Terkip ve İnşa Dergisi

advertisement
FİHRİST
Takdim
TERKİP VE İNŞA
2 / Editör, Adnan KÖKSÖKEN
İlimlerin tasnifi
3 / Haki DEMİR
İlimlerin tasnifi ve Gazali’nin iki yönlü yaklaşımı
6 / Atilla Fikri Ergun
Kadim müktesebatımızda ilimlerin tasnifi
8 / Metin ACIPAYAM
Bilgiye mühür vurmak, “ilimlerin tasnifi”
13 / İbrahim SANCAK
Ahmet Cevdet Paşa’nın fıkıh üstü medeniyet-i
cedide’si
15 / Ahmet Doğan İlbey
Dünya bilgi müktesebatını ihata edecek tasnif
18 / Nurettin SARAYLI
Tasnif yoksa terkip mümkün müdür?
20 / Ebubekir Sıddık KARATAŞ
Ana tasnif, ilim mecraları
22 / Faruk ADİL
Epistemolojik işgalden kurtulmanın yolu
24 / Selahattin ADANALI
Matematik epistemolojik işgalin uç beyi
26 / Çağatay Haznederaoğlu
Ali Nesin ile mülakat
28 / Metin ACIPAYAM
Tasnif yoksa “itimat mercii” yoktur
35 / Ahmet SELÇUKİ
Kur’an ilimleri mecrası
37 / Abdullah TATLI
Tevhid ilimleri mecrası
39 / Ahmet Kamil TUNCER
Beşeri ilimler mecrası
41 / Alihan HAYDAR
Müspet ilimler mecrası
43 / Ramazan KARTAL
İlimlerin tasnifi ve terkip üzerine düşünceler
45 / A. Bülent CİVAN
Müktesebatın tedvini için tasnif şarttır
47 / Mustafa KARAŞAHİN
Kitap tanıtımı, “Zaman mekan varoluş”
49 / Rıfat Boynubükük
Sahibi ve yazı işleri müdürü
Haki Demir
Genel Yayın Müdürü
Metin Acıpayam
Editör
Adnan Köksöken
_______________________________________
Yıllık abone: 80 TL
Altı aylık abone :40 TL
Hesap numarası
Metin Acıpayam
PTT K.Maraş şubesi -11093404Mizanpaj
Gökhan Gencel
Baskı
Fikirteknesi yayınevi
_______________________________________
İrtibat
Tel: 0507 465 58 88
E-mail:
[email protected]
[email protected]
Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com
Twitter: twitter.com/terkibinsadergi
İdare adresi
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
_______________________________________
ISSN:
1
ilimlerin tasnifi yapılmadığı müddetçe İslam ilim
mecrasının açılması mümkün olmamaktadır. Batıyı batı ile tenkit etme alışkanlıklarının derinleştiği, böylece batıya itiraz eden ilim ve fikir adamlarımızın da enerjisi ve mesaisi batı tarafından
vakumlandığı bir devirde, İslam ilim telakkisi ve
mecrası, ilimlerin tasnifi gibi devasa meseleler
dikkat çekmemekte, bir türlü kendi asli mihrakına
bağlanamamakta, kendi saf bilgi telakkimiz oluşturulamamaktadır.
TAKDİM
Editör - Adnan Köksöken
Beşinci sayımızın mevzuu, ilimlerin tasnifidir. İlmin tarifi kadimden beri muhtelif şekillerde yapılmıştır, meselenin kıymetinden ve derinliğinden dolayı tarif sayısı tabii olarak fazladır.
Kadim müktesebatımızda yapılan tariflerden herhangi birini tercih etmek yerine, meselenin
ehemmiyet ve aciliyet kesbeden bir cihetine atıf
yapalım; ilim, bir mevzuun derinliğine idrak ve
izahını mümkün kılan nizami ve mürettep bilgi
disiplinidir. Bu, tabii ki bir tarif değil, sadece ilmin kıymet ve lüzumunu gösteren bir çerçevedir.
Zor bir zamanda yaşadığımız malum. Kadim müktesebatımız ile münasebetimiz kesilmiş,
batı bilim telakkisi kendi okullarımızda “tek bilim
telakkisi” olarak okutulmaya başlanmış, insanlar
akademik kariyerlerini ona nispetle yapmış, hayatlarını da onunla yaşamaya başlamıştır. Bu kadar ağır ve derin bir işgale karşı mücadele etmenin bir çeşit donkişotluk olduğunu tabii ki biliyoruz ama manevi mesuliyetimizin icabını yerine
getirmekten vazgeçme lüksümüz yok. Bu çerçevede olmak üzere, dünyayı kurtarmak gibi bir
mesuliyetin bizim gibi aciz insanlara ağır geldiğinin farkında olarak, karınca kararınca yolumuza
devam etmek çabasındayız.
İslam ilim telakkisini kaybettiğimiz, bulmak için ancak seferberlik çapında bir çalışma
içine girmemiz gereken bir devirde, öncelikle ve
acilen meselenin ehemmiyetini anlamak zorundayız. Bir mevzuun ilmi çerçeve ve ciddiyet içinde
anlaşılması ne kadar mühimse, ilim telakkisi ve
ilimlerin tasnifi de o nispette kıymetli ve acildir.
*
Bir kısım Müslümanların, Kur’an-ı Kerim
gibi “mutlak ilim” olan ilahi beyanı, ilmin tarifini
bile bilmeksizin (ve umursamaksızın) gelişigüzel
ve mealinden okuma alışkanlıkları edindiği bir
çağda yaşıyor olmak hazindir. Hiçbir ilmi tertip
ve hassasiyete tabi olmaksızın, mutlak ilmi idrak
ve izah edebileceğini iddia etmek, içinde bulunduğumuz kaotik çağın neticelerinden biri olsa
gerek.
İlimlerin tasnifi bahsini, Haki Demir’in,
“İslam medeniyet tasavvuru-1-Terkip ve tefekkür” isimli kitabındaki temel teklif üzerinden
tetkik ettiğimizi hatırlatalım. Yeni bir tasnif teklifinde bulunmak tabii ki mesuliyet isteyen çetin ve
çetrefilli bir iştir. Ne var ki buna ihtiyacımız olduğu aşikar.
Ne diyelim; sözün özü, gayret bizden,
tevfik Allah’tandır.
*
[email protected]
İlmi “bilim” haline getirip, onu da mevcut
okullarda ve üniversitelerde tahsil etmekten ibaret
bir mesele olarak görmeye başladığımız son biriki asırdır, batı bilim telakkisine teslim olduk.
Zaman zaman Müslüman fikir ve ilim adamları,
batı bilim telakkisine karşı çıksa, İslam’ın ilim
telakkisinin farklı olduğunu iddia etse de, mesela
2
Bilginin (ilimlerin) tasnifi muhakkak ki
bir çok zaviyeden yapılabilir. “Mutlak ilim-nispi
ilim”, “iman mevzu-itimat mevzu” gibi temel
tasnifler yapılabileceği gibi, maksatlarına göre,
kıymetlerine göre (Farz, mubah, haram), idrak
seviyelerine (akıl, akl-ı selim, kalb-i selim, ruh)
göre, varlık (tecelli) mertebelerine göre ila ahir…
Birçok zaviyeden yapılabilecek tasniflerin tamamı da kıymetlidir muhakkak ama meselenin özü,
tüm bilgi vahitlerini tek tasnif içinde cem etmek,
sonra terkip etmek, sonra hayatı inşa için kullanılabilir kılmaktır. Dünyadaki tüm bilgi müktesebatını tek tasnif içinde tasarruf altına almak, bir taraftan bilgi telakkisini kuşatıcı manada yapabilmek için lazım diğer taraftan İslam’ın tavsif ve
tarif etmediği bir bilgi ve bilgi alanı bırakmamak
için şarttır. Bırakılacak en küçük boşluk, en azından Müslüman zihinlerde şeytanın vesvesesine,
nefsin arzu ve tazyiklerine manevra alanı açmakta, orada yuvalanan ve nüvelenen merkezkaç düşünceler müminleri ifsat etmektedir.
İLİMLERİN TASNİFİ
Haki Demir
Son birkaç asırdır bilgi üzerindeki hakimiyetimizi yitirdik, batının hakimiyetine giren
bilgi başka bir tasnif ve başka bir telakki ile üretilmeye, istimal ve suiistimal edilmeye başlandı.
Bizim (Müslümanların) bilgi alanından geri çekilmesi, batının da çok yoğun bir bilgi üretim
sürecine girmesi, bilgi ile irtibatımızı sığlaştırdı.
Bilgiyi üretecek müessesemiz (medresemiz) yoğuracak bir teknemiz (temel anlayışımız) kalmayınca, bilgi üzerinde hakimiyet kurmak bir tarafa
batının ürettiği bilginin oyuncağı olduk. Batının
bilgi ve ilim telakkisini sarih veya zımni şekilde
kabul etmekten doğan zafiyet, bilginin kaynaklarına yönelmemizi, üretim süreçleriyle ilgilenmemizi engellediği için, ilimlerin tasnifi ve bilginin
terkibi gibi temel meseleler “mevzu haritamızdan” çıktı.
Bir bilgi alanının (ilmin) İslam tarafından
“haram” olarak tavsif ve tarif edilmesi, o bilgi
demetinin tasnif dışı tutulmasını gerektirmez,
bilakis tasnif içine alınmalı, “haram” olduğu tespit edilmeli, o bilgi alanının kaynağı kurutulmalı,
maksadının tezahürü önlenmelidir. Ümmetin
iman, idrak ve tatbik cihetlerindeki tüm hayat
alanları sıhhatli bir altyapıya kavuşturulmalı, bunun için ihtiyaç hasıl olmuşsa “haram ilimler” ile
ilgili olarak ümmetin az sayıdaki fikir ve ilim
adamı istihdam edilerek ümmet için tehlikeleri
izale edilmelidir.
Kendimize dönmek, kendimiz olmak ve
kendi dünyamızı inşa etmek için bilgi üzerinde
tasarrufta bulunabilmemiz, bilgi kaynaklarına
ulaşabilmek, bilgi telakkisini oluşturmak için
idrak merkezlerini yeniden keşfetmek zorundayız.
Batının pozitif bilim mecrasına uygun olarak inşa
ettiği “pozitif akıl” ile alabileceğimiz bir arpa
boyu yol bile yoktur.
Batı kaynaklı bilgi, serseri mayın gibi
dolaşıyor. Herhangi bir konuda bilgi ihtiyacı olan
piyasaya bakıyor, bir şekilde batıda üretilen ve
oradan gelen bilgilerle o mevzuu anlamaya çalışıyor. Bu işi de İslami anlayış olarak ortaya koyuyor. Bazıları da bu bilgilerle kadim müktesebatı tenkit ve ret ediyor ki, onlar iflah olmaz nasipsizlerdir.
*
İlimlerin tasnifi bahsinde, tasnif üstü tasnif olarak “Mutlak İlim”, “Nispi İlimler” meselesi
dikkatli şekilde ortaya konulmalı, Mutlak İlim
olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, Nispi
İlimlerden hassasiyet ve dikkatle tefrik edilmelidir. Mutlak İlmi Nispi İlimler derekesine düşürmemek, Nispi İlimleri ise Mutlak İlim seviyesine
çıkarmamak şarttır. Son birkaç asırdır Nispi İlim-
*
3
lerin (mesela Fıkıh ilminin) mutlaklaştırılması ve
Mutlak İlim seviyesine çıkarılması gibi bir yanlış
temayül müşahede edilmiştir ama bu yanlışa tepki
göstermek için yola çıkan birtakım idraksizler
tam aksi kutba savrulmuş ve Mutlak İlmi Nispi
İlimler derekesine indirmiştir. Mutlak İlmin Nispi
İlimler derekesine düşürülmesi, Nispi İlimlerin
Mutlak İlim seviyesine çıkarılmasından milyonlarca kat daha fazla yanlış ve tehlikelidir.
farklıdır, kalb-i selim sahibi ile kalb-i masiva
sahibinin idrak seviyesi farklıdır, müspet ilimlere
ayarlı akıl sahipleri ile ruhi ilimleri tahsil edenlerin idrak seviyeleri farklıdır. Hal böyle olunca,
ilimlerin tasnifinin sadece “yatay alanda” yapılması ve her zeka seviyesi ve akıl hacminin hepsini aynı derecede anlayacağı kanaati bilgi telakkisi
oluşturmanın altyapısını yok eder. İlimlerin tasnifi, hem muhtelif ilim dallarının mahiyet ve derinlik farkından dolayı hem de insanların idrak seviyelerinin farkından dolayı “dikey boyutta” da
yapılmalıdır. Herkesin her şeyi anlayacağına dair
kanaat, insan telakkisinde iflas etmiş kavrayışlardır ki bunların ilimlerin tasnifini yapması, işçinin
mimari plan hazırlaması gibidir.
*
Bilgi ve ilimlerin tasnifi meselesindeki
mühim tasniften birisi, “iman mevzu” ile “itimat
mevzu-kaynağı” bahsini birbirinden dikkatle tefrik etmektir. Mutlak İlim, aynı zamanda “iman
mevzuu”dur, Nispi İlimler ise “itimat mevzumercii”dir. Mutlak İlmin uçsuz bucaksız muhtevasındaki mana ve hikmetin keşfi ile inşa edilen
Nispi İlimler, ümmetin alimleri, arifleri, mütefekkirleri tarafından temsil edilir ki, bunlar “itimat
merkezleri”mizdir. Ümmet, Nispi İlimlerin idraki, inşası, tatbiki gibi meselelerde kendi alim, arif
ve mütefekkirlerine itimat eder.
Varlık telakkimiz, materyalistler gibi yatay şema ile açıklanamaz. İslam’ın varlık telakkisi, Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin yaratma iradesinin tecellisi olarak, iç içe alemler, iç içe dereceler, iç içe derinlikler ihtiva eder. Varlık telakkisini sadece madde üzerine kuran batı bilgi telakkisi, yatay varlık şemasına mahkumdur, İslam ise
sadece insanda bile “ruh”, “nefs” gibi derunimücerred boyutlardaki anasırın mevcudiyetini
beyan etmekle, varlık mertebeleri olduğunu göstermiştir. Varlık mertebeleri (mesela aşağıdan
yukarıya doğru “alem-i nasut, alem-i melekut,
alem-i ceberut, alem-i lahut gibi) “müspet ilimler
mecrası” tarafından tetkik edilebilir mi? Bunlar
için hem farklı idrak merkezleri ve usulleri hem
de farklı ilim dalları gerekmez mi?
İman ile itimat mevzuunu bile birbirinden
tefrik edemeyen, alimlerine, ariflerine, mütefekkirlerine itimat edenleri, onları “rab” edinmekle
itham eden bazı idraksiz ve nasipsizlerin çıkması,
kadim müktesebata içeriden yapılan en ağır taarruzdur. Oryantalist taarruzun gönüllü ajanları,
itimat bahsini sığ manevralarla “iman” olarak
tavsif ve tarif ederek kadim müktesebatı imha
etmek çabasındadır. Bu türden suç faillerini dinleyenler ise, “İmam-ı Azam Hazretlerine itimat
etmeyelim tamam ama sana neden itimat edelim?” diye soramayacak orta zeka ve sığ idrak
sahipleridir. İman ile itimat mevzuu birbirine karıştırıldığında İslam’ın bilgi ve ilim telakkisi idrak ve inşa edilemez.
*
İlimlerin tasnifinde, tasnif üstü tasnif bahsi olan “Mutlak İlim-Nispi İlimler” mevzuunu
tespit ettikten sonra, tasnifin ana haritası kıymetinde olmak üzere “ilim mecraları”nı görmek istedik. Bu cümleden olarak; “Kur’an İlimleri Mecrası”, “Tevhid İlimleri Mecrası”, “Beşeri İlimler
Mecrası”, “Müspet İlimler Mecrası” gibi dörtlü
bir tasnifin maksadı ifade ettiği zannına sahibiz.
*
Bilgi, onu anlayacak olan idrak merkezlerini arar. Pozitif akıl ile akl-ı selimin idrak seviyesi farklıdır, orta zeka ile dehanın idrak seviyesi
“Kur’an İlimleri Mecrası”, yeryüzüne tenezzülen ve teberruken indirilmiş olan “Mutlak
4
İlmi” ana kaynak kabul eden, ilmin de zaten ondan ibaret olduğuna inanan bir bilgi telakkisinin
ana pınarıdır. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den ibaret olan Mutlak İlim, hiçbir eklektik
yaklaşıma müsaade etmeyen, hiçbir “kaynak şirki” kabul etmeyen ana mecranın pınarıdır. “Tevhid İlimleri Mecrası”, ana mecranın deruni cihetini temsil eder ve insanı Allah’a ulaştıracak güzergahı tespit, tayin ve talim etmek için Sünnet-i
Seniyye’de (yani takvada) yoğunlaşan tasavvufun
tasarrufundadır. “Beşeri İlimler Mecrası”, ana
mecradan hareketle insan inşası, hayat inşası,
medeniyet inşası gibi doğrudan insanı mevzu
edinen, insanla ilgili tüm ilimleri ihata eden sahadır. “Müspet İlimler Mecrası”, ana mecraya nispetle varlığı tetkik ve idrak ettikten sonra, insan
ve hayatın inşası için ihtiyaç duyulan “malzeme”
ihtiyacını karşılayacak bilgi alanıdır.
ufkudur, deha ise insan ve insan idrakinin ufkudur. “Kur’an İlimleri Mecrasını” orta zekaların ve
tedrisattan geçmemiş cahillerin tasarrufuna vermek veya bu tür teşebbüslere sessiz kalmak, sonsuz ilim kaynağı olan Mutlak İlmi, en munis ifadeyle (Allah muhafaza) tahfif ve tahkir etmektir.
*
Yeryüzünde üretilmiş ve üretilecek tüm
bilgi vahidlerinin tasnif ve tertip çerçevesine alınabileceği bir ana harita oluşturma cehdi, Müslümanlarla birlikte tüm insanlığa teklifte bulunabilme imkanı oluşturacaktır. Müslümanların mesuliyeti, “dünyadaki halife” olmak cihetiyle tüm
dünya ve tüm insanlıktır. İslami ilimler başlığı
altında meşhur olmuş bilgi alanlarını tasnif etmekten ibaret gayret ve maksat, diğer insanları
kendi hallerine bırakmak gibi bir mesuliyetsizliği
gösterir. İslam kendini zorla kabul ettirmediğine
ve bu yolu menettiğine göre, Müslüman olmayanlar için teklifimiz olmalıdır. İslam, insanlığa sunulan ilk tekliftir, bu teklifi geri çevirenler için
İslam’ın ikinci teklifi var, insani idrak ve hayat…
Bu hususta çalışmamak, İslam’ın yolunu kapatmaktır. İnsani bir hayat altyapısı kurmak, gayrimüslimler için İslam’a giden yolu açmaktır.
“Kur’an İlimleri Mecrası”, Mutlak İlimdeki mana ve hikmetin keşif kolu olduğu için,
diğer tüm mecralar aslında ana mecranın “tatbikatını” tahakkuk ettirecek kıymet ve mahiyetten
ibarettir.
“Kur’an İlimleri Mecrası”ndaki ilim dalları da (mesela tefsir) “Nispi İlimler” çerçevesindedir. “Mutlak İlim” sadece Kur’an-ı Kerim ve
Sünnet-i Seniyye’dir. İnsan Mutlak İlimle temas
kurduğu andan itibaren Nispi İlimler ortaya çıkar,
Mutlak İlme bakan gözün gördüğü her kıymet,
hikmet ve mana Nispi İlimlere dahildir. Bununla
beraber, tasnif üstü tasnif kıymetinde olan “Mutlak İlim-Nispi İlimler” meselesi, Nispi İlimler
arasında da bir derecelendirmeyi gerektirir. Mutlak İlmi tetkik ve ondaki hikmeti keşif ile ilgilenen “Kur’an İlimleri Mecrası” ve bu mecradaki
tüm Nispi İlimler, diğer ilim mecralarından ve
onlardaki Nispi İlimlerden muhakkak ki yüksektedir ve daha kıymetlidir.
[email protected]
Ümmetin dehaları, titizlikle aranmalı, bulunmalı ve hususi bir talim ve terbiyeden geçirilerek, “Kur’an İlimleri Mecrası”nda istihdam edilmelidir. “Kur’an İlimleri Mecrası” Nispi ilimlerin
5
yardımcı olurlar. Buna karşın parçalayıcı yaklaşımlar büyük ölçüde zararlı olmuştur.
İLİMLERİN TASNİFİ VE
Örneğin Sultan III. Murad zamanında
Takiyyüddin er-Râşid’in öncülüğüyle Tophane
sırtlarında kurulan İstanbul Rasathanesi bir gecede yerle bir edilmiştir, çünkü neticede astronomi dinî alanın dışında görülmüştür. Eğer dinî
alanın dışında telakki edilmeseydi en çok birtakım çevrelerin kendisinden rahatsızlık duyduğu
Takiyyüddin’in tasfiyesi söz konusu olabilirdi.
Buna ilaveten bu tür yaklaşımlarla insanlar
“dinî ilimler ile pozitif ilimler” arasında bir
tercih yapmak zorunda bırakılmış ve böylece
belli bir konuda ihtisaslaşma ortaya çıkmıştır.
Herhangi bir konuda ihtisas yapan bir kimse
genellikle diğer konulara yabancıdır. “Dinî
ilimler” adı verilen dallarda dahi bu böyledir,
tefsir bilen fıkıh bilmemekte, fıkıh bilen
kelâmdan anlamamaktadır.
GAZALİ’NİN
İKİ YÖNLÜ YAKLAŞIMI
Atilla Fikri Ergun
İslam’ın bilgi telakkisini oluşturmak
için, ilimlerin tasnifini kendi kaynaklarımızdan
hareketle yeniden yapmamız gerekir. Zira ilimlerin tasnifi, İslam medeniyet hamlesinin bir
cüzünü teşkil etmektedir, dolayısıyla zarurîdir.
Bir mukaddime babında şu kadarını söylememiz gerekir ki, ilimler tasnif edilirken onları tevhid eden, aynı potada eriten bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Örneğin İslam nokta-i nazarından ilmin naklî-aklî şeklinde kategorize
edilmesi söz konusu değildir, bu, bütünlüğü
parçalayıcı bir tasniftir. İslam ilim ve düşünce
tarihinde de ilimler genel olarak bu şekilde tasnif edilmiştir, ancak bu yanlış bir yaklaşımdır.
Günümüzde de “dinî ilimler-pozitif ilimler”
denmektedir ki, bu tür ayrımlar zihin dünyamızı
ve buna bağlı olarak kişiliğimizi ve hayatımızı
parçalamıştır.
Hâlbuki komple insan yetiştirebilmek
için ilimlerin ve buna bağlı olarak hayatın tevhidine ihtiyaç vardır. İlimler yeniden tasnif edilirken kendi kaynaklarımıza müracaat etmemiz
gerekmekle birlikte bu noktanın özellikle dikkate alınması lazımdır.
Allah’ın birliği, varlığın birliği ve insanlığın birliğinden sonra Tevhid/Birlik esasının
dördüncü ana veçhesi bilgi sisteminin birliğidir
ki, buna “ilimlerin birliği” de diyebiliriz. Nitekim İslam nokta-i nazarından ilimler bir ve aynı
kaynaktan neş’et etmektedirler. Vahye dayalı
bilgi sisteminin birbirinden bağımsız (müstakil)
başlıklar altında kategorizasyona tâbi tutulması
Müslüman zihni ve İslamî hayatı bölüp parçalayacağı -dolayısıyla onu İslamî olmaktan çıkaracağı- gibi, ilimlerin birbirinden kopuk, hatta
birbirine rakip olarak konumlanacak şekilde
tasnif edilmesi de aynı şekilde tahrip edici olacaktır.
Örneğin Allah kâinatı belli bir ölçüyle
yaratmıştır, kâinatın her bir zerresinde bir matematik vardır, hal böyle iken niçin matematik
dinî alandan koparılıp pozitif ilimlere havale
edilsin? Aynı şekilde yıldızlar ve gezegenler,
güneş sisteminin, daha geniş çerçevede kâinatın
düzeni Allah’ın varlığının ve birliğinin delillerindendir, hal böyle iken niçin astronomi dinî
alandan koparılıp pozitif ilimlere havale edilsin? Naklin varlıkta, tabiatta, insanda, tarihte,
hayatta, toplumda bir karşılığı vardır, dolayısıyla naklin asıl okunacağı yer enfüs ve afaktır,
“aklî” olarak nitelendirilen ilimler bu okumaya
6
Bu noktada İmam Gazalî için ayrı bir
paragraf açmak gerekir. "Gazalî felsefî düşüncenin kökünü kuruttu, aklı ortadan kaldırdı"
diye slogan atanlar, onun Felâsife'ye yönelttiği
eleştirilerle İslam'a Yunan Aklı monte etme
ameliyesini bertaraf ettiğini, Aristocu felsefeyi
ve Neo-Platonculuğu İslam'a sokma çabalarını
bugün dahi imkânsız kıldığını idrak edecek aklî
kapasiteden yoksunlar. Gazalî, tıpkı bugün olduğu gibi dışarıdan beslenme sonucu Müslüman zihnin parçalanmaya yüz tuttuğu bir dönemde Fıkıh-Kelâm-Tasavvuf formasyonuyla
ilimleri tevhid etti ve İslamî hayatın bütünlük
içerisinde yeniden ihyası için gayret gösterdi.
göstermeye çalışmak kara cehalet değilse apaçık iftiradır. Kaderin cilvesi, ortaçağ Hıristiyan
düşünürleri onu bir filozof olarak tahlil etmişlerdir.
Bununla birlikte Gazalî, genel anlamda
İslam'ın İslam olarak kalmasıyla başka bir mahiyete bürünmesi arasındaki kopma noktasında
durmaktadır ve onun ne dediğini bilmeden, anlamadan, İslam düşüncesi ve İslam düşünce
tarihi üzerinde kalem oynatmak ya da söz söylemek neredeyse imkânsızdır.
İslam, varlığı, tabiatı, insanı, hayatı, tarihi, toplumu bir bütün halinde ele alır ve istisnasız her konuda muhataplarına bütüncül bir
perspektif verir. İslam medeniyet hamlesi öncelikle ilmî ve fikrî planda gerçekleşeceği için
öncelikle modern paradigmanın parçaladığı
Müslüman zihnin onarılması ve tevhid ekseninde yeniden şekillendirilmesi gerekmektedir. Bu
bakımdan ilimlerin tasnifi tek bir başlık altında,
bütüncül bir şekilde yapılmak zorundadır. Söz
konusu tasnif sadece kâğıt üzerinde başlıkları
belirlemeli, ilimleri birbirinden kopararak farklı
alanlara ait kılmamalı, hayatın farklı alanlarına
havale etmemelidir. Zira İslam, akıl-nakil dengesi üzerine kurulu bir bütün olduğu gibi, yeryüzü bütünüyle mescid, hayat da bu mescidde
cereyan etmekte olan ve farklı alanlara bölünemeyecek bir bütündür.
