Haklar ve Özgürlükler

advertisement
Haklar ve Özgürlükler
Kürt Sorunu ve İslamcılar çalıştayı konuşması 19.12.2015
“Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve
fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi yasaklamaz. Çünkü Allah fedakâr olanları pek sever.
Allah size, yalnızca sizinle din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin
çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı yasaklar. Artık kim onlarla dostluk kurarsa,
işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 8-9)
“Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur!” (Bakara, 193)
Öncelikle şunları ifade etmemiz gerekir: Milletlerin, kavimlerin ve aşiretlerin, tarihin en eski
devirlerinden beri bugünkü şekliyle var oldukları ve böylece geleceğe taşınacakları inancı, 19.
yüzyıl Avrupa’sında doğmuş bir anlayıştır. İnsanın varoluşsal olarak birliğini kabul etmeyen ve
kendi kavimlerini en gelişmiş, en üstün nitelikte insanlar olarak gören ırkçı bakışın ürünü olan
bu yaklaşım, Avrupa’da yeni kurulan yönetimlerin hizmetindeki aydınların kitleleri bu yeni
düzene bağımlı hale getirmek ve sömürge savaşlarına sürmek için ortaya attığı bir ideolojidir.
Etnik milliyetçilik ideolojisi, Britanya sömürgeciliğinin ‘böl-yönet, birbirine düşür’ siyasetinin
diğer bir adıdır. Fransa ve Rusya’nın da bu siyasete destek vermesiyle, Osmanlı ve AvusturyaMacaristan İmparatorlukları parçalanma sürecine girmiştir. Osmanlı Devleti’nden ayrılan
Rumlar, Bulgarlar, Karadağlılar, Romenler, Sırplar, Arnavutlar, Ermeniler, Türkler, Araplar…
birer devlete kavuşmuş ama aslında başka bir yeni imparatorluğun, İngiltere ya da Rusya’nın
peyki olmuştur. Osmanlı’dan sonra kur- durulan bölgedeki devletlerin çoğu sahtedir ve her
biri bir emperyalist gücün kolonisi durumundadır.
Bugün, geçmişte Osmanlı coğrafyası olan bu topraklar etnik çatışmaların mekânı haline
gelmiştir. Dolayısıyla Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Arnavutlar, Boşnaklar, Şiiler,
Sünniler… diyerek konuşmak, ayrıştırmak bizim dilimiz olamaz. Yakın zamanda Irak’ta,
Suriye'de yaşadıklarımız tam bir ibret levhası özelliğindedir. Irak ve Suriye halkını Şiiler,
Sünniler, Araplar, Kürtler ve Türkmenler olarak bölen anlayış İslam duyarlılığının eseri
olamaz. Olsa olsa yüzyıl önce başlayan büyük tasfiye hareketinin bir devamı olabilir. Bu
ayrıştırma çabası, son tahlilde emperyalist devletlerin dışında hiç kimseye faydası
olmayacaktır. Ümmeti parçalamak ve birbirinden ayrıştırmakla kendine iktidar ve mevki
çıkacağını ümit eden hırslı aşiret ve grup liderlerinin hevesi de kursaklarında kalacaktır.
Şimdilerde de yeniden etkin hale getirilen, insanları ayrıştırıcı etnik milliyetçiliğin bu son şekli,
kimlik ve farklılık kavramları üzerinden aşiretçiliğe kadar indirilmiş durumda. Bu yaklaşım
geçmişte Batı’nın çıkarlarına hizmet ettiği gibi bugün de Batı’nın yeni sömürge programına ve
dünyaya topyekûn hegemonya kurmasına hizmet etmektedir. Bizim bu parçalanmışlığı kabul
etmemiz mümkün değildir. Hâlbuki Batı, bu kimlik ve farklılık yaklaşımını kendi dışına ihraç
ederken, kendi içinde ise, ‘küresellik’, ‘ortak ev’, ‘ortak değerler’ ve ‘ortak uygarlık’ diyerek
daha üst birliktelikler ve bütünleşme çabaları ortaya koymaktadır.
1
Bu çelişik durumu göz önünde bulundurarak ülkemizde yaşadığımız her tür ayrıştırıcı
yaklaşıma daha sağlıklı bir tutum sergilememiz gerektiği inancındayız. Bu bağlamda, doğal
sosyal birliktelikler olarak aşiretlerin, kavimlerin, milletlerin varlığı ile bunların istismarı
arasına kalın bir çizgi çekmek gerekir. İnsan, içine doğacağı dünyayı, anne babayı, cinsiyeti ve
çevreyi seçmediği gibi, toplumu da, kavmi de seçemez. İnsanın seçemediği gerçekliklerinin
üzerine hayat felsefesi ya da toplumsal idealar kurgulaması bize ait bir yaklaşım değildir.
Yakın dönem istisna tutulursa, tarihin hiçbir döneminde bu türden bir kurguyu
görememekteyiz. Bizim coğrafyamız, tarih boyunca farklı kavim ve boyların egemenliğini
tanımış, ama hiçbir zaman etnik milliyetçiliği üretmemiştir.
Üzerinde yaşadığımız topraklar; din, dil ve gelenek farklılıklarına rağmen milyonlarca insanın
vatan kabul ettiği bir yerdir. Bu ülke, gereken zamanlarda hak hukuk gözetilerek alınmayan
kararların parçaladığı bir coğrafyadır. Bu ülke, kendini halkın üs- tünde gören ve halka
rağmen bir anlayışla “yeni ve tek tip bir ulus yaratma heveslisi” egemenlerin elinde
parçalanmış yürekler coğrafyasıdır. Irkçılığa varan uygulamalarla aynı cephede, aynı amaç
uğruna canlarını feda etmiş insanları bugün karşı karşıya getirmiş olması da en can yakıcı
gerçeklerdendir.
Ülkemizde bir sistem sorunu bulunmaktadır ve sistem dedikleri şey insanı devletten daha az
önemsemekte veya genel anlamda egemenliğin şartı olarak insanın sinmişliğini istemekte,
farklılıkları görmezden gelip, tek tipleştirerek sorun çıkmasını önleyeceğini veya çıkan
sorunları çözeceğini sanmaktadır. Türk kavramının şoven milliyetçi bir anlayışa kurban
edilmesi 1930’lu yılların CHP’sine ve devlet mantığına aittir. Bu milliyetçilikteki Türk, Alman,
Fransız, İtalyan ulusçuluğu-faşizmi taklit edilerek icat edilmiştir. Bu zihniyete göre Türk,
Batı’ya şirin gösterilmeye çalışılan, CHP’ye biat etmiş, Batılı yaşam tarzını Atatürkçülük olarak
sunan, Batıcı Beyaz Türk’tür. Bunlar, Kürt dili ve kültürünü işte bu sahte Türk’ün karşısına
koyarak yasaklamışlardır. Bu yaklaşım, aynı coğrafyada yaşayan insanların birbirinden
kopması, ayrışması ve çatışması için manipüle edilmiştir.
“Aslında ‘Kürt’ diye bir kavim yoktur, onlar dağdaki Türklerdir” gibi aşağılayıcı ifadeler
kullanmış, inkâr siyasetiyle yol alabileceğini sanmışlardır. Memleketi kanlı bir sürece taşıyan
bu egemenler, emperyalist politikalar için de uygun ortamlar oluşturmuştur. Bugün
yaşadığımız bu sorunun temelinde işte bu fesat milliyetçiliği bulunmaktadır. Bu fesadın
mimarları bugüne kadar hiç kimseyi dinlememiş, yaşanan soruna ‘Kürt sorunu’ diyememiştir.
Sistemin iliklerine kadar işlemiş olan Türk milliyetçiliği günümüze kadar sökülüp
atılamamıştır.
