T.C. MALİYE BAKANLIĞI Araştırma, Planlama ve Koordinasyon

advertisement
13 Mayıs 2005
Sayı: 19
T.C.
MALİYE BAKANLIĞI
Araştırma, Planlama ve Koordinasyon
Kurulu Başkanlığı
Tayvan ABD-Çin arasında Savaş Nedeni Olabilir
Çin’i Tehdit Etmek Çözüm mü?
Rusya’nın Batı ile İlişkilerinde Gerilim İşaretleri
İran-AB Görüşmelerinde Diplomasi Tehlikede
Fransızların “Evet”i Ne Anlama Gelebilir?
İtalya Dışişleri Bakanı: Avrupa’ya Hayır Türkiye’ye Hayır
Anlamına Gelmemeli
Kültür-Zenginlik İlişkisi: ABD’deki Araplar Örneği
ABD'nin Dış Ticaret Açığı Mart Ayında Aylık Bazda Azalırken On
İki Aylık Bazda Artmaya Devam Etti
ABD Otuz yıl Vadeli Tahvillere Dönüyor
Amerikan İstihdam Verileri Olumlu Sinyaller Veriyor
Euro Alanında
Göstergesi
Üretimin
Düşmesi
Büyümede
Yavaşlamanın
İngiltere’nin Dış Ticaret Açığı Azalıyor
İngiltere’de Büyüme Yavaşlarken Enflasyon Baskısı Artıyor
Ekonomik Gerçekler Yuan’ın Kaderini Belirleyecek
İslam Bankacılığı Küresel Sistemde Yerini Alıyor
Banca Antonveneta’nın Satışı Soruşturma Konusu Oluyor
Bankacılık Sektöründe İtalyan Manevraları
Uluslararası Enerji Ajansı: Petrol Şirketleri Yüzde 20 Az Yatırım
Yapıyor
General Motors ve Ford’un Kredi Dereceleri Yüksek Riskliye
İndirildi
ABD’li Otomobil Üreticileri Japonya ve Güney Kore’ye Döviz Kuru
Baskısı Yapılmasını İstiyor
Tayvan ABD-Çin Arasında Savaş Nedeni Olabilir
ABD Savunma Bakanı Robert Zoellick, geçtiğimiz haftalarda Avrupa Birliği’nin
Çin’e silah veya silah üretmeye yönelik teknoloji satmasının ABD birliklerine ateş
açmakla aynı anlama geldiğini iddia etmişti. Bu iddia birçok Avrupalıya abartılı
gelebilir ancak Zoellick’in haklı olduğunu düşündürecek nedenler var. Gelecekte
yapılacak ileri teknoloji satışlarına yönelik ciddi kısıtlamalar getirilmediği sürece
Avrupa Birliği’nin Çin’e yönelik silah ambargosunu kaldırması büyük bir hata
olacaktır.
Çin’in Tayvan’ın bağımsızlık yönünde adım atması durumunda savaş çıkacağı
yönündeki tehdidi, oldukça ciddidir ve Avrupa’nın silah ambargosunu kaldırması durumunda
bu savaş çok daha fazla can ve mal kaybıyla sonuçlanacaktır.
Çin, Tayvan’ın bağımsızlığını engellemek için savaş riskini göze alırken aynı şekilde
ABD, Tayvan’ı koruma konusunda kararlıdır. Öte yandan her ne kadar Amerikan askeri gücü
Çin’in çok üzerinde ise de Çin’in hemen yanıbaşındaki Tayvan’a savaş açmak için ABD’nin
sahip olduğu askeri güce ihtiyacının olmaması Amerika açısından önemli bir dezavantajdır.
Çin’de Tayvan’ı ülkenin bir parçası olarak gören sadece iktidardaki komünist partisi
değil. Giderek artan milliyetçi kesim de iktidarla aynı görüşte. Çin yönetimi, aslında acil bir
birleşme değil sadece Tayvan’ın ayrılmamasını talep ettiklerinden yaptıklarının bir fedakarlık
olduğuna inanıyorlar. Ülkede Tayvan ayrılırsa bunun Tibet ve Xinjiang gibi bölgelerde
ayrılıkçı hareketlere yol açacağı ve küresel bir güç haline gelmekte olan Çin’in stratejik olarak
güç kaybedeceği endişesi var.
Amerika cephesinde ise Tayvan’ın bağımsızlığı için gerekirse savaşın göze alınabilecek
olmasının altında 2001 yılında Bush’un bu yönde taahhütte bulunmuş olmasından çok daha
derin sebepler yer alıyor. Öncelikle Tayvan’a ilişkin en ufak bir ihtilaf, ABD’nin güçlü
güvenlik ortağı pozisyonuna gölge düşürecektir. Bu da daha fazla ülkenin kendi nükleer
caydırıcılık planlarıyla ortaya çıkmasına neden olacaktır. İkinci ve daha önemli olarak
Tayvan’ın güçlü demokratik elitleri ABD içinde gerek demokratlar gerekse
cumhuriyetçilerden büyük destek görmektedir.
Çin’de ise Amerika’nın Tayvan’a yönelik kararlılığı inandırıcı bulunmuyor. Birçok
Çinli ABD’nin savaştan kaçınacağı ve uzak bir ada için nükleer silah bulunduran bir devletle
çatışmaya girmeyeceği inancında. Bu görüşü savunanlar ABD’nin Tayvan’ı savunmasını
gerektiren hiçbir bağlayıcı anlaşma olmadığı, Amerika’nın 1979 Tayvan’la İlişkiler Yasasının
da Washington’a savaşmamak için bahaneler sunduğunu iddia ediyorlar. Öte yandan bir başka
grupsa Çin’in ekonomik ve diplomatik açıdan Asya Pasifik bölgesinin büyük bir kısmını ve
hatta Avrupa’yı geride bırakan başarılara imza atmış olması nedeniyle ileride çıkacak bir
anlaşmazlık durumunda dışlanan tarafın Çin değil ABD olacağı fikrini savunuyor.
Çin, sahip olduğu askeri güç nedeniyle de Tayvan konusunda kendisine güveniyor.
Çin’in bu umutlarına Avrupa Birliği’nin silah ambargosunu kaldırması ihtimali de eklenince
bu güven daha da perçinleniyor. Neticede Tayvan konusunda bir ABD-Çin savaşı çıkma
ihtimali belki çok büyük değil ama ciddiye alınmayacak kadar küçük de değil. Bu nedenle
Çin’e yönelik silah satışına ilişkin kararı verecek olan Avrupa olsa da ABD bunun yaratacağı
askeri ve stratejik sonuçlar konusunda uyarıda bulunma hakkına sahiptir.
-Michael O’Hanlon- Financial Times, 2 Mayıs
1
Çin’i Tehdit Etmek Çözüm mü?
ABD’nin açıkları ve Asya ülkelerinin fazlalarının artması sonucunu doğuran
küresel ticaret dengesizliğinin sorumlusunun Asya olduğu yönündeki görüşler, Asya
ekonomilerinin ve para politikalarının motoru durumundaki Çin’i bu konuda gerekeni
yapmak üzere baskı altına alma ihtiyacını beraberinde getiriyor. Çin’e uygulanacak en
etkili baskı aracı da bu ülke aleyhine korumacılık olarak görünüyor. Bu durumu
ekonomist Fred Bergstein “korumacılıktan kaçınmak için korumacılık tehdidinde
bulunmak” şeklindeki bir ironiyle açıklıyor.
Serbest ticaretin en büyük taraftarlarından ekonomist Fred Bergsten, ABD’nin Çin’i bu
ülkeden gelen ithalata yüzde 50 ek gümrük vergisi koymakla tehdit etmesi gerektiğine
inanıyor. ABD senatosunda da bu yöntemin çözüm olacağına inananlar çoğunlukta olsa gerek
ki geçtiğimiz Nisan ayında Senato, New York’tan Demokrat Senatör Charles Schumer ve
Güney Carolina’dan Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham’ın yüzde 27.5 ek vergi
uygulanmasına yönelik teklifi 33 ret oyuna karşılık 67 evet oyu almıştı.Tüm bu önerilerin
altında yatan hedef gerçekten Çin mallarına yönelik ekstra gümrük vergisi tahsil edilmesi
değil, Çin’i parasının değerini en az yüzde 25 yükseltmeye ikna etmek.
ABD’li ekonomist ve siyasetçilerin Çin’e yönelmelerinin nedeni, bugün dünya
ticaretindeki dengesiz görünümün Asya’dan kaynaklandığı yönündeki inanç. Çin’in para
biriminde yapacağı değişiklik de ticaretin akış yönünü değiştirecektir. Şöyle ki, Çin’in para
biriminin değerlenmesi, bu ülke mallarını dünya piyasalarında daha pahalı hale getirecektir.
Aynı şekilde ABD malları da Çin piyasalarında ucuzlayacaktır. Ayrıca yuan’ın değerinin
yükselmesi, diğer Asya ülkelerinin de rekabeti sürdürebilmek için para birimlerini
değerlendirmelerini beraberinde getirecektir.
ABD’nin Çin’den yapılan ithalattan bir ek vergi alması, Amerika’nın diğer Asya
ülkeleriyle ilişkilerini de olumsuz etkileyecektir. Öte yandan hiçbir şekilde harekete
geçilmemesi de zaman içinde problemin boyutu büyüyeceğinden başka bir risktir.
Dünya ticaret dengesi açısından olumsuz kabul edilen fiili durum bazı kesimler
açısından önemli faydalar sağlamaktadır. Asyalılar, yeni iş imkanlarına kavuşurken Amerikalı
tüketicilere ucuz ürünler sunulmaktadır. Ancak uzun vadeli ve geniş bir perspektiften
bakıldığında görülecektir ki bu durum ekonomiler açısından önemli tehditler içermektedir.