Ancak onun da tasnif konusunda eleştirilecek yanları bulunmaktadır. Zira o da “aklî ve
şer’î ilimler” ayrımına gitmiş, Hakikat’i “dinî
ve dünyevî” olarak ikiye ayırmış ve ağırlığını
dinden yana koymuştur. Dolayısıyla Gazalî,
sözünü ettiğimiz türden bir bütünlük sağlayamamakla birlikte en azından “İslamî” veya
“Şer’î” olarak tabir edilen ilimleri bütünlüklü
ve tutarlı bir biçimde cem ederek Müslüman
zihinde meydana gelen parçalanmayı kendi
içinde tevhid esası üzere bertaraf etmiştir. Bu
bakımdan o, bir yönüyle negatif, diğer yönüyle
pozitif olarak nitelendirilebilecek iki yönlü bir
yaklaşım ortaya koymuş, bir yönden ilimleri
“aklî” ve “şer’î” olarak ayırırken, öte yandan
“şer’î” olarak tabir edilen ilimleri -bugünkü
modern yaklaşımın aksine- tevhid etmiş, sadece
kâğıt üzerinde başlıkları belirlemiş ve bu bütünlüğü hayata yansıtmıştır.
[email protected]
Bunun yanında Gazalî’nin ilimleri “aklî”
ve “şer’î” olarak ayrıma tâbi tutmasının aklı
dışlamak anlamına gelmediğini özellikle belirtmek gerekir. Zira o, eleştirinin "Allah'ın
onun ruhuna doğuştan kattığı bir duygu" olduğunu söylemekte ve "Mantık bilmeyenin ilmine
güven olmaz" demektedir ki, mantık üzerine
dört eser kaleme alan birini "akıl karşıtı" olarak
7
kırmak ve İslam bilgi telakkisini oluşturmak için,
bir elimiz kadimde bir elimiz mevcut halde olmak
üzere çalışmalarımızı yürütmekle mesulüz. Bu
dibaceden sonra İslam alim ve mütefekkirlerinin
ilimleri sınıflandırmasını kısaca tetkik edelim.
KADİM MÜKTESEBATIMIZDA
İLİMLERİN TASNİFİ
Metin Acıpayam
KİNDÎ’NİN (Ö. H. 252, M.866) İLİMLERİ
TASNİFİ
İhsâ’u’l- ulûm, merâtibü’l-ulûm, tertîbü’lulûm, tasnîfü’l-ulûm, aksâmü’l-ulûm gibi muhtelif isimlerle kendini gösteren ilimlerin tasnifi,
İslam irfan tarihinin çeşitli zaman dilimlerinde ihtiyaca binaen- İslam alim ve mütefekkirlerince
yapılmıştır. Bu tasniflerde ilim tabiri çeşitli şekillerde önce tarif sonra tasnif edilmiştir. İlmi; “vaki
olan şeylere mutabık katî inanç ‘veya’ bir şeyin
suretinin akılda vücut bulması” şeklinde de tarif
eden, yahut bu tarifi kabul eden Müslüman alim
ve mütefekkirler, ilimlerin tasnifiyle hem varlığa
dair kuşatıcı bir bakışa sahip olmuşlar, hem de
aklî-naklî bilgi arasındaki insicamı muhteşem bir
bilgi mimarisiyle göstermişlerdir.
Abu Yusuf Yakub b. İshak al-Kindî yaşadığı zamanın bütün ilimlerine vakıf en meşhur
şahsiyetlerdendir. Mantık, hendese, musiki, ilm-i
nücum gibi bir çok sahada sayısı 350’yi bulan
eserleri içinde ilimlerin tasnifine dair risaleler de
mevcuttur. Özellikle “Kitap Aksam al- İlm alİlahi” ve “Kitab-u Mahiyet al-İlm Va Aksamihi”
adlı eserleri bunlardandır. Maalesef bu eserler
henüz tetkik edilip kitap olarak basılmadığı için
nasıl taksim ettiğini gösteremeyeceğiz. Ancak
Kîndi’nin Aristonun eserlerine dair yazdığı bir
risalesinde riyazi ilimlerin tasnifine rastlamaktayız. Kîndi, riyazi ilimleri dörde ayırır:
Tarih boyunca ilimlerin tasnifi birçok cihetle yapılmıştır. Yapılan tasniflerin tamamı muhakkak ki isabetlidir. Kadim müktesebatı reddetmek manasına gelecek fikri istiklal edalarına savrulacak sığlık ve hasislikte değiliz. Bununla birlikte, kadimde yapılan tasniflerin bir kısmı devri
ihtiyaçları dikkate almış olmak bakımından yenilenmesi, içinde yaşadığımız zamanın ortaya çıkardığı ihtiyaca mebni yeni tasnif teşebbüslerinin
yapılması gerekmektedir. Ne var ki kadimdeki
tasniflerin esas mihrakı sabittir ve onlara dokunmak, ateşi elle avuçlamaya benzer. Yeni tasnif
teşebbüsü, önceki tasniflerin merkezi mevzuuna
mutabık olarak günümüz ihtiyaçlarını da ihtiva
etmelidir. Onların üzerine, çağımızın ihtiyacını da
ekleyerek yeni bir tasnif bina etmek lüzumu açıktır. (Haki Demir)
1-Hesap ilmi
2-Telif ilmi
3-Geometri
4-Nücum ilmi
Kîndi’ye göre mütefekkir olmanın şartı
riyazî ilimleri bilmektir; sonra sırası ile mantıkî,
tabiî, metafizik ve ahlaki ilimler gibi muhtelif
ilimleri bilmek lazımdır.
FARABÎ’NİN (Ö. H.399 / M.950) İLİMLERİ
TASNİFİ
Farabî’nin ilimlerin taksimine hasrettiği
“İhsa al-Ulûm” adlı kitabından başka “Makale fi
Agrad-i Ma Ba’d at-Tabia” ve “Kitab at-Tanbih
Alâ Sebîl as-Saâde” adlı risalelerinde de ilimlerin
tasnifinden bahsetmiştir. “Makale fi Agrad-i Ma
Fikirteknesi kadrosu olarak şunu idrak
etmekteyiz ki, çağımızın muazzam meselesi ilimlerin tasnifi mevzuudur. Batının bilgi işgalini
8
Ba’d at-Tabia” eserinde ilimleri küllî ve cüzî olmak üzere ikiye ayıran Farabi, cüzî ilimler için
mevcut ve mevhum şeylerden bahseder. Tabiat,
hesap, hendese, tıp ilimleri cüzî ilimlerin dahilindedir. Küllî ilimler ise var olma ve vahdet meseleleri gibi umumî hususları incelerler.
“İhsa al-Ulûm” isimli eser o kadar kıymete değerdir ki, bu eser için Kıftî şunları söylemiştir;
““İhsa al-Ulûm”dan bahsederken hiçbir kimsenin Farabî’den önce böyle bir eser vermediğine
işaret ederim.”
Farabî “Kitab at-Tanbih Alâ Sebîl asSaâde” isimli eserinde ilimleri ikiye bölmüştür.
Bunlar:
Bu eserin ortaçağda, latinceye yapılmış
müteaddit tercümeleri ve Batı müellifleri tarafından aynen iktibası (kimi zaman intihali) Farabî’nin bu eserinin kıymetini göstermektedir.
1-Nazarî ilimler
2-Amelî ve bedenî ilimler’dir.
Bu ikili tasniften birincisi olan Nazarî
ilimleri ise kendi içinde üçe ayırır. Buna göre;
İHVAN-I SAFÂ’NIN İLİMLERİ TAKSİMİ
(Hicri 4. asır)
1-Riyazî ilimler
Dördüncü asrın ikinci yarısında merkezi
Basra’da olan İhvan as-Safâ ve Hullan al-Vefa
adındaki cemiyet, ilmi meseleler ve ilimlerin tasnifi mevzuunda muhteşem çalışmalar yapmıştır.
İhvan- Safâ, ilimleri; riyazi, Şer’î, ve felsefi olmak üzere 3’e ayırmıştır. Bunlardan riyazî ilimleri (9), şerî ilimleri (6), felsefî ilimleri ise 4 (Riyazî, mantıkî, tabiî, ilahî ilimler) bölüme ayırmıştır.
Ayrıca bazı zenaat ilimleriyle ekin ve nesil ilimlerini hem riyazî ilimlerden hem de tabîi ilimlerden saymıştır.
2-Tabiî ilimler
3-Metafizik ilimler, şeklindedir. Amelî ve bedenî
ilimler ise kendi içinde ikiye taksim edilmiştir.
Bunlar;
1-Ahlâk
2-Siyaset, şeklindedir. Farabi’nin ilimlerin tasnifi
meselesindeki en meşhur eseri şüphesiz “İhsa alUlûm” ’dur. Bu kitaptaki başlıca tasnif ise şöyledir:
1-Dil ilmi
HAREZMİ’NİN (Ö. H. 385 / M. 995-7) İLİMLERİ TASNİFİ
2-Mantık ilmi
Harezmi ilimlerden ve sanatlardan bahseden Mefatih al-Ulûm adlı kitabını vezir Ahmet alUtbî için yazmıştı. Harezmi ilimleri iki kısma
ayırmıştır. Bunlar: 1- Şerî ve arabî (İslamî) olan
ilimler. 2- Diğer milletlerin ilimleri. Şerî ve Arabî
(İslamî) olan ilimler 6 (Fıkıh, kelam, gramer, kitabet, şiir, haberler) kısma, diğer milletlerin ilimlerini ise 9 kısma bölmüştür. Bunlar; 1- Felsefe,
2- Mantık, 3- Tıp, 4-Geometri, 5-Hesap ilmi, 6Nücun ilmi, 7- Musiki, 8- Hiyel (mekanik), 9Kimya
3-Riyazî ilimler
4-Tabiî ve ilahi ilimler
5-Fıkıh, kelam ve medenî ilimler
Bu eserde Farabi, dil ilmini (7), mantık
ilmini (8), riyazî ilimleri (7), tabiî ilimleri (8),
ilahi ilimleri (3), Fıkıh ilmini (2), Kelâm ilmini
(2), ve medeni ilimleri de 2 kısma ayırmıştır.
9
Riyazî ilimler de dört kısımdır. Bunlar:
Sayı ilmi, geometri, heyet ilmi, musiki ilmidir.
İbni Sina, Farabi’nin ve Aristo’nun tesiri altında
kalmıştır. Hatta Aslî ilimler tamamen Farabî’nin
eserlerinden alınmıştır diyebiliriz.
EBU HAYYAN AT-TEVHİDİ’NİN İLİMLERİ TASNİFİ
Ebu Hayyan at-Tevhidi’nin ilimlerden
bahseden “Samarat al-Ulûm adlı küçük risalede,
başlıca Fıkıh, dil, mantık, nücum, belâgat, ve
hendese ilimlerine temas etmiştir. Müeelif bu
eserinde tasavvufu da bir ilim olarak göstermiştir.
İBNİ HALDUN’A GÖRE İLİMLERİN TASNİFİ
İbni Haldun ilimleri aklî ve naklî olmak
üzere ikiye ayırmıştır. Bu ilimlerden aklî ilimler
dört, ilahî ilimler ise sekiz kısımdır.
İBNİ SİNA’YA GÖRE İLİMLERİN TASNİFİ
Henüz genç yaşlarında iyi bir Tabib olarak
yetişen İbni Sina, mantık, tabiat, ilahiyat gibi çeşitli ilim sahalarında eser vermiş mütefekkirlerimizdendir. Burada mevzuumuz icabı iki eserinden bahsedeceğiz. Bu iki eseri; 1- Tabiîyat Min
Uyun al-Hikmet, 2- Aksam al-Ulûm al-Aklîye’dir.
Bu eserlerinde ilimlerin tasnifini yapan İbni Sina’nın Tabiîyat Min Uyun al-Hikmet isimli eserindeki tasnif muhtasar, diğer eserinde ise mufassaldır.
Aklî ilimler: Mantık, Talimi (Riyazî) ilimler,
Tabiî ilimler ve İlahi ilimlerdir.
Nakli İlimler: Tefsir ilmi, Kıraat ilmi, Hadis ilmi, Usul-u fıkıh, Fıkıh, Kelam ilmi, tasavvuf ilmi,
Rüya tabiri ilmidir.
İbn-i Haldun yukarıdaki ilimlerden başka
lisan, kimya, esrar-al huruf, sihir ve tılsım ilimlerinden de bahsetmektedir.
İbni Sina’nın ilimleri tasnif meselesinde
yaptığı büyük hatalardan birisi, “Şeriatla felsefe
arasında zıtlık yoktur.” anlayışını benimsemesidir. İşte bu telakki sebebiyledir ki, felsefî ilimlerin dalları olarak gösterdiği amelî ilimleri (ahlâk,
tedbir-i menzil ilmi ve siyaset ilmi) aynı zamanda
şerî ilimlerden saymıştır. İbni Sina’nın çeşitli
alimlerce eleştirilmesinin sebebi de budur.
BÜYÜK ALİM VE MÜTEFEKKİR İMAM
GAZALİ’NİN TASNİFİ
İslam tarihinin büyük alim ve mütefekkiri
olan Gazali’nin, ilimlerin tasnifi meselesinde ayrıca durmamız gerekiyor. Özellikle İbn-i Sina ve
Farabi’nin tasnifine itiraz etmiştir. Bu itirazları
şöyle sıralayabiliriz:
İbni Sina felsefi ilimleri nazarî ve amelî
olmak üzere başlıca iki büyük kısma ayırmıştır.
İbni Sina’ya göre nazari ilimlerin gayesi hakikat,
amelî ilimlerin gayesi ise hayırdır, bu ilimlerden
nazari ilimlerin bölümlerini tabiî ilimler, riyazi
ilimler ve ilahî ilimler teşkil eder. İbni Sina’ya
göre ilahî ilimler beş ve tabiî ilimler iki kısma
ayrılmıştır.
1-İlim marifettir. Bu lafzi bir tariftir. Burada ilim
aynı mânaya gelebilen başka bir kelimeyle tarif
edilmiştir.
2-İlim, malûmu olduğu gibi bilmektir. Bu tarifde
tekrar ve fazlalık vardır. İlmi böyle tarif etmek,
“mevcud”u, sübutu ve vücudu olan şey diye tarif
etmeğe benzer.
Tabiî ilimler;
1-Aslî olan tabiat ilimleri: (8 bölümden ibarettir.)
3-İlim öyle bir şeydir ki, kendisiyle bilinir ve
onunla insan âlim olur. Bu tarif şerhten ve bir
mahiyete delil olmaktan mahrumdur.
2-Ferî olan tabiat ilimleri: (7 bölümden ibarettir.)
10
4-İlim öyle bir varlıktır ki, onunla muttasıf olan
yaptığı şeylerden emin olur.
2-Sadece naklî olan ilimler: (tefsir ve hadis ilimleri gibi ilimler)
5-İlim bir şeye olduğu gibi inanmaktır.
3-Hem aklî ve hem de naklî olan ilimler: (fıkıh ve
usul-ü fıkıh)
Özellikle Mutezile’nin yaptığı bu tarife
Gazali iki cihetten itiraz ediyor. Bu itirazlar şöyledir;
İhya’da ise ilimleri farz olmalarına göre şu
şekilde ayırmıştır;
a-Bu ifadeyle ilim hususileştirilmiştir. Halbuki
ilmin hiçbir şey olmayan “ma’dum”la da alakası
yoktur.
1- Şerî ilimler: (Kitap, sünnet, icma-ı ümmet, Asar-ı Sahabe)
2- Şerî olmayan ilimler: (3 bölümdür. Bunlar: a-Mahmud ilimler, b-Mezmum ilimler, “sihir-tılsım”, c-Mübah ilimler, “tarih
ve şiir”
b-Bu tarifle inançla ilim birbirine karıştırılmıştır.
Hiç bir ilmi olmayan mukallidin de inanç sahibi
olduğunu unutmamak lazımdır.
İhya’daki diğer tasnife göre ise, ilimler iyi
ve kötü olmak üzere üçe ayrılır. Bunlar;
Gazali’nin El-Risale el- Leduniye eserindeki izahına göre; ilim müşterek bir isimdir. Yani
muhtelif şeylere ilim denilebilir. Bu sebeble de
ilmi hakiki bir manada tarif etmek güçtür. Bununla beraber ona göre ilim, “eşyanın hakikat, mahiyet ve şekillerini aklın alması” diye tarif edilebilir. (Gazali’nin El-Risale el- Leduniye adlı eseri,
s.4. Ayrıca Gazali ilim tarifinde İmam Harameyn’den istifade etmiştir. Bknz. Şer al-Mevakıf,
c. I, s.44)
1-Azı ve çoğu mezmum olan ilimler (sihir, tılsımat, ve nücum ilimleri)
2-Azı ve çoğu mahmud olan ilimler (Allahın
hikmetinden ve sıfatlarından bahseden ilimler)
3-Kâfi derecede olanı mahmud, fazlası ise mezmum olan ilimler (Farz-ı kifaye olan ilimler bu
maddeye dahildir.)
*
Gazali’nin felsefi ilimleri İhya’da dörde,
El- Munkiz eserinde ise altıya bölmüştür. Bunlar
sırasıyla;
Gazali’de ilimleri tasnifi meselesine gelecek olursak: Bu mevzuda kesin bir tasniften bahsedemiyoruz. Çünkü Gazali, ilimleri muhtelif
eserlerinde muhtelif şekillerde tasnif etmiştir. Bu
eserlerin en meşhurlarından olan El-Risale elLeduniye adlı eserinde ilimleri şerî ve aklî olmak
üzere ikiye ayırmıştır. Şerî ilimler iki kısımdır.
Bunlar: Aslî olan tevhid ilmi ve İlm-i Furu’dur.
Aklî ilimler ise üç guruba ayrılır. Bunlar: Riyâzî
ve mantıki ilimler, Tabiî ilimler, İlâhi ilimlerdir.
1-Riyazi ilimler (hesap, hendese, ilm-i heyet)
2-Mantıkî ilimler
3-Tabiat ilmi
4-İlâhi ilimler
5-Siyaset
6-Ahlak
Diğer eserlerinden al- Mustasfamin ilm’ilUsul’da ise ilimleri üçe ayırmıştır. Bunlar;
Bundan başka İhya’da ahiret ilimlerini
mükâşefe ve muamele diye ikiye ayırmıştır.
Mükâşefe (Batın) ilmi ona göre ilimlerin en yükseğindedir. Bu ilim, arif ve sıddıkların ilmidir.
1-Sadece aklî olan ilimler: (hesap, hendese, nücum)
11
12-Taşköprülüzade Mustafa: Mevzuat al-Ulûm
GAZALİ’DEN SONRAKİ DÖNEM İLİMLERİN TASNİFİ
13-Şahabeddin b. Abdulhak: Feth al-Hayy alKayyûm bi şerhi Ravdati’l-Fuhum
İslam tarihi boyunca ilimlerin tasnifi meselesine o kadar kafa yorulmuştur ki, bu mesele
ile alakalı daha birçok eser vardır. Lakin Cumhuriyet sonrasında İslam’ın kadim müktesebatıyla
münasebetimizi kuracak zincir koptuğu için birçok eserden haberdar değiliz.
14-Abdulkadir b. Muhammed al-Huseynî atTaberi: Kitab Uyun al-Mesâil min Ayan arResail
15-Muhammed Emin b. As-Sadrettin aşŞirvani: al- Fevaid al-Hâkâniye
16-Katip Çelebi: Keşf az-Zunûn
Aşağıda Gazali’den sonra bu mesele ile
uğraşan müelliflerin bazı meşhur eserlerinin listesi verilmiştir.
Tanzimattan sonra yapılan İlimlerin Tasnifi
1-Fahrettin er- Razi: Hadaik al-Anvar fi Hakaik
al- Asrar
1-Mazbutatu’l Fünun
2-Beyanu’l-Unvan
2-Kutbettin Mahmud b. Mes’ud eş-Şirazi:
Durrat at-Tac (Unmuzec al Ulûm)
3-Şemseddin Muhammed b. İbrahim b. Said
as-Sincari al-Efkani: İrşat el –Kasıd ila Asna’l
Makasıd
[email protected]
4-As seyyid as-Şerif Ali b. Muhammed alCürcani: Kitap Şerh-i Mevakıf-ı Adudi’d –din ve
diğer eseri Risale fi Taksimi’l-Ulum
5-Abu’l Abbas Ahmed b. Ali al- Kalkaşendî :
Subh al-Aşâ
6-Abdullatif b. Abdurrahman al-Makdisî:
Şifau’l-Müteellim fi Adabi’l-Muallim ve’l- Mutaallim ve Keşf az-Zunun
7-Abdurrahman Bistami: Durrat al-Ulum ve
Cevheret al Fuhum
8-Molla Lütfi: al-Matalib al-İlahiye
9-Ahmed b. Yahya b. Muhammed al-Hafid alHerevî: Kitabu’d-Durr an-Nadid Min mecmuati’l-Hafid
10-Celaleddin b. Muhammed b. As’ad as Sıddıki ad-Devvanî: Unmuzec-al Umûm
11-Celaleddin Abdurrahman as-Suyuti: anNikaye
12
gibi İslam’ın insan telakkisinin kaynakları inkar
veya ihmal edilmiş, materyalist bilim tasavvuruna
teslim olunmuş demektir. Elinde bilgi şeması,
ilimlerin tasnifi, mevzu haritası gibi temel meselelere dair fikriyatı olmayanlar kaçınılmaz olarak
bilgiyi kaynağına kadar takip etmenin zihni kudret ve istidadına da sahip olmadıkları için, Müslüman olmalarına rağmen ucube düşüncelere (fikir değil, fikriyat hiç değil) sahip olmaktadır. Mesela zihin kontrolü gibi, temeli materyalist ve
pozitivist olan mevzuların, aslında beyne müdahale anlamına geldiği, beyne müdahalenin ise
iradeyi tasarruf altına alamayacağı, iradenin ruhi
bir keyfiyet olduğu gibi sayısız bahisleri atlayıp,
tüm yığınağını telegram üzerine kurabilmesi dikkat çekicidir.
BİLGİYE MÜHÜR VURMAK
“İLİMLERİN TASNİFİ”
İbrahim Sancak
Çerçevesinden koparılmış bilgi serseri
mayın gibidir. Akl-ı Selimi kaybeden Müslümanlar, İslam’ın ilme verdiği kıymetten dolayı, hiçbir
idrak usulü ve bilgi süzgeci kullanmadan her türlü bilgiye meyletmeye başladılar. Hiçbir tertip ve
tasnif kaygısı çekmeden, çerçevesinden koparılmış bilgilere muhatap olanlar, ukala ukala “Hikmet müminin yitik malıdır, Çin’de de bulsa alır”
mealindeki mukaddes ölçüyle her türlü bilgiyi
makbul hale getirdiler. Oysa bilgi kaosu en büyük
kaoslardan biridir ve halli de kolay ve ucuz yoldan mümkün değildir.
Mesela mealciler gibi, ilimlerin tasnifi ve
benzeri hiç bir bahisle asla ilgilenmeyen, bilgi
üretimini hiçbir usule bağlamayanlar, kadim
müktesebatı da reddettikleri için bilgi ihtiyacını
kaçınılmaz olarak batı bilgi müktesebatından kullanmak gibi bir yanlışa savruluyorlar. Kadim
müktesebatımızdaki dev şahsiyetleri bir cümlede
silen ahlaksızlar (bu, fikirden önce ahlak meselesidir), batı kaynaklı bilgilere yani batılı filozof ve
bilim adamlarına daha fazla itibar ve itimat ediyorlar. İslam’ın iki kaynağı olan Kur’an-ı Kerim
ve Sünnet-i Seniyye’den yani “Mutlak İlim”den
ümmetin ilim, irfan ve tefekkür adamları tarafından on dört asırdır imal ve telif edilen uçsuz bucaksız müktesebatı reddedenler, batının evrim
yoluyla hayvandan geldiğine inandıkları “hayvaninsan” hakkındaki bilgilere itibar etmek gibi bir
ihaneti, “Sahih İslam” adıyla pazarlamaya çalışıyor.
Bir makaledeki bilgiyle fikir sahibi olmak
gibi ucuzculuklar arttı. Makaledeki bilgi, önce
dahil olduğu ilim dalının çerçevesine aittir. O
çerçeveye dair bilgi, fikir ve idraki olmayan bir
insan, o makaleden hareketle iddia sahibi olabilmektedir. Oysa makale, dahil olduğu ilmi çerçevenin ürünüdür, o ilim ise dahil olduğu bilgi telakkisinin eseridir. Silsile bidayetine kadar takip
edilmediğinde, suyunun suyu cinsinden bilgiler,
temel telakkilerle ilgili istikamet sapmasına sebep
olmaktadır. Misal üzerinden anlatmak gerekirse;
“beyin” ile ilgili bir makale veya kitap çapındaki
bir çalışma, önce psikoloji, psikiyatri, biyoloji
bilimlerden birine veya birkaçına dahildir. Bu
bilimler, “pozitif bilim mecrasına” dahildir. Pozitif bilim mecrası batının bilgi ve bilim telakkisine
aittir. Batının bilgi ve bilim telakkisi ise varlık ve
insan telakkisine aittir. Batının varlık telakkisi saf
materyalisttir, insan telakkisi ise evrimci yaklaşımla “gelişmiş hayvan” türünden bir hayvan
anlayışıdır. “Beyin” ile ilgili bir makale veya kitap, bu silsile takip edilmeden kabul edilir ve ona
göre insana dair fikir geliştirilirse, ruh, nefs, kalb
*
Son birkaç asırdır dibine kadar yuvarlandığımız kaosta, bilgi telakkisine, ilimlerin tasnifine, mevzu haritasına ve bunlarla ulaşılacak büyük
terkibe (medeniyet tasavvuruna) dair bir fikri ve
teklifi olmayan veya en azından bu konuda çalışması ve gayreti bulunmayanlar İslam hakkında
13
ne söyleyebilir ki. Söylenecek her şey parça parça
dağılmıştır ve bütüne dair fikriyatı olmayanlar
için “cüz küllün habercisi” değildir.
onunla ancak gecekondu inşa etmeyi mümkün
kılar, bu durum ise bizzat İslam’a zulümdür.
