mübadele - İstanbul Barosu

advertisement
Genel Yayın Sıra No: 202
2012 / 04
ISBN No: 978-605-5316-10-5
Yayına Hazırlayan
İstanbul Barosu Yayın Kurulu
Tasarım / Uygulama / Baskı
Ege Reklam ve Basım
Sanatları Ltd.Şti.
Esatpaşa Mah. Ziyapaşa Cad.
No: 4 / 1
Ataşehir - İSTANBUL
Tel: (0216) 470 44 70
www.egebasim.com.tr
Birinci Basım: Mayıs 2012
Bu kitap İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Kararı ile 1.500 adet
basılmıştır.
İSTANBUL BAROSU
TARİHİ, HUKUKİ, TOPLUMSAL
BOYUTLARIYLA
MÜBADELE
04 Şubat 2012
Orhan Apaydın Konferans Salonu
İSTANBUL BAROSU YAYINLARI
İstiklal Caddesi Orhan Adli Apaydın Sokak
1. Baro Han Beyoğlu / İstanbul
Tel: (0212) 251 63 25 (pbx)
Faks: (0212) 293 89 60
[email protected]
İÇİNDEKİLER
Açılış........................................................................ 7
Av. Doç. Dr. Ümit KOCASAKAL................................. 8
Av. Hüseyin ÖZBEK................................................ 12
Doç. Dr. Kemal ARI
Tarih Bilimi Açısından Mübadele............................... 16
Dr. Neval KONUK
Yunanistan’da Ayakta Kalan Osmanlı Eserleri............ 36
Esat Halil ERGELEN
Karagöz’ün Gözünden Mübadele............................. 55
“TARİHİ, HUKUKİ, TOPLUMSAL
BOYUTLARIYLA MÜBADELE”
04 Şubat 2012
Orhan Adli Apaydın Konferans Salonu
AÇILIŞ
Av. Metin URACİN
Bu toplantının İstanbul Barosu tarafından
ilk çalışmasına tekrar bu güzel güneşli İstanbul gününde hoş geldiniz. Sizlere değerli konuşmacıları tanıtmak istiyorum. Sayın Doç.
Dr. Kemal Arı Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi öğretim üyesi,
Sayın Dr. Neval Konuk Hanımefendi kendisi
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek
Yüksek Okulu öğretim görevlisi, Sayın Lozan
Mübadilleri Derneği Başkanı Esat Ergelen Beyefendi, efendim gördüğünüz gibi katılımcılar
bu konuda uzun çalışmaları olan değerli bilim
adamları. Bu toplantıyı İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi değerli üstadımız Av. Hüseyin Özbek yönetecek. Şimdi toplantıyla ilgili
açılış konuşması yapmak üzere Sayın Başkanımız Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal’ı davet
ediyorum, buyurun efendim.
Av. Doç. Dr. Ümit KOCASAKAL
(İstanbul Barosu Başkanı)
Efendim, ben de İstanbul Barosu adına
hepinize hoş geldiniz diyorum. Tabii İstanbul
Barosu gerçekten çok köklü ve çok önemli bir
kurum, şu an biliyorsunuz dünyanın en büyük barosu, Türkiye’nin değil bakın, dünyanın
en büyük barosu 29.000 aşağı yukarı üyesi
var. Zaten kuruluş tarihine bakarsanız Mustafa Kemal’in doğumundan da üç sene önce
kurulmuş bir baro, tabii büyüklüğüne yaraşır
bir şekilde İstanbul Barosu biliyorsunuz izliyorsunuzdur, şu an ülkemizin içinde bulunduğu durum dikkate alındığında dik bir duruş
sergiliyor ve sergilemeye devam edecek. Birçok
konunun yanı sıra mübadele gibi bana göre
ihmal edilmiş bir konuyu da İstanbul Barosu
işliyor. Daha önce de böyle bir toplantı yapılmıştı. Sanıyorum bu ikincisi.
Açıkçası benim de tabii Rumeli’yle bir bağım var. Annem Gümülcine doğumludur benim, geçen genel sekreterimiz ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği mi tam ismi
Sevgili Başkanı Burhanettin Beyle -ki, aynı
zamanda delegemiz- bir özel Batı Trakya gezisi yaptık, ama maalesef resmi algılandı tabii
işin içinde Baro Başkanı ve Genel Sekreteri
olunca Gümülcine ve İskeçe’ye gittik. Açıkçası manevi açıdan çok doyurucu, haz verici
bir olaydı bizim için, herhalde 13-14 tane ayrı
Türk kuruluşunu ziyaret ettik, oradaki yaşantıyı veya sorunları yakından görme fırsatımız
oldu. Seçilmiş müftülerimizi de ziyaret ettik.
Biliyorsunuz bir Yunan hükümetinin atadığı, bir de seçilmiş Türk toplumunun seçtiği
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
9
müftüler var ki, Yunan hükümeti tanımıyor.
Biz onları da ziyaret ettik ve şunu gördüm ki,
işte çağdaş müftü böyle olur. Yani arkasında
Atatürk’ün resmi olan pırıl pırıl iki tane müftümüz Gümülcine müftümüz zaten İstanbul
Hukuk 3’ten terk maalesef, bu işlere kendini
adadığı için bitirememiş durumda. Hatta şöyle
eleştiriler aldık bazı kesimlerden: Vay efendim,
müftüler ziyaret mi edilirmiş? Tabii bu sığ düşünceye aslında söylenecek çok şey var, ama
şu kadarını söyleyeyim, oradaki müftüler yani
sadece bir din görevlisi değil, belirli bir konumları var, Lozan’dan kaynaklanan konumları ve
yetkileri var ve oradaki Türk toplumunu bir
arada tutan bir ruhani lider konumunda, harç
konumunda, çok önemli bir konumda. Onları
ziyaret etmeyeceğiz de kimi ziyaret edeceğiz?
Bugün olsa gene seve seve gider ziyaret ederiz, onlarla beraber yalnız iki ilin de barolarını
ziyaret ettik. Çok sıcak bir temas kurduk kendileriyle ve şunu gördük: Oradaki Müslüman
Türk azınlığın hâlâ çok büyük sorunları var,
ama bu insanlar o kadar dirençli ve sabırlı insanlar ki, tırnak içinde söylüyorum, yaygarayı
sevmeyen, ama sonuna kadar direnen insanlar. Bunu orada bizzat gördük, ama o insanlara yardımcı olmanın en önemli yolu o illerin
barolarıyla temas kurmak ve o barolara objektif hukukun gereğini yapmalarını talep etmektir bize göre, yani biz İskeçe ve Gümülcine
Barosuyla ilişkilerimizi geliştirdiğimiz zaman
oradaki insanlarımızın kanuni, hukuki haklarını elde etmede çok önemli bir işlev göreceğini
açıkçası ben düşünüyorum. Tabii bunun yanı
sıra gecenin bir yarısı annemin doğduğu evi
gittik, bulduk. Çok da duygulandım elbette,
10
İstanbul Barosu Yayınları
hâlâ birtakım komşularını orada tespit ettik ve
hatırladıklarını da büyük bir aslında şaşkınlıkla, fakat memnuniyetle gördüm ki, aradan bu
kadar sene geçmiş. Zannediyorum 1957-1958
gibi onlar Türkiye’ye gelmişler, dolayısıyla çok
bizim için güzel bir ziyaret oldu.
Şimdi tabii Türkiye’de ben bunu söyleyince
kızıyorlar, ama maalesef şu an o aydın dediğimiz kesim organik bu toprağın organik aydını
olmaktan ziyade maalesef genetiği değiştirilmiş
hormonlu bir aydın tavrı ve duruşu var. Hep
biz kötüyüz biliyorsunuz, biz çok kötülükler
etmişiz, onu kesmişiz, bunu kesmişiz, onun
hakkını almışız, onu perişan etmişiz, ama siz
hiç ağızlarından bir gün olsun örneğin, Batı
Trakya’daki insanların şu an dahi hak ihlallerini gündeme getirdiklerini gördünüz mü veya
oradan gelen insanların veya oradaki yaşadıkları sorunları dile getirdiğini gördünüz mü? 29
Ocağı sorsanız hangisi biliyor? 6 - 7 Eylül olaylarını herkes dile getiriyor ve büyük acı olaylardır. Acının karşılığı veya rövanşı olmaz, acı acıdır, ama oradaki Müslüman Türk toplumu da
o 29 Ocak 1990’da ona benzer acılar yaşadılar,
ama bunları kimse dile getirmiyor. Dolayısıyla
bu toplantıyı ben o anlamda da çok önemsiyorum. Burada bizim yapmak istediğimiz geçmişi
deşmek, acıları deşmek, vesaire bunlar değil,
ama bunun birtakım getirdiği hukuki sonuçları, bunların yarattığı, mübadelenin yarattığı birtakım hukuki sorunları ortaya koymak,
yani benim anneme Gümülcine doğumlu olduğu için yıllarca vize verilmedi. Oraya gider,
belki herhalde öyle zannediyorum, yani birtakım topraklarını, evini, şunu bunu talep eder
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
11
diye zannediyorum. Bakın, daha yeni geldik,
bir eleştiriden dolayı bir Yunan Mahkemesi
150.000 Euro tazminata hükmetti. 150.000
Euro tazminat düşünebiliyor musunuz? Bu
tamamen bir hakkı ortadan kaldırmaktır bana
sorarsanız, işte bunlar hiç konuşulmuyor, ama
biz bu konuda duyarlıyız İstanbul Barosu olarak, dolayısıyla ben bu toplantının yapılmasını
sağlayan herkese şükranlarımızı sunuyorum
baromuz adına.
Av. Hüseyin ÖZBEK
(İstanbul Barosu Genel Sekreteri)
Başkanımızın az önce ifade buyurduğu gibi
biz İstanbul Barosu olarak geçmişte de mübadeleyle ilgili bir bilimsel toplantı düzenledik. O
zaman da değerli akademisyenlerimiz ve Lozan
Mübadilleri Vakfı adına da bir değerli katılımcı buraya geldi, baromuzda aynı salonda bu
mekanda bundan 3 yıl kadar önce tebliğlerini
sundular. Biz bunu kitaba dönüştürdük, baromuzdan temin edebileceğiniz bir kitap, cep
kitapları serisinden oldukça da ilgi gördü.
Konuşma notları kitaba dönüşecektir. Çünkü gerçekten de söz uçuyor, yazı kalıyor yarına, hem baromuzun çalışması, hem baromuzun duyarlılığını göstermesi, hem de toplumsal
bir ilginin yeniden uyanmaya başladığı, bu konunun doğrusunu, bilimselini dönem atmosferi, dönem sosyolojisi, dönem tarihiyle örtüşür
bir biçimde, objektif bir biçimde anlatmak herhalde işin en doğrusu hem bilim namusu, hem
saygın bir hukuk kurumunun sorumluluğudur diye düşünüyorum. Gerçekten 30 Ocak
1923’ten bu yana 89 yıl geçmiş, aslında bazen
istiyorsunuz, ama tam 30 Ocak günü böyle bir
toplantıyı düzenlemek mümkün olmuyor. Bu
toplantıyı 4 Şubatta yaptığımız toplantıyı 30
Ocak olarak kabul edin ve 89. yıl olarak kabul
edin. 89 yıl geride kalmış, neredeyse 100 yıl,
bir asır geride kalmış bir olay. Düşünün ki, o
tarihte henüz 24 Temmuz 1923’e ulaşmamışız, Lozan Antlaşması imzalanmamış, ama 30
Ocak 1923’te Lozan görüşmeleri sürerken bir
mübadele protokolü imzalanmış. Bu müba-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
13
dele protokolünün 1 Mayıs 1923’ten itibaren
uygulanırlığı kabul edilmiş ve bu süreç içinde Yunanistan’daki Müslümanların Türkiye’ye
Batı Trakya hariç olmak üzere göçürülmesi,
Türkiye’de Osmanlı uyruğu olan Osmanlı kimliği ve pasaportu taşıyan Ortodoks Osmanlı
yurttaşlarının da Yunanistan’a göçürülmesi
karşılıklı olarak kabullenilmiş, kabul edilmiş.
Bu reel tarih açısından, tarihi gerçeklik
açısından böyle, ama günümüzde her alanda olduğu gibi bu konuda da bir sanal tarih
yazıcılığı var. Dönem sosyolojisinden, dönem
gerçekliğinden soyutladığınızda laboratuarda
veya masada veya film stüdyolarında, platolarda istediğiniz gibi tarihi yeniden kurgulayabilirsiniz, ama adı üstünde bu bir filmografi olur,
bu bir sanal tarih olur, bu senaryo yazarının,
senaristin isteğine göre, öznel düşüncelerine
göre, sübjektif düşüncelerine göre tanımladığı,
yoğurduğu bir tarih olur, gerçeklikten uzaktır. Tabii ki gerçeklikle örtüşen, gerçeği değişik
boyutlarıyla inceleyen tarihçiye benim çok büyük saygım var, bilim insanlarına çok büyük
saygım var, ama Uğur Mumcu’nun dediği gibi
geçenlerde katledilişinin 19. yıldönümünde
büyük bir üzüntüyle ve duyarlılıkla andığımız
Uğur Mumcu’nun dediği gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara da saygı duymakta
kendi adıma biraz zorlanıyorum, kendimi zorlamam gerekiyor.
Şimdi bugünlerde, bu yıllarda geçtiğimiz
birkaç yıl içinde ve muhtemelen de gelecekte
filmler çevrilecek, diziler çevrilecek, romanlar
yazılacak, anılar yazılacak, bir şeyler ortaya çıkacak, birtakım çeyiz sandığından küf-
14
İstanbul Barosu Yayınları
lü bir şeyler ortaya saçılacak ve neticede en
son, en güncel olandan başlayayım, Dedemin
İnsanları’ndan Elveda Rumeli biraz geriye
doğru gidelim, Emanet Çeyiz’e doğru uzanalım, Büyük Ayrılığa, işte böyle bu tür şeylerle
Yüreğine Sor falan bir algı, bir düşünce, bir
iklim, bir atmosfer yaratılmaya çalışılıyor, ama
gerçekle örtüşme derecesi nedir?
Şimdi burada çok değerli katılımcılar var.
Sağ olsun bizi kırmadılar, Doç. Dr. Kemal Arı
var. Kemal Hocamızın doktora tezi mübadele,
bu karşılıklı göçürme. Burada tarihsel süreç
nedir? Tabii 30 Ocak 1923 diyorum, ama burada muhakkak ki şunun tarihçiler tarafından, sosyologlar tarafından tabii ki 1912 Birinci Balkan Savaşı’nın anımsanması lazım, 1913
İkinci Balkan Savaşı’nın anımsanması lazım,
1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’nın hatırlanması lazım, 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusunun, işgalci Yunan ordusunun İzmir’e çıkışının işgal için sonradan Küçük Asya Felaketine dönüşecek bir maceranın başlangıcı olarak
15 Mayıs 1919’un hatırlanması lazım, 9 Eylül
1922’nin hatırlanması lazım ve ardından da 14
Eylül 1922’nin hatırlanması lazım. Şunun için
diyorum: Şu anda Türkiye’de Yunan soykırımıyla ilgili bir iddia yok, bir anıt yok, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar da
yok, ama Yunanistan’da, komşumuzda suyun
öte yakasında hatırladığım kadarıyla üçüncüsü dikilmemişse Atatürk’ün doğduğu eve çok
yakın bir mahalde Selanik’te iki tane nur topu
gibi Pontus Soykırımı anıtı var, üstelik de bu
Pontus soykırımının tarihi çok ilginç 19 Mayıs,
yani Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadeleyi
yürütmek için, Milli Mücadeleye önderlik için
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
15
Samsun’a çıktığı tarih nedense 17 Mayıs değil,
20 Mayıs da değil, 19 Mayıs Pontus soykırım
tarihi olarak belirlenmiş.
Yine 9 Eylül 1922’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi orduları, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk Orduları İzmir’e girdi, ama Yunan
Ordusu’nun son artıklarının, son döküntülerinin Anadolu’yu, Küçük Asya’yı -onların tabiriyle- tek tarih olan 14 Eylül de küçük Asya
Helenlerinin soykırım tarihi, şu anda Yunan
Parlamentosunda kabul edilmiş iki tarih var.
14 Eylül ve 19 Mayıs, böyle bir karşılıklı bakış
var. Halklar arası dostluk önemlidir, halklar
arası barış önemlidir. Suyun iki yakasındaki
insanların da huzura ihtiyacı var. Geçmişi hatırlamak çok önemlidir, insanların atalarına
saygı insan olmanın kendi soyundan geldiği
insanlara karşı saygı insan olmanın, bir varlık olmanın doğal gereğidir, doğal sonucudur.
İnsanın doğduğu toprakları özlemesi kadar,
beşiğinin sallandığı toprakları özlemesi, tütün
işlediği, böyle ekim dikim yaptığı toprakları, sığır güttüğü toprakları özlemesi kadar o toprakların kokusunun 50 yıl, 100 yıl sonra burnuna
gelmesi kadar doğal ve insani bir şey olamaz.
İnsani şeylerde insanca ölçütleri de kaçırmamak kaydıyla, tarihe saygı kaydıyla, nesnel
olmak, bilimsel olmak, objektif olmak ve işin
özeti vicdan sahibi olmak kaydıyla. Ben burada Sayın Kemal Arı Hocamıza sözü bırakmak
istiyorum, yoksa biz yarım saat daha konuşursam, beni dinleyip burayı terk edersiniz. Onun
için bu işin tarihsel arka planını, panoramasını bu konuda doktora tezi, çok önemli bir
bilimsel çalışmaya imza atmış olan hocamıza
bırakmak istiyorum, buyurun Sayın Hocam.
TARİH BİLİMİ AÇISINDAN
MÜBADELE
Doç. Dr. Kemal ARI
(9 Eylül Ünv. Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi
Enstitüsü Müdürü)
Ben naçizane bu konuya yöneldiğimde tabii
bir doktora tezi düzeyinde bu konuya yöneldiğimde onun bir adım sonrasını sevgili Sefer
Bey hatırlayacak, aslında Türkiye’de bu konuda hemen hemen hiçbir çalışma yoktu, karanlıkla ilerliyorduk ve dönemin arşivleri son derece sınırlıydı. Var olan kaynaklardan, yerli ve
yabancı kaynaklardan hareket ederek ve belli
bir tabii ki tarih yöntemi uygulayarak konuya
eğildim ve tabii ki zaman içerisinde çalışmalarım sürdü. Sadece mübadele üzerine değil,
Türkiye’nin değişik tarihsel süreçlerde yaşanmış olan, Türkiye’de yaşanmış olan göç süreçleriyle ilgili pek çok yerli ve yabancı birtakım
ortamlarda bu konuları ele alıp irdeleme olanağı da buldum. O zaman tabii ki zaman içinde
oluşan bir yargım oldu, o da şuydu: Yaklaşık
bir hesapla bugün Türkiye’deki nüfusun yüzde 40’ı bir şekilde göçü kendi evinde, ocağında
dinleyerek büyümüştür. Doğrudan yaşamıştır
ya da bunu yaşayan büyüklerinin anlattıklarıyla göç öykülerini ve türkülerini dinleyerek
büyümüştür. En azından kendi kişiliğinde,
kendi tabii ki kişiliğinin oluşumunda bu psikolojik etkileri tatmıştır. Bu çok net açık, ama
şaşırtıcı bir biçimde bu kadar derin bir göç ve
nüfus hareketleri laboratuarı görüntüsünde
olan Türkiye’de hemen hemen bilimsel olan
hiçbir eserin 2000’li yıllara kadar neredeyse
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
17
yapılmamış olması da bu ülkeye özgü garabetlerden bir tanesidir değerli arkadaşlar, çok acı.
Birtakım sosyologlar belli yönleriyle bu konuya eğilme ihtiyacı duyduğunda da onlar tabii
ki birtakım ideolojik açılımlar da bunlara eklenmiş. Mesela, Behice Boran’lardan falan söz
ediyorum ve yaptıkları çalışmalarda elbette ne
kadar bilimsel olursa olsun başka kesimler tarafından da küçümsenmiş ve bir anlamda da
belki Türkiye’nin 1960’larda, 1970’lerde o zamanki siyasi koşullarıyla bu konulara eğilmek
de belki sistem tarafından sakıncalı görülmüş.
Bunları çok net ortaya koymamız gerekiyor.
Zaman içerisinde tabii ki sadece tarihin
oluşumundaki etkenler sadece Türkiye’nin
kendi içindeki birtakım etkilerin zorlamasıyla
olmuyor, dışarıdan birtakım zorlamalarla da
oluyor. Bu her ülke için öyle ve zaman içerisinde kafamızı gömdüğümüz kum yığını içerisinden çıkarıp, daha bilimsel, daha bilgiye dayalı
ve daha araştırmalara dayalı olarak tarihimizi
incelemek gereksinimi ortaya çıkmış. Özellikle Ermeni sorunu, yani birtakım Türk diplomatlarına saldırılar başladıktan sonra bunun
temelinde var olan nedir düşüncesiyle daha
bilinçli birtakım bu tür konulara yaklaşma
eğilimi içerisine Türkiye’de girilmiş, kültür anlamında da böyle.
Sonra garip bir açılım oldu Türkiye’de, mübadele üzerine de garip bir açılım oldu, onu
da özellikle vurgulamam gerekiyor. Zaman
içerisinde tırnak içerisinde söylüyorum, çakma birtakım tarih kitapları da yazıldı. Yani
mübadeleyi anlatma adına hiçbir şekilde sağlam referanslara dayanmayan, çoğu zaman da
18
İstanbul Barosu Yayınları
oradan, buradan derleme biçiminde ve bazen
de olayı gerçeğinden tahrif ederek kaynağını
net olarak göstermeyerek akıl almaz birtakım
ithamlara ve boyutlara ulaşacak biçimde iddiaları içeren, kendi içerisinde içeren, dile getiren ve bunu kamuoyunda dillendirmekten
de geri kalmayan birtakım yapıtlar da yazıldı.