Aynı ideolojik yaklaşımla Alevilik meselesi açık yüreklilikle gündeme alınmamış, ülkede
yaşayan azınlıklar ile ilgili ciddi adımlar atılamamıştır.
Hem inkâr siyasetine muhatap olanlar, hem azınlıklar, hem çoğunluk denenler ortaklaşa bir
asimilasyona tabi tutulmuştur. Bu asimilasyonun bir uzantısı olarak başörtüsü problemi gibi,
kangren olmuş bir mesele ortaya çıkarılmıştır. Asimilasyonla hedeflenen “yeni ulus”un
2
yaratılamayacağı her defasında açığa çıktığı halde “inkâr ve inat siyaseti” sürdürülmüş,
sistemin sıkıştığı noktalarda önce şartlar oluşturulmuş daha sonra da darbeler yürürlüğe
konulmuştur. Ve darbeler bütün bu çözüm bekleyen meseleleri daha bir içinden çıkılmaz hale
getirmiştir.
Tek tipçi anlayışın imdat freni olarak kullandığı darbeler ayrımcılığa şifa olmadığı gibi,
uyguladığı şiddet politikalarıyla, işkencelerle, yıldırma denemeleriyle ülkeye çok pahalıya mal
olan bir terör girdabı geliştirdi. Sistem terörden kurtulmak için çatışmayı tek yol olarak gördü
ve bu süreç on binlerce cana, milyarlarca dolar maddi kayba sebebiyet verdi. Bunun sonucu
olarak da, cenazelerden beslenen milliyetçilikler gelişti, kavmiyetçilik karşılıklı olarak
birbirinden güç aldı. Başta “İstiklal Mahkemeleri”nin yaklaşımları olmak üzere, “Allah diyen
herkesin takibata alındığı” süreçlerle Müslümanlar sindirildiğinden, ülke meselelerine yönelik
“Müslüman’ca bakış denemeleri” geliştirilemedi. İslâm’ın ırkçılığa yönelik ifadeleriyle
ayrımcılık meseleleri ele alınamadı. Müslüman bakış iki uç fikrin arasında sıkıştı; meseleye
Müslüman’ca çözüm aramak isteyenler birileri tarafından “Kürtçü” diğerleri tarafından
“Şeriatçı” denilerek cendereye alındı.
Hayata, ülkeye ve dünyaya “İslâm’ın ufkuyla bakanlar” bu- gün gelinen noktada,
konuşulanların önemsenip dinleneceği bir ortamın geliştiğini bilerek yeniden konuşmayı
denemeli ve sorunlara müdahil olmalı, çözüm önerilerini sunmalıdır. Yine bilinmelidir ki;
kimsenin kimseyi dinlemediği vakitlere alternatif olacak bir süreci, ülkede yaşayan her kesim
ve kavim birlikte geliştirecek ve besleyecektir. Çünkü bize göre etnik, dini ve mezhebi
çeşitlilik gerçekte bir tehdit değildir. Bunlar bizim zenginliğimiz, hazinelerimizdir. Farklı
dillerimiz, daha çok ve daha anlamlı konuşmak için vardır. Farklı dini anlayışlarımız, Allah’ı ve
hakikati aramanın ne çok yolu olduğunu gösteren bir gökkuşağıdır. Mutfağımız, giysilerimiz,
türkülerimiz aslında insan zenginliğimizin dile gelişidir. Bu anlayışın yerleşmesinin yaşadığımız
sorunların çözümünde önemli bir katkısı olacağını düşünüyoruz.
İşin ilginç yanı, 1930’larda oluşturulmaya çalışılan Beyaz Türkçülüğün karşısında bugün aynı
anlayıştan beslenen ‘Beyaz Kürtçülük’ diyebileceğimiz bir anlayış geliştirilmeye
çalışılmaktadır. Bize göre Beyaz Türkçülük de Beyaz Kürtçülük de aynı şeydir ve bir
madalyonun iki yüzüdür. Aynı kaynaktan beslenmiştir. Her ikisi de Batı ürünüdür ve ifsat
edicidir. Bu anlayışların Türklük ile de Kürtlük ile de bir ilgisi yoktur. Ama şunu unutmamak
gerekir ki, Kürt sorununun kabullenilmemesi-sorunun reddi ve üzerinden uzun bir zaman
geçmesiyle “nur topu” gibi bir Kürt milliyetçiliği sorunu ortaya çıkmıştır. Ve öyle görünüyor ki,
Kürt sorununu oluşturan şartlar tamamen ortadan kaldırılsa bile bölgede sıkıntı ve şikâyetler
devam edecektir. Çünkü milliyetçilik insanın aklını başından alan insanlık dışı bir ideolojidir.
Her olan bitene etnik gözle bakma alışkanlığı iflah olmaz bir hastalıktır.
Müslümanlar olarak bizler bütün kavimlere, dillere, renklere “Allah’ın ayetleri” olarak
bakıyoruz. Zira Kur’an-ı Kerim’de Rum Suresi’nde “Renkler ve diller Allah’ın ayetleridir” (Rum,
22) denmektedir. Bu bakış, ırkçılık illetini etkisizleştirecek bakıştır. Irkçılık temelli bir siyaset
3
anlayışının egemenlik kurmasını önleyecek bir söylemdir. Bütün çağların bu söyleme muhtaç
olduğu bilinmelidir.
Müslüman bakış, kavmiyetçi temele sahip değildi ama suç- lamalar ve baskılar arasında
dengeli bir duyarlılık geliştiremedi. Bunun sonucu olarak; dünyada değişik coğrafi sınırlarda
yaşanan ezilmişliğe daha rahat bir duyarlılık ve ilgi gösterilirken ülkemiz coğrafyası bundan
yeterince nasiplenmedi. Kürt sorunu, çözüm için atılacak adımlar beklerken, yeterince sorun
yokmuş gibi bir de 1980 darbesinin ülkenin üzerine kara bir bulut gibi çökmesi ve ardından
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan insanlık dışı uygulamalar PKK gibi uzun yıllardır ülkeyi teröre
mahkûm eden bir sonuç doğurdu. Bölge halkı derin devletin ve PKK’nın oyunları arasında
mengeneye sıkıştı. Bugün Ergenekon davasıyla ortaya çıkan vahşetin tanığı olan bölge insanı,
bir kez daha o vahşete şahit olmak istememektedir.
Ülke coğrafyasında etnik anlamdaki sorunları incelediğimizde karşımıza, gayet insani olan
isteklere sırt dönenlerin uygulamaları çıkmaktadır. Ana dilde eğitim, Kürtçe konuşan
insanların bazı kişi ve kurumlar tarafından hor görülmemesi, isimleri değiştirilen köylere eski
isimlerinin yeniden verilmesi ve kendisini ana dilinde her yerde ifade edebilme gibi isteklere
karşı ulusalcı bir bakış geliştirenler, bölge insanını kenara itmeyi tercih etti. Haliyle bir
kavmiyetçi duruş başka bir kavmiyetçi duruşu doğurdu, geliştirdi, beslemiş oldu. Kürtlerin
sözcülüğü iddiasıyla faaliyet gösteren kesimlerin etnikçi-seküler bir söylemle birlik ve
beraberliğin zihinsel iklimini tahrip eden kimlikçi siyasetleri, sorunun daha da derinleşmesine
yol açmıştır.
Şeyh Said Hadisesi, Dersim Meselesi, Koçgiri Olayı, zorunlu göçler gibi geçmişte yaşanan
trajedilerden dolayı bölge insanının zihninde derin yaralar bulunmaktadır. Bu olaylar yalnızca
bölge insanını değil, ülkenin bütününü etkilemiştir. Vahşetin arkasına sığınanların bugün
deşifre edilmesi, olayları kimin nereye götürmek istediğini aydınlatır niteliktedir.
