüman, soykırımı inkârın Fransa kamu güvenliği açısından bir tehdit oluşturduğudur. Bir grup hukukçu, Türk hükümetlerince dolaylı olarak da desteklenen kişi veya kuruluşların Fransa'daki Ermeni soykırım anıtlarına saldırmalarının, Fransız Ermeni vatandaşlarına yönelik kin ve nefret duyguları yayan siyasi eylemlerde bulunmalarının kamu güvenliği açısından tehdit oluşturduğunu savunmaktadır. Konuya bu açından yaklaştığınızda, Almanya'da, Holocaust'u inkâr eden Neo Nazilerin, Türklere yönelik saldırı ve eylemleri ile Ermeni soykırımını inkâr eden Türk Hükümetinin, bazen doğrudan ajanlarını da yollayarak, Ermenilere ve onların anıtlarına yönelik saldırıları arasında bir bağ kurmanın çok yabana atılır bir düşünce olmadığını görmemiz gerekir. Şüphesiz buna katılmayabilir ve 1915'e ilişkin karşı karşıya olduğumuz problemlerin niteliği nedeniyle, inkârın hâlâ düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini savunabilirsiniz. Ama en azından lüzumsuz çığırtkanlık yapmak yerine, "ırkçılık ve nefret suçu" kapsamında ele alınan, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının inkârının nasıl engellenmesi gerektiği konusunun ciddi bir sorun olduğunu kabul etmeniz gerekir. Son bir nokta da, dışardan Türkiye'ye baskının, Türkiye'de olumsuz sonuçlar yarattığı meselesidir. Dış baskı nedeniyle ortamın sertleştiğive sorunun çözülme ihtimali olsa bile, ortadan kalktığı savunuluyor. Gerçekten de AKP'nin Fransa'ya yönelik gösterdiği tepkilerden sonra, "tükürdüğünü ya- kızılbaş - sayfa 57 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 laması" zor. Ama burada görülmesi gereken basit gerçekler şunlardır: a) AKP'nin, Ermeni Soykırımı konusunda, dış baskıya kızdığı için vazgeçip devre dışı bıraktığı bir çözüme sahip olduğunu düşünmek saflıktır; böyle bir çözüme sahip olan bu baskıyı, kendi çözüm planı doğrultusunda kullanır, histerik saldırıya geçmez; b) Türkiye 1915'i, dışardan hatırlatma olmadan maalesef gündemine zor alır; c) Türkiye, 100 yıldır sorunu "kulağının üstüne yatma" politikası izleyerek ve onu bunu tehdit ederek aşmaya çalışmaktadır. 2015 için de düşündüğü, oyalama, "mış gibi yaparak" bu yılı en az zarar ile atlatma stratejisidir. Dış baskılardan rahatsız olmasının, kendisine 1915'i hatırlatanlardan nefret etmesinin nedeni budur. Meseleyi anlamak için, Türkiye'nin 1915'i inkâr politikalarını, Güney Afrika ırkçı rejimi ile kıyaslamak gerekir. Nasıl ki, ırk farkı temeline oturmuş bu rejim kurumlarıyla bir sistem, ve bir zihniyet ise; soykırımı inkâr da böyledir. Türkiye, 1915'i inkâr ederek, esas olarak 1915'i yaratan kurumları, ilişki ve zihniyet dünyasını yeniden üretmektedir. Bu sadece soykırımı mümkün kılmış bir rejimi, kurumve zihniyetiyle savunmak ile sınırlı değildir. Bunun da ötesinde, hem yurtiçinde hem yurtdışında, bu duruma muhalefet edenlere yönelik saldırgan bir siyasetin sürdürülmesi anlamına gelir. Hrant Dink'in gerçek katilleri bu nedenle bulunmuyor. Avrupa'da, Ermenilere ve anıtlarına yönelik saldırılar bunu için düzenleniyor. Amerika'da, bana ve diğer aydınlara karşı sistemli kin ve nefret kampanyaları bu nedenle organize ediliyor. Görülmesi gereken basit gerçek, AB' nin önünde, "ırkçılık ve nefret suçları" kapsamında soykırımları, insanlık suçlarını ve savaş suçlarını inkârın nasıl engelleneceği gibi ciddi hukuki ve siyasi bir sorunun var olduğudur. Ve bu suçları inkâr ile mücadele edilmesi gerektiği inancı giderek artmaktadır. Nasıl ki vaktiyle, işkence suçu diye bir suç yoktu ve yaratıldı ise, savaş suçu diye bir suç yoktu ve yaratıldı ise; şimdi de "soykırımı inkâr suçu" diye bir suç kategorisi ortaya çıkmaktadır. Ve sorun bu suçun hangi kapsamda ele alınması ve hangi araçlarla savaşılması gerektiği ile ilgilidir. Bu nedenle, Türkiye soykırımı inkârı kurum, ilişki ve zihniyet dünyası ile sürdürmeye devam ettiği müddetçe dış baskılara maruz kalır. Bu anlamda, Libya ve Suriye'nin başına gelenler, soykırımı inkâr kapsamında -baskının içeriği değişik olsa da- Türkiye'nin de başına gelir. Birilerinin, "kötü niyeti" -Fransa'nın seçim hesabı vb.