Amerika, dışarıya sattığından daha fazlasını dışarıdan satın aldığında borç miktarı
artmaktadır. Çin ve diğer Asya ülkeleri artan ihracatlarından kazandıkları ekstra dolarları
dolar varlıklara yatırmakta, bu da ABD faiz oranlarını düşürürken Amerikalı tüketicileri
borçlandırmakta, Asya para birimlerinin de değerinin yükselmesine engel olmaktadır.
Elbette ki bu durum sonsuza kadar süremez. Sorunun çözümünün iki yolu vardır:
Öncelikle Amerikalılar artan borç yükünü azaltma yoluna gidebilirler. Fed, 2004 yılı sonu
itibariyle ABD’de (mortgage dahil) hanehalklarının borçlarının kullanılabilir gelirlerinin
yüzde 121’i düzeyinde olduğunu rapor etmektedir. İkinci olarak da giderek daha fazla
Amerikan fabrikasının Çin yüzünden kapatılıyor olması istihdam büyümesini düşürerek ve iş
güvenliğini zedeleyerek korumacılık adımlarını hızlandırabilir.
Mantıken Çin’in yuan’ın değerinin yükseltilmesi taleplerine itiraz etmemesi gerekir. Her
ne kadar son dönemde gözalıcı bir ekonomik ilerleme kaydediyor olsa da sonuçta fakir bir
ülke olan Çin, daha fazla kendi vatandaşı için üretmeli ve ihracatı sadece ihtiyaç duyduğu
2
malların ithalatı için yapmalıdır. Ancak Japonya’nın 1970 ve 1980’lerde yaşadığı ihracat
kaynaklı büyüme, diğer Asya ülkelerinin de aynı yolu izlemesine neden olduğundan Çin’in bu
şekilde ihracatını azaltması beklenmiyor.
Japonya’nın başlattığı bu trend, Asya’nın dünyanın üçüncü büyük ekonomisini
oluşturması nedeniyle küresel ticaret sistemini ciddi anlamda tehdit etmektedir. Asya
ekonomilerinin ihracatı tekeline alması, diğer ülkeleri ihracat piyasalarının dışına itecek veya
Amerika gibi ülkelerin yüksek miktarlarda açık vermesine neden olacaktır. Bu risklere maruz
kalınmaması için Asya ekonomilerinin ihracat kaynaklı büyüme stratejisinden iç talebe odaklı
stratejilere yönelmesi gerekmektedir. Ayrıca para biriminin değerini yüzde 3-5 gibi küçük bir
oranda yükseltmesi yeterli olmayıp daha fazlası gerekecektir. Bunun için de ne kadar saçma
görünse de ekstra gümrük vergileri yönündeki tehditlere ihtiyaç duyulmaktadır.
The Wall Street Journal, 4 Mayıs
Rusya’nın Batı ile İlişkilerinde Gerilim İşaretleri
Büyük Rusya’yı yeniden inşa etme taahhütleri ile güç kazanan Putin’in Sovyet
zaferinin 50 yıldan fazla bir süre Avrupa’nın yarısını yasal olmayan şekilde işgal
etmesiyle sonuçlandığını reddetmesi ve demokratik değerlere bağlılığının sorgulanmaya
başlaması, gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda liderin durumunu sıkıntıya
sokuyor.
Kremlin’de Nazi Almanya’sının mağlup edilmesinin 60.yıldönümü kutlamaları,
yaşanmakta olan gerilime ışık tuttu. İkinci dünya savaşı sonrasında eski Sovyetler Birliğine
dahil olan Batıya yakın ülkeler Litvanya ve Estonya’nın liderleri, kutlama gecesi davetine
katılmayı reddettiler. Gürcistan Devlet Başkanı, Putin’in bu ülkedeki Rus askeri birliklerini
geri çekmesine yönelik anlaşmayı imzalamaması halinde kutlamaları boykot etme tehdidinde
bulundu.
Diğer 50 Devlet Başkanı ile birlikte 9 Mayıstaki kutlamalara katılmayı planlayan ABD
Başkanı George W.Bush, bölgede bulunan ve eskiden beri yakından ilgilendiği Latvia ve
Gürcistan’ı da ziyaret etmesi bekleniyor*. Bush’un bu bölgeye yapacağı ziyaretin Amerika
açısından stratejik veya ekonomik önem arzeden ülkelere yönelik “demokratik gündem”
olarak adlandırdığı planında ilerleme kaydedebilmek için fırsat olduğu düşünülüyor. Bush, bu
planı çerçevesinde Suriye ve İran gibi ülkeleri gündeminde ön sıraya oturtsa da yardımcıları
Rusya, Çin ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde demokrasinin ABD menfaatleri için daha
önemli olduğunu ifade ediyorlar.
Daha önce Putin’i tüm güçleri elinde toplamaya ve ülkedeki demokrasi eğilimini geriye
götürmekle suçlayan Bush, Avrupalı liderlerden, Rusya ile ilişkilerinde demokratik reformları
gündemin merkezine oturtmalarını talep etti. Bush’un ayrıca Baltık ülkelerinin liderlerine
yazdığı mektupta ikinci dünya savaşının sona ermesini Rusya’nın ülkelerini illegal bir şekilde
ilhakının başlangıcı olarak göstermesi de Rusya’nın sert tepkisini çekti. Rusya Dışişleri
*
9 Mayıs’ta Moskova’da II.Dünya Savaşının sona ermesi nedeniyle yapılan törene ABD Başkanı George
W.Bush’un yanısıra Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac ve Almanya Başbakanı Gerhard Schröder de katıldı.
Bu arada, törenlere katılmak için Rusya’da bulunan ABD Başkanı George Bush, Rusya Devlet Başkanı Vladimir
Putin ile bir araya geldi. İki liderin görüşmesinin beklendiğinin aksine dostane bir havada geçtiği belirtildi.
İki liderin Ortadoğu, terörizme karşı mücadele, Irak, Kuzey Kore, Afganistan ve İran konularında görüş
alışverişinde bulunduğu belirtildi.(ntvmsnbc.com)
3
Bakanlığı, mektubun “tarihin tamamen saptırılması” olduğunu ifade etti. Rusya, her zaman
Baltık ülkelerinin Sovyetler Birliği’ne kendi rızaları ile dahil olduklarını iddia ediyor.
1939 yılında zamanın Rus lideri Stalin’in Nazi Almanya’sı ile imzaladığı MolotovRibbentrop (diğer adıyla Hitler-Stalin) Paktı, Polonya’yı iki devlet arasında paylaştırmış ve
Baltık ülkelerini Sovyet kontrolüne bırakmıştı. Bu yılın başlarında Putin, Moskova’nın
zamanında anlaşmayı menfaatlerini korumak ve batı sınırlarını güvenceye almak amacıyla
imzaladığını açıklamıştı. Putin’in son zamanlarda eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik
ilgisinin Sovyetler Birliği’ni yeniden oluşturmak amacını içerdiğine inanılıyor. Ancak
Moskova, sadece ekonomik ve kültürel bağları olan ülkelerdeki menfaatlerini korumak
istediğini iddia ediyor.
Özellikle son beş yıldır kaydettiği ekonomik ilerlemenin ardından Putin hükümeti,
Rusya’ya dünya gücü statüsü kazandırmaya çalışıyor.
The Wall Street Journal, 6 Mayıs
İran-AB Görüşmelerinde Diplomasi Tehlikede
Bir yıldan fazla bir süredir İran’ı nükleer programından vazgeçirmek için
çabalayan Avrupalı diplomatları daha zor zamanların beklediğine inanılıyor.
Geçtiğimiz hafta İranlı yetkililerin çerçeve anlaşmayı bozma tehdidinde bulunmalarının
ardından Almanya, Fransa ve İngiltere’den oluşan Birlik temsilcileri de daha sert bir
tavır almışlardı. ABD yönetimi görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması halinde
konunun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gündemine taşınmasını talep ediyor.
İran, sürekli olarak nükleer programının tamamen barışçı amaç içerdiğini iddia etse de
AB temsilcileri ile İran arasında geçtiğimiz Cuma günü ( 29 Nisan) yapılan son görüşmede
Birlik, Tahran’ın uranyum zenginleştirme programını Uluslararası Enerji Ajansı gözetiminde
sürdürme yönündeki talebini reddetmişti.
İki taraf arasında yeni bir resmi görüşme için tarih belirlenmemekle birlikte New York
Konferansı çerçevesinde iletişimin sürdürülmesi bekleniyor.
Avrupalılar, 17 Haziran’da İran’da yapılacak Devlet Başkanlığı seçimi öncesinde
konunun krize dönüşmesini istemiyor, bu konuda İngiltere tarafından sürekli olarak
bilgilendirilen ABD’nin de baskının dozunu artırmamasını umuyorlar. Avrupalı yetkililer,
kararın yeni İran yönetiminin iktidara geleceği sonbahar döneminde alınabileceğine
inandıklarını ileri sürüyorlar.
Financial Times, 3 Mayıs
Fransızların “Evet”i Ne Anlama Gelebilir?
29 Mayısta Avrupa Birliği Anayasasını referanduma sunacak olan Fransa’dan
çıkacak sonuç heyecanla beklenirken süre kısaldıkça konu hakkındaki yorumlar da
artıyor. Konuyu sürekli olarak gündeminde tutan Financial Times gazetesi yazarı
Wolfgang Munchau, 9 Mayıs tarihli gazetede beklenenin aksine Fransızların anayasaya
evet oyu vermesinin doğuracağı sonuçları irdeliyor. Aşağıda makalenin bir özeti yer
almaktadır.
4
Anayasa olmazsa Avrupa, farklı bloklara ayrılma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Oysa
Anayasa, AB’nin birliğini devam ettirmesini sağlayacaktır ancak yine de üstesinden gelmesi
gereken farklılıklar sözkonusudur. Bu farklılıklar içinde en önemlisi serbest piyasa ekonomisi
taraftarları ve karşıtları arasındaki uçurumdur.
Fransa’da anayasa referandumu, neo liberalizm tartışmalarını da gündeme getirdi.