Zengin mermer ocağına sahip olabilirsiniz ama
sadece kazma kürekle çalışıyorsanız eğer, saray
inşa edecek kadar mermer çıkaramazsınız. La
teşbih, uçsuz bucaksız mermer ocağı karşımızda
duruyor, kullandığımız usul ve alet faydalanma
miktarını tayin eder. İdrak melekesi olarak akl-ı
selim değil de pozitif aklı kullanıyorsak, idrak
yolu olarak kadim usulü ve bugün için ilimlerin
tasnifi, mevzu haritası, medeniyet tasavvuru gibi
mecraları kullanmazsak, elde ettiğimiz mana ve
hikmet, medeniyet kurmak bir tarafa köy bile
kurmaya fırsat vermez.
Bilgiye mühür vurmak, ilimlerin tasnifi ile
mümkündür. İlimlerin tasnif ve tertibi yapılamadığında “bize ait” bilgi yoktur. Bu mesele o kadar
vahim ve mühimdir ki, son asırda yaşadığımız
hadiseler, Kur’an-ı Kerim’in pozitif akılla oryantalist okumalara mevzu edinildiğini gösteriyor.
Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi “nasıl ve
neyle okuyacağını” bilmeyenler, Kemalist siyasi
rejimin okullarındaki pozitif bilim müfredatına ve
metoduna bağlı eğitim-öğretim (talim ve terbiye
değil) neticesinde elde ettiği bilgi ve pozitif akıl
formuyla İslam’ı anlayacağı vehmine savrulmuştur. Kur’an-ı Kerim’i, ona aykırı şekilde okumak
ve anlamak, İslam’ın kitabı olmaktan çıkarmaktır.
Mutlak İlim, içine düştüğümüz derin bilgi kaosunda, bilgi telakkisi olmadan, ilimlerin tasnifi
yapılmadan, mevzu haritasının hiyerarşik şeması
çıkarılmadan okunduğunda (tetkik edildiğinde),
“Peygambersiz İslam” gibi, “İlimsiz İslam” gibi,
“Sosyalist veya anti-kapitalist İslam” gibi neticelere ulaşılmakta, sadece İslam’a ulaşılamamaktadır.
*
Bilginin muhafızı ilimdir çünkü ilim, bilginin tertip ve tasnif edilmiş, belli bir sahaya ait
ve belli bir maksada matuf halde örülmüş halidir.
İlmin muhafızı, ilimlerin tasnifidir çünkü ilimlerin tasnifi, ilmin yerini, kıymetini, maksadını tayin eden ana haritadır. İlimlerin tasnifinin muhafızı medeniyet tasavvuru ve mefkuresidir, çünkü
medeniyet mefkuresi, İslam’ı en hacimli şekilde
anlama ve tatbik etmenin adıdır. Bazılarının kadim müktesebatımızdaki sayısız ilmi tahkir ve
tahfif etmelerinin bir sebebi ahmaklık ise diğer
sebebi ilimlerin tasnifindeki zafiyetimizdir.
Yeryüzündeki bilgi müktesebatının tamamının İslam karşısında saf tutmasının, boy boy
kıymet ve ehemmiyet sırasına girmesinin, her
birinin tek tek ve toplu olarak hakikati ifşa ve ilan
etmesinin yolu ilimlerin tasnifidir. Yapacağımız
tasnif, bizatihi bilginin muhtevasına kendi mana
yekunumuzu zerk etmektir. Her bilgi vahidi, kendi başına bir kıymet ifade ediyorsa da, esas
ehemmiyeti inşa ettiği büyük terkiptir ve asıl manasını oradan alır. Bir taşın yalnız başına kıymet
ifade etmesiyle, bir sarayın kabul salonunun duvarını inşa etmesindeki kıymet farkı anlaşılmalıdır. Kaldı ki taş, yalnız başına kaldığında tuvalet
taşı olma ihtimali de vardır, bu manada esas kıymetini terkip malzemesi olarak ifade eder. İlimlerin tasnifini yapmadan, mesela Mutlak İlim-Nispi
İlim mikyasını bilginin zirvesine oturtmadan
Kur’an-ı Kerim okumak, doğru anlaşılsa bile
Medeniyet tasavvuru ilimlere, ilimler bilgiye vurulmuş mühürdür. Medeniyet tasavvuru
mührünü taşımayan ilim, bu ilimlerin mührünü
taşımayan bilgi Müslümanlar için muteber değildir, olmamalıdır. Televizyon alırken markasına
bakan Müslümanlar, bilgi alırken mührüne bakmayı akledemez hale geldi, bir de ukala ukala
Kur’an-ı Kerim’i anlayacaklarını iddia ediyorlar.
Hayret verici olan nokta ise, bilgide mühür olmayacağını vehmetmeleri… Ne dipsiz bir cahillik…
[email protected]
14
şısında geri kaldığını, dolayısıyla İslâm medeniyetinin maddî tezahürlerinde de gerileme
olduğunu, duraklamanın altında her sahada
çağın icaplarını yerine getirememenin, ilim ve
maarife gereken ehemmiyeti göstermemenin
ve Batı dünyasını iyi tanımamanın yattığını
söyler.
AHMET CEVDET PAŞA’NIN
FIKIH ÜSTÜ
MEDENİYET-İ CEDİDE’Sİ
Bu kaygıyladır ki terakki (ilerleme)
fikrini zamanın değişmesiyle anlamaya çalıştığı söylenebilir. Dolayısıyla İslâm medeniyetinin maddî tezahürlerinde geri kalmasını da
bu sebeplerle açıklamaya çalışır.
Ahmet Doğan İlbey
Ahmet Cevdet Paşa, İslâm medeniyetinin bedeviyetten hadariyete geçerek tekamül
ettiğini söyler ve İbn-i Haldun’un medeniyet
teorisinden hareketle medeniyeti toplumların
devamlı değişerek geçtiği bir merhale olarak
târif eder.
Bugün bir hayli İslâm medeniyet tasavvurlarının teati edildiği vasatta Cevdet
Paşa’nın medeniyet fikrini İslâmcı-eklektik
olarak târif edenler var. Zamanında onun medeniyet görüşü hakkında en çarpıcı tesbiti
âmâ üstad Cemil Meriç yapmıştı:
Batı medeniyetinden alınan ilimleri ve
bunların metodlarını “usûl-i cedide” ile almak
gerektiğini savunur. Bu metoda karşı çıkanları, bütünüyle eski durumu savunanları “mutaassıp” ve “efkâr-ı atîka eshâbı” ifadesiyle
tenkid eder: “Fikir üreteceksek asra uymalı ve
asra mütehammil olmalı.”
“Önce devlet kurulur, insanlar düşman
korkusundan âzad olurlar. Sonra ‘ihtiyacat-ı
beşeriyelerini tahsile’ ve ‘kemalât-ı insaniyelerini tekmile’ koyulur, yani medenileşirler.
Demek ki, medeniyetin iki unsuru var: beşeri
ihtiyaçların (bunlara maddi ihtiyaçlar da diyebiliriz) giderilmesi ve ahlak ve zeka bakımından olgunlaşma. İnsanlar bedeviyetten
hadariyet ve medeniyete geçerler. Medeniyet
ne bir ülkenin imtiyazıdır, ne bir kavmin. Paşa’ya göre, büyük medeniyetler ‘ulûm ve sanayi’leri, maarifleri ve bunca tecemmülat (eşya ve levâzım) ve tekellüfat (zahmetli işe katlanma, özenme)ve letaifleriyle (ruhun mânevî
unsurları) beraber kıtaat-ı arzda (dünyanın her
kıtasında) yer değiştirirler.(Umrandan Uygarlığa)
Bu düşüncelerinden dolayıdır ki ilmî,
siyasî ve idarî vazifeleri sırasında Batı medeniyetini taklit taraftarları ile her türlü değişikliğe karşı çıkan “mutaassıplarla” mücadele
etmiştir. Muhafazakâr bir Osmanlıcı olmasına
ve medeniyet görüşlerinin ağırlık merkezinde
İslâmî fıkhının bulunmasına rağmen yüzeyden bakınca bazı görüşleriyle Tanzimat’ın
ilerlemeci anlayışıyla benzerlik düşüncesi
uyandırır.
PAŞA’YA GÖRE İSLÂM MEDENİYETİ
TECEDDÜDLE CANLANIR
“ARÛS-U MEDENİYET” İN HÜVİYETİ
KİME AİT?
Ona göre medeniyetler yoktur, medeniyet vardır. Medeniyet hamlelerinin her sahasında teceddüd (yenilik) yapılabilir. Teceddüde, yâni yeniliğe tâbi tutulmasına inandığı
Osmanlı Devleti’nin maddî cihetten Batı kar-
Bu tesbitlerden çıkan şudur: Paşa, medeniyetin kaynağını doğrudan doğruya Medine’ye, yâni İslâm’ın oluşturduğu ilk hayat ve
15
şehir tasavvuruna bağlamıyor. Önce ve sonra
insanlık şu veya bu şekilde bedevilikten hadariliğe doğru farklı muhtevalarda da olsa tekamül etmiştir. Fakat hadariliğin İslâm’la daha kemâl noktasına ulaştığına inanır ve bu
esaslarda kalarak tecditten yanadır.
Hangi şart ve mânada böyle bir medeniyet târifi yaptığını anlamakta zorlandığımız
Cevdet Paşa’yı bu görüşleriyle “mazur” gören
günümüz medeniyet mütehassıslarının tenkidleri ayrı bir mevzu... Arûs-u medeniyetin hüviyeti var mı, sahibi kim?
Hülâsa edersek; Osmanlı Devleti’nin
yaşaması ne yeniliklere karşı direnmeyle, ne
de Batı’yı olduğu gibi taklitle mümkündür.
Gaye, kendi ölçülerimiz zemininde Batı’dan
alınacak yeni ilmi ve teknolojik imkânlarla
canlanmaktır. Öyle ki medeniyeti “arûs” a,
yâni geline benzetmesi önce tuhafımıza gidiyor ama son tahlilde onun medeniyet anlayışının zemininde İslâm fıkıh ve geleneğinin
yer aldığını unutmamak gerek. Yine âmâ üstadı dinleyelim:
Yukarıdaki görüşlerinde eklektik ve
ilerici unsurlar var. Fakat onun “devlet” , “siyaset” ve “adalet” mevzularındaki kavramlarına dikkat edildiğinde medeniyet anlayışının
zemininde Batı’nın seküler ilerlemeci anlayışına sahip olduğu söylenemez. İslâmî esasları
ve geleneği bütünüyle terk edelim düşüncesi
yoktur. Zamanın ihtiyaçlarına göre yapılması
gerekli olanları sıkı bir tecdide tâbi tuttuktan
sonra İslâm medeniyet hamlesine dahil edilmesini ister.
“Medeniyeti geline benzetiyor paşa diyar diyar dolaşan bir geline. İlm-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem Hindistan'da... mahrem-i halvetsaray-ı havas (Allah
yolunda olanların derûnuna yerleşmek) oluyor: Arûs-u medeniyet. Oradan Bâbil'e ve
Mısır'a geçiyor. Sonra Yunanistan'a uğruyor
nâzenin. Keşf-i nikab ve selb-i icab ü hicab
ile (zorla, rızası olmadan) açılıp saçılarak
herkese gösteriyor kendini, çarşıda-pazarda
dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye'ye otağ kuruyor. Ama eskiden âlüfte (alışmış) olduğu Kıbt kavmine yüz vermiyor bu defa. Tedarik etmiş olduğu nevâşinâyân-ı (yeni tanıdık) Yunan ile bir müddet, diyar-ı Mısır’da tertib-i bezm-i kermakerem-i (ululukla lütuf etmek) ülfet ettikten sonra, hıtt-i Irak’da (Irak memleketinde) boy gösteriyor. Ve bir müddet elbise-i hadray-ı
İslâmiye (İslâm’ın yeşil elbisesi) ile aktâr-ı
Şarkiye’de (Şark’ın değerlerinde) dolaşarak
Mısır ve Garb yoluyla yine Avrupa kıt’asına
çekilip orada payend-i istikrar dest-küşa-yı
intişar (karar kılıp, el açarak yayılmıştır) olmuştur. Bundan sonra hangi tarafa gideceği
ve ne renklere gireceği ve nasıl câmeler (elbiseler) giyeceği Allah'a malum.” (Umrandan
Uygarlığa)
Ona göre İslâm medeniyetinin yükseldiği muhteşem asırlarda Batılı toplumlar vahşet içinde yaşıyorlardı. Haçlı seferleri ve
normal münasebetlerle İslâm medeniyetini
tanıyıp, ilim ve maarifi alarak geliştirdiler.
Devlet-i Âliye’nin geri kalmaya başladığı
asırlardan itibaren bu sahada güçlerini artırdılar.
CEVDET PAŞA: “ISLAHATÇILARIN
MEDENİYET ANLAYIŞI YANLIŞTIR”
Savaşlardaki mağlubiyetler, iktisadî
hayatın bozulması Islahat hareketlerinin yapılmasını zaruri kıldı. Fakat Islahat Hareketleri’nde çok yanlışlar yapıldı. Islahatçıları
tenkid ettiği düşüncelerinden birkaç satırı
Tezâkir (1-12) cilt: 1’den okuyalım:
“Ol asırda Devlet-i Aliyye'ce bir yeni
medeniyet yoluna gidilmek ve asâkir-i mualleme (tâlim görmüş askerler) tertib edilmek
elkarı zuhur (ihtiyacı ortaya çıkmak) etmiş
idi. Lakin işin başından başlanmayıp kuyruğundan tutulmuş ve binanın temeline bakılmayıp saktın nakşına özenilmiş yani Frengis16
tan'da münteşir olan fünûn ve sanâyiin neşr
ve tervicine himmet olunmak (kıymetini artırmak) lâzım gelür iken enhâr-ı medeniyyetin
(medeniyet ırmaklarının) getürdüğü hass ve
hâşâk-ı israf (israf çöplüğünü teşvik etmek)
ve sefâhete aldanılmış idi. Ol vakit ise İstanbul halkı pek mütesallib (dinine bağlı kimse)
ve mütaassıb olduğundan tabaka-i ulyâda
(yüksek sınıflarda) bulunan me'mûrînin (memurların) bu reftârmdan (gidişinden) nefret
ederek her dürlü muhdesâttan (şeriata dayanmayan yeni oluşturulan şeyler) ürkmeğe ve
tarz-ı cedîd üzere yapılan ebniyeyi (binaları)
bile kerih (fena) görmeğe başlamışlar idi.”
MEDENİYET TASAVVURUNDA ZEMİNİ İSLÂM’DIR
TAKLİTÇİ DEĞİL, YENİLİKÇİ İSLÂM
MEDENİYETİ TARAFTARI
Batı’dan alınacak olan yenilikler İslâm
medeniyetinin temeli olan İslâm Şeriatına
uygun olmalı. Başka bir medeniyetin mensupları için iyi olan, İslâm medeniyetinin mensupları için zararlı olabilir. İslâm medeniyeti
devlet, din, gelenek, ilim ve hukuk gibi esaslarıyla Batı medeniyetinden farklıdır.
Bugün âcil ihtiyacımız olan İslâm medeniyet tasavvuru tâlimi için Cevdet Paşa’dan
temin edebileceğimiz düşüncelerin hülâsası
şöyle:
Başka bir medeniyetle alışveriş yaparken, kendi medeniyetimizin hukuk, yâni fıkıh
sistemi muhakkak ki korunmalı. Farklı ihtiyaç
ve şartların neticesinde ortaya çıkan hukuk
sistemi, başka bir medeniyetin insanlarına
tatbik etmeye çalışmak, o milleti ve medeniyeti mahvetmek demektir.
Görüldüğü üzere, Tanzimatçıların anladığı mânada taklitçi bir teceddüd yanlısı
değil. Fikirlerinin zemini İslâm’ın esaslarıyla
kaim. Bu sebeptendir ki Mustafa Reşit Paşa’nın yolunu takip eden Avrupacı yenilikçi
bürokrasiyle Islahat mevzuunda anlaşamamıştır.
Hâsıl-ı kelâm; medeniyetin, başka ülkeleri işgal edip sömürerek gelir kaynaklarına
el koyanların, bomba yağdıranların, kadınçocuk ayırmadan toplu katliamlar yapanların
ruhsuz fen ve teknolojisi olmadığına inanan
biz şimdi Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet münevveranından daha şuurlu olmak durumunda değil miyiz?
Ona göre Islahatçılar problemleri çözmeye çalışmak yerine sathî tedbirlere başvurdular. Batı’nın asıl üstün olduğu sahalardaki
ilimlere önem vererek fen ve fünunu geliştirmek ve Devlet-i Âliye ile Batı arasındaki mesafeyi kapatmak gibi problemlere hiç yaklaşmadılar. Koyu bir taklitçiliğe saplanıldı.
[email protected]
Bir başka medeniyetle irtibat kurarken
ve o medeniyetten bazı şeyleri alırken terkedilmeyecek olan temel unsurlarımız vardır.
İtikat, ahlâk, gelenek gibi unsurların asla değiştirilemeyeceğini söyler. Başka milletlerin
âdetlerini sahiplenmek yanlıştır. En önemlisi
de devletin esaslarında ve siyasetinde tecdit
edilmiş fıkıhın değiştirilmesine taraftar değildir.
17
Bilgi parçalandı, bundan dolayı zihni dünyalar da parçalandı. Cemaatler kendi bilgi dünyalarını (ama bilgi telakkilerini) oluşturdu ve kısır
ve dar bilgi dünyalarına mahkum oldu. Bir cemaat mensubu diğerini dinlemiyor, zira muhatabı
kendi bilgi dünyasından bahsetmiyor. İslam’ın
bilgi telakkisine vakıf olmayanların az sayıdaki
eserden ibaret bilgi kaynağı, dar bir zihin oluşturduğu için, değil dünyayı ve insanlığı izah etmek,
kendi dışındaki bir Müslüman cemaati bile izah
etmekten aciz hale geldi. Problem bundan ibaret
değil, aynı mesele aşağıdan yukarıya doğru dünya
çapında misallere sahip. Batının bilgi telakkisine
karşı uzun bir müddet direnen Müslüman dünya,
zihnini ona kapattığı için batıdaki gelişmeleri
anlayamadı. İdrak ve izah edemediği batı, dünyayı işgal ettiğinde teslim olmaktan başka çare bulamadı. Batıyı idrak ve izah edemediği için bilgi
dünyası dışında bırakan Müslümanlar, kendi bilgi
ve ilim telakkilerinden uzaklaştığı, o telakkinin
insani her kıpırtıyı bile izah edecek derinlik ve
genişlikte olduğunu unuttu ve gün geldi batıya
şartsız teslim oldu. Batının bilgi ve ilim telakkisine teslim ve mahkum olduğu bugün, kendi üniversitelerinde ve diğer mahfillerinde başka bir
bilgi telakkisine geçit vermemek için canla başla
çalışıyor. Batının bilgi ve ilim telakkisine mahkum olanların bir kısmı ise, “pozitif bilim telakkisini” öyle bir noktaya kadar benimsedi ki, “mucize”yi inkar edecek noktaya geldi.
DÜNYA BİLGİ MÜKTESEBATINI
İHATA EDECEK TASNİF
Nurettin Saraylı
İlimlerin tasnifinde öyle bir harita oluşturmalıyız ki hiçbir bilgi vahidi boşta kalmasın,
hiçbir bilgi vahidi yerini aramak zorunda kalmasın, hiçbir bilgi vahidi yerinden şikayet etmesin,
hiçbir bilgi vahidi konulduğu yerde aykırı durmasın. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, hiçbir bilgi
veya ilmin idrak ve izahı imkansız hale gelmesin,
hiçbir bilgi ve ilim birbiriyle tezat teşkil etmesin
ve çatışmasın, hiçbir bilgi ve ilim kendin maksatsız ve boşlukta bulmasın. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, her bilgi vahidi ve ilim dalı, bulunduğu
yer itibariyle kendini izah etmiş olsun, sadece
bulunduğu yer bile bir “izah” halini alsın. Öyle
bir tasnif yapmalıyız ki, her bilgi vahidi başka bir
bilgi vahidini ve ilim dalını, her ilim dalı ise içinde bulunduğu mecrayı ikmal etsin, büyük terkibi
(medeniyet tasavvurunu) inşa etsin. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, her bilgi vahidi bir diğerini, her
ilim dalını başka bir ilim dalını ihtiyaç haline
getirsin, asla birbirinden müstakil hale gelmesin
ve büyük fikri örgüyü nakış nakış dokusun.
*
Dünyanın (ve batının) bilgi müktesebatını
doğru anlamanın yolu, kendi bilgi telakkimize
sahip olmak ve ilimlerin tasnifini buna göre yapmaktır. Batıyı batının bilgi telakkisi ile anlamaya
çalışmak, zahiren ne kadar karşı olunursa olunsun, batılılaşmaktır. Kendi bilgi telakkimizi ve
ilimlerin tasnifini kaybettiğimiz günden beri batıyı, batının anlayış ve kaynaklarından idrak etmeye çalışıyoruz, bu çaba bizi en derin şekliyle batılılaştırıyor. Batının epistemolojik işgalinden kurtulmanın yolu, batılı bilgi telakkisine vakıf olmak
değil, aksine kendi bilgi telakkimizi oluşturmak,
batı da dahil olmak üzere dünyanın tüm bilgi
müktesebatını kendi tasnifimize tabi kılmaktır.
İslam’ın bilgi telakkisini idrak etmeli,
tasnifi bununla yapmalı fakat mevcut tüm bilgi
müktesebatını ihtiva edecek büyük haritayı çizmeliyiz. Kendi bilgi telakkimiz olmadan, bilgi,
ilim, irfan, tefekkür gibi temel meseleleri idrak ve
izah etme imkanımız olmadığı malum, bununla
beraber insanlığın tüm bilgi müktesebatını tasnif
edemediğimizde dünyaya bir beyanname yayınlama, insanlığa bir teklifte bulunma mefkuresi
oluşturamayız.
18
*
mevziine yerleştirilecektir. Bu yapıldığında sihir
ilminin (yani haram ilmin) ihtiyaç olmadığını,
aksine zararlı olduğunu izah etmiş oluruz. Tasnif
dışı bırakılan her bilgi çeşidi ve ilim dalı, tasarrufumuz dışına çıkarılmış olur ki, ümmeti onun
zararlarından muhafaza imkanı kalmaz.
Tasnif dışı tutacağımız her bilgi vahidi ve
ilim dalı, bizim dışımızda bir “gerçeklik” kazanıyor ve kaçınılmaz olarak bizden müstakil bir hayat alanı oluşturuyor. Hayatta bir karşılığı olduğu
için de İslami anlayışın hayatı kuşatamadığı, İslam’ın dışında da bir hayatın mümkün, öyleyse
laikliğin kaçınılmaz bir zaruret olduğu neticesi
çıkıyor. Bu bizim kusurumuz, bizim eksikliğimiz.
Yeryüzünde her kültür ikliminin ürettiği bilgi ve
ilmin bizde bir izahı olduğunu gösterememek,
İslam’ın hakikat olduğu temel fikrini zedeliyor.
Tasnif dışı bırakmak, aynı zamanda anlamamaktır. Anlamamak, acziyettir. İslam, sonsuz
bilgi ve ilim kaynağıdır, acziyet Müslümandadır.
Lakin Müslümanların acziyeti İslam’a mal edilmektedir. Bu sebeple tasnif dışı bırakılan bir bilgi
ve bilgi alanı bırakmamak gerekir. Anlaşılamayan
bir bilgi demeti kadar hayata tuzak kuran, İslami
hayatın altyapısını imha eden başka bir ihtimal
yoktur. Bir bilgi çeşidi veya ilim dalının tasnif
dışı tutulması, onu anlamayacağımızı ilan etmektir ki, o alanda başka bir hayat gerçekliğinin
meydana gelmesine fırsat tanımaktır.
Laikliğin temeli, din ile devletin birbirinden ayrılması değil, dinin; insan, hayat ve varlıkla
ilgili tüm meseleleri izah edemeyeceği düşüncesidir. Bir bilginin, bilgi edinme yolunun, ilmin ve
bunların tatbikatı olan amel yekununun haram
kılınması, onun idrak ve izah edilmediği, idrak ve
izah edilemeyeceği manasına gelmez. İzah edilmemiş bir bilgi ve fiilin haram kılınması, bilinmeyen ve anlaşılmayan bir meselenin men edilmesidir ki, bu durum dipsiz bir cahillik misalidir.
Bütün Müslümanların haram kılınmış ilimlerle
veya bilgi ve amel çeşitleriyle derinliğine idrak
etmek için ilgilenmesi gerekmiyor, ne var ki o
bilgi alanının tasnif içine alınması, izah edilmesi
şart. Tasnif dışı tutulduğunda, Müslümanların
(özellikle cahil veya sığ idraklilerin) yolu bir şekilde oraya düşüyor ve onunla meşgul oluyor.
Tasnif dışı tutulan bilgi ve ilim çeşidi ile ilgili
izah ve çerçeve olmadığı için Müslümanlar o
gayya kuyusuna düşüyor.
Tüm bilgi ve ilim müktesebatını dikkatli
ve sıhhatli şekilde tasnif edebilmek, tüm dünyaya
(gayrimüslimler dahil) teklif sunmaktır. Böylece
Müslümanlar, insanlığa karşı mesuliyetlerini de
yerine getirmiş olur. Batı, sadece Müslüman alemi değil tüm dünyayı işgal etmiştir, dünyanın
aklına, zihnine ve kültür evrenine kadar nüfuz
etmiştir. Bizim dışımızdaki dünyanın da batı tasallutundan kurtulması gerekiyor, bunu yapabilecek yani dünyaya yeni bir bilgi ve ilim telakkisi
sunacak olan tek kaynak İslam, tek kadro ise
Müslümanlardır.
*
Dünyanın tüm bilgi müktesebatını tasnif
etmek, her bilgi ve ilmin makbul olduğu manasına gelmiyor. Müslümanlarda böyle bir tereddüt
ve korku var, bu sebeple (ve başka sayısız sebeple) büyük tasnif haritasına ihtiyaç duymuyorlar.