- nedeniyle bu durumu kullanmak isteyeceklerinden de şüphe yoktur. Ama hangi durumda böyle olmamış ki? Şimdi hepimizin, insanlığın büyük kazanımı olarak gördüğü, başımız sıkışınca başvurduğumuz uluslararası hukuk kurumlarının temelinin "Emperyalist Batı" tarafından atıldığını bilmiyor muyuz? Savaş suçlarının sınırlandırılmasına ilişkin ilk antlaşmalar yapıldığında, bu "emperyalist" devletlerin, kendi http://www.dersim.biz http://hyetert.blogspot.com http://www.armenieninfo.net http://www.ermenisoykirimi.net http://www.network54.com/ Forum/121213 sömürgelerinde işledikleri savaş suçlarını, bu antlaşmaların kapsamı dışında bıraktıklarını bilmiyor muyuz? Özetle, Türkiye, 1915 konusundaki dış baskılara hezeyan dolu tepkiler vermek yerine, "evini düzeltmek" zorundadır. Liberal, ilerici, demokrat çevrelerin ise, Hükümet önderliğinde oluşturulan "ulusal cephe" korosuna katılmak yerine, bu inkâr rejiminin nasıl çözüleceği konusunda kafa yormalarında fayda vardır. Soykırımı inkâr, sadece tarihe ilişkin değil, bugüne ilişkin de sonuçları olan ciddi bir suçtur. Hrant Dink davası bunu yeteri kadar kanıtlamıyor mu? Bu suça karşı çapı küçük de olsa ciddi bir muhalefet oluştu. Şimdi doğru olan, bu muhalefetin, mevcut dış muhalefet ile birlikte nasıl ortak hareket edebileceği konusunda kafa yormak değil midir? Ama bunun için liberal çevrelerde bile bir öcü olarak görülen ve bir küfür olarak kullanılan "Ermeni diyasporası" anlayışının kökten değişmesi gerekir. Bu çerçevede, "1915'in, sorunun kaynağı olan Türkiye'ye geri getirilmesi gerekir" tarzında düşünen dostlarımın son derece yanıldıklarını söylemek isterim. Soykırımları inkâr ve inkârcılarla mücadele, ne sadece Türkiye'dekilerin ne de Ermeni diyasporasının işidir. Soykırım, İnsanlık Suçu ve Savaş Suçlarını inkârla mücadele tüm insanlığın ortak sorunudur. [email protected] e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir (Taraf - 03.01.2012) kızılbaş - sayfa 58 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Namus zemini Etyen Mahçupyan Henüz bitirdiğimiz yılı ilerde hatırlamaya çalışanlar, muhtemelen Van depreminin yaşandığı yıl olarak betimleyecekler. Çünkü geçmiş, olağan olayların içinden sivrilen olağanüstü durumlarla akılda kalır ve anlam kazanır. 2011 de depremin yılıydı... Ancak sadece Van’da yaşanan somut depremin değil, aynı zamanda Türkiye’nin zihniyet kalıplarını yıkan bir ideolojik depremin de... Hemen akla gelen üç örnek tarihsel açıdan son derece öğretici: MİT yetkilileriyle PKK liderlerinin görüşmeler yaptıkları kamuoyuna yansıdı ve toplum tepkisiz kaldı. Dersim’de Mustafa Kemal’in bilgisi dahilinde bir katliam yapılmış olduğu bizzat Başbakan tarafından itiraf edildi ve toplum bu gerçeği kolayca sindirdi. Fransız parlamentosu Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan bir yasa geçirirken, devlet yetkililerinin ve medyanın büyük çabasına karşın toplumun geneli olgun ve dirayetli tutumunu bozmadı... Cumhuriyet’in resmî devlet ideolojisi ile genel toplumsal tutum arasındaki mesafenin iyice açılmış olduğunu ima eden bu durumun temelinde, aldatılmışlık duygusu içinde olan ve artık aldatılmak istemeyen bir halkın gizli direnci var. Büyük bir çoğunluk birçok tarihsel ve kimliksel olayı yanlış bildiğinin farkında, ama doğrusunu bilmediği gibi, bu konuda ‘yabancılara’ da güvenmek zorunda kalmak istemiyor. Diğer bir deyişle Türkiye’nin kendi geçmişine mesafe alarak bakma ve günümüzün bütün meselelerini kuşatan bir biçimde bütünlükçü bir alternatif okuma yapma ihtiyacı var. Bunun sırrı, Kürt, Alevi, Ermeni ve diğer kimlikleri özneleştiren anlatılardan sıyrılarak doğrudan Türk kimliğine bakabilmekte. Tarihsel açıdan ele alındığında, Abdülhamit ve İttihat Terakki dönemlerinin nesnel bir bakışla irdelenmesi, bu iki iktidar anlayışının birbirine zıt mı, yoksa aksine birbirini besleyen nitelikte olduğu mu sorusunun sorulması ve nihayet söz konusu siyasi/ideolojik geleneğin Cumhuriyet rejimi ile ilişki ve bağlantılarının sorgulanması gerekiyor. Türkiye toplumu psikolojik olarak buna hazır. Geçmişe bağımlılığın yarattığı kişiliksizliğin aşıldığına tanık oluyoruz. Yeniyi inşa edebileceğimize olan inanç, kendimize ‘bakabilmeyi’ mümkün kılan bir özgüven yaratıyor. Söz konusu proaktif sağduyunun nasıl bir dinamik içinde serpilip bugüne geldiği araştırılmaya değer bir konu... Yıllar içinde TESEV’de yaptığımız çalışmalarda ortaya çıkan en ilginç bulgulardan biri, özellikle İslami duyarlılığa sahip kitlede uyanmakta olan bir ‘geçişlilik haliydi’. İnsanların tutarlılığa verdikleri ahlaki önem artıyor ama ahlakı çok daha dünyevi ve gerçekçi bir biçimde tanımlıyorlardı. Öte yandan siyasi ve ideolojik alanda tutarsızlığı çok daha kolayca taşıyorlar ve sanki ahlakı da bu durumun farkında olunmasıyla ilişkilendiriyorlardı. Diğer bir deyişle farklı alanlarda tasvip edilen tutumların birbiriyle tutarsız olması, İslami duyarlılığa sahip insanların kendilerine ilişkin kişilik algılarında sorun yaratmıyordu. Çelişkilerinin farkındaydılar ama bu çelişkileri çözmektense, gelecekte ortaya çıkacak bir çözüme güvenerek taşıma eğilimindeydiler. Bu yeni zihinsel dünyada eski ve yeni normlar, eski ve yeni bilgiler iç içe geçmişti. Resmî ideolojinin çöküşüyle geleneğin yetersizliğinin birleşmesi ise bir anlamlandırma boşluğu yaratmıştı. Söz