Aslında bu çok önemli bana göre, bir konuyu
sağlıklı olarak incelemek tabii ki sadece tarihsel boyutuyla değil, yani tarihçilik boyutuyla
değil, etimolojik olarak, sosyolojik olarak, sosyal antropolojik olarak incelemek, özellikle de
toplumun tabii ki kültür kalıplarına, davranış
biçimlerine ve giderek siyaset eğilimine, siyasal eğilimlerine kadar etkileri neler olmuştur,
bunları incelemek son derece bize bugünü tanımak için önemli veriler sunabilir, ama bu
özellikle bilgi kirliliği konuya yaklaşma konusunda, yani tarih açısından yaklaşma konusunda da tarihçinin önüne birtakım sorunlar
çıkarmıştır. Bunu da özellikle vurgulamakta
yarar görüyorum. Çünkü artık şunu bilmemiz
gerekiyor Türkiye olarak: Elbette bu konu sinemada, tiyatroda, roman yazarken, öykü yazarken, şiir yazılırken işlenecektir, işlenmelidir,
bunun tersini düşünmek bile abestir, ama en
azından bilim adına yapıldığı söylenilen çalışmaların doğru referanslar üzerinden, kaynaklar üzerinden ve tarihin tabii ki bilindik sağlam
kurgulamasını baz alarak ve onu referans alarak gitmesi zorunludur. Yoksa birtakım siyasi
görüşlere malzeme sunmak, birtakım açılımlara malzeme sunmak o sözünü ettiğim düşünce boyutuna birtakım veriler taşımak gibi bir
amaç varsa işin içinde, bu gerçek tarihçinin
işini zorlaştırmaktan öte gitmez.
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
19
Lozan Mübadilleri Vakfı’nın kuruşundan
sonra gerçekten iyi işler yapıldı. Yani tabii ki
o günleri anımsamak ve en azından o günlerde
yaşanan zorlukları dile getirmek adına birtakım bilimsel etkinliklerin yapılması, birtakım
konferansların düzenlenmesi, değişik birtakım
mekanların müzeler, vesaire bunların açılması
son derece yararlı katkıları da sunmuştur. İşte
burada bu kalabalıktan da görüyoruz, yani bu
insanların eğiliminden de görüyoruz, sonuçta
bir diplomatın mübadele diyecek yerde sık sık
müdahale dediğine tanık olan bir dönemden
bugüne geldiysek ve insanlar bugün bu konuları sorgulamaya başladıysa, bunlar herhalde
çok anlamlıdır, çok değerlidir. Bu işin bir yanı,
şimdi birazcık ben tabii ki mübadele konusuna burada aşina olmayan veya mübadele konusunu yeterince bilmeyen arkadaşlarımın da
olabileceğini düşünerek, ama tabii ki pek çok
kişinin de konu üzerine kitap okumuş olduğunu da düşünerek bir orta yolu bularak mübadelenin tarihsel arka planını bana sorulan
soru bu olduğu için elimden geldiği kadar açmak istiyorum.
Şimdi mübadele fikri ya da ekalliyetlerin
mübadelesi, yani mübadele değiş-tokuş anlamına gelen bir sözcük hepinizin malumu olduğu üzere aslında çok eski tarihlere dayanmış
olmasına karşın ta Balkan Savaşına kadar mübadelenin tarihsel köklerini götürmek olanaklı
olmakla birlikte bizim sözünü ettiğimiz ve ele
alacağımız mübadelenin tarihsel olarak tetikleyicisi olan olaylar zinciri az önce çok değerli
Başkanın da ifade ettiği gibi 15 Mayıs 1919’da
Anadolu’nun işgali, ardından Türk ulusal var-
20
İstanbul Barosu Yayınları
lığının bağımsızlık ve özgürlük temelinde bir
ulusal ve bağımsızlık mücadelesine yönelmesi ve derken bu saldırıları Anadolu’nun Bozkır’ında yenmesi ve sonuçta 9 Eylül 1922’de
Yunan ordusunu İzmir’de denize dökmesiyle
birlikte kademeler halinde gelişen birtakım
olaylar zincirinin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmıştır. Hep söyleniyor Lozan bunun
çok önemli bir dönüm noktası. 30 Ocak 1923
tarihli Mübadele Anlaşmasına ek protokol,
yani en azından mübadelede temel alınan,
uygulanan bu sözünü ettiğim tarihsel metin,
ama onun öncesindeki olaylara baktığımız zaman Dr. Nancy’nin getirip de İngiltere’nin tezi
olarak mübadele yapılmalıdır ve azınlıklar karşılıklı olarak değiş-tokuş edilmelidir sonucuna
gelinceye dek yaşanılan olaylara bir de bakıyoruz ki, bir anlamda gerçekten de hani o dönem
için benim naçizane kanaatim, yargım olarak,
düşüncem olarak en akıllıca çözümlerden birisi olarak bu düşünülebilir. Niçin böyle? Biraz
somut veriler üzerinde gidersek zannediyorum
hem mübadelenin öncesinde ve sonrasında
açılmış olan yaralar, ekonomik anlamda, insani temelde, psikolojik anlamda, siyasi anlamda, hukuki anlamda bu sözünü ettiğim açılmış
olan yaraların fotoğrafını çekmek açısından
birtakım verileri somut biçimde görebiliriz ve
sonraki olayları da zannediyorum bu ilk oluşan olaylarla birlikte görme olanağına sahip
olabiliriz.
Değerli arkadaşlarım, bir kere şunu açık
bir şekilde ifade edelim: Anadolu’ya Yunan ordusu çıktığında Pan Helenistik bir düşünceyle
çıktı. Yani bir Helen İmparatorluğu kurmak ve
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
21
bu tabii ki Megali İdea’ya kadar giden bir düşünceydi ve dolayısıyla Helenizm’in bayrağını
Rusya’da dalgalandırmak o dönemdeki birtakım siyasetçilerin, birtakım hukuk insanlarının, tarihçilerinin veya din adamlarının doğrudan doğruya söyleminde, kaleminde açıkça
ifade etmekte oldukları bir husustu. Peki, ne
oldu bu düşünce? Tabii ki bir milliyetçilik şahlanışı, kabarışı bu sözünü ettiğim milliyetçiliğin Anadolu’dan çok daha önce tabii ki Fransız
ihtilalinden sonra kademeler biçiminde Balkanlarda yeşerdiğini ve ilk büyük dalga olarak
da 1829’da Yunanistan’a bir bağımsızlığa doğru, yani Osmanlı’dan bağımsız Yunanistan’a
doğru götürdüğünü özellikle bilmemiz gerekiyor. Yani 1821 Mora isyanlarından sonra kademeler olarak, şimdi bunun evreleri var, ona
girmek istemiyorum.
Peki, sonra ne var? 15 Mayıs 1919’da bir
İyonya devleti kurmak düşüncesi projesiyle
Yunanistan’ın Anadolu topraklarını işgale başlaması ve kademeler halinde de bu işgali genişletmesi, tabii ki olay bununla sınırlı değil, aynı
zamanda güneyde birtakım olaylar var. Fransız kışkırtmasıyla Ermenilerin yaptığı birtakım
olaylar var, Fransa devreye girecektir daha
sonra. Kuzey Anadolu’da gene Pontus Rumlarının ayaklanmaları vardır, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde birtakım başka projeler devreye
girmiştir. Onlar zamanın sınırlı olduğunu da
düşünerek biraz tabii ki üstünkörü geçmek zorundayım, düşüncesindeyim ve sonra Yunan
ordusunun -bakın, birtakım somut şeyler ortaya çıkacak artık- Anadolu’da çıktığın andan
itibaren nüfus kompozisyonunu değiştirecek
22
İstanbul Barosu Yayınları
birtakım oluşumlar da beraberinde gelmiştir.
Nedir bunlar? Mesela, bunlardan en önemlisi
işgal edilen alanlardan Türklerin ya da Müslümanların, tabii o zaman Müslüman eşittir
Türk olarak görülen bir kavram en azından
Osmanlı yapısı içinde bunu söylüyorum, bu işgal alanlarından göç ettirilmesi gibi bir siyaset
izlenmiştir Yunanistan tarafından ve işgal havzasından çok sayıda insan göçe zorlanmıştır o
ya da bu sebeple ve sadece eski Aydın vilayeti
içerisinde bu şekilde göç edenlerin sayısının
200.000 olduğu o dönemin kayıtlarında mevcuttur. Yani bir göç ettirme politikası vardır.
Sonra bunun karşısında tabii ki savaş yıllarında Anadolu Rumları’na uygulanan bir tehcir de var. Savaş koşullarında olan bir şey, yani
savaş alanlarından uzaklaştırmak, belli güvenli yerlerde toplamak, batı ordusu komutanlığının emriyle yapılan şeylerdir bunlar, gelelim,
biraz daha ilerleyelim ve sonunda 26 Ağustos,
30 Ağustos derken Türk ordusunun Akdeniz’e,
yani Ege doğrusuna ilerleyişi ve cephenin çöktüğü haberiyle birlikte bütün iç Ege’den ve kıyı
Ege’den ve doğu tabii ki Trakya’dan ve Marmara bölgesinden, kısmen Karadeniz bölgesinden
-ama o kadar yoğun değil- insanların, Türklerin kendilerinden intikam alacakları korkusundan dolayı daha Türk ordusu kendilerine
ulaşmadan -hatta bir süre ulaştıktan sonra da
devam eder- yoğun biçimde adalar üzerinden
Yunanistan’a yığılmaları. 9 Eylül 1922’de Türk
ordusu İzmir’in mavi sularına ulaştı. Yüzbaşı
Şerafettin Bey İzmir Hükümet Konağında göndere Türk bayrağını çekti, Yunan bayrağını
indirdi, o gün Türklerin kendilerine göre tabii
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
23
ki hedeflerine ulaştıkları noktaydı ve gene o
zamanın literatüründe var olan şeylerle söylüyorum, artık süvarilerin ağızlarından güzel Akdeniz marşları ve türküleri söyleniyordu. Gene
o dönemin literatürüne göre söylüyorum, kordonda nal sesleri artık duyuluyordu ve Ege’nin
mavisine Türk süvarilerinin bronzdan gölgeleri
düşmüştü. O zamanın literatüründen birtakım ifadeler ve sonunda tabii ki bu olayla birlikte, yani İzmir’i Türk ordusunun ulaşmasıyla
birlikte onun arkasından gene dalgalar halinde nüfusun yollara dökülmesiydi. İki ay içinde, yani 9 Eylül’den iki ayı sayın, iki ay içerisinde Doğu Trakya’dan, Marmara bölgesinden
ve Türkiye’nin Anadolu’nun başka yerlerinden
perişan bir biçimde kaçarak Yunanistan’a yığılan insanların sayısı 850 000’di. Dönemin
kış koşulları olduğunu düşünelim ve tabii ki o
insanların Türkiye’den kaçarken yanına -hani
o zamanki ifade, gene her zaman söylenen bir
şey- yükte hafif, ama pahada ağır ne varsa,
alabildiği neyse yanına yollarda soyularak tabii ki o ya da bu şekilde birtakım zorluklarla
karşılaşarak çamur çökek içinde kar, kış, kıyamet içerisinde Yunanistan’a yığılmaları.
Ne var ardından? Anadolu’yu önce bir tamamlayalım. Bu profili çizersem zannediyorum bazı şeyler daha iyi olacak. Tabii ki Türk
ordusu İzmir’e geldi, bu ordunun içerisinde
subaylar, askerler, erler var. Bunlar tabii ki
kalan, yani buradan giden insanlar bir mal
varlığı bıraktı doğal olarak ve çıkan yangınlar dolayısıyla -bu sadece İzmir yangını değil,
konu İzmir yangınındaki hep bildik tartışmalar falan da değil, ama şunu da vurgulaya-
24
İstanbul Barosu Yayınları
lım, oradan, buradan, şuradan pek çok yangın ve sonuçta- yaklaşık olarak bu insanların
200.000-250.000 ev bırakması gerekirken
geriye kullanılmak üzere nüfus hesaplarına
göre, ancak 25.000 tane kalmıştır ve bunların
da 8.000 tanesi hükümet kuvvetlerinin eline
geçmiştir. Aradaki fark yerel birtakım insanlar
tarafından o ya da bu şekilde gene o dönemin
-bu konuda bir de makalem var- literatürü
üzerine söylüyorum, fuzulen işgal edilmiştir,
yani gereksiz, haksız yere işgal edilmişlerdir.
Şimdi böyle bir tablodan söz ediyoruz. Peki işgal edenler kimler? Harikse dediğimiz gruplar
bunların içerisinde, yangından zarar görenler
sadece Rum evleri değildi ki, Türklerin evleri
de zarar görüyordu ve çamurda, çökekte, kar,
kış, kıyamet içerisinde kalmış olan insanlar bir
eve ihtiyaç duyduğunda ve tabii ki daha hükümet otoritesi kurulamadan o boşlukta o ya
da bu nedenle sahte belgelerle, düzmece belgelerle, korkutmayla, zorla, şununla bununla
çünkü kolluk gücü yok, hukuk yok, mahkeme
yok, hak yok, o kargaşa ortamından söz ediyorum, bir şekilde fiilen bir eve girmiş ve o evi
zapt etmiştir.
Sonra hükümetin de yanlış politikaları var.
Mesela, bunlardan bir tanesi Rumlardan kalan emvali özellikle 30 Ocak 1923 tarihine kadar olan o dönemde bir kısmını açık arttırma
yoluyla satmıştır, çünkü daha Mübadele Anlaşması yok, onun getireceği hükümler, kurallar yok, ne olacağı bilinmiyor ve özellikle taşınmazlar, ambarda kalan ürün, bahçede kalıp,
zar zor toplanmış üzüm ya da ahırda kalmış
olan af buyurun büyükbaş hayvan, küçükbaş
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
25
hayvan, bunlar müzayede yoluyla Maliye Bakanlığı tarafından satıldı. Bunlar önemli, yani
birtakım ipuçları ortaya çıksın diye söylüyorum. Ne var bunun ardından? Türk subaylarının aileleri gelecek. Artık ordu geliyor ve belli
yerlere yerleşiyor ya, işgal altından kurtarıyor
ya, bu insanların eve, ocağa ihtiyacı var. Hükümetin aklına hemen tabii ki Rumlardan kalan mal varlığı gelmiştir. Bu mal varlığının bir
kısmı askeri amaçlı olarak askeri kullanıma
verilirken, bir kısmı da o dönemdeki memur
ailelerine ve subay ailelerine gene hükümet tarafından verilmiştir, bu da çok enteresan bir
şey.
Peki, nüfusun hareketliliği bu kadar mı?
Bakın, bir nüfus boşalmasından söz ettik. Yani
bu sözünü ettiğim bölgede Ortodoks nüfusun
kaçarak perişan bir biçimde Yunanistan’a gittiğinden söz ettik. Peki, şimdi ne geliyor yerine? Bir zamanlar Yunanistan’ın işgal döneminde göçe zorladığı insanlar şimdi kurtarılmış bölgelere doğru göç ediyorlar. Perişan bir
biçimde onlar da, yokluk içindeler ve o dönemdeki belgeleri okuduğunuz zaman mezarlıklar
mesela ikamet haline gelmiş, mezarlıklarda bu
insanlar barınıyorlar. Derme çatma birtakım
kulübeler kurarak işte bezden, naylondan çadırlar oluşturarak ve bunların tabii ki yarattığı
bir kargaşa ortamı var. Bunlara felaketzede diyoruz. Hemen bir grup daha söyleyelim, 19161917 Rus işgalinden beri o bölgeden kaçıp da
yerleştirilememiş olan insanlar vardı. Bunlara
vilayatı şartiye muhacirleri deniliyordu. Onlar
da ev bekliyor, ocak bekliyor, kalacak bir yer
bekliyor ve hemen akıllara Rumlardan kalan
emval geliyor.
26
İstanbul Barosu Yayınları
Şimdi buradan giden insanlara ve karşı tarafa bakalım. Şimdi Yunanistan’da bu sözünü
ettiğim dönemde düş kırıklığı ve fanatizm en
üst düzeye ulaşmıştır. Bu da toplum psikolojileri açısından doğaldır. Şöyle düşünün, daha
düne kadar Helenizmi gerçekleştirdik ve Helen
bayrağını biz Rusya’da dalgalandıracağız diye
büyük bir motivasyon ve bir siyasi dalganın
yükselişi varken şimdi bir büyük düş kırıklığı.
Mustafa Kemal’in ordularının Yunan ordusunu ezdiği ve dolayısıyla bu büyük bir hayal
kırıklığı yaratmıştır ve kaçkınlar, yani kaçkın
dediğim bunlar doğrudan doğruya 30 Ağustosta imhadan kurtulup bir şekilde firar ederek
Yunanistan’a yığılmış olanlar, dağlar kol geziyor firari askerlerle, köyler, kasabalar basılıyor.
O dönemde Yeni Asır Gazetesi’nin sayılarına
bakın ya da o dönemin arşiv belgelerine, şöyle
diyor mesela, Yeni Asır’ın bir ifadesini hatırlıyorum şu anda: “Selanik’in arka sokaklarında
-bir yeri anlatıyor- sabaha karşı 20 tane Türk
cesediyle karşılaşıldı” Neden? Çünkü şimdi
bir de orayı anlamak gerekiyor. Fanatizm hat
safhada ve Yunanistan’ı o tarihlerdeki nüfusunun 3 - 3,5 milyon arası olduğunu düşünün,
değerli arkadaşlarım, bir anda 850.000 kişinin perişan bir biçimde beslenmeyi bekliyor,
ilaç bekliyor, barınmak için imkân bekliyor,
böyle bir ortama yığıldığını düşünün ve bir de
Yunanistan’da artık güvenliğin kalmadığını,
firari etmiş askerlerin dağları tuttuğunu ve
Yunanistan’ın da bu savaşın sorumlusu kim
düşüncesiyle bir siyasi çalkantının, bir siyasi
büyük buhranın yıkımın içinde yuvarlandığını
düşünün. Reşat Nuri Tesal’ın anılarını okumak gerekiyor mesela, o yıllarda yapılan Yu-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
27
nan katliamıyla, zulmüyle ilgili olarak nasıl,
bakın daha mübadele anlaşması yok. Biz zannediyoruz ki, işte Mübadele Anlaşması olmadan Türkler gelirken Ortodokslar kaçtı karşı
tarafa gitti, ondan sonra da mübadele hayır,
bir şey daha var. Sırf bu sözünü ettiğim Yunanistan’daki baskılardan dolayı daha Mübadele
Anlaşması yokken on binlerce Türk kıyımdan
kaçmak için Yunanistan’ın liman kentlerine
dolmuştur, çadırlı ordugahlar kurulmuştur.
Hanya, Kandiye, Kavala, Selanik hangi birini sayayım ki ve her birinde 30.000 - 40.000
yığılmalar olduğunu ve bu insanların kar, çamur altında, soğuk altında bulabildikleri barınaklarda parası olan otelde kalıyor, ev tutuyor
falan filan ayrı konu, ama devamlı saldırılara
maruz kalarak ve hakaretler edilerek, mesela,
cenazelerini bile gömecek fırsat bulamayarak,
tekmelenerek, tükürüklere boğularak toplu
saldırılara uğrayarak göç ettiklerini düşünelim. Bakın, bu sözünü ettiğim fanatizmin yol
açtığı kötülüklerin bir boyutu da var.
Şimdi ne oldu? Karşılıklı olarak insanlar
yollara döküldü. Henüz daha bir anlaşma metni de yok ve ondan da öte Yunanistan sınırları kapatmış, sınır geçişleri yok. Yani o dönemin mesela, en önemli sorunlarından bir
tanesi mülteci sıfatıyla tabii ki, mülteci, yani
göç eden, sığınmacı olarak, yani bir yasal hak
bile oluşmasını beklemeden bulabildikleri olanaklarla Türkiye’ye geçmeye çalışan insanlar
daha anlaşma yok, 50.000’in üzerinde sayıları. Fakir, yoksul bir ülkeden söz ediyoruz,
böyle bir tablodan söz ediyoruz. Biraz telepati
de yapmak lazım, biz tarihi anlatırken, tarih-
28
İstanbul Barosu Yayınları
çinin işini anlatırken metotta burada tarihçi
olan arkadaşlarım da var, çok iyi bilirler, önce
tarihçinin işinin anlamak olduğunu düşünürüz, anlayacaktır önce, anlasın ki, anlatabilsin. Anlatmak sonrası bir süreçtir, yani önce
anlasın, anlamak için de bir şeyi hissetmek de
vardır. Sadece yazılı belgeler bir yere kadar anlatır, yani belgelerin hissi yok ki, onlar ancak
kelimeler araçtır, yazı araçtır, size belli bir dönemdeki olayları anlatır, ama hissetmek lazım.
Bu insanların şu anda dramını düşünün. Karşılıklı olarak soralım şimdi, Türkiye’den kaçıp
gidenlerin suçu neydi? Tekrar soralım, aynı
şekilde karşı taraftan kıyımdan, korkudan kaçarak bu sözünü ettiğim liman kentlerine dolup, bir an önce Türkiye’ye gelmek için yollara
dökülüp hangimizin hayat hikayesinde, aile
hikayelerinde bunlar yoktur, aile büyüklerimizin anlattığı şeyler içerisinde bunlar yoktur?
Bir gece yarısı ailem yola çıkmış. Çocuk işte
yeni doğmuş, zor bile birtakım kundaklara sarılmış. İşte annem, dedem her neyse göğsüne
bastırmış, sütüyle beslemiş, günlerce Selanik
sokaklarında perişan bir biçimde kalmışlar,
bunlar yok mu hayat hikayelerimizde? Bir düşünelim, nasıl bir yaşamdı bunlar, nasıl ortaya
çıktı? Salgın hastalıklar değerli arkadaşlarım,
vebaya varıncaya kadar bakın, en önemli sorunlardan bir tanesi bakın, bunlar irdelenmedi.