Anayasa karşıtları, Fransa’nın kendi ekonomik ve sosyal modelini kaybetmesinden endişe
ediyorlar. AB’nin genişlemesinin ideolojik dengeleri Anglo-saxon kapitalizmine doğru
kaydırdığı ve gelir dağılımında eşitsizlik ve daha zayıf bir sosyal korumaya yol açacağı ileri
sürülüyor.
Almanya’da ise kapitalizm karşıtlığı çok daha ciddi boyutta. Yabancı yatırımcıları
“çekirge”ye benzeten iktidardaki Sosyal Demokrat Parti Başkanı Franz Müntefering, 1930
başlarından beri görülmeyen bir anti kapitalizm kampanyası başlattı.
Bu iki ülkede kapitalizm karşıtlığının birdenbire bu kadar yoğun görülmeye
başlamasının nedeni her iki ülkede de ekonomideki gerilemenin artık orta sınıf tarafından
hissedilmeye başlaması. Almanya ekonomisi, beşinci yıldır durgunluk benzeri bir trend
sürdürürken Fransa ekonomisi son yıllarda Almanya ekonomisinden daha iyi bir performans
göstermiş olmakla beraber büyümede hızlı bir düşüşle karşı karşıya.
Almanya ve Fransa’nın içinde bulunduğu durum Amerika veya İngiltere’de olsa derhal
hükümetler ve merkez bankaları suçlanırdı. Ancak Fransızlar ve Almanlar, içlerinde
bulundukları durumdan ekonomik liberalizmi sorumlu tutuyorlar.
Geçmişte Almanya serbest piyasaya Fransa’dan daha fazla destek vermişti. Ancak bu
durum sadece ekonomi iyi işlediği sürece devam etti. Almanya’nın “sosyal piyasa ekonomisi”
modeli, serbest piyasa karar alma mekanizmasına kurumsal müdahale içeriyor. Fransa ise
sanayide ulusal mülkiyet yoluyla daha doğrudan bir müdahale sözkonusu.
Her iki ülkede de elit kesim piyasa ekonomisinin iç işleyişi veya mali sektörün
ekonomik önemi konusunda bir fikre sahip değil. Elitlere göre mali sektör demokrasiye zarar
veren spekülatörleri ifade ediyor. Hatta Almanya’nın saygın yazarlarından Nobel ödüllü
Günter Grass, Almanya parlamentosu Bundestag’ı borsanın yan kuruluşu olarak
nitelendiriyor.
Almanya ve Fransa, daha da ileri giderek kendi sistemlerini komünizm ve kapitalizm
arasında bir orta yol olarak görüyorlar. Oysa diğer birçok Avrupa ülkesi farklı sosyal koruma
mekanizmalarına sahip olmalarına rağmen serbest piyasa ekonomisini kabullendiler.
Almanya’da 2006 yılında genel seçimler var. Muhalefet partisi ekonomik reformlara
sıcak bakıyor ancak hizmetlerin liberalizasyonu ve işgücünün AB içinde serbest dolaşımı
konularında sosyal demokratlardan daha korumacı bir yaklaşıma sahip. Dolayısıyla seçimlerin
galibi kim olursa olsun sosyal piyasa ekonomisi varlığını sürdürecek gibi görünüyor.
Fransa’da ise eski maliye bakanı ve merkez sağdaki Halk Hareketi Birliği Partisi (UMP)
genel başkanı Nicolas Sarkozy, Avrupa’da eşine az rastlanır türden bir politikacı. 2007’de
Başkanlık için aday olması beklenen Sarkozy, değişim yanlısı bir politika izleyecektir ve
Fransa’nın ekonomisinin, Almanya’dan daha önce modernize olmasını sağlayacaktır.
5
Netice olarak, Fransa anayasaya “evet” derse AB bu iki ülkenin yarattığı ideolojik
ayrılıkla başa çıkmak durumunda kalacaktır ki bu, Fransa’nın “hayır” demesinden daha
küçümsenecek bir problem değildir.
Financial Times, 9 Mayıs
Avrupa’ya Hayır Türkiye’ye Hayır Anlamına Gelmemeli
İtalya Dışişleri Bakanı Gianfranco Fini, Fransa’da bu ayın sonunda yapılacak olan
Avrupa Anayasası referandumunun sonucunun Türkiye’nin üyelik sürecini
etkilememesi gerektiğine inanıyor. Fini, bölgesinde önemli bir istikrar unsuru olarak
gördüğü Türkiye’nin Birliğin dışında kalırsa radikal İslam’a itileceğini ifade eti.
İtalya Dışişleri Bakanı Gianfranco Fini, Financial Times gazetesine verdiği demeçte
Fransa’nın referandum sonucu olumsuz olsa bile Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi içine alma
çabalarını sürdürmesi gerektiğini kaydetti.
Fransa’da Türkiye karşıtlığının yaygın olduğunu ileri süren Fini, İtalya’nın Türkiye’nin
katılımından yana olduğunu belirtti. Fini, katılım için insan haklarını da içine alan radikal
değişimler gerçekleştiren Türkiye’nin Nato’nun bir parçası olmasının yanısıra kendi
bölgesinde de istikrarın önemli bir unsuru olduğuna inandığını kaydetti.
Fini’ye göre Avrupa Birliği’ne alınmayan bir Türkiye radikal İslam’a yönelecektir. Oysa
Türkiye’nin katılımı İslam ile demokrasinin uyumunun bir işareti olacaktır.
Türkiye’nin üyeliği konusunu 29 Mayısta düzenlenecek olan anayasa referandumu
gündeminin dışına çıkarmak isteyen Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac, Türkiye’nin
üyeliği için gelecekte ayrı bir referandum yapılması taahhüdünde bulundu.
Fini, Fransa’nın anayasaya tartışmalarının bir diğer önemli gündem maddesi olan Anglo
saxon ekonomik liberalizm karşıtlığına ilişkin olarak da Avrupa’da bu konuda gelişen
endişelerin yersiz olduğunu ileri sürdü.
Financial Times, 9 Mayıs
Kültür –Zenginleşme İlişkisi: ABD’deki Araplar Örneği
Ulusların ekonomik olarak gelişmişlik düzeylerini belirleyen çok çeşitli etkenler
bulunmaktadır. Sosyolojik yapı, nüfusun genç yada yaşlı olması, ülkelerin yönetim şekli
ve ülkelerin sahip oldukları kurum ve bu kurumların çalışma performansları ve de ülke
yöneticilerinin sahip oldukları vizyon ulusların ekonomik olarak iyi yada kötü durumda
bulunmalarında başat rol oynayabilmektedir.
Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan ve Arap ırkından olan göçmenler, Arap
soyundan olmayan diğer göçmenlerden eğitim ve refah seviyesi yönünden daha iyi durumda
bulunmaktadırlar. A.B.D. nüfus idaresi tarafından toplanan bilgililerin değerlendirilmesi
sonucu ortaya çıkan bu sonuç sürpriz olarak nitelendirilmektedir. Nüfus idaresi tarafından
yapılan değerlendirmede Arap orijinli Amerikalıların, eğitim ve refah seviyesi açısından
Amerikan ortalamasının üzerinde oldukları da teyit edilmiş bulunmaktadır.
6
Amerikalıların % 24’ü üniversite mezunu iken, Arap orijinli Amerikalıların % 41’i
üniversite mezunudur. Amerika’da yaşayan Arap-Amerikan bir ailenin ortalama yıllık geliri
52.300 dolardır ve bu rakam ortalama bir Amerikan ailesinin yıllık gelirinden % 4.6 oranında
daha fazladır. Arap-Amerikan ailelerin yarısından fazlası kendi evlerinde oturmaktadır.
Ayrıca Arap-Amerikalıların % 42’si yönetici yada ciddi anlamda bir meslek sahibi olarak
hayatlarını idame ettirmektedirler. Halbuki A.B.D.’de toplam nüfusun % 34’ü yönetici yada
profesyonel anlamda iş sahibi konumundadır. Bu verilerde Arap orijinli Amerikalıların,
ülkenin genel yapısına göre oldukça iyi durumda olduklarının bir göstergesidir.
Amerika’da yaşayan Arap orijinli göçmenlerin kendi ülkelerinde yaşayan
vatandaşlarından daha iyi durumda bulunmaları sürpriz olarak algılanmamalıdır. Göçmenler
için bulundukları ülkede daha iyi performans göstermek pek yaygın olan bir durum değildir.
Amerika’daki bu durum, Orta-Doğu halklarının fakir olmasının sebebini kültürel faktörlerle
açıklayan görüşün tartışılmasını alevlendirmektedir. Bazı göçmenlerin başarılı, bazılarının da
başarısız olmaları ile ilgili olarak yapıla gelen kültürel açıklamaların tarihi çok öncelere
dayanmaktadır. Protestant iş etiğinin kapitalizm ile uyumlu olması ve Doğu Asya’da vuku
bulan ekonomik mucizeler, A.B.D.’de bulunan göçmenlerin ekonomik anlamda başarılı yada
başarısız olmasında kültür unsuru başat açıklayıcı olarak kullanılmaktadır.
Bu gün Orta Doğunun ekonomik ve sosyal olarak iyi durumda bulunmaması, bu bölgede
yaşayanların önceki kültürünün iyi olmaması ile bağdaştırılmaktadır. Bu görüşler affedilemez
bir şekilde Arap milletlerinin fakir olmaları tezi ile de desteklenmektedir. Son yirmi yıldır
Orta Doğuda ve Afrika’daki kadar gelir artışının çok yavaş olduğu dünyada bir başka bölge
görülmemiştir. Mevcut verilere göre bir Arap’ın gelirini ikiye katlaması için ortalama 140 yılı
aşkın bir süreye ihtiyaç duyulacağı öngörülmektedir. Asyalılar, Avrupalılar ve Kuzey
Amerikalıların gelirlerini ikiye katlamaları için gerekli süre
ise 10 yıl olarak
hesaplanmaktadır. Bütün Arap ülkelerinin petrol dahil toptan ekonomik üretimlerinin değeri
İspanyanın üretim değerlerinden daha azdır. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler arasında Orta
Doğu ülkelerindeki işsizlik oranı çok yüksek seviyelerde iken yine bu ülkelerdeki okur yazar
oranı ise çok düşük seviyelerdedir.