Makbul olmayan bilgi ve ilim türünün en uç noktası “sihir ilmi”dir ve haram kılınmıştır. Yapılacak tasnif, bunu da ihtiva edecek, kaynağı, maksadı, haram olma sebebi izah edilip, ana tasnifteki
19
*
Batı, kendi ürettiği bilgi üzerindeki mutlak tasarrufunu muhakkak ki kaybediyor. Fakat
bu durum, dünyada tedavül eden bilginin kahir
ekseriyetinin batı mührünü taşıdığı gerçeğini
değiştirmiyor. İslam kültür coğrafyası dışındaki
doğu, batının bilgisini alıp kullanmaktan, onu
kendi kültür ikliminde yeniden üretmekten kaçınmıyor. Bilginin üzerinde batı uygarlık mührünün bulunmasını dert etmeyen doğu, bilgiyi
aynı batı gibi üretmekte, aynı batı gibi tüketmekte, aynı batı gibi kullanmakta bir sakınca
görmüyor. Neden? Çünkü dünya yeterince batılılaştı, doğu meseleyi refah ve zenginlik olarak
kabul etti ve bilgiyi batı gibi üretmek ve kullanmakta bir beis görmedi. Mesela kapitalist
batıyla hesaplaşmak için kapitalistleşmekte hiçbir mahzur görmedi.
TASNİF YOKSA
TERKİP MÜMKÜN MÜDÜR?
Ebubekir Sıddık Karataş
İhtisaslaşmanın zirveye çıktığı günümüzde bilginin derlenip toparlanması acil ihtiyaç haline geldi. İhtisaslaşma, kendinden beklenen faydaları üretti fakat orada durmadı, teferruata kadar inen bir ihtisaslaşma bilgiyi dağıttı. Batı bilgi telakkisi, kendi içinde dağılmaya başladı, toparlayacak bir merkezi anlayış ve
düşünüş yolu da kalmadı. Felsefe bilgiyi nispeten bir arada tutuyordu, felsefi krizin başladığı
(yaklaşık) bir asırdan beri bilgi her türlü merkezini kaybetmeye başladı. Bugünün dünyası, tam
bir bilgi kaosu içine düştü.
Oysa bizim bir imanımız var, bizim bir
dinimiz var. Bizim merkezi kıymetimiz dinimizdir, dünyanın zenginliğini kazanmanın kati
bir yolunu gösterseler biz dinimizden vazgeçmeyiz. Biz zengin birisi olarak yaşamayı ve
zengin birisi olarak ölmeyi hayal eden bir ümmet değiliz, biz mümin olarak yaşamayı ve
mümin olarak ölmeyi tercih eden asil bir ümmetiz. Bu sebepledir ki biz, bilgiyi batı gibi
anlamaz, batı gibi üretmez, batı gibi kullanmayız. Öyleyse bizim çok temel bir meselemiz
var…
Batı bunu bir müddet dert etmedi, nasıl
olsa bilgiyi kendisi üretiyordu ve kendi uygarlık ve kültürünün eseriydi. Onunla dünyayı işgal ediyor, onunla dünyayı sömürüyor, onunla
kendine asalet satın alıyordu. Ne var ki bilgi
kaosu, yirminci asrın sonlarına doğru batıyı da
vurmaya başladı. Savruk bir şekilde dünyaya
dağılan bilgi, başka kültür iklimlerinde kullanılmaya, geliştirilmeye başlandı ve batıya mermi olarak dönmeye başladı. İktisadi manada
mermi, askeri manada mermi, diplomatik manada mermi ila ahir…
Batı, kendi bilgi telakkisi üzerindeki tüm
tasarrufunu kaybetse, hatta kendi bilgi müktesebatının mutlak cahili haline gelse bile biz
yine de o bilgi çeşidine, bilgi üretme sürecine,
bilgi üretme melekesine dahil olmayı, mensup
olmayı kabul etmeyiz.
Batı aslında ipin ucunu kaçıralı çok oldu. Bilgi üzerindeki tasarrufu, mesela on dokuzuncu asırdaki kadar münhasır ve muhkem değil. Bilgi, parça parça olmak üzere başka kültür
coğrafyaları tarafından üretilmeye ve kullanılmaya başlandığı günden beri batı geriliyor, zayıflıyor, her geçen gün daha yüksek hızla çöküyor. Bunlar tabii ki batının problemleridir. Bu
problemin bize yansıyan tarafı bambaşka…
*
Bilgi üzerinde tasarruf kurmanın birinci
safhası, tasnif haritasını çizmek ve bilgiyi o
20
haritaya yerleştirmektir. Ne var ki bu hamle
meselenin altyapısı içindir ve nihai maksadı
değildir. Bilgi üzerinde tasarruf kurmanın ikinci
safhası, onu terkip etmektir. Bilgiyi terkip etmek, bilgiye mühür vurmaktır, mühür vurmak
ise bilgiyi kendi medeniyetimiz adına teslim
almaktır.
mahirane bir terkip yapılmalı, terkip silsilesinin
zirvesine medeniyet mührü vurulmalıdır.
*
Tevhid güzergahının mücevher ile tanzim edilmiş mücerred yolu tasavvuftur ve tasavvufun açtığı yoldan tevhide ulaşmak için
kesret aleminin cümbüşünde seyahat etmek
gerekmez. Ne var ki herkesin yolu tasavvufa
çıkmaz veya herkesin yolunun tasavvufa çıkması için kesret alemini tarassut altına alacak,
onu terkip edecek, kesret cümbüşü içinde tevhide giden bir otoban açacak bilgi telakkisini
oluşturmak, ilimlerin tasnifini yapmak, mevzu
haritasını çizmek gerekir.
Bilgiyi terkip etmek için tasnif ve tertip
etmek şarttır. Tasnif yoksa terkip imkansızdır.
*
İlimlerin tasnifi, terkip güzergahının ana
menzilini oluşturur. Terkip, idrak seviyesi yükseldikçe yenilenen bir süreçtir. Her seviyenin
terkibi vardır, olmalıdır. Terkip güzergahının en
hacimli misali, “büyük terkip”tir ki, ona medeniyet tasavvuru diyoruz. İslam medeniyet tasavvuru, bilginin en hacimli terkip güzergahının zirvesidir. Bilginin derinliğine doğru terkip
zirvesi, tevhid güzergahındaki “tecrit” safhasının eşiğidir. Bilgi, terkip edile edile tecrit safhasına, tecrit güzergahının müntehasında ise
tenzih makamına ulaşılır.
Hayat çeşitliliği sever, hatta hayatı
mümkün ve daim kılan çeşitliliktir. Teklik
münhasıran Cenab-ı Allah Azze ve Celle’ye
aittir, dünyadaki hayat muhakkak ki kesret ve
çeşitlilik üzerine bina edilmiştir. İmtihanın sırlarından birisi olan bu kesret ve çeşitlilik cümbüşü, bir taraftan muhafaza edilerek hayatın
devamı temin edilir diğer taraftan onun içinde
bir tevhid güzergahı açılır ve insan, nihai maksadı olan tevhide ulaşmanın yoluna sahip olur.
Bilgi, derinlik istikametinde terkip silsilesine girdiğinde, adım adım lafzını kaybeder
ve saf manadan ibaret hale gelir. Saf mana haline geldiği andan itibaren tecrit güzergahı başlar, orada mesafe aldığında tek manaya doğru
yürür, tek mana haline geldiğinde tenzih güzergahının müntehasına ulaşmış olur ki artık tevhid ile muhatap olunur.
Kainattaki çeşitlilik, varlığın tabiatına
yerleştirilen ve hayatın kendisiyle mümkün
kılındığı bir tecelliyattır. Çeşitlilik daim, terkip
de zaruri olduğuna göre, tasnif ve tertip şarttır.
Kesret aleminde tasnif ve tertip yapmamak,
varlığı aynileştirme teşebbüsüdür, hayattaki
karşılığı ise insan tabiatını yok etmek ve robotinsan üretmektir. Bu ihtimal İslam’ın maksadı
değil, aksine İslam’ın maksadının imhasıdır.
Bilgi, genişlik istikametinde terkip edilmek istendiğinde, önce tüm çeşit ve miktar olarak ortaya çıkması iktiza eder. Kesret alemindeki zenginliğe muadil bir sayı ve çeşitliliğe
ulaştığında, dağılmaması için tertip ve tasnif
edilir. Kesret aleminin kaynağında bulunan tevhidi hakikatin gözden ve gönülden uzaklaşmaması için, akıl almaz kesret cümbüşü içinde
[email protected]
21
İlim dışındaki tüm bilgi çeşitleri ve miktarı insan tarafından üretilmiştir. İnsan tarafından üretilen bilgi ve ilmin müellifi (faili) insandır ama
sanal manevralarla insandan uzaklaştırılan bilgi, insanı köleleştirmektedir. Bilgiyi (ve ilmi)
insandan uzaklaştıran manevra “objektivizm”dir. Objektif bilgi yalanı, batı bilgi ve
bilim telakkisinin dünya tarafından olduğu gibi
kabul edilmesi, başka bir bilgi telakkisinin ortaya çıkmasının önlenmesi içindir. Batının dünya hakimiyeti için keşfettiği bu manevra, aynı
zamanda en büyük başarısı ve yine en büyük
hilesidir.
ANA TASNİF
İLİM MECRALARI
Faruk Adil
Bilgi ve ilim üç merkezden uzaklaşmayacak, bunlara karşı istiklalini ilan etmeyecektir. Birincisi, yani temel kaynağımız olan Mutlak İlim, ikincisi insan, üçüncüsü varlıktır. Bilgi
ve ilim, bu üç merkez ile münasebetini sıhhatli
tutmalı, bu merkezlerle irtibatını muhkem şekilde kurmalıdır.
Bilginin insan ile münasebetinin kesilmesi, bilgideki insani cihetin ve katkının görülmez olmasını sağlamakta, böylece “hakikat”
üzerinde hususi mülkiyet kurma iddiaları yaygınlaşmaktadır. Ehl-i Sünnet dışındaki merkezkaç düşüncelerde bu hastalık çok derinleşmiş
durumdadır. Ümmetin on dört asırlık müktesebatını insan mamulü diye reddeden mealci güruh, kendi görüşünü hakikat diye pazarlıyor.
Bunu yaparken, Kur’an-ı Kerim’i tutuş şeklinin
bile bir bakış açısı olduğunu bilmeyecek kadar
cahildir ve İslam’ı ilmi seviye ve kıymette anlamaktan fersahlarca uzak bedevilerdir. Ayet-i
Kerime’yi asli lisanından okumanın ve o şekilde tekrar etmenin dışındaki her tavır ve kelam,
insan idrakine dair bir bilgi üretimidir, meal de
buna dahildir. Meali mutlaklaştıracak kadar
haddini aşanlar, sayısız meal olduğunu görmemekte, birden fazla meal olmasının “tek kitabı
çoğaltmak” anlamına geleceğini idrak edememektedir.
Mutlak İlim ile irtibatını kesen ilim, hem
ana kaynağını hem de hakikat arayışını kaybeder. Hakikat arayışı ilmin nihai maksadıdır, bu
maksadı kaybeden ilmin ilk olarak “niçin” sorusunu unutur. “Niçin” sorusunu kaybeden ilim,
“nasıl” sorusuyla baş başa kalır ki, “nasıl” sorusunun cevabından başka maksadı kalmayan
ilim, “mümkün olan yapılmalıdır” hükmünü
baş tacı yapar. Bugün batıda gelişen “pozitif
bilim mecrası”, iki sorunun birini kaybetmiştir.
O kadar ki, bilim adamları, “bilim niçin sorusunun cevabını araştırmaz” diyecek kadar azgınlaşmış ve mahrumiyetin farkına bile varmaktan
aciz hale gelmiştir. Batı, “niçin” sorusunu felsefeye tevdi etmiş, bilimden kovmuş, felsefede
krize girdiği için tek kanatlı (sorulu) bir telakkiye mahkum olmuştur. “Mümkün olan yapılmalıdır” anlayışı bilimin bünyesine bir zehir
gibi nüfuz etmiş, nükleer, biyolojik, kimyevi
silahlar gibi toplu imha teknolojisi geliştirilmiş,
kullanılmaktan da imtina edilmemiştir.
Bilginin varlık ile irtibatı kesilmemelidir. Varlıkla irtibatı kesilen bilgi muhayyel hale
gelir. Varlıkla irtibatı kesilen bilgi, dünyanın
tepsi gibi düz olduğunu söyleyecek kadar tuhaf
savrulmalar yaşar.
Bilgi ve ilim insandan uzaklaştırılmamalıdır. Bilgi, özü itibariyle insandan uzaklaştırılamaz zaten ama bazı manevralarla ve sanal
olarak uzaklaştırılmakta, insan üzerinde tahakküm kurulması için kullanılmaktadır. Mutlak
*
22
Bilginin üç merkezden de bağımsızlaşmaması için her birine bir mecra açılması gerekir. “Kur’an İlimleri Mecrası”, “Beşeri İlimler
Mecrası” ve “Müspet İlimler Mecrası”… Fikirteknesi külliyatındaki “ilimlerin tasnifi” bahsinin izahı budur. Fikirteknesi külliyatındaki
ilimlerin tasnifi bahsinde zikredilen dördüncü
mecra, yani “Tevhid İlimleri Mecrası”, ubudiyet bahsinin hususi ilmi içindir. Kur’an-ı Kerim
ve Sünnet-i Seniyye, sadece ubudiyet bahsini
izah etmemiş, kainattaki her şeyi izah etmiştir.
Mutlak İlmin, maddeye kadar inen izah haritasındaki uçsuz bucaksız genişlik ve zenginlik
içinde hususi bir yeri olan ubudiyet, tabii ki
hususi bir ilim mecrası tarafından tetkik ve tatbik edilmelidir.
aksine, “insanların tanışması için kavimler halinde yaratılmış” olmasındaki gibi tertip ve terkibin altyapısını oluşturmak içindir. İhtisaslaşmanın zirveye çıktığı günümüz dünyasında bu
mesele çok mühimdir. Bilgi çözülmemeli, dağılmamalı, kaosa sebep olmamalıdır. Fakat her
şeyi tek torbaya doldurmak, terkip değil, kaosun ta kendisidir.
Bilginin terkip edilmesi ile çözülmesi
arasında zor bir sınır var. Terkip denklemindeki
en küçük maraz, neticeyi terkip değil kaos haline getiriyor. Bilgi, birbirini yok edecek kadar
sıkıştırılmamalı, birbirinden ayrışacak kadar da
dağılmamalıdır. Sıkıştırılan bilginin neticesi
terkip değil, ya birbirini yok ederek var olma
çabasına veya mahiyet değiştirerek birbirinin
yerine geçmesine sebep oluyor. Her bilgi kendi
merkezinde ve mevziinde kalmalı, kendi kıymetini aşağıya doğru azaltmamalı, yukarı doğru
artırmamalıdır.
*
Her ilim mecrasının kendi içinde hem
yatay hem de dikey tasnifi var. Her mecranın
dikey tasnifinin zirvesinde yer alan “Terkip
İlmi”, Mutlak İlmin o mecra ile ilgili hükümlerini ihtiva etmektedir. Mutlak İlmin o mecra ile
ilgili terkibi hükümleri, o mecradaki tüm ilim
dalları tarafından izah edilmiş olmalıdır. Terkip
İlimlerinin gayesi, o sahayı Mutlak İlme bağlamaktır. Bu çerçeveden bakıldığında ilim,
“Mutlak İlim”dir, Nispi İlimler ise onun tefsiri,
şerhi, izahı mahiyetindedir.
İlimlerin tasnifi, bilgi kaosunun tek ilacı,
terkibin ise tek yoludur. Birbiriyle karışmayacak kadar tasnif edilmeli, birbirinden ayrışmaması için de “terkip ilimleri” inşa edilmelidir.
*
Tahlil, bilginin dağılması, savrulması
değildir. Tahlilsiz idrak tabii ki imkansızdır
ama tahlil yoluyla bilginin cüzlerinde ihtisaslaşıp bilgi alanlarını birbirinden müstakil hale
getirmek yanlıştır. Bu sebeple ana harita tahlil
yoluyla değil, tasnif yoluyla çizilecektir.
İlim mecralarının her biri, Mutlak İlmin
kendi sahasındaki tefsiridir. Mesela “Beşeri
İlimler Mecrası”, Mutlak İlmin, insana dair temel telakkisinden başlamak üzere tüm teferruatıyla tefsirinden ibarettir. Bu irtibatı sağlayan,
bu tertibi yapan, bu dokuyu ören ise “terkip
ilimleri”dir.
[email protected]
*
Fikirteknesi külliyatında ana tasnif olarak kullanılan ilim mecraları, bilginin birbirinden bağımsızlaşması ve uzaklaşması için değil,
23
sanı veriyor, oryantalizmin yeni versiyonuna
bakın…
EPİSTEMOLOJİK İŞGALDEN
KURTULMANIN YOLU
Elimizde bilginin tertip ve tasnifi yok,
üniversitelerin “bilimsellik” adı altında piyasaya sunduğu tertip ve tasnif, batı bilgi telakkisinin ana haritasıdır. Bilginin haritasını batıdan
almak, batının çizdiği güzergahı “mecburi istikamet” olarak kabul etmektir. Batı nereye gitmemizi istiyorsa, oraya gitmekten başka bir yol
bulma imkanımız kalmıyor. Bunu yapan müessesenin adı ise üniversite… Osmanlının son
asrında İngiliz istihbarat servisinin ajanlar vasıtasıyla yaptığı, bilgi telakkimizi çökertmek için
zihin ve kalb dünyamıza “hurafe” enjekte etme
vazifesini, şimdi kendi üniversitelerimiz açıktan
yapıyor, bunun adına bilim ve bilimsellik diyor.
Üstelik bilgi ile meşgul olmanın tek meşru yolunun bu olduğunu iddia ederek…
Selahattin Adanalı
Bilginin izini süremiyoruz, çünkü bilgi
bombardımanı alındayız. Bilim diyorlar, bilim
adamı diyorlar, bilimsel gerçek diyorlar… Üzerimizde o kadar ağır bir psikolojik baskı kurdular ki, batının bilgi ve bilim telakkisi tek hakikat kaynağı gibi sunuluyor. Bunu dert etmeyenler, zaten kalbi ve zihni işgale uğramış olanlardır, onlar için hiçbir problem yok.
İlliyet irtibatını takip edemiyoruz, çünkü
bilginin üretim süreci olan bilim yok bizde.
Bizde sadece, onların ifadesiyle “bilimsel bilgi”
var ve buna hakikate iman eder gibi itimat etmemizi istiyorlar. Bilim, bilginin üretim sürecinin hususi şeklidir. Bilim olmayınca bilginin
illiyet irtibatını geriye (bidayetine) doğru takip
etmemiz imkansızlaşıyor, bunu yapamayınca
bize sunulan bilgiyi kritik etme imkanı bulamıyoruz. Bilgideki illiyet irtibatını takip ettiğimizde ise ya evrime çıkıyor ya materyalizme
çıkıyor. İnsan ile ilgili bir bilginin kaynağı evrim teorisi ise insandan bahsetmiyoruz, gelişmiş hayvandan bahsediyoruz demektir. Oysa
biz, insanın “insan” olarak yaratıldığına inanan,
tabiaten hayvandan farklı olduğunu bilen bir
dine ve dünya görüşüne inanıyoruz.
Bir ülkenin münevver camiası, özellikle
de üniversitesi batı hayranlığından kurtulmadığı
müddetçe o ülkenin istiklalini kazanması, kendini batı tasallutundan kurtarması imkansızdır.
Türkiye’de, üniversite içinde ve dışında batıya
kalb ve ruhundan bağlı düşünce ve bilim adamları olduğunu, bunların ise ümitsiz vaka haline
geldiğini biliyoruz. Zaten mevzumuz onlar değil, esas mevzumuz, kendini Müslüman olarak
tarif eden fikir ve ilim adamları… Müslüman
fikir ve ilim adamlarının bir kısmının mevcut
üniversite şablonundan kurtulamadığı, kurtulanların ise başka bir ilim telakkisi teşkil etmeye ve ilim mecrası açmaya muktedir olamadıkları, böyle bir hamle için ihtiyaç duyulan idrak
ve istidat teçhizatına sahip olmadığı gerçeği
ıstırap vericidir.
Batının epistemolojik işgali, “bilimsel
bilgi” makyajıyla bize kendi bilgi telakkisini
zerketti. Bilim, bilimsel, bilimsel bilgi dendiğinde herkesin hazır ola geçtiği bir ülke haline
geldik. Bu işgale karşı savunma hatları oluşturması beklenen üniversite, tam aksi istikamete yöneldi ve batının epistemolojik işgalinin
mahfili oldu. Üstelik maaşlarını da bu ülke in-
*
Epistemolojik işgalden kurtuluşun tek
yolu, bilginin ana haritasını kendi medeniyet
tasavvurumuza uygun şekilde çıkarmaktır. Bilginin ana haritası, ilimlerin tasnifi ve mevzu
24
listesi çıkarmakla kabildir. Tabii ki üst başlık
olarak medeniyet tasavvurumuz, buna bağlı
olarak varlık, insan, hayat bahislerine dair temel
telakkilerimiz bulunmalıdır.
için, varsa eğer marifetini iltifata tabi kılmayacak, halk ve üniversite nezdindeki tüm itibarsızlığına rağmen temel meselelerle ilgilenecek, bu
çerçevede bilgi haritasını en geniş şekilde çizecek, ilimlerin tasnifini en muhkem şekilde yapacak, medeniyet tasavvurunu oluşturacak ve
inşa sürecini başlatacak Müslüman fikir ve ilim
adamlarına ihtiyaç var. Bu meseleyi nefsinin
malzeme, aklının kariyer planı yapmasına fırsat
vermeden, sadece ve sadece “ahiret azığı” olarak görüp bu istikamette çalışacak bir kadro
lazım. Yapılacak işin ne kadar zor, ne kadar
çetin, ne kadar girift olduğunu biliyoruz. Hiç
kimse bu teşebbüsün neticesinin kamil manada
kendi ömrü içinde ortaya çıkmayacağını unutmasın. Muhtemeldir ki asırlara sari bir çalışmadan bahsediyoruz, bu sebeple dünyalık çerçevede iltifat, takdir, mükafat gibi meselelere
meyletmeden, hayatının en azından bu kısmını
ahiret hazırlığı olarak şeytanın vesvesesinden,
nefsinin arzu ve heveslerinden koruyacak bir
kalbi mahfazaya sarıp canla başla çalışacak bir
kadro…
Kadimden beri yapılageldiği gibi, ilimlerin tasnifini, sadece dini ilimler sahasında yapmak meseleyi kökünden halledecek bir teklif
değil. Dünyadaki tüm bilgi müktesebatını tasnif
edecek, büyük haritayı çizecek, her cadde ve
sokağın İslam’a çıkmasını temin eden terkip
mimarisini gerçekleştirmek şarttır.
Bu meselelerden bahseden neden yok?
Sadece üniversitelerde doktora tezi cinsinden
ilimlerin tasnifi meselesi, tarihi seyir içinde
tetkik ediliyor ve orada kalıyor. Yapılan “bilimsel çalışmalar”, her nedense kadim müktesebatımızı batı bilgi telakkisine taşımaktan, onların
metotlarıyla kritik etmekten ibaret kalıyor.
Bu meselelerin müşterisinin fazla olmadığı, bilim adamlarına itibar ve popülarite kazandırmadığı malum. Ama bilim dendiğinde
şöhretin ne kıymeti var? Bilim, çağımızda nefsin meşgalesi, nefsin arzularını yerine getiren
aleti, itibar ve ikbal metaı haline geldi. Bunları
biliyoruz, mevcut vasatın bu tür ciddi çalışmalara müsaade etmediğini de anlıyoruz. Anlamadığımız mesele ise şu; akademik kariyerinin ve
ikbal kaygılarının dışında, hakikat kaygısı ve
arayışını hayatının merkezine oturtan birkaç
yüz kişilik Müslüman fikir ve ilim adamı neden
çıkmıyor? Cenab-ı Allah Azze ve Celle ile yapılan alışverişten daha karlı olan alışveriş nedir? “Talep yok” türünden mazeretler ilim ve
fikir adamları için çok hafifmeşrep değil midir?
Ve bilmezler mi ki, “her arz kendi talebini oluşturur”.
Bu çalışmaların üniversite ikliminde
şartlarının ve altyapısının olmadığı malum…
Bu malumu uzun uzun izaha ihtiyaç olmadığı
kanaatiyle, büyük hamlenin üniversite dışında
mayalanması için uygun müesseseler ve altyapılar kurmak gerekiyor. Üniversitede mümkün
olursa, mümkün olacaksa, mesela Diyanet İşleri
Başkanlığının kurmak için teşebbüse geçtiği
“İslam Üniversitesi” bünyesinde gerçekleştirilebilecekse, buna bir itirazımız tabii ki yok.
Bizim endişemiz, mevcut üniversite anlayışının, batının bilgi telakkisinin gönüllü mahfilleri
haline gelmesinden kaynaklanıyor. Bu endişemiz, Diyanet İşleri Başkanlığının kuracağı İslam Üniversitesi için de geçerli.
*
[email protected]
Batının epistemolojik işgalinden kurtulmak ve yeniden medeniyet hamlesini başlatmak
25
luş gibi gözüken bu durumun temel sebebi,
her meselede çeşitliliğin olmasıdır. Aydın ve
feylosoflarının her biri, her mevzûda derin
ihtilaflara düşmüş, istikrardan uzak vahdet
anlayışını idrak edememişlerdir. İşte bu sebebledir ki, dualizm denilen ikicilik felsefesi
Batı’da gelişmiş, böylece BİR vahidi etrafında cemiyet örgüleşememiştir. Müsbet Matematik (Riyaziye), BİR’in etrafında dairevi
Oluş vetiresini inşâ eder. Batı’nın BİR’den
uzak anlayışı sebebiyledir ki, matematik bugünkü dar ve sığ anlayışa hapsolmuştur. Tüm
matematik 0 ve 1 rakamları etrafında ikame
olunur. 0 yokluğun, 1 ise varlığın ve var oluşun remzidir. Hayat ise ya vardır, ya yoktur.
(Yani ya 0, ya 1) Kâinatta olan hadiseler ise,
0 ve 1 arasında rücu eden vakıalardan ibarettir.
MATEMATİK EPİSTEMOLOJİK
İŞGALİN UÇ BEYİ
Çağatay Haznedaroğlu
Yazımızın başlığını oluşturan “Matematik Epistemolojik İşgalin Uç Beyidir”
tabirindeki matematik lafzı, her sistem ve
ciddi mevzûnun içini boşaltan Batı adamının
matematik anlayışıdır. El attığı her meseleyi
son derece basitleştiren ve ucuzlatan, korkunç
istismarıyla beraber, bir o kadar da fikir hırsızı olan Batı dünyası, cehalet nisbetli cesur
hamleler içine girebilen madde temelli zihnî
alt yapıya sahiptir.
Batı adamı, her ele aldığı meseleyi,
aslından uzaklaştırmakla beraber, usûl ve tarihi silsile bilmeyen ahlaksızlığıyla, her kıymetli hazineyi hırsızvari bir sinsilikle gasp
eder, gasp ettiği hazineyi ise kendi malı gibi
göstermekten imtina etmez.
