Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
21 Ocak 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Münafık çam gibidir, kimse kesmez ise dimdik ayakta durur; mümin çalı gibidir, eğilip
eğilip durur." sözü hadis midir? Hadis ise ne anlama gelir? ....................................................3
Hz. Musa (as)'ın mucizeleri nelerdir?.........................................................................................4
Şafii Mezhebine göre yatsı namazının ilk sünneti var mıdır, kaç rekattır?.............................5
"...Ey Allah'ım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz elbise gibi
olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka." hadisini açıklar mısınız?........6
Bir Müslümanın, farklı din ve inançlara sahip kişilerin inançlarıyla alay etmesi günah
mıdır?...........................................................................................................................................7
Acı çekerek ölen bir hayvanı yemek şefkate, insanlığa ters değil mi?.....................................8
"Allah'ım benim üzerimdeki nimetini tamamla." diye dua etmek ne anlama gelmektedir?. 9
Gözleri görmeyen ve bu haline isyan etmeyen bir insanın ahiretteki akıbeti nasıldır?.......11
“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim kevser
üzerindedir." hadisinde geçen "Cennet bahçesi" angi anlamda kullanılmıştır? Ravza
hakkında bilgi verir misiniz?....................................................................................................12
Teknokask (laptop vb. teknolojik ürünleri yangın, kırılma vb. durumlar için
sigortalatmak..) caiz midir?......................................................................................................14
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileseler, sen de resul
olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allah’ı tövbeleri kabul eden, pek
merhametli bulacaklardı.” (Nisa, 4/64) ayeti ve şeyhin tövbe ettirmesi?.............................16
Tevbe Suresi 29. ayete göre, Ehl-i kitap ile cizye verinceye kadar savaş açma emri
veriliyorsa, bu ayet Müslüman olmayanlar bize dokunmazsa bile onların inancına
karışmamız anlamına mı geliyor?............................................................................................17
Emir Sultan Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz?..............................................................19
Peygamberimiz (asv)'in yaptığı savaşların nedenleri nelerdir?.............................................23
İbni Haceri Mekki’nin "ibadetleri müzikle yapmak, ilahileri müzikle söylemek küfre sebep
olur.” sözünü nasıl anlamak gerekir? Müzikle ilahi söylemek günah mıdır?........................30
Esma-i ilahiyenin insanlara azami tecellisi nasıl olur, bu tecelli nasıl sağlanır? Evliyadan
bazısına azami tecelli eden isimler neye göre değişir? Kendimizde hangi ismin azami
tecelli ettiğini nasıl bilebiliriz?.................................................................................................32
İslâm harflerinin mukaddesliğinden bahsediliyor. Bâzı kimseler, “Tanrının dili yoktur.
Kutsal kitapların hurûfâtı değil içeriği kutsaldır.” diyorlar. Arap alfabesinin İslâm dîninde
yeri ve önemi nedir?.................................................................................................................34
Misyar nikahı hakkında bilgi verir misiniz? İslamda bu nikahın yeri var mıdır?...................35
2
Münafık çam gibidir, kimse kesmez ise dimdik ayakta durur; mümin çalı
gibidir, eğilip eğilip durur." sözü hadis midir? Hadis ise ne anlama gelir?
Hadisin Sahih-i Müslimde geçen metni şöyledir: Ebû Hüreyre'den rivayetle Resûlüllah (s.a.m.)
şöyle buyurmuştur:
«Mü'minİn misâli ekin gibidir. Ekini rüzgâr sallar durur. Mü'mine de belâ
gelmekte devam eder. Münafıkın misâli ise erz ağacı gibidir. Kesilmedikçe
sallanmaz.» buyurdular. [Müslim, Münafıkların Sıfatları, 14, (2809)]
Ulemânın beyânına göre bu hadîsin mânâsı şudur : Mü'minin bedenine, ailesine veya malına
elem, keder çok arız olur. Bu ise onun günahlarına kefiarettir. Derecelerini yükseltir. Kâfirin
başına belâ az gelir. Onun belâsı kıyamet gününde tam olarak gelecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Dünyada çoğu bela ve musibetler Müslümanların başına geliyor. Bunun nedeni nedir?
Hadis-i şeriflere göre Müslümana bela ve musibetlerin gelme sebebi nedir?
3
Hz. Musa (as)'ın mucizeleri nelerdir?
Hz. Musa (as)’ın bilinen, en meşhur dokuz mu’cizesi vardır. (El-İsra, 101) Bunlar:
1. Elindeki asanın ejder olması.
2. Elinin bembeyaz kesilip nur gibi parlaması (Yed-i beyzâ).
3. Çekirge âfeti mu’cizesi.
4. Bit âfeti mu’cizesi.
5. Kurbağa sürülerinin Mısır’ı istilâ etmesi.
6. Suların kana inkılâb etmesi.
7. Tîh sahrasında, Hz. Musa (as)’ın asasını taşa vurmasıyla on iki çeşmenin fışkırması.
8. Kızıldeniz’in yarılmasıyla İsrailoğullarının denizi geçmesi.
9. Tûr dağının yerinden koparılarak İsrailoğullarının üzerine kaldırılışı. (Bilmen, IV/1323-24;
Çantay, II/530, not:93)
Hz. Musa (as)'ın mu’cizeleri elbette bunlara münhasır değildir. Daha başka mu’cizeleri de
vardır. Fakat bu mu’cizeleri meşhur olmuştur.
4
Şafii Mezhebine göre yatsı namazının ilk sünneti var mıdır, kaç rekattır?
Şafii Mezhebine göre; akşam ve yatsı namazlarının farzından önce, hafif olarak iki rekat
namaz kılmak sünnettir.
Abdullah İbni Muğaffel El Müzenni (r.a) şöyle dedi:
Rasulullah (s.a.v.) üç kere "Her iki ezan (ezan ile kamet) arasında bir namaz vardır."
buyurduktan sonra üçüncü söyleyişinden sonra "...kılmak isteyen için." sözünü ilave etti.
(Müslim, 838)
Yukarıdaki "hafiften" kasıt, biraz acele kılınmasıdır; çünkü sonrasında farz namaz vardır,
camaatle kılınma ihtimali olabilir. Ayrıca bu sünnetler müekkedler gibi olmayıp Peygamber
(s.a.v.)'in "...kılmak isteyen için" buyurmasından anlaşılıyor ki, bunlar diğer sünnetler kadar
önemli değildir.
5
"...Ey Allah'ım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz
elbise gibi olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka."
hadisini açıklar mısınız?
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"...Ey Allah'ım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz
elbise gibi olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile
yıka."(Buhârî, Ezân 89; Müslim, Mesâcid 147; Ebû Dâvud, Salât 123; Nesâî,
İftitâh 15)
Ebû Dâvud, Nesâî (ve Buhârî'nin) rivâyetlerinin başında şu ziyade vardır: "Allah'ım, benimle
hatalarımın arasını doğu ile batının arası gibi uzak kıl."
Normalde çamaşırın temizliği için sadece su kullanıldığı halde, hadiste "kar ve buzun" da
zikri, âlimler tarafından farklı yorumlara tâbi kılınmıştır, ancak hepsi de neticede maksadın
mübalağalı şekilde ifâdesinde birleşirler.
Mesela Hattâbî der ki: "Kar ve dolunun zikri te'kîd içindir. Zîra, bunlar zaten elle
dokunulmayan, temizlikte de kullanılmayan iki sudur."