Eğer kültürel doku, Arap dünyasının ekonomik alanda başarısız olmasının temel sebebi
olarak kabul edilecek olursa, Amerika’da yaşayan ve Arap orijininden gelen insanların
başarısı nasıl açıklanacaktır?
Bu soruya verilen cevaplardan birisi A.B.D’ ye gelen insanların kendi ülkelerinde zaten
varlıklı kesimi oluşturdukları, elit tabakanın A.B.D’ye geldiği yöndedir. Bir diğer cevap ise
A.B.D’nin bu göçmenlere olağanüstü imkanlar tanıdığı ve A.B.D’de bulunan ekipman ve
kuruluşların bu başarıda önemli rol oynadığı yönündedir. Aslında A.B.D’de bulunan kurum
ve kuruluşlar sosyal ve ekonomik olarak ilerlemeye ivme kazandıracak kadar iyi durumda
bulunmaktadırlar.
Amerika’ya göç eden Arapların genç, girişimci ve hırslı oldukları belirtilerek genel
olarak Arap orijinli Amerikalıların başarılarını gölgelemeye yönelik açıklamalar cazip
görülebilir. Bu demektir ki, Araplar dünyanın başka bölgelerinde de Amerika’da yaptıklarının
daha iyisini yapabilirler.
Ne yazık ki yukarıdaki görüş doğru değildir. Çünkü, Avrupa’daki Arap göçmenler,
A.B.D’dekilerden daha kötü durumdadırlar. Ayrıca, Fransa’daki Arap halkının lideri durumda
bulunan kişiler sosyal ve ırki açıdan mevcut durumun hiç de iç açıcı olmadığını dile
7
getirmekte, yükselen ırkçılığın (Arap vatandaşlar arasında) politik bir atom bombası etkisi
yapabileceği yönünde ikazlarda bulunmaktadırlar. Fransa belki uç bir örnek olarak
değerlendirile bilinir. Çünkü Fransa dışındaki diğer Avrupa ülkelerinde bulunan Arapların
durumu nispi olarak daha iyidir. Genel olarak, Avrupa’da yaşayan Müslüman nüfus,
(çoğunluğunun Arapların teşkil ettiği) nüfusun diğer kesimlerine oranla az eğitimli, fakir ve
sağlıklı olmayan koşullarda hayatlarını idame ettirmektedirler. Örneğin Hollanda’da, Fas
kökenli işsiz nüfusun oranı % 22’lere kadar yükselmiş bulunmaktadır. Bu oranda ülkede
mevcut işsizlik oranının yaklaşık 4 katına tekabül etmektedir. Avrupa’da yaşayan Müslüman
nüfusun (çoğunluğunu Arapların oluşturduğu) uygun olmayan koşullarda hayatlarını idame
ettirme sebeplerinden biriside, doğum oranının (nüfus artış oranının) bu kesimde oldukça
yüksek olmasıdır.
Amerika nüfus idaresince açıklanan verilerin değerlendirilmesi sonucunda ulusların
gelişmişlik düzeyini belirleyen etkenlerle ilgili olarak çok kapsamlı, özlü araştırmaların
yapılmasının gerektiği ortaya çıkmaktadır. Arap milletinin geri kalmasında kültürün temel
etken olduğunu savunanlar bu teorilerini yeniden gözden geçirmelidirler. Amerika’da oldukça
iyi durumda bulunan Arapların ekonomik ve sosyal konumları ile Arap ülkelerinde hiç de iyi
olmayan şartlarda hayatlarını idame ettirmeye çalışan Araplarla ilgili olarak, bu ülke liderleri
sorumlu tutulmalıdır. Bu bağlamda, Avrupalılarda kendi ülkelerinde bulunan Arap
göçmenlerin niçin Amerika’da bulunan Arap göçmenlerin hayat standartlarına sahip
olmadıkları konusunda ciddi bir değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Sonuç olarak
Amerikalarında, 11 Eylül 2001’den sonra takip ettikleri politikaların ülkelerindeki Arap
göçmenlerin durumunu Avrupa da yaşayan Arap göçmenlerin durumuna benzeteceği
gerçeğinin farkında olmaları ve bu politikalarını tekrar gözden geçirmeleri gerekmektedir.
Moises Naim - Financial Times, 4 Mayıs
ABD'nin Dış Ticaret Açığı Mart Ayında Aylık Bazda Azalırken On İki
Aylık Bazda Artmaya Devam Etti
ABD Ticaret Bakanlığının açıklamalarına göre, Mart ayında ithalattaki azalma ve
ihracattaki artış sonucunda dış ticaret açığı Şubat ayına göre 5.6 milyar dolar azalarak
55 milyar dolara geriledi. Son on iki aylık dış ticaret açığı ise bir önceki döneme kıyasla
artış göstererek 510 milyar dolardan 652 milyar dolara ulaştı.
Şubat’taki 60.6 milyar dolarlık rekor seviyeden 55 milyar dolar ile son altı ayın en
düşük seviyesine inen dış ticaret açığı Amerikan hükümetinin ilk çeyrek büyüme tahminlerini
yeniden belirlemesini gerektiriyor. Ekonomistlere göre yıllıklaştırılmış büyüme tahmini yüzde
3.1’den yüzde 4’e çıkarılabilir.
St. Louis Merkez Bankası Başkanı William Poole dün (11 Mayıs) ekonominin
Mart’taki zayıf göstergelerden sonra Nisan ayında belirgin şekilde iyileştiğini belirtti.
Analistler ise verilerin ABD’nin dış ticaret konumunda önemsiz bir kıpırdanmadan öte
gerçek bir yön değişikliği olduğu hususunda kötümser. Ancak bu veriler ABD dolarının değer
düşüklüğünün, sonunda, iyice şişmiş dış ticaret açığını gidermeye başladığı konusunda
tartışmaya yol açacak gibi.
Bir süredir politik duyarlılığa neden olan Çin’den kaynaklanan ticaret açığı ise 13.9
milyar dolardan 12.9 milyar dolara indi.
8
FED yetkilileri değişken niteliği yüksek aylık veriler üzerinde gereğinden fazla
durulmaması gerektiğini ifade ederek, güçlü büyümenin FED’in faizleri artırmaya devam
etmesinin muhtemel olduğu anlamına geldiğini belirttiler
Mart ayında mal ve hizmet ihracatı 1.5 milyar dolar artarak 102.2 milyar dolara
yükseldi. Mal ihracatındaki artış özellikle sermaye malları, yiyecek ve içecek ihracatındaki
artıştan kaynaklanırken, hizmet ihracatındaki artışta da turizm ve diğer ulaşım hizmetleri
kalemlerindeki artışlar etkili oldu.
DIŞ TİCARET (12 Aylık, Milyar Dolar)
2 000
1 500
1 000
500
0
- 501
- 516
- 548
- 586
- 500
- 617 - 630 - 645 - 652
-1 000
O
Ş
M
N
M
H
T
Ağ
E
Ek
2004
İthalat
K
A
O
Ş
M
2005
İhracat
Denge
Mart ayında mal ve hizmet ithalatı 157.2 milyar dolar ile Şubat ayının 4.1 milyar dolar
altında gerçekleşti. Mal ithalatındaki azalış tüketim malları, otomobil araçları, parçaları ve
motorları ithalatındaki azalıştan kaynaklandı.
2004 yılı Mart ayına göre ise ihracatın 6.8 milyar dolar, ithalatın 14.7 milyar dolar
artması sonucunda dış ticaret açığı 7.9 milyar dolar artış kaydetti. 2004 yılı Mart ayında dış
ticaret açığı 47.1 milyar dolar idi.
2005 yılının ilk üç ayında mal ve hizmet ihracatı 303.3 milyar dolar, ithalatı ise 477.4
milyar dolar oldu. 174.1 milyar dolar olan dış ticaret açığı ise 2004 yılı aynı döneminde 138.8
milyar dolar olan açığa göre 35.2 milyar dolar arttı.
Son on iki aylık dönemde ise, ihracatın 1 174 milyar dolara, ithalatın 1 826 milyar
dolara yükselmesi sonucunda dış ticaret açığı 652 milyar dolar seviyesine ulaştı. 2004 yılı
Mart ayı itibariyle on iki aylık dış ticaret açığı ise 510 milyar dolar idi.
www.bea.doc, 11 Mayıs, Financial Times, 12 Mayıs
9
ABD Otuz yıl Vadeli Tahvillere Dönüyor
Amerikan Hazine Bakanlığı, otuz yıl vadeli tahvil ihracını tekrar gündeme getirdi.
2001 yılında kısa vadeli tahvillere yönelme kararı alan hazinenin bu ani eğilimi
piyasalarda şaşkınlık yaratırken Hazine bunun borçların artmasıyla ilgisi olmadığını
iddia ediyor.
Hükümet yetkilileri, kararın giderek artan kamu borçlarının finansmanı veya emeklilik
sistemi reformunu desteklemek için alındığı yönündeki yorumları reddederken bir yetkili
amacın portföyü çeşitlendirmek, esnekliği artırmak ve yatırım tabanını genişletmek olduğu
açıklamasını yaptı. Bir diğer Hazine yetkilisi ise konunun bütçe açığıyla ilgisi olmadığını,
hatta açığın azalmakta olduğunu düşündüklerini ifade etti.
Yetkililerin açıklamalarına rağmen Hazinenin yeni kararı, ülkede bütçe açığının
küçülüyor olması gerekçesiyle tahvil ihracının terk edildiği 2001 yılından beri mali
pozisyonunun bozulduğunun bir göstergesi olarak algılanıyor. Son dönemde Amerika’da
emeklilik fonlarının daha uzun vadeli varlıklara yönelik talebinde artış kaydedilmiş olmasının
da Hazinenin bu yöndeki kararını etkilemiş olabileceği düşünülüyor. New York’da bulunan
Tahvil Piyasaları Birliğinden Micah Green, emeklilik konusunda birçok fonun daha sabit
gelirlere yatırım yapmayı tercih ettiğini ileri sürdü. Bu yıl Avrupa’da da birçok hükümet
Amerika ile benzer nedenlerle daha uzun vadeli tahvil ihracına yöneldi.