konusu kitle bu boşluğu doldururken doğal olarak İslami referanslara bağlı kaldı, ama aynı zamanda kendisinin ‘kurucu’ bir halk olduğu gerçeğini de fark etti. Bunun anlamı ortak bir ‘namus zemini’ üzerinde ve ortak bir vicdan çerçevesi içinde, insanların kendilerini spontan bir ‘hatırlama’ faaliyetine doğru açmalarıydı. Dolayısıyla Kürt, Alevi, Ermeni ve diğer kimliklerle ilgili tarihsel olaylar gündeme geldiğinde artık kimse şaşırmıyor. Bunlar ilk kez duyduğumuz detaylar bile olsa, yeni ortaya çıkan her bilgiyi zaten bildiğimiz duygusuyla izliyoruz. Çünkü devleti tanıdık... Yakın geçmişte yapılanları dikkate aldığımızda, uzak geçmişte yapılmış olabilecekler hakkında epeyce samimi ve köklü bir kanaatimiz var... Bu kanaati ‘yabancılara’ söylemek veya ‘yabancılardan’ duymak hoşumuza gitmeyebilir. Ama üzerinde durduğumuz ‘namus zemini’, kendimizle baş başa kaldığımızda doğruyu en azından fısıldamamızı sağlıyor. Belki de esas ‘açılım’ bu... İlerde dönüp bugünün tarihini yazacak olanlar, Türkiye toplumunun ‘cehaletini fark ettiğinde sevinecek’ kadar özgüvenli hale geldiğini tespit edecekler ve bunu anlamaya çalışacaklar. Son yüzyıl bu topraklarda egemen bir etnik kimliğin oluşması için uğraşıldı ve bunun bedeli sadece çokkültürlülüğün kaybı olarak değil, bizzat toplumsal benliğin zayıflaması olarak ödendi. Şimdi o toplumsal benlik güçleniyor ve kimlikler hayati çıpalar olmaktan çıkıyor. 2012 bu açılımın görünür olduğu yıl olacak. - zaman gazetesi - Aras Yayıncılık Dersim Ermenileri İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu İstanbul - Türkiye Tel: +90 (212) 252 65 18 Fax: +90 (212) 252 65 19 [email protected] www.arasyayincilik.com Dersimli Ermeniler Sosyal Kültüre Sanat Eğitim Tarih İnanç Araştırma ve Dayanışma Derneği Kamer Hatun Mah. Hamalbaşı Cad. Üstündağ İş Merkezi No: 14 / 112 Galatasaray / İst. kızılbaş - sayfa 59 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Koçgiri ve Dersim ile Yüzleşmek ve Devrimci Kopuş Koçgiri ve Dersim birbirinden ayrı tutularak değerlendirilmesi elbette olanaksızdır. Ortada işlenilen insanlık suçlarının yaşanmışlığı tartışılmazken sadece bu katliamları yapan tetikçilerin farklılığı yanıltmamalıdır bizleri. Resmi tarihin her iki olayda da aynı yalanları sıralaması yani ortada bir ‘’isyan ‘’ varmış gibi gösterip zorunlu bir askeri müdahaleyi haklı çıkarma çabası resmi tarih kalemşörlerinin kendi bataklıklarında debelenmekten öteye geçemediğinin resmi olarak görüyorum. Son günlerde yoğun olarak tartışılan Dersim Katliamı iktidar partisinin, muhalefet partisini köşeye sıkıştırmak amacı ile ‘faydacı’ bir tutum sergilemesi ne kadar kabul edilemez ise muhalefet partisininde paranoyak tepkiseliği ve samimi bir öz eleştirel tutum ile konuya yaklaşmaması bir o kadar kabul edilemezdir. Bu tutumlardan anlaşılacağı üzere Dersim Katliamı ile ilgili somut adımların atılmasını beklemek bir hayli zor görünmektedir. Düzen partilerinden halklara karşı öz eleştirel bir tutum beklemenin ne kadar anlamsız olduğunun altını çizsek de asıl sorunun kaynağı A veya B partisi ile alakalı olmayıp tamamiyle; Cumhuriyetin kurucu ideolojisinden itibaren farklı inanç ve kimliklere karşı şekillenen öteleyici, inkar ve imhacı egemen anlayışın dışa vurulamaması ve bu gerçeğin halklardan saklanması ile alakalıdır. Hem 1921 de hem de 1938 de milli şef-Başkomutan M. Kemalin bu iki katliamdaki büyük rolü ne kadar saklanmaya çalışılsada ortaya çıkan M.Kemal imzalı ordu manevraları ve bakanlar kurulundaki Dersim operasyonu ile ilgili raporlardaki Erdoğan Yıldız imzalar klişe ötesi, inandırıcılığı olmayan bir savunmadan başka birşey değildir artık. Statükocu ulusalcı cenahın bu yalanlardan vazgeçip bir insanlık suçu işlenen bu iki olaydada farklı bir gerekçe bulmaları beklediğimiz gibi gecikmedi. Resmi kayıtlardaki ‘’ aşiretler arası çatışma ve bölgedeki asayişizliği gidermek maksadı ile kurulan karakollara baskınlar düzenleyen dersim halkının isyanının bastırılması gerekirdi veya ortada bir devlet var ve asayişi, vergilerini ve zorunlu askeri hizmeti almak için bu müdahale yapılmıştır ve doğrudur diyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar az değillerdir. Bir katliama güzelleme yapmak veya onun tüyler ürpertici yanlarını kabul edilebilir meşru göstermek yaşanılan katliamın tüm soğukluğunu psikolojik olarak güncellemekten başka bir şey değildir. İnsanın kanını donduran bu açıklamalara son günde İsmet İnönü’nün torunu CHP’li Gülsün Bilgehan da eklendi. Bilgehan Dersimdeki son iskan belgesindeki dedesinin onayını yani sağ kalan kızların egemen Türk kültürünün yoğun olarak yaşandığı coğrafyalara sürülmesinin iyi olduğunu yani ‘’iyi eğitildiklerini’’ , genel olarak Dersim Katliamının ise bölgeye ‘’medeniyet ve görgü getirdiğini’’ açıklaması ne kadar faşizanca bir tutum olarak görsekte tamda bunun yapılmak istendiğini ve yapıldığını açık bir dil ile belirtmesi bir itiraf olarak algılanması gerekmektedir. Düne kadar bu katliamdan M.Kemalin haberi olmadığına yönelik yalanları sıralayanlar şimdi ise gerçeğe tüm ırkcı ve barbar duygular ile sahiplenmeleri katliamın iç yüzünü bizlere fazlasıyla anlatmaktadır. 