Biz mübadeleyi çok açık söylüyorum, bir
hamaset edebiyatı içerisinde yapıyoruz bu ülkede ve maalesef tarihlere akılcı ve anlayarak
bakmak yerine hissi bakmayı yeğliyoruz bir
anlamda ve somut birtakım verilerin üzerin-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
29
den gitmektense, arşivlere girip arşiv belgelerinin söylediklerinden hareketle bir anlatma
yerine gitmek yerine birtakım böyle duygusal
eğilimler, birtakım anlayışlar üzerine yöneliyoruz. O dönemin en önemli sorunlarından
bir tanesi daha sonra gemiler devreye girecek,
ama gemiler için uygulanan fare itlafıdır. Telef
etmek, yok etmek zorunlu kılınmıştır gemiler,
karantinalar, Tahaffuzhaneler, hani Tuzla’da
da biliyorsunuz bir mübadele müzesi yapıldı
değil mi, yani karantinalar mesela ne kadar
önemli ve burada uygulamalar, hastalıklar, o
dönemde kızılın, kızamığın, çiçeğin, frenginin,
vebanın bunların geldiği olay Selanik’te veba
var o zamanlarda ve en önemli işlerden bir tanesi de o dönemde gemiler için fare itlafı zorunluluğu getirilmesi, hiçbir gemi Türkiye’den
fare itlafı uygulamasından geçmeden hareket
ettirilmiyor, dezenfekte edilecek ve hükümet
görevlileri kontrol ediyordu. Zar zor, güç bela o
zavallı küçük bütçesiyle Türkiye bunları yapmaya çalışan bir ülke olarak karşımızda. Yunanistan için de zorluklar var, hani ben şey
olarak bakmıyorum, yani birtakım böyle keskin duygularla bakmıyorum, anlamaya bakarak söylüyorum.
Yunanistan’a bakalım, şimdi Yunanistan’daki duruma bakalım, olayı devam ettirelim. Bir ara parantez olarak bunu söyledik.
Yunanistan’ın o tarihteki uygulamalarından
bir tanesi nedir? Türklerin elinde olan mal varlığının -bunu tabii ki taşınır mal anlamında
söylüyorum, taşınmaz mallarla ilgili tasarrufu
da var- yüzde 70’ine Harp Vergisi adıyla el konuldu. Bundan daha büyük bir baskı, zulüm
30
İstanbul Barosu Yayınları
olur mu? İyi düşünelim, hani her şey çok romantik, insanlar bir araya gelmiş, iyi anlaşmış falan filan bakın, bir Yakup Efendi diye
bir arabacının örneğin o tarihte yazdıklarını
arşiv belgelerinden hatırlıyorum. Bir Rum aile
getirilip evine yerleştirilmiş ve büyük kavgalar
ve yaralanmalar olmuş, yaka paça Türkler dışarı atılmış. Bunlar olabilecek şeyler, her şey
çok romantik gördüğümüz biçimde olmuyor.
Tarih bizim anladığımız öykü boyutunda, film
boyutunda romantizmin her boyutunda neyse artık, onun dışında baktığımız bir çerçevenin dışında da kalbi kütür kütür atıyor. Şimdi
evet, ben de katılıyorum, bunlar çok fazla dillendirilmesinin, söylenmesinin, halkların kardeşliği olsun evet, doğrudan da bakın onu da
söyleyeyim yeri gelmişken, gerçekten de halklar masum. Çünkü bu insanlar etle tırnak gibi
yüzyıllardır iç içe yaşamışlar. Aralarında ciddi
olaylar olmamış, ama ne zamanki emperyalizm
bu coğrafyaya el atmış ve ne zaman ki bir halkı
başka bir halka karşı kışkırtmış, ondan sonra
öteki de eğilip başka bir emperyalist kol diyelim öteki halkın kulağına bir şeyler fısıldamış
ve kabaran milliyetçilik ve kabaran birtakım
böyle negatif duygularla halk bir anda silahları
birbirine çevirmiş. Bunları da görelim, yani biz
de bu yönü görelim. Yani her şey, emperyalizmin hiç mi suçu yok? Emperyalizm dediğimiz
zaman kulaklar, emperyalizm mi var burada?
Tabii ki var, olmaz olur mu? 19. Yüzyıl ve 20.
Yüzyıl boydan, yani bir ideoloji olarak, duruş
olarak emperyalizmin etkin olduğu yüzyıllardır. Bunu nasıl yadsırız, nasıl göz ardı ederiz?
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
31
Gelelim işin yavaş yavaş sonlarına doğru, şimdi bu süreçten sonra artık tabii ki
İngiltere’nin en önemli tezlerinden bir tanesi
nüfusun karşılıklı olarak göç ettirilmesidir. Niçin böyle? Çünkü nüfus zaten karşılıklı olarak
ya göç etmiştir ya da göç etmek üzere yollara dökülmüştür. Yapılacak en iyi şey anlayışa
göre bunu hukuki bir prosedüre oturtmaktır
ve 30 Ocak 1923 tarihinde o zaman tabii ki kış
ortası, kıyamet ortası daha Lozan Antlaşmasının herhangi bir boyutunda ciddi bir ilerleme
bile yokken bu duruma ivedi olarak çare bulmak için bir İngiliz tezi olarak ortaya atıldığında zaten sadece Lozan’da değil, daha önceki
barış kurullarının eline de yol haritası olarak
ekalliyetlerin mübadelesini bir koşul olarak
ortaya koymuş olan Türkiye bu tezin üzerine
atlamıştır. Çünkü tarih olarak azınlıklar sorununun ne kadar büyük bir sıkıntı açtığını
başına bilmektedir ve dönem milliyetçi devletlerin çağıdır, dönemidir ve Türkiye de bir ulus
devlet olmak istemektedir. Bu nedenle de nüfusun göç etmiş olmasını ve karşı taraftan da
nüfusun gelecek olmasını gelecek için sağlam
bir gelişme olarak düşünmüştür. Bunu açıkça
söyleyelim, buna karşı çıkarız, benim de tabii
ki itirazlarım var. Yani kolay mı insanların zorla doğup büyüdüğü yerlerden alınıp öteki tarafa gemilerle yığılması?
Şimdi bir - iki örnek vererek ben konuşmamı tamamlamak istiyorum. Değerli arkadaşlarım, Türkiye o dönemde olabildiği ölçüde bunu
kendi milli kaynaklarıyla başarmaya çalıştı.
Güçsüz bir Türkiye, 11.000.000’luk bir ülkeden söz ediyoruz. Yaklaşık olarak tabii ki mü-
32
İstanbul Barosu Yayınları
badele kapsamında o ilk etapta gidenler, yani
fiilen mübadelenin uygulandığı rakamları söylüyorum, sonradan gidenlerle 1.200.000 Türkiyeli Ortodoks Yunanistan’a göç ettirilmiştir.
Bunun karşılığında Türkiye’ye gelenlerin sayısı
485.000 kadardır, 500.000 değil tam. Türkiye
karşı taraftan göçmenlerin getirilişini bazı örnekler var, ben onların örneklerini “Mübadele
Gemileri” adlı kitabımda da anlattım. Bir-iki zorunluluktan hatta o yola gidildiği için bu Türk
kurullarını ihtar eden, azarlayan bürokratlar
da var bizim kendi gemilerimizle gelecek diye,
Türk gemileriyle getirilmiştir bu insanlar. Çok
önemli bir etkisi daha var, onu da inceledim
“Türkiye’de Kabotaj” adlı kitabımda ve mübadelede bu konuşulmuyor, ama çok konuşulması gereken bir şey, o da şu: Mübadele için
Türkiye bütçesinden ayrılmış olan kaynakların önemli bir kısmı mübadelenin taşınması işi
için buna aracı olan ve yabancı firmaların kazanmış oldukları ihaleleri iptal ettiren Türk gemicilerine yeni gemi alınmak için kredi olarak
verilmiştir. Bu kredinin bir kısmı kara paraya,
yani kara para derken bazı yasadışı, yani kurallara uygun olmayan gemilerin alımına falan
da harcanmış, onların da örnekleri var elimde
ne yazık ki, ama şunu söyleyelim, Türkiye’nin
en büyük hedeflerinden bir tanesi gemi filosunu, ticari gemi ve insan taşıma açısından söylüyorum, gemi filosunu geliştirmekti. Çünkü
Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’nin yaklaşık olarak 23.000 tonilatoluk şeyi vardı, yani
ticari gemi kapasitesi vardı bir seferde, Türkiye
kabotaj hakkını elde etti Lozan’da, ama kullanamadı. Ancak bunu biliyorsunuz 1 Temmuz
1926 yılında kullanacaktır. İşte mübadeleden
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
33
yapmış olduğu bu birikimi ve bu tasarrufu
yeni gemiler alarak kabotaja hazırlık yapmıştır
ve kabotaj ilan edildiğinde 1 Temmuz 1926’da
Türkiye’nin gemi tonilatosu 90.000’e çıkmıştır.
Bu çok önemli bir katkıdır, yani mübadelenin
katkısıdır ve belki de mübadelenin Türkiye
açısından en önemli sonuçlarından bir tanesi
budur.
Gemiler boyutu çok acıklı, dramatik, yaşanan dramlar, trajediler var, onlara zamanın
darlığı yüzünden girmiyorum. Haksız uygulamalar var ve çok büyük bürokratik hatalar
var. Yerleştirmelerde karşılaşılan sıkıntılar
var, göçmenlerin toplumsal anlamda, psikolojik anlamda, siyasi anlamda uyum zorlukları
var. Bu da çok önemli bir şey, salgınlar var,
kırımlar var, yer değiştirmeler var sonraki dönemlerde ve tabii ki bunlara tabii detaya giremiyorum şu anda ne yazık ki, ama dediğim
gibi son cümle olarak şunu söyleyeyim: Türkiye bir ulus devlet olarak kuruldu ve hedef
zaten bu mücadeleyi verenlerce bir ulus devlet
inşa etmekti. Mübadele bu ulus devletin oluşumundaki en önemli harçlardan biridir. Pek
çok acı yaşanmıştır kişisel temelde, bazda ele
alındığında, onlara saygı duyulur, onların anısı tabii ki yad edilir ve yaşatılır, ama toplumsal
bellek açısından baktığımızda Türkiye’nin bugün artık her ne kadar olabildiyse -soru işareti- ulus devlet olmasındaki en büyük katkıyı
hiç şüphesiz mübadele sağlamıştır.
Av. Hüseyin ÖZBEK - İstanbul Barosu’nun
amblemi karşıda görüyorsunuz terazidir. Adaletin sembolü de gözleri bağlı bir tanrıçanın
tuttuğu terazidir, adalet terazisidir, ama bir de
34
İstanbul Barosu Yayınları
vicdan terazisi vardır. Buna halk arasında insaf da denilir, insaf ölçüsü denilir, hakkaniyet
de denilir. Şimdi çok kısa bu teraziye ilişkin
bir-iki cümleden sonra ben bir başka boyuta
dikkat çekmek için çok değerli konuğumuz Neval Hanıma sözü vermek istiyorum. O teraziyi
şu şekilde gündeme getirmek istiyorum: Kemal
Arı Hocamız buradan Osmanlı uyruğu olan,
Osmanlı kimliği taşıyan 1.200.000 civarında
Ortodoks yurttaşımızın Yunanistan’a gittiğini,
Yunanistan’dan da 480.000 -o zaman Türk ve
Rum olarak tanımlanmamıştı- Müslüman’ın
Türkiye’ye gönderildiğini söyledi. Doğrudur
bu rakamlar, şimdi ama bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Şimdi Yunan ordusu 15 Mayıs
1919’da İzmir’e çıktığında süreç içinde bizim
kimliğimizi taşıyan, bizim pasaportumuzu taşıyan Ortodoks yurttaşlarımızdan belli bir bölümü üniforma girdiler ve Yunan ordusunun
hizmetine girdiler. Küçük Asya Savunma Örgütü adlı böyle militer bir yapı içinde görev
aldılar, silah kuşandılar, kimlere? Yurttaşı
oldukları ülkeye karşı, pasaportunu, kimliğini taşıdıkları, uyruğu oldukları ülkeye karşı.
Mesela, iki şeyden bahsetmek istiyorum, birisi Küçük Asya Savunma Ordusu, savunma
örgütü işte vergi makbuzları olan, vergi toplayan, üniforması olan bir çeşit izci teşkilatı
gibi bir yapılanma içinde, diğeri de iç güvenlik,
yani Yunan Jandarma Birliği, burada da mevcut iç güvenlikten sorumlu jandarma teşkilatı
35.000 kişilik bir kadro bunların önemli bir
bölümü bu Yunan jandarması olan işgal sonrası 35.000 kişinin önemli bir bölümü bizim
Ortodoks yurttaşlarımızdı. Türkçe bildikleri
için, bu toplumu, o coğrafyayı tanıdıkları için
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
35
bunlar jandarma görevini yaptılar. Dolayısıyla
9 Eylül 1922’den sonra siz Yunan üniforması
giymişsiniz, evinize Yunan bayrağı asmışsınız,
komşularınıza kötü davranmışsınız, yabancı
sizinle soydaş olsa bile yabancı bir devletin ordusuyla, yabancı bir devletin işgal güçleriyle
kendi yurttaşlarınıza karşı işbirliği yapmışsınız. Komşunuzun yüzüne bakacak haliniz
kalır mıydı, bakabilir misiniz, ne diyeceksiniz
o komşunuza? Onun için bu göçle, karşılıklı
göçürmede bir de Yunanistan tarafına bakmak
lazım, orada Yunan uyruğu olan Müslümanların Yunan devletine silah çekmesi, ona karşı
Türk ordusuyla işbirliği yapması demin değindiğim vicdan terazisi, adaletin ölçüsü terazi
buydu, bu boyuta da bakmak lazım. Bugün
sanal tarih yazıcılığına soyunmadan önce o dönemdeki gerçek tarihe, reel tarihe bakmanın
herhalde çok faydası olacak. Ben sözü burada
kesiyorum, buyurun Sayın Neval Konuk diyorum.
YUNANİSTAN’DA AYAKTA KALAN
OSMANLI ESERLERİ
Dr. Neval KONUK
(Marmara Ünv. Sosyal Bilimler
Meslek Yüksek Okulu)
Ben sanat tarihçisiyim, size Yunanistan’da
günümüzde ayakta kalan Osmanlı eserlerinin
genel durumu hakkında bir değerlendirmede
bulunacağım, ama Yunanistan’daki Türklerin
başına gelen durumla ilgili iki tane kısa nottan
da bahsedeceğim. Balkan savaşları sonrasında “Venizelos’un Askerleri” adı verilen Girit’te
bir jandarma birliği kurulur ve aynı Abdülhamit döneminde kurulan Hamidiye Alayları gibi
Venizelos’un Girit’teki akrabalarından oluşur.
Bunlar da Selanik’e 1912 tarihinden itibaren yerleşirler ve bunların da 1912’den sonra
özellikle Selanik merkezinde yaşayan Türklere
karşı büyük bir baskıları ve özellikle dükkan
sahiplerine karşı büyük bir tahribatları, hatta cinayetlere, ölümlere varan çok sayıda olay
söz konusudur. Bunun haricinde bir başka
noktaysa Çanakkale Savaşını kaybeden İngilizler Çanakkale’yi kaybettikten sonra ilk gittikleri liman Selanik’tir. Bu da aslında bizim
tarihimizde bilinmeyen bir noktadır. O zaman
İngiltere’nin âdeta himayesinde olan Yunanlılar İngilizleri tabii ki limanlarına kabul ederler
ve özellikle Anzak askerleri Selanik’teki Türklere Çanakkale’nin hıncını alırcasına büyük
katliamlar yaparlar, kadınlara tecavüzde bulunurlar. Bunlarla ilgili de çok sayıda hem Fransız arşivinde, hem de Yunan arşivinde belgeler
de vardır. Bu mesela bizim bilmediğimiz diğer
bir nokta.
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
37
Ben özellikle Selanik, mübadele denilince
Yunanistan’da akla gelen sembolik şehir Selanik hakkında genel bir değerlendirmede bulunacağım. Selanik ve civarındaki şehirlerden
gelen Türk mübadiller hep Selanik’ten geldiklerini ifade etmişlerdir.Liman Selanik olduğu
için, gemilere Selanik’ten binildiği için diğer
şehirlerden ziyade genelde hep Selanik mübadele denilince akla gelen en önemli sembolik
şehirdir. Bunun haricinde mübadele öncesinde ve mübadele sonrasında yapıların farklı
kullanımları ve günümüzdeki restorasyonları
hakkında da, Yunanistan’daki restorasyonları hakkında da bazı bilgilerde bulunacağım. Selanik ilk olarak 1930 tarihinde Sultan
II. Murat tarafından fethedilir, 1912 tarihine
kadar da Osmanlı hâkimiyetinde kalır. Fetihten hemen sonra şehrin üst kısımlarında yer
alan Yedikule olarak adlandırılan bugünkü
yapı yer almaktadır. Yapı üzerinde 1430 tarihli
Sungur Çavuşun bir kitabesi vardır. Bu balkanlardaki en erken tarihle Tuğralı Osmanlı
kitabelerinden biridir, bugün hâlâ ayaktadır.
Bir de bu bahsettiğim çalışma 2007 yılından
itibaren Yunanistan’da gerçekleştirmekteyim,
Dışişleri Bakanlığı adına yapıyorum, tek başına gerçekleştirdiğim bir çalışma 14 şehirde
Osmanlı eserlerinin envanterini tamamladım.
Bunun haricinde diğer şehirlerle birlikte şu
an Yunanistan’da ayakta kalan eser sayısı oldukça fazla. Şunu da ifade etmek isterim ki,
Yunanistan’da özellikle bu Kurtuluş Savaşını
kaybetmenin acısıyla dönüşte Yunanlıların
yaptıkları büyük tahribatlar var. Özellikle dini
yapılara, mezarlıklara karşı çok büyük tahribatlar söz konusu. Bununla birlikte İkinci
38
İstanbul Barosu Yayınları
Dünya Savaşı sırasında Almanların özellikle Yenişehir ve Yenişehir’in kuzeyinde büyük
tahribatları var ve İkinci Balkan Savaşı sırasında Bulgarların özellikle Kavala, Serres, Batı
Trakya, Gümülcine, İskeçe ağırlıklı olmak üzere yaptıkları çok büyük tahribatlar söz konusudur.
Bu Sungur Çavuş’un 1430 tarihli ve bugün
Selanik’te bulunan en erken tarihli Osmanlı kitabesi Yedikule üzerinde yer alıyor. Selanik’te
çok büyük bir Osmanlı Mezarlığı vardı. Tabii
asırlar süren bir Türk hâkimiyeti sonrasında
bugün âdeta İstanbul Karacaahmet Mezarlığı
boyutunda büyük bir mezarlık yer almaktaydı.
Bu da hemen Yedikule’nin arkasında yer alıyordu, daha sonra bugünkü fuar ve üniversitenin arkasına doğru da bu mezarlık genişletilmişti. Bu gördüğünüz fotoğraf ne kadar net görüyorsunuz bilmiyorum, ama Amerikan Kongre Kütüphanesinin arşivinden henüz Selanik
Yunanlılara teslim edilmeden önce Zincirlikule
önlerinden çekilmiş, aşağıda deniz kenarında
Beyazkule, Hortaç Efendi Camisi ve çok sayıda tam bir Türk şehri silueti gözüküyor. Çok
sayıda Osmanlı eseri bugün aynı açıdan çekilen bir fotoğraf Beyazkule haricinde Hamidiye
Hastanesi bugün Filoloji Fakültesi olarak da
kullanılan eski idadi binası haricinde gördüğünüz camilerin çoğu ortadan kalkmış durumda.
Özellikle Selanik’te Türklerin yaşadığı mahalleler üst kesimdeydi, genelde rıhtım kenarında
ve ticaretten dolayı Yahudi mahalleleri ağırlıkla yer almaktaydı. Üst kesimlerde 20. Yüzyıl
başlarından itibaren özel bazı varoş mahalleler
de oluşmuştu. Bunlar ara sokaklar, üst kesim,
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
39
Anabalı olarak adlandırılıyor hâlâ bu kesim ve
surların hemen dışında yer alan o dönemde
yavaş yavaş şehrin dışına taşan bunlar 1908
- 1910 tarihli sonradan renklendirilmiş resimler, çok sayıda ev yer almaktaydı.
Selanik ticari açıdan da Osmanlı’nın oldukça tabii bildiğiniz üzere önemli şehirlerinden
biriydi İstanbul ve İzmir’den sonra, bugün hâlâ
şehrin üst kısımlarında çok sayıda terk edilmiş
özellikle mübadele sonrası yerleşilmemiş eve
de rastlanmaktadır. Bazılarının ön cephelerinde maşallah alınlıklı kitabeleri hâlâ yer alıyor.
Selanik’in iskelesi bugün bir tanesi duruyor
hâlâ, gazete büfesi olarak kullanılıyor. Son dönemde Abdülhamit döneminde önemli bulvarlar açılıyor. Özellikle Sabri Paşa ve Hamidiye
Bulvarları, bu Hamidiye Bulvarı ve bu bulvar
açılır açılmaz o dönemde konsolosluklar buraya binalarını yapıyorlar. Bu Hamidiye Bulvarı
görülen, jandarma mektebi, gene Ortaç Efendi
Camisi, surlar, yukarıda Yedikule gösteren bir
hava fotoğrafı. Bugünse, Hamidiye Bulvarının
genel görüşünü, bu yapılan yapıların tamamen hepsi günümüzde ortadan kalkmış durumdadır.
Selanik’teki en önemli Osmanlı dini eserlerinden biri Alaca İmaret ya da İshak Paşa Camisi olarak adlandırılan cami 1484 -1485 tarihleri arasında İnegöllü İshak Paşa tarafından
yaptırılmıştır. Kitabesi de hâlâ üzerindedir. Bu
imaret planlı camiler grubundandır. Erken dönem camilerinde özellikle 15. Yüzyılın ilk yarısında inşa edilen camiler âdeta bir küçük külliye konseptinde yapılmıştır. Orta mekan caminin ibadet mekanı olarak kullanılmakla birlik-
40
İstanbul Barosu Yayınları
te yan mekanlar imaret ve kütüphane olarak
değerlendirilmiştir, ama tek bir yapı altında
hepsi toplanmıştır. Bunlar külliyelerin prototipini oluşturan ilk yapılardır, bunlar evet eski
fotoğrafları bugün resim galerisi olarak kullanılmaktadır. Çoğunlukla da kapalıdır, bazı
sergilere açılmaktadır. Bir kuş evi, caminin içi,
mihrabı ve içerisine yer alan bazı ayetlerden
kalan bölümler, bu da yan kısımlardaki imaret
olarak kullanılan kısımlardan birindeki ocağı
görüyorsunuz. Bir diğer eser Kanuni Sultan
Süleyman’ın damadı ve sadrazam olan makbul
ve sonradan maktul olan İbrahim Paşanın kiliseden camiye çevirdiği Ayasofya Camisi ya da
İbrahim Paşa Camisi olarak da adlandırılmaktaydı. Sultan Reşat’ın 1911’deki Balkan seyahati sırasında Cuma namazını kıldığı önemli
mekanlardan biriydi. 1912’den sonra bu yapı
da tekrar kiliseye çevrilmiştir. Ayasofya Kilisenin karşısında İzmir’in Türkler tarafından
tekrar alınmasından sonra öldürülen İzmir
metropoliçinin heykeli yer almaktadır. Onun
karşısında da Pontus soykırım anıtı vardır hemen kilisenin karşısında, şunu da belirtmek
isterim, Yunanistan’da şu an 74 tane Küçük
Asya soykırım anıtı vardır. Bazı şehirlerde 5-6
tane bulunmakta, hatta böyle ilçelerde de yer
alıyor. Şu an mesela 74’tür, oldukça hızlı bir
propagandayla bu heykel sayısı da gittikçe artmaktadır.