Bütün bu yaşananlarla birlikte, ülkede özellikle devletin kurucu iradesinin sürekli gündeme
getirdiği ve genelde bütün ülkeyi tedirgin eden “ülkenin bütünlüğünün korunması” meselesi
gün- demdeki yerini korumaktadır. İster Türk, ister Kürt olsun ve diğer unsurlar açısından
ülkede birlik temelinde çalışmalar yapılmalı, söylemler buna göre geliştirilmelidir.
Unutmayalım ki, bu ülke hepimizin ve huzur hepimizi besleyeceği gibi, huzursuzluk hepimizi
tedirgin edecektir. Bu açıdan şu anda gündemde olan açılımları önemsiyor; açılıma ve
müzakere sürecine destek vermek gerektiği- ne inanıyoruz. Bu açılım ve müzakereler,
bugüne kadar yapılması gerekirken alınmayan kararlar konusunda toplumdaki bütün
kesimleri umutlandırmıştır. Bu umut karşısında herkes sorumlu bir tavır takınmalıdır.
“Bu ülke hepimizin diyor” ve bize emanet olan bu topraklara değer veriyorsak, oturup
Osmanlı’dan beri “Bu ülke nasıl kurtulur?” sorusu üzerine kafa yoran, raporlar hazırlayan her
bir insanla konuşmamız ve kulak vermemiz şart. Ülkede birlikte yaşama üzerine atılan
adımları olgunlaştırmak, aynı geminin yolcuları arasın- da birilerini gemiden atarak ve
geminin altını oyarak bir kesimin kurtulmayacağını bilmek zorundayız. Geçmişte Anadolu
4
coğrafyasındaki halkların birliği çağrısını yapan İdris-i Bitlisi’nin Yavuz Selim’le diyalogu,
tarihin tozlu raflarına atılmış bir hikâye olmamalı. İdris-i Bitlisi ile bugün de konuşmayı
sürdürmeliyiz. Ayrıca yapmamız gereken bir şey daha var ve bunu ciddiye almalıyız: İrtica
masalı yazmayı bırakıp, hep birlikte ülkeye yol aldıracak projeleri konuşmalıyız.
Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak, toplumun tüm kesimleriyle birlikte ülkemizde
yaşanan her gelişmeden az veya çok etkilenmemiz kaçınılmazdır. Çoğu zaman ülkenin
siyasetini, ticaretini, sosyal ve kültürel hareketliliğini kontrol edemezsek de sonuçlarından
etkilenmekteyiz. Bu durum toplumdaki her türlü üretim ve tüketim ilişkilerine ilgi duymamızı,
müdahil olmamız gerektiğini ortaya çıkarır. Bu zorunluluk, sosyolojik bir gereklilik olmadan
evvel yeryüzünün halifesi olmamızdan da kaynaklanan bir mecburiyettir. Ayetin ifadesi ile
yeryüzünde bozgunculuk (adaletsizlik, azgınlık,) kalmayıp, ana meşruiyet kaynağı Allah
oluncaya kadar toplumsal ceht (mücadele) hali sürdürme hassasiyeti korunmak şartı ile her
gelişmeye müdahil olabilmenin yolları aranmalıdır.
Anayasa ile ilgili süreçte her toplumsal kesim kendi hassasiyetlerinin ve ağırlığının Anayasa’da
en fazla yer bulması için gayret gösterecektir. Bu çalışmaların devam ettiği süreçte, her
toplumsal kesim önerilerini belirlerken İslami kesimin sessiz kalması ve gelişmeleri izlemekle
yetinmesi kabul edilemez. Her toplumsal kesim gibi İslami kesim de tüm birikimini kullanarak
sürece kendi açısından pozitif katkı yapmak durumundadır. “Madem rejim İslami değildir, o
halde Müslümanların onun açmazlarına cevap aramalarına yol açacak müzakerelerin içine
girmeleri gereksizdir” veya “iktidar yeni anayasa ve demokratik açılım sürecine Müslümanları
da dâhil ederek toplumsal muhalefeti yok etmek istiyor” türünden argümanlar bizim
gerçekliğimizden uzaktır.
Ne olursa olsun Müslümanlar, yaşadıkları toplumu ilgilen- diren her konuya olduğu gibi, Yeni
Anayasa ve demokratik açılım, müzakere süreci gibi konularda bütün entelektüel birikimlerini
harekete geçirerek müdahil olmak durumundadırlar. Yoksa her şeye itiraz eden ve hiçbir
sorunun çözümüne katkı vermeyen hareketler, ne toplumsal taban bulabilir ne de marjinal
olmaktan kurtulabilirler. Müslümanların mevcut iktidara ve onun her tavrına angaje olmaları
ne kadar sağlıksız bir tavır ise, iktidarın doğru yaptığı icraatlara sırf muhalefet olsun diye karşı
çıkmak da aynı derecede sağlıksız bir politik tavırdır.
Müslüman’a düşen, sürece insani ve İslami katkı yapacağına inandığı düşüncelerini bir araya
getirerek güçlü bir argümanla kamuoyuna sunmak ve değişim isteyen güçlere destek
olmaktır. Aksi halde olan biteni Ergenekoncu zihniyetin inisiyatifine bırakmanın
sorumluluğunu kimse üstlenemez.
Demokratik açılım, müzakere süreci, Yeni Anayasa ya da benzeri konuların tartışmaları
sürecinde Müslümanların başka toplumsal gruplarla erdem temelinde birlikte hareket
etmelerinde hiçbir sakınca yoktur. Üstelik bu tavrın dini olarak temellendirilmesi de zor
değildir.
5
İslami akla her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. İslami akıl, tarihe takılıp kalan ve eski
çözümleri tekrarlayan bir atıl akıl değil, her sorunu İslam’ın temel referanslarına yaslanarak
çözüm üretmeye çalışan akıldır.
Bir sorunu var eden bilinçle o sorunu çözemezsiniz. Ancak daha üst bir bilinç, akıl, irfan
oluşturarak o sorunu çözebiliriz.
Sorunları çözümsüz kılan; sorunu çözmekle yükümlü olanların sorun çözmedeki
yetersizlikleri, isteksizlikleri, yıkamadıkları tabuları ya da sorunun üzerine kurulan çıkarlarıdır.
Bir problemin çözümünü istemeyenler, o problemin devamından nemalananlardır. Kürt
sorununun çözümsüzlüğünün, Alevi kesimin kendisini dışlanmış hissetmesinin devam
etmesi, ülkemize de hiçbir erdemli zihniyete de bir faydası yoktur. Bu sorunların çözüme
kavuşmamasında Türkiye’nin küresel sistemde yer alma çabasından rahatsız olanların da
bulunduğunu hatırda tutmak gerekir.
Birliktelik, herkesin aynı dini, dili, ırkı ve düşünceyi kabulüyle gerçekleşmez; bu, mümkün de
değildir. Birliktelik, herkesin kendi kimliği ve tercihiyle var olduğu, kabul gördüğü, kendi
kimliği temelinde somut örneklikler oluşturduğu ortak bir zeminde ve ortak bir paydada
gerçekleşebilir. Bu ortak zemin, Türkiye’dir. Ortak payda ise herkese var olabilme imkânını
veren özgürlük- tür. Gerçek birliktelik, özgür Türkiye’de tahakkuk eder. Toplum olarak adalet,
özgürlük ve güven temelinde ülkemizi yeniden inşa edebilecek güce sahibiz. Aramızda var
olan dinî, kültürel, sosyal, ekonomik ve tarihî bağlar bize böyle bir imkânı fazlasıyla sunmaktadır. Bu anlamda, son günlerde gündemde olan barış ve kardeşlik eksenli müzakereleri
önemsiyor ve bu görüşmelere destek vermek gerektiğine inanıyoruz. Çünkü bu müzakereler,
toplumdaki tüm kesimlerin yeniden umutlanmasına vesile olmuştur.