38 Dersimde ne yaşandıysa 21 Koçgiride’de aynı vahşet Alevi-Kürt kimlikli insanlara yaşatılmıştır. Tek tipci, Türk İslam sentezinde temelleri atılan Cumhuriyetin Ermeni, Rum, Kürt ve Alevi demeden Türk kültürünü tek mutlak egemen bir baki kılma çabaları, Anadolu halklarının farklı inanç ve kimliklerine yapılan büyük bir darbedir. Bu temellerde şekillenen Cumhuriyette öteki olarak yaşamını sürdüren Aleviler ve Kürtler bugün halen onyıllar öncesindeki zorbalıklar ile bastırılmaya ve sistemin her yönü ile inkar, imha ve asimilasyona uğratılmaya çalışılmaktadırlar. Lafı fazla uzatmadan konuyu Koçgiri Katliamına getirmek istiyorum. Konu Türk devletinin Milli şeflik dönemlerindeki ‘’Alevi-Kürt‘’ katliamları olunca Dersimden önce Koçgiriyi anımsamak, Dersimde yapılacak olanların provasını Koçgiri Katliamında masaya yatırmak sanırım en doğrusu olacaktır. Her iki Katliamda’da inanç ve ırksal seçimler yeni tek tipleştirici Cumhuriyet tarafından elbette kabul edilemez iki unsurdur. 1920-21 yıllarında bu iki unsuruda içlerinde barındıran bir tehdit olarak görülen Koçgiri aşiretine karşı Türk kuvvetlerinin imza attığı Koçgiri katliamında yaşananlar tüm iç sızlatıcı bütünlüğüyle bügün yüzleşilmeyi beklemektedir. M. Kemal tarafından bölgeye gönderilen namı değer Topal Osman ve Arnavut sakallı Nurettin paşalar komutasındaki ya- kızılbaş - sayfa 60 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ratılan bu vahşet yinelediğimiz gibi maşaların ötesinde resmi ideolojinin yok edici yanıdır. Dersimdeki tekrarlanan yalanlar aynı şekilde Koçgiri Katliamındada sıkca rastlanılmaktadır. M. Kemalin haberinin olmadığı ve görevlendirdiği iki komutanın görevini kötüye kullandıklarına ilişkin açıklamaların tamamı bu iki Komutana verilen, M. Kemal imzalı madalyalar ile tıpkı Dersim olayındaki gibi boşa çıkarılmıştır. Tabiki bunların ötesinde M. Kemalin Topal Osman ile görüşmelerini, ‘’Hasan İzettin Dinamo nun kutsal kitap’’ adlı kitabından alıntılar ile aktarıp daha sonrada ‘’Ebubekir Hazim Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları’’ adlı belgeler ile Katliamın korkunç boyutlarda olduğunu göreceğiz. Cumhuriyetten öncelere yani M. Kemalin Ordu müfettişliği dönemlerinden Topal Osman ile yaşadığı diyaloglara göz atmamızın Katliamdaki Topal Osmanın rolünü daha net anlayabileceğimizi düşünüyorum. 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Osmanlının son ordu müfettişi olan M. Kemal padişah tarafından 1919’da Samsuna gönderilmesinin sebebi Topal Osman Katilinin Rumların maruz kaldığı Katliamları durdurup, Ermeni Soykırımı sonrası birde Rum soykırımı ile karşı karşıya gelmek istemeyişlerinden dolayıdır. Fakat bu amaçla Samsuna gönderilen M.Kemal tam zıt bir tutum ile Topal Osman ile ilk Antlaşmasını yapıp, Topal Katilin Katliamlarını meşrulaştırmıştır. M.Kemal ve Topal Osman ın Havzadaki görüşmeleri daha doğrusu Anlaşmaları kimi yazarlar tarafından ‘’Cumhuriyet ile Çetelerin ilk Antlaşması‘’ olarak lanse edilmişliğide vardır. Havzadaki bu konuşmayı H. İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan adlı kitabından herhangi bir vurgusal ve yazının kimyasını değiştirmeksizin olduğu gibi paylaşıyoruz. ‘’Bu karşılıklı görüşmede M. Kemal; “ ...Bundan sonra el ele çalışacağız. Pontuscuların Karadeniz kıyılarında neler yaptıklarını birde erbabının ağzından dinleyelim dedik” derken, Topal Osman’ da bölgedeki Rum ve Ermenilerin yaptıklarını anlatır ve yine M. Kemal’den “...Görüyorum kivatansever duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın....Çeteni derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Sana genç ve atak subaylar vereceğiz.. Pontuscular hangi usulleri kullanıyorlarsa, siz de o usulleri çekinmeden kullanın...” cevabını alır. H. İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, c, 2. s. 113 Bunun üzerine Topal Osman Ağa, M. Kemal Paşa’ya hitaben; “ ...Siz hiç merak etmeyin Paşam! Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü verecegim ki, hepisi magaralarda eşek arısı gibi boğulacak” diyecektir.