Gene II. Beyazıt’ın tarakçısı Ali Beyin yaptırmış olduğu Tarakçı Ali Camisi Edirne’deki
Burmalı Camiyi bilirsiniz, minaresiyle de ünlü
bir camidir. Bu da yıkılmıştır, günümüzde bir
otel yer almaktadır. Gene fetihten hemen sonra
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
41
yapılan Eski Cuma Camisi, yani fetihten sonra
ilk cuma namazının kılındığı cami Sultan Murat Camisi kiliseden camiye çevrilen ve fetihten
sonra ilk cuma namazı kılınan cami, bu kilisenin sütunları üzerinde “Fethi Sultan Murat
Han Şehri Selanik” yazısı yer almaktadır. 832,
o da 1430 tarihine tekabül eder. Bu yazının
yazıldığı mürekkep çeşitli kimyasal işlemlerden geçirilmesine rağmen kesinlikle çıkartılamamıştır ve hâlâ kilisenin sütunları üzerinde
yer almaktadır. Biraz önce gösterdiğim Yedikule’deki Sungur Çavuşun kitabesiyle birlikte
Selanik’teki 1430 tarihli fethini gösteren ikinci önemli belgedir hâlâ ayakta. Bir diğer eser
yine eski Saray Camisi, Profitis İlias Kilisesi,
bununla birlikte yine kiliseden camiye çevrilen bir eserdir. Bu da mihrabiyesinde Rumi ve
permet motifleri vardır. Bununla birlikte inşa
edilen medresesi, kütüphanesi, imareti bugün
ayakta değildir. Bir diğer önemli eser Hamza
Bey Camisi Evrenesoğlu İsa Beyin kızı Hafsa
Sultanın kocası Hamza Bey tarafından yaptırılmıştır. İki tane kitabesi vardır, Hamza Bey diye
anılmakla birlikte cami esas arşiv belgelerinde
ve Osmanlı kayıtlarında Hafsa Sultan Camisi
olarak anılmaktadır. Bu cami de günümüzde
metro müzesi olmak üzere restore edilmektedir. 1962 yılından 1980 yılına kadar üç film
bir arada sinema salonu olarak kullanılmıştır.
Bununla birlikte şunu da ifade etmek isterim
ki, bu tarz kullanılan, sinema olarak kullanılan üç film bir arada sinema salonu olarak
kullanılan çok sayıda 1980’lere kadar kullanılan cami vardır. Bir bayan olarak söylemekten
utanıyorum, ama Ardada Faik Paşa Camisi
de 1976 yılına kadar genelev olarak kullanıl-
42
İstanbul Barosu Yayınları
mıştır. Hamza Bey Camisi’nin kitabesi Hafsa Sultan tarafından inşa edildiğini gösteren
gene son cemaat yerinden bir fotoğraf bugün
tamirat, Yunanistan’daki Osmanlı eserlerinin
restorasyonunda çok ilginç bazı metotlar uygulanmaktadır. Osmanlı mimarinin 18. ve 19.
Yüzyıl mimarisinde gerek sivil mimari olsun,
evler olsun, gerekse dini mimari camiler olsun
kullanılan önemli süsleme, yoğun bir şekilde süsleme programları vardır. Bunlar bazen
manzara tasviri olur, özellikle İstanbul dışındaysa İstanbul’u yansıtan panoramik resimler
vardır ya da natürmortlar vardır, elmalar, armutlar, meyve tabakları gibi. Bu dönem 18 ve
19. Yüzyıl camilerinde de bizim çoğunlukla bu
tarz resimler ya da süslemeler yer almaktadır.
Fakat bu süslemelerle birlikte yazılar ve ayetler de tamamen camilerde Yunanistan’da yapılan restorasyonlar sonrasında bütün sıvalar
tamamen kazınmaktadır ve duvar örgüsü ortaya çıkartılmaktadır. Tuğla ve taş örgüsü ortaya
çıkartılarak yapılan bir restorasyon söz konusudur ve şu ana kadar Avrupa Birliği’yle yapılan bu restorasyon çalışmalarında Türkiye’den
kesinlikle Türk mimarisi, Osmanlı mimarisi
uzmanı istememekle birlikte bu restorasyonları tek başına gerçekleştirmektedirler ve hiçbir
şekilde uzman desteğine ihtiyaç duymamaktadırlar. Tamamen sıvalar kazınmaktadır, özellikle camilerde ve kütüphanelerde.
Bir diğer önemli eser yine Selanik’in merkezinde Hortaç Efendi ya da Hortacı Efendi Camisi, bu da ilk olarak Roma döneminde
305-311 tarihleri arasında inşa ettirilmiş bir
eserdir. 1590-1591 tarihlerinde de Hortaçlı
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
43
Şeyh Süleyman Efendi tarafından camiye çevrilmiştir. Daha sonra kendisi de buraya defnedilmiştir, arkasında türbesi yer alır. Oldukça
geniş bir haziresi, mezarlığı bulunmaktaydı.
Bu da 1980 yılında Avrupa Kültür Başkenti
çerçevesinde restore edilmiştir ve Selanik’te
ayakta kalan tek minaresi olan bir eserdir.
Arkada gene Hortaç Efendinin türbesi var, caminin içi, bugün bu yapının ilginç bir özelliği
de kilise olarak kullanılmamakla birlikte müze
olarak faaliyet gösteriyor. Caminin, kilisenin
arkasında benim bulduğum minber aynalıkları ve mihrabı. Şimdi Osmanlı döneminde
Selanik merkezinde çok sayıda kiliseden camiye çevrilen eser vardır. Bu yapıysa oldukça ilginç, Türkler Selanik’i terk ettikten sonra
bu çifte şerefeli cami bu da tamamen kiliseye
çevrilmiştir, yani orijinalinde kilise olmayan
bu yapı bugün kilise tamamen yıkılmış, yerine bir kilise yer alıyor. Sadece şadırvanından
bazı parçaları var orijinal kalan, yerinde kilise
yer alıyor ve iç kısmında bazı duvarları hâlâ
orijinal. Çok sayıda şehrin merkezinde cami de
var bugün ayakta olmayan, kiliseden çevrilmeyen Mustafa Paşa Camisi, Pişmaniye Camisi,
Akçakoca Camisi gibi bunlar 1912 ve sonrasında ortadan kaldırılan eserlerdir. Bunlarla
birlikte kiliseden çevrilen Kazancılar Camisi
minare kaidesi bugün ayakta duruyor. Koca
Kasım Paşa Camisi 1520 tarihinde Cezeri Koca
Kasım Paşa tarafından yapılmış gene kiliseden
camiye çevrilen bir eser, bununla birlikte yine
medresesi, kütüphanesi, hamamı olan önemli bir külliye, bugün külliyeden sadece ayakta
hamamı kalmış durumda. Bunlar da özellikle
Anadolu’dan gelen mübadillerin ve daha önce-
44
İstanbul Barosu Yayınları
sinde gelen mültecilerin ilk etapta yerleştikleri
bir yapı.
Bir de şunu ifade etmek isterim, Yunancada biz mübadil kelimesi kullanıyoruz, ama
Yunancada mübadil kelimesi yok, onlar mülteci diyorlar ve mübadil kelimesi kesinlikle Yunanca olarak kullanılmıyor, mülteci kelimesi
geçiyor. İngilizce exchange olarak adlandırıyoruz, ama Yunanca mübadil olarak yok, sadece
mülteci olarak adlandırıyorlar ve hâlâ bu böyle
devam ediyor. Gene Koca Kasım Paşa özellikle Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde buranın
suyundan bahsediyor, Rumların ziyade Müslümanların da bu suyun kutsallığına inandıklarından bahsediyor. Gene bu Anadolu’dan
gelen Rumların yerleşmelerini gösteren giriş
kısmı, o zaman cami son cemaat yeri. Bir diğer
eser Selim Paşa Camisi ya da Saatli Camii yanında saat kulesi olduğundan dolayı bu şekilde adlandırılmış. Evrenos Gazi Vakıflarından
bugün caminin yeri yol geçiyor üzerinden, bu
da 1912’den sonra ortadan kaldırılan bir diğer
eser hemen hükümet konağının yanında yer
almaktaydı. Bugün hükümet konağı da Osmanlı Dönemindeki hükümet konağı da Makedonya ve Trakya Bakanlığı Genel Sekreterlik
binası olarak kullanılıyor, üzerine sadece bir
kat ilave edilmiş. Gene Selim Paşa Camisi son
cemaat yeri iç görüşünü, bu da haziresi, oldukça büyük bir haziresi, mezarlığı varmış. Biraz önce gösterdiğim gibi buradan yol geçiyor.
Yukarıda Yakup Paşa Camisi, bu da kiliseden camiye çevrilen bir eser. Bunun haricinde
cami olarak inşa edilmiş yaklaşık Selanik merkezinde onlarca cami var, fakat bunların hiç-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
45
biri günümüzde ayakta değil. Yakup Paşa Camisi, bununla birlikte yine kilisesi ve medresesi ve imareti de yer alıyordu, onlar da bugün
ayakta değil. Son dönem yapılan ve Selanik’teki en son merkezde yapılan cami Yeni Cami,
Hamidiye Camisi ya da Dönmeler Camisi olarak da adlandırılıyor, Yahudi Mahallesinde yer
alıyor. 1902 tarihinde İtalyan Mimar Vitalino
Poselli’ye yaptırılmış bir eser, bunun iç fotoğraflarını ben Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden
buldum. Bunlar ilk açılış fotoğrafları, caminin
içi, mihrabı, ön cephesi, kitabeleri var iki tane
ve köşelerde saat kulesi var. İç kısmı, caminin
bugünkü genel görüşünü, kitabeler tamamen
kaldırılmış, arkeoloji müzesi olarak günümüzde kullanılıyor, ama çoğunlukla da kapalı,
genellikle bahçesini ziyaret edebiliyorsunuz,
içine girme şansınız yok. Güneş saati caminin
hemen köşesinde yer alan yine Osmanlı döneminde yapılmış camiyle birlikte.
Selanik’te ayakta kalan günümüzde 7 tane
cami var Osmanlı döneminden kalan, bunlardan iki tanesi Zihni Paşa Camisi ve Okulu ev
olarak kullanılıyor, bir diğeri de Abdürrezzak
Efendi Camisi bu limana çok yakın bir cami.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde özellikle gelen
hacıların ve Müslümanların, limana gelenlerin
hemen bu camide namaz kıldıklarını ifade ediyor. Kristal avizelerinden bahsediyor o dönemde, mumluklarından bahsediyor. Günümüzdeyse depo olarak kullanılıyor. Mihrabı, ben
bunları 2009 yılında çektim, 2010 yılında gittiğimde tamamen kapanmıştı altı ve bir daha
içine giremedim. Yine önemli dini yapılardan
biri Selanik Mevlevihanesi, bu da 1608 yılın-
46
İstanbul Barosu Yayınları
da Defterdar Ahmet Paşa tarafından yaptırılan
Balkanlardaki önemli Mevlevihanelerden biri
ve sultan Reşat’ın 1911 yılındaki Balkan seyahati sırasında da Selanik’te bu Mevlevihaneyi
ziyaret ediyor Sultan Reşat, Sultan Reşat aynı
zamanda Mevlevi, burada onu çok görkemli bir
şekilde karşılıyorlar ve 1923’te biraz önce Kemal Hocanın da ifade ettiği gibi burada gerçekten büyük bir vahşet işleniyor. Anadolu’dan
gelen Rumlar bu Bektaşi Şeyhi var Sabri Efendi, yaklaşık bir ay önce vefat etmiş, mezarından çıkartıp yerlerde sürüklüyorlar. Bunu da
Fransız gene Yunan gazetelerinde o dönemde
yazılıyor büyük bir vahşet işlendi diye ki, o
mahalle ve o civarda da çok sevilen bir şahsiyet olmasına rağmen. Bu Selanik Mevlevihanesi, bunlar gene 1910-1911 tarihli resimleri, semahanesiyle, kileri, mutfağıyla oldukça büyük
bir Mevlevihane, bugün yerinde çocuk parkı
yer alıyor.
Bugün Selanik’te ayakta kalan tek türbe
Musa Baba Türbesi, Musa Baba bir Bektaşi
Şeyhi 16. Yüzyılda tarihlenen türbesi var. Yanında da mescidi de bulunmaktaydı, bugün
hâlâ ayakta. Burası da Selanik Spor Kulübünün soyunma odası olarak bir ara kullanılmış,
şimdi de büro malzemeleri, masalar, sandalyeler o şekilde kapısı da açık vaziyette duruyor.
Selanik Mezarlığı biraz önce bahsetmiştim, ilk
başta hemen Selanik tepesinin üzerinde yer
alıyor, yani yüksek kısımda. Şunu da söylemek isterim, Can Dündar’ın Mustafa filmini çoğunuz seyretmişsinizdir, ilk sahnesinde
Atatürk’ün küçük yaşta ölen kardeşi Ahmet’in
mezarı gösterilir ve dalgalar vurur. Selanik Me-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
47
zarlığı deniz kenarında değildir, yani filmin ilk
sahnesi ben ilk seyrettiğimde çok güldüm, mezarlık deniz kenarında değil ve tepenin üzerinde yer alıyor ve gerçekten çok büyük bir hata.
Evet kasıt ve Yedikule’nin hemen arkasında
yer alıyor. Daha sonraysa bugünkü Selanik
Fuarının arkasına doğru yeni bir mezarlık yeri
açılıyor, oraya bazı definler yapılıyor, ama asla
deniz kenarına Selanik’te bir mezarlık yok. Selanik mezarlığından bazı kartpostallar dediğim
gibi çok büyük bir mezarlık bugün fuar alanı
yer alıyor bu mezarlığın üzerinde bir kısmında,
diğer yerlerse tamamen yeni yerleşim yapılmış
üzerinde. Selanik’teki sosyal yapılardan biri de
bugün ayakta kalan sayıca çok olan sosyal yapılardan biri de, sivil mimari örneklerinden biri
de hamamlar, bu Bey Hamamı yine II. Murat
döneminde inşa edilen bir hamam Yunanistan’daki en büyük çifte hamam plan tipinde
inşa edilmiş. İkinci hamam biraz önce söylediğim Cezeri Koca Kasım Paşanın külliyesiyle
birlikte inşa edilen Koca Kasım Paşa Hamamı,
bunların hepsi kapalı durumda. Yine Yahudi
Mahallesinde yer alan Yahudi Hamamı ya da
Halil Bey Hamamı ve Atatürk’ün kız kardeşi
Makbule Hanımın Şemsi Belli’yle yaptığı röportaj sırasında özellikle belirttiği Selanik’teki
Atatürk Evine yaklaşık 100 metre uzaklıktaki Yeni Hamam Makbule Hanım hatıralarında
bahsediyor. Bu hamamı biz çoğunlukla hep
kullandık, hatta bizim kırkımız orada çıktı gibi
ifadeler de yer alıyor. Bugün burası da sinema salonu olarak kullanılıyor, bir kısmı bar ve
kafe ve Selanik şehrinin sembolü Beyaz Kule
Yunanlıların Lefkos Pirgos olarak adlandırdıkları yapı Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde
48
İstanbul Barosu Yayınları
ve bugün üzerinde bulunmayan kitabesinden
anlaşıldığı üzere açıkça bir Mimar Sinan yapısı. Osmanlı döneminde Abdülhamit dönemine
kadar Kanlı Kule olarak adlandırılıyor, çünkü
son dönemlerinde bu yapı hapishane olarak
kullanılmış, daha sonra beyaza boyanarak Beyaz Kule adını alıyor. Etrafı duvarlarla çevrili,
hatta Namık Kemal’in son dönemde 1905’lerde, 1910’larda burada tiyatroları da oynanmış,
sergilenmiş. Bu da II. Meşrutiyet kutlamaları
sırasında çekilmiş bir kartpostal, etrafı gördüğünüz üzere surlarla çevrili. Yunanlılar bu
surları 1940’larda yıkmışlar, şimdi tekrar kazı
yapıyorlar ve duvarları ortaya çıkartıyorlar.
Beyaz Kuleyle aynı aks üzerinde Yedikule’ye
çıkarken yer alan bir diğer önemli Osmanlı döneminden kalan kule Zincirli Kule bugün hâlâ
ayakta, onun da kitabesi üzerinde bulunmuyor. Yine kamu yapılarından biri Osmanlı döneminde üçüncü kolordu kışlası olarak kullanılan bina bugün yine Yunanistan üçüncü
kolordu binası olarak kullanılıyor, hâlâ ayakta, fakat Osmanlı arması çıkartılmış, yerine
Büyük İskender’in portresi konulmuş. Onun
haricinde yapı aynen duruyor ve kışlanın girişindeki mescit kubbesiyle zaten çok rahatlıkla
algılayabiliyorsunuz. Bugün gene kışlanın kilisesi olarak kullanılıyor. Bu da yapının Osmanlı dönemindeki resmi.
Selanik’te İstanbul’da çok aşina olduğumuz
semtler var. Unkapanı, Mısırçarşısı, Tophane
gibi bu semt isimleri hâlâ anılıyor. Bunlardan
biri Tophane, bugün de belediyeye ait otopark
genellikle tinercilerin barındığı bir mekan maalesef hâlâ ayakta ve Yedikule Osmanlı’nın
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
49
son dönemlerinde 19. Yüzyılda burası da gene
hapishane olarak kullanılmış. Burada bugün
Bizans Arkeoloji Dairesine ait müzeler, müze
binaları yer alıyor. Biraz önce gösterdiğim
Sungur Çavuş’a ait 1430 tarihli kitabesi, burada çok sayıda sarnıç ve askeri yapılar var
Osmanlı döneminden kalan, 1980’lere kadar
da Yunanlılar burada mahkumları yine hapishane olarak kullanılmış, burada da ilginç bir
şey var. Restorasyon sırasında silmemişler,
bir esrar ya da eroin kaçakçılığından yatan bir
Türk yapmış, tır şoförü yatmış, oraya İbrahim
Tatlıses’in bir şarkı sözünü yazmış, onlar da
önemlidir diye silmemişler. “Yıllardır bir özlemdin” diye orada kaldı, bir Yunanlı bana gösterdi bu önemli bir şey mi? İbrahim Tatlıses’in
şarkı sözü kalmış durumda, onu bırakmışlar.
Yine Selanik merkezde ayakta kalan ticari
yapılardan biri Bedesten, Bedestenler Osmanlı döneminde çok kıymetli malların satıldığı,
altın, gümüş, silah gibi kıymetli malların satıldığı ticari yapılar ve bir şehir fethedildikten
sonra ilk yapılan yapılardan biri. Bugünkü
aynı banka hüviyeti, banka özelliği de gösteriyor bu yapılar. Bunlarda sandıklar var aynı
bugün bankalarda kasalar olduğu gibi değerli
eşyalarınızı burada saklayabiliyorsunuz. Sandık eminleri var sandıklardan sorumlu, Selanik Bedesteni de 16. Yüzyılda inşa edilmiş,
bugün hâlâ ticari asli fonksiyonunu sürdürüyor. Okullar da var ayakta kalan, bunlardan
mesela bir tanesi Yadigar Terakki Mektebi benim bulduğum ve şu an hâlâ ayakta olan bir
yapı 1913’te bombalanıyor. Bugünkü görüşünü, üzerinde kitabesinden çok az bir-iki har-
50
İstanbul Barosu Yayınları
fi kalmış durumda. Gene eğitim yapılarından
biri Selanik İdadisi bugün Aristoteles Üniversitesinin Filoloji Fakültesi olarak kullanılıyor.
Bu Abdülhamit albümlerinden bir resmi, o
dönemdeki öğrenciler ve bugün binanın genel
görünüşü. Gene önemli yapılardan biri Islahhane Binası, Islahhane ilk defa Tuna Vilayeti
Valisi Mithat Paşa döneminde ortaya çıkartılan bir yapı türü. Islahhanelerde ister gayrimüslim olsun, ister Müslüman olsun öksüz ve
yetim çocuklara meslek edindirmek amacıyla
inşa edilen okullar bunlar, terzilik, ayakkabıcılık gibi o dönemde bazı meslekler öğretiliyor.
Selanik Islahhanesi de bugün ayakta kalan bir
Osmanlı yapısı, o dönemde öğrencilerin çalışmasını gösteren iki fotoğraf, bugün içi.
1905 yılında Maliye Nazırı Cavit Bey tarafından yapılmaya başlanan ve 1909’da tamamlanan Selanik Gümrük Binası bugün hâlâ ayakta ve kullanılıyor. Bu Adil Bey ve yanındaki
ambarlar da gene Osmanlı dönemi, bugün hâlâ
aynı binaları görebiliyorsunuz. Gene hastane,
Hamidiye Hastanesi bugün Fransız Hastanesi
olarak tanıtılıyor. Fransızlar Selanik’e gelip ne
zaman inşa ettiler onu açıklayamıyorlar, ama
Fransızlar tarafından yapıldığı ifade ediliyor.
Biraz önce gösterdiğim Hükümet Konağı gene
Yeni Caminin mimarı olan Vitalino Poselli tarafından yaptırılmış, gördüğünüz üzere sadece üst katı sonradan ilave, hâlâ Makedonya ve
Trakya Bakanlığının Genel Sekreterliği olarak
kullanılıyor. Bu II. Meşrutiyet sırası ve çok sayıda çeşme var hâlâ, ben özellikle bu çalışmayı
yaparken cumhuriyet arşivindeki eski Selanik
haritalarından yola çıkarak bütün Selanik’i
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
51
sur diplerine kadar onlarca defa dolaştım ve
çok sayıda evlerin arasında, bahçelerin arasında çok sayıda çeşme olduğu da ortaya çıktı.