*
Batı dünyası hayır ve hasenattan yoksundur. Tüm zihnini emperyalist anlayış şekillendirmiştir. Bu sebebten ötürüdür ki, nefs
humması içinde hayatlarına devam ederler.
İşte bu azgın nefs sarhoşluğuyla beraber,
elindeki her meseleyi, muarızlarına karşı kullanmakta mahirdirler. Bu maharetin en büyük
tezahürü şüphesiz matematik temelli işgaldir.
Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, çocukvari mucitliği ile keşfettiği yapay dünya
içinde kıvrandıkça buhranı artan Batı dünyasının, matematik temelli krizine şahit oluyoruz. Şanlı İslam medeniyetinin devlet planındaki son temsilcisi olan Osmanlı, bin bir hainlik ve düzenbazlıkla narkoz dolu yatağa hapsedilmiş, böylece beşeriyet, yaklaşık bir buçuk asırdır Batı adamının eline bırakılmıştır.
Manayı reddederek tüm hayatı beş duyu dairesinde izaha çalışan Materyalizma gözlüğü
sebebiyle ilim irfan ve hikmetten yoksun kalışı, O’nu ruh ve sinir hastası August Comte
denilen adamın ve teorisinin eline bırakmıştır.
20. Asrın Batı dünyası için varoluş çağı gibi
gözüktüğü bahsi tarihi bir yanılmadır. Varo-
Matematik, yorum ve tefekkür mecrasından çıkarıldığı vakit, şekli (formel) çerçeveye hapsedilecektir. Şekli matematik ise laboratuvardaki tetkikat ile mutlak doğru kabul
edilecek, böylece “matematik tuzağı” dediğimiz tuzağın dibine yuvarlanılacaktır. Halbuki
matematik tetkik değil, terkip ilmidir. Mefhumların tepetakla edildiği günümüzde, matematiğe tetkik nazarıyla bakmak, matematik
için ne hazin bir durumdur. Bu sebebledir ki,
mevcut matematiği kabul edemiyoruz. Mevcudu red edişimizle beraber alternatif mate26
matik anlayışının oluşması için çalışıyoruz.
Bu zor vetirede, mevcut matematiğin eksiklikleri ve yanlışlıkları gösterilmeli, bununla
beraber yeni matematik anlayışı üzerine bir
çok temrinler yapılmalıdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere, mevcut matematiğe mutlak doğru muamelesi yapmak, matematik zeminli
epistemolojik işgale kurban olmak demektir.
Çağın en büyük tuzağı budur. Mevcut Matematik tuzağından kurtulmamız, Batı’nın bilgi
telakkisinden de kurtulmamız demektir bir
bakıma.
“terkip ilimleri”nin kurulmasındaki zorluk,
riyaziye ile nispeten aşılacaktır. (Haki Demir,
Matematik-1-Matematik ve varlık)
Dünyanın istikbali, birkaç tuzaktan
kendini en erken kurtaran kültür havzalarında
yeşerecektir. Bu tuzaklardan birisi matematik
tuzaktır. Batının bu tuzaktan kurtulması
mümkün değil, zira batı, matematik tuzağı,
uygarlık zannedecek kadar ağlarına yakalanan bir zihni altyapıya sahiptir. Dikkat çekici
olan nokta, batının matematik tuzağı, kendi
kültür coğrafyası dışındaki dünyayı zapt altına almak için kullanmakta maharet sahibi
olmasıdır. Batı, matematik tuzağı, tuzak olduğunu anlamaksızın bir maharet iştiyakıyla
tatbik etmekte, o sahada ustalaştığı için de
başka kültür coğrafyalarını zapt altına almak
için kullanmaktadır. Bu durum, yakalandığı
bulaşıcı hastalığı başkalarına da yaymaya
benziyor. Kendisi o hastalıkla beraber yaşama temrinleri yaptığı için, yeni yakalananların paniğinden istifade etme becerisini geliştirmekten başka bir üstünlüğü yoktur ve bunu
anlaması da mümkün görünmüyor.
Batının ayaklarının altındaki zemini
çekip almanın en kolay yolu mevcut matematiğin üzerine yürümektir. Matematik aynı zamanda modern hayat ve insan telakkisini anlamanın da en kısa ve en derin yoludur ki,
matematiksiz modernite tenkitleri devasa boşluklar ihtiva etmekte ve netice vermemektedir.
*
Tanzimatla beraber Batılılaşma temayüllerine karşı çıkan Müslüman mütefekkirler
için, matematik vazgeçilmez bir sahadır. Zira
mevcut matematik, Batılı hayatın altyapısını
oluşturmuştur. İçine doğduğumuz Batılı hayata yönelteceğimiz en ciddi tenkitlerden birisi,
matematikle alakalıdır.
Bugün itibariyle batıyla vakit kaybetmek gerekir mi? Biz bu soruyu muhakkak ki
“hayır” şeklinde cevaplandırırız. Bununla
birlikte batının ülkemizde, İslam aleminde ve
dünyada hala ciddi ve derin etkilere sahip
olduğu, bu sebeple meseleyle kerhen de olsa
ilgilenmek gerektiği sabittir. Bu gereklilik
aslında fikri ihtiyaçtan ziyade, Müslümanların
zihni evrenindeki batı tesirini kırmak lüzumundan kaynaklanmaktadır. Bu lüzuma binaen, batıyı hem anlamak hem de temellerinde tenkit edebilmek için en fazla ihtiyacımız
olan disiplin, matematiktir.
Riyaziye özü itibariyle terkip ilmi olmalıdır, mevcut matematik terkip ilmi olamamıştır. Riyaziyenin terkip ilmi olarak yeniden inşa edilmesi, aynı zamanda “ilimlerin
tasnifi” bahsindeki terkip ilimlerinin kurulması için bir ilmi altyapıyı hazırlayacaktır.
Riyaziye bu cihetiyle fevkalade mühimdir,
Batı, matematik temelli bir modern
hayat üretti ama matematiğin hayatın temeline koyduğu harcın bu derece olduğunu kendisi de bilmiyor. Batı, hayatın temelini mücerret
matematik tefekkürle kurmuş değil, böyle bir
şeyi yapacak felsefi kudret ve telifi bir müd27
detten beri yok. Batı, mevcut matematiğin
üzerine bina edilen tatbik bilimleriyle, mesela
mühendisliklerle bir hayat üretti. Ne var ki bu
durum hayatın temelinin matematik olduğu
gerçeğini değiştirmiyor.
mevcut matematikle ilgili tenkitlerimiz, batı
tenkidi olarak kabul edilip, batının hala önemli olduğu vehmi oluşmasın.
Öyleyse son söz olarak şunu diyebiliriz
ki, mevcut matematiği tenkit zeminine oturtmak, Batı bilgi telakkisini ve batı hayat tarzını sorgulamakla alakalıdır. Matematiğin epistomolojik işgalin uç beyi olmaması için, mevcut matematik, ilmî usûl ve kaidelerle çürütülmeli, yeni matematik arayışlarına girilerek,
matematiği terkip mecrasının merkezine
oturtmalıdır.
Batı, hayatın temelindeki matematik
tesirin derinliğini ve yoğunluğunu fark etseydi, en azından felsefenin gevezeliği ile meşgul
olanlar buna itiraz ederlerdi. Meseleyle ilgili
itirazın azlığı, bir taraftan felsefi krizi işaretlerken diğer taraftan matematik tesirin anlaşılmadığını gösteriyor. Bu durum, batının,
matematikteki büyük tuzağa kolayca düşmesini de açıklıyor, neden o tuzaktan kurtulamayacağını da…
Biz mesaimizin çok azını batıya ayırmak taraftarıyız. O kadar ki yer yer temas
etmek, bazen misal vermek cinsinden küçük
bir mesaidir. Buna ihtiyacımızın olması ise
Müslüman zihinlerin uyarılmasından ibarettir.
Bizim matematik de dahil olmak üzere
esas mesaimiz, kendi bilgi ve ilim telakkimizin inşasına dönüktür. Matematikle ilgili çalışmalarımız ise “riyaziye” bahsinin yeniden
gündeme gelmesi, yeniden inşa edilmesi, İslam bilgi telakkisinin inşasında kullanılmasından ibarettir. Bu çerçevede olmak üzere
riyaziye fevkalade mühim bahislerdendir.
Mevcut matematik üzerinde yoğunlaşan tenkitlerimiz ise, batı tenkidinden ziyade
bizim zihni arınmamıza dönüktür. Mevcut
matematik, Türkiye ve İslam dünyasının kabul ettiği, üzerinde tartışma yapmak bir tarafa
herhangi bir imal-i fikirde bulunmadığı disiplindir. Mevcut matematik tenkit edilmezse
kendi (İslami) tefekkür sahamızı açma imkanımız olmadığı gibi, kendi tefekkür tarzımızı
ikame etme imkanımız da yoktur. Bu sebeple
28
ların da evrensel olduğuna inanıyorum. Ve sadece bu dünya için evrensel değil, başka planetlerde ve evrenlerde yaşayan akıllı olası canlılar
için de evrensel olduğunu düşünüyorum. Nokta,
doğru, 1, 2, toplama ve çarpma gibi kavramlar,
düzlem geometrisi, logaritma, karekökler, her
şey evrenseldir, kültürel değildir. Bulunduğu
dünyayı anlamaya çalışan her varlığın bu kavramları er ya da geç keşfedeceğine inanıyorum.
Çünkü bu kavramlar idea olarak varlar, bizden
bağımsız olarak varlar. Benim inancım bu yönde ve yıllardan beri bu düşüncelerim değişmedi.
ALİ NESİN İLE
MATEMATİK MÜLAKATI
Metin Acıpayam
METİN ACIPAYAM: Matematik, varlığı tüm
özelliklerinden soyutlayarak şekillerle ifade
etmek bakımından insan zihninin ürettiği en
kapsamlı fikirlerden biri olarak değerlendirilebilir mi?
METİN ACIPAYAM: Varlığın tabiatıyla ilişkisinden dolayı aslında matematik bir çeşit ontoloji değil midir? Ontoloji olduğunu düşünüyorsanız, nasıl bir ontolojidir?
PROF. DR. ALİ NESİN: Şekil demeyelim.
Hiç doğru olmaz. Matematikte şekillerin önemi
yoktur. Şekiller sadece hafıza içindir, simgelerin neyi simgelediği kolaylıkla anlaşılsın siyedir. Ama matematik biçimseldir, ya da simgeseldir diyebiliriz. Ayrıca matematik sadece varlığı irdelemez. Hatta varlığı neredeyse hiç irdelemez. Matematik daha çok varlıklar arasındaki
ilişkiyi irdeler. Matematikte varlığın önceliği
yoktur, öncelik özelliklerde ve ilişkilerdedir.
Ama bunlar çok derin konular, öyle birkaç satırda irdelenecek konular değil. Şunu söyleyebilirim: Matematik, içinde bulunduğumuz evreni
akıl yoluyla ve tamamen simgesel bir mekanizmayla açıklamaya çalışan bir uğraş alanıdır.
PROF. DR. ALİ NESİN: Evet, matematik
bazen ontolojidir. Mesela uzun tartışmalardan
sonra bugün artık hemen her matematikçi tarafından kabul edilmiş “Seçim Aksiyomu” sayesinde, varlığını hiçbir zaman somut olarak bulamayacağımız nesnelerin varlıklarını kanıtlayabiliriz. Kimse de –ben dahil- bundan rahatsız
olmaz. Tabii Seçim Aksiyomu’nu kabul etmeden önce var olmanın ne demek olduğu konusunda uzun uzun düşünmek gerekir. Hiçbir zaman bulamayacağımız, göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız bir şey var olabilir mi? Bugün matematik, evet, var olabilir diyor. Ama
hiç de bariz değil ve bunun tartışmalı olabileceğini çok iyi anlıyorum. Bu anlamda matematik
ontolojiktir diyebiliriz. Ama yukarıda da dediğim gibi matematik esası varlık değil, varlıklar
arasındaki ilişkidir daha çok.
METİN ACIPAYAM: Doğuda hikmet, batıda
felsefe geleneğine bağlı olarak çalışan insan
zihninin, iki kültür iklimindeki düşüncenin temellerine dair tüm farklılıklara rağmen, matematik gibi müşterek bir fikir ve ilim alanı üretmiş olması, insan tabiatındaki müşterek alanın
zorlaması mıdır yoksa varlığın tabiatındaki ontolojik zorlama mıdır?
METİN ACIPAYAM: (Bir) rakamı, önüne her
türlü varlık cinsini yazabileceğimiz ifadedir. Bir
insan, bir gezegen, bir mikrop gibi hem mahiyet
olarak hem de hacim olarak her şeyi ifade etmesi mümkün bir rakam (veya işaret) özelliği
taşımaktadır. Bu tecrit (soyutlama) matematik
ilminin kurulabilmesi ve kullanılabilmesi için
PROF. DR. ALİ NESİN: Ben matematiğin
evrensel olduğuna inanıyorum. Sadece matematiğin değil, mantığın da. Hatta demokrasi, sosyalizm, dışavurumculuk gibi ideoloji ve akım29
ön şarttır muhakkak ama aynı zamanda varlıktan fazla uzaklaşmak anlamına gelmiyor mu?
PROF. DR. ALİ NESİN: Başlangıç noktanın
yanlış olduğunu düşünüyorum. Matematikte
aşırılık yoktur. Gençliğimde senin gibi düşündüğüm oldu. Matematiğin bazı konularını gereksiz yere soyut bulup küçümsediğim oldu.
Hatta daha ileri yaşlarda da oldu. Bir araştırmacı olarak bu küçük görmenin cezasını çekmiş
biri olarak söylüyorum: Saygıdeğer bir matematikçinin ele aldığı bir konu, tanımladığı bir
kavram, çok çok büyük bir olasılıkla dünyamızın ta kendisiyle ilgilidir. Hele bu konu ya da
kavram 10-15 kadar ciddi matematikçinin çalışma alanına girmişse hiç kuşkun olmasın ki o
konu ya da kavram varlığın ta kendisiyle ilgilidir ve vazgeçilmezdir. Matematik icat edilmiş
bir uğraş alanı değildir. Bu, ne başlangıçta böyleydi ne de bugün öyle.
PROF. DR. ALİ NESİN: Güzel soru. “Varlıktan uzaklaşmak” dedin. O zaman ben bir soru
sorayım: Varlık ne demektir? Diyorsun ki “bir
elma” vardır, ama “bir” yoktur, ya da “bir”, “bir
elma”dan daha az vardır. Bunu neye dayanarak
söylüyorsun? Eğer varlığı bu kadar somuta indirgersen aşk, cesaret, onur gibi kavramlara yer
kalmaz.
METİN ACIPAYAM: Matematikteki soyutlama oranının gereğinden fazla olduğunu, bu
sebeple ontolojiden fazla uzaklaşıp “muhayyel”
hale geldiğini düşünüyor musunuz? Bu çerçevede, “varlığın matematiği” gibi bir problemimiz olduğu düşüncesi haklı mıdır ve gündeme
alınmalı mıdır?
METİN ACIPAYAM: Doğrudan maddeyi
tetkik ettiği iddiasındaki fizik bilimi, mevcut
matematiğin ufkunda ve onun imkanlarıyla faaliyet gösteriyor. Matematiğin tecrit ayarsızlığı
ile ontolojiden bağımsız şekilde oluşan epistemoloji, fizik biliminin maddeyi, “olduğu gibi”
değil, matematik evrenin arzu ettiği gibi görmesine sebep olmuyor mu?
PROF. DR. ALİ NESİN: İnan ki matematikte
hiçbir şey fazla değildir. Ya da şöyle söyleyeyim, ciddiye alınan konular, büyük matematikçilerin ve hatta ortalama matematikçilerin ilgilendiği konularda hiçbir şey fazla değildir. Bu
konular matematikçilerin seçimi değildir. Bu
konular ya da kavramlar zorunlu olarak vardırlar. Paşa gönlümüz öyle istediği için değil. Onlar zaten orada varlar. Bir zaman sonra kendilerini gösteriyorlar. Ne göstermesi, ben buradayım diye bas bas bağırıyorlar. Onları görmemek
gibi bir lüksümüz yok. Varlığın matematiği
dediğin şey herhalde daha çok fizik olmalı.
PROF. DR. ALİ NESİN: Olabilir. Sonuç olarak matematik fiziksel yapının ideal bir modelidir. Mesela matematiksel olarak her mesafeyi
ikiye bölebiliriz ama fiziksel olarak her mesafeyi ikiye bölemeyiz. Matematiksel olarak zaman süreklidir ama fiziksel olarak zamanın nasıl ilerlediğini bilmiyoruz, belki zaman parçalanamayan zaman atomlarından oluşuyor. Ama
matematik doğanın bu tür modellemelerine kapalı değildir ki. Yani matematik fiziğin önünde
bir engel değildir. Bildiğimiz matematik her
türlü modeli içinde barındıracak yapıdadır.
METİN ACIPAYAM: Matematiğin, varlıktan
soyutlanma derecesindeki aşırılık, ontolojiden
bağımsız bir epistemoloji kurmanın yolunu açmış mıdır? Ontolojiden bağımsız bir epistemolojinin, varlığı “olduğu gibi” anlamayı engelleyecek bir muhayyile inşa ettiğini, dünyadaki
fikri-felsefi farklılıkların da aslında bu temelden (temelsizlikten) kaynaklandığı düşüncesine
katılır mısınız?
Belki kullandığımız mantık konusunda itirazların olabilir ve o zaman cevap vermede daha
fazla zorlanabilirim. Ama sormamışsın!
30
METİN ACIPAYAM: Matematik, bilimlerin
altyapısını kurmakta ve bu sebeple epistemolojinin kalbini oluşturmaktadır. Matematikte yapılacak bir yanlış veya ufuk darlığı tüm bilimleri doğrudan etkiliyor. Bunlar dikkate alındığında, içinde yaşadığımız çağa bir tenkit getirmek,
çağın değerlerini yeni baştan kritik etmek için
mevcut matematiği, mevcut matematik tasavvuru sarsıcı şekilde eleştirmemiz gerekmiyor mu?
değildir. Matematikte doğru bir tane olduğu
için ve yanlış kolaylıkla ortaya çıktığı için, hiçbir matematikçi yumruğunu masaya vurmaz.
Matematikçi tartışmasını bilir. Karşısındakini
dinler ve karşısındakinin söylediklerine cevap
verir. Ayrıca matematikçi kanıtlanamayacak
önermelerin varlığını da bilir. Benim babamla
tartışmalarım resmen iki matematikçinin tartışması gibidir. Siyasi bir konuda anlaşamıyoruz diyelim, yıllar sürer tartışmalarımız ve her
yıl nerede ayrıştığımızı daha iyi anlarız; gün
gelir ayrıştığımız noktanın felsefi bir bakış açısı
olduğunu yakalarız, diyelim insanın mutluluğunu birimiz daha çok aşkta görür de, diğeri daha
çok refahta. Bu aşamada tartışma biter tabii.
Çünkü insna mutluluğu derecelendirilebilecek
bir kavram değil, metresi yok. Söylemek istediğim matematikçi, konusu gereği musamahakârdır. Gerçekten düşünen, kendini sorgulayan insan da öyledir. Babam da öyleydi.
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematikte yanlış
yapmak çok kolaydır, ben çok yaptım! Herkes
yapar. Ama yanlışı kabul ettirmek hiç kolay
değildir. Kimi zaman yanlış bir makale yayımlanır. Çoğu zaman bir iki yıl içinde de düzeltilir. Matematiği etkilemiş, matematikçilerin büyük zamanına neden olmuş büyük yanlışlar
bilmiyorum. Bugün matematikte yanlışlığı farkedilmemiş sonuç var mı? Bilmem mümkün
değil tabii, ama muhtemelen yok. Olsa ne olur?
Hiçbir şey olmaz! Çünkü olası yanlışlar o kadar
soyutturlar ki, herhangi bir uygulamaları olamaz. Yani teorik bir yanlıştan dolayı uçaklar
düşmez, uydular çarpışmaz. Yeter ki matematiği uygulayanlar yanlış uygulamasınlar.
METİN ACIPAYAM: Sosyalist ve kapitalist
felsefeler, üretim araçlarının mülkiyeti konusunda tez-antitez gibi görünüyor fakat daha
derine inildiğinde, mesela insan ve hayat telakkisinde her ikisi de “homo-ekonomikus” yaklaşımında birleşiyor. Bunun gibi tefekkürün kaynaklarına (illiyet irtibatı takip edilerek) inilmediğinde belli parantezlere sıkışmak kaçınılmaz
hale geliyor. İdeolojiler, felsefeler, hatta düşünce kıpırdanışları, özü itibariyle bir epistemolojik kavga içindedirler. Ne ki batıda büyük filozoflar, doğuda büyük alimler dışında matematik
meselesini dikkate alan kimse yok. Bütün bunlara rağmen esas kavganın matematik tasavvur
ve tefekküründen kaynaklandığını düşünüyor
musunuz?
METİN ACIPAYAM: Matematiğin bir tefekkür çeşidi ve bilimlerin anası (veya ana bilim
dalı) olduğu gerçeğine rağmen, ideolojilerin
arasındaki farklılıkların milyonluk insan katliamlarına kadar giden bir çatışma kültürüne
ulaşması, aslında matematiğin tabiatındaki “tecrit ayarsızlığından” kaynaklandığı, tecrit ayarsızlığından dolayı matematiğin yeterince ciddiye alınmadığı doğru mudur? Veya dünya görüşlerinin matematiği bir düşünce tarzı olarak kabul etmemesinin sebebi, matematiğin kifayetsizliği olabilir mi?
PROF. DR. ALİ NESİN: Ben ortalıkta bir
kavga göremiyorum, muhtemelen konuya yabancı olduğumdandır... Ama matematik meselesi sanırsam dikkate alınıyor. Matematik felsefesi bayağı canlı bir konu sayılır türdeşlerine
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematiğin insana
bence en büyük katkısı, insana her an yanılgı
içinde olabileceğine hazırlamasıdır. “Yanılmış
olabilirim” düşüncesine sahip olmayan biri,
kendinden kuşku duymayan biri matematikçi
31
göre. Ama tabii konu metafiziğe değiyor netice
itibariyle, yani çok zor. Hele önemli bir atılım,
çok yeni bir söz söylemek imkânsız.
sının sebebini, sosyal olayların (hayatın) tabiatında aramak yerine matematiğin tabiatında
aramamız gerekmiyor mu?
METİN ACIPAYAM: Matematikteki “tecritsoyutlama” ayarının fazla olması, varlıkla (ve
tabii ki ontolojiyle) irtibatını zayıflatmakta,
dolayısıyla muhayyel hale gelmekte, bu sebeplerle de “akli ilimlerden” kabul edilmektedir.
Bu özelliği birçok anlamda işe yarıyor ve matematiği kullanılabilir hale getiriyor. Ne var ki
tam da bu özelliğinden dolayı hayattan uzaklaştırmış olmuyor mu?
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematik çok çok
karmaşık olayları inceleyemez. Bu yüzden matematik sadeleştirir, çok önemli olmayan ayrıntıları, verileri atar, olayları ideal bir ortamda ve
analiz edebileceği kadar veriyle hayal eder.
Tabii konu geliştikçe veri sayısı artabilir ama
matematik hiçbir zaman sosyal ve doğal olayları yüzdeyüz bir gerçeklikle analiz edemez. Bunun tersini düşünmek determinizmdir ve insanın doğaya ve topluma hakim olabileceğini düşünmektir. Sosyal olayların bir başka ayrıcalığı
daha var. Sosyal olaylarda insan iradesi var.
İnsan iradesi ise matematiğe gelmez. Gelir ama
bir yere kadar. Örneğin bugün Türkiye’de seçimler var. Çıkacak sonucu yüzde yüz doğrulukla kim tahmin edebilir ki? Tüm seçmenlere
sorsan bile tahmin edemezsin çünkü son anda
fikir değiştirenler olacaktır.
PROF. DR. ALİ NESİN: Hayır. Daha önce
de söyledim. Matematik, en soyut haliyle bile
hayatın tam içindedir. Bu söylediğim bir kanı,
bir izlenim filan değil, gerçeğin ta kendisi.
Yüzyıllardır kanıtlanamamış teoemler bu had
safhada soyutlanma sayesinde kanıtlanıyor.
Matematikte soyutlama, snattaki soyutlamadan
farklıdır. Matematikte soyutlama genelleme
demektir. Bir teoremi ya da bir kavramı ne kadar genellersen kaçınılmaz olarak o kadar soyutlamış oluyorsun. Genel önermelerin kanıtı
ise özel önermelerden çok daha kolaydır. Başka
türlü düşünülemez, çünkü bir önerme ne kadar
genelse, yani ne kadar çok uygulama alanı varsa, o önermeyi kanıtlamak için o kadar az bilgimiz vardır ve tabii ki az bilgiyle daha kolay
kanıt yapılır. Örneğin tüm canlıların sindirim
sistemiyle ilgili bir önerme, ineklerin geviş getirmeleriyle ilgili bir önermeden daha kolay
kanıtlanır.
METİN ACIPAYAM: Sosyal matematik biliminin kurulması, matematiğin “normativist”
özelliğine mukabil hayatın girift özelliğinden
dolayı düşünülememektedir. Bu durum matematikteki aşırı soyutlama meselesinden doğan
bir problem değil midir? Matematik tefekkürün
zayıflaması, başka bir matematiğin imkansızlığını zihin ve akıllara dayatmıyor mu?
PROF. DR. ALİ NESİN: Tek cümle ile söyleyecem olursam, Hayır!
METİN ACIPAYAM: Matematiği bir yönüyle
bilim olarak başka bir yönüyle de “tefekkür
alanı” olarak kabul etmek daha doğru olmaz
mı? Böylece matematik üzerindeki çalışmaların
devamını temin etmiş oluruz ki, böylece başka
matematik sistemler kurmanın yolunu açmış
olmaz mıyız?
METİN ACIPAYAM: Matematik özü itibariyle “varlığın matematiği”dir, kuruluş temeli
odur. Tecrit ayarı fazla kaçırıldığı için varlıktan
uzaklaşması, varlıktan çok daha girift olan hayattan daha fazla uzaklaşmasını zaruret haline
getirmiyor mu? Bu sebeple “varlığın-nesnenin”
matematiği nispeten kurulabilmiş olmasına
rağmen, “sosyal matematik” bir türlü kurulamamaktadır. Sosyal matematiğin kurulamama32
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematik sistemi
dediğin kümeler kuramıdır. Her matematiksel
teori kümeler kuramının içinde yer alır, ya da
alabilir. Yani kümeler kuramı bugüne kadar
yapılmış matematik için yeterince güçlüdür.