İbnu Dakîku'l-Îd der ki: "Böyle denmekle âzamî derecedeki temizlik ifâde edilmiştir. Zîra,
üzerinden üç ayrı temizlik maddesi geçen elbise tertemiz olur. Mamafih, bunların her birinden
maksadın mecaz olması da mümkündür. Yani onlarla kiri kaldıran sıfat kinâye olunmuştur,
tıpkı şu âyette olduğu gibi:
‫من*ا‬, ‫ار *ح‬
, ‫رل*ن*ا *و‬, 5‫غف‬, ‫ا *وا‬8‫ *عن‬:‫ف‬,‫" *واع‬Rabbimiz bizi affet, bize mağfiret et ve bize
merhamet et..." (Bakara, 2/285).
Tîbî de buna işareten der ki: "Sudan sonra kar ve buzun da zikrinden maksad, afdan sonra
rahmet ve mağfiretin bütün envâını -pek şiddetli olan cehennem azabının harâretini
söndürmek için- taleb etmektir."
Hadîsin, Abdullah İbnu Ebî Evfâ tarafından Müslim'de kaydedilen rivâyetinde, suyun soğukluk
kaydıyla zikri de bu mânayı te'yîd eder. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hataları
-ateşe girmeye sebep olmasından ötürü- cehenneme benzetmiş ve onun söndürülmesini de
yıkamaya teşbih buyurmuş, söndürme işinde, söndürücülerin hepsini sudan başlayarak en
soğuğuna varıncaya kadar zikretmekle üslûbda mübalağaya yer vermiştir.
Kirmânî der ki, "Bu üç duada, üç vakte işaret edilmiş olma ihtimali de vardır. Uzaklaşma
istikbâle, temizlik hâl-i hâzıra, yıkama geçmişe işarettir."
İbnu Hacer der ki, "Bu durumda, istikbâlin önce zikri, husûle, gelecek olanın def'ine
gösterilecek ihtimam, vukua gelmiş olanın ref'inden önce olduğu içindir." Yani günah işleyip
sonra da affıyla uğraşıncaya kadar, öncelikle günah işlememeye gayret gösterilmelidir.
Bazı Şâfiîler, kar ve dolunun temizleyici olduklarına bu hadisten delil çıkarmışlardır. (bk.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 7/16-17)
6
Bir Müslümanın, farklı din ve inançlara sahip kişilerin inançlarıyla alay etmesi
günah mıdır?
Konuyla ilgili ayet-i kerime şöyledir:
"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri
giderek Allah'a sövmesinler..." (En'am, 6/108)
Zemahşerî, âyetteki "sebb" kelimesini genel olarak "eleştiri" mânasına alarak, normal
şartlarda yanlışlıkları ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu, ancak eğer eleştiri
eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa, bundan kaçınmanın da bir
görev olduğunu belirtmektedir. (II, 23).
Bununla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, "sebb" kelimesi "şetm" yani "terbiye
ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler" demektir. Yanlış yolda olanları eleştirmek, neyin
doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlikte; âyete göre, bunu
hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve nezaket kurallarıyla bağdaştırılması
mümkün olmayan bir üslûpla yapmak caiz değildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber
(asv)'e değil de, diğer müminlere yöneltilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma
zaten Resûlullah (asv)'ın ahlakıyla bağdaşmadığı için, ona böyle bir uyarıda bulunulmasına
gerek yoktur.
Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek
İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm'ın izzetine de zarar getirir. Esasen, Râzî'nin de
belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla birlikte Allah'a da inanıyorlardı. Bu
yüzden durup dururken O'na hakaret etmeleri düşünülemez.
Şu halde bazı Müslümanların müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları
taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah'a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye
kapılarak Müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette
Müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları
emredilmektedir.
Ayette İslâm'ın tebliğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının
inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise, sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabartır;
inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.(Kur’an Yolu, Diyanet Tefsiri: II/358-359)
7
Acı çekerek ölen bir hayvanı yemek şefkate, insanlığa ters değil mi?
Peygamber Efendimiz (asv), şöyle buyurmuştur:
“Hayvan kestiğiniz zaman, kesmeyi iyi yapınız (acı çektirmeyiniz). Ve sizden
birisi bıçağını keskinleştirsin (bilesin) ve kestiği hayvanı
rahatlatsın.”(Müslim, Zebaih:57; Ebu Davud, Edahi 11-12)
Bu nedenle hayvanların keskin bir aletle ve usulüne uygun olarak kesilmesine dikkat etmek
sünnettir. (bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/262) Bu ifadeye göre herhangi bir hayvan usulüne
uygun kesilmediği zaman, ona eziyet edildiği ve acı çektiği anlaşılmaktadır.
Ancak, usulüne uygun olarak kesilen hayvanların acıyı hissetmediği söylenebilir. Allah’ın
lütuf ve keremiyle hissetme duyularının köreltilmesi veya tamamen dumura uğratılmasıyla
acı hissinden kurtulmaları söz konusu olabilir. Bu durum, Allah’ın merhametinin bir
göstergesidir.
Bu nedenle kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit
hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur, inşallah. (bk. Nursi, Şualar, On
Birinci Şua)
"Madem yapan bilir öyle de bilen konuşur." kaidesince, bütün hayvanları yaratan ve onları
insanların hizmetine sunan Rabbimiz, istifade ettiğimiz hayvanları nimet olarak tanımlamıştır.
Eti yenen hayvanlar insanlara rızık olarak yaratılmışlardır. İnsan bu hayvanları kestiğinde
onların ruhları cennete gitmektedir. Bedenleri ise insan bedeninde vazife yapmaya devam
edecektir. Onların yaratıcısı olan Allah, elbetteki onlara en güzel vazifeler ve en güzel bir
gelecek hazırlamıştır.
8
"Allah'ım benim üzerimdeki nimetini tamamla." diye dua etmek ne anlama
gelmektedir?
‫ة‬5 ‫لخ *ر‬
, *‫ن_ي أ‬5‫م إ‬8 ‫ه‬: 8‫ا*لل‬.
* ‫ي*ت* *ك *و‬5‫ي *وع*اف‬8 *‫ع *مت* *ك *عل‬, 5‫م ن‬8 5‫ ف*أ*ت‬،‫ر‬W ‫ت‬, ‫س‬
* ‫ة *و‬W *‫ي‬5‫ة *وع*اف‬W ‫ع *م‬, 5‫ي ن‬5‫ن *ك ف‬, ‫م‬5 :‫حت‬, *‫صب‬
5 ‫ا‬, ‫ني*ا *و‬, ‫د‬I ‫ي ال‬5‫ت *ر *ك ف‬, ‫س‬
"Allahümme innî esbahtü minke fi ni'metin ve âfiyetin ve setrin, feetimme
nimeteke aleyye ve âfiyeteke ve setreke fiddünya vel âhireti."
"Allah'ım, şu sabaha Senden gelen bir nimet, afiyet ile ve günahlarım
örtülmüş olarak çıktım. (Öyleyse) dünyada ve Ahiret'te üzerimdeki nimetini,
afiyetini ve günahlarımı örtmeni tamamla."