Fakat bunlardan en önemlisi Hamidiye Çeşmesi 1896 tarihinde yapılmış, üzerinde tuğraları
ve ay yıldız kabartmaları olan tam Selanik bugünkü Vasilis Olgas Caddesi üzerinde yer alan
bir obeliks biçiminde bir anıt çeşme, bu eski
fotoğrafı, şimdiki görünüşü Osmanlı dönemine
ait bütün ay yıldız kabartmaları ve süslemeleri tamamen kaldırılmış vaziyette. Çok sayıda
çeşme var, Selanik ara sokaklarında 30’un üzerine hâlâ çeşmeye rastlayabiliyorsunuz. Tabii
Selanik deyince akla II. Abdülhamit’in sürgün
yeri olmasından da önemli bir şehir, gene o dönemde un ve tuğla ticareti yapan ve Selanik’in
hemen şehir, Selanik merkezin dışında deniz
kenarında villaları olan Alaaddinilerin köşkünde sürgün ediliyor. Yaklaşık 1908-1911 yılları
arasında 3 sene burada kalıyor II. Abdülhamit, Alaaddinler o dönemde dediğim gibi un,
tuğla ve sülük ticaretiyle çok zenginler. Bugün
de Selanik Valiliği misafirhanesi olarak hâlâ
ayakta. 1912’de şehri Yunanlılara teslim eden
Tahsin Paşa’nın konağı bugün koruma altında
olan bir eser, bu da gene resim galerisi olarak
kullanılan bir bina ve bu da gene Yunanistan
arşivinden Tahsin Paşanın şehri teslim ettiğini gösteren belgeyi imzaladığı binanın resmi.
Tahsin Paşa ve o dönemdeki Yunanlı askerler.
Bu Selanik merkezdeki genel kısaca değerlendirmede bulundum. Bunun haricinde
Selanik’e çok yakın bir başka Osmanlı şehrinden mübadele sonrası bazı yapılar nasıl
kullanılmış, onunla ilgili size iki-üç tane ör-
52
İstanbul Barosu Yayınları
nek vereceğim ve burada sunumumu tamamlayacağım. Biraz önce bahsettik, mübadele
öncesi ve mübadele sırasında da Yunanlılar,
Anadolu’dan giden Yunanlılar Yunanistan’da
neresini boş buldularsa oraya yerleştiler. Mesela, camilere, bugün hâlâ bazı camiler hâlâ
ev olarak kullanılmaktadır. Bunlardan biri
Karaferya Yunanca ismiyle Veriya’daki Bayır
Camisi bu eski görüntüleri, bugün cami ev
olarak dönüştürülmüş durumda. Sadece cami
olduğunu gösteren arka cephede bir penceresi var. Bayan olmanın verdiği bazı avantajlarla
evin hanımından rica ederek evin içine girebiliyorsunuz. Arkadaki penceresini görüyorsunuz. Evin içindeki mihrap, onlar da kendi dini
inançlarına göre ikonalarını yerleştirmişler.
Bu kuzeybatı köşede yer alan minaresi, minare
kaidesi üzerinde çamaşır makinesi yer alıyor.
Bunu özellikle evin hanımı gösterdi minare
diye kendi soktu banyoya, minare ve bazı mezar taşları gene evin duvarında yer alan, çünkü yanında haziresi olan bir cami.
Bir eser daha göstereceğim, bu da
Yunanistan’da yaptığım çalışmada en ilginç
bulduğum eserlerden ve olaylardan biri. Namazgah açık hava mescitleri üzerleri örtülü
olmayan yapılar askerlerin sefer sırasında namaz kıldıkları ya da hacıların haç sırasında
namaz kılmak amacıyla inşa edilen mihrabı,
minberi olan yapılar, bazen çeşmesi oluyor,
bazen de mesela cami olmayan yerlerde üçdört köyün bahçelerinin birleştiği yerde bunlar
açıkhava mescitleri kesinlikle üst örtüleri yok,
mihrap, minberi var, bazılarının çeşmesi var.
Bu da Karaferya namazgahı, yanında medrese
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
53
camisi var ve medrese camisindeki bu camide
de namazgah resmedilmiş, mihrap ve minberi.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde de Karaferya
Namazgahından ayrıntılı olarak bahsediyor.
Diyor ki: “Ömrü seyahatimde gördüğüm en güzel namazgah”, kuşlardan, çimenlerinden bahsediyor. Şimdi namazgah mübadiller henüz
geldikten sonra 1940’larda çekilmiş bir resmi,
bu da Atina arşivinden bu şekilde mihrabı görüyorsunuz, minberini görüyorsunuz, selviler
var. Bugünse otobandan dahi levha gösterilerek tanıtılan Aziz Paul’un altarına dönüştürülmüş vaziyette, St Paul’un güzergahı üzerinde
yer aldığı iddia ediliyor. İncil’e baktığınız zaman
St Paul Veria’ya hiç uğramamış, tamamen icat
bir yapı. Bakın, bu bizim minberin basamakları aynen kullanılmış, yani St Paul’un altarı
olarak onlar tanıklık ediyor. Yandaki bu şekilde Aziz Paul’un altarına dönüştürülmüş vaziyette tamamen Ortodoks icadı olan bir yapı ve
onlarca otobüs gelip buraya hacı oluyor. Bu
eski görüntüsü.
Av. Hüseyin ÖZBEK - Sayın Dr. Neval Hanıma çok teşekkür ediyoruz, bir başka boyuta
dikkat çekmiş oldu, oradaki sanat eserlerine,
kültürel mirasa. Ben deminki kısa açıklamamda iki konudan bahsetmiştim, Ege Bölgesinde,
Batı Anadolu’da işgal dönemindeki Yunan jandarması 35.000 kişilik Yunan jandarma teşkilatının kadrolarının büyük oranda Türkçe
bildikleri için bizim Ortodoks yurttaşlarımızdan, Rum yurttaşlarımızdan oluşturulduğundan bahsetmiştim. Yine Küçük Asya Savunma
Örgütü olarak 40.000 civarında bir silahlı birliğin bizim yurttaşlarımız tarafından oluştu-
54
İstanbul Barosu Yayınları
rulduğundan bahsetmiştim. Mustafa Kemal
Atatürk Nutuk’ta 1927’deki büyük eserinde Karadeniz bölgesinde başlangıçta Pontus
Rum devleti kurmak için 6.000 - 7.000 civarında silahlı Osmanlı yurttaşının, Ortodoks
yurttaşının dağa çıktığından bahsetmişti. Fakat sonra süreç içinde bu miktarın 25.000’e
ulaştığını, Pontus Rum devleti kurmak için
silahlı mücadele eden, dağa çıkan Ortodoks
yurttaşlarımızın sayısını da 25.000 olarak belirtiyor Nutuk’ta. Bu arada tabi mübadelenin
ilk işaret fişekleri olarak 1912 Balkan Savaşı
sonrası, Birinci Dünya Savaşı öncesi Yunan
devlet adamı Venizelos’un talepte bulunduğunu, Yunan nüfusunu böyle belli bir Helen etnisiteye dayandırmak, bir homojenlik sağlamak,
bir ulus devlet yaratmak için burada karşılıklı göçürmeyi, Yunanistan’daki Müslümanları
Osmanlı’ya göndermeyi, buradaki Ortodoksları da Yunanistan’a göçürerek hem nüfus artışı,
hem de bir homojenlik sağlamayı arzu ettiğini,
dolayısıyla ilk defa 30 Ocak 1923’ten çok önceki bir tarihte bu talebin Yunanistan tarafından
geldiğini vurgulayalım. Fakat Birinci Dünya
Savaşının başlamasıyla bunun yarıda kaldığını, sonuçlanamadığını ve Yunan tarafının bir
talebi olarak kaldığını belirtelim. Şimdi değerli
konuğumuz Sayın Esat Ergelen bizi kırmadılar, geldiler, telefon ettiğimde baromuzun bu
tür bir etkinlik düzenlemek istediğini söylediğimde severek kabul ettiler. Kendilerine çok
teşekkür ediyorum. Lozan Mübadilleri Derneği
Başkanı Sayın Esat Ergelen, buyurun.
KARAGÖZ’ÜN GÖZÜNDEN
MÜBADELE
Esat Halil ERGELEN
(Lozan Mübadilleri Derneği Başkanı)
Tarihsel Arka Plan:
“Viyana Kuşatması’nın başarısızlığa uğraması aynı zamanda bir dönemin sonu olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilk olarak muhacir
meselesi ile tanışması başarısızlıkla biten 1683
Viyana Kuşatması sonrasında 1683 - 1699 yılları arasında Osmanlı – Avusturya savaşları
esnasında, serhat boylarındaki Müslümanların geri çekilme süreciyle başlar.”1
Göçlerde en önemli etken ise Osmanlı’nın
geri çekilmesi oldu. Bu ilk dönemde en göze
batan göç 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması
sonucu Kırım’ın kaybedilmesiyle gerçekleşti.
Çeyrek yüzyıl boyunca Anadolu ve Rumeli’ye
yaklaşık 500.000 insan göç etmek zorunda
kalmıştı.2
Rumeli’de yaşanan en büyük yenilgi ise “93
Harbi“ olarak adlandırılan ve 1877-78 yıllarında Ruslarla yapılan savaş sonucunda olmuştu. Osmanlı Ordusunun yenilgisi sonrası işgalci Çarlık Rusya’sının vizyonu, işgal edilen
bölgelerden, çok sayıda insan göç etmek zorunda bırakmıştı, çünkü “Rusya, tebaasını tek
bir millet, tek bir devlet ve tek bir görüş, yani
1 H.Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Balkanlar’ın Makus Talihi GÖÇ 2001 İstanbul Kum
Saati Yayınları s. 31.
2 Yusuf
Halaçoğlu,
XVIII
Yüzyılda
Osmanlı
İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin İskanı.
Aktaran Y. Ağanoğlu a.g.e s. 32.
İstanbul Barosu Yayınları
56
Panslavizm, çarlık ve Ortodoksluk çatısı altında toplamayı amaç edinmişti. Bu siyaset ile
Rus olmayan Hıristiyan unsurların uzun vadede Ruslaştırılması mümkün görülmekteyse de,
Müslüman ve Türk toplulukların kısa sürede
Ruslaştırılması beklenemezdi.”3 Bu vizyon bu
büyük yenilgi sonrası büyük bir göçün de yaşanmasına neden olmuş ve 1.230.000 kişi göç
etmek zorunda kalmıştı.4
Sonun Başlangıcı
Osmanlı’nın karşılaşacağı son önemli göç
aynı zamanda kendisinin Rumeli’yi yitireceği “Balkan Savaşları” sonunda geldi. Fransız
Devrimi sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik
rüzgârları Balkanları da etkisi altına almış ve
Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan
gibi pek çok devletçiğin doğmasına yol açmıştı,
İslamcılıktan umudu kesen ve Türkçülüğü öne
çıkaran İttihatçı anlayış Balkanlar’da ki son
müttefik olan Arnavutluk’un da kaybedilmesine yol açmış Osmanlı’nın iyice yalnız kalmasına neden olmuştu.
Aslında her biri Osmanlı’nın birer Eyaleti
olan bu devletçiklerin her birinin ayrı, ayrı büyük rüyaları vardı. Büyük Arnavutluk, Büyük
Sırbistan, Büyük Bulgaristan ve Yunanistan’ın
Megalı idea hayalleri büyük devletlerin
Makedonya’nın parçalanması için ihtiyacı olan
motivasyonu sağlıyordu.
Savaş için Büyük Devletlerin ve Küçük Devletçiklerin siyasi arzularının yanı sıra ekonomik gerekçeler de hazırdı. “Toprak açlığı olarak
3 Nedim İpek, İmparatorluktan Ulus Devlete GÖÇLER
Trabzon 2006 Serander Matbaacılık s.49
4 Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri
Ankara 1999 TTK s:41 tablo
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
57
da ifade edilen demografik büyümeyi karşılayacak topraklara ihtiyaç vardı.”5
16 Ekim 1912’de başlayan savaş sonucunda kısa zamanda Osmanlı dört Balkan Devleti
ile savaşa tutuşmuş ve kısa sürede tüm Balkanlardan çekilmek zorunda kalmış, Yanya’da
Esat Paşa, Edirne’de Şükrü Paşa dışında direnen bir kale kalmamış, Şarköy çıkartmasının başarısız olması ve Edirne’nin de düşmesi
üzerine 30 Mayıs 1913’de büyük devletlerin de
baskısıyla Londra Barış Anlaşması imzalandı.
Osmanlı’nın Avrupa sınırı artık Midye – Enez
Hattıydı.
Balkan Devletleri için zafer o kadar hızlı ve
şaşırtıcı bir şekilde gelmiş ve hiç beklemedikleri bir ganimet kazanmıştılar ki, kısa sürede bu
ganimeti üleşme kavgasına tutuştular, işte bu
sayede Osmanlı ordusu büyük devletlerin itirazlarına karşın ileri harekât yaparak Meriç’e
kadar ilerliyor hiç değilse imparatorluğun eski
başkenti olan Edirne’yi geri alıyordu.
Ancak Meriç’in batısında kalan milyonlar
şimdi Ruslardan öğrenilen kaçırma taktiklerinin açık hedefi halindeydi ve yeni bir göç dalgası için her şey hazırdı.
Bu savaş sonucunda İlhan Tekeli’ye göre
Balkan Savaşları’ndan sonra 640.000 kişi
Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştı.6
Final; Mübadele ve Ulus Devletin İnşası
1912 Balkan Savaşı, Osmanlı’nın ve kısmen
Türklerin Rumeli’den atılması ile sonuçlandı,
5 H. Yıldırım Ağanoğlu, a.g.e s, 48
6 H. Yıldırım Ağanoğlu, a.g.e s, 94
58
İstanbul Barosu Yayınları
ancak Türkler için savaş daha 10 yıl sürecek,
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından işgal edilen son kale Anadolu’nun kurtarılması süreci
“ulus devletin” inşası için gerekli bilinç ve alt
yapıyı sağlayacaktı.
Birinci Dünya Paylaşım Savaşı sırasında Ermeni çetelerinin tutumu Müslümanlar
da ulusal bilinçlenmeyi arttırırken tehcir ile
Anadolu’dan gönderilmeleri de ulus devlet için
gerekli alt yapıyı kısmen sağlamıştı. Yine Rum
tüccarların daha Balkan Savaşları sırasında
Yunanistan’a verdiği maddi katkı ve bilhassa
işgal bölgelerinde ki Rumların Yunan Ordusuna katılmaları Müslüman kitle üzerinde etki
yaratarak milli hislerde uyanmaya yol açtı,
Balkan Savaşı ile gelen muhacirler de ulus
devletin inşası için önemli bir adım oluşturuyordu.
1922 yılında Anadolu’dan çekilen yalnızca
Yunan Ordusu değildi, gerek işgal ordusu ile
işbirliği yapan Rumlar, gerekse tepkiden çekinen Rum cemaati de Anadolu’yu terk ediyordu.
Kemal Arı bu rakamı 850.000 olarak veriyor.7
İşte Lozan Görüşmeleri başladığında ortada böyle bir yakıcı sorun bulunuyordu. Zaten
görüşmelerde ilk imzalanan sözleşmenin de
Nüfus Mübadelesi sözleşmesi olması bunu kanıtlıyor.
Bu sorunun çözümü için ‘dâhiyane’ Öneri
Doktor Nansen’den geldi; Zorunlu Nüfus Mübadelesi
Bu öneri doğrultusunda iki milyon Orto7 Kemal Arı, Büyük Mübadele, Makale http://www.
lozanmubadilleri.org.tr/arastirma_kemalari5.htm
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
59
doks ve Müslüman karşılıklı olarak yer değiştirecekti; Büyük devletlerin dayatması ve gerek
Türk, gerekse Yunan tarafının homojenleşme
isteği sonucu inanılması güç bir insan takası
gerçekleşti.
Ve bu büyük göçün diğer göçlerden en
önemli farkın bunun bir anlaşmaya dayanması ve “planlı” olmasıydı. Bu özel durum terminolojik bir ayrımda doğurdu;daha önce gelenlere ‘muhacir’ denirken, bu anlaşmaya tabi göç
etmek zorunda kalanlara ‘mübadil’ adı verildi.
Ne var ki tablo iç açıcı değildi, Yunan işgali
görmüş bölgeler yakılıp yıkılmış, Rum mübadillerden kalan evlere savaşta evi barkı yıkılan
yerli ahali yerleşmişti ve yeni yerleşim alanlarının inşası için yeterli bir zaman yoktu.
İşte bu zorluklar üzerinde gerçekleştirilecek
olan ‘Büyük Mübadele’ dönemin önde gelen mizah dergilerinden olan Karagöz Mecmuası’nda
geniş yer buldu.
Karagöz:
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ali Fuat
Bey tarafından yayımlanan mizah dergisidir.
10 ağustos 1908’den başlayarak 1. Dünya Savaşının sonuna kadar yayınını sürdürmüştür.
Tanzimat Döneminin Diyojen ve Hayal gibi
dergilerin modeline bağlı kalmakla birlikte geniş bir okur kitlesine seslenebiliyordu.
Başyazarlığını sırasıyla Mahmut Nedim
Bey, Baha Tevfik ve Mahmut Sadık Yapmıştır.
Kurtuluş Savaşı döneminde Burhan Cahit yönetmiştir.
Ali Fuat Bey’in ölümü üzerine varisleri ta-
60
İstanbul Barosu Yayınları
rafından CHP’ye satıldı. 1935’ten sonra bir
süre Sedat Simavi yönetimi altında yayınlandı.
1950’li yıllarda gene CHP yayın organı olarak
yayınlandı. Ratip Tahir’in karikatürlerine yer
verildi.8
Yaşanan Göçler ve Sonuçları
Giriş bölümünde sıralanan savaşlar ve doğurduğu göçler, imparatorluğu bir asır boyunca iskân ve muhacirin meselesi ile uğraştırmış
ama imparatorluk “hiçbir yerde ne siyasi ve
iktisadi ne de içtimai” hiçbir başarı gösterememiş ve “yüzlerce insan ile milyonlarca paranın”
kaybedilmesine sebep olmuştur.9
93 Harbi ve balkan Harbini müteakip
Rumeli’den Anadolu’ya geçen iki milyon İslam
uygun iklim ve zirai şartlara göre iskân edilmediğinden %80’i “mahv ve helak” olmuştur.10
İşte bu göç dramları belleklerde iken yeni
kurulan devlet yeni bir göç gerçeğiyle karşı
karşıya kaldı. 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan sözleşme ve ek protokolle Yunanistan’dan
gelecek 500.000 Müslümanın yanı sıra,
Anadolu’da kalan bir o kadar Rum’un gönderilmesi sorunu da vardı.
Toplamda iki milyon insanın yerini, yurdunu terk etmek zorunda kalacağı bu sürece kısaca “mübadele” denildi ve “Büyük Mübadele”,
8 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi
9 Esat Halil Ergelen , “İskân ve Teavûn Cemiyeti Umumi
Kongre Mübadele Encümeni Mazbatası” Başlıklı Bildiri
“Balkanlar orada kalanlar & oradan gelenler “, Samsun
Mübadele Derneği Yayını 2010 Samsun s. 131–136
İnternet erişimi: http://www.lozanmubadilleri.com/
haberdetay.asp?ID=2313
10 Esat Halil Ergelen a.g.b
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
61
“Lozan Nüfus Mübadelesi” gibi isimlerle adlandırıldı.
1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren başlaması
öngörülen “büyük mübadele” ancak “15 Ekim
1923 tarihinde Midilli Adası mübadillerinin
hareketi “11 ile fiilen başlayabildi.
Gündeme geldiği andan itibaren basında geniş yer bulan mübadele sorunu, mübadillerin
anavatana ayak basmaları ile birlikte dönemin
basınının yanı sıra mizah dergilerinde de geniş
yer buldu. Basında yer alan Mübadele, İmar
ve İskan Bakanlığınca yapılan açıklamalarda
mübadele sürecinde herhangi bir aksama görülmezken, basında çıkan haberler geldikleri
yerlerden başlamak üzere, iskan edilecekleri
yerlere gidinceye kadar yaşadıkları sorunlar
kamuoyunun ve mizah dergilerinin dikkatinden kaçmamaktaydı.
Burada göreceğiniz örnekler Karagöz Dergisinden alınmış ve Karikatür BAŞLIKLARI ile
resim altı yazıları örneklerdeki farklı font ve
puntolarla günümüz alfabesine dönüştürülmüştür.
İlk kafilenin ulaşması kamuoyunda bir sevinç haavasının esmesine neden olmasına rağmen , “geldikleri yerlerde bıraktıkları taşınmaz
malları ile ilgili tasarruf haklarının açık bir şekilde belli olmaması karşısında kamuoyunun
bu konudaki hassasiyetini ve endişesini ‘ilk
hata’ başlığı ile İleri Gazetesi başyazısında şu
şekilde ele almaktaydı: ‘Bu mübadele-i ahali
meselesindegalip Türkiye mağlup, mağlup Yunan galip çıkıyor…. Zavallı muhacirlere karşı iyi
hareket edemiyoruz. Bunların Huhuk-u tasar11 Mübadelenin Mazlum Misafirleri, s.153
62
İstanbul Barosu Yayınları
ruflarını muhafaza edemiyoruz…” 12
İleri Gazetesinin bu tespitini destekleyen bir
karikatüre Karagöz Dergisinde de rastlıyoruz.
Dergi gelen Türkler ile giden Rumları kıyaslamaktadır
GİDENLER - GELENLER
13
Karagöz: Gelen muharicimizin şu sefaletiyle,
gidenlerin şu halini gördükçe Yunanla yaptığımız muharebede biz altta kaldık sanıyorum!
Karşılaşılan tablo aslında beklenilen bir tabloydu, Umumi Kongre Mübadele Encümeni
Mazbatası’nda “yarım milyondan az olmayacak bir kitlenin çok zor şartlarda ve kısa sürede mübadele edileceği ve hükümetin bu konuda gereken fedakârlığı göstereceğinden şüphe
12 Mübadelenin Mazlum Misafirleri, s.156
13 Karagöz 3 Zilkade 1340
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
63
duyulmadığı belirtilerek sürece vatandaşında
katılması gerektiği şu cümlelerle vurgulanmaktaydı: “Böyle umumi felaketlerde memleket mesailinde her ferdin Allahına ve vicdanına
karşı bir vazifesi ve bir mesuliyeti vardır...” denilerek işin yanlızca devlete bırakılamayacağı
ve bunun adil de olmayacağı söylenerek. “...