Hazinenin kararı uygulamaya konulursa tahvillerin önümüzdeki yılın başlarında satışa
sunulması bekleniyor. Hazine yetkilileri, yıllık 20-30 milyar dolarlık tahvil ihracının likit bir
piyasa oluşturmak için yeterli olacağını kaydettiler.
Hazinenin açıklamasının yarattığı şokla daha önce basılmış olan 30 yıl vadeli tahvil
fiyatları yaklaşık iki puan gerileme kaydetti. Bunun üzerine önceki gün yüzde 4.49 olan getiri
oranı yüzde 4.60’a çıktı. Daha önce 31 baz puan olan 10 ve 30 yıl vadeli tahviller arasındaki
getiri farkı da 40 baz puana yükseldi.
Hazine, açıklamayı piyasadaki belirsizliği hafifletmek için yaptığını ve uzun vadeli faiz
oranlarının düşük olması nedeniyle uzun vadeli tahvillerin maliyet etkinliği sağladığını
kaydetti.
Financial Times, 5 Mayıs
Amerikan İstihdam Verileri Olumlu Sinyaller Veriyor
Amerikan
Çalışma
Bakanlığı’nca
açıklanan istatistiklere göre Mart ayına
kıyasla, Nisan ayında istihdam edilen kişi
sayısı artarken işsizlik oranında bir değişiklik
olmadı. Nisan ayında toplam istihdam 598.000
kişi artışla 141.1 milyona ulaştı. Geçen yılın
aynı döneminde bu rakam 138.6 milyon idi.
Tarım dışı istihdamın bu artışta payı ise
274.000 kişi.
Eğitime Göre
İşsizlik Oranı
9
8
7
6
5
4
3
2
1
0
8.4
4.4
3.9
2.5
Lise Mezunu Lise mezunu, Yüksek okul Üniversite ya
dengi
da daha
Olmayanlar yüksek okula
dereceye
yüksek
gitmeyen
sahip olanlar
eğitimliler
10
Açıklanan verilere göre, 16
yaşın üstünde istihdam edilen kişi
sayısının nüfusa oranı da yüzde 62.6’ya
yaklaştı. İşsiz sayısı ve oranı ise önceki
aya göre değişmeyerek sırasıyla 7.7
milyon kişi ve yüzde 5.2 seviyesinde
kaldı.
İşsiz Sayısı (Bin Kişi)
8,200
8,100
8,000
7,900
7,800
7,700
Toplam işgücü bir önceki aya
göre 605.000 artışla 148.8 milyona
yükselirken işgücüne katılım oranı çok
hafif bir artışla yüzde 60’a çıktı.
7,600
Nis.05
Mar.05
Oca.05
Ara.04
.....
Nis.04
7,400
Şub.05
7,500
Eğitime Göre
İşsizlik Oranı
9
8
7
6
5
4
3
2
1
0
8.4
4.4
3.9
2.5
Lise Mezunu Lise mezunu, Yüksek okul Üniversite ya
Olmayanlar yüksek okula
dengi
da daha
gitmeyen
dereceye
yüksek
sahip olanlar
eğitimliler
Nisan
ayı
itibariyle
eğitim
seviyesine göre yapılan gruplandırmada,
gruplar itibariyle işsizlik oranının en az
lisans seviyesinde eğitim almış kişilerde
yüzde 2.5 olduğu, oranın eğitim seviyesi
düştükçe yüzde 8.4’e kadar düştüğü
görülmektedir. Sektörel bazda ise Mart
ayına kıyasla inşaat sektöründe 47.000
kişilik, otelcilite ise 58.000 kişilik bir artış
görülmektedir. İnşaat sektörü böylece, Mart
2003’ten bu yana 551.000 kişilik bir
istihdam artışı gerçekleştirmiş oluyor.
www.bls.gov
Euro Alanında Üretimin Düşmesi Büyümede Yavaşlamanın Göstergesi
Euro alanı üretimi, son yirmi aydır ilk kez düşüş gösterdi. Üretimdeki gerileme,
bölge genelinde ekonomik yavaşlamanın göstergesi olarak kabul ediliyor ve bazı üye
ülkelerde ekonomik gerileme endişelerine neden oluyor. Ekonominin yavaşlaması, enerji
fiyatlarında yaşanan şoklara bağlanıyor.
3000 üreticiyi kapsayan ve NTC Research tarafından derlenen araştırmaya göre bölge
genelinde ekonomik yavaşlama yaşanırken özellikle Fransa ve İtalya’nın hızlı düşüşlere sahne
olması bekleniyor. Almanya’da da iş dünyası koşulları kötüleşti. Commerzbank’dan
ekonomist Ralph Solveen, yüksek petrol fiyatlarından kaynaklanan ekonomik yavaşlamanın
özellikle euro alanında beklenenden çok daha fazla olduğunu ileri sürdü.
Institute for Supply Management tarafından yayınlanan bir diğer rapor da ABD üretim
faaliyetlerinin yavaşladığını gösteriyor. Avrupa ihracatının en önemli pazarı olan Amerikan
ekonomisindeki yavaşlamanın euro alanı ekonomisinde ikincil etki yaratacağı ileri sürülüyor.
Avrupa genelinde ekonomik problemlere farklı nedenler gösteriliyor. Almanya’da
iktidardaki Sosyal Demokrat Parti, hedge fonlar ve özel sermaye yatırım fonlarını “antisosyal” şirket yapılanmasına neden olmakla suçlanırken İtalya’da problemlere neden olarak
Çin’in yüksek ihracatı ve Avrupa Merkez Bankası’nın para politikası gösteriliyor.
11
Birliğin en iyi ekonomik performansına sahip Fransa’da üretim faaliyetlerinde görülen
yavaşlamanın diğer ekonomilerden daha endişe verici olduğuna inanılıyor.
Financial Times, 3 Mayıs
İngiltere’nin Dış Ticaret Açığı Azalıyor
Ulusal İstatistik Bürosu tarafından yapılan geçici tahminlere göre, İngiltere’nin
Şubat ayında 3.5 milyar sterlin olan dış ticaret açığı Mart ayında 3.1 milyar sterline
geriledi. 2004 yılının son çeyreğinde 10.5 milyar sterlin olan dış ticaret açığı ise 2005
yılının ilk çeyreğinde 10.1 milyar sterline düştü.
05 yılı Mart ayında
DIŞ TİCARET (12 Aylık, Milyar Sterlin)
toplam mal ihracatı yüzde 3.4
artarak 16.6 milyar sterline
400
yükselirken
toplam
mal
324
331
317
350 312
313
300
ithalatı yüzde 0.4 azalarak 21
291
287
282
280
250 278
278
milyar sterline, mal ticareti
200
150
açığı da 4.4 milyar sterline
100
geriledi.
AB
ülkelerine
50
0
yapılan ihracat yüzde 0.6
-50
-40
-39
-38
-34
-36
-34
artarken
AB
dışındaki
O Ş M N M H T Ag E Ek K A O Ş M
ülkelere yapılan ihracattaki
2004
2005
artış yüzde 7.3 oldu. AB
ülkelerinden
yapılan
İhracat
İthalat
Denge
ithalattaki artış ise yüzde 0.6
olurken
AB
dışındaki
ülkelerden yapılan ithalat ise yüzde 1.7 azaldı.
İHRACAT (Mart, Milyar Sterlin)
AB Dışı
43%
İTHALAT (Mart, Milyar Sterlin)
AB Dışı
44%
7.1
0.4
9.1
AB 10
2%
AB 15
55%
9.2
11.2
AB 15
53%
0.6
AB 10
3%
www.statistics.gov.uk , 11 Mayıs
12
İngiltere’de Büyüme Yavaşlarken Enflasyon Baskısı Artıyor
İngiltere ekonomisine ait son veriler ekonomide büyümenin yavaşladığını, fakat
enflasyonun artışını sürdürdüğünü göstermektedir.
Son birkaç yıldır güçlü tüketici harcamaları sayesinde Avrupalı emsallerine göre daha
iyi performans gösteren İngiltere ekonomisinde geçen yılın sonlarından itibaren tüketici
harcamalarında keskin bir düşüş kaydedildi. Sanayi üretiminin de düşmesiyle büyümenin
yavaşlayacağı yönünde belirtiler arttı.
İmalat sanayi üretimi
Mart ayında Şubat ayına göre
yüzde 1.6 düştü. Aynı ay
sanayi üretimi de yüzde 1.2
gerileyerek
1996
yılı
sonbaharından beri en düşük
seviyesine indi. Ekonomik ve
Sosyal Araştırma Kurumu
Şubat ayında yüzde 3 olan
yıllık büyüme hızı tahminini
Nisan ayında yüzde 2.5’e
düşürdü.
ENFLASYON (12 Aylık, %)
2.0
1.9
1.8
1.6
1.6
1.6
1.5
1.4
1.4
1.6
1.5
1.4
1.3
1.3
1.2
1.2
1.2
1.1
1.1
1.0
O
Ş
M
N
M
H
T
Ag
E
Ek
K
A
O
Ş
M
Rakamlar
İngiltere
2004
2005
hükümetinin 2005 yılı için
yüzde 3-3.5 olarak yaptığı
büyüme tahmininin gerçekleşmeyeceği yönündeki kuşkuları artırırken ekonomistlerin hemen
hemen hepsi, Hazine yetkilileri de dahil, 2005 yılının geri kalanında ekonominin daha
yavaşlayacağını tahmin etmekteler.