Ülkemizde, erdem temelinde birlikte yaşama doğrultusunda atılan her adımın
olgunlaştırılması ve sonuç vermesi herkesin iyiliğinedir. Bir an önce yaşanan bütün kirli, kinli,
kanlı veya kansız çatışmalar bitmelidir. Akan kan, dökülen gözyaşı, heba edilen zenginlikler
bize ait. Çünkü bu ülkenin kayıp insanları, kayıp nesilleri, kayıp değerleri, kayıp kaynakları
herkesten çok bizi ilgilendiriyor ve en çok bizi yaralıyor.
PKK yöneticileri, cepheye sürdükleri, yaşları 16 ila 25 yaş arasındaki yüzlerce genci göz göre
ölüme gönderdi; göndermeye de devam ediyor. Operasyona gönderdikleri gençlere “sakın
geri dönmeyin, ölün” diyebiliyor. Bu yöneticiler, ölen gençlerin ha- yatlarına karşılık
kendilerine yeni ikballer hazırlıyor. Bunu görmek gerekir. O gençlerin birçoğu savaşmak için
emir aldıkları askere sığınmak zorunda kaldıklarında çaprazlıklar, çelişkiler ve açmazlar
yumağının tam ortasına düşerek gözlerini semaya diktiklerinde, ortaya çıkan en derin yakarışı
ve içsel çığlığı birilerinin duyması gerekiyor. Bıyığı yeni terlemiş ve taşranın en dinamik ve
etkileyici merkezkaç kimliğini elinde sıkı sıkıya tutan bu genç dimağların feryadını
annelerinden başka insanlar da duymaya başlarsa Kürt meselesi önemli ölçüde anlaşılmış
olacaktır.
6
Akan kanı durdurmak ve bu memleketin evlatlarının evlerine tabutlarla dönmesini
engelleyecek tedbirler almak oldukça önem- li. Hiçbir haklı talep, gençlerimizin hayatından
daha değerli değildir. Başkalarının evlat acısı üzerinden siyaset yapmak, ‘hak mücadelesi’
vermek ve ‘ülke kurtarmak’ kolaycılığa kaçmaktan başka bir şey değildir! Dolayısıyla bu
meselede görüş açıklayanların ve siyaset yapanların üzerinde ittifak etmeleri gereken temel
konulardan biri de silah ve şiddetin hak arama aracı olamayacağı ve bu yöntemle sorunun
çözülemeyeceği gerçeğidir. Kim, bu temel ilkeyi ifade etmeden, benimsemeden bu konu
hakkında görüş açıklıyorsa, çözümden yana değildir!
Her iki taraftan da şiddeti çıkış yolu olarak önerenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Güvenlik ve şiddet merkezli yaklaşımlar, çözüm önerileri ‘eski Türkiye’ refleksli bakış açısının
tezahürleridir ve çoğu dış merkezlidir. Türkiye’nin bu şiddet önermelerine teslim edilmemesi
gerekir.
PKK çizgisinde siyaset yapanların, 1991 yılında “Acil Talepler” başlığıyla yayınladığı, 23 ayrı
talebi içeren aşağıdaki liste dikkatlice incelendiğinde bu konuda kat edilen mesafenin önemli
olduğu görülecektir. Bu konuda gelinen noktayı doğru değerlendirmek bakımından bu listeyi
hatırlatmayı anlamlı buluyoruz. Bu talepler şunlardı:
1. Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğine uygun olarak Kürt ulusal kimliğinin anayasa ve yasalar
düzeyinde kabul edilmesi.
2. Kürt ulusal varlığının kabulü temelinde, Türkiye’nin taraf olduğu bütün uluslararası
antlaşmalara konmuş bulunan bütün çekincelerin geri alınması.
3. Kürt ulusunun çağdaş anlamda ifade edilmesi için dilini ve kültürünü yazılı ve sözlü olarak
hayatın her alanında özgürce kullanabilmesi.
4. Anadilde eğitim hakkının sağlanması.
5. Radyo ve TV’de Kürt diliyle yayın hakkının sağlanması.
6. Kürt ulusal sorunu ve çözümünün bütün boyutlarıyla özgürce tartışılabileceği demokratik
bir ortamın sağlanması.
7. Olağanüstü hal uygulamasının bütün kurumlarıyla birlikte kaldırılması.
8. Sansür-Sürgün (SS) kararnamelerinin yürürlükten kaldırılması.
9. Özel TİM’in bölgeden çekilmesi.
10. Kontrgerilla örgütünün açığa çıkarılması ve dağıtılması.
11. Köy koruculuğu sisteminin kaldırılması.
12. Anti-terör yasasının yürürlükten kaldırılması.
7
13. 12 Eylül’ün sonuçlarını ortadan kaldıracak, koşulsuz bir genel affın çıkarılması.
14. Cezaevlerinin insan hak ve onuruna yakışır bir duruma getirilmesi, milletvekillerine
cezaevi ve tutukevlerinde denetim yetkisi verilmesi.
15. Gözaltı süresinin 24 saate indirilmesi ve gözaltına alınan kimsenin avukat gözetiminde
sorgusunun yapılması.
16. Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve sorumluların cezalandırılması.
17. Adil bir seçim yasasının düzenlenmesi.
18. Boşaltılan, yakılan, yıkılan köylerin yeniden inşası ve sahiplerinin uğradıkları zararın
tazmini.
19. Yok edilmek istenen yerleşik üretim ilişkilerinin yeniden canlandırılması.
20. Yaylak, otlak ve mera yasağının kaldırılması.
21. Tüm çalışanlara grevli, toplu sözleşmeli, sendikal hakların tanınması.
22. Genel grev, hak grevi ve dayanışma grevinin yasallaştırılmasıyla lokavtın kaldırılması.
23. Anayasanın demokratikleştirilmesiyle MGK’nın kaldırılması ve Genel Kurmay
Başkanlığı’nın MSB’ye bağlanması.
Yaşadığımız yaklaşık on yıllık süreçte bu talepler konusunda önemli mesafenin kaydedildiği;
bununla birlikte sıkıntıların da devam ettiği görülecektir. Alınan mesafe elbette
küçümsenemez. Bununla birlikte alınması gereken önemli bir mesafenin olduğu da açık bir
hakikattir.
Kürt sorunu diye tartışılan ve kardeşlik açılımıyla sorun olmak- tan çıkacağı düşünülen sorun,
tarihi köken olarak Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ile de yakından ilgilidir. Cumhuriyet’i
kuran askeri zihin ve kadronun başından itibaren tek millet vurgusunda bulunmuş olması,
halkı tebaa olarak görmesi, halkın inanç ve kül- türel değerlerini aşağılaması neticesinde
sorun; irileşerek ve derinleşerek bugünlere gelmiştir.
Kürt sorunu, 27 Mayıs Darbesi öncesinde 16 ve 12 Eylül Darbesi sonrasında 54 olmak üzere,
70 ayrı rapora konu oldu. Sorunla ilgili ilk kez devlet bir kararlı tutum ortaya koydu. Daha
önce hazırlanan raporlarda; “Bölgeye koloni (sömürge) yönetimi uygulama”, “on yıl süreyle
sıkıyönetim ilan etme”, “nüfus mübadelesi”, “köy boşaltma”, “iyi yönetici gönderme” gibi
yüzlerce önerinin yer aldığını görmekteyiz. Öneriler analiz edildiğinde, devletin sahip olduğu
tutum daha net anlaşılmakta! Kimi farklılıklar içermekle birlikte, raporların temel eksenini,
şiddet ve baskı önerilerinin oluşturduğu açık. Uygulanan politikalar dikkate alındığında, bu
önerilerin, 2000’lı yılların başına kadar özenle(!) uygulandığı görülür. Meselenin böylesine
derin bir arka planı var. Bu nedenle de, tek yöntem olarak şiddeti gören anlayıştan, farklı
8
araçlar kullanarak meseleyi çözme eğilimine geçiş çok kolay değil. Türkiye, şu an zor olanı,
ama olması gerekeni yapmaya karar verdi ve iradesini çözümden yana koydu.