Efendimiz (asv)'ın bu dua hakkında bize müjdesi, İmam Nevevî'nin Ezkar'ında şu şekilde yer
alır:
''Kim sabahladığı zaman üç defa: “Allah'ım, şu sabaha Senden gelen bir
nimet, afiyet ile ve günahlarım örtülmüş olarak çıktım. (Öyleyse) dünyada ve
Ahiret’te üzerimdeki nimetini, âfiyetini ve günahlarımı örtmeni tamamla.”
derse, onu tamamlamak Allah’ın üzerine hak olur. Bunu akşamları söylerse,
yine böyle olur.'' (Çağrı yay., İstanbul 1986, Sh. 79)
Fetih Suresi ikinci ve üçüncü ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günâhlarını bağışlar, sana olan
nîmetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir. Böylece sana, kimsenin güç
yetiremeyeceği bir şekilde yardım eder.”(Fetih, 48/2, 3)
"Rabbin bundan önce ne günâhın, ne kusurun varsa, bundan sonra da ne kusurun olacaksa,
hepsini affedecek, hepsini bağışlayacak." Şüphesiz Allah’ın Resûlü (asv) bizim gibi değildir. O
Allah tarafından korunmuştur. Elbette onun işlediği günâhlar çok azdır. Ama ne de olsa o da
bir beşerdir. İşte Rabbimiz onların tümünün affedildiğini müjdeliyor. Böyle bir peygambere
iman etmek, böyle bir peygambere teslim olmak, böyle bir peygamberi örnek bilmek, onun
gibi olmaya, onun peşi sıra gitmeye çalışmak ne kadar güzel, ne büyük şeref değil mi? Yirmi
üç yıllık risâlet hayatı bitince tüm günâhlarından bağışlanmış, kusurları silinmiş, geçmişi
sıfırlanmış, geleceği affedilmiş, hataları düzeltilmiş, yanlışları uyarılmış ve hayatı, sözleri,
amelleri tertemiz, dosdoğru bize kadar ulaşmış bir peygamber...
Şu anda bizler onun tertemiz hayatıyla, tertemiz sünnetiyle, tertemiz örnekliliğiyle karşı
karşıyayız. Tüm hayatı, tüm sözleri, tüm fiilleri Rabbimiz tarafından onaylanmış bir kulluk
örneğiyle karşı karşıyayız. Bize sunduğu Kitap ve o Kitaba uygun olarak bize örneklediği
sünneti bizim iki temel kaynağımızdır. Kendilerine sarıldığımız, kendilerine tutunduğumuz,
kendilerini hayatımızda hareket noktası bildiğimiz zaman asla sapmayacağımız, asla hataya
düşmeyeceğimiz, dünyada en güzel bir hayatı, âhirette de cenneti kazanabileceğimiz iki
temel kaynağımızdır.
Allah senin geçmiş gelecek tüm günâhlarını bağışlayacaktır. Bununla da kalmayıp böyle
müjdelediği bir fetihle de sana nîmetlerini tamamlayacaktır. Yine sana müjdelediği bu fetihle
9
seni dosdoğru yoluna, hidâyet yoluna, sırat-ı müstakimine ulaştıracaktır. Şu anda dosdoğru
yolda yürüyorsun, bu yürümene de devam edeceksin. Rabbin seni sırat-ı müstakiminde
yürütecek; bu yol Allah’ın yolu olacak ve tüm dünya insanlığı da senin rehberliğinde, senin
sayende bu yolu bulmuş, bilmiş ve bu yola uymuş olacaklardır. Azîz olan, şerefli olan, güç
kuvvet sahibi olan Allah, izzet ve şerefiyle senin yanında, senin desteğinde olacak, sana aziz
bir yardımla yardım edecek. Azîz olan Allah’ın aziz olan yardımı sayesinde artık sen izzet ve
şeref bulacaksın. Artık Mekke’deki o güçsüz dönemin bitmiş olacak. Bundan sonra artık tüm
dünyada izzet ve şerefin zirvesine tırmanacaksın. Karşında hiçbir güç duramayacak. (bk.
Basairu'l-Kur'an, ilgili ayetin tefsiri)
Ayetin tefsirinden de anlaşıldığı üzere "Allah'ım benim üzerimdeki nimetini tamamla." diye
dua etmek, hem dünyada hem de ahirette nimetlere nail olmayı istemek anlamındadır. Bu
dünyadaki nimetler geçici ve devamsızdır. Ahiret hayatı cennet nimeti ise devamlıdır ve
kemal manadadır. Bu dua ile hem dünya hem ahiret nimetlerini istemiş oluyoruz. Dünyadaki
nimetlerin bizi günahlara haramlara sevk etmesinden korunmayı ve gereği gibi
şükredebilmeyi istemiş oluyoruz.
10
Gözleri görmeyen ve bu haline isyan etmeyen bir insanın ahiretteki akıbeti
nasıldır?
Bu konuyla ilgili hadis-i şeriflerde Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmaktadırlar:
"Gözün kör olması günahlara mağfirettir. Kulağın sağır olması da günahlara
mağfirettir. İnsanın vücudundan kaybettiği her şey günahına sebebi
mağfirettir." [Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma), Ramuzu'l-Ehadis]
"Bana Cebrail (a.s.) Allah'dan naklen söyledi ki: "Gözlerini kör ettiğim
kimsenin mükafatı, evime girmesi ve Bana nazar etmesidir." [Ravi: Hz. Enes
(r.a.), Ramuzu'l-Ehadis]
"Cehennem, Allah korkusundan ağlayan göze ve Allah yolunda uykusuz
kalan göze haram edildi. Allah'ın haramlarına bakmıyan veya Allah yolunda
çıkarılmış olan göze de ateş haram kılınmıştır." [Ravi: Hz. Ebû Reyhane (r.a.),
Ramuzu'l Ehadis]
"Allah (c.c.) buyuruyor: "Ben bir kimsenin gözlerini ama ettiğimde ona
mukabil kendisine Cennet veririm." [Ravi: Hz. Câbir (r.a.), Ramuzu'l Ehadis]
İman edip ibadet eden ve dünyada bu haline sabredip isyan etmeyen âmalar cenneti en önce
görecek kişilerdir. Cennette bunlar çok daha iyi öreceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursi bu konuda şu tespitlerde bulunmaktadır:
"Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse,
derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir. Bu
dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar.
Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En
uzak gösteren dürbünlerle bakar nev’inde, kabrinde, derecesine göre, Cennet
bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler."
"İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti
görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla
bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni
baktıracak göz hekimi, Kur’ân-ı Hakîmdir." (bk. Said Nursi, Lemalar, 25.
Lema, 14. Deva)
11
“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim
kevser üzerindedir." hadisinde geçen "Cennet bahçesi" angi anlamda
kullanılmıştır? Ravza hakkında bilgi verir misiniz?
Medine’de bulunan Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en
faziletlisidir.
Mescid-i Nebevî içinde Hz. Peygamber (asv)'in kabri ile minberi arasındaki bölüme “Ravza-i
Mutahhara” denilir. Sözlükte "tertemiz bahçe" anlamına gelen ravza-i mutahhara
adlandırması, Hz. Peygamber (asv)'in eviyle minberi arasının cennet bahçelerinden (ravza) bir
bahçe olduğunu bildiren hadisine dayanır.
Resulullah (s.a.s), bu mescitte minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:
"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim
de Cennet bahçelerinin üzerindedir."
Diğer bir hadis de şu şekildedir:
"Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim
havzımın üzerindedir." (bk. Buhârî, Fadlı Salati Mescidi Mekke, 5; Müslim,
Hac, 92; Müsned, 2/36, 236, 450, 534; 4/41)
Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Minberimin ayakları Cennet üzerindedir." (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292,
318; Nesaî, Mesâcid, 8).
Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah (asv)'ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile
evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu ortaya
koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir
ibadette bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.
Ravza-ı Mutahhara'nın, nasıl bir cennet bahçesi olduğu konusunda çeşitli yorumlar
yapılmıştır:
- İmam Malik gibi bazı alimler, bu bahçe gerçek bir cennet bahçesidir ve ahirette cennete
nakledilecektir, demişlerdir. (Semhûdî, Vefâ'ü'l-vefâ' bi-ahbâri dâri'l-Muştafâ (nşr. Kasım esSâmerrâî), Beyrut, 1422/2001, 2/162).