Kümeler kuramının bize yakında yetmeyeceğine dair herhangi bir emare de yoktur.
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematik her zaman bilimlerin önünde değildir. Bazen de arkasındadır. Matematik, hangi bilimde neye ihtiyaç
olacağını her zaman önceden kestiremez. Mesela bilgisayar ve internet sayesinde matematik
yeni uğraş alanları kazanmıştır, ya da pek
önemli olmayanlar önemli hale gelmiş ve derinleşmiştir. Hatta bazı matematiksel önermelerin
doğruluğu önce fizikçiler tarafından anlaşılmıştır. Geçmişte matematik çok daha fazla bilimlerin gerisindeydi, bugün daha az öyle. Tabii bu
dediğimin de bir veriyle desteklenmesi lazım,
söylediklerim sadece hislerimin sonucu.
METİN ACIPAYAM: Bilgi alanlarından birini bilim alanı olarak tespit ettiğimizde onu nispeten donduruyor ve sınırlıyoruz, bilimlerin ana
dili veya müşterek dili olarak tarif ettiğimiz
matematiği, öneminden dolayı üzerinde düşünülemez bilim dalı haline yani tabu haline getirmiş değil miyiz?
METİN ACIPAYAM: Her bilim dalının merkezi özelliği tefekkürdür fakat matematik tefekkürün bizzat kendisidir. Matematik, tabiatı
gereği “soyut düşünce” yani saf düşüncedir.
Türkiye’deki tefekkür krizini, matematik alakasının zayıflığında aramak gerekir mi?
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematiğin bu konuda herhangi bir suçu ya da sorumluluğu olduğunu sanmıyorum.
METİN ACIPAYAM: Matematik, bilimler
içinde uzun süredir en az keşif yapılan, en az
gelişme yaşanan bir bilim dalı haline gelmiş
gibi görünüyor, bunun sebebi soyutlamadaki
aşırılık ve tabu haline getirilme oranının fazlalığı mıdır, başka sebepleri de var mıdır?
PROF. DR. ALİ NESİN: Hiç kuşkusuz matematik düşünmeyi ve “doğru” düşünmeyi öğretir. Her uğraş alanı düşünme gerektirir, ama
dediğiniz gibi matematik saf düşüncedir, tamamen zihinseldir. Liselerde matematik dersinin sevilmiyor oluşu kuşkusuz düşünme yetimizi köreltmektedir. Ama matematik kadar
Türkçe de önemlidir düşünmek için. Okuduğunu anlamak ve anladığını doğru ifade etmek...
O kadar önemlidir ki... Matematikten daha
önemlidir. Üniversiteye geçmiş matematik öğrencilerinin en büyük eksikliği okumak ve
yazmak. Sosyal medyada da çok görülüyor bu
eksiklik.
PROF. DR. ALİ NESİN: Hiç sanmıyorum.
Her yıl onbinlerce makale yayımlanıyor matematikte. Her geçen yıl buluş sayısı artıyor. Bu
savınızı bir veriyle gerekçelendirmeniz lazım,
doğru olduğunu hiç sanmıyorum.
METİN ACIPAYAM: Matematikteki gelişmenin durması tüm bilim dallarındaki gelişmeyi durduruyor veya yavaşlatıyor. Mesela fizik
bilimindeki gelişmelerin yirminci asrın başında
kalması, hala yirminci asrın başındaki keşiflerin
(mesela kuantum fiziğinin) teferruatıyla ilgilenmesi, aslında matematikteki zafiyetten kaynaklanmıyor mu? Yani matematik biliminin
hacmi ve ufku artık pozitif bilimlerin hapishanesi haline gelmiş değil midir?
METİN ACIPAYAM: Mücerred tefekkür (soyut düşünce) krizi diye tarif edebileceğimiz
Türkiye’nin (ve dünyanın) durumu, matematikte gerçekleştirilecek bir hamleyle aşılabilir mi?
PROF. DR. ALİ NESİN: Hayır, hiçbir biçimde. Hayat matematiğe sığamayacak kadar karmaşık.
33
METİN ACIPAYAM: Matematik mevcut
ilimler içinde mücerred tefekküre en uygun
bilim dalı olduğuna göre, bu konuda matematikçilerin yapması gereken işler nedir?
renmeyi, öğrenci olmayı unutuyorlar. Kendilerini tazelemedikleri için, üstüne üstlük bir de
özgür olmadıkları için ne kendilerini ne de işlerini sevebiliyorlar. Genç öğretmenler biraz daha
idealist, biraz daha enerjik oluyorlar. Ama en
fazla beş yılda yıpranıp hayata ve öğrencilere
küsüyorlar. Dolayısıyla iyi öğretmen de olamıyorlar.
PROF. DR. ALİ NESİN: Matematikçiler matematik yapsınlar. Matematik için fildişi kule
gerekir. Bir de benim gibi, az sayıda da olsa,
araştırmadan elini eteğini çekmiş, kendini matematik eğitimine verenler vardır. Herkes elinden gelenin biraz daha fazlasını yapmalı!
METİN ACIPAYAM: Teşekkür ederiz
PROF. DR. ALİ NESİN: Rica ederim
METİN ACIPAYAM: Matematiğin bir formüller bilimi olmaktan çıkarılması, bir tefekkür
tarzı haline getirilmesi yapılacak ilk iş gibi görünmektedir, bunu gerçekleştirmenin yol haritası ancak matematikçiler tarafından hazırlanabilir, nasıl bir yol haritası tavsiye edersiniz?
PROF. DR. ALİ NESİN: Eğer ülkeye özgürlük gelirse, o zaman matematik okullarda farklı
biçimlerde, farklı ihtiyaçlara cevap verecek,
farklı duyarlıklara, farklı zekâlara seslenebilecek biçimde anlatılabilir. Bugün aynı yaşta ve
aynı sınıftaki 2 milyon öğrenciye tek bir müfredat, tek bir sınav, tek bir öğretmen tipi, tek bir
eğitim felsefesi, tek bir bina tipi, tek bir her şey
sunuluyor. Böyle bir eğitim sisteminde ne matematik eğitimi başarılı olabilir ne de beden
eğitimi. Olmuyor da, halimiz ortada.
METİN ACIPAYAM: Ülkede bir düşünce
seferberliği başlatılacak olsa, bu seferberliğin
karargahlarından birisi matematik olsa gerek,
nasıl bir karargah kurulabilir, nelere ihtiyaç
duyar?
PROF. DR. ALİ NESİN: Öğretmene tabii ki.
Eğitimin ana malzemesi öğretmendir. Sistem ne
kadar kötü olursa olsun, öğretmende iş varsa bir
şeyler öğretir. Doğruya doğru: Türkiye’de öğretmenlerin seviyesi ne yazık ki çok düşük.
Okulardan zaten zayıf mezun oluyorlar, ama
daha sonra da kendilerini geliştirmiyorlar. Öğ34
ilimlerin tasnifi gibi altyapılarımızın dışında bir
dünya gelişti, hayat da bu altyapıya göre yeniden
inşa edildi. Bu altüst oluştan itimat merkezleri de
payını aldı ve “bilgi mutemetleri” din alimleri
olmaktan çıktı ve pozitif bilim mütehassısları
haline geldi. İnsanlar (Müslümanların ciddi bir
kısmı da), mutemet bilginin mevcut ve batı kaynaklı bilimler, bilgi mutemetlerinin de o bilim
dallarındaki ihtisas sahipleri olduğuna kanaat
getirdi. Bir fizik profesörü, fizik bilimine dair
meselelerde “mutlak otorite” kabul edildi, hitabı
böyle dinlendi, yazıları böyle okundu. Fizik, batıda, felsefenin de krize girmesinden sonra “ontoloji” inşasını üstlenen bilgi disiplini oldu. Ontoloji
(varlık telakkisi) ise, bizim mevzu haritamızda
“tevhid” bahsinin mütemmimidir. Umumi manada mahlukatın, hususi manada maddenin hakikatini ve hududunu doğru tespit edemediğimiz her
ihtimalde tevhid bahsi zedelenmektedir. Zira tevhid bahsinin ana mikyası, Cenab-ı Allah Azze ve
Celle ile “mahlukat” arasındaki hudut ve münasebet meselesidir. Materyalist ontoloji inşasının
temel aleti haline gelen fizik bilimini mutemet
bilgi ve fizikçiyi bilgi mutemedi olarak görmek
bir Müslüman için, İslam’ın temeli olan tevhidi
imha etmenin en sinsi ve en derin manevrasına
teslim olmaktır. Tabii ki mesele bu misalden ibaret değil. Fizik misali üzerinden anlatmaya çalıştığımız husus, ilimlerin tasnifini yapamadığımız
takdirde “itimat mercii” meselesini halledemeyeceğimizdir.
TASNİF YOKSA
“İTİMAT MERCİİ” YOKTUR
Ahmet Selçuki
İlimlerin tasnifinin bize kazandıracağı
mühim meselelerden birisi de “itimat mercii”
bahsinin tespitidir. Malum olduğu üzere tasnif
üstü tasnif olarak tespit ettiğimiz ana mikyasımız,
“Mutlak İlim-Nispi İlim” meselesidir. Mutlak
İlim bahsi aynı zamanda “iman mevzuu”, Nispi
İlim bahsi ise “itimat mevzuu”dur.
Üst tasnif olarak tespit ettiğimiz Mutlak
İlim-Nispi İlim mikyası, iman ve itimat mevzuunun ana tertibini göstermekle birlikte, itimat
mevzuunun daha teferruatlı tasnif ve tespitlere
ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
*
Madde ile meşgul olan “Müspet İlimler
Mecrası”, bundan birkaç asır öncesine kadar tüm
dünyada ilerlemiş değildi ve bu alandaki bilgi
müktesebatı doğusu ve batısıyla fevkalade azdı.
Hal böyle olunca ilimlerin tasnifinde mesela fizik
bilimi çok ciddi bir yer tutmuyordu ve bu bilim
dinin esasına dair hiçbir şey söylemiyordu. Bugün ise ateizm (materyalizm) fizik bilimi üzerinden ilerliyor ve kendini izah etmeye çalışıyor.
Batıda fizikçiler (özellikle teorik fizikçiler) “her
şeyin teorisini” kurmak gibi büyük iddialardan
bahsediyorlar ve o teorinin içinde, kendi ifadeleriyle “Tanrı” bahsi geçmiyor. Hal böyle olunca,
Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin varlığı meselesi,
“Kelam İlmi”nin çerçevesinden çıkıp, batıda pozitif bilim mecrasının ana konularından birisi
haline geldi.
*
Medresenin sıhhatli şekilde vazifesini
sürdürdüğü eski devirlerde bilinen birçok mevzu
şimdi meçhule karıştı. Bir taraftan usul ilimlerine
dönük cahillik ve hassasiyetsizlik diğer taraftan
ilim dallarının tasnif ve tariflerine dönük bilgisizlik, hangi ilmin ne ile meşgul olduğunu, hangi
alimin salahiyet hududunun nerede bulunduğunu
unutturdu. Eskiden “Müfessir”, “Muhaddis” gibi
her ilmin alimi o ilim ile zikredilirken, şimdi sadece “alim” kelimesi kullanılmaya başlandı. Alim
kelimesinin bile unutulduğu ve yerine akademik
Batının bilim telakkisi dünyayı işgal edince, “mevzu haritası”nın ana tasnifleri değişti. Bizim tarihi müktesebatımızdaki mevzu haritası,
35
unvanlar olan profesör, doçent, doktor gibi kelimelerin kullanılmasından bahsetmiyoruz bile. Bu
sebeple, tarifi olmayan, çerçevesi çizilmeyen,
sınırları tespit edilmeyen “alim” kelimesi, “Nispi
İlimler”in tamamında salahiyet sahibiymiş gibi
görünüyor. Her ne kadar “hadis profesörü” gibi
isimlendirmeler kullanılsa da, herkes her mevzuu
konuştuğu gibi, herkesin her mevzuu konuşması
normalmiş gibi dinlendiği görülüyor. Bu durum,
itimat mercilerimizi kaybettiğimizi gösterir, bu
sebeple de bilgi kaosunda debelenmekten bir türlü kurtulamadığımız bir vasata mahkum olduk.
böyle görülmezse ilim tahsili imkansızdır. Talebenin yaşı kaç olursa olsun, bir ilmin tahsiline
yeni başlıyorsa o kişi müderrisine teslim olmalıdır. Teslim olmak, “itimat mercii”ne itimat etmektir. İman mevzuu ile itimat mevzuu, bunlara
bağlı olarak itimat mercii meselesi izah edilmez,
ana tasnifte yerine oturtulmazsa, hem ilim ve tedrisat imkansızlaşacaktır hem de itimat ile iman
birbirine karışacaktır.
“Mürid şeyhinin elinde, gassalın elindeki
ölü gibi olmalıdır” hikmeti, sadece tasavvufun
adabından zannedilir. İlmin ne olduğu, tedrisatın
nasıl mümkün olacağı gibi meseleler unutulunca,
müderris ile talebe arasındaki münasebet de meçhule gömüldü. Hadis ilminin tahsiline yeni başlayan bir Müslüman, elli yaşında bile olsa, o ilmin
müderrisiyle tartışabilir mi, tartışmalı mıdır? O
ilimde bir seviyeye çıkana kadar müderrise teslim
olmaktan başka bir yol var mıdır? Medreseler
kaldırıldığı için görünmez hale geldi, tasavvuf
merkezleri hala devam ettiği için görünür halde.
Bu sebeple aslında medresedeki tedrisatta cari
olan “Üstad-talebe” münasebeti ile tasavvuftaki
“Şeyh-mürid” münasebeti aynıdır ama mesele
tasavvuf üzerinden tenkit edilir oldu. Medreseler
devam etseydi veya yeniden kurulsa aynı tatbikat
orada görülecek, dolayısıyla bazı Müslümanlar
medreseye de gitmeyecektir. Kaldı ki bu mesele
sadece İslami tedrisatta değil, mesela batıdaki
matematik tedrisatında da aynıdır. Müderristalebe münasebetini bilmeyenler talebe olma ehliyetinde bile değildir ama onlara sorarsanız en
büyük alimlerden bile daha iyi anlıyor ve daha
fazla biliyorlar. Komedinin bu kadarı da fazla…
İtimat mercilerimizi kaybettiğimiz için,
nevzuhur ve merkezkaç düşünceler, mesela mealciler zuhur etti. Mealciler, bilgi, bilgi telakkisi,
ilim, ilimlerin tasnifi, itimat mercii gibi temel
meselelerin tamamının mutlak cahili oldukları
için, itimat merkezlerimizi (ve mercilerimizi)
tamamen imha etmekle meşgul bir ihanet hareketidir. Ne var ki Müslümanların elinde “büyük
harita” olmadığı, kalmadığı, yenisi de çizilemediği için mealci cahillerin tesirine açık hale gelindi.
*
“Kişi bilmediğinin cahilidir” hikmetince,
ne kadar büyük alim veya mütefekkir olunsa da,
hem iktisap edilen bilgi miktarının sınırlı olması
hem de idrak istidat ve imkanlarının sınırlı olması
cihetiyle, hiç kimse her mevzuda ve mutlak mutemet değildir. Hiçbir ilim ve fikir adamı, mutlak
itimat mercii değildir, zira iman mevzuu mutlak,
itimat mevzuu zaten nispidir. Bu sebepledir ki
“itimat mercii” bahsi, Mutlak İlim içinde değil,
Nispi İlimler çerçevesinde mevzuu edilmektedir.
İlimlerin tasnifini yapamadığımızda “itimat merci” yoktur, “kime, nasıl ve ne kadar itimat edileceğine” dair sorular muallakta kalır ve insanların
müfekkiresinde değil muhayyilesinde yer bulur.
[email protected]
İtimat mercii bahsi fevkalade mühimdir.
İtimat mercii, bir yerde alimdir, bir yerde mütefekkirdir, bir yerde müderristir. Özellikle tedrisat
bahsinde müderrisin itimat mercii olması kaçınılmazdır zira müderris itimat mercii değilse,
36
olarak aklı da ana kaynaktan (kitap ve sünnetten) müstakil bir kaynak haline getirmektedir.
Mutlak İlim olan Kitap ve Sünnet olmadan kainat anlaşılabilecekse, bunu da akıl yapabilecekse, vahiy ve Risalet ihtiyacı izah edilemez hale
gelir. Veya en azından Vahiy ve Risalet dışında
bir ilim mecrası olabileceği, böylece düalist ve
eklektik bir ilim telakkisinin mümkün olduğu
neticesi çıkar. Unutulmamalıdır ki şirkin ana
sebebi, kaynak şirkidir ve günümüzde şirke yol
açan en yaygın sebeptir.
KUR’AN İLİMLERİ MECRASI
Abdullah Tatlı
Kur’an ilimleri mecrası, Sünnet-i Seniyyeyi de ihtiva eden “mutlak ilim” bahsini esas
alır. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye hem
mutlak ilimdir hem de ilmin mutlak ve nihai
kaynağıdır. Bu cihetle ilmin tek ve şeriksiz
kaynağıdır. Tevhid bahsinde, nasıl ki açık veya
gizli şekilde başka bir ilah edinmek men edilmiştir, onun gibi İslam ilim telakkisinde de
kaynak vahdeti vardır ve şeriki olmayan kaynak, “mutlak ilim” olmak cihetiyle Kitap ve
Sünnettir.
Aklın kainattan (malumdan) bazı bilgiler
devşirmesi mümkündür. Bilgi ile ilim arasındaki fark gözden kaçırıldığında, aklın ve varlığın
müstakil ilim kaynağı haline getirilmesi mümkündür. İslam ilim telakkisi, akıl veya başka bir
yolla elde edilen hiçbir bilgiyi, Kur’an ilimleri
mecrasında hesaba çekmeden, Kur’an ilimleri
mecrası tarafından tertip ve tanzim edilmeden,
Kur’an ilimleri mecrası tarafından yeniden yoğrulup terkip edilmeden “ilim” muamelesi yapmaz. Kur’an ilimleri mecrası tarafından hesaba
çekilmeyen bilgiye ilim muamelesi yapılmaya
başlandığı andan itibaren, önce İslam dışında
bir ilmin olabileceği, sonra İslam ile ilim arasında tenakuz ihtimali, nihayet birbirinden müstakil ve birbirini tekzip edebilecek iki mecranın
zuhur edebileceği kabul edilir. Bu hal, önce
Hıristiyanlık, sonra felsefeyle ilgili bir problemdir ve asla bize ait bir mesele değildir.
Kaynak şirki bahsi fevkalade mühimdir.
Hem kadimde hem de günümüzde, “nakli ilimler” ve “akli ilimler” türünden bahis ve tasniflere rastlanmaktadır. Böyle bir bakış ve anlayış,
aklı “kaynak” haline getirdiği için marazidir.
Akıl, ilmin kaynağı değil, ilmi idrak, izah ve
tatbik edecek anlama melekesidir, yani alettir.
Alet, esas yerine ikame edilmez, edilemez. Aklı
ilmin kaynağı haline getirmek, hem ilmin ve
malumun ne olduğunu hem de insan telakkisini
idrak zafiyetinden kaynaklanır.
Kadimdeki nakli ve akli ilimler bahsi ve
tasnifi günümüzde umumiyetle doğru anlaşılmamakta, bugünkü idrak seviyesiyle nakli ve
akli ilimler meselesi tamamen mecrasından
saptırılmaktadır. Bu meselenin mütemmimi
cinsinden olan ve merkezinden uzaklaştırılan
başka bir bahis ise “tekevvün ayetleri” ismiyle
zikredilen ve nakli-akli ilim tasnifinde olduğu
gibi kaynak şirkine yol açan mevzudur.
*
Kaynak şirki bahsinde yanlış anlaşılan
ölçülerden birisi de, “İlim maluma tabidir”
hikmetinde kendini gösterir. Kadimden habersiz olan nevzuhur yaklaşımlar, mutlak ilme ihtiyaç duymaksızın “ilim maluma tabidir” hikmetini, batının pozitif bilimleriyle telif edecek
kadar merkezden uzaklaşmaktadır. “İlim maluma tabidir” ölçüsünü, batılı bilim telakkisi
olan pozitif bilimlerin, malumu esas alarak ilim
imal ettiği kanaatine varacak kadar makbul
Malum, yani yaratılmış varlık alem bilginin kaynağıdır muhakkak ama bunu ilmin
müstakil kaynağı haline getirmek, kaçınılmaz
37
görmeye başladıklarına şahit oluyoruz. Bunların başka bir alameti farikası da, felsefeye
“hikmet” muamelesi de yapmaktır.
Mevzu bir derece derinleştirildiğinde
ortaya çıkan durum şudur; Mahlukat alemi yaratılmış, ne kadar sonra Allah Azze ve Celle
varlığın izahını da ihtiva eden Kelam-ı Kerimini inzal etmiş gibi anlaşılmaktadır. Yani
Kur’an-ı Kerim, varlığın yaratılmasından sonra
beyan edilmiş zannı (belki vehmi) oluşmaktadır. Oysa meselenin bidayetine gidildiğinde
“kelam” ve tabii ki “ilim” öncedir. Allah Azze
ve Celle’nin ilmi sonsuzdur ve kainatı yaratmayı murad etmeden önce mevcuttur. Zaten yaratma fiili, sonsuz ilminin tecelli ve taayyününden ibarettir. Demek ki Kelam-ı Kerim, kainattan öncedir, demek ki kainat Kelam-ı Kerime
uygun şekilde yaratılmıştır. İlliyet irtibatı da
böyle olduğuna göre, kainat, Kelam-ı Kerimin
tecellisinden başka bir şey değildir. Öyleyse
kitap kainata mukaddemdir.
Mevzuun sığ idraklerde problem haline
geldiği nokta şurasıdır; Kur’an-ı Kerim Allah
Azze ve Celle’nin beyanıdır, kainat ise yine
O’nun yarattığı varlık alemidir. Öyleyse bunlar
arasında tenakuz olması gerekmez. Evet vakıa
aynen böyledir, ikisi arasında herhangi bir tenakuz yoktur, olması da muhaldir. Fakat buradan hareketle, mutlak ilimden (kitap ve sünnetten) bağımsızlaşmak, bağımsızlaşmanın neticesi olarak pozitif bilim telakkisinin doğru yolda
olduğunu düşünmek, hele de İslam’ın bilimle
çelişmediği, çelişmeyeceği iddiası ile Allah’ın
dinini pozitif bilimlere teyit ettirmeye çalışmak,
çok vahim neticelere ulaşmaktadır. Bu tür yaklaşımlar, aklın yalnız başına hakikati bulabileceği iddiasının “bilimsellikle” süslenmiş halidir
ve İslam’dan uzaklaşmanın bin bir çeşit yolundan biridir.
Dinin bilime uygun olduğundan bahseden her yaklaşım, Allah’ın dinini anlamamış sığ
kavrayıştan ibarettir. Söylenecek nihai söz, ilmin (ve bilimin) Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyyeye uygun olması gerektiğidir. Bu manada Kur’an ilimleri mecrası, tek ilim mecrasıdır ve Haki Beyin yaptığı dörtlü tasnifteki diğer
ilim mecraları (Tevhid ilimleri mecrası, beşeri
ilimler mecrası, müspet ilimler mecrası) bu
mecraya tabidir, bu mecranın tasarrufu ve tarassudu altındadır.
Pozitif bilim materyalizmi esas aldığı
için çok dar bir hacme (ve ufka) sahiptir. Varlığı maddeden ibaret görmek ve pozitif bilim
telakkisini de tek ilim mecrası olarak ya da hakikati bulabilecek bir yol olduğunu kabul etmek; insan, akıl, idrak bahislerini anlamamak
manasına geldiği gibi, vahyin neden indiğini de
anlamamaktır. Vahiy ve Risalet olmadan varlık
ve onda tecelliye gelen hakikat anlaşılabilecekse, insanın kendi haline bırakılması gerekirdi.
Kur’an ilimleri mecrası doğru anlaşılmadığı takdirde, merkezkaç düşünceler kendine
fırsat ve imkan alanı bulacak, İslami anlayışlar
kaçınılmaz olarak eklektik hale gelecektir. Tefekkürde felsefenin, ilimde pozitif ilmin tesirinden kurtulma imkanı oluşmayacak, kendi
mihrakımıza bağlanmamız zorlaşacaktır.
Dünyada birçok varlık, insan ve hayat
telakkisi olduğu aşikardır. Bu çeşitliliğin temel
sebebi de bilgi telakkisidir ve akıl denilen aletin
mutlak doğruyu keşfetmekteki zafiyetidir. Buna
rağmen “İlim maluma tabidir” ölçüsünü, İslam
ilim telakkisi için tek nispet kabul etmek, meselenin idrak ve izahını imkansızlaştırır.
[email protected]
*
38
itibariyle tevhidi ihtiva eder. Tevhid, Allah Azze ve Celle’nin vahidiyet ve ehadiyetini tanımak, insanın zihni ve kalbi evreninde buna aykırı hiçbir unsur ve iz bırakmamak, hayatı da
buna uygun olarak yaşamaktır. Öyleyse tevhid,
mümin kul ile Allah Azze ve Celle arasındaki
hususi bir münasebet çeşididir. Mümin, kalbiruhi, zihni-akli, fiili-ameli sahada tevhid üzere
olmak, hayat boyu tevhid üzere kalmakla mükelleftir. Namaz bunun içindir, oruç bunun
içindir, ilim bunun içindir, cihat bunun içindir
ila ahir…
TEVHİD İLİMLERİ MECRASI
Ahmet Kamil Tuncer
İslam ilim mecraları içinde idrak ve
izahı en zor olanı “Tevhid ilimleri mecrası”dır.
Bu bahis birçok açıdan zorluk taşır; öncelikle
ana mecra olan Kur’an ilimleri mecrasının kalbi
olmasından, sonra tevhidi mevzu edinmesinden, daha sonra da akılla idrak ve izah etme
imkansızlığından… Bu kadar çok sebeple zor
olan bir mevzuda, derinliğine izah çabasına
girmeyeceğimizi ifade edelim.
Kesret aleminin ortasına bırakılmış insan için tevhid üzere olmak ve kalmak fevkalade zordur. Tüm ilim ve amelin merkezi mevzusu ve nihai maksadı tevhiddir. Ve tevhid, kesintisiz bir haldir, böyle olmalıdır. Mevzuun ne
kadar çetin ve kuşatıcı olduğu dikkate alındığında hususi bir ilim sahası olduğu anlaşılır.