( Ayşe Hür, Taraf gazetesi 14 Mart 2010) Mağaralarda zehirli gazlar ile zehirlenenler yalnızca Rumlar değildi elbet. İ.Sabri Çağlayangilin Dersim itiraflarında benzer bir açıklama ile Dersimlilere Ordunun zehirli gaz kullanması ile mağaralarda öldürülmesini itiraf etmesi bu yöntemin Topal Osman denilen Katil tarafından 1919’lu yıllarda Rum halkına karşı kullanılması ve Cumhuriyet dönemlerinde’de etkili bir silah olarak görülmesi Koçgiride ve 38’de yaşanacak olanları neredeyse önceden bizlere göstermektedir. 38 Dersimde bunu daha rahat birşekilde yaptıkları su götürmez bir gerçektir. M.Kemalin manevi kızı pilot Sabiha gökçen tarafından savaş uçaklarıyla dağlara sığınan masum insanlarda aynı şekilde zehirlenerek katledilmişti. Topal Osman yönetiminde 42. ve 47. Alayların kurulması ve gönüllü laz birliklerinin oluşturulması akabinde Mart 1921’de Koçgiriye hareket etmiştirler. Tıpkı Karadenizde nasıl Rum ve Ermenileri katlettilerse Koçgiride’de aynı vahşete mühür vurmaları kaçınılmazdı. Diri diri yakılan Kürt çocukları, laz alaylarınca tecavüze uğrayan kadınlar ve gözlerinin yaşına ba- kılmaksızın süngülerden geçirilen insanların uğramış oldukları Katliamdan yazamadıklarımın ne olduklarını o bölge insanları bilirler.... (....) .... Bazı hallerde bir şey yapmak veya söylemek nasıl vatani bir görev ise bazen de bir şey yapmamak, susmak için vicdanını zorlamak eziyetine katlanmak da öyledir....(...)...Nurettin Paşanın yapmış olduğu bastırma harekatının çok fena bir şekilde sonuçlanmış olduğunu Sivas’a geldiğim zaman öğrendim.....(....).....Koçgiri olayından dolayı suçlu, suçsuz bir çok insan öldürülmüş, evleri tahrip edilmiş, malları ellerinden alınmıştı. Koçgiri olayını bastırmakla görevli olan Nurettin Paşa, görevlendirildiği, kendisine verilen bu görevi düşünülemeyecek derecede çok fazla şiddet, hatta vahşetle bastırdı. Can korkusu ile dağlara sığınarak, otlar yiyerek yaşamak mecburiyetinde kalan erkek, kadın, 132 köy halkının harap köylerine dönerek mahsullerini hasat ederek, hiç olmasa açlıktan ölmemeleri, genel af ilan edilerek korkularının giderilmesi gereğini bir kaç kere içişleri bakanlığına yazdım. Sırf Nurettin Paşa’nın sakinlikten, olaysızlıktan hoşlanmamasından dolayı, tekliflerim sonuçsuz kalıyor ve halk tahrip olunan evlerini kış gelmeden mümkün mertebe yapmak için merkez kumandanının karşı koymasına bir son verilmesini istiyor ve yalvarıyor ” (Ebubekir Hazim Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş yayınları, İstanbul, 1982) Ebubekir Hazim Tepeyran’ın anılarında belirttiği gibi diri diri yakılan Kürt-Alevi çocukları, Tecavüze uğrayan kadınlar ve akabinde laz milislerince büyükbaş hayvanlar dahil tüm mal varlıkları ve kadınlarının bir eşya gibi Karadenize kaçırılması özetle sözün bittiği yerdir. Tepeyranın yazamadıklarının özeti KATLİAMDIR. Bir İnsanlık su- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çundan başka bir şey değildir. Tepeyran anılarında bu olayların tek kabahatlisini Nurettin paşa olarak görmesi ve gerçeği yazamamasındaki sebep kesinlikle Nurettin Paşa ve Topal Osman’a bu emirleri verenlerin bırakın tartışılması en ufak bir muhaliflikte ertesi günü ölü bulunmanız ile birebir anlam taşımasındandır.(Ali Şükrü Paşa olayında yaşanıldığı gibi) Katliamlar özür dilendiğinde elbette sarılabilecek yaralar değildirler. Yaraları derindir ve her hatırlandığında derinleşen bir acı tattırır sağ kalanlarına. Özür dilemek elbette somut bir adımdır bu katliamları ele alırsak fakat çorum, Maraş, Sivas ve Gazi Katliamları dahil halen ülke genelinde görülen öteleyici, inkarcı egemen resmi ideoloji kimin veya nasıl bir özür ile halklara insanca bir yaşam sunabilir? Bozuk düzene sağlam çarkın ilavesi olanaksızdır. Anadoluda katledilen Halklar; Ermeniler, Rumlar, Kürtler inanç bağlamında Alevilerin Katillerinden özür beklememelidirler. Zaman Resmi İdeolojinin ne zaman Yüzleşeceğini bekleyecek kadar bol ve kıymetli değildir. Zamanı bekleyişin ötesinde değerli kılmak Düzenin tüm Pisliklerini Pazara çıkarmak ve bu konuda bilinçli olmaktan geçmektedir. Katiller değişir fakat azm ettirenlerkişi veya kişilerden öte bir mekanızmadır, bu mekanızma ezilen, sömürülen emekçi yığınlara, sosyal, ekonomik ve inançsal olarak hayati her alanda çekilmez kılan Devlet aygıtından başka bir şey değildir. Sisteme aşağıdakilerin doğrultusunda yön vermek ve etki etmenin tek yönü öncelikle birilerinin değil kendi tarihimiz ile bizlerin yüzleşmesinden geçmektedir. Ya celladına aşık, muhtaç bir toplum olarak içten içe çürüyeceğiz yada Geçmişimiz ile bizler yüzleşip sistemden tamamiyle Devrimci kopuşu gerçekleştireceğiz.. [email protected] 33. yılında Maraş katliamını unutma unuturma ......... Hasan Sönmez Ne it girmiş ne ziyan olmuş? Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete, daha açık söylersek. Bindik CHP ye götürüyor. MHP`ye Sadece cem vakfı değil alevi kuruluşları yaptıkları etkinliklerine MHP yı çağırmaktadırlar ve MHP Kongre ve konferanslarına katılmayı ihmal etmiyorlar. Sanki Maraş Sivas çorum katliamlarını onlar yapmamış gibi? Sanki 1980 öncesi işçi grevlerine satırlarla, sopalarla, muştalarla onlar saldırmamış gibi Sanki madımağı Ümraniye gazinin Gıladyonun tetikçileri onlar değilmiş gibi . Ne it girmiş? nede ziyan olmuş? Alevi çalış taylarına MHP milletvekili olarak Maraş katliam sanığı ökkeş kengeri gönderiyor, bazı vijdan sahibi insanların tepkisiyle bu faşist çalıştaydan çekilmek zorunda kalıyor. "Peki ne deyişti tabi Alevilerden başka."..? Katliamlarda Alevileri korumak için göksünü siper eden devrimcilere soğuk davranılmakta protokol olarak bırakılan yayınları çöpe atarak vefa borçlarını böyle, ödüyorlar. Ne it girmiş? nede ziyan olmuş? peees doğrusu. Katliam dönemlerinde evlerini terk etmeyip devrimcilerin kontrolün de olan mahallelerine gitmeyipte Ecevitlin CHP Hükümetine güvenen kimi insanlarımız bu güveni canlarıyla mallarıyla ödemişlerdir Adana da kız bakkal bunun en güzel örnektir Maraş da Yörükselim mahallesine gitmeyenlerde aynı kaderi peyleşmiştir. Sanırım, suflörün perde gerisinde aktöre bir şeyler fısıldamış gibi birileri bunların kulağına devrimcilerden ve Kürtlerden uzak durun. Birde bataklığa bekçi olun. belki mahkemelisi yaklaşımla bataklığa bekçi olursanız beli fırsatlar yakalarsınız fakat bataklığın kokusu üstünüze siner çevrenizdekiler rahatsız olur ve sizden uzaklaşırlar yada mesafeli olurlar.Tarih deki yeni çeri ocakları gibi gericileşirsiniz. Yani ışığın dini değil karanlığın dini olursunuz. Alevilikte ışık kutsaldır ali nurdur Muhammed nurdur demeleri bundandır. Kızılbaş dedikleri aslında güneştir onun sayesinde cisimleri tanır ve tarif ederiz, "somut ışık güneşle aydır" soyut ışık ise ali ile Muhammed dir yani düşünce ışığı o ışık sayesinde yolumuzu buluruz. Bakın yunus ne diyor Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle bir kaç huri isteğimi sorsa biri bana seni gerek seni. Tanrının doğrular için rüşvet vermesine nasıl? karşı çıkar aynı nefesin devamında İslamiyetlin beş şartında biri olan hac şartına da karşı çıkar. bir diğer nefesinde şöyle der. Bu dervişlik baştadır yaşta değildir tılsımı ottan ataştan değildir eğer bir müminin kalbini yıkarsan hakka eğildiği şecide değildir gördüğümüz gibi Yunus bilgeliğin yaşlılardan olur dogmatizmini nasıl eleştirmekte aynı nefesin devamında İslamiyet içi şiddete karşı çıkmaktadır. Bu iki örnek dede anlaşıldığı gibi Alevilik ışık ve doğruluk dinidir ve siz bataklığa bekçilik yaparsanız ne ışık kalır nede doğruluk Kaynak: http://yilanli.info kızılbaş - sayfa 62 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevilere 'kılavuzluk' mu bozulan ezber cafer solgun sancısı mı? Aleviler, Cumhuriyet'in her döneminde katliamlara, baskıya ve ayrımcılığa maruz kalmıştır. Ve resmi ideoloji zihniyetine göre Alevilik, Sünniler kadar bile yaşam hakkına sahip değildir. CAFER SOLGUN Arşivi Bugün üzerinde konuştuğumuz bağlamda Kürt sorununun resmi ideoloji inkârcılığından kaynaklandığı, inkâr zihniyetini savunmaya yeminli kişi ve çevreler dışında hemen herkesin gördüğü, dillendirdiği bir gerçek. Ne var ki Aleviler söz konusu olunca resmi ideoloji ezberleri, yalan ve tahrifatları üzerine konuşmak, halen ‘meşakkatli’ bir iş. Dünyada yalan ve tahrifatlar üzerine kurulu resmi ideoloji devranları çoktan çöktü. Bizde de çöküyor. Bu kaçınılmaz. Fakat bunu dile getirince, aniden birilerinin celallenmesini göze almak durumundasınız. Bunlar içerisinde ‘solcu’ bildiklerimizin celallenmesi, özellikle dikkat çekici. Bu acayip durumun Kemalist düşünce sistematiğiyle sakatlanmış olmakla yakından ilgili olduğunu elbette biliyorum. Bu tip solculuk da değişecek, aşılacak… Mevzu o posterin indirilmesinden mi ibaret? “Bizim nezdimizde bir ibadethane olan ve devletten de yasal statüsünü tanımasını talep ettiğimiz cemevlerinde, Hz. Ali ve 12 İmamları resmeden portreler içerisinde bir politik figür olan Mustafa Kemal posterlerinin ne işi var?” şeklindeki görüşüm yeni değil, yıllardır savunuyorum. Fakat konu Dersim 38 kırımı bağlamında gündeme gelince, ‘sarsıcı’ bir etki yarattı. İlginç mi demek gerekir: Görüşlerine başvurulan, kamuoyunun ‘solcu’ bildiği bazı Alevi kurum yöneticileri, “Yersiz bir tartışma. Aleviler Atatürk’ü sever, işte o kadar” şeklinde demeçler verirken, bu çevrelerin beğenmediği Cem Vak- fı Başkanı İzzettin Doğan en gerçekçi açıklamayı yaptı ve “Biz cemevlerinin ibadethane bölümlerinden Atatürk posterlerinin kaldırılması kararı aldık, bize bağlı cemevlerine ilettik, uygulayıp uygulamamak onlara kalmış” dedi. Konuyla ilgili Radikal’de