- Bazı alimlere göre ise yapılan ibadetler sebebiyle burası rahmetin inmesi, insana mutluluk
vermesi açısından cennete benzer. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem (asv)'in cennetin anaların
ayakları altında, kılıçların gölgesinde bulunduğuna ve hasta ziyaret eden kimsenin cennet
bahçelerinden bir bahçede olduğuna dair sözleri veya güzel geçen bir gün için, "Bugün
cennet günlerinden biriydi" denilmesi gibi mecazi bir anlam ifade eder. (İbnü'1-Esîr, enNihaye, 1/493; Semhûdî, 2/164, 165).
- Bir diğer yoruma göre, burada yapılan ibadetler, cennetin yolunu açtığı için, -mecazi
manada- bu alana cennet denilmiştir.
12
Hz. Peygamber (asv)'in evinden maksadın Hz. Aişe (r.anha)'nin odası mı (hücre-i saadet),
yoksa mescidin doğu duvarı boyunca sıralanan hanımlarına ait odaların tamamı mı,
minberden maksadın bulunduğu yer mi, yoksa hücre-i saadet hizasındaki batı duvarı mı
olduğu konusunda da farklı görüşler nakledilir. Eyüp Sabri Paşa bu konudaki görüşleri dikkate
alarak Ravza-i Mutahhara planıyla ilgili üç değişik çizim yapmıştır. (bk. Mir'âtü'l-Haremeyn,
2/154-156).
Bazı âlimler Ravza-i Mutahhara'nın alanının bütün mescidi kapsadığını söylemiş, ravzanın
Mescid-i Nebevî ile musalla arasında olduğunu bildiren bir rivayete dayanarak, Mescid-i
Nebevî ile bayram musallası (Mescid-i Gamâme) arasında kalan alanı buna dahil edenler de
olmuştur. (İbn Şebbe, Târihu'l-Medîneti'l-münevvere, 1/138) Ancak Ravza-i Mutahhara'yı
hücre-i saadet ve minber arası olarak ifade eden rivayetler daha güçlüdür.
Günümüzde Ravza-i Mutahhara'nın güneyi mihrabın hemen kıble tarafındaki demir korkuluk
ve kitap raflarıyla sınırlanmış olup doğudan batıya 22 m., kuzeyden güneye 15 m. olmak
üzere yaklaşık 330 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır.
Mescid-i Nebevî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha
faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (a.s.m.)'ın şöyle söylediği rivayet
edilmektedir:
"Mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde
kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır."(Müsned, 1/184); Başka bir
rivayette "daha faziletlidir" (Müsned, 1/16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.
Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet
Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada
yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için
Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır:
"Mescidime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda
cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden
kimseye benzer." (Müsned, 2/418).
13
Teknokask (laptop vb. teknolojik ürünleri yangın, kırılma vb. durumlar için
sigortalatmak..) caiz midir?
Bizim bildiğimiz kadarıyla “TEKNOKASK”ın diğer sigorta işlerinden farklı bir tarafı yoktur.
İslam alimleri, şekli ne olursa olsun, -devlet tarafından zorunlu kılınan sigorta kurumları hariçmevcut bir çok sigorta akdine iyi bakmazlar.
Bu konuda sorulan bir suale cevap veren Suudî Arabistan fetva kurulu, -işlemlerinde kumar
ve aldatma olduğundan- ticarî sigortalarının bütün çeşitlerinin haram olduğuna karar
vermişlerdir.(bk. Fetava’l-lecneti’d-daimeti li’l-buhusi’l-ilmiyeti ve’l-ifta, 13/157; 14/316;
15/247).
Bu fetva, sigorta konusuna ilk değinen alim olarak bilinen İbn Abidîn’in görüşüne de
uygundur.(bk. Reddu’l-muhtar, 4/170 –Kitabu’l-cihad/babu’l-müste’meni).
Mecmau’l-fıkhi’l-islamî (İslam fıkıh konseyi), 10 Şaban 1398 hicrî yılında; Mekke’de yaptığı
toplantıda -Mustafa Zerka dışında- alimlerin ittifakıyla ticarî sigortanın her çeşidinin haram
olduğuna karar vermiştir.(bk. Halil Abdulkerim Günenç, el-Muntehabâtu’l-fıkhıye, s.72, 73).
Bu konuda Diyanet İşleri başkanlığınca verilen fetvanın özeti ise şöyledir:
“Çağdaş araştırmacılar sigorta konusunu incelemiş ve dinî hükmünü açıklamaya
çalışmışlardır. Sosyal sigortalar ve karşılıklı sigortanın caiz olduğu konusunda bu bilginler
ittifak etmekle birlikte, ticarî sigortanın hükmü konusunda görüş ayrılığı içerisindedirler.
Ticarî sigortanın hükmü konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır:
Birinci görüşe göre, ticarî sigortaların hiçbir çeşidi caiz değildir. Zîra ticarî sigortada
bilinmeyen unsurlar bulunmakta, bu işlem kumar veya müşterek bahse benzemekte, faiz
içermektedir. Ayrıca sigorta haksız tazmindir. Sigorta akdi, güvence gibi objektif olmayan bir
şeyin satışıdır. Sigorta ve özellikle hayat sigortasında takdir-i ilâhîye meydan okuma vardır.
İslâm'ın yasakladığı bu unsurları taşıyan sigortanın da haram olması gerekir. Buna göre,
sigortacının prim, sigortalının da tazminat alması caiz değildir.
İkinci görüşe göre, hayat sigortası caiz değildir; mal ve eşya sigortası ise esas itibariyle caiz
olmakla birlikte, dinen hoş değildir. Ayrıca faiz esasına dayanan sigortalar caiz değildir.
Üçüncü görüşe göre, sigortayı yasaklayan kesin bir nass bulunmadığından, faiz karışmaması
ve genel ahlâka aykırı olmaması şartıyla, sigortanın bütün çeşitleri caizdir. Zira akitlerde asıl
olan, yasaklayıcı bir nass bulunmadığında helal olmasıdır… Bu bağlamda sigortanın caiz
olmadığını ileri süren bilginlerin gerekçeleri değerlendirilmiş ve bu gerekçeler sigortanın caiz
olmadığını ortaya koyacak nitelikte görülmemiştir.
Diğer taraftan ticarî sigortaların, sadece hedefinin kazanç olduğu gerekçesiyle reddedilmesi
de doğru değildir. Bu gerekçeyle caiz olmadığını söyleyen fıkıhçıların hemen tamamı, sosyal
sigortaları ve karşılıklı sigortaları, hedefi yardımlaşmadır diye caiz görmektedirler. Oysa öz
itibariyle sosyal sigorta kurumları ile özel sigortalar arasında, hüküm değişikliğine götürecek
temel bir fark yoktur. Sosyal sigortalarla özel sigortalar arasındaki farklar; sosyal sigortaların
14
kanunla kurulmuş kurumlar tarafından yapılıyor olması, zorunlu olması, sigortalı olabilmek
için kişilerin belli bir statüde olmaları, ödenecek prim ve bu sigorta ile sağlanacak
menfaatlerin her sigortalının özel durumuna göre düzenleniyor ve sosyal sigortaların
öngördüğü risklerin daha ziyade sosyal sınıfları tehdit ediyor olmasıdır.