Sorunların çözümü için Cumhuriyet tarihi içinde atılan en ciddi adım, adına bazılarının Kürt
açılımı, bazılarının kardeşlik açılımı dediği, arkasından da müzakere süreci olarak tanımlanan
bu adımdır. Bu adımı önemsememek, küçümsemek, kayıtsız kalmak, hele dumura uğratmaya
çalışmak en hafif ifadeyle basiretsizlik ve sorumsuzluktur. Hele hele “kanın durması için
herkesle görüşülebilir” ifadelerinin ilk kez kullanıldığı bir dönemde fırsatı kaçırmamak ve
çözüm çabalarını desteklemek oldukça önemlidir.
2012 yılının sonu ve 2013 yılının başında İmralı ile başlatılan müzakere süreci sorunun
çözümünde önemli bir adım olacak gibi görünüyor. Atılan bu son ciddi adım, bir paradigma
değişikliğine neden olabilir. Normalleşme adına başlatılan açılım sürecinin olumsuzlukları da
göz önünde bulundurularak yeni sürecin iyi değerlendirilmesi, süreci baltalamaya dönük
provokasyonlara karşı uyanık olunması ve muhtemel problemlerin sağduyu ile yönetilmesi
gerekir. Müzakere sürecinin, adil ve onurlu bir toplumsal barışın sağlanmasında bir sonuca
ulaşılmadan sonlandırılmaması hususunda kararlılıkla davranılması ve bu kararlılığın
arkasında durulması gerekir.
Bu sürece ilişkin birçok özellikten bahsetmek mümkün… Ancak en temel olanı, Türkiye’nin
kendine ait bir sorunu, yabancı aracılar kullanmadan çözme iradesini ortaya koymasıdır.
Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecinde Karlofça Antlaşması’yla, başlayan sorunlarımızı,
yabancılar aracılığıyla konuşma ve çözme tutumu maalesef günümüze kadar devam etmiştir.
Bugün ilk kez bir meselemizi aracılar kullanmadan ve kendi irademizle çözme arayışı ve
iradesi ortaya çıkmıştır. Kendi coğrafyamızda, kendimiz konuşuyor ve meseleyi çözmek için
adım atıyoruz. Türkiye’nin ortaya koyduğu bu iradeden, üçüncü aktörlerin hoşnut
kalmayacağı açık ve bunu bilerek adım atmak önemli. Paris Olayı’nın da, çözüm iradesini
bozma- ya yönelik olduğuna ilişkin tartışmalar dikkate alınırsa, konu daha net anlaşılır.
Türkiye’nin kendi özgür iradesiyle ortaya koyduğu bu kararlılıktan rahatsız olanların, ülke
içindeki araçlarını aktif hale getirebilecekleri de ihtimaller arasında. Değişik güç merkezlerine
hizmet eden figüranların süreci etkileme veya sulandırma arzuları da bilinmekte. Türkiye’nin,
rol çalma heveslilerine, eski reflekslerle hareket edilemeyeceğini açıkça ortaya koymalıdır.
Hükümetin iyi niyetlerle başlatmış olduğu ilk süreçte birçok yanlış yaptığı, acemice
davranışlar sergilediği de kabul edilmelidir.
Sorunun çözümü çok yönlü girişimleri gerektirmektedir. Bu hu- susta yapılan yanlışların,
eksikliklerin ve kötü niyetli girişimlerin süreci akamete uğratmasına fırsat verilmemelidir.
Hükümetin, bu süreci başlatırken bazı problemlerin yaşanmasına neden olabilecek konuların
hukuki alt yapısını da hazırlaması gerekir. Sorun artık kapsamlı bir proje dahilinde ele
alınmalıdır. Dönemsel yaklaşımlarla sorun çözülemez.
9
Yaşadığımız tüm bu sorunların, “Türkiye’deki farklılıkların birlikte yaşaması” temelinde ele
alınması gerekir. Birlikte yaşam temelinde çözüm aramanın, diğer muhtemel alternatiflerden
daha sağlıklı, kendi gerçeğimize daha uygun ve halkın maslahatına daha yakın olduğunu
destekleyen ve gerekli kılan önemli nedenler bulunmaktadır. Bu nedenler şöyle sayılabilir:
Birincisi: Türkiye siyasî coğrafyasında yaşayan bütün kavimler, İslam dünyası havzasına
mensuptur. Dinî, kültürel ve siyasî açıdan İslam dünyasının tarihî tecrübesi, bu kavimlerin
birlikte yaşamasını içeren yönetim modellerini gerektirmektedir.
İkincisi: Türkiye’de yaşayan bütün toplum kesimleri, İslam dünyası havzasına ait olmanın
ötesinde, uzun asırlar çok daha geniş bir çerçevede, çok sayıda din ve kavmin birlikte
yaşamasını sağlayan modele başarıyla öncülük etmiştir. Osmanlı çok ulusluluğa ve çok
dinliliğe en güzel örnektir.
Üçüncüsü: İslam dünyası havzasında dinin siyasî, kültürel ve sosyo-ekonomik yaşam
üzerindeki belirleyiciliği, kavmî özelliklerin belirleyiciliğinden daima daha müessir olmuştur.
Dördüncüsü: Kürt tarihi, Kürt edebiyatı, Kürt kültürü, Kürt dili, Kürt sosyalitesi, önemli ölçüde
Türklükle iç içe, yan yana ve etkileşim içinde paralel bir varoluş hali olarak gelişmiştir. Tarihî,
siyasî ve ekonomik nedenlerle Türkiye sınırları içindeki demografik yapıda önemli iç içe
geçişler yaşanmıştır. Hiç kimsenin elin- de sağlıklı bir veri olmamakla beraber, mesela Kürt
nüfusunun yarısının Türkiye’nin batı bölgelerine dağıldığı, yerleştiği ve kalıcı olduğu kuvvetle
muhtemeldir. Özellikle bu husus, toplumsal kesimlerin birlikte yaşamı temelinde çözüm
üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Dünyada en fazla Kürt nüfusun yaşadığı şehir İstanbul’dur.
Beşincisi: Kürtlerle Türklerin yaşadığı ana bölgelerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamış
olması arada tamamen karma olan geniş bir alanın var olması, bu iki halkın birlikte
yaşamasını zorunlu kılan önemli nedenlerden biridir.
Altıncısı: Nüfusun ve yaşamın iç içeliği, ekonomik alanda da karşılıklı bağlayıcılık ve
entegrasyon oluşturmuştur. Farklı temel- de çözüm arayışları, hayatın önemli bir cephesini
oluşturan ekonomik alanda büyük alt-üst oluşlara neden olacaktır.
Yedincisi: Dinin belirleyici olduğu birlikteliğin asırlar boyu sürmüş olması sonucu Kürtler ve
Türkler arasında yine kimsenin kesin ve net olarak bilmemesine rağmen milyonlarla ifade
edilebilecek karşılıklı evliliklerin olması, birlikte yaşamı öngörmektedir.
Sekizincisi: Türkiye’deki Kürtlerle Türkler arasında oluşan çok yönlü entegrasyon, Kürtlerin
yaşadığı Suriye, Irak ve İran’a oranla çok güçlü ve ileri düzeydedir.