yayımlanan ‘Alevileri Anlama Kılavuzu’ başlıklı yazısında (Radikal, 12/12/2011) Yüksel Işık, “İnanç ritüellerinin yerine getirildiği cemevlerine, dini kimlikleriyle öne çıkmamış şahsiyetlerin fotoğraflarını asmaktaki tuhaflığı bir yana bırakalım ama insanların evlerine hangi fotoğrafı asacaklarını tartışmak, kurt ile kuzu arasındaki ‘Suyu bulandırdın’ repliğine benziyor” diye yazmıştı. Oysa sorun, tam da Sayın Işık’ın “Bir yana bırakalım” dediği konudur. İnsanların evlerine, işyerlerine hangi posterleri astığını tartışan mı var? Işık’ın cümlesinin devamı ise şöyle: “Hani gören de zanneder ki Alevilerin yaşadıkları bunca zulüm, cemevlerine asılan fotoğraftan kaynaklanıyor!” Bu tür indirgemeci bir mantık için çok şey söylenebilir. Fakat şu kadarını söylemekle yetiniyorum: Mevzu sadece bir ‘resim’ mevzuu olsaydı, şu anda dünyanın en anlamsız tartışmasını yapıyor olurduk. Oysa mevzu, bir insanlarımızın ‘başkalaşıma’ uğratılmak istenmesi, duygu ve düşüncelerinin, değerlerinin çarpıtılması mevzuudur. Hiç düşündünüz mü: Tunceli’deki cemevi ibadet salonunda da aynı resim var ve bu ne demektir? Peki Dersim’e bir katliam harekâtının adının verilmiş olmasının anlamı üzerine hiç düşündünüz mü? Ya da yaşadığınız mahallenin adının ‘Alpdoğan Mahallesi’ olmasının anlamı üzerine? ‘Aleviler asla öyle demez’? Yüksel Işık, sadece itiraz etmiş olmak için itiraz etse iyi. Üstüne üstlük gayet kendinden emin bir dille, “Aleviler tarafından ne Atatürk için ne de herhangi başka bir şahsiyet için ‘kör’ ya da ‘beton’ gibi asla kullanılmayacak kavramlardan medet umuyorlar” diyor. Aleviler ‘asla’ böyle kavramlar kullanmıyorsa, bu durumda ben ve benim bu sözcükleri duyduğum büyüklerim ve sayısız Dersimli, Işık’ın gözünde Alevi olmamış mı oluyoruz? Yüksel Işık, bunu ilk defa duymuş olabilir. Fakat bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Madem bu konu üzerine kalem oynatacaksınız, yaşadığınız yerde bunu sorabileceğiniz hiç mi Dersimli Alevi yok; birkaç kişiye sorsaydınız ya… Bu satırları yazmadan önce benden genç ve yaşlı Ovacıklı iki kişiye, Nazımiyeli ve Pülümürlü birer kişiye bu ‘Mısto Kor’ mevzuunu sordum; “Evet, öyle deriz” dediler. Eğer Işık’ın merakı gerçekten öğrenmeye dairse, ulaşılmaz biri değilim; benden başka Dersimlilere (bunların içerisinde CHP’liler de var) bunu sorup öğrenmesini sağlarım… Işık’ın yazısında başka yanlış bilgiler de var. Bunlardan biri de Dersim Alevileri ile diğer bölgelerdeki Aleviler arasındaki farka dikkat çekmek isterken söylediği ‘Dersimlilerin kendilerini Zaza olarak tanımladığı’ bilgisi. Dersimlilere dışarıdan ‘Zaza’ diyenler vardır. Fakat Dersimliler, kendilerini ‘Zaza’ olarak tanımlamaz. Kendilerini ‘Kırmanç’ olarak tanımlamayı yeğlerler. Bunda rol oynayan en temel etken de Dersim’i çevreleyen illerdeki (Bingöl, Elazığ, Diyarbakır) Zazaların, Şafii olmalarıdır. Bu inanç farklılığına atfettikleri önem nedeniyle, kendilerini ‘Zaza’ olarak tanımlamaktan özenle imtina ederler. Cumhuriyet, Alevileri ‘eşit yurttaş’ mı yaptı? Yüksel Işık’taki kafa karışıklığının dile geldiği şu satırlara bakalım bir de: “Yavuz’dan bu yana, kendilerini saklamak, gizlemek ve devletten kaçarak yaşamak zorunda bırakılmış Aleviler, ilk kez Cumhuriyet ile birlikte kamusal alanda diğerleriyle ‘eşit’ konuma ulaşmışlardır.” Fakat Işık bu tespitine fazla ikna olamamış ki devamında şöyle diyor: “Bu ‘eşitlik’, her ne kadar ‘yoklukta eşitlik’ şeklinde gerçekleşmişse de, sürekli kıyıma uğrayan, aşağılanan, görüldüğü yerde katlinin ‘vacip’ olduğu belirtilen ve can ve mal korkusunu hep yanında taşıyan bir topluluk için öyle yabana atılabilecek bir durum değildir.” kızılbaş - sayfa 63 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Lafı dolandırmadan yazıyorum, gerçek şudur: Aleviler, Cumhuriyet döneminde de ‘saklanmak, gizlenmek ve devletten kaçarak yaşamak’ zorunda kalmıştır. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun ile inançları ve ibadetleri yasaklanmıştır. Cumhuriyet’in her döneminde katliamlara, baskıya ve ayrımcı politikalara maruz kalmışlardır. Malum, resmi ideoloji zihniyetine göre din ve her türlü inanç, ‘muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmanın’ önünde aşılması gereken gerici engellerdir, cehalettir ve Alevilik, bu bakış açısı içinde Sünniler kadar bile yaşam hakkına sahip değildir... Sayın Işık’ın da ‘tuhaf bir içeriğe’ sahip olduğunu belirttiği, laik olduğu varsayılan mevcut sistem, Alevilerin varlığını bile tanımıyorken hangi ‘eşitlikten’ bahsedebiliriz? Anlaşılıyor olmalı; mesele, sadece bir posterin nerede asılıp asılmaması gerektiği tartışması değil. Konunun özü, korku ve endişelerden arınmak için yüzleşmek, ‘derin’ konseptlerin figüranı