Sigorta, meydana gelen zararın yalnızca riske maruz kalanın üzerinde kalması yerine,
sigortalıların ödedikleri primlerden ödenen tazminat yoluyla bütün sigortalılara dağıtılmasını
ve böylece felaket ve kazaların zararının hafifletilmesini gaye edinmiş karşılıklı taahhüt ve
yardımlaşmaya dayanan bir sistemdir. İslâm'ın, sosyal ve iktisadî hayata dair bütün
düzenlemelerinin hedefi, hak ve görevlerde, mutlak manada karşılıklı yardımlaşma ve kefâlet
esasına dayanan bir toplum meydana getirmektir. Buna göre sigorta İslâm dinindeki bu yüce
hedefe aykırı değildir. Başta ticaret olmak üzere pek çok ilişkinin globalleştiği günümüz
dünyasında, ticarî sigortanın bulunmaması başlı başına bir risk teşkil eder ve Müslümanların
ekonomik açıdan mağlubiyetini sonuç verir.
Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
a) Genel olarak, sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticarî sigortaların caiz olduğuna,
b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve
yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi
durumunda caiz olduğuna,
c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına,
Karar verildi.” (Diyanet İşleri Başkanlığı/01-Aralık-2006 - 09:59:42).
Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki, sigorta şirketleri genel olarak üç çeşittir.
Birincisi; devlet tarafından zorunlu kılınan (emekli sandığı, sosyal sigortalar kurumu, trafik
sigortası gibi) sigortalardır.
İkincisi; teavun / yardımlaşma şirketidir. Bu şirket belli bir grup insan tarafından kurulur,
onlardan birinin başına bir musibet geldiği zaman ona yardımcı olunur. Bu iki çeşit sigorta
şirketinin caiz olduğunda bir ihtilaf yoktur.
Üçüncüsü, ticarî sigorta şirketidir ki, yukarıda bunun üzerinde detaylı bir şekilde
durulmuştur. Daha önce de belirtildiği üzere, bu sigorta şeklinin caiz olup olmadığı
hususunda farklı görüşler vardır. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre caiz değildir. Şeyh Ali elHafîf, Dr. Mustafa ez-Zerka, Dr. Muhammed el-Behî ise, bunun da caiz olduğunu
savunmuşlardır.(bk. Günenç, a.g.e).
İlave bilgi için tıklayınız:
Siğorta ve kasko konusunda detaylı bilgi verir misiniz?
15
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileseler,
sen de resul olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allah’ı
tövbeleri kabul eden, pek merhametli bulacaklardı.” (Nisa, 4/64) ayeti ve
şeyhin tövbe ettirmesi?..
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izni ile, kendisine itaat olunmaktan başka
bir gaye ile göndermedik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana
gelip de Allah’tan af dileseler, sen de resul olarak onların affedilmelerini
isteseydin, elbette Allah’ı tövbeleri kabul eden, pek merhametli
bulacaklardı.”(Nisa, 4/64)
Bu ayette, günah işlemiş olanların Allah’a karşı tövbe etmeleri, bağışlanmalarını istemeleri
yanında Hz. Peygamber (asv)'in yanına varmaları ve onun da bir peygamber olarak kendileri
için Allah’tan af dilemesi hususuna vurgu yapılmıştır. Hz. Peygamber (asv)'in yanına
varmaları hususu şu şekilde değerlendirilebilir:
Ayette tövbe etmeleri istenen kişiler, Hz. Peygamber (asv) yerine tağutu hakem kabul eden,
münafık kimselerdir. Bunların tövbeleri, Hz. peygamberi (asv) peygamber olarak kabul
etmek, onun hakemliğine başvurmak, yeniden onu önder olarak kabul etmekle mümkündür.
Bu sebeple, tövbenin önemli bir paçası olan bu hususları yerine getirmek için bizzat Hz.
Peygamber (asv)'in huzuruna varmaları, ona telim olmaları, onu hakem kabul etmeleri ve
ondan da af dilemeleri gerekiyordu. Allah’ın kendilerini bağışlaması için, onun (asv) bizzat
Allah’a yalvararak tevessül ve şefaat etmesi ön görülmüştür.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).
Ayetin bu açıklaması ile normal tarikattaki şeyhin elinde tövbe etme arasında zahiren bir ilişki
görülmemektedir. Bununla beraber, bu ayetten böyle bir işareti sezinlemek -umum için
olmasa da- hususî bir algılama olarak değerlendirilebilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Nisa suresi 64. ayete göre, Efendimiz (asv)'den dua istemek onun vefatından sonra da
geçerli midir? Konuyla ilgili anlatılan Arabî kıssası doğru mudur?
Tarikatta tövbe (el) alma hakkında bilgi verir misiniz?
16
Tevbe Suresi 29. ayete göre, Ehl-i kitap ile cizye verinceye kadar savaş açma
emri veriliyorsa, bu ayet Müslüman olmayanlar bize dokunmazsa bile
onların inancına karışmamız anlamına mı geliyor?
Evvela, sadece bir ayete bakarak bir hükme varmak çoğu zaman yanlış bir bilgi olarak
karşımıza çıkabilir. Çünkü, ayet ve hadislerin inceliklerini, nüzul ve vürud sebeplerini
bilmeden, İslam’ın temel maksadına vakıf olmadan bir hüküm çıkarmak kolay bir şey değildir.
İmam Muhammed, Ebu Yusuf, İmam Muzenî, İmam Gazalî, İmam Rabbanî, İbn Hacer, İbn
Rüşd, İbn Kudame, Tahavî gibi allamelerin mutlak içtihat yapma yerine, büyük mezhep
imamlarına uymalarının sebebi şudur: “Herkes hükümleri çıkaracak salahiyette değildir.”
Bu sebeple, bizim bu gibi hükümleri Kur’an ve hadislerden değil, bu iki kaynağı çok iyi bilen
alimlerin bin yıldan beri çalışıp ortaya koydukları bilgilerine baş vurmamız gerekir.
“Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe
de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan,
hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir
itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.”(Tevbe, 9/29)
mealindeki ayette önemli vasıflar zikredilmiştir. Adeta, iman esaslarına inanmayan bir kitle
söz konusu edilmiştir. Tefsirlerde, bu Ehl-i kitabın genel veya hususîlik arz eden gruplar olup
olmadığı hakkında farklı yorumlar vardır. Onlara değinmekle konuyu uzatmayı uygun
görmemekteyiz. Ancak şu noktalara dikkat çekmeyi faydalı buluyoruz:
a. Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinde Ehl-i kitaba bir ayrıcalık tanınmıştır. Müşriklerle ciddi
bir mücadele ortamı söz konusu olduğu halde, Ehl-i kitap, Müslüman olmasa da -bir
vatandaşlık vergisi olan- cizye vermekle serbest kalırlar.
b. Ayette yer alan “Ehl-i kitaptan” ifadesi, savaş emrinin Ehl-i kitabın bir kısmına ilişkin
olduğunu göstermektedir. “Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar” nitelemesinin yapılması
da bu anlayışı desteklemektedir. Çünkü, Ehl-i kitab olanların hepsinin bu vasıfta oldukları
söylenemez.
c. Bu ayetin inişinin hicrî 9. yılda olduğu göz önünde bulundurduğumuzda, bu ilahî mesajın
bir savaş halinin söz konusu olduğu zamanla ilgili olduğu söylenebilir. Nitekim, bu ayetin
indiği dönemde, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek
Yahudî gerekse Hristiyan topluluklar ile Müslümanlar arasında hicrî 5-6. yılından beri
süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletler arası hukuk
bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu söz konusuydu. Bu ayetten sonra gelen
pasajda -özelikle 32. ayette- hem Yahudilerin hem de Hristiyanların İslam’a karşı olumsuz
durumlarına temas edilmesi ve onların insanlık yolunu aydınlatan İslam meşalesini söndürme
niyet ve çabası içinde olduklarının bildirilmesi bu tespiti doğrulamaktadır.
d. “… O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o
takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez… O halde bunlar sizden uzak durmaz,
size barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın,
öldürün! İşte bunlara karşı size kesin bir izin ve yetki vermişizdir.”(Nisa, 4/90-91),
17
“Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere
gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. Çünkü
Allah âdil olanları sever. Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden
yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi yasaklar. Her
kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”(Mümtahine, 60/8-9)
mealindeki ayetlerde, İslam’da savaş anlayışı açıkça ortaya konmuştur. Buna göre, kim olursa
olsun, savaşmak isteyenlere karşı savaşmak, barışa yanaşanlarla barışmak esastır.
e. Özetle; Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber (asv) müşriklerle on yıllık bir süre için
barış anlaşmasını imzaladığına göre, Ehl-i kitap için böyle bir anlaşma yapmaması
düşünülemez. Bu prensip kıyamete kadar geçerlidir; “savaşa savaş, barışa barış...”