İngiltere Merkez Bankası 11 Mayıs’ta yaptığı toplantıda resmi faiz oranlarını 2004 yılı
Ağustos ayından beri birbirini izleyen dokuzuncu ay da değiştirmeyerek yüzde 4.75’de
bıraktı. Toplantı sonucunda yapılan açıklamada, altı ay önce tüketici fiyatları enflasyonunun
yüzde 1.1 olduğu, bugün ise yüzde 1.9’a yükseldiği belirtilerek, özellikle yüksek petrol
fiyatlarından kaynaklanan bu artışın beklentilerden yüksek olduğu, gelecek aylarda da
enflasyonda hafif artışlar kaydedileceği ifade edildi ve orta vadede yüzde 2 olan enflasyon
hedefini yakalamak için faiz oranlarının değiştirilmediği bildirildi.
www.bankofengland.co.uk, Financial Times, 10-11 Mayıs
Ekonomik Gerçekler Yuan’ın Kaderini Belirleyecek
Çin, parasının dolar çıpasını terketmesi yönünde başta ABD olmak üzere dışarıdan
baskı görürken uzmanlar, dışarıdan gelen baskılar olmasa da küresel ekonominin
koşullarının Çin’i kendi menfaatleri doğrultusunda yuan’ın değerini yükseltmeye
yönelteceğine inanıyorlar.
Son günlerde ekonomistlerin kafası Çin’in para birimini dolar karşısında
değerlendirmeye karar verip vermeyeceği sorusuyla meşgul. Ülke ekonomisinde yaşanan
değişimler yönetimin bu yönde hareket etmesini bir yerde zorunlu kılıyor. Geçtiğimiz hafta
yuan’ın piyasada her zamanki dalgalanma marjının dışına çıkması da, 11 yıl önce yürürlüğe
13
konan döviz kuru rejiminin sonunun geldiği şeklinde yorumlara neden oldu. Uzmanlar, Çin’in
2 Mayısta başlayan ve bir hafta süren ulusal tatilinin döviz kuru sistemlerinin ayarlanması ve
test edilmesi için mükemmel bir fırsat olacağı görüşündeler.
Çinli yetkililer, döviz kuru rejiminde değişiklik yapılıp yapılmayacağı veya ne zaman
yapılacağı konusunda yorum yapmaktan kaçınırken piyasalarda bu ayarlamanın en kısa
zamanda yapılacağı yönündeki spekülasyonlar, ayarlamanın yapılması ihtimalini daha da
zayıflatıyor. Çünkü Çin hükümeti, döviz kuruna ilişkin beklentiler nedeniyle ülkeye sıcak
para akıtan spekülatörleri ödüllendirmeyeceğini her fırsatta dile getiriyor.
Ancak küresel ekonominin gerçekleri ve siyasi baskılar, yuan’ın değerlenmesi
yönündeki eğilimi güçlendiriyor. Bu nedenle birçok ekonomist, dış baskılar dayanılmaz hale
gelmeden Çin’in harekete geçmesinin uygun olacağını savunuyor. Bir yandan artan baskılar
sonucunda bir döviz kuru ayarlamasının yakın olduğu düşünülürken bir yandan da Çinli
yetkililerin dış baskılar karşısında dayanıksız görünmemek uğruna harekete geçmeyi
reddetmesi nedeniyle bu tür bir ayarlamanın yapılamaması sözkonusu.
ABD ve Avrupa’da giderek artan Çin ihracatını dizginlemek için çeşitli korumacılık
önlemlerine başvurma planları yapılıyor. Geçtiğimiz yıl aşırı yatırımlar nedeniyle görülen
dengesiz büyüme bir yandan Çin ekonomisini, bir yandan da Çin ihracat piyasasına bağlı olan
diğer Asya ekonomilerini tehdit etmişti. Ancak bu yıl Çin ekonomisinde büyümenin yatırım,
tüketim ve ihracat arasında daha dengeli dağılırken enflasyonun da ılımlı olduğu dikkat
çekiyor. Ancak Çin ekonomisindeki bu dengeli görünüm, dünya ekonomisi açısından yeni bir
tehdit unsuru oluşturuyor. Şöyle ki yatırımın yavaşlaması Çin’in ithalatında düşüşe neden
oluyor. Öte yandan yatırımın gerilemesinden kaynaklı artık kapasite, çelikten otomobil
parçalarına dışarıya satışlara yöneldiğinden ihracat yüksek rakamlara ulaşıyor.
Bu durum, Amerikan ekonomisinde cari işlemler açığındaki büyüme ile kendini
gösteriyor. Bu yılın ilk iki ayında ABD’nin Çin ile arasındaki ticaret açığı bir yıl öncesine
göre yüzde 50 artarak 29 milyar dolara ulaştı.
Bu durumda Çin, daha önce yaptığı gibi ABD karşısındaki ticaret fazlasına karşılık
Asya karşısındaki ticaret açığı nedeniyle genel ticaret dengesinin ılımlı bir fazla verdiği savını
ileri sürerek döviz kurunun normal düzeyinde olduğunu iddia edemez. 2005 yılının ilk
çeyreğinde Çin, Asya ile ticaretinde 8.44 milyar dolar ticaret açığına karşılık 16.5 milyar
dolar ticaret fazlası verdi.
ABD’nin ticaret dengesizliğine ilişkin şikayetlerine karşılık Çinli yetkililer ABD’nin
cari açığını daha az harcayıp daha çok tasarruf yapmak suretiyle ancak kendisinin
çözümleyebileceğini savunuyorlar.
Ancak bu arada döviz kuru düzenlemesine hazırlık amacıyla da geri dönmeyen krediler
nedeniyle sıkıntı içinde olan bankacılık sektörünün sorunları giderilmeye çalışılıyor. Bu
çerçevede ülkeye giren portföy yatırımları ve doğrudan yatırımlar şeklindeki yatırım akımını
kayıt altına almak için ülkenin sıkı kontrol altındaki sermaye hesabı da esnetiliyor. Ancak
IMF, hükümetin yönteminin yanlış olduğu uyarısında bulunarak önce döviz kurunun,
ardından cari işlemlerin esnetilmesinin daha doğru olacağını savunuyor.
Ekonomistler, uluslararası baskılar işe yaramasa da liderlerin kendi menfaatlerini
öncelikli tutmalarından dolayı içeriden görecekleri baskılara dayanamayacaklarına
14
inanıyorlar. 1997-1998 Asya mali krizleri döneminde Çin, devalüasyon riskini engellemek
için yuan’ın değerini dolara bağlamıştı. O zaman hükümetin aldığı bu karar gerek ABD’yi
gerekse diğer sanayileşmiş ülkeleri ve Asya ülkelerini memnun etmişti. Bugün de aynı
dinamiğin farklı bir politika için geçerli olabileceğine inanılıyor. Bugünün ekonomik koşulları
sonucu bu kez Çin’in döviz kurunu değerlendirmesinin kendisinin lehine olacağı düşünülüyor.
HSCB’nin Baş Ekonomisti Stephen King’in de aralarında bulunduğu birçok önemli
isim, Çin’e sabit döviz kurunu onarmaya çalışmamasını tavsiye ediyor ve yapılacak küçük bir
ayarlamanın ABD ticaret açığında fazla bir değişime yol açmaksızın sadece spekülatif
sermaye akımlarını cesaretlendireceğini ileri sürüyorlar.
Colombia University’den Joseph Stiglitz gibi bazı ekonomistler de güçlü yuan’ın Çin’in
yüksek miktardaki döviz mevcutlarında ağır kayıplara yol açacağı görüşünü savunuyorlar. Bu
fikrin savunucuları, yuan’ın değerinin yükseltilmesi yerine denizaşırı satışlarda aynı etkiyi
gösterecek olan ihracat tarifleri konmasının daha mantıklı olacağını kaydediyorlar.
Ekonomistlerin bu yöndeki tavsiyelerine karşılık yuan’ın dolar çıpasının
sürdürülmesinin maliyetleri zaman geçtikçe daha da artıyor. Çin hükümeti, çıpayı
sürdürebilmek için sürekli olarak çoğunlukla bankalardan olmak üzere yuan karşılığı dolar
almak zorunda kalıyor. Aldığı dolarların ülke içinde aşırı likiditeye bağlı enflasyon
yaratmasını önlemek amacıyla da tahvil ihracı ile bu paraları “sterilize ediyor”. Şimdiye kadar
ülkenin bankacılık sistemi bu tahvilleri düşük faiz oranlarından almaya razı oluyorlardı.
Ancak artık bankaların, kredi talebinin artmasıyla ellerindeki nakit fazlasını daha karlı şekilde
değerlendirebiliyor olmaları, daha yüksek faiz oranları talep etmelerine olanak sağlıyor.
Goldman Sachs’ın bildirdiğine göre Çin’in döviz rezervleri geçtiğimiz yıl 200 milyar
dolar artarken bu yılın ilk çeyreğinde de 50 milyar dolar daha artarak 659 milyar dolara ulaştı.
Goldman Sachs ekonomistleri, önümüzdeki yıl için ülkede enflasyonun artmasını bekliyorlar.
Asya mali krizinin ardından geçen yedi yıl boyunca yuan, ABD doları karşısında 8.276
ila 8.280 arasında dar bir bant üzerinden işlem gördü. Ancak geçtiğimiz hafta yuan’ın değişim
değeri bandın bir hayli dışına çıkarak 8.270’e yükseldi ve yirmi dakika kadar bu seviyede
kaldı. İşlemciler teknik bir hata olduğu suçlamasını yaparken Çin Merkez Bankası herhangi
bir politika değişikliği yapmadığını iddia etti. Ancak J.P Morgan Chase&corp. Çin Baş
Ekonomisti Frank Gong, yetkililerin yuan’ın değişim bandını genişletmeden önce piyasayı
test ettiklerini savunuyor.
Yuan’ın değerindeki bir artış, Asya genelinde revalüasyonları tetikleyecektir. Ancak
ekonomistlerin çoğu, yuan’ın dolar çıpasının süreceği inancında.