olmaktan çıkmak ve herkesin kendisi gibi olabildiği bir Türkiye’de yaşamak. Gerçek birlik ve beraberliği, kardeşliği, ancak ve sadece birbirimizle yeniden tanışarak, yüzleşerek inşa edebiliriz. Bu çaba içerisinde bozulan ezberlerin, patlayan balonların sıkıntısı içinde kıvrananlardan hiç kimseye ‘kılavuz’ olmaz. İlla ki bir kılavuzluk gereği varsa, vicdanlarımızdan yükselen sese kulak verelim... kaynak; http://www.radikal.com.tr aradığınız kitapları kızılbaş kitabevinden sipariş verebilirsiniz [email protected] kızılbaş - sayfa 64 - sayı 10 - ocak 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BASIN BÜLTENİ İSMAİL BEŞİKCİ VAKFI KURULDU Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğünden: VAKFIN ADI: İsmail Beşikçi Vakfı VAKFEDENLER: İsmail Beşikçi, İbrahim Gürbüz, Talat İnanç, İsak Tepe, Abdullah Baran. VAKFIN İKAMETGAHI: İstanbul VAKFIN TESCİL KARARINI VEREN MAHKEMENİN ADI KARAR TARİHİ VE NOSU: İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin, 27/10/2011 tarih ve E:2011/74 K:2011/309 sayılı kararı. VAKFIN KURULUŞ SENEDİNİN TARİH VE YEVMİYE NO'SU: Beşiktaş 19. Noterliğince düzenlenen 10/02/2011 tarih, 03982 yevmiye nolu vakıf senedi ile aynı noterlikçe düzenlenen, 15/04/2011 tarih, 09002 yevmiye nolu, 05/09/2011 tarih, 17522 yevmiye nolu değişiklik senetleri. VAKFIN AMACI: İsmail Beşikçi'nin adını, düşüncelerini ve çalışmalarını yaşatmak, bilimsel, kültürel, ve sosyal araştırmalar yapmaktır. VAKFIN MALVARLIĞI: Ankara İli, Keçiören İlçesi, 30858 ada, 5 parsel sayılı 17 nolu bağımsız bölüm, Çorum İli, İskilip İlçesi, Hacıpiri Mahallesi, Yol Sokağı, 15 pafta, 166 ada, 38 parsel sayılı 2. kat 7 nolu bağımsız bölüm, İsmail Beşikçi'nin kişisel arşivi, kütüphanesi, gazete ve dergi koleksiyonu, yazmış olduğu ve senette belirtilen kitapların ve yazacağı kitapların telif hakkı ile 50.000.- TL nakit. VAKFIN ORGANLARI: Mütevelli Heyet, Yönetim Kurulu, Denetim Kurulu. Türk Medeni Kanununun 104. maddesi gereğince ilan olunur. Kaynak: 25 Kasım 2011 CUMA Resmî Gazete Sayı : 28123 Yaklaşık bir yıldan beri bir grup aydın ve işadamı ile kuruluş çalışmalarını başlattığımız İsmail Beşikci Vakfı, 29.11.2011 tarihli Resmi Gazete ilânı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tescil yazısıyla sonuçlanmış bulunmaktadır. İnsanlığın vicdanı, bilimin yüz akı, aydınların onuru ve kararlı duruşuyla tüm demokrasi güçlerinin ve halkların gönlünde taht kurmuş İsmail Beşikci’nin adını bir vakıfla gelecek kuşaklara taşımak istedik. İnsani, bilimsel, kültürel, etik değerlerin yozlaştırıldığı, hukuk, adalet, demokrasi, insan hakları gibi kavramların resmi ideolojinin idari ve cezai yaptırımlarıyla bastırıldığı, etik ve dinsel değerlerin devlet menfaati doğrultusunda kullanıldığı, “paranın insanların uğruna kurban edildiği bir Tanrı olup çıktığı” dünyada, insanlığın yetiştirdiği bilim insanı İsmail Beşikci’nin düşüncelerini paylaşmak ve eserlerini gelecek kuşaklara aktarmak gibi yüce bir görevle karşı karşıyayız. İsmail Beşikçi Vakfı olarak, İsmail Beşikci’nin adını, düşüncelerini ve eserlerini yaşatmayı; bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda araştırmalar yapmayı, kütüphaneler, bilim, kültür ve eğitim kurumları, arşiv ve dokümantasyon ve kültür merkezleri, enstitüler açmayı ve müze kurmayı amaçlıyoruz. Ayrıca çeşitli alanlarda organize edeceğimiz yarışmalarla İsmail Beşikci ödülleri vermeyi ve medya, basın-yayın faaliyetlerini yürütmeyi hedefliyoruz. Vakfımızın kuruluş sürecine paralel olarak vakıf bünyesinde İsmail Beşikci Araştırma Kütüphanesi kurulmuştur. İsmail Beşikci’nin 60 yıldır büyük bir emekle biriktirdiği zengin içeriğe sahip kitap, dergi, gazete koleksiyonu ve arşivi yakında bilime ve kültüre ilgi duyan araştırmacıların, öğrencilerin hizmetine hazır hale getirilecektir. Bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda araştırmalar yapmayı hedefleyen vakfımızın İsmail Beşikci ismini bir değer olarak kabul eden bilimin ve sanatın toplumun gelişmesine katkı sunacağına inanan herkeste büyük bir heyecan yarattığını biliyoruz. İsmail Beşikçi Vakfının topluma bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda yeni ufuklar açmasını ve yeni deneyimler katmasını destekleyen, İsmail Beşikci adına layık daha büyük projeler gerçekleştirmek için duyarlı herkesi İsmail Beşikci Vakfı Gönüllüsü olmaya ve vakfımıza destek vermeye çağırıyoruz. İSMAİL BEŞİKCİ VAKFI Mütevelli Heyeti Yönetim Kurulu Üyeleri İsmail Beşikçi İbrahim Gürbüz İshak Tepe Talat İnanç Abdullah Baran İsmail Beşikçi-Başkan İbrahim Gürbüz-Başk. Yrd. İshak Tepe-Sayman Ruşen Arslan-üye Ahmet Önal-üye Adres: İsmail Beşikci Vakfı Kuloğlu Mah. Ayhan Işık Sok. No : 21/1 Beyoğlu/İstanbul