Şunu da unutmamak gerekir ki, cizye veren gayri müslimlerin canları, malları, din-vicdan
özgürlükleri İslam devletinin güvencesi altındadır.(bk. Taberî, İbn Kesir, İbn Atıyye,
Zemahşerî, Razî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
18
Emir Sultan Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz?
EMİR SULTAN
Bursalı meşhur sûfî, Yıldırım Bayezid'in damadı. Buhara'da doğdu. Asıl adı Şemseddin
Muhammed'dir. Emîr Sultan'ın 770 (1368-69) yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir.
Çocukluk yılları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte iyi bir tahsil gördüğü söylenebilir. Bizzat
kendi ifadesine dayanılarak yazıldığı söylenen menâkıbnâmelerin birçoğuna ve onlara dayanan tarih ve biyografi kitaplarına göre, soyu yedinci kuşakta On İkinci İmam Muhammed
el-Mehdî el-Muntazar'a ulaşır.
On yedi on sekiz yaşlarında iken babası vefat eden Şemseddin Muhammed, muhtemelen bir
süre çömlekçilik yaptıktan sonra Seyyid Usûl, Seyyid Nasır, Seyyid Ni'metullah, Ali Dede, Baba
Zâkir gibi mutasavvıflarla hacca gitmek üzere Buhara'dan ayrıldı. Birkaç yıl Medine'de
kaldıktan sonra Bağdat'a uğrayarak tezkire müellifi Âşık Çelebi'nin ceddi Seyyid Muhammed
en-Nattâ'nın misafiri oldu. Ardından onunla birlikte Anadolu'ya geçti. Karaman, Niğde,
Hamîd-ili, Kütahya ve İnegöl yoluyla Bursa'ya gitti. Kafileye yol boyunca kandil şeklindeki bir
nurun rehberlik ettiği, bu nurun söndüğü yere defnedileceğinin kendisine bildirildiği rivayet
edilir.
Bursa'ya Yıldırım Bayezid zamanında geldiği biliniyorsa da tarihi kesin olarak belli değildir.
Menâkıbnâme müellifi Hüsâmeddin ile tarihçi Âlî, Niğbolu Muharebesi sırasında (798/1396)
Bursa'da bulunduğu kesin olan Şemseddin Muhammed'in evlenmesinden bahsederken
Yıldırım Bayezid'in bu sırada Eflak seferinde olduğunu söylerler ki bu takdirde 1394'ten önce
Bursa'ya gelmiş olmalıdır. Bursa'da ilk olarak Pınarbaşı'na veya Gökdere civarındaki bir
mağaraya ya da bir savma(ibadet yeri, hücre)aya yerleştiğine dair farklı rivayetler vardır. İlk
ikamet yerinin türbesinin bulunduğu mahal olduğu da söylenir.
Bursa'da şöhreti kısa zamanda yayılan Şemseddin Muhammed giderek şehrin en çok saygı
gören şahsiyetlerinden biri haline gelir; Emîr Sultan veya Emîr Seyyid adlarıyla anılmaya,
ulemâ ve meşâyih arasında da itibar görmeye başlar. Zahir ilimleri sahasında kendisini
imtihana çekmek isteyen Molla Fenârî, Molla Yegân, Alî-i Rûmî gibi âlimlerin onun manevî
gücü karşısında bir süre ağız açamadıkları ve onlarla giriştiği tartışmadan başarıyla çıktığı
şeklindeki rivayetlerden, onun bu âlimlerle yakın münasebeti olduğu anlaşılmaktadır. Emîr
Sultan bu yıllarda Molla Fenâri'den Sadreddin Konevî'nin Miftâhu'l-ğayb'ını okuyup istinsah
etmiş ve bu nüshaya Molla Fenârî bir icazetname yazmıştır.(Taşköprîzâde, s. 55)
Emîr Sultan'ın Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Hatun ile evlenmesi kaynaklarda farklı şekillerde
anlatılmaktadır. Menâkıp kitaplarına göre Hundi Hatun rüyasında gördüğü manevî işaretler
üzerine, Rumeli taraflarında seferde bulunan babasının rızâsını almadan Emîr Sultan ile
evlenmiş, dönüşte durumu öğrenen padişah gazaba gelerek kızıyla damadını öldürmek üzere
Süleyman Paşa maiyetinde kırk kişilik bir kuvvet göndermiş, ancak Emîr Sultan'ın kerametiyle
bunlar birer "kadîd" kesilmiştir (kurumuş et gibi hareketsiz kalmışlar). Bursa'nın Yıldırım
semtindeki Kaditler Mezarlığı'nın adının bu olaydan kaynaklandığı rivayet edilmektedir.
Bunun üzerine Molla Fenârî Yıldırım'a, öldürülmesini emrettiği zatın peygamber soyundan bir
kişi olduğunu, Anadolu'ya şimdiye kadar böyle değerli bir zatın ayak basmadığını, onun
kayınpederi olmasının kendisi için büyük bir şeref vesilesi olduğunu, kendisini öldürmek için
gönderdiği adamların bir anda kadîde dönüştüğünü belirten, kendisine bir daha tecavüz
edilirse bütün şehrin helâk olacağını bildiren bir mektup göndermiştir. (Metni için bk.
Baldtrzâde, Ravza-i Evliya, vr. 9b- 10d; Mehmed Şemseddin, s. 6). Molla Fenâriyi Emîr
19
Sultan'ın kerametine şahit göstermek isteyen bu mektubun tarihî bir vesika olma ihtimali
zayıf bulunmakla birlikte, onunla münasebetlerinin iyi olduğunu göstermesi bakımından
önemlidir. Öte yandan Mecdî ve Belîğ, padişahın çok sevip saydığı Emîr Sultan'la kızını kendi
rızasıyla evlendirdiğini söylerler de vardır ki doğrusu da bu olmalıdır.
Molla Fenârî gibi bazı büyüklerin de yardımıyla Emîr Sultan, Yıldırım Bayezid'in Timur
tarafından gönderilen elçileri öldürtmesine engel oldu. Ankara Savaşı'nın ardından Bursa'nın
Timur ordusu tarafından işgali sırasında Molla Fenârî ve İbnü'l-Cezerî ile birlikte Emîr Sultan
da Kütahya'da bulunan Timur'un huzuruna götürüldü. Bir süre sonra serbest bırakılarak yine
Molla Fenârî ile birlikte Bursa'ya döndü. II. Murad'ın, amcası Mustafa Çelebi'ye karşı
sürdürdüğü mücadelede hükümdarın yanında yer aldı. Mustafa Çelebi büyük bir kuvvetle
Bursa'ya yaklaşırken padişahın Emîr Sultan'a başvurup amcasına karşı yürüttüğü mücadelede
onun sözlerinden cesaret aldığı, olaydan sonra kendisine daha çok bağlandığı, huzurunda diz
çöküp oturduğu rivayet edilir.