Bağrı yanık vatanı yedi düvelin hasis ve kanlı
pençesinden kurtaran bu millet on seneden beri
alçak bir düşmanın zulüm ve itisafı (haksızlığı) altında inleyen ve kanlı gözyaşı döken din
ve ırk kardeşlerine....” kucak açacak ve şefkat
gösterecek ve dertlerine çare arayacaktır .”14
Önceki deneyimlere dayanan bu öngörünün
gerçekleştiğini yine İleri Gazetesinin başyazısından anlıyoruz. “… sevk olundular. Bu sevk
sayesinde Yunan mezalminden kurtuldular…
Malum olduğu üzere muhacirler taşınır mallarını yanlarında getirebileceklerdi. Oysa Muhacirleri Yunanlılar soyarak, çalarak çırılçıplak
gönderiyor…”15
Bu beklenti ve gerçekleşen manzara ile örtüşen bir karikatüre yine Karagöz Dergisinde
rastlıyoruz, gelenlerin durumunu gözler önüne serilirken hem Tevfik Rüştü Bey’e soruna
sahip çıkması için hem de vatandaşın sürece
destek katkı vermesi için bir kamuoyuduyarlılığı yaratılma gayreti de bu karikatürde açıkça
hissediliyor:
14 Esat Halil Ergelen a.g.b
15 Mübadelenin Mazlum Misafirleri, s.153
İstanbul Barosu Yayınları
64
MUHACİRLER NASIL GELİYOR!
16
Mübadele Memuru: Buraya gelirken hiçbir
şey getirmedin mi ?
Muhacir: Getirdim sırtımda iki süngü yarası!
16 Karagöz 20 Eylül 1340
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
65
MÜBADELE SÜRECİNDE YAŞANAN
SORUNLAR:
Dünyada ilk kez insanlık bir mal gibi değiş
tokuş edilirken elbette doğasına aykırı bu işlem nedeniyle kayıplar yaşanması beklenmekte ve bu kayıpları en aza indirecek önlemler
alınmaktaydı. Bu süreçte “Bindirme yükleme
iskeleleri ile indirme boşaltma iskeleleri arasında ölenlerin toplam sayısı 269’du, Bunlardan ayrı olarak, 9 kişi vapurdan indirilip misafirhaneye götürülüşleri sırasında, 870 kişi de
misafirhanelerde ölmüştü. İskan edilişlerinden
sonra yaşamını yitirenlerle birlikte ölenlerin
toplam sayısı ise 3819’du.”17
MİSAFİRHANELER:
Mübadiller ülkeye adım attıklarına gündeme
gelecek ilk sorunun geçici barınma ve iaşe sorunu olduğu aşikardı. Bu nedenle Türkiye’nin
değişik noktalarında iskan edilecek mübadillerin bu noktalara ulaşıncaya dek geçici olarak
ağırlanacakları misafirhaneler kurulmuştu.
Bu amaçla iki tür misafirhane açılmıştı. İlki
Tahaffuzhane denilen ve mübadillerin temizlenip karantinaya alındığı ve eşyalarının etüvden geçirilerek dezenfekte edildiği yerlerdi. En
ünlüleri İstanbul Tuzla ve İzmir’de ki Klazumen misafirhanesiydi. İkinci tür misafirhaneler ise iskan noktalarına geçerken misafirlerini
ağırlayacak olanlardı. Buralarda en fazla üç
gün konaklanacaktı fakir olan mübadillerin
17 Kemal Arı, Büyük Mübadele, s.93
66
İstanbul Barosu Yayınları
ihtiyacını Hilal-i Ahmer (Kızılay) karşılayacak
diğerleri kendi masraflarını kendileri karşılayacaktı. Misafirhanelerde devlet sabahları çay,
akşamları ise çorba veriyor ancak iskan noktalarında yeterli ev olmaması nedeniyle öngörülen üç günlük süre sık sık aşılyor ve gayri
insani manzaralar döğuyordu.
Tüm bu sıkıntı ve veriler ikinci tip misafirhanelerin mübadiller arasında en popülerlerinden birisi olan “Ahırkapı Misafirhanesi”nin
Karagöz dergisinde işlenmesine yol açmıştır.18
Maşallah hepsi turp gibi!
19
Gazeteciler: Yahu polis efendi, aç şu kapıyı da
muhacirlerimiz ne haldeler bir görelim, anlayalım!
18 Bu misafirhanede, 1925 yılının Şubat ayının başına
kadar, revire müracaat ederek 512 kişi tedavi olmuş,
49 kişi yatırılarak tedavi edilmiş, 6 kişi sevk edilmiş,
3 kişi ise vefat etmiştir. Aktaran Eda Özcan- ÇTTAD
IX/20-21, (2010/Bahar-Güz)
19 Karagöz 23 C.ahir 1342
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
67
Polis: Ne bakacaksınız a canım, maşallah hepsi turp gibi sapa sağlam yiyip, içip yan geliyorlar!
İAŞE
Mübadele’de karşılaşılan/karşılaşılacağı bilinen bir sorunda iaşe sorunuydu. “İaşe Talimnamesi” 25 Kasım 1923 tarihinde çıkarıldı20.
Bu tarihe kadar 1921 yılında Yunan işgali nedeniyle iç bölgelere göç edenler için kullanılan
nizamname uygulanmıştır. Mustafa Necati’ye
göre bu durumda göçmenlerin iaşesi ancak
yarım okka ekmekti, bu ise “göçmenleri öldürmek” demekten başka bir şey değildi. Yeni talimname ile artık göçmenlere sıcak yemek ve
katık vermek yoluna gidilmişti.
Hükümetin aldığı tedbirler, Hilal-i Ahmer ve
diğer yardım kuruluşlarının çabalarına karşın
dergide muhacirlerin doyurulmasına ilişkin
sıkıntılar yaşandığını görüyoruz, bakın açıkta
sersefil kalan muhacirlerin iaşe sorunu karikatürlere nasıl yansımış:
20 Kemal Arı, Büyük Mübadele s.103
İstanbul Barosu Yayınları
68
Ev Değil Lokma
Karagöz: Hey muhacir
baba vilayete yine başını
sokacak bir ev istemeğe
mi geldin?
Muhacir: Yok Karagöz
Çelebi ondan vazgeçtik
karnımızı doyuracak lokma almağa geldik!
21
Muhacirlerimizi Böyle mi bırakacağız!
22
21 Karagöz 4 C.ahir 1340
22 Karagöz, 4 Muharrem 1342
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
69
Karagöz: Hey baba bu kadar kişi böyle yıkık bir
dam altına sığar mı!, Size emval–ı metrûkeden
bağ, bahçe, ev vermediler mi?
Muhacir: Biz ondan vazgeçtik Karagöz Ağa, biraz yemlik ve yemeklik bile vermediler daha üç
gün böyle beklersek acımızdan öleceğiz!
BARINMA SORUNU
Yaklaşık
500.000
Türk
mübadilin,
1.500.000 Rum ve Ermeni emval-î metrukesine yerleştirilmesi konusunda bazı sorunlar
vardı ve bu sorunların başında, gelenlerin mal
varlığının yüzde sekseninin köylerde, gidenlerin ise mal varlığının neredeyse bu oranlar da
kentlerde olmasıydı.23
Daha önemlisi “savaşın yıkımından ve büyük yangınlardan zarar gören fellaketzedeler,
harikzedeler ve mülteciler ile devlet memurları, subaylar, doğu vilayeti göçmenleri ve kimi
fırsatçılar tarafından, Rumların Türkiye’yi
terk ederlerken bırakmış oldukları mallar sorumsuzca işgal edildi. Rumlardan kalan evler,
bağlar, bahçeler ve diğer taşınmazların büyük
kısmının böyle bir saldırıya uğraması yanında,
hükümetin yanlış uygulamaları sonucunda,
önemli bir kısmı da gereksinimi olan yerli halka kiraya verildi.”24
Bu nedenle tüm bu olumsuz tablonun doğurduğu sonuçlar Karagöz Dergisinde işlenen
konular arasında olmuştur.
Bu nedenle ilk gözümüze çarpan işgal altında olan emval-i metrukeye ait karikatürler
oluyor;
23 Esat Halil Ergelen a.g.b
24 Kemal Arı, Büyük Mübadele s.115
İstanbul Barosu Yayınları
70
Muhacirlerimiz Nerelerde?
25
Karagöz: Ağam böyle sokaklarda ne sürünüyorsun, hükümet sana emval-î metrukeden bir
yer göstermedi mi?
Muhacir: Gösterdi Karagöz çelebi gösterdi ama
bütün emval metruke evlerine memurlar yerleşmiş. Bizim rahatımız için hiç onlar keyiflerini
bozarlar mı?
25 Karagöz, 7 Zilhicce 1342
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
71
Emval Metrukeyi Bekleyenler
Karagöz: Yahu kaç gündür sizi bu köşede görüyorum. Daha bir eve yerleşemediniz mi?
Muhacir: Ne yapalım Karagöz Çelebi, bizden evvel
bizim evlere yerleşenlerin
keyfini bekliyoruz, ne zaman gönülleri olup çıkarlarsa başımızı sokarız.
26
Meğer Ne Kolaymış
Karagöz: Yahu açın şu kapıyı kaç gündür bu biçareler burada can veriyorlar.
Bakın şunların çaresine.
Muhacirin Memuru: Beklemesinler a canım, ölmediler ya Ankara’ya yazacağız cevap alacağız, deftere
kaydedeceğiz, vilayete soracağız, boş bina arayacağız, komisyona havale edeceğiz, kararı aldık mı kendilerine tebliğ edeceğiz!!!!
27
26 Karagöz, 19 Reb.evvel 1342
27 Karagöz 19 Reb.ahir 1342
72
İstanbul Barosu Yayınları
“Evlerin boşaltılmasında şöyle bir sıra izlenecekti: İhtiyacı olmaksızın bir evi işgal edenler, kendi gereksiniminden fazla genişlikte
evde oturanlar, subaylar ve memurların işgal
etmiş oldukları evler, düşkünler ve fakirler ile
felaketzede ve sığınmacıların oturdukları evler
… göçmenler geldikçe, sırayla boşaltılacaktı…
Fuzuli olarak terk edilmiş malları işgal edenler, uygulamanın dışında kalmak için kendilerine ya bir sıfat yakıştırdı yada hak iddasında
bulundular; bu nedenle tahliye işlerini gerçekleştirmekle görevli komisyonlar ve memurlar
büyük zorluklarla karşılaştılar. Herhangi bir
eve mübadele göçmeni yerleştirilmeden önce,
fuzuli işgalden arındırılan ev, büyük bir olasılıkla evi boşaltan kişi yada kişilerce tahrip
ediliyordu.”28
Oluşturulan kamuoyu baskısı ile işgal altındaki emval-i metrukenin tahliyesinin sağlanmasına karşın karşılaşılan yıkıcı tablo Karagöz dergisinde böyle çizilmektedir.
28 Kemal Arı, Büyük Mübadele s.119
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
73
Emval Metruke Nasıl Tahliye Ediliyor
Hacivat: Çok şükür,
hükümet şiddetli davrandı da şunun bunun elinde
kalan emval metrukenin
tahliye edilip muhacirlere verilmesine muvaffak
olundu.
Karagöz: Evet ama
evleri de penceresine çerçevesine varıncaya kadar
tahliye edildi, artık giren
muhacir varsın hayrını
görsün
29
Daha önce yaşanan göçlerde karşılaşılan
sorunlar bu kez farklı ve yeni bir örgütlenmeyi zorunlu kılıyordu. “Beş yaşında muhacirlik
görmüş olan” Tunalı Hilmi Bey’in önerisine
Mustafa Necati Bey ve Recep Bey’in verdiği
destek ve uzun görüşmeler sonucunda Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti kuruldu.
Bu vekalete Cumhuriyet’in üç önemli ismi
başkanlık etti, sırasıyla Mustafa Necati Bey,
Celal Bey (Bayar) ve Recep Bey (Peker).
Kurucu Bakan Mustafa Necati Bey parasızlığın yanı sıra bilgi birikiminin de bulunmadığını ifade ederken aslında bu bakanlığı ne kadar
zor bir süreç beklediğininde ip uçlarını veriyordu. Gerçekten de parasal olanakların azlığı ve
sorunun büyüklüğü bu vekaleti hep göz önün29 Karagöz, 16 Reb.evvel 1342
74
İstanbul Barosu Yayınları
de tuttu. Muhalifler için hep hükümetin yumuşak karnını oluşturdu. Belki de bu nedenle “TBMM’de önemli tartışmalara sebep olan
Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti 11.12.1924
tarihli bir kanunla lav edilerek imar ve iskan
işleri Dahiliye Vekaletine devredildiğinde, göçmenlerin büyük çoğunluğu iskan edilmişti.”30
Son iki yüzyıldır yaşadığımız göçleri gözönüne aldığımızda en başarılı organizasyonu
gerçekleştiren vekaletin lav edilmesi Karagöz
Dergisine bu şekilde yansımıştır.
Meşhur Laftır: Eden bulur!
31
Hacivat: İmar İskân Vekâleti lağv oldu ha!
Şunu yapanlardan Allah razı olsun.
Karagöz: Eden bulur Hacivat, yüz binlerce
muhacire yüz binlerce eziyet, işkence icad eden
30 Mesut Çapa, Yunanistan’dan gelen göçmenlerin iskanı
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/812/
10317.pdf
31 Karagöz, 6 Reb.ahir 1343
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
75
bir dairenin en sonunda kendiside muhacir olur
buna şaşacak ne var!
“Bitli muhacir”
Muhacirlik öyle zordur ki, her şeyinizi geride bıraktığınız gibi, insani yaşam standartlarından da yoksun kalırsınız insan gibi yiyemez, giyinemez, barınamaz ve temizlenemezsiniz ve bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak
haliyle bitlenirsiniz de, işte düştüğünüz bu
acınası durum bir süre sonra sizi aşağılayacak
bir deyime dönüşür: Bitli Muhacir!
Gelen kitlenin büyüklüğü ve devlet imkanlarının dar sınırları sivil yardım ihtiyacını zorunlu kılmaktadır bu nedenle İzmir, Samsun
gibi pek çok şehirde yardım kuruluşları sıklıkla yardım toplama kampanyaları da düzenlenmektedir. Bu çalışmaları duyuran bir gazete haberinde “İstanbul’da bar ve tedanslarda
avuç avuç paralar sarf eden münevvar hanımlarımızın nazar-ı dikkatini celb ederiz”32 diyerek bu çalışmaları duyururken bir yandan da
duyarlılığı arttırmaya çalışmaktadır.
Benzeri göndermelere Karagöz Dergisinde
de rastlıyoruz, hem muhacirlere moral veren
hem de vicdanlarda yer açmaya çalışan bir karikatür.
32 Kemal Arı, Büyük Mübadele s.101
İstanbul Barosu Yayınları
76
Hangisi Muhacir
Muhacir: Kuzum hanımım bana çalışacak
bir kapı bulur musun
muhacirim!
Karagöz: Aman Kadınım! Asıl muhacir o,
sorsana bakalım bu
gece yatacağı yeri biliyor mu?
33
Bu örneklere baktığımızda Karagöz Dergisinin mübadillerin gelişi, iaşe ve barınmaya ilişkin sorunlarını karikatürlerine konu ettiğini
onları kamuoyu ile paylaştığını Türk Mübadillere destek verdiğini görmekteyiz, ancak mübadele süreci iki kutupluydu bir de gidenler
vardı, Karagöz onları nasıl gördü birde onlara
bakalım.
Karikatürler de Rum Mübadiller
1 Mayıs 1923’te mübadeleye başlanmasına
karar verilmekle birlikte bu tarihi beklemeyen
33 Karagöz, 18 Şevval 1342
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
77
mübadeleye tabi Rumlar da 1923 yılı başından
itibaren Türkiye’yi terk etmeye başlamışlardı.
26 Mart 1923 tarihinde Türkiye’nin çeşitli limanlarında bekleyen Rumların sayısını Yunan
kaynakları 214.000 kişi olarak vermektedir.
Yani mübadeleye tabi Rumların oranı, mübadele başlamadan giden 1.150.000 Rum’un
%20’sini teşkil etmektedir.34 İşte bu mübadeleyi bekleyen Rumlar’da Karagöz Dergisi karikatürleri içinde yer bulmuştur. Rastladığımız
ilk Karikatür yüzlerce yıldır bir arada yaşayan
halkın ayrılmasını gösteren bir karikatürdür.
İlk İşte gidenlerin Karagöz ile helalleşmesi:
İstanbul Rumları Gidiyor
Rum: Hakkını helal et Karagöz Ağa,
bunca yıl bir toprakta yedik, içtik! Kusur
ettikse unutuver!
Karagöz: Her hakkım helal olsun çelebi ama şu mütarekede çaldığınız Venizelos ve Ayasofya şarkıları hala kulağımı
tırmalıyor!
35
34 C. Zengin Aghatabay, Mübadelenin Mazlum Misafirleri
s.221
35 Karagöz 3 Teşrinievvel 1340
78
İstanbul Barosu Yayınları
Mübadeleye tabi Rumların önemli bir kısmı
daha mübadele başlamadan gitmiş olmasına
karşın önemli sorunlar gündeme geldi. İlk sorun, Etabli Sorunu adını alacak olan bu sorunun temel nedeni Türk ve Yunan üyelerin
bu kelimeye farklı anlam yüklemeleriydi. Türk
üyelere göre İstanbul’a 1918 yılından sonra
gelenler mübadeleye tabidir. 1918 yılından
önce gelen ve nüfus siciline kendilerini kaydedenler yerli yani etablisdir. Yunan üyelere göre
ise 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’a gelen
herkes yerli sayılmalıydı.
Yunanistan’ın daha mübadele başlamadan
bir milyonluk bir kitleyi barındırmak zorunda
kalması onu bir takım gayrı hukuki yollara
zorlamaktaydı. Yunanistan 1912 yılından önce
Yunanistan’ı terk eden Türklerin ve mübadele
dışı bırakılan Batı Trakya Türklerinin taşınma
malları üzerinde keyfi tasarruflarda bulunması ve bu duruma artan kamuoyu baskısı nedeniyle Türkiye, Mukabele-i Bilmisl Kanununu
19 Ocak 1925 tarihinde yürürlüğe koydu.36 Bu
durum gerek İstanbul’un etablis statüsü olmayan Rumların, gerekse Türk Yunan müzakere
heyetleri için ikinci önemli sorunu oluşturuyordu.
Mübadele sürecinde üçüncü önemli sorun
ise yine etablis sorununa bağlı olarak gelişen
Patrik Arapoğlu’nun mübadeleye tabi tutulmasıydı, iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren bu
sorun sınırdışı edilen Arapoğlu’nun 19 Mayıs
1925 tarihinde istifa etmesi ile sona ermiştir.
36 C. Zengin Aghatabay, Mübadelenin Mazlum Misafirleri
s.247
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
79
Yukarıda sıraladığımız sorunların yansımaları Karagöz Dergisinde aşağıdaki örnekler
şeklinde olmuştur.
Batı Trakya’da ki Yunanlıların Türk taşınmazları üzerine yaptıkları tasarruflar, durumu
tartışmalı olan etablis statüsü netleşmemiş İstanbul Rumları artık hem Mukabele-i Bilmisl
Kanunu ile hükümetin hem de Türk basınının
hedefindedir:
Kısasa Kısas Başlayınca
37
Rum: Ah vire diyavlo! Ben bu apartmanı para
kazanmis öyle yapmis! Simdi Türk’e mi virezek!
Karagöz: Ağız yapma çorbacı, Yunanistan’
da ki Türkler yedi ceddinden kalma mallarını,
mülklerini Yunan hükümetine gönül rızasıyla
verdiler haydi söylenme in aşağıya da aç kapıyı, seni atıp evini muhacirlere vereceğiz!
37 Karagöz, 7 Cem.ahir1343
İstanbul Barosu Yayınları
80
İstanbul’da mübadeleye tabi Rumların sayısı 15.000 olarak tahmin edilmekteydi. Karma
Mübadele Komisyonu bunlara ait taşınmazlara
satış yasağı getirmişti, ancak Mübadeleye tabi
İstanbul Rumlarının tesbit çalışmasını yürüten komisyonun başkanı Vali Vekili Ali Haydar
Bey’e göre bu rakam 100.000 olarak tahmin
ediliyordu.38
İş bu denli zorlu olunca İstanbullu mübadeleye tabi Rumların gönderilmesi oldukça
zaman almıştı. Üstelik bu süreçte genç Cumhuriyet yalnızca mübadele ile uğraşmıyordu,
bir taraftan devrimleri lanse ederken, diğer
yandan da Şeyh Sait İsyanını bastırmaya çalışıyordu. Aşağıdaki karikatür adeta mevcut
durumdan umutlanan gitmek istemeyen İstanbul Rumlarını idareye hatırlatmaktadır.
Unutmayız Merak Etmeyin
Mübadeleye tabi Rumlar: Oh vire Türklerin
basinda var sok is. Onlar unutmus bizi
Karagöz: Nafile keşiş
efendi, nafile usta Barba! Türk öyle akıllandı
ki sizi değil, sizin yedi
göbek sonraki neslinizden gelecek fenalığı bile
unutmaz! Haydi, bakalım toplayın pırtınızı.
39
38 Zengin Aghatabay, Mübadelenin Mazlum Misafirleri s.231
39 Karagöz, 18 Şaban 1343
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
81
Gitmem Demek Para Etmez
40
İstanbul Rumları: Biz burada kazandık ev
bark kurduk. Ne yapsanız nafile şuradan şuraya kıpırdamayız.
Karagöz: Çare yok Aftos efendiler, sizi biz affetsek bile şehitlerin ruhu, gazilerin kanı affetmez. Size yaranmak için onları mı darıltacağız!
Gitmek istemeyen mübadeleye tabi Rumların bir kısmı, kimi Türklerin de yaptığı gibi
başka ülkelerin tabiiyetine geçerek mübadele
dışı kalmaya çalıştı ve bunu başardı. İşte bu
durum Karagöz’de aşağıdaki karikatürle anlatılmış.
40 Karagöz, 20 Eylül 1340
İstanbul Barosu Yayınları
82
Rum Ermeni Kaçaklar Nasıl Geliyor?