Kur’an ilimleri mecrasının merkezinde
bulunan tevhid ilimleri mecrası, muhakkak ki
mutlak ilim (kitap ve sünnet) tarafından en hassas şekilde ihata edilmiştir. Mevzu doğrudan
tevhid (yani hakikat) olduğu için, ilmin ve halin
zirvesidir. Malumdur ki zirveye doğru çıktıkça
ölçüler keskinleşir, incelir, hassaslaşır. Bu sebeple hata yapma ihtimali arttığı gibi, hata
yapma payı da azalır. Mevzu tevhid olduğu
için, küçük hatalar bile büyük zararlar ve hasarlar verme istidadına sahiptir. Zaten bu sebeple
olmalı, tevhid ilimleri mecrasında (tasavvufta),
hususi usuller ihdas edilmiştir. Ameldeki yanlış
günaha, tevhiddeki yanlış ise şirke sebeptir.
Fıkıhtaki (tabii olarak ameldeki) yanlışlar, tevhiddeki (yani imandaki) yanlışların yanında
muhakkak ki daha kıymetsizdir.
Her şeyin nihai maksadı tevhid olduğu
için, her şey tevhide ayarlı şekilde idrak edilir,
izah edilir, tatbik edilir. Bu sebeple tevhid ilimleri mecrası, her şeyi muhitten değil, merkezinden, kalbinden kuşatmıştır. Mevzuun zorluklarından birisi de burasıdır, Kur’an ilimleri mecrası her şeyi her cihetiyle kuşatmış, akıl ise muhitten kuşattığını anlama istidadına sahip kılınmıştır. Kur’an ilimleri mecrasının her şeyi her
cihetten kuşatmış olması, hem merkezinde tüm
meseleleri tarassut altında tutmayı hem de muhitten çerçevelemiş olmasını gerektirir, vakıa da
böyledir. İşte Kur’an ilimleri mecrasının her
şeyi kalbinden (merkezinden) tarassut altına
aldığı ilim mecrasının adı, tevhid ilimleri mecrasıdır.
*
İslam’ın tüm ölçüleri tevhid ile alakalıdır. Bir kısmı doğrudan tevhidi izah ve ikame
etmek içindir, bir kısmı tevhidin insanın zihni
ve kalbi evrenindeki tertip ve tanzimi, bir kısmı
ise hayatın altyapısını tevhide uygun şekilde
inşa etmek içindir. Doğrudan tevhid ile alakalı
gibi görünmeyen İslami ölçüler de nihai maksat
*
Tevhid ilimleri mecrası, İslam ilim telakkisinin akıl üstü sahayı (yani maverayı) tercih ettiği için, murakabe vasıtası olarak kullanılan mikyasların da akıl üstü olmasını ilzam
39
eder. Bu nokta, tevhid ilimleri mecrasının
Kur’an ilimleri mecrası (ve tabii ki Şeriat) ile
sımsıkı kuşatılmış olmasını idrak ve izahta zorluklar oluşturur. Tarih boyunca yer yer ortaya
çıkan medrese-tekke ihtilafının sebebi de bu
noktadaki zorluktan kaynaklanır.
daki her mertebede, hakikat başka bir nizam
üzere tecelli halindedir.
Akılla idraki mümkün olmayan, bu sebeple akli mikyasların kullanılmasının da abes
olduğu maverada, “mana nizamı” mevcuttur.
Sırrı ehl-i keşfe malum olan irtifa güzergahı,
hakikate suretsiz vasıl olmanın yolu dense yeridir.
Batı bilim telakkisi tarafından işgal
edilmiş zihinlerde ortaya çıkan pozitif akıl bu
meseleyi tabii ki anlamaz. Pozitif akılla sevk ve
idare edilen zihni evrenler bir çeşit İslam rasyonalizmi üretmiştir ki, İslam’ın özü (hakikati)
olan tevhidi ve tevhidin aranacağı akıl ötesi
maverayı anlama istidadını kaybetmiştir. Bu tür
akıl ve zihin sahibi kişiler tabii ki muhatabımız
ve meselemiz değildir.
*
Tevhid ilimleri mecrası, hakikati en yüksek seviyede müşahede etme imkan, imtiyaz ve
istidadına sahip şahsiyetlerin yolu olduğu için,
bu şahsiyetler (veliler) kesret alemindeki hangi
halin tevhide daha mutabık ve muvafık olduğunu anlamakla mücehhezdir. Bu sebepledir ki
bilginin kelime tertibini değil, hakikatin mana
nizamını keşfeden idrak sahipleri bu mecradaki
meşayıh-ı kiramdır.
Meselenin deruni cihetinde akıl üstü
idrak melekelerinin ve akıl üstü mikyasların
olması lüzumu açıktır. Ne var ki deruni-ledünni
cihet, Şeriat-ı Ahmediye’nin genişliğine doğru
oluşturduğu çerçeveyi aşmaz, taşmaz, ihlal etmez. Bu sebeple dile gelen kelam, fiile gelen
hamle Şeriat ile mutabıktır, olmalıdır. Bu manada tasavvuf (tevhid ilimleri mecrası), Şeriat
arsasının sınırlarını muhafaza ederek, yukarıya
doğru (tevhid istikametinde) irtifa kesbetmenin
usul ve yoludur.
“Mana nizamı”nı müdrik olmayan şahsiyetlerin bilgiyi terkip etmesi mümkün değildir. Bilgi, kelimelerin birbirine eklenmesiyle
terkip edilebilseydi, lügat kafi idi. Dünyadaki
sınırsız (sonsuz değil) sayıdaki bilgi vahidini
terkip etmek, ancak ve sadece mana nizamının
kaşiflerinin işidir.
*
[email protected]
İslam, şekilden yani en dış cepheden
başlamak üzere iç içe sayısız nizam tesis etmiştir. Tecrit, tenzih ve tevhid güzergahında yol
aldıkça, hakikatin tecellilerine yüksek irtifalarda muhatap ve şahit olunur. Derinleştikçe mana
içinde mana ile karşılaşılır ki, Şeriat’ın kaidelerinde mahfuz manalara ulaşılır. Ve tabii olarak
Şeriat’ın kaidevi nizamının muhtevasında olan
fakat yüksek irtifalarda bulunan mana nizamının seyrine ve mükaşefesine vasıl olunur. Tabii
ki her şey nizam üzeredir, hakikatin en dış yüzü
olan maddede bile kaos yoktur, kaldı ki manalar
aleminde olsun. Bu sebeple irtifa güzergahın40
Kainat olan Allah Azze ve Celle, insanın küçücük cisminin içine, kainatın sığacağı bir tabiri
caizse mekan, yani kalb yerleştirmiş, orada
ikamet edecek olan varlığın en muhteşem numunesi olan ruhu nefyetmiştir. Kıymet, insandaki kalb ve insanı halife yapan ruhtur.
BEŞERİ İLİMLER MECRASI
Alihan Haydar
Her şey hakikate dairdir, her şey hakikatin farklı tecellilerinden ibarettir. Tüm ilimlerin
nihai maksadı hakikatin idrakine matuftur, başka bir maksat edinen her ilim, kendisinden Allah Azze ve Celle’ye iltica edilecek olan “faydasız meşgaledir”.
*
Kainattaki en kıymetli varlık ruh olduğuna, o da insanın derununa yerleştirildiğine
göre, beşeri ilimler mecrasının merkezi mevzuu
insandaki kalb ve ruhtur. İnsanı insan yapan
ruhtur, ruh olmadığında veya bedenden ayrıldığında geriye kadavra kalmaktadır. Keza insanı
insan yapan kalbdir, o masiva ile dolduğunda
ruh tecelli edememekte, insanın hayvani ciheti
ortaya çıkmaktadır.
İnsan, hakikatin kainattaki muhatabıdır.
Hakikat ona indirilmiş, ona teslim edilmiştir.
Öyle ki hakikati yalçın dağlar bile taşıyamamış,
kabul etmemiştir. İnsan, kainatta hakikati bizatihi taşıyacak varlıktır ve bu cihetle olsa gerek
“halife” tayin edilmiştir. Hakikatin muhatabı
olmak, tabii ki onun hilafetini iktiza ederdi,
ihsan da bu istikamette olmuştur.
Bunları biliyoruz fakat nasıl bir bilme ki,
batının işgal ettiği bilgi sahası, materyalist ve
evrimci olduğu için, insanı bedeni-hayvani cihetine mahkum etti. Dünya böyle kabul ettiği
gibi Müslümanlar da ruha inanmasına rağmen
beşeri ilimlerde onun mevkiini ve kıymetini
unuttu. Belki milyonlarca sayfalık insana dair
bilgi birikimi içinde ruhun olmamasını dert
edinmeden batılı bilim telakkisine ve insan anlayışına farkında olmadan teslim olundu.
İnsan aynı zamanda hakikatin en mütekamil tecellisidir. Kainattaki her varlık hakikatin bir çeşit ve farklı seviyelerdeki tecellisidir
ama insan, o tecellilerin en kamil olanıdır. Ve
mevzuun tamamı, Allah Azze ve Celle ile insan
arasındaki münasebetten ibarettir. Geri kalanı,
imtihan sırrından olmak üzere çeşit lüzumundan olsa gerek. Muhakkak ki sonsuz kudret
sahibi olan Allah Azze ve Celle, insanı, kainatta
zerre kadar yer kaplayan dünya mekanında
ikametle vazifelendirse bile, şanına layık olan
yaratma iradesini, iç içe alemlerle mücehhez
muhteşem bir varlık yekunu ile misallendirmiştir. Uçsuz bucaksız varlık cümbüşünü, bir buçuk ile iki metre boyundaki bir varlık (insan)
için yaratmış olması, kıymetin cesamette değil
başka bir noktada aranması gerektiğini de ihtar
eder.
Kadim müktesebatımızda, insan, kalb,
ruh bahislerine dair uçsuz bucaksız bilgi ve ilim
olmasına rağmen, ulaşılması kolay olan batı
bilgi birikimine rağbet etmek affedilir cinsten
bir hata değil. İnsanın her şeyi kalbde yoğrulmasına, orada yoğrulan her şeye ya ruhun ya da
nefsin vaziyet etmesine rağmen, beşeri ilimler
mecrası, batının sosyal bilimler ve hatta davranış bilimleri çerçevesine hapsedildi. Ne kadar
ağır ve derin bir işgal…
*
Kıymet, “zübde-i alem” olan insanın
derununa gizlenmiş olan kalb alemidir. Sani-i
Beşeri ilimler mecramız, kadimden beri
ahlak çerçevesinde tekke ve medrese tarafın41
dan, ruhiyat cihetiyle de tekke tarafından temsil
edilmiştir. Tevhid ilimleri mecrası olan tasavvuf tarafından tetkik ve temsil edilen ruhiyat ve
ahlak bahsi, tevhide açılan yolun insanın derununda, kalb ve ruhunda olmasındandır. Tevhid
güzergahı, kainatta cem olmuş kesret aleminden
geçmez, insanın derunundan, kalb ve ruhtan
geçer. Bu sebeple ilmin birinci mevzuu, insandır. Çünkü insan, hakikatin muhatabı kılınmış,
hakikate geçit veren yol onun derununa gizlenmiştir.
İslam ilim telakkisi her mecrası ve ölçüsüyle insana dair bir hikmeti muhtevidir. Her
hüküm, sarahaten veya zımnen insana aittir ve
onu muhatap alır. Bu noktada anlamamız gerekir ki, ilim insanda cem olmuştur. İnsandan
müstakil herhangi bir ilim dalı, herhangi bir
bilgi vahidi yoktur.
Her bilgi insanda cem olur, insanın kıymet ve merkezi de kalb ve ruh olduğuna göre,
ilim, ruhiyattan ibarettir. Bu sebeple ilim, tasavvufta, kalb ve ruha ait bir hususiyet olarak
irfana inkılap eder. İrfan; ilmin, tevhid muhtevasıyla yoğrulup tecrit, tenzih, tevhid güzergahının marifeti haline gelir. Kuru bilgi ve ilme
ruh katılarak marifete kalbetmenin, mahareti
tasavvuf nam müessesenin tasarruf ve temsiliyetinde temayüz etmiştir. İrfan yoksa bilgiyi
yoğuran kuru akıl ve felsefedir. Kuru akıl, felsefe yoluyla tevhid güzergahını bulamaz, o güzergahta karar kılamaz.
İnsan bahsi, bir taraftan hakikatin ne
mütekamil tecelligahı olmak bakımından tevhid
(ve hakikat) ilminin birinci mevzuudur, diğer
taraftan varlık telakkisinin zirvesini teşkil etmesi cihetiyle müspet ilimler mecrasının şahikasıdır. Toparlayıcı olarak meseleye bakmak gerekirse; insan bahsi, Kur’an ilimlerinin muhatabı
olmak bakımından onun, tevhid güzergahının
kalb ve ruhtan geçmesi bakımından tevhid ilimleri mecrasının, varlık telakkisinin zirvesi olmak bakımından müspet ilimler mecrasının ana
mevzusudur. Zaten beşeri ilimler mevzuu, insan
bahsinin ta kendisidir. Hal böyle olunca insan
bahsi, dört ilim mecrasının merkezidir ve mevzu olarak dört ilim mecrasını kendinde cem
etmiştir.
*
Beşeri ilimler mecrası, zarureten ve doğrudan tevhid ilimleri mecrasının tasarrufu altındadır. Aksi her ihtimalde insanı hayvandan tefrik etmenin ruhi ciheti ve marifeti kaybedilir.
İnsan ve hayvan arasındaki fark olarak sadece
aklı öne sürmek; aklın, toplu katliam silahları
yaparak hayvandan daha aşağı bir seviyeye inmenin aleti olduğu gerçeği karşısında söylenecek söz kalmaz. Batının meseleye böyle bakması, Müslümanların aldanmasına sebep olmamalıdır.
Kadimden beri insan bahsinin tevhid
ilimleri mecrasının, yani tasavvufun ana mevzuu olması tesadüf değildir. Tevhid, Allah Azze
ve Celle ile Hz. İnsan arasında kurulan mütekamil münasebettir. Hz. İnsan, Allah Azze ve
Celle’nin, kainatta yarattığı en mütekamil varlıktır ve zaten kainatı onun için yaratmıştır.
Demek ki mesele, Allah Azze ve Celle ile Hz.
İnsan arasında kurulacak münasebetten ibarettir. Bu münasebetin adı muhakkak ki kulluktur,
kulluk ise tevhid üzere olmalıdır.
[email protected]
*
42
mahkum etmektedir. Mevzua girerken bu tuzağa
dikkat çekme ihtiyacımız anlaşılıyor olmalı.
MÜSPET İLİMLER MECRASI
Ramazan Kartal
Haki Beyin ifadesiyle, toplam dört ilim
mecrasının üçü, Kur’an ilimleri mecrasının tetkik
ve tatbik ilimleridir. Tevhid ilimleri mecrası, beşeri ilimler mecrası, müspet ilimler mecrası,
Kur’an ilimleri mecrasının kendi sahalarındaki
tetkik ve tatbik ilimleri olmaktan başka bir kıymet ve maksat taşımaz. Böylece tüm bilgi vahitleri ve ilim dalları Kur’an ilimleri mecrasında vahdete erdilir, terkip edilir, asli mihrakına bağlanır.
Bu terkip mimari dışındaki tüm yaklaşımlar, büyük ihtimalle bilgide dağınıklık olarak tezahür
edecek, eklektik anlayışları kaçınılmaz hale getirecektir.
İslam ilim telakkisinin varlıkla ilgilenen
cihetini müspet ilimler mecrası üstlenir. Müspet
ilimler mecrasının ilk bakışta batıdaki pozitif bilimler mecrasına tekabül ettiği zannedilir. Önce
bu yanlış kanaati düzelterek meseleye girmeliyiz.
Pozitif bilimler, batı bilim telakkisinin merkezini
oluşturur, daha açık bir ifadeyle pozitif bilimler
mecrası, batı bilim telakkisinin bizzat kendisidir.
Mesela batıda oluşmuş sosyal bilimler mecrası,
pozitif bilimler mecrasının bir yan koludur zira
sosyal bilimler mecrasının temeli de pozitif bilim
telakkisidir.
Batıdaki sosyal bilimler mecrası, tamamen
pozitif bilim telakkisi ile insan bahsini tetkik ve
izah etmek çabasındadır. Bu sebepledir ki sosyal
bilimler insana bakarken, pozitif bilimin ulaştığı
son nokta olarak beyni esas alır, mesela kalb ve
ruh bahsi insan telakkisinde yer bulamaz. Batıda
pozitif bilimleri, bilim mecralarından birisi olarak
kabul etmek ve mesela sosyal bilimler mecrasını
ondan müstakil olarak değerlendirmek kabil değildir. Batıdaki tüm “bilimsel” çalışmalar, pozitif
bilim telakkisinin ufkunda cereyan eder ve bu
sebepledir ki materyalisttir. Batı bilim telakkisi
temelde materyalist olduğu için sosyal bilimler
mecrası da kaçınılmaz olarak evrimcidir.
Meselenin özü, önce Kur’an ilimleri mecrasının tarassudu altında bulunmak, sonra da
Kur’an ilimleri mecrasının ve tabii ki İslam ilim
telakkisinin kalbi olan tevhid ilimleri mecrası
tarafından murakabe altına alınmaktır. Böylece
bir taraftan bilgide vahdet terkip yoluyla elde
edilecek, diğer taraftan bilgide vahdetin tabii ve
zaruri neticesi olarak insan (mümin) tevhide davet edilecektir. Bilgide vahdet (ve terkip) olmadığında şirksiz bir tevhidin muhal olduğu idrak
edilmeden İslam ilim telakkisini kadimden keşfetmek ve onunla mutabık şekilde yeniden inşa
etmek imkansızdır.
Kainat, hakikatin son tecelli seviyesidir.
Hakikatin herhangi bir tecelli seviyesi, hakikatin
beyanı olan Kitab-ı Kerime ve Sünnet-i Seniyyeye tabii ki mugayir olamaz. Mesele, hakikatin
beyanı ile tecellisi arasındaki insicamı, yeryüzünde halife kılınan Hz. İnsanın idrak ve izah edebilmesidir. Hakikatin tecelli ve beyanı, mutlak
ilim olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyenin
tefsiri ile idrak mevzu haline getirilebilir. Bu çerçeveden bakıldığında İslam ilim telakkisi, tasnif
üstü tasnif olarak mutlak ilim ve nispi ilim şeklinde tespit ederek, nispi ilimlerin anasını da tefsir
olarak işaretler. Nasıl ki tüm nispi ilimler mutlak
ilimden doğar, öyleyse mutlak ilimden ilk doğan
İslam ilim telakkisindeki müspet ilimler
mecrası ise materyalist-pozitivist temel oturmaz
tam aksine Kur’an ilimleri mecrasının varlıkla
ilgili tetkik vazifesini üstlenmiştir. Batının bilim
telakkisi tarafından işgal edilen zihinler, müspet
ilimler mecrası dediğimizde, zihni işgalin neticesi
olarak pozitif bilimler mecrası olarak anlamakta,
meselenin sadece bir dil bahsi olduğu vehmiyle
tercüme etmektedir. Böyle bir zihni refleks, söylemek istediğimiz her şeyi boşa çıkarmakta, batı
bilim telakkisine savaş açan bizleri, batı bilim
telakkisini başka bir dille tekrar ettiğimiz zannına
43
ve diğer tüm nispi ilimleri ihtiva eden tefsir ilmidir.
Müspet ilimler mecrası, kainattaki kesreti
kaos olarak anlamamak, muhtevasında mahfuz
bulunan harikulade nizamı arayıp bulmak, onu
vahdet ve terkip mimarisi ile tefsir ilminin şerhi
haline getirmekle mükelleftir. Varlığın her çeşidi
ve her tecelli seviyesiyle ilgili tetkik faaliyetini,
ana mihraka bağlayıcı bir terkip mimarisi ile tespit, tanzim ve izah etmeyi vazife edinir.
Müspet ilimler mecrası, aklın en fazla
bilgi devşirebildiği ve en fazla anlayabildiği bir
saha olduğu için, istiklal ilan etmesine sebep olabilmektedir. Mesela maddenin katı halinin sert
olduğunu, onunla bir insana vurulduğunda acı ve
zarar verdiğini, mesela ateşin yaktığını, elini ateşe
sokanın elinin yandığını öğrenebilmesi, muhteşem bir akıl seviye ve terkibini bile gerektirmeyecek, hatta insiyaki hareketlerle bile anlaşılabilecek bir sahadır. Tam da bu sebeple akıl, müspet
ilimler sahasında istiklalini ilan etmenin ciddi
kaynaklarına ve imkanlarına sahiptir.
Akıl, istiklalini ilan edebilmenin ilk fırsatında vahye körelebilir, bu sebeple asli mihrakına
pamuk ipliği ile bağlıdır. Batının temel bilim telakkisini pozitif bilimde araması ve bulduğunu
zannetmesi de bu sebepledir. Keza Müslümanların da vahiyden en fazla bağımsızlaştığı, üstelik
bunu da fark etmediği saha müspet ilimler mecrasıdır.
Müspet ilimler mecrası, aklın vahiyden
uzak şekilde bir şeyleri anlama imkan ve iktidarının en fazla bulunduğu saha olduğu için kesif bir
dikkat ve keskin bir hassasiyet ister. Akıl, kendi
başına idrak etme imkanını bulduğu andan itibaren kendinde merkezleşen, istiklalini ilan etmek
için acele eden, itaatten ziyade isyan ile mücehhez bir alettir. Aklı kalb ve ruha, yani imana raptetmek, bu yolla akl-ı selimi inşa etmek ihtiyacı,
bağımsızlaşma istidadı gösterdiği müspet ilimler
sahasında zirveye çıkar.
madığımız bu çağda, varlık (batı için madde)
alemiyle ilgili üretilmiş devasa bir bilgi birikimi
Müslümanların aklını başından alıyor. Mesele
sadece bilgi seviyesinde ele alındığı sürece, batının pozitif bilimler sahasında ürettiği bilgiyle baş
etmek kabil gibi görünmüyor. Bilimsellik ve objektif bilgi ambalajıyla çelikleştirilmiş bir bilgi
yığını, bugünün Müslümanlarının en fazla patinaj
yaptığı mevzu haline geldi.
Kadim müktesebatımızda tevhid ve tefsir
sahasında merkezleşen bilgi üretimi, müspet ilimler sahasında nispeten zayıftır. Hakikat arayışını
madde seviyesinde tutmaktan ibaret olan müspet
ilimler mecrası, İslam ilim telakkisinin ve bilgi
üretim faaliyetinin merkezinde yer alamazdı tabii
olarak. Bu sebeple, kadim müktesebata ulaşma
imkanı olanların da müspet ilimler mecrasına dair
büyük bilgi birikimiyle karşılaşmaması, meselenin idrakinde marazi savrulmaları artırıyor.
Batının pozitif bilimler sahasında fazla
bilgi üretmiş olmasını dert etmezdik aslında. Fakat bir problem var; batı pozitif bilimler sahasında ürettiği bilgiyle varlık telakkisini materyalizmde sabitleyince, “yaratıcı fikrine” cepheden
taarruz başlattı. Bugünün batı tesirindeki dünyası,
“yaratıcı fikrini” neredeyse fizik biliminin verileriyle değerlendirir oldu. Pozitif bilimler, bugünün
dünyasında tevhide karşı derin ve sinsi bir saldırının karargahı haline geldi.
Necip Fazıl yirminci asırda batı tefekkürüyle yani felsefeyle hesaplaşmış, daha önce
İmam-ı Gazali Hazretlerinin hesabını gördüğü
felsefenin defterini dürmüştü. Ne var ki batı ilim
telakkisi yani pozitif bilim anlayışı ile hesaplaşan
olmadı. Batının bilimini almak gibi, bilginin İslamileştirilmesi gibi eklektik veya teslim olmuş
zihni evrenlerin teşebbüsleri meseleyi halledecek
gibi görünmüyor. Necip Fazıl’ın, felsefeyle hesaplaşıp defterini dürdüğü “Batı tefekkürü ve
İslam tasavvufu” isimli eserine denk bir pozitif
bilimle hesaplaşan eser ve müellif maalesef çıkmadı.
Batının en çok bilgi ürettiği pozitif bilimler sahası, epistemolojik işgalin de en derinlere
sirayet ettiği alandır. Kadim müktesebata ulaşa-
[email protected]
44
İlimlerin tasnifi ve bilginin terkip edilmesi
mevzuunu, dairevi çerçevede düşünebiliriz. Bilgi
ve ilim telakimizin merkezi nübüvvet olmak üzere, açılan tüm mecraları o merkezin ekseninde
tavaf ederek muhite doğru yol alır. Merkezden
dikey olarak uzaklaşmak, tüm boyutları görmeyi
zorlaştıracağı için sıhhatli değildir, dairevi terakki, merkezde tecelli eden hakikatlerin tüm boyutlarına muhatap olma imkanı vereceği için tercih
edilmelidir. Bu tertip ve tanzime uygun olmak
üzere, bilgi ve ilim mecraları tetkik ve idrak edileceği gibi, yeni hamlelerin de bu çerçevede gerçekleştirilmesi sıhhatli ve kadim müktesebata
sadık olacaktır. Kadimden beri oluşan ve bugün
devam ettirilmesi zaruret olan ilim mecraları,
aynı zamanda derinliğine doğru mesafe alınması
için kurulmuş olan meratip ile birlikte düşünülmelidir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında bilgi ve ilim telakkimizin ana haritası ortaya çıkar;
merkezde Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam
olmak üzere, bir taraftan dairevi genişleme diğer
taraftan helezonik derinleşme esastır. Sadece yatay genişleme bilgi üretiminden ibaret kalır ki,
bilgi ve ilmin irfana inkılabı ve hakikat güzergahında yol almayı zorlaştırır.
İLİMLERİN TASNİFİ VE TERKİP
ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
A. Bülent Civan
Ezeli ve ebedi ilim sahibi Allah( c.c)’tır.
Mutlak manada Alim (bilen) de O’dur. Alemler
yaratılmadan önce de Allah'ın ( c.c ) ilminde vardı. Her şey yok olsa da O'nun ilminde yaratılmışın bilgisi var olacaktır. Mutlak ilmin sahibi olan
Allah (cc), bilgiyi ve bilgi edinmenin yollarını da
yaratmıştır. Müslümanlar Alim ve ilim sıfatlarını
kullanırken mecazi anlamda kullanırlar, mutlak
bilen manasında değil.