II. Murad tarafından 1422de yapılan İstanbul kuşatmasına Emîr Sultan da katıldı. Bu
kuşatmanın tarihini yazan Bizans tarihçisi loannec Kananoc, Emîr Sultan'ın 500 kadar
dervişiyle birlikte büyük bir debdebeyle padişahın ordugâhına geldiğini, hücum vakti olarak
tayin ettiği 24 Ağustos Pazartesi günü öğleden bir saat sonra dervişlerinin başında at üstünde
kılıç ve kalkanıyla surlara yaklaşıp kılıcını çekerek üç kere salladıktan sonra hücuma geçtiğini,
bu işaret üzerine Türk ordusunun taarruza kalktığını anlatır.
Emîr Sultan'ın vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda 831, 832. 833 ve 837
yılları verilmekteyse de en kuvvetli ihtimal 833 (1429) tarihidir. Bursalı Ahmed Paşa'ya ait
olduğu söylenen
"İntikâl-i Emîr Sultân'a / Oldu târih İntikâl-i Emîr"
beytindeki "intikâl-i Emîr" terkibi 833 (1429) yılını vermektedir. Ancak bu beyit Ahmed
Paşa'ya ait ise Emîr Sultan'ın vefatından oldukça sonra yazılmış olacağından 833 yılının kesin
olarak Emîr Sultan'ın vefat tarihini gösterdiği söylenemez. Emîr Sultan'ın vefat tarihi hakkında
bilgi vermeyen eski kaynaklar, onun Bursa'da çıkan bir veba salgınında öldüğünü
kaydetmekle yetinirler. Cenaze namazı o sırada Bursa'da bulunan Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kıldırılan Emîr Sultan bugün türbesinin bulunduğu yere defnedildi.
Bütün kaynaklar Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad'ın Emîr Sultan'a saygı
gösterdiklerini, sefere giderken onun eliyle kılıç kuşanıp duasını aldıklarını belirtir.
Padişahlara kılıç kuşatma geleneği, Emîr Sultan'ın Hammer'e göre Yıldırım Bayezid'e, Atâ
Bey'e göre ise II. Murad'a kılıç kuşatmasıyla başlamıştır. Osmanlı padişahları Emîr Sultan'ın
vefatından sonra da ona hürmet göstermeyi sürdürmüşler, Bursa'ya geldiklerinde türbesini
mutlaka ziyaret etmişlerdir. II. Bayezid ile Yavuz Sultan Selim'in Emîr Sultan'ın sandukasının
örtüsü altına girip uzun süre dua ettikleri bilinmektedir. Menâkıbnâme müellifi Ni'metullah'ın "eimme-i ma'sümîn"den "ismet-i kesbiyye" sahibi olarak tanıttığı ve muhtemelen
İmâmiyye mezhebine mensup olan Emîr Sultan'ın Sünnî Osmanlı muhitinde bu kadar büyük
itibar kazanması üzerinde durulması gereken bir husustur.
Emîr Sultan'ın mensup olduğu tarikat konusunda kaynaklarda verilen bilgiler oldukça
çelişkilidir. Bazı kaynaklarda Halvetiyye'nin (Mehmed Şemseddin, s. 4), bazılarında da
Nakşibendiyye'nin Nurbahşiyye (Mecdî, s. 77) koluna mensup olarak gösterilirse de,
Nakşibendiyye'nin Nurbahşiyye adlı bir kolu bulunmadığından son bilgi yanlıştır.
Halvetiyye'nin ise silsilesi Kübreviyye'ye ulaşan Nurbahşiyye adlı bir şubesi vardır. Ancak bu
20
şubenin kendisine nisbet edildiği Seyyid Muhammed Nurbahş'ın Emîr Sultan'ın vefatından
yaklaşık otuz beş yıl sonra (869/ 1465) öldüğü bilindiğine göre (Harîrîzâde, III, vr. 205b) ona
mensup olması da çok uzak bir ihtimaldir. Atâî'nin Zeyl-i Şekâik'te kaydettiği silsileyi dikkate
alarak Emîr Sultan'ın babası Seyyid Ali'den, onun da Hâce İshak-ı Huttalâniden (ö. 826/1423)
tarikat aldığını ve tarikatın Ali el-Hemedânî (ö. 786/1384), Muhammed Mazdekânî,
Alâüddevle-i Simnânî (ö. 736/1336), Nûreddin İsferâyînî, Ahmed Zâkir-i Curfânî, Ali Lala
şeklinde yürüyerek Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö. 618/ 1221) ulaştığını ve dolayısıyla Emîr Sultan'ın Kübreviyye tarikatına mensup olduğunu söylemek mümkündür. Öte yandan
halifelerinden Hasan Efendi Mûzî-lü'ş-şükûk, Lutfullah Efendi de Cenâhu's-sâlikîn adlı
eserlerinde, bizzat kendisinden işitmiş olduklarını söyleyerek şeyhin tarikat silsilesini
babadan oğula intikal ettirip On İki İmam kanalıyla Hz. Ali (ra)'e ulaştırırlar.
Kaynaklarda uzun boylu, güzel yüzlü, seyrek sakallı olarak tanıtlan Emîr Sultan'ın on iki terkü
taç üstüne yeşil imame sardığı, ömrünü derin bir zühd ve takva içinde ibadet ve irşadla
geçirdiği rivayet edilir. Şöhreti Bursa'dan sonra Osmanlı hâkimiyeti altındaki topraklarda
giderek yayılmış ve hakkında birçok menkıbe teşekkül etmiştir. Bunların en meşhuru,
Bursa'da Yıldırım Bayezid tarafından Emîr Sultan'ın tavsiyesiyle yaptırılan Ulucami ile ilgili
olanıdır.
Vefatından sonra Emîr Sultan'ın yerine halifelerinden Hasan Hoca şeyh olmuş ve XIII. Halife
İbrahim Efendi'ye kadar (ö. 1178/1764-65) dergâhta Emîr Sultan'ın silsilesi devam etmiştir.
İbrahim Efendi'den sonra Emîr Sultan Dergâhı'nın şeyhliği Celvetî meşâyihinden Selâmı Ali
Efendi'ye intikal etmiştir. Dergâh 1225 (1810) yılına kadar Celvetî olarak faaliyet göstermiş,
bu tarihte Hacı Ahmed Efendi'nin şeyh olmasıyla Nakşibendî dergâhına dönüşmüştür. Emîr
Sultan'ın takip ettiği irşad usulü bilinmemektedir. Kaynaklarda dergâhta "Usûl-i Emîr" üzere
âyin yapıldığı söylenmekteyse de bu âyinin uygulama tarzı hakkında bilgi verilmemiştir.
Emîr Sultan'ın halifeleri daha şeyhin sağlığında Bursa, Balıkesir, Edremit ve Mihaüç'e,
Karaman sınırlarına, Aydın ve Saruhan sancaklarına kadar yayılmışlardı. Kendisine mensup
şeyh ve dervişler Rumeli yakasına geçip mürşidlerinin âdet ve menkıbelerini Gelibolu'dan
başlayarak sınır boylarına kadar götürmüşlerdir. Osmanlı ordusunun bazı seferlerine bizzat
katıldığı gibi mürldlerini de gazaya teşvik eden Emîr Sultan'ın öldükten sonra da asırlarca
Osmanlı ordusundan himmetini esirgemediğine inanılmıştır. Hakkında yazılan
menâkıbnâmelerin çoğunda, sağlığında gösterdiği kerametler yanında vefatından sonra da
özellikle darda kalmış askerlere himmeti hakkında anlatılanlar geniş yer tutmaktadır. Bütün
bunlar Emîr Sultan'ın Türk halkı üzerindeki tesirini göstermesi bakımından önemlidir.