The Wall Street Journal, 2 Mayıs
İslam Bankacılığı Küresel Sistemde Yerini Alıyor
Suudi Arabistan’ın Bank Aljazira’sının karlılık oranı son dönemde büyük artışlar
kaydetti. Bankanın bu büyük başarısının ardında artık Orta Doğu sınırlarının dışında
da büyük ilgi gören İslam bankacılığı var.
İslam bankacılığı, son on yıl içinde küçük bir sektör olmaktan çıkıp küresel mali
sistemin önemli bir parçası oldu. İslam bankacılığının bu kadar gelişmesinin en önemli
nedenlerinden biri batılı bankacıların yüksek petrol fiyatlarından dolayı İran Körfezine akan
15
yeni fonlarla rekabet etme çabaları. Bugün bir Amerikan bankası olan Citigroup Inc. dünyanın
işlem hacmi açısından en büyük İslam bankacılığı faaliyetini yürütüyor. HSBC Group,
Deutsche Bank, ABN Ambro, Société Generale, BNP Paribas ve Standart Chartered gibi batılı
bankalar da geçtiğimiz yıllarda İslam bankacılığı birimleri oluşturdular.
1999 yılında İslami yatırım fonlarının sayısı bir düzineyi geçmezken günümüzde dünya
genelinde bu tür yatırım yapan en az 150 yatırım şirketi olduğu kaydediliyor. Malezya’da
İslami mali araçlar ülkenin kamu ve özel mali işlemlerinin yüzde 10’unu oluşturuyor. İslam
dünyasının en büyük ekonomisi olan Türkiye’de piyasanın önemli ismi HSBC Türkiye, 2001
yılında 50 milyon dolar olan İslami fon tutarını geçtiğimiz yıl 438 milyon dolara çıkardı.
Almanya’da da Citibank, geçtiğimiz Eylülde Saxony-Anhalt eyaletine 100 milyon
euro’luk İslami tahvil arzı satışı gerçekleştirdi. Anlaşma çerçevesinde yatırımcılar eyaletin
vergi idare binalarını satın almakta ve bunları tekrar gelir idaresine kiralamaktadır. Yatırımın
getirisi faizden değil sahiplikten kaynaklanmaktadır.
İslam bankacılığı, Amerikan Hazine Bakanlığının bile dikkatini çekmeyi başardı. Bu
nedenle geçen yıl bir İslam ekonomisi profesörüne Hazinede görev verildi. İngiltere,
Müslüman azınlıklarının radikal İslama yönelmesini engellemek ve fonların kendi sistemi
içinde kalmasını sağlamak amacıyla İslam bankacılığına açık destek veriyor. Geçtiğimiz yıl
Kasım ayında açılan Islamic Bank of Britain (IBB), 100 milyon dolardan fazla fon topladı.
Banka, her ne kadar her on yatırımcısının sekizi İngiltere’de yerleşik olsa da sahip olduğu
paranın yüzde 80’inin İran Körfezi kaynaklı olduğunu açıkladı.
İngiltere’nin attığı adım, büyük Müslüman nüfuslarının entegrasyonu konusunda
endişeleri olan diğer Avrupa ülkelerinin de ilgisini çekti. Ancak İslam bankacılığı kavramının
çok yeni olmasına rağmen ilgi ve katılımın çok fazla olması, düzenlemeyi güçleştiriyor.
Sistemde örneğin Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank of International Settlements) gibi bir
otoritenin mevcut olmayışı ve İslami ürünün ne olduğunu belirleyen evrensel bir tanım
olmaması sistemin sorunları olarak sıralanabilir. Konu hakkında sadece Bahreyn ve
Malezya’da İslami mali muhasebe, banka yönetimi ve kredi standartları oluşturmaya yönelik
çalışmalar var.
Tüm sorunlarına rağmen Suudi Arabistan’da İslam bankacılığı batı tarzı mali kurumların
egemenliğini tehdit ediyor. Arap dünyasının en büyük bankası olan ve çoğunluk hissesi Suudi
Arabistan’da olan Ulusal Ticaret Bankası (National Commercial Bank), geçen yılki kredi
portföyünün yüzde 80’inin İslami kurallara uygun olduğunu kaydediyor. Bankanın kıdemli
ekonomisti Nahed Taher, Bank Aljazira gibi tamamen İslami bankacılığa geçmeyi
planladığını açıkladı.
The Wall Street Journal, 3 Mayıs
Banca Antonveneta’nın Satışı Soruşturma Konusu Oluyor
İtalya’da savcılık Hollanda Bankası ABN Ambro tarafından satın alınmak istenen
Banca Antonveneta’nın hisselerinin satın alınmasına ilişkin soruşturma başlattı.
İtalyan basınında yer alan bilgiye göre henüz başlangıç aşamasında olan soruşturma
kapsamında Antonveneta için pazarlık yapan bir diğer banka olan Banca Popolare di Lodi’ye
mali polis tarafından baskın düzenlendi.
16
ABN’e yakın kaynaklar, baskının kendileri ile bir ilgisi olmadığını kaydettiler. Baskının
iki banka arasında Antonveneta için süren mücadelenin adil olmadığını iddia eden İtalyan
Tüketiciler Birliği tarafından yapılan şikayetten kaynaklanmış olabileceği ifade ediliyor.
Tüketici grubu Adusbef, geçen ay Lodi aleyhine ABN’in 6.3 milyar euro’luk nakit teklifini
bloke etmek üzere illegal olarak Antonveneta hisseleri satın almakta olduğu iddiasıyla dava
açtığını açıklamıştı.
ABN, büyük miktarlarda banka hisselerinin satın alınması ve bankaların birleşmesi
konusuna sıcak bakmayan İtalyan Merkez Bankası’nın Antonveneta’nın hisselerinin alınması
konusunda ABN’e göstermediği toleransı Lodi’ye gösterdiğini iddia etti.
Milan savcıları, piyasa fiyat yapısını bozma, yatırımcı ve düzenleyicileri yanlış
yönlendirme çabalarını ifade eden “borsa manevrası*” üzerinde araştırma yapıyorlar.
Lodi, İtalyan piyasa düzenleme kurumu Consob tarafından da diğer yatırımcılarla
yapmış olabileceği gizli ittifak nedeniyle araştırılıyor. Ancak bu araştırmanın sonuçları henüz
açıklanmadı. Consob’un ayrıca ABN’in Antonveneta hisselerini piyasadan kendi teklif ettiği
25 euro’nun üstünde bir fiyattan satın almakta olup olmadığını da araştırıyor. Hisselerin bu
fiyatın üstünde bir fiyattan satın alındığının anlaşılması halinde Consob ABN’den daha
yüksek bir fiyattan yeniden teklif vermesini isteyebilecek.
Lodi, ABN’in diğer rakipleri ile birlikte geçtiğimiz hafta Antonveneta’nın daha önce
ABN’in teklifini kabul eden yönetim kurulunu değiştirerek kendi adaylarını atadılar.
Financial Times, 4 Mayıs
Bankacılık Sektöründe İtalyan Manevraları
Büyük ve uluslararası Hollanda Bankası olan ABN Ambro’nun İtalya’nın varlıklar
açısından dokuzuncu büyük bankası olan Banca Antonveneta’yı satın almak için ağır
borç yükü altındaki yerel İtalyan bankası ile yapmakta olduğu mücadele, günlerdir
basını meşgul ediyor. The Economist dergisi de 7 Mayıs tarihli sayısında konuya ilişkin
bir haber-yorum yazısı yayınladı. Aşağıda sözkonusu yazının bir özeti yer almaktadır:
İtalya’nın varlıklar açısından dokuzuncu büyük bankası olan Antonveneta için ilk teklifi
yüksek bir fiyattan ve nakit olarak ABN Ambro yaptı. Başlangıçta borç yükü altındaki İtalyan
yerel bankası Lodi’nin bu satışta fazla bir şansı olmadığı düşünülse de gidişat Lodi’nin galip
geleceğini gösteriyor.
İtalya’nın ilk büyük sınır ötesi birleşmesi olacak olan satışa ilişkin olarak
Antonveneta’nın yönetim kurulu’nun ABN Ambro’ya hisse satışını onaylamasının ardından
Avrupa Komisyonu da uygun görüşünü bildirdi, İtalyan Merkez Bankası da ABN Ambro’nun
Antonveneta içindeki hisselerini yüzde 20’nin üzerine çıkarmasını onayladı.
Ancak tüm bunlar olurken Lodi de satışı engellemek için harekete geçti. İlk olarak
Antonveneta’da yüzde 4.9 olan hissesini İtalyan yasalarının belirlediği üst sınırın hemen
altında, yüzde 29’a çıkardı. 30 Nisan tarihinde yapılan hissedarlar toplantısında Lodi ve
yandaşlarından oluşan grup, yönetim kurulunu kendisine yakın isimlerden oluşacak şekilde
*
Borsa Manevrası: Belirli bir hisse senedini büyük miktarlarda satın alıp geçici olarak piyasayı kontrol altına
almak.
17
değiştirdi. ABN Ambro bunu engellemek için yerel mahkemeye başvurduysa da sonuç
alamadı.
Bu arada İtalyan Merkez Bankası da Lodi’nin hisselerini yüzde 20’nin üzerine çıkarması
için izni hızla verirken basında Merkez Bankası’nın Lodi’yi satın alma yarışını kazanması için
anlaşmalı bir grup (concert party)* oluşturması konusunda teşvik ettiği yönünde bir haber yer
aldı.
Halen İtalyan Piyasa Düzenleme Kurumu Consob bu şekilde bir işbirliği olup
olmadığını inceleme altına alırken Merkez Bankası Başkanı Antonio Fazio’yu savunanlar
Başkanın İtalya’nın bankaları ile küçük işletmeleri arasındaki yakın bağları korumaya
çalıştığını ifade ediyorlar. Antonveneta, Kuzey İtalya’nın bazı bölümlerinde bu küçük
işletmeler için önemli bir kredi sağlayıcısı durumunda.