Çözüm Önerileri
Türkiye, eski müesses düzenin dönüşümünü demokratik açılım, kardeşlik açılımı veya Kürt
açılımı olarak başlattığı süreci yaşanan aksaklıkları da göz önünde bulundurarak devam
ettirmelidir. Bu açılım ve dönüşüm esas itibariyle bir normalleşme sürecidir. Anormal olanın
10
yani eski Türkiye’nin korkular ve imtiyazlar üzerine kurulu iç-dış siyasetinin değiştirilmesi ve
milletin her anlamda güçlendirilmesini içeren eşitlikçi bir hukuk düzeninin
kurumsallaştırılması, en öncelikli hedef olmalıdır.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa hayata geçirilen normalleşme politikasının acemiliklerinin açığa
çıktığı yakın dönemin muhasebesi yapılmalı ve bu doğrultuda yeni adımlar atılmalıdır.
Mevcut iktidar kendi ideolojik geçmişiyle empati yaparak, muhalefeti anlamaya çalışan bir
idrakle sorunlara yaklaşmalı ve süreci bu sağduyu ile yönetmelidir.
Empati yapılacak olunursa; eski düzenin cumhuriyet, laiklik, Atatürk, çağdaşlık, rejim gibi
kavramlarının Cumhuriyetin ilk döneminde muhafazakâr-İslamcı muhayyilede oluşturduğu
nefret psikolojisinin hemen hemen aynısının bugün milli birlik-beraberlik, terörle mücadele,
bölücülük, ayrılıkçılık, terör yandaşlığı gibi bir söylem üzerinden ortalama Kürt halkının
muhayyilesinde de dışlayıcı ve suçlayıcı bir etki yarattığı görülmektedir.
Vizyonsuz, Türk milliyetçisi dilli, Kemalist ruhlu; İslam’ın, dilinden başka hiçbir yerine
hükmedemediği bazı Ankara politikacılarının bu süreçte etkili olmaları engellenmelidir. Bu
kifayetsiz bürokratların yapmış olduğu açıklamalar bölge halkının yaklaşımlarına olumsuz
etkiler yapmaktadır. Geçmişte muhafazakâr-İslamcı harekete karşı kullanılan kavramların,
içeriğinden bağımsız olarak kullanım değeri nasıl negatif bir tepkiye yol açıyorduysa, bugün
de yukarda sayılan söylemler Kürtlerin zihninde benzer bir dışlanmışlık etkisi yaratmaktadır.
Nasıl ki, yakın zamana kadar başörtüsüne özgürlük isteyen birisine; “Sen söyle bakayım
cumhuriyete karşı mısın? Laikliğe karşı mısın? Atatürk’ü seviyor musun? Önce bunu ispat et”
tarzı suçlayıcı bir yaklaşım var idiyse, bugün de Kürt hassasiyeti olan insanlara da benzer bir
şekilde “sen önce terörü kına, teröristle arana mesafe koy, bölücü olmadığını ispat et”
şeklinde bir yaklaşım sergilenmesi devletin merhametli yüzüne hasret Kürtlerde eski düzenin
devam ettiği algısını oluşturmaktadır. İktidarın eski düzenin diliyle, “birlik beraberlik, tek
devlet-tek vatan, anadil- özerklik olmaz!” türünden her söylemi, hatta BDP’yi hedef alan
suçlayıcı cümleleri, söyleyiş tarzı ve azarlayıcı üslubu nedeniyle, Kürt halkını inciten ve eski
düzeni hatırlatan -dejavu etkisi yapan ve onları geçmiş acılarına yani ana rahmine döndürenbir etkiye yol açmaktadır.
Hâlbuki yeni dönemde, milletin bütün unsurlarıyla daha fazla güçlendirilmesi, birikmiş
enerjisinin heba edilmeden doğru kanallara akıtılması ve yaşadığı iyi-kötü deneyimlerin
tecrübesiyle daha adil ve özgür bir düzenin kurucu iradesinin olgunlaştırılması gerekir. Bunun
için de öncelikle, iktidarın eski devletin dilini terk etmesi, ‘Yeni Türkiye’nin ‘yeni dil’ini inşa
etmesi gerekmektedir.
Kürt Sorunu, sadece bir ‘terör ve güvenlik sorunu’ değildir. Meseleye güvenlik ve terör
perspektifinden bakılamaz. Sorun; etnik, kültürel, hukuki, siyasal, sosyal, ekonomik ve
psikolojik boyutları olan bir sorundur. PKK yokken de Kürt Sorunu vardı; PKK tamamen yok
edilse bile sadra şifa çözümler gerçekleştirilemezse Kürt Sorunu yine olmaya devam
edecektir.
11
Bu doğrultuda Kürt olgusuna, dar görüşlülük ve tasfiyecilikle malul müesses düzenin
perspektifi yerine, derin tarihsel birikim, cihanşümul perspektif ve bütünleştirici bir iradeyle
bakmak gerekir.
Kardeşlik temelinde bir ilişki ve adalet ölçüsünde gelişen toplum modeli, bakış açısı olarak
benimsenmeli, üstünlük ölçütü olarak herhangi bir ırk, mezhep, meşrep öne çıkarılmamalı,
“insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir” gerçeği göz ardı edilmemelidir. Türkler kendilerini
Kürtlerin abisi olarak değil, eşit kardeşleri olarak görmelidir. Kendileri için her ne istiyorlarsa
Kürt kardeşleri için de aynı şeyi istemelidir. Unutulmamalıdır ki, kardeşler arasındaki
kavganın kazananı olmaz! Artık ülkemizde hiç kimse dininden, dilinden, renginden,
mezhebinden, bölgesinden ötürü ayrımcılığa uğramamalıdır. Bu anlayışın egemen olduğu bir
anayasal metin, karşı karşıya olduğumuz sorunların çözüm anahtarıdır.
Özellikle doğu ve güneydoğu bölgeleri için düşünülen açılımın nasıl olacağı, sorunları, fikri
yapısı ve uygulama yöntemleri için o bölgeyi tanıyan, o kültür havzasında yetişmiş
şahsiyetlerden faydalanılmalıdır.
Bölgelerin sivil toplum kuruluşları bu işe dâhil edilmeli ve fikir alış-verişinde bulunulmalıdır.
Hazırlanacak raporlarda özellikle bu sivil toplum kuruluşlarının katkısı önemlidir.
Bilinmeli ki sistem sadece Kürtlerle sorunlu değil, bütün toplum kesimleriyle de sorunlar
yaşamaktadır. Bu sebepten ötürü sorunlar daha üst bir dil ile gündemleştirilmeli, anayasal
metin bu mantıkla kurgulanmalıdır. İnsan üst kimliği ekseninde her kesime özgürlük talebiyle
yola çıkılmalı ve bu bağlamda toplumsal baskı kurularak daha insanca bir yaşamın imkânları
aranmalıdır.
Bizler, ülkenin önünü açacak, topyekûn bir toplumsal barış ve huzuru sağlayacak, toplumun
tüm kesimlerini kapsayan sivil, özgürlükçü bir yeni anayasa talebini daha yüksek sesle dile
getirmeliyiz.
Türkiye’nin bir hukuk devleti olması yolunda atılan adımlar ve düzenlemeler bürokratik
oligarşinin engelleme girişimlerine karşı mutlaka anayasal güvence altına alınmalıdır. Yoksa
her an, kazanılmış hakların çok gerisine gitme riskiyle karşı karşıya kalabiliriz.