Allah (c.c), ilmin hem kendisi hem de kaynağı olan hakikati (Kitab-ı Kerimi), yeryüzünde
Hz. Peygamberimiz Aleyhisselatü Vesselam
Efendimize indirmiştir, bu cihetle bilgi ve ilim
telakkimizin kaynağı, yeryüzünde Fahr-i Kainat
Aleyhisselatü Vesselamdır. Zira O, mübarek iki
dudağı arasından çıkan beyana “vahiy” dediğinde
onu vahiy olarak bilmiş ve iman etmişizdir, “vahiy değil” dediğini ise Hadis-i Şerif olarak bilmiş
ve iman etmişizdir. Başka hiç kimseye vahiy
gelmeyeceğine göre, yeryüzünde tek bilgi ve ilim
kaynağımız, zahir ve batın cihetleriyle birlikte
nübüvvet müessesesidir. İslam'ın bilgi ve ilim
tasavvuru (Epistemoloji), tüm ilim mecralarının
menbağı ve medeniyet fikriyatımızın merkezi
Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimizdir. Kuran’ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye,
“mutlak ilim” olarak tasnif üstü bir mikyastır.
İlimlerin tasnifi yapılırken, Cibril hadisi
olarak bilinen iman, İslam, ihsan bahisleri, derinliğine doğru meratip nizamını ve güzergahını
ifade eder. İman, İslam, İhsan bahisleri, aynı zamanda bilginin terkip edilmesini mümkün kılan
meratiptir ki, dikkat ve idrak bu mevzularda temerküz etmezse mesele halledilemez. Bu çerçevede olmak üzere, hiçbir bilginin başıboş olmadığı, her birinin yerinin doğru tespit edilmesi gerektiği, bunun için de bilginin terkip, ilimlerin tasnif
edilmesi lüzumu açıktır.
Medeniyetimizin üç ana mecrası olan; ilim,
tasavvuf ve tefekkür mecraları, vahyin muhtevasından kaynaklanmakta ve Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın şahsiyet ve tatbikatında tecelli
etmektedir. “Mutlak İlme” nispeten diğer mecralar, nispi ilim mecraları olarak oluşmaya başlamış
ve önü açık olarak alim, arif ve mütefekkirlerini
yetiştirmiştir.
İslam medeniyetinde ilimlerin tasnifi, muhtelif zamanlarda ve muhtelif müellifler tarafından
yapılmıştır. Kendi medeniyetimize ve kaynaklarımıza itimadımız azalmaya başladıktan sonra,
Batı uygarlığının ürettiği bilginin ve bilgi edinme
yollarının etkisinde kalan bazı aydınlarımız, kendi ürettiği veya batının ürettiği bilginin neye nis45
petle uygulanacağını ve hayattaki karşılığını bulamadığından, hayat anlayışımız dağılmış, bilgi
nübüvvet nispetini kaybederek dağılmış, o kadar
ki atomize olmuştur. Bilgi telakkimizi oluşturan
muayyen ve mutemet merkezler kalmadığından,
İslam medeniyeti oryantalist taarruza ve epistemolojik işgale uğramış ve ruha kadar sirayet eden
bir derinliğe ulaşmıştır.
Hakikatin yeryüzündeki kapısı Efendimiz
Aleyhisselatü Vesselamdır. O’ndan başlamayan
ve ona varmayan ilimler faydasız ve başıboş bilgilerdir. Pozitif bilimler de dahil olmak üzere
O’na nispeten kurulmalıdır. İmanın eşya ve hadiselere yansıması O’na nispeten değilse nasıl bir
kıymet ve mana ifade edebilir ki? Rahmetli Necip
Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya örgüsü’nde, dahiyane üslubuyla şöyle der; “İslam’da kainat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kamil ifadesi halinde, bütün dipsizliği
ve sonsuzluğu, zerre zerre Yaratıcıyı haykıran
muhteşem zaman ve mekan cümbüşü, muğdil ruh
ve madde mimarisiyle, esrarına ve teshirine memur olduğumuz bir harikalar manzumesidir. Yani
fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife ve hakkı. Müslüman memuriyeti..
Ezelden ebede kadar topyekun insanoğlunun başı,
son kemal haddi, uğrunda alemlerin yaratıldığı en
üstün insan ve Allahın sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi, işte bütün edası ve
manasıyla bu kainatın anahtarını Allah’tan aldı ve
ümmetine getirdi. Allahın insan ruhuna gömdüğü
o anahtar ki, asli sahibini buluncaya kadar ilk
insan ve Peygamberden, en büyük insan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde elden ele teslim edilerek geldi… Kısaca
İslam da kainat, bütün esrarı ve kanunlarıyla,
O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün batınında çağlayan namütenahi ince ve girift manalardan ve bu
manaların aksettiği büyük tecelli planından ibaret…’’ Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, tüm
ilimlerin çıkış noktası Peygamber (a.s) efendimizdir. Bize düşen keşif karargahını kurarak, ilim
ile çerçevesini çizerek istifade etmektir.
Çağımızda yaşanan aşırı ihtisaslaşmada,
bilginin nispet ve irtibatı kurulamadığından bilgi
dağılmıştır. Parça-bütün münasebeti kalmamış,
terkip mahareti kaybedilmiş, bilgide kaotik bir
tablo ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki bu durum,
“medeniyet akademisinin” kurularak ilimlerin
tasnifi ve terkip ilimlerinin teşkilinin ne kadar
elzem olduğunu göstermektedir.
Mutlak varlık olan Allah’ın (c.c) mutlak
ilminden Efendimiz Aleyhisselatü Vesselama
gönderdiği Kur’an-ı Kerim ve onun tatbikatı olan
Sünnet-i Seniyyeden hareketle ve kadim müktesebata sadık şekilde, yeniden bilginin tasnif ve
terkip edilmesi gerekiyor. Hazreti Mevlana'nın
bahsini ettiği gibi, ''hamamda kurnaya düğünde
zurnaya aşık olmaktansa, tek şeye aşık olmak…”
hikmetince, her şeyi asli mihrakına bağlamak için
büyük tefekkür hamlesinin başlatılması şarttır. Bu
hamle, ilimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin inşası
marifetiyle, Cibril hadisine derinden nüfuz etme
ihtiyacı içindeyiz. Umulur ki bu yolla, yeryüzündeki vahdetin müntehası ve nihai müderrisi olan
Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamı merkeze alan
yeni bir tasavvur oluşturulabilir. Med-cezir hadisesinde olduğu gibi, alemleri ihata eden hakikat
Med dalgası tecelli etmiştir. Allah’a giden tek
yolun tek temsilcisi Efendimiz Aleyhisselatü
Vesselam vasıtası ile zahir ve batında sayısız
ilimler kurulmuştur. Tasnif ve terkip de cezir gibi
(dalganın geri çekilişi) nübüvvet merkezine doğru
silsile halinde geri çekilerek, vahdet merkezine
ulaşarak, oradan tevhit güzergahına yol bulacaktır.
Sonuç olarak, ilimlerin tasnifini ve bilginin
terkibini yaparken, ilmin menbağından gelen tüm
mecraların birbiriyle olan irtibatları kurulmalıdır.
Cibril hadisi çatısı altında toplanarak, tasnif ve
terkip faaliyetini Efendimiz(S.A.V)de nihayetlendirmek muhakkak ki doğru olacaktır.
[email protected]
46
malarının olduğu, bu medreselerin emsal olarak
Osmanlı medrese nizamını aldığı, emsal aldıkları
medreselerin ise Osmanlıyı yıkan medreseler olduğunu bile anlamadıkları görülüyor. Osmanlıyı
yıkan medrese emsal alınarak yeni medeniyet
hamlesini başlatabileceğini düşünenler, çürümüş
tohumu toprağa saçmakla meşguller. Osmanlının
son dönemindeki medreseyi emsal alanlar, oradan
başlayarak ilk dönemlerine doğru gideceklerini
zannediyorlarsa, tarihin geriye doğru işleyeceğini
zanneden idrak fukaralarıdır. Zaman geriye doğru
akmaz, ancak ve sadece yeniden başlanabilir.
MÜKTESEBATIN TEDVİNİ İÇİN
TASNİF ŞARTTIR
Mustafa Karaşahin
Kadim müktesebatımız ile irtibatımız koptu. Meselenin dil devrimi gibi Kemalist ihanetle
ilgisi var ama bundan ibaret değil. Ülkede binlerce Arapça ve Osmanlıca bilen akademisyen var,
mesele dilden ibaret olsaydı bunların kadim müktesebatımız ile irtibat kurması mümkündü ve kopuş yaşanmazdı. Kadim müktesebatımız ile irtibatımız Cumhuriyet döneminde dil devrimiyle
resmi olarak koparıldı ve ağır hasar verdi ama
“mana” olarak Osmanlının son birkaç asrında
zaten kopmuştu. Tekke ve zaviyelerin kanunla
kapatılması üzerine Meşayıh-ı Kiramdan bir zatın
beyan buyurduğu gibi, “Onlar zaten kendilerini
kapatmışlardı”. Ne demek bu? Medeniyet müesseselerimizin merkezinde yer alan medreseler ve
tekkeler zaten kadim müktesebatımız ile irtibatını
kopardığı için son İslam medeniyet-devleti olan
Osmanlı çökmüş ve yıkılmıştı.
Yeniden başlamak şart ama yeniden başlamak, mealci cahiller gibi sıfırdan başlamakla
olmaz, aksine kadim müktesebata sadakat ile
mümkündür. Ne var ki kadim müktesebatı imal
ve telif eden müesseselerin başında bulunan medreseyi, son ve çürümüş haliyle emsal alarak asla
olmaz. Bu mesele biraz (veya iyi derecede) Arapça öğrenerek, biraz (veya iyi derecede) usul tahsil
edilerek halledilemez. Arapça ile birlikte İslami
ilimler sahasında son dönemde bile ilmi teçhizatı
yüksek alimler mevcuttu. Şeyhülislam Mustafa
Sabri Efendinin sahip olduğu ilmi teçhizata muadil seviyede bir alim mi var şimdi? Yok… Öyleyse mesele nedir?
Tüm ihtiramımızla ama cesaretle söyleyelim ki, Mustafa Sabri Efendinin de kadim müktesebat ile irtibatı kesilmişti. Edepsizlik yapmaktan
imtina ederek ama içinde bulunduğumuz derin
kaosun iktiza ettiği mesuliyeti de üstlenerek söyleyelim ki, son dönem ulemasının toplamının
idrak derinliği ve feraset keskinliği, belki de hiçbiri kadar medresede müderrislik yapma ehliyetine malik olmayan Abdülhamit Han kadar değildi.
Sadece bu misal ve mukayeseden bile belli ki,
mesele bilgi yükü değil, idrak ve tefekkür istidadıdır. İdrak ve tefekkür, büyük terkibe (medeniyet
tasavvuruna) ulaşacak çap ve derinlikte değilse
netice vermiyor, netice verse bile nihai neticeye
(nihai maksada) ulaşamıyor. Ara menzillerde
kalan idrak ve tefekkür ise, akim hamlelere, yarım oluşlara, ölü doğumlara sebep oluyor.
Tenkitlerimizi Cumhuriyet ile sınırlandırırsak, meselenin kaynağına inemeyiz, doğru teşhisler koyamayız. Medrese Osmanlıda çürümüştü, zaten Osmanlıyı medrese yıkmıştı, medrese
medeniyet ve devletin ana sütunuydu ve o çürüyünce devlet ve medeniyet yıkıldı. Kadim müktesebatımız ile irtibatımızın kopması, cumhuriyet
ve onun devrimlerinden öncesine rastlar, cumhuriyet dönemindeki devrimler ise artık geri dönüşü
imkansız kılmak için yapılan son operasyondu.
Medreseler resmi olarak devam ederken
kadim müktesebatımız ile irtibatımızın koptuğunu
unutursak, meselenin kaynağına inemeyeceğimiz
için, yanlış noktadan başlamak durumunda kalırız. Bugünün Türkiye’sinde bazı medrese çalış47
*
limsel” araştırmalar, batı bilgi ve bilim telakkisine göre yapılmaya devam ediyor. Batılı bir bakışla İslami müktesebatımız üzerinde tetkik ve tahkik çalışmaları yapmak, iffetli kadını iffetsiz kadının emrine vermek kadar galiz bir durumdur.
Müktesebatı ulaşılabilir kılmanın, idrak
edilebilir hale getirmenin yolu, onun tedvin edilmesidir. Tedvin ve tertip edilmeyen müktesebat,
içine girenlerin yolunu kaybedeceği kadar zengin
ve girifttir. Son dönem ulemasına, “Gök kubbe
altında söylenmedik söz kalmadı” dedirtecek kadar zengin ve muhteşem bir müktesebattan bahsediyoruz. Ve, ulemanın bu sözü, tam olarak kadim müktesebat ile irtibatını kaybettiğinin irtibatıdır. “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” demek, Mutlak İlme muhatap olan Müslümanlar için, sadece idrak zafiyetini itiraf manasına gelir. Yeni bir söz söyleyememek, idrak
edememektir, idrak edememek ise irtibat ve münasebet kuramamaktır.
*
Müktesebatın tedvin ve tertibini yapmadan, bunun altyapısı olan ilimlerin tasnifini gerçekleştirmeden, bunların neticesi olan mevzu
haritasını hazırlamadan kurulacak medreseler
(veya İslam üniversiteleri), aksini ümit ederek
söyleyelim ki, nihai maksada hizmet etmeyecektir. Elimizde bilgi telakkimiz, mevzu haritamız,
ilimlerin tasnifi, müktesebatın tedvini gibi temel
meselelere dair izahlar ve teklifler yoksa nereden
başlayıp nereye gideceğimizi neye nispetle tespit
edeceğiz? Kurulacak medrese ve üniversiteler, ne
yapacak, nasıl yapacak?
Nevzuhur düşüncelerden biri olan mealcilerin, kadim müktesebata bakıp da, sadece şaz
görüş sahiplerini, mıknatısın metali çektiği gibi
arayıp bulmaları ve onlara kıymet vermeleri, ne
kadar kendilerinin cahilliği ile ilgiliyse, bir o kadar da müktesebatın tedvin ve tertip edilmemesiyle ilgilidir. Tabii ki keskin idrak sahipleri için
kadim müktesebatta bariz şekilde görülen büyük
mecralar var, bu manada yolu şaşırmak, doğru
yolda ilerlemekten daha zordur. Gelgelelim içinde bulunduğumuz çağ bilgi kaosunun en derin
halidir ve pozitif akıl formuna mahkum olan
Müslümanların da yolunu bulması zannedildiğinden daha zordur.
Sadece bir misal… Kadim medrese geleneğimizdeki tedrisatın temeli iki sünnet üzere
bina edilmiştir; itikaf ve sohbet… İtikaf ve sohbet
sünneti, her seviyedeki medreseler için farklı şekillerde tertip ve tanzim edildiğinden dolayı, itikaf ve sohbet olarak görülmez. Bugün itikaf sünnetini tekkelere (tasavvufa) has zannedenler,
medreselerdeki itikafın tekkelerdekinin binlerce
katı olduğu, talebinin kesintisiz tedrisat itikafına
girdiği bahsini unutmuş ve idrak edemez hale
gelmiştir. Batılı metotla “part-time” eğitimöğretim yapan, sonra toplumun içine bırakılan
talebe, zihni ve kalbi, akli ve ruhi inkişafını gerçekleştiremez ki. Bu meseleden bile habersiz
olanlar medrese kurmakla meşgul. Hayret…
*
Kadim müktesebatı tedvin ve tertip etmeliyiz. Muhakkak ki bu tarihi bir vazifedir ama bu
mesuliyeti yerine getirebilmek için ilimlerin tasnifini yapmalıyız. Tasnif olmadan tedvin ve tertibi neye göre yapacağız? Bilgiye kement atmanın
yolu, ilimlerin tasnifi olduğuna göre, kadim müktesebatı tedvin ve tertip etmenin yolu da buradan
geçer.
[email protected]
İlimlerin tasnifi, müktesebatın tedvini
yapılamadığı için, mevcut üniversitelerdeki “bi48
bu satırları okuyunca, nefsinin kabarmasından
korkarak, bu sözleri önemsiz görecektir. Zira O,
methiye ve eleştirilere çoktan kulaklarını kapatmış. Methiyenin nefsani kabarmayı, tenkidin ise
tersten nefsi tetiklediğini her vesilede dile getiriyor. Bu tür ucube şeylerle enerjisini tüketen insan
tiplerine ise yarı üzüntülü eda ile tebessüm ediyor.
KİTAP TANITIMI
Rıfat Boynubükük
Kitap tanıtımı yapmayı baştan beri istiyorduk, bir türlü başlayamadık. Sadece Fikirteknesi külliyatı ile sınırlı olmaksızın, her sayıda bir
kitap tanıtımı yapma düşüncemizi hayata geçirmeye başladık. İlk kitabımız, Haki Demir’in
“Zaman mekan varoluş” kitabı…
*
*
Necip Fazıl’ın “zaman hakkında kafa
yormayan mütefekkir olamaz” sözüne muhatap
olarak, zaman meselesi; Haki Demir’in fikir hayatında önemli bir yer işgal ediyor. Bu sebebten
Haki Demir, zaman konusunda “Zaman Mekan
Varoluş” kitabını telif etmiş.
“Zaman Mekan Varoluş” Kitabı
*
Fikir teknesi külliyatının 23 sırt numaralı
“Zaman Mekan Varoluş” kitabı ile başbaşayız.
Kitabın müellifi Haki Demir. Kitabın değerlendirilmesine girmeden evvel müellifle alakalı bazı
şeyler söylemem gerekiyor.
Kitap, fikirteknesi yayınevinden Ekim
2014’te yayınlanmıştır.
Beş bölümden oluşan “Zaman Mekan
Varoluş” kitabı, kainat tasavvurundan zaman
meselesine, mekan hususundan matematik kavrayışlarına, matematik hususundan varlık ve varoluş meselelerine kadar geniş mikyasta oluşmuş
bir tefekkür ürünüdür.
Haki Demir, kaleme aldığı onlarca telif
eserle, tutkulu hayallerini kartal kanatlarıyla doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün dünyayı
sarıyor, menfaat hırsıyla yanıp tutuşan ellere, son
derece mütevazi tavır ve eda ile büyük bir vakar
dersi veriyor. Ele aldığı her meseleyi tefekkür
mecrasına çekerek rahat insan tiplerinin uykusunu kaçıran bir müellife dönüveriyor. Şanı ve şöhreti yok, menfaat hırsıyla yanıp kavrulan nefsani
halleri de. Son derece mütevekkil halde, “manevi
mesuliyetimizdir” deyip bütün aşk ve heyecanını
içinde yaşıyor. Dışa vurulan aksiyonun ve heyecanın, insanları fevri harekete sürükleyeceğini
gayet iyi bilen Haki Demir, tüm heyecanını içinde
yaşıyor. O’nun gözleri dışa bakmıyor, tamamen içe bakıyor. O’nun kulakları dışarıyı
duymuyor, içini ve kalbini duyuyor. Kalb ve
gönül iştiyakından cezb olan dehavari akıl ve
mantık muhayyilesini, tasavvuf ocağında terbiye
edenlerden. Böyle birisi Haki Demir… Eminim
*
Haki Demir’in okuyucu için kitabın takdiminde belirttiği üzere, kitabın ana maksadını,
içinde bulunduğu konulara dair, tefekkür temrinleri yapmak olarak özetliyor. Yani hakiki mütefekkirin yapacağı şey olan, ülkenin tefekkür istidadını tetiklemeyi meslek edinmiş vaziyette Haki
Demir.
Müellif eserini “Bu eser netice itibariyle
bir kâinat tasavvurudur. Bir ontoloji denemesi de
denilebilir.” sözleriyle takdim ediyor. Haki Demir bu kitapla beraber, varlığın zaman ve
mekândan azade bir şekilde tetkik edilemeyeceğini söyleyerek, zaman-mekan-varoluş’un fikirle
iç içe olduğunun sinyallerini veriyor. Zaman ve
49
mekanın önemine temas ederek, zaman ve mekana inememiş, bu iki bahiste ciddi bir fikir imaline
giremeyenlerin kesrette boğulduklarını, bilgiyi
çoğaltmakla terkibe ulaşamadıklarını söylüyorlar.
Mekanı madde görenlere ise şu sözlerle
cevab veriyor;
“Mekan madde değildir. Bu anlamda
“esir” yoktur. Fakat maddenin varolabilme şartlarından birisi olan mekânda, hareket mümkündür.” (Haki Demir, Zaman Mekan Varoluş,
s.18)
İnsan, Bilim ve Ontoloji başlığıyla, ruh
zaman, mekanın kainat münasebeti şu sözlerle
dile getiriliyor;
“Varlık temelde iki çeşittir. İnsan ve diğerleri... İnsanda bir adet öz diğerlerinde ise iki
adet öz bulunur. İnsandaki öz ruhtur, diğerlerindeki öz ise zaman ve mekândır. Ruh, zaman, mekan; kainatın hulasasıdır, tüm sırlar bu üçünde
mahfuzdur. (A.g.e s 31)
50
34-Değişim Devrim ve Sosyal Hareketler
35-Batı Çöküyor
36-Filistin Davası ve Büyük İsyan
37-İslam Birliğinin İçtimai Altyapısı
38-Büyük Kavga
39-Sistemin İdeolojik Sınırları
40-Siyasetin Patlaması
41-Türkiye Kendisiyle Hesaplaşıyor
42-Türkiye Yol Ayrımında
43-Düşünce ve Siyasetin Seviyesizliği
44-Düşüncenin Savruluşu
FİKİRTEKNESİ YAYINEVİ
Yayınevimizin basılmış, basılmaya devam
eden ve basılması için hazırlanmış eserlerinin
listesi yenilendi, yeni haliyle toplam listeyi yayınlıyoruz.
45-Medeniyet Akademisi
46-Necip Fazıl
HAKİ DEMİR
47-Büyüklere sorular
48-İslam Tarih Telakkisi
49-İslam’ın Hayat Anlayışı
50-İslam İrfanının Teknolojisi
51-İnsan Tabiat Haritası
52-Aklın Sınırları
53-Ruhiyat
54-Akl-ı Selimin teşekkülü
55-Farklı Akıl Terkipleri
56-İnsan Ahlak Hukuk
57-Namaz
58-Müslüman şahsiyetin yeniden inşası
59-Kitap Risalet Sahabe
60-Dil Düşünce İdrak
61-“Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu” şerhi-162-“Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu” şerhi-2
63-Matematik-1-Matematik ve varlık
64-Riyaziye-1-Yeniden Riyaziye
1-İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür
2-İslam Medeniyet Tasavvuru-2-İnşa Muhafaza Tecdit
3-İslam Medeniyet Tasavvuru-3-Şehir ve Medeniyet
4-İslam Medeniyet Tasavvuru-4-İlimlerin tasnifi
5-Medeniyetin Göç Vakti
6-Anlayış ve Tefekkür
7-Zaman Mekan Varoluş
8-Hilafet Dört Halife ve Devlet İdaresi
9-İslam Maarif Anlayışı-1-Temel Telakki
10-İslam Maarif Anlayışı-2-Ruhi-akli süreçler
11-İslam ve Teşkilat
12-Karz-ı Hasen Müessesesi
13-Fethullah Gülen’in Fikir Hilesi
14-İnsan Zihninin Ana Haritası
15-İnsandaki İnkişaf Seyri
16-İnsanın Keşfi
17-Muhteşem Terkip, İnsan
18-Akl-ı Selimin Farkı
19-Akıl Nedir?
20-Aklın Teşekkül Süreci
21-Akıl İnşası-1-Nazariyat
22-Akıl İnşası-2-Tatbikat
23-Güçlü Akıl
24-Reşit Akıl
25-Şahsiyet
26-Şahsiyet Olamamış Kişilik Tipleri
27-Zeka Şahsiyet Hayat
28-Dirayet Mukavemet Hayat
29-Dirayet ve Mukavemetin Ruhi Kaynakları
30-İhtilal
31-İhtilal Liderliği
32-İkinci Kurtuluş Savaşları Çağı
AHMET DOĞAN İLBEY
1-Aldatan Cumhuriyet
2-Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri
3-Cumhuriyetin karanlık yılları
4-Bir hüzünkarın ömür defteri
5-Dil Kapısı’nda yazılanlar
6-Müslüman Doğulu’nun derunu
7-Millet üstüne düşünceler
33-Değişim Süreçlerinin Tabiatı
51
ATİLLA FİKRİ ERGUN
SELAHATTİN ADANALI
1-Modernist saldırı gelenekçi direniş
1-Parapsikoloji ve paralel örgüt
İBRAHİM SANCAK
ÖMER KARAYILAN
1-İslamcılık meselesi
2-Medyada tefekkür krizi
3-Şia ve İran’ın ihaneti
4-Tefekkür hamlesi
5-Ecel teri mi doğum sancısı mı?
6-Paralel örgüt mü, paralel din mi?
1-Hüznün hazinendir
2-Pazartesi yalnızları
MEMDUH ATALAY
1-Dünya Hali
2-Halce
NURETTİN SARAYLI
NURİ YILDIZ
1-Tefekkür krizi
2-Tefekkür ve hezeyan
3-İslamcılık tartışmasının haricileri
4-İhanet Şia’nın tabiatında var
1-İnadına İnsanlık
2-Not Düştüm Tarihe-13-Not Düştüm Tarihe-2HAMZA KAHRAMAN
FARUK ADİL
1-Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve
2-Büyük Doğu Devleti-2-Nakibü’l Eşraf Teşkilatı
3-Büyük Doğu Devleti-3-Başyücelik Akademyası
4-Büyük Doğu Devleti-4-Kaza Teşkilatı
5-Büyük Doğu Devleti-5-Başyücelik Hükümeti
6-Büyük Doğu Devleti-6-Maarif Teşkilatı
1-Batının iflası
2-Beyaz sayfa açmak zor
3-İhanet günlükleri
OSMAN GAZNELİ
METİN ACIPAYAM
1-Çocuklarda Akıl İnşası
2-Çocuklarda Duygu Eğitimi
3-Kişilik tiplerinin hayatı
1-Medeniyetimizin Büyük Dehası Necip Fazıl
2-Kurşunlanan Türkçe
3-Mülakatlar-1-
AHMET SELÇUKİ
ABDULLAH TATLI
1-Devlet kuran teşkilat
2-Dünya Devleti-1-Stratejik istihbarat
3-Dünya Devleti-2-İrade ve inisiyatif
1-Düşünce nedir
2-Düşünür kimdir
52
ALİHAN HAYDAR
1-Operasyon medyası
MUSTAFA KARAŞAHİN
1-Cemaat mi istihbarat örgütü mü?
2-Asırlık kavga devam ediyor
3-Akparti’nin Türkiye projesi
AHMET KAMİL TUNCER
1-Adanmış ruhların anatomisi
FATİH MEHMET KAYA
1-Türkiye’nin manzarası
BİLAL YAVUZ
1-Ahraz-Şiir-
53
Download