İtalyan bankacılık sektörüne yönelik bir diğer yabancı talep de Banca Nazionale del
Lavoro’ya (BNL) talip olan İspanyol Banco Bilbao Vizcaya Argentaria’dan (BBVA) geldi. 21
Mayısta yapılacak olan BNL hissedarlar toplantısında BBVA’nın talebine karşı çıkılabileceği
ileri sürülürken birçok analist yine de İspanyol bankanın şansının yüksek olduğuna inanıyor.
İtalyan Merkez Bankası Başkanı Antonio Fazio’nun geçmişte İtalyan bankalarının
birbirleri ile birleşmelerine karşı çıkmış olması nedeniyle bugün yaşanan sıkıntılardan kısmen
sorumlu olduğu iddia ediliyor. 1999 yılında Fazio, planlanan birleşme taleplerini bloke
etmişti. Bu nedenle bugün İtalyan bankaları birleşme için yurtdışına yönelmek durumunda
kalıyorlar.
The Economist, 7 Mayıs
Uluslararası Enerji Ajansı: Petrol Şirketleri Yüzde 20 Az Yatırım
Yapıyor
Gelişmiş ülkelerin enerji piyasaları danışmanlığını yapan Uluslararası Enerji
Ajansı, geçen yıl için enerji şirketlerinin yeni petrol ve gaz kapasitesine yönelik
yatırımlarının önümüzdeki 25 yılın ihtiyaçlarına göre yüzde 20 eksik kaldığını kaydetti.
Uluslararası Enerji Ajansı Baş Ekonomisti Fatih Birol, Financial Times gazetesine
verdiği demeçte eksik yatırımın altında yatan iki nedeni, borsaya kayıtlı şirketlerin karlarını
paydaşlarına dağıtmayı tercih etmeleri ve uluslararası şirketlerin büyük rezervlere sahip
ülkelerin petrol sahalarına girişinin mümkün olmaması olarak açıkladı.
Birol’a göre petrol endüstrisinin önündeki en büyük problem şirketlerin büyük rezervi
olan ülkelerin sahalarına girememesi. Birol, Uluslararası Enerji Ajansı yetkililerinin 15 Mayıs
tarihinde Kuveyt’i ziyaret ederek Opec yetkilileri ile Orta Doğuda yatırım yapma hakkında
görüşeceğini açıkladı.
Şirketler, Opec rezervlerine ulaşamamaları nedeniyle büyük kısmı eski olduğu için keşif
masrafı yüksek olan Kuzey Amerika ve Avrupa’ya kayıyorlar. Bu iki bölge, 1990 sonları ile
2000 başlarını kapsayan sekiz yılda yapılan 25000 yeni sondaj faaliyetinin yüzde 71’ine
evsahipliği yaparken bu sondajlar içinde Orta Doğu’nun payı sadece yüzde 2.
*
Concert Party: Aynı hisse senetlerini ele geçirmek amacıyla aralarında anlaşan ve fiyatı ya da şirketi ele
geçirmek amacıyla blok halinde oy veren grup.
18
26 ülkenin üye olduğu Uluslararası Enerji Ajansı Enerji Bakanları bu hafta Paris’te
yaptıkları toplantıda eksik yatırım konusunu görüşürken dünyanın borsalara kayıtlı en büyük
petrol şirketleri gereken seviyenin altında yatırım yaptıkları yönündeki iddiaları kabul
etmiyorlar. Şirketler, bugün 50 doların üstünde seyreden petrol fiyatlarının düşmesi
durumunda aşırı yatırım riski ile karşı karşıya kalacaklarını kaydediyorlar.
Analistler, petrol üreticilerinin daha fazla yatırım yapmaya ikna olabilmeleri için
sürdürülebilir bir yüksek petrol fiyatına ihtiyaç olduğunu ifade ediyorlar. Merill Lynch’den
enerji stratejisti Francisco Blanch, petrol sektöründe hissedilir bir yatırım artışı olabilmesi için
fiyatların önümüzdeki iki-beş yıl boyunca 45 doların üstünde kalması gerektiği görüşünde.
Uluslararası Para Fonu, Opec ülkelerinin sosyal ve altyapı yatırımları, yüksek kamu
borç oranları gibi nedenlerle petrol sektörüne yönelik fonları kısmak durumunda kaldığını
kaydediyor. Analistlere göre de Opec üreticilerinin petrol fiyatlarının 50 doların üstünde
kalmasından memnuniyet duymalarının altında bu neden yatıyor. Birçok Opec üyesi sektörün
gelişimi için ülke içinde yeterli kaynak olmamasına rağmen yabancı yatırımı kısıtlıyor.
Fatih Birol yüksek fiyatlarının biofuel, hidrojen ve nükleer yakıt gibi alternatif enerji
kaynaklarına ilgiyi artırdığını kaydediyor.
Financial Times, 6 Mayıs
General Motors ve Ford’un Kredi Dereceleri Yüksek Riskliye İndirildi
ABD’nin iki sanayi devi General Motors (GM) ve Ford’un kredi dereceleri yüksek
riskli (junk) düzeyine indirildi. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu
Standart&Poors, iki dev şirketin kredi derecesinin otomobil piyasasındaki rekabete
ayak uydurabilme yeterliliklerine ilişkin şüpheler nedeniyle düşürüldüğünü açıkladı.
Kredi derecelerindeki gerileme, her iki şirketin hisselerinin de hızla düşmesine neden
oldu.
Amerikan otomotiv sanayiinin iki büyük şirketinin kredi notunun indirilmesi, Amerikan
sanayi şirketlerinin taşımak zorunda kaldığı emeklilik ve sağlık hizmetleri yüklerinin
ağırlığını gözler önüne serdi. Deutsche Bank kredi stratejisti Gary Jenkins, dünyanın ikinci ve
üçüncü büyük kurumsal kredi alıcısının yüksek riskli düzeyine gerilemesinin sadece bu iki
şirketin değil tüm kredi sisteminin problemi olduğunu kaydetti.
S&P, derece indirme kararı almasında en önemli etkenin sportif araçların karlılığındaki
azalma olduğunu ifade etti. GM ve Ford’un karlarında sportif araçlar büyük paya sahip
olurken son dönemde bu tür araçların satışları düşüş gösterdi.
Özellikle spor araç satışlarındaki düşüşler nedeniyle GM’nin ABD’deki piyasa payı
geçen yıl Nisan ayında yüzde 27.7 iken bu yılın aynı döneminde yüzde 25.2’ye geriledi. Aynı
dönemler için Ford’un piyasa payı ise yüzde 18.8’den yüzde 17.5’e geriledi.
GM’nin Opel, Saab ve Vauxhall’ı, Fodr’un ise Jaguar, Land Rover, Volvo ve Aston
Martin’i ürettiği Avrupa’da her iki firma da büyük bir yeniden yapılanma faaliyeti içine girdi.
Avrupa’da GM zarar ederken Ford’un karlılığı sürüyor.
Financial Times, 6 Mayıs
19
ABD’li Otomobil Üreticileri Japonya ve Güney Kore’ye Döviz Kuru
Baskısı Yapılmasını İstiyor
Amerikalı otomobil üreticileri, renminbi (yuan) başta olmak üzere Asya
ülkelerinin zayıf para birimlerinin bu ülkelerin ihracatçılarına önemli avantajlar
sağladığını kaydederek Kongre’den Çin, Japonya ve Güney Kore’ye döviz kurlarının
değerlendirmeleri yönde baskı uygulanmasını talep ediyorlar.
Amerikalı otomobil üreticilerinden gelen baskılar, kongreyi harekete geçirdi. Kongrenin
35’i Cumhuriyetçilerden oluşmak üzere 47 üyesi, Başkan George W.Bush’a yazdıkları
mektupta yönetimden Çin ve Japonya’ya karşı harekete geçilmesini talep ettiler. Konu sivil
toplum kuruluşlarının da gündeminde yer alıyor. Üreticilerin oluşturduğu ve bir süredir Çin’e
yönelik şikayetlerde bulunan “Güçlü Dolar Koalisyonu” adlı grup, diğer Asya ülkelerinin de
döviz kuru manipülasyonu yaptığını ileri sürerek bu ülkelere de gereken uyarının yapılmasını
talep etti.
Geçtiğimiz hafta Amerika’nın iki büyük otomobil üreticisi GM ve Ford’un kredi
derecelerinin yüksek riskliye indirilmesi de sektörün endişelerini güçlendirdi. GM Genel
Müdürü Rick Wagoner, geçen ay ülkenin otomobil üreticilerinin karşı karşıya olduğu sağlık
ve emeklilik hizmetlerinden kaynaklı yükler hakkında kongre üyeleri ile biraraya gelmişti.
Uzmanlar, Japonya’ya yönelik olarak uygulanacak ticaret baskılarının en azından
Amerikalı otomobil üreticilerin rekabetten kaynaklı sıkıntılarını hafifleteceğini ileri
sürüyorlar. Japon otomobil üreticileri Amerika’da satılan otomobillerinin yüzde 60’ını kuzey
Amerika’da ürettiği halde yıllık yaklaşık 1.7 milyon aracı ihraç ediyorlar ve bu rakam ABD
satışlarının yüzde 10’undan fazlasını oluşturuyor.
Otomobil üreticileri, bu hafta yayınladıkları bir bildiride Japonya’nın zayıf yen
politikasından yakınarak bunun Japon üreticilere önemli avantajlar sağlarken Amerikalı
üreticilere zarar verdiğini kaydettiler.
Japonya, 2000 yılından 2003 yılı sonuna kadar döviz piyasalarına sürekli olarak
müdahale etti. Son iki yıldır müdahale olmaması nedeniyle bu süre içinde yen dolar karşısında
yaklaşık yüzde 15 değer kazandı. Ancak otomobil üreticileri Japonya’nın tekrar müdahale
etmesi riskinin yen’in euro, pound ve Kanada doları kadar yükselmesini engellediğini iddia
ediyorlar. Hazine Bakanlığı, önümüzdeki günlerde Amerika’nın ticaret ortaklarının döviz
kuru manipülasyonlarına ilişkin bir rapor yayınlayacak.
Financial Times, 8 Mayıs
20
Download