Bugünkü toplumsal beklenti; darbe ürünü olan 12 Eylül Anayasası’nı yamalamak yerine,
tamamen değiştirerek 21. yüz- yıl insani tecrübesine uygun, yaşadığımız toplumun
değerleriyle uyumlu, adaletin ve özgürlüğün temel alındığı bir anayasanın bir an önce
hazırlanarak halkın onayına sunulmasıdır.
Yeni anayasal metin; hukuk normları çağın gereklerine cevap veren, sağa sola bükülmeyen,
anlamı net olarak anlaşılan, sınırları net olarak çizilmiş bir metin olmalıdır.
Zalim kim olursa olsun hesabını verebilmeli, mazlum da hangi toplum katmanında olursa
olsun hesap sorabilmelidir.
12
Müslümanlar, ümmet temelinde bir birlikteliğin tarafı olduklarını her platformda
dillendirmelidirler. Ama her coğrafyanın da inkâr olunmaksızın kendi doğal unsurlarını
barındırmasına taraf olunmalıdır.
Bölge ülkeleri olarak ulusal kimliklerin ötesinde bir birlikteliğe kapı aralayacak düzenlemelere
gitmeli ve bu yönde bir ağırlık oluşturulmalıdır.
Ülkeyi ve milleti ateşten kurtaracak tavır, bölünme endişesine kapılmadan Türk
milliyetçiliğine ve mazlum söylemine boyun eğmeden Kürt milliyetçiliğine karşı aynı
mesafede durabilmektir.
Mevcut hükümet, insan hak ve özgürlükleri bağlamında yaptığı tüm çalışmalarıyla
desteklenerek, bu konuda daha da cesur davranıp ülke üzerindeki askeri ve yargı vesayetini
zayıflamış olsa da tamamen kaldırması hususunda cesaretlendirilmeli, somut bir birlikte
yaşama hukuku projesi geliştirilmesi için proje desteği verilmelidir.
Anadolu insanının zaten var olan kardeşlik bağları, bölgeye yapılacak ziyaretlerle
güçlendirilmeli, bu yaklaşımla bugüne kadar yaşanan çatışmaların oluşturduğu olumsuz
izlerin silinmesi önemsenmelidir. Bu çerçevede; önce inceleme ve tespit amaçlı ziyaretler
sonra buradan çıkacak sonuçlara göre rencide etmeden yardım kampanyaları, kardeşlik
buluşmaları, ortak eğitim ve kültürel vb. programlar yapılmalıdır.
Devlet adına karar alan irade toplumsal barışı önceleyen politikalarını sürdürmeli, bugüne
kadar ihmal ettiği tüm kesimlerin gönlünü almaya çalışmalıdır.
Kızmadan, öfkelenmeden, sağduyuyu kaybetmeden, ısrarlı, inatçı ve samimi çabalarla,
örgütün de milletin evlatlarından oluş- tuğunu unutmadan, bütün suçlarına rağmen -ki
aslında o suçlar eski rejime olan nefretin bir dışa vurumu ve ürünüdür- hep affedici,
anlamaya çalışan ve şefkatli bir üslupla yaklaşmak zorundadır.
Bu bakış açısı doğrultusunda, Kürt sorununun çözümüne katkı sağlayacak genel bir siyasi af
ilan edilmeli; bununla birlikte toplumsal barışı ve bütünlüğü bozabilecek her türlü
teşebbüsün engellenmesi için gereken tedbirler alınmalıdır.
Tıpkı 28 Şubat’ta Müslümanlara; “Atatürk sayesinde adam oldunuz, demokrasinin nimetlerini
kullanıyor, demokrasiye düşmanlık yapıyorsunuz, yüzde 99 alsanız da iktidar olamazsınız,
başörtüsü asla kamusal alana girmeyecek, Müslümanlıksa biz de Müslüman’ız ama siz
gericisiniz” diyenler gibi, şimdi PKK’ya kızarken söylenen bazı negatif cümlelerin de ortalama
Kürt muhayyilesinde ciddi yaralar ve yarılmalara yol açtığı unutulmamalıdır.
Yaşanılan sorunda özne devlettir. PKK ve Kürtlerin değişmesini, vazgeçmesini, bazı gerçekleri
görmesini, Kürtlerin aniden PKK’ya tavır almasını bekleyen, olmayınca kızan bir tutumun,
süreci daha da zora sokmaktan ve uzatmaktan başka bir işlevi olmayacaktır. Kişisel bazda
etkili olsa da büyük bir devlet; vatandaşına kızarak, küserek, azarlayarak değil, şefkat eliyle ve
uzlaştırıcı misyonuyla her kesime yaklaşmalıdır.
13
Türk devleti, Türk milleti, Türk ordusu, Türk polisi, Türk yargısı, Türk siyaseti, Türk… gibi
ifadeler, ilk dönem Cumhuriyet devrinin dilidir ve bu dilden vazgeçilmelidir.
Bu tür bir kullanım yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaş- lığı, Türkiye milleti, Türkiye ordusu,
Türkiye yargısı, Anadolu, Osmanlı bakiyesi topluluklar, her renkten milletimiz gibi ifadeler
kullanılabilir. Bu tür durumlarda daha üst bir “büyük çatı” isim arayışında olmak gerekir.
Hiç kimsenin kimseye bir üstünlüğü, önceliği, imtiyazı yok- tur. Bu topraklarda yaşayan
herkes, eşit ve özgürce sisteme katılmalı, rengini verebilmeli, çoğul bir terkibi ifade eden adil
bir düzen kurulmalıdır.
Medya ve iletişim araçlarında Kürtlerin tümünü sorunlu ve hain olarak sunmaya çalışan
programlara ve yazılara müsaade edilmemelidir. Kürt-Türk tartışmalarını içeren programlara,
Kürtleri kaba saba, kıro, aksanlı konuşan, ikinci sınıf gösteren, sözde terör karşıtı imiş gibi
çekilen, sorunu kaşıyan, tüm Kürtleri PKK’lı imiş gibi sunan dizilere, üç beş yüz kişinin taşlı
molotoflu eylemlerini bile yarım saat döne döne gösteren habercilik tarzına, etnik ayrımcılık
ve nefret üretme çabasındaki tüm girişimlere engel olunmalıdır.
Bölgede adları değiştirilen yerleşim birimlerinin eski adları iade edilmelidir. Makul olan
uygulanmalıdır. Aşırı zorlamalar Türkiye Cumhuriyeti adına bugüne kadar yapılan
uygulamalardan farklı sonuçlar doğurmaz.
Bilinçli, duyarlı, dinamik ve özgür bir toplumun oluşturulması için eğitim, sağlık ve adalet
mekanizmalarının kusursuz işletilmesi sağlanarak güven ortamı oluşturulmalıdır.
Karşılıklı güven ortamının oluşturulması için son otuz yılda bölgede işlenmiş bütün hukuk dışı
uygulamaların, olayların ve fa- ili meçhullerin aydınlatılması amacıyla araştırma
komisyonlarının oluşturulması, ulaşılan sonuçların gereğinin yapılması ve kamuoyuyla
paylaşılması sağlanmalıdır. Bu çerçevede özellikle 1992 yılının sonu ve 1993 yılında peş peşe
gelen cinayetler ve olaylar zinciri özel bir itina ile ele alınmalıdır. Bu yıl içinde Cumhurbaşkanı
Turgut Özal’ın yanı sıra Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Musa Anter, Adnan Kahveci gibi çok sayıda
insan şaibeli bir şekilde hayatını kaybetmiş, Madımak ve 33 Er olayları yaşanmış, devletin
önemli makamlarında dikkat çeken değişimler gerçekleşmişti.
Bölgenin özelliklerini ve kültürünü bilen, dertlerini ve problemlerini anlamaya çalışan, işinin
ehli kişilerin bölgelerde görevlendirilmesi sağlanmalıdır.