Polis: Hani Pasaportun?
Ermeni: İşte
41
Ona göre mübadelenin manası
İstanbullu Rum: Ah
vire Hristo, sen biliyorsun işini buradan gidersen muhacir diye,
alırsın Yunanistan’da
Türklerin malını olursun orada Yunanlı,
döner buraya alırsın
kendi malını!
42
41 Karagöz, 2 Recep 1343
42 Karagöz, 20 Şevval 1343
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
83
Gitmek istemeyen İstanbul Rumları
43
Karagöz: Amma iş ha! Kapıdan koğsam bacadan geliyorlar yahu!
Hacivat: Asıl sanatları Karagöz. Bilmez misin
yavuz hırsız ev sahibini bastırır.
Lozan Barış görüşmeleri sürecinde Patrikhane önemli bir sorun oldu gerek bu süreçte
gerekse sonrasında Patrikhane Karagöz Dergisi çizerlerinin hedefindeydi.
43 Karagöz, 8 Ramazan 1342
İstanbul Barosu Yayınları
84
Türk Yunan Barışmaklığı
Karagöz: Nafile
bize elini uzatmağa
çalışma ….* efendi
arkandaki
papaz
eteğini çekdikçe biz
seninle el ele veremeyiz!
44
Uçtu, uçtu bir papaz uçtu
45
44 Karagöz, 13 Şevval 1343
45 Karagöz, 13 Recep 1343
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
85
Yunanlı: Ah vire, bizim papas ucmus orada,
gelmis burada! Sekezeğim kılıcımı yapacağım
muharebe?
Karagöz: Aman çorbacı acele et. Şu topun ağızını görüyorsun ya, bir kere kızışdı mıpapasın
peşinden keşişini de, barbasını da, mikrosunu
da, Aftosunu dahepsini fırlatır atar! Aklını başına al yoksa seninde halin dumandır ha!
Türk tarafı Lozan’da Patrikhane’nin kaldırılmasını istemiş ama istediği desteği müttefiklerden bulamadığından Lord Curson’un
siyasi meselelerle meşgul olmaması şartıyla
İstanbul’da kalması teklifini kabul etmişti.46
Ancak Patrik Gregorios’un yerine Konstantin Arapoğlu’nun atanması ve bu kişinin
Anadolu’da doğmuş olması ve 30 Ekim 1918
tarihinden sonra İstanbul’a gelmiş olması
“etablis” değil “mübadil” olarak değerlendirilmesine neden oluyordu.
17 Aralık 1924 tarihinde Başpapazlığa atanması ile başlayan sorun kısa sürede uluslararası boyut kazanmış ve 30 Ocak
1925 günü Selanik trenine bindirilerek
Yunanistan’a gönderilmesi47 ile zirveye ulaşmış ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir işte
bu olay Karagöz Dergisine yukarıda ve aşağıda yeralan karikatürler olarak yansımıştır.
[Türk Yunan ilişkilerinin dalgalı seyrinden etkilenen Patrik Araboğlu’nun kemikleri 86 yıl
sonra üçüncü iyileşme döneminde geri getirilerek Balıklı Meryem Ana Rum Ortodoks
46 Cahide Zengin Aghatabay, Mübadelenin Mazlum
Misafirleri Mübadele ve Kamuoyu 1923-1930 , İstanbul
2009, Bengi Yayınları.
47 Cahide Zengin Aghatabay, a.g.e
İstanbul Barosu Yayınları
86
Manastırı’nda yatan diğer patriklerin yanına
gömülmüştür.]
Yunan Hazırlanmış Ama Vazgeçmiş
48
General:
Asker…
Türklerle
muharebe ihtimali var, nasıl hazırsınız değil mi?
Karagöz: Hazır, hazır, hepsi hazır. Baksana
hepsinin paçası bağlı, tabanı yağlı ama sen ihtiyaten onlara birer temiz fistan daha versen
fena olmaz.
Türk Yunan Barışı
1926 yılına gelindiğinde Yunanistan’ın
Türk taşınmazları üzerinde yaptığı tasarruflara, Mukabele-i Bilmisl Kanunu ile yanıt verilesi Yunanistan’da telaşa neden olmuştu. Gayrı
mübadillerin taşınmaz malları üzerindeki sorunu çözmek için Saraçoğlu Şükrü Bey liderli48 Karagöz, 20 Recep 1343
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
87
ğinde bir heyet 22 Nisan 1926’da Atina’ya gitti,
6 haziran 1926’da yurda döndüğünde Yunanlılarla kağıt üzerinde anlaşıldığını izah ediyordu. Yapılan görüşmeler sonucunda tarihe “Atina İtilafnamesi” olarak geçecek olan anlaşma 1
Aralık 1926 tarihinde iki ülke heyetleri tarafından imzalandı ve 5 Mart 1927 günü TBMM’ce
onaylandı.
Ancak Yunanlıların işi kağıt üzerinde bırakması ve etabli sorunu konusundaki tartışmalar
ile tansiyon zaman zaman yükselmiş, kimi zaman Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumlarının mübadelesi dahi gündeme gelmiş gerginlik
yeni atanan Yunan Sefiri Polihroniyadis’in yeni
tekliflerini Türk Hükümetine sunması ile görüşmelere yeniden başlanmıştır.
Bugünlerde Venizelos: ”Arzum Türkiye ile
Yunanistan arasında mevcut muallak meseleleri halletmek ve iki memleket münasebatını
en dostane hale koymaktır” demekteydi. İsmet
İnönü de hatıralarında bu konuya özellikle değinerek Venizelos’un bu konudaki tutumunu
şu sözleri ile dile getirmektedir. “İtilaflı devrede Mösyö Venizelos, iki memleket arasında
ciddi bir sulh tesis etmesi için bizim gayretlerimize samimi bir arzu ile çarşılık vererek
çalışmıştır.”49
Atina İtilafnamesi‘nin uygulamasından doğan sorunların halledilmesi için Türkiye ile
Yunanistan Hükümetleri arasında 10 Haziran 1930 tarihinde Ankara’da imza edilen ve
17 Haziran 1930 tarih ve 1725 sayılı kanunla
49 Zengin Aghatabay, Mübadelenin Mazlum Misafirleri
s.275
88
İstanbul Barosu Yayınları
yürürlüğe giren Ankara Sözleşmesi mübadele
işlerine kesin çözüm getiriyordu.50
Türk Yunan Barışı kurulmaya çalışılırken
gözönüne gelen unutulmasına imkan olmayan
10 yıl ile 100 yıldır bir türlü sona erdirilemeyen sürtüşme ortamıydı. İşte bu belleklerde ki
negatif hatıralar karikatürlere de yansıyordu.
Türk Yunan Dostluğu Başlamış
51
Yunan Murahhası: Teşekkür ederim Hariciye
Vekili Bey, aramızda tam barışıklık oldu. Artık
birbirimizin elini dostça sıkar güzel güzel yaşarız.
Karagöz: Güle, güle (okunamadı) fakat giderayak
şu afyon kutusundan bir nefeslik al. İmzaladı50 Zengin Aghatabay, Mübadelenin Mazlum Misafirleri
s.276
51 Karagöz, 6 Zilhicce 1343
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
89
ğın muhaddimeye sadık kalmanız için ara sıra
Afyon’u hatırlamanız fena olmaz zannederim.
Türk Mübadiller Yeniden Karikatürlerde
Karagöz Dergisini incelediğimizde ilk karikatürler Türk Mübadillerin yaşadığı zorluklar
ve onların sorunlarına toplumun ve hükümetin duyarsızlığı işlenmiştir. Bir süre sonra karikatürlere konu olan mübadil grubu Rumlar
olmuştur. Aradan üç yıl geçmesine karşın sorunların halledilememesi Türk Mübadillerin
yeniden dergiye konu olmasına yolaçmıştır.
Türk Mübadillerin sorunlarının aktarılması açısından en önemli nedenin Şeyh Sait
Ayaklanması sonrası çıkarılan “Takrir-i Sükun
Kanunu” sonucu muhalefet şartlarının zorlanması ile açıklanabilir, gerçekten de ayaklanma
bastırılıp ortam biraz rahatlayınca Türk Mübadillerin sıkıntıları yeniden ifade edilebilmeye
başlamıştır. 1927 yılında yayınlanan bir karikatürde bir mübadilin hala dağ başında bir
çadırda yaşadığı ve iskan sürecinin sıkıntılı
olarak yaşandığı vurgulanmaktadır.
Son dönem karikatürlerinde dikkat çeken
iki unsur vardır; birincisi mübadelenin boyutları fark edilmiştir ve sorunun büyüklüğü
vurgulanmakta işlerin ağır işlemesinin anlaşılabilir olduğu vurgulanmakta, ikincisi ise artık
karikatürler Latin Alfabesi ile anlatılmaktadır.
Alttaki karikatürde beş yıl geçmesine karşın sorunun halledilemediği ancak kapsamının büyüklüğü nedeniyle bu sürecin aslında
iyi gittiği vurgulamaktadır.
İstanbul Barosu Yayınları
90
52
53
Son söz yerine
Gerçekleştiği dönemde mübadele gündemi
oldukça meşgul etmiş; gazetelerden, mizah
52 Karagöz, 29 Birincikanun 1929
53 Karagöz, 2 İkincikanun 1929
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
91
dergilerine kadar dönemin basılı medya araçlarında geniş yer almıştır. Mübadelenin ikinci
kez ülke gündemine gelmesi ( Lozan Mübadilleri Vakfı ) kurulması sonucu yaptığı çalışmalar sayesinde olmuştur.
Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından yaratılan bu ilgi sayesinde, uluslararsı kamuoyu
mübadeleyi sadece Yunanlıların başına gelen
bir felaket olduğunu zannederken yapılan çalışmalarla Türklerinde bu süreçten etkilendiğinin fark edilmesi sağlanmıştır.
Bir başka farkındalık ihtiyacı da Türk kamuoyunda ortaya çıkmıştır. Sadece bu panelden bir hafta öncesinde Türk medyasında yaptığım bir taramada mübadillerle ilgili 3 olumsuz54 ve doğru olmayan habere rastlanmıştır.
Türk Mübadiller Yunanlı kaderdaşları gibi
örgütlenemedikleri ve çalışmalarında bir devlet desteği sağlayamadıkları için kendilerini
anlatmakta çok geç kaldıkları gibi çok iyi de
anlatamamışlardır, bununla birlikte Lozan
Mübadilleri Vakfı’nın gündeme getirmesiyle
birlikte mübadele konusu ile ilgili on yıl içinde onlarca kitap, belgesel, film vb çalışmalar
gerçekleşmiştir.
Karagöz Dergisi Mübadelede karşılaşılan
sorun ve olayları karikatürlerine konu etmiştir. Karikatürlerde hem Türk, hemde Rum mübadillere yer verilmiştir. Dergideki karikatürler dönemin mübadeleye bakış açısını yansıtması açısından önemli belgelerdir.
Türk mübadillerin yaşadığı iaşe ve barınma sorunları geniş yer bulmuş ve kimi zaman
54 Örnek olarak: http://www.aksam.com.tr/ baga, -bahceye konanlar - 5353y.html
92
İstanbul Barosu Yayınları
adeta içinde bulundukları durumu unutmaları için onurlandırılmıştır.
Bununla birlikte iskânın uygun zirai veya
iklim şartların gözetilerek yapılıp yapılamadığına veya malların tasfiyesi sürecinde bırakılan malların karşılığının alınıp alınmadığına
veya dil sorunu gibi özgün problemlere ve bölünmüş aile sorunlarına değinilmediği görülmektedir.
Rum mübadillerden yalnızca İstanbul Rumları karikatürlerde yer almıştır. Olumlu bir çizgiye veya sorunlarına rastlanmamış tüm karikatürlerde gitmek istememeleri sorunu işlenmiştir.
Uluslar arası bir boyut kazanan Patrikhane
ve Etabli sorunları da karikatürlere yansımıştır.
Türk Yunan dostluğuna ilişkin çabalar desteklenmekle birlikte hep derin bir şüphe ile bakılmıştır.
Takrir-i Sükun Kanunun etkin olduğu dönemde Türk Mübadillerin sorunlarının aktarılamadığı anlaşılmaktadır.
Mübadele karikatürleri 1924 ile 1929 yılları
arasında dergide yeterince yer almış ve gündemin seyri hakkında okurlarına ve araştırmacılara fikir vermiştir.
Av. Hüseyin ÖZBEK - Değerli konuklar, bir
söz vardır ocakta köz kalmadı, konuşacak söz
kalmadı diye, ama konuşacak epeyce sözün
olduğu anlaşılıyor bu konuda. Şimdi tabii ki
süreç uzadı, ama ben bir şeyi daha söyleyeyim.
1919-1922 arası bir Türk - Yunan savaşı ya-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
93
şandı. Burada saldırgan taraf Yunanistan’dı,
bir ülkeyi işgal etti, Türkiye’yi işgal etti, ama
netice umduğu gibi olmadı. İyonya devleti hayali Küçük Asya Felaketine dönüştü. Mustafa Kemal’in dediği gibi geldikleri gibi gittiler.
Tabii bu Yunanistan’da bir travma yarattı, bir
iç hesaplaşma yarattı. Kralcılar, Venizelistler
gibi bölünmeler oldu. Kendi tabirleriyle Küçük
Asya’nın fethine gelen komutanların bir kısmı
idam edildi. Yunanistan altüst oldu. Ardından
zaten 30 Ocak 1923’teki protokol öncesi fiilen
Yunanistan’a çok ciddi bir nüfusun gittiği anlaşılıyor. Burada bir defa saldırganca komşu
ülkeyi işgal eden taraf, yani Yunanistan var.
Mazlum taraf, ülkesini savunan taraf, yani
Türkiye var. Benim bahsettiğim terazi buydu,
hakkaniyet buydu, ölçülülük buydu. Tabii ki
bir kez daha tekrarlıyorum: Yüzyıllarca yaşadığı toprakları, kuşaklar boyunca anılarının
oluştuğu tarlasının her karşısında, her taşında, her ağacında binlerce anının barındığı bir
yeri terk etmek bir trajedi, bir travmadır, bir
aile travmasıdır, toplumsal kolektif de bir travmadır. Her ailenin bireysel hikayesi olabilir.
Şimdi böyle bir tablo içinde dönem gerçekliğinden uzaklaşılırsa, dönem sosyolojisinden,
dönem iktisadından dünyanın dengelerinden
Türk - Yunan münasebetlerinin hepsinden
arındırıp, soyutlayıp stüdyoda yeniden kurgularsanız sanal tarih çıkar, farklı şeyler çıkar.
Tarih yeniden yazılmaz bu anlamda, ama yeniden değerlendirilir. Şimdi burada bir ölçüsüzlük var. Bir de insanların iki türlü davranışı
olur; bir bireysel, çağdaş bir insanın davranışı
bireyseldir. Dengeleri vardır, dünyaya bakı-
94
İstanbul Barosu Yayınları
şı vardır, aldığı demokrasi kültürü doğrultusunda fert olarak davranır. Bir de kabile, klan
davranışı, aşiret davranışı vardır. Sokakta iki
kişi kavga ediyor. Birey olan, yurttaş olan der
ki, kim haklı, kim haksız bir anlamam lazım.
En azından durun, susun der, müdahale eder,
ayırır, ama kabile davranışıyla davranan bu
benim aşiretimden, öbürü hasım taraf der, Allah ne verdiyse saldırır. Öbürünü hiç dinlemeden belki kendi kabilesinden, aşiretinden olan
karşısında yüzde 100 haklı olsa bile öbürüne
bindirir. Bakın, fark bu.
Şimdi Türkiye’de bu anlamda böyle aşiret
psikolojisi içinde tırnak içinde çağdaş aydınlar
türedi. Aslında bir klan psikolojisiyle hareket
ediyorlar, bir kabile psikolojisiyle hareket ediyorlar, “bizim grup ne derse haklıdır, öbür grup
da ne derse haksızdır” diyorlar. Böyle olmaz,
böyle yurttaş da olunmaz, Türkiye’de demokrasi de inşa edilmez. Mübadele konusunda da
bu ölçüsüzlük, bu sübjektiviteye dikkat çekmek istedik. İstanbul Barosu bundan sonra da
bu tür etkinlikleri düzenleyecektir. Burada elbette ki öncelikle hukuk ve vicdan terazisi olacaktır, bilimsellik olacaktır, hukuksallık olacaktır. Ben tekrar bu anlamda bir toparlama
yapması için Sayın Kemal Arı’ya söz vermek
istiyorum.
Doç. Dr. Kemal ARI - Çok teşekkür ederim Sayın Başkan. Tabii ki saat 14.00’ten beri
buradayız, mübadele konusunu değişik boyutlarıyla ele aldık. Ben kendi konuşmamda
öncelikli olarak tabii ki mübadelenin önemi,
mübadele üzerine yapılmış olan yayınlar ve
Türkiye’de tabii ki özellikle Mübadele Vakfıyla
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
95
birlikte bu konunun gündeme gelişini ele aldım, ardından da mübadelenin tarihsel arka
planını elimden geldiği kadar irdelemeye çalıştım. Sonra çok değerli iki arkadaşım mübadele
konusunu değişik boyutlarıyla irdelediler. Değerli araştırmacı Neval Konuk tabii ki mübadele öncesinde Yunanistan’da kalan Türk mimari
eserlerinin envanterinden hareket ederek bize
bugünkü durumunu verdi. Sonra sevgili Esat
Ergelen de tabii ki Türkiye’nin kendi gülmece
tarihinde veya karikatür tarihinde çok önemli
bir yeri olan Karagöz Dergisinden hareketle bir
medya organının bir tabii ki karikatür sanatının nasıl baktığını irdeledi.
Ben tabii ki bu konunun çok yönlü olarak
irdelenebileceğinin bilincindeyim. Yani genel çerçevenin çok daha ötesine giderek, çok
daha özel boyutlarıyla konunun irdelenmesi
gerektiğinin tabii ki farkındayım. İşte zaman
zaman dile geldi, az önceki karikatürlerde de
gördük, en önemli konulardan bir tanesi envali metrukedir. Yani gerek Yunanistan’a gelen
Ortodokslardan kalan mal varlığı ve gerekse
Yunanistan’dan gelen Müslümanlardan kalan
mal varlığı, bunlarla ilgili tabii ki hem o dönemde yaşanmış olanlar, hem de sonraki süreçte bu mallara ilişkin yaşanmış olanlar, bunun başlı başına irdelenmesi gereken bir konu
olduğunu düşünüyorum.
Bir diğer önemli boyut tabii ki psikolojik boyut, yani kuşaklar üzerinde mübadelenin etkisi ne oldu? Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü aslında bugün de Türkiye’de
belli bir bilinç oluştu bu konuda ve insanlar
kendi köklerini arıyorlar, yani kendi köklerini
araştırıyorlar. Fakat sosyal bilimler açısından
96
İstanbul Barosu Yayınları
konunun başka bir önemi daha var. Bugünkü Türkiye’nin sosyolojik yapısını irdelemek
adına bu tür incelemelerin, araştırmaların çok
önemli olduğunu düşünüyorum.
Şimdi ben mübadeleyle ilgili belki bir sonuç
mahiyetinde de olacak şöyle bir boyuta dikkat
çekeceğim. Az önce de vurguladım, mübadillerin gelmesinden sonra karşılaşılan güçlükler,
yani Türkiye ayağı anlamında bunu söylüyorum. Değerli arkadaşlarım, aslında iki taraf
uzunca bir zaman birbirinden habersiz ve ilgisiz bir şekilde var oldu. Yani Yunanistan’da
tabii ki bu konudaki araştırmalar bizden çok
çok önce başladı ve daha mübadillerin, mübadil dediğimiz tabii bu kapsama giren Ortodoksların Yunanistan’a gitmesiyle birlikte
birtakım anket çalışmaları yapıldı. Sözel tarihçilik dediğimiz araştırmalar yapıldı ve bunlar
birtakım vakıflar aracılığıyla arşivlendi. Küçük
Asya Araştırmaları Merkezinde bunlar tabii ki
uzunca bir zaman korundu ve Türkiye’de -konuşmamın ilk evresinde özellikle vurgulamıştım- ben bunun tabii ki bir bilinçsizlik olduğunu düşünüyorum, yoksa çok özel bir maksat
olduğunu, amaç olduğunu içinde zannetmiyorum. Türkiye uzunca bir süre suya, sabuna dokunmadı bu konularda, yani araştırma
birimleri, üniversiteler bu konuya çok fazla
eğilmedi ve bugün hâlâ da yeterince eğildiğini
söylemek de mümkün değildir.
İşte, yani tarih belgeleri Hüseyin Bey de burada, o da göç konusu üzerine çok araştırmalar
yaptı, yazılar yazdı, başka arkadaşlarımız da
bunu yapıyorlar, arşiv belgeleri tabii yeni yeni
bize ufuklar açıyor. Yani onlar bir şekilde tabii
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
97
ki kataloglara girdikçe ve kullanıma açıldıkça
bize konunun sosyal temelleri üzerinde yeni
açılımlar tabii ki ortaya koyuyor. Yani daha da
ileriye doğru bu konunun çok daha ciddi biçimde ele alınacağını, alınması gerektiğini düşünüyorum. Fakat bir önemli konu var, o da
bu araştırmaları yaparken gerçekten ölçünün
kaçırılmaması, tekrar tekrar altını çiziyorum,
halkların tabii ki bana göre bir suçu yok. Yani
19. Yüzyılın en önemli araçlarından birisi olan
propaganda buna ister ideolojik propaganda
deyin, ister milliyetçi propaganda deyin, her
neyse, imparatorlukların yapısını dağıtan o
tabii ki önemli olgu Osmanlı İmparatorluğunun yapısının da dağılmasıyla sonuçlanmış ve
kendi ulusal kimliklerine ilk sarılanlar Türkler olmamıştır, en son olmuştur. Bunun altını
çizelim, hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün bir
konuşması var, buradaki pek çok değerli konuşmacı da bunu biliyor. Birtakım ayrılışları,
yani etnik temelde milliyetçilik hareketleriyle
birlikte Osmanlı Devletinden ayrılanları ele aldıktan sonra “Biz onların arasından sopayla
kovulduktan sonra ne olduğumuzu düşünmeye
başladık ve kendimize geldik” demeye getiriyor.