Şiddetin bir dil ve korku unsuru olarak kullanıldığı yurt sathında ve doğu bölgesinde sorunu
daha çözülemez hale getiren bu antidemokratik yöntemden vazgeçilmeli, koruculuk sistemi
lağvedilmelidir. Devlete bağlı tüm silahlı ve istihbarat güçlerinin hukuk dışı uygulamalarına
kesin olarak son verilmelidir.
Kürtçe basın ve yayın faaliyetlerinin özel sektör tarafından yürütülmesi için gerekli yasal
düzenlemeler yapılmalıdır.
14
Terörü kınama adı altında, cami gündemine etnik çağrışımlı gerilimler taşınmamalıdır.
Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu yerlerde imamların Kürtçe vaaz ve hutbe verebilmesi
sağlanmalı, bu şekilde toplumda bozulmaya yüz tutan ahlaki yapının düzeltilebileceği ve
kardeşliğin yeniden tesisi için sadece bölgede değil tüm Türkiye’de din eğitiminin önündeki
engellerin kaldırılmasının önemli olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Kürtçe ve tüm dillerde dini
yayınların önü açılmalıdır.
Arapça, Kürtçe, Osmanlıca, Çerkezce vb. anadilde eğitim im- kanlarının nasıl sağlanacağına
dair bir çalışma başlatılması, ders kitaplarında her etnik zenginliğin -Kürt destanı, Çerkez
tarihi, Arnavut edebiyatı, Arap gelenekleri gibi- yer alması, farklı dillerde özel eğitimin yasal
güvenceye kavuşması, Kürtçenin devlet adamlarının dilinden de sık sık çeşitli vesilelerle
konuşularak normal bir hale gelmesi, devlet dairelerinde talep üzerine Kürtçe, Arapça
başvuru ve formlarında olması, mahkemelerde Kürtçe savunma hakkının tanınması, gibi
düzenlemelerin hayata geçirilmesi sağlanmalıdır.
Ortalama Kürt psikolojisinin, hayatın her alanında Kürtlüğünden utanmadan, korkmadan,
ürkmeden güvenle yaşamasını sağlayacak her tür psikolojik koşul sağlanmalıdır.
Bugün genel anlamda farklı düşüncelere yol açan “Ne mutlu Türküm diyene” yazıları silinmeli
ve tüm okullarda öğrencilere okutulan andın okutulmasından vazgeçilmelidir.
Etnik ve din temelindeki tüm farklılıklara, kendi kültürlerini yaşatma hakkı anayasal garanti
altına alınmalıdır.
Türkiye, kendi tarihî sorumluluğunu dikkate alarak kompleksiz bir şekilde, Irak Kürt Federal
yapısıyla çok yönlü ilişkiler geliştirmeli, süregelen tehdit ve imha stratejisi yerine zaten var
olan ortaklık ve inşa stratejisi daha da artarak devam ettirilmelidir.
Çözüme ekonomik katkı olarak doğuda da organize sanayi bölgelerinin oluşması veya
gelişmesi için çalışmalar yapılmalı, yapılan çalışmalardaki aksayan yönler giderilmelidir.
Devlet, bu tür girişimleri, sömürebilecek kişilere rağmen, bir süre zarar etme pahasına da
olsa geliştirmeyi göze alabilmelidir
Bölgeye yönelik yayın yapan Kürtçe ve ahlaki ilkeleri gözeterek yayın yapan radyo, TV ve
internet siteleri teşvik edilmeli, destek verilmelidir.
Bölgedeki sivil toplum örgütlerinin çalışmaları teşvik edilerek dürüst ve ahlaklı bir toplumun
inşasına katkıda bulunulmalıdır.
Sonuç
Bütün bu sayılanların sağlıklı sürdürülmesi ve yapılan açılımların başarılı olması için -her ne
kadar açılım programı var olan sorunların kabulü anlamına gelse de- daha açık ve kesin bir
tutumla önce farklılıklar ve sorunun varlığı kabul edilmeli, sonra sorun bütün yönleriyle
açıkça tanımlanmalı ve açılım programında sorunun tanımlanma dili özenle seçilmelidir.
15
Bütün bunların da yapılması, geliştirilmesi, sonuca ulaştırılması sistemin dogmalarından
kurtulmasıyla mümkündür. Sistemin dogmalarını sürdürerek bu sorunların çözülemeyeceği
ortadadır.
Bu ülke hepimizin… Ülkemiz ve bölgemizdeki huzur hepimizi olumlu etkileyeceği gibi,
huzursuzluk da hepimizi tedirgin etmeye devam edecektir.
Sığ, sinmiş ve vurdukça ses veren bir hak arayışı bizleri sonuca ulaştırmaz. Değerlerini ölçü
alarak erdemli, özgür bir toplum projesi üreten ve bu fikirlerinin arkasında duran, bu
fikirlerinin mücadelesini veren bir duruşla sorunlarımız çözülebilir. En yüksek ve gür sedanın
hak ve adaletten yana olmasını istiyorsak bu sesi çıkaracak gayreti göstermeli ve mağdur
insanlar bu seste kendi ifadelerini bulabilmelidir.
Son söz kılavuzumuz Kur’an-ı Kerim’den:
“Size ne oluyor ki bize bir sahip, bir yardımcı gönder diyen kadın, çocuklar ve ezilmişler için
mücadele etmiyorsunuz?” (Nisa, 75)
Bu süreçte kopan bu kardeşlik ipini bağlayacak yine bu coğrafyanın o değerlerine yaslanan
kadim halkı olacaktır.
Sağlıklı bir muhasebe olmadan helalleşmenin olmayacağı bilinmelidir. Yeniden ihya ve inşa,
sağlıklı bir muhasebeye bağlıdır. Elbette ki sadece devletin muhasebe yapması yetmez.
Seküler mantıkla bu topraklarda var olunamadığını ve bu coğrafyanın İslam’la olan bin yıllık
var oluş sürecinin başka hiçbir genetiği bozuk yaklaşımı bünyesinde uzun süre
barındırmadığını bilmemiz gerekir. Takdir edersiniz ki ülkemizde doksan yıldır sürdürülen bu
ötekileştirme süreci milletimizin ne kendisi ne de başkası kılabilmiş ancak ilk fırsatta kendi
kültürel kotlarına bölmeye başlamıştır. Burada olacak başka bir şey değildir onun için bizim
birliğimiz ve dirliğimiz son derece önemlidir.
Ancak bu farklılıkları görmememiz anlamına gelmez. Daha yüz yılın başında bu toprakların
birçok şehrinde azınlık nüfusun yüzde ellilerin üzerinde olduğunu hepimiz bilmekteyiz. İşte
bizim olduğumuz yerde İslam’ın farklı yorumları, farklı dinler, kültürler kendi hayatiyetlerini
sürdürebilmelidir.
Kürt meselesinin, Alevi meselesinin, Ermeni meselesinin çözümü emperyalist başkentler değil
Diyarbakır’dır, Mardin’dir, Van’dır, Gaziantep’tir, İstanbul’dur. İşte bunun için bizim
sorumluluk almamız gerekir.
Suriye meselesinin çözümü Moskova da aranıyor, Londra da aranıyor, Paris’te aranıyor? Niçin
Diyarbakır’da aranmıyor? Biz Diyarbakır’daki sorunlarımızı çözemediğimiz için bu gün Irak’ta,
Suriye de binlerce kardeşimiz toplu katliamlara uğruyor. Mesele sadece Kürt meselesi değil?
İslam dünyasının yeniden var oluş sürecidir. Onun için Oslo’da girişilen barış süreci önemlidir.
16
Ancak kalıcı barış ve kardeşliğin ocağı buralardır. Bu açıdan Dolmabahçe’de yapılan
açıklamayı paylaşmamız gerekiyor.
17
Download