Türkiye’de milli uyanış ve milli devlet yapısı
Balkan toplumlarına göre son derece geridir,
yani geri bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır.
Şimdi mübadele tabii az önce de vurguluyorum,
vurgulamaya çalıştım. Biraz ben sosyal yönleri
üzerine bazı hususları ele alacağım, ben tabii
ki mübadele konusunda araştırma yapmaya
başladığımda önce konunun bir resmi çerçevesini çizmek gerekiyordu tarihsel anlamda,
bunu ortaya koyduktan sonra bazı araştırma-
98
İstanbul Barosu Yayınları
larla pek çok yönü üzerinde de duruldu. Fakat
mübadele gemileri üzerine yoğunlaştığımda ve
ona ilişkin belge okumalarına başladığımda
gerçekten değerli arkadaşlarım, hâlâ şu anda
üzerinde durulması gereken ve araştırılması
gereken yığınla konu olduğunu çok net bir biçimde gördüm. Az önce konuşmamda vurguladım, dedim ki, örneğin salgın hastalıklar, veba
riski, fare itlafı, bunu bir örnek olarak verdim,
ama bu sadece onlardan bir tanesi. Bakın, kültürel anlamda üzerinde durulan o kadar çok
konu var ve günümüze o kadar yalan yanlış
aktarılıyor ki, iş dönüp dolaşıp Balkanlar nasıl
Türk oldu, kimler Türk’tü ya da Türk değildi
gibi değişik bir tartışma boyutuna gelebiliyor.
Hatta bakıyorsunuz çok önemli birtakım konularda ideolojik yarışlar yaptırılabiliyor. Yani
bilimsel bir konuda ideolojik birtakım yarışlar
yaptırılması doğru değil, yani benim ideolojime
göre, benim inanışıma göre, senin inanışına
göre, yani bilim bir gerçeklik üzerinden yürür
ve anlama ilkesine dayanır ve dolayısıyla önce
bilimsel veriler ışığında anlamak gibi bir eğilim
var.
Ben bir kongrede şöyle bir şeye tanık oldum, bunu çok rahatlıkla dile getirebilirim.
Hatta bu Antalya’da olmuştur, neredeyse mübadiller ayaklandı, orada birisi çıktı, Girit’teki
bütün neredeyse mübadillerin köken itibariyle
Türk olmadıklarını ifade edecek oldu, ortalık
kaynadı, insanlar ayağa kalktı bize bu nasıl
söylenir diye. Şimdi tabii ki, yani bu tür yorumlar yapanların da biraz akıl ve izan ölçüsü içerisinde hareket etmesi lazım, Osmanlı
İmparatorluğunun iskân politikalarını çok iyi
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele
99
bilmesi gerekir, hangi bölgeden hangi diyelim
ki, boyların alınıp nerelere göç ettirildiğini iyi
bilmesi gerekir, ondan sonra gidilen o coğrafyalarda tabii ki Türkleştirme politikalarını da
iyi bilmek gerekiyor. Yani bunları da iyi irdelemek gerekiyor, yoksa sığ bakışlar bizi tamamen yanlış noktalara getirecekler.
Şimdi sosyal yapı analizlerine dönük araştırmaların yetersizliği üzerinde durdum, daha
önce de durdum. Şimdi bakın, değişik kereler dillendirildi, gelen bu göçmenler ne oldu?
Ben bir-iki bu konuyu açmak istiyorum, yani
önemli olduğunu düşünüyorum. Gelen göçmenlerle ilgili o günkü koşullarda çok derinlemesine, çok ayrıntılı ve bilimsel verilere dayalı
araştırmalar ve tasnifler yapılamadı, yapılması da beklenemezdi. Çünkü az önce anlattım,
daha Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarılmış bölgelerde bir hükümet otoritesi bile ortada yokken hem bu taraftan, hem de öteki taraftan
nüfus kendiliğinden yer değiştirmişti ve geçen
yaklaşık, çünkü 1923 yılının sonlarında ancak
fiilen resmi anlamda göçmenleri karşı taraftan
alıp, Türkiye’ye getirme süreci başlar. O süre
içerisinde Türkiye kendi elinde göçmenleri
yerleştirilebilecek yerleştirme alanlarında ne
kadar taşınmaz bağ, ne kadar arazi, ne kadar
ev, ne kadar hamam, ne kadar değinmen olduğu bilgisine dahi sahip değildi. Büyük bir
bocalama kendini gösteriyordu. Az önce Esat
Beyin sunusunda da geçti Mustafa Necati adı,
Mustafa Necati tabii ki ilk mübadele imar ve
iskân vekilidir, bakanıdır, ama şunu söylemek
gerekirse, cevval kişiliği, canlı kişiliği, dinamik
yapısıyla gerçekten de mübadele konusunda
100
İstanbul Barosu Yayınları
gözü gibi titrediğini ben o dönemin arşiv belgelerinde çok iyi biliyorum. Örneğin, o dönemde
iskân komisyonlarına şu tür telgraflar gönderiyor: “Şu anda bile bulunduğunuz yörede yeni
doğmuş çocuğuna süt veremeyen tek bir anne
bile varsa bana bildirin. Üşüyen, çoluk çocuğunu ısıtamayan, karnı aç dolaşan tek bir göçmen
kardeşim varsa bana bildirin”
Değerli arkadaşlarım, şimdi bazen şöyle yorumlar yapıldığına da tanık olduğumda üzülüyorum: Sanki o zamanki Türkiye’de
her şey çok güllük gülistanlık, gayrisafi milli
hâsıla örneğin 100 dolara bile yaklaşmamış,
sanki binlerce dolara ulaşmış, Türkiye sanki
pek çok sorunlarını çözmüş ve sanki mübadele göçmenlerini tabii ki hevesle Türkiye’ye
getirirken elindeki imkânları sanki bunlarla
paylaşmamış ve dolayısıyla eline-yüzüne çok
şey bulaştırmış gibi bir hava da estirilmek isteniyor. Bunların yanlış olduğunu düşünmek
gerekir, çünkü o dönemdeki literatürde aynen
şöyle söyleniyor: Gelen muhacir kardeşlerimiz
bize tarihin bir yadigârıdır, yani tarihin bize
sunduğu bir emanettir ve dolayısıyla bu şekilde bir hissi yaklaşma var. Örneğin, en önemli
konulardan bir tanesi o dönemde çok sınırlı
olmasına karşın sivil toplum örgütlerinin göçmenler için yapmış oldukları yardım kampanyalarıdır. Burada sevgili Eda var İstanbullu bir
araştırıcı arkalarda oturuyor, onun bu konuda
çok değerli çalışmaları olduğunu ben biliyorum. Çünkü bazı yazılarında yayınladık kendi
akademik dergilerimizde, gerçekten o dönemde milli duyarlılık en üst düzeye ulaşmıştı ve
Türkiye kendi yaralarını bu kaynaşma ve bu
birlik ruhu içerisinde aşmaya çalıştı.
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele 101
Bakın, bir örnek vereceğim gemilerle ilgili,
Türk gemileriyle göçmenler getiriliyor. Gemilerde gelen tabii insanlar, hayvanlar, hayvanların büyük olanı, küçük olanı bütün bunlar
için tek tek fiyatlar belirlenmiş ve Türk gemicileri kalkıp Kavala’dan, Selanik’ten, şuradan
buradan insanları toplayıp getirmeye çalıştığında onların da bazı yükümlülükleri var. Örnek vereceğim, az önce de anlattım, bir kere
dezenfekte, yani fare itlafı bu kesinlikle yapılacak ve bunlar her yere görülecek biçimde açılacak. Belli oranda tabii ki hemşiresi yanına
alacak, hemşiresini, doktorunu yanına alacak,
ilaç depolayacak, güvertelerin üzerinde su sarnıçları bulunduracak, diyelim ki, eğer doğum
yapmış olan anneler varsa bunlar için tabii
kamara biçiminde Türkiye’ye getirilmesini sağlayacak imkânlar hazırlanacak. Kış kıyametse
ve eğer şeylerin üzerinde, yani açık alanlarda
güvertede göçmenlerin gelmesi gerekiyorsa,
bunların ıslanmaması, kardan, yağmurdan ıslanmaması için önlemler alacak bir sürü yükümlülükler getirilmiştir gemilere ve fiyatlar
belirlenmiştir. Örnek vereceğim, bunlardan
bir tanesi Ümit Gemisidir, ama o tarihlerde
tabii anlatmaya çalıştığım o zamanki dünya
şimdiki dünya gibi değil, bir kara propaganda başlatılmış. Mesela deniliyor ki, Türkiye’ye
gidecek olan Yunanistanlı Müslümanları bu
Kavala’da ve Selanik bölgelerinde yapılan, işte
Girit adasının değişik yerlerinde yapılan propagandalarda o dönemde işleniyor, arşiv bölgelerine yoğun biçimde yansımıştır. Deniliyor
ki, onlar Türkiye’ye götürüldüklerinde Karadeniz bölgesinin geçilmeye asla müsait olmayan
coğrafyalarına yerleştirilecek. Sen burada ge-
102
İstanbul Barosu Yayınları
niş araziler bıraktın, oralara gidiyorsun, nasıl
orada yaşayacaksın? Gemi bakın, o limandan
bu limana savruluyor. O zamanki talimatnamelere göre de Yunanistan’a giden gemiler
kömürünü Zonguldak’tan yüklemek zorunda,
yani Zonguldak kömürü yükleyecek. İzmir’den
de giderse Türkiye’den kömürlerini yüklemiş
olarak gidecek, yani yabancı bir limanda kömür aktarması, yüklemesi yapamıyor o zamanki mevzuata göre, bunu anlatmaya çalışıyorum. Gemi zaten 50 yıllık bir gemi, kalkmış
Kandiye’ye gitmiş ve orada bu propagandanın
etkisiyle göçmenler gemilere binmemek için diretiyorlar. Bu tabii ki anlaşılabilir bir psikoloji, yani o insanlara baktığımız zaman aslında
büyük bir dram olduğunu da görüyoruz. Gemi
inanır mısınız kazanlarını çalıştırıyor, tabii ki o
zamanlar çalışırken bir kömür harcanacak, bir
süre sonra hareket edecek diye düşünülüyor,
fakat bu sözünü ettiğim muhalefetten dolayı
göçmenler binmediklerinden geminin kazanları soğuyor. Ondan sonra araya birkaç gün
giriyor, yeniden kazanlar çalışıyor falan filan
derken daha gemi hareket etmeden yakıtının
önemli bir kısmı bu şekilde, kömür tabii ki yakıtının bir kısmı bu şekilde harcanıyor. Ondan
sonra bir fırtına, gemi savrularak, sürüklenerek tabii ki motoru da çok güçsüz, gidip Kandiye açıklarında bir sığ alana saplanıveriyor ve
sonra bu gemi sökülerek Türkiye’ye getirildi.
Bakın, yani sadece bir örneği anlatmaya çalışıyorum.
Bir örnek daha verip, konuşmamı tamamlayacağım. Örneğin, gemiciler bakın, bu psikolojiyi de, bu milli psikolojiyi de iyi algılamak
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele 103
lazım. Mustafa Necati Mecliste konuşuyor: “Şu
anda Akdeniz’de milli bayrağımız altında kendi gemilerimizle kendi göçmenimizi taşıyoruz”
Bu bir kabotaja hazırlık, az önce anlattım onu,
yani kabotaj sürecine hazırlık, bunu anlatıyor.
Bunu heyecan dolu bir konuşmayla anlatıyor
ve büyük alkışlar arasında anlatıyor. Hani muhacir yerleştirme işleri başarılı mı oldu, başarısız mı oldu falan filan, o dönemin kendine
özgü siyasi koşulları. Terakkiperver kurulmuş,
onların eleştirisi var, gensoru veriliyor, hükümet düşürülecek, o olmuş, bu olmuş, bakanlık
da yürümüyor. Bakanlıkla yürümüyor denildiği anda zaten göçmenlerin önemli bir kısmı
gelmiş ki, artık gelmiş, yani sorunların niteliği değişmeye başlamış, onu anlatmaya çalışıyorum. Bir örnek daha, gemici tabii ki bunu
kendi gemisini oraya götürüp getirecek bir af
buyurun büyükbaş hayvansa, ondan alacağı
ücret 1 lira, bir küçükbaş hayvan geliyorsa,
örneğin koyun 25 kuruş ve örneğin bir göçmen
geliyorsa, onun için belirlenen ücret belki 5
lira. Şimdi niçin böyle? Çünkü gelecek olacak
olan oradan o hayvanlar var ya, milli bir sermaye olarak görülüyor. Yani göçmen ne kadar
mal getirebilirse o kadar iyi olacaktır politikası
güdülüyor. At arabalarını gemilere yükleyerek
getiren göçmenler dahi var, at arabalarını, atlarını yükleyerek gelen göçmenler var.
Akdeniz Gemisi’nin başına gelen bir olayı
anlatayım. Tabii ki Kavala’da gemiye göçmenler binecek. Adam 4.000 tane sürüsüyle ve 3
çobanıyla binip bir anda göç tabii ki gemiyi
kaplayıverince artık geminin kaptanı feryadı
figan, ben bundan alacağım parayla masra-
104
İstanbul Barosu Yayınları
fımı nasıl kurtaracağım diye ve o yoksul hükümet gemicilerin zararlarının altına girerek
bunları ben devletten ödeyeceğim diye devlet
hazinesinden bunlar çatır çatır ödenmiştir.
Bu çok önemli bir şey, o günkü Türkiye başardı bunu, bugünkü Türkiye’nin böyle milli
projeleri var mı? O ayrı tartışma konusu, milli
devlet falan filan ayrı konu, bakın o konulara
girmiyoruz. Konumuz da o değil zaten, konumuz doğrudan doğruya mübadele, ama o yoksul Türkiye bunu başardı, bunu başarabildi.
Yani bu duyguyu, bu sahiplenme duygusunu
zannediyorum iyi görmek gerekir. Sonradan
hatalar yapılmış, yeterince üzerinde durulmamış, toplum psikolojisinde birtakım çatlamalar olmuş. İşte af buyurun, gavur tohumu
denilmiş, başka şeyler denilmiş. Tabii ki bunlar çok kötü şeyler, yaşanmış bunlar, hatta ve
hatta özellikle göçmenlere toprak dağıtılması
sürecinde yerli unsurların toprak verilen göçmenlere dönük olarak birtakım önyargıları da
oluşmuş. Bunlar zaten kayıtlarda var, bunları
yadsıma yok, ama biz tabii ki kolektif bakmak
durumundayız. O açıdan diyebilirim ki, Türkler 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nden beri
1.500.000 insan yollara döküldü. Bunların
yaklaşık olarak 500.000’i katledildi. Öyle değil
mi Hüseyin Bey? 500.000’i yaklaşık bunların
katledildi, bir imha ve kıyım politikası var ve
Türkler mübadeleyle Avrupa’dan büyük ölçüde bir kıyımın eşiğinden sökülüp alındı. Bunu
iyi bilelim. Mesela, o tarihlerde bir mukabele
bilmisil tartışmaları var. Bu da pek incelenmemiş, çünkü Batı Trakya’da bu fiili kıyımın
birtakım uygulamaları vardı ve Türk hükümeti buna mukabele etmek konusunda kamuo-
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele 105
yundan gelen baskıları güçlükle önleyebildi. O
açıdan zannediyorum tarihi kendi doğası içerisinde ve kendi değer yargıları içerisinde değerlendirmek en önemli şey.
Av. Hüseyin ÖZBEK - Yani Kemal Hocamız
sonuç olarak dedi ki, tarihi bilim disiplini içinde bakılmalı, soğukkanlı bakılmalı, tarihsel
şartları içinde bakılmalı. Şimdi Balkan kökenli
yurttaşlarımız Türkiye’de, Türkiye coğrafyasında belki Trakya, Ege, Marmara’da yoğun,
ama Türkiye’nin her kilometrekaresinde, her
zerresinde, her metrekaresinde yer aldılar ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin en üretken yurttaşları oldular, en uygar yurttaşları oldular, en
medeni yurttaşları oldular. Bu ülkenin entegrasyonunda bir ulus devlet olarak, üniter bir
devlet olarak inşasında ve Cumhuriyet süreci
içinde sorumlu yurttaşlar oldular. Çünkü Balkan coğrafyasının farklı yerlerinden gelseler
bile bir aşiret, kabile ve klan yapısı içinde değillerdi, yurttaşlık bilinci içinde, uygar insanlar bilinci içinde ve üretken insanlardı. Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türkiye’nin kalkınmasına,
ekonomik kalkınmasına, toplumsal kalkınmasına, tarımsal teknolojinin çok daha ileri âdeta
o dönemde bir sıçrama yapmasına çok ciddi
katkıları olmuştur.
Şimdi bu anlamda benim deminden beri
özellikle vurgulamak istediğim böyle bir tarihsel süreci, böyle bir sosyolojik süreci laboratuarda yeniden kurgularken çarpıtmak, tarihi
tersyüz etmek, tarihi altüst etme, kendi psikolojisi içinden tarihe bakmaktaki yanlışlığa
işaretti. Yani neticeyi kelam olarak “buradan
gidenlerin sorumlusu da Türkiye’dir, buraya
106
İstanbul Barosu Yayınları
gelenlerin yaşadığı buradaki o dönemdeki sorunların sorumlusu da Türkiye’dir” gibi bir önyargıyla bütün faturayı Türkiye’ye çıkarmak ve
Yunanistan’ı tümüyle pirüpak adli sicil kaydı
temizdir gibi aklamanın yanlışlığına dikkat
çekmek istiyorum. İşte demin dediğim vicdan
terazisi, hakkaniyet ölçüsü burada devreye
girmelidir diye düşünüyorum. Ben Esat Beyin demin dediği gibi gerçekten 1683 Viyana
bozgunundan sonra 1699’a kadar Osmanlı
savaştı, Belgrat’a kadar Orduyu Hümayun-u
geri çekti. İşte o zaman Karlofça Anlaşması ve
ondan sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı,
1993 Harbi, ardından Balkan Savaşı faciaları yaşandı ve yüzyıllar içinde sürekli göçler,
sürekli daralma, sürekli büzülme, yollardaki
facialar, oradaki kıyımlar, oradaki katliamlar
bütün bunların kültürel mirasını ve psikolojisin taşıyan kuşaktan kuşağa da belki kısmen
aktaran sosyal genetik anlamında insanlarımız Rumeli kökenli, Trakya kökenli, Balkan
kökenli insanlarımız bir şeyi çok iyi bilirler:
Vatan kaybetmenin ne demek olduğunu.
Ben o bakımdan da buradaki dostlarımıza tekrar teşekkür ediyorum bu saate kadar
duyarlılıkla dinledikleri için, belki söylenecek
çok daha şey var, ama sizin sabrınızı da zorlamak istemiyorum. Baromuzun bundan sonraki etkinliklerinde de sizi aramızda görmek
istiyoruz. Değerli konuklarımıza bugünkü katılımları için bunun anısına baromuzun ufak
hediyeleri de takdim edilecek, toplu bir fotoğraf
çektirilecek. Bunun için Başkanımızı buradaysa bir haberdar edelim ve bu arada da Esat
Bey ve Neval Hanımın diyecekleri varsa biraz
Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele 107
da zaman özenini de göz önüne alarak buyurun diyelim
Esat Halil ERGELEN - Aslında bıraktığımız
şeylerle yeniden buluşuyoruz. İşte en önemli
mimari eserlerimizi Neval Hanım bize keşfedip,
kazandırıyor. Selanik kitabını da dört gözle
bekliyoruz. Doğrusunu isterseniz bu coğrafyadaki toplumlar bin yıllardır, yani Makedon döneminde de, Bizans’ta da, Osmanlı döneminde
de bir arada yaşadı. Bizim bu yılki Lozan Mübadilleri Vakfı olarak talebimiz de bizi aradan
ayıran bu vizelerin kaldırılmasıydı. Çünkü çok
net iki toplum siyasiler olsun, emperyalistler
olsun oyuna geldi, o oldu, bu oldu birbirine girdi, ama Atatürk ve Venizelos daha 1933’te bu
düşmanlık dönemini kapattı. Şu anda aslında
üçüncü iyi dönemi yaşıyoruz, Bayar döneminde yine bir Türk-Yunan yakınlaşması oldu.
1999’dan beri Allah aşağıdan, Amerika yukarıdan bastırdı, biz bir araya geldik ve Lozan Mübadilleri Vakfı olarak o zamandan beri bu topraklara geziler düzenliyoruz. Gerçekten halklar arasında bir sorun olmadığını görüyoruz.
Şu meşhur Pontus soykırım günü 19 Mayısa
biz her yıl oraya gidiyoruz. Pontus köylerinde o
afişleri görüyoruz, ama emin olun o afişler yalnızca duvarda kalıyor. Biz o köylere gittiğimizde o afişlerin amacına ulaşamadığını, TürkYunan düşmanlığını körükleyemediğini, ama
bizim bu mübadil buluşmalarıyla Türk-Yunan
dostluğuna daha fazla hizmet ettiğimizi görüyoruz, tanık oluyoruz. Son zamanlarda önemli bir unsur da diziler, 5-6 Yunan kanalında
15 civarında Türk dizisi oynuyor ve dublajsız
olarak Türkçe yayınlanıyor ve Yunanistan’da
Anadolu kökenli mübadillerin önemli bir kısmı
108
İstanbul Barosu Yayınları
Türkofon bu dili hâlâ unutmamışlar ve bu diziler de bu işi birazcık destekliyor.
Dr. Neval KONUK - Yunanistan’a yapacağımız ziyaretlerde en azından daha bilinçle
etrafa bakmanızı istiyorum ya da en azından
Türkiye’den giden Rumlarla temasa geçmenizi
istiyorum. Şu anda gerçekten Esat Beyin dediği gibi önyargılar kesinlikle kırılmış durumda,
çok sayıda Türkçe kursu var. Atina’da benim
bildiğim 10-11 tane açılmıştı Ağustos ayında
ziyaret ettiğimde, yaklaşık her gece Türk dizilerini Esat Beyin de dediği gibi 1.500.000
- 2.000.000 Yunanlı seyrediyor, özellikle krizden dolayı da dışarı çıkıp eğlenemedikleri için
oturup dizi seyrediyorlar. Bunun da gerçekten
iki halkların kaynaşmasında çok etkili olduğunu düşünüyorum. En büyük mübadil Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ü de burada saygıyla
anıyorum.
Download