Türk edebiyatında Emîr Sultan hakkında yazılmış birçok manzume bulunmaktadır. Bunlardan,
şiirleri Yûnus Emre'nin şiirleriyle karıştırılan Yûnus adlı bir şairin manzumeleri Emîr Sultan
hakkındaki menâkıbnâmelerde yer almaktadır. Emîr Sultan'a dair yazılan şiirlerin en meşhuru
Bursalı Ahmed Paşa'nın,
"Ey âlem-i velayete sultân olan Emîr / Vey mülk-i Rûm'a rahmet-i rahman
olan Emîr"
mükerrer beytini ihtiva eden terciibendidir.
Emîr Sultan'ın sağlığında Bursa'dan uzak yerlerde oturan dervişler yılda bir defa kafile halinde
yola çıkarak mürşidlerini görüp duasını almaya gelirlerdi. Bu ziyaretler ölümünden sonra bir
gelenek halini alarak asırlarca devam etmiştir. Bursalılar'ca bir bereket vesilesi sayılan bu
gelenek XX. yüzyılın başlarında terkedilmişse de Ramazan ve Kurban bayramlarının ikinci
21
günlerinde Eşrefî şeyh ve dervişlerinin zikrederek Emîr Sultan türbesine yaptıkları ziyaret ve
Eşrefıyye usulüne göre icra ettikleri âyin şeklindeki geleneği bir süre daha devam etmiştir.
Emîr Sultan'la birlikte Anadolu'ya gelen sûfîlerin bir kısmı Bursa'nın çeşitli yerlerinde
zaviyeler açmışlardır. Bunlardan Seyyid Nasır Bursa Pınarbaşı'nda, Ali Dede İncirli Hamamı
civarında, Seyyid Usûl Kuruçeşme mahallesinde, Seyyid Nattâ da Ebû İshak Kâzerünî
zaviyesinde tarikat faaliyeti göstermişlerdir.
Yakın zamanlarda yayımlanan bir makalede, Emîr Sultan'ın Alaşehir'de faaliyet gösteren
halifesi Şeyh Sinan ile meşhur Osmanlı şairi Şeyhinin aynı kişi olduğu öne sürülmüştür.(Bilgin,
s. 123-139). Ancak sağlam delillere dayanmayan bu iddianın doğru olma ihtimali oldukça
zayıftır.
Emîr Sultan hakkında çeşitli menâkıbnâmeler kaleme alınmıştır. Bunların ikisi, kendisinden
sonra dergâhına şeyh olan Hasan Efendi'nin Müzîlü'ş-şükûk'ü ile(Bursa Eski Yazma ve Basma
Eserler Ktp., Ulucami, nr. 168) üçüncü şeyh Lutfullah Efendi'nin Cenâhu's-sâlikîn adlı
eserleridir. Diğer menâkıbnâmelerin önemlileri şunlardır: İbrahim b. Zeynüddin. Vesîletü'lmetâlib fî cevahiri'l-menâkıb (Emîr Sultan'ın on yedi menkıbesini ihtiva eden Arapça eserin
[Keşfü'z-zunûn, II, 1841] Türkçe tercümesi Millet Kütüphanesi'ndedir [Ali Emîrî, nr. 1060]);
Yahya b. Bahşî, Menâkıb-ı Cevahir (Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 410/1): Ni'metullah.
Menâkib-ı Emîr Sultan (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 4564); Müdâmî, Dîvân-ı Müdâmî
der Vasf-ı Emîr Sultan(İÜ Ktp., TY, nr. 5520); Hüsâmeddin, Târih-i Emîr Sultan (Millet Ktp.,
Pertev Paşa, nr. 457); Senâî, Menakıb-ı Emîr Sultan (İstanbul 1290). Emîr Sultan hakkında bazı
müstakil kitaplar da yayımlanmıştır. (Gazalî Saltık. Bursa'da Emîr Sultan ve Kerametleri,
Bursa 1959; Şinasi Çoruh, Emîr Sultan, İstanbul, ts. ; Hüseyin Algül, Bursa'da Medfun Osmanlı
Sultanları ve Emîr Sultan, İstanbul 1981)
(Diyanet İslam Ansiklopedisi, Emir Sultan Md.)
22
Peygamberimiz (asv)'in yaptığı savaşların nedenleri nelerdir?
Malum olduğu üzere, savaşların pek çok sebebinden söz edilebilir. Tespitlerimize göre Hz.
Peygamber (asv)’in savaşları, aşağıdaki sebep ve hikmetlerle meydana gelmiştir:
1. Düşmanla mücadele edecek güce sahip olduklarını hissettirme.
Hz. Peygamber (asv)’in bazı savaşları, özellikle Bedir Savaşı’ndan önce yapılan seriyyeler,
Medine’de İslâm’a ve müntesiplerine düşmanlık duyguları besleyen müşrik ve Yahudilere,
Müslümanlara saldırı için fırsat kollayan Mekkeli müşriklere, Müslümanların bir güç olduğunu
gösterme, İslâm’ı tebliğ konusunda özgürlük alanı oluşturma ve saldırılara karşı varlıklarını
korumayı hedeflemektedir.1
Bu seriyyeler, Müslümanların varlığını ve gücünü gösteren ve netice itibariyle de tebliğin
önündeki engelleri açmaya yönelik mücadelelerdir. O dönemde bölgede kaba kuvvetin hâkim
olması, kuvvetlinin haklı gösterilmesi ve mazluma hayat hakkı tanınmaması, Hz. Peygamber
(asv)’in bölgede emniyeti temin etme düşüncesiyle askerî müfrezeler göndermesine sebep
olmuştur. Sîfü’l-Bahr ve Rabığ seriyyeleri ile Ebvâ, Buvat, Hamrâu’l-Esed ve Küçük Bedir
gazaları bu maksatla gerçekleştirilmiştir.2
2. Saldırının finansal kaynaklarını kesme.
Hz. Peygamber (asv)’in bir kısım savaşları, Müslümanların Mekke’den hicret ederken geride
bırakmak zorunda kaldığı ve müşriklerin ele geçirdikleri mallarla ticaret yaparak Hz.
Peygamber (asv9 ve Müslümanlara karşı savaşmak için ordu hazırlayan Mekke müşriklerinin
ticaret yollarını kontrol altına almak ve onları ekonomik bakımdan zayıflatmak gayesiyle
yapılmıştır. Mekke müşriklerinin yegâne geçim kaynakları ticaret idi. Şam tarafından sevk
edilen kervanların silâhlı muhafızlarının Medine yakınından geçerken Müslümanlara zarar
vermemeleri için takip edilmesi gerekiyordu. Bu itibarla Hz. Peygamber (asv), söz konusu
gaza ve seriyyeleri, müşrik kervanlarını takip maksadıyla sevk etmiştir.3
Nitekim Bedir Savaşı, Kureyşin ticaret kervanlarından elde ettiği kazançla giriştiği savaş
hazırlığına engel olma gerekçesiyle yapılmıştır. Uhud Savaşı da Bedir mağlubiyeti sonrası Hz.
Peygamber (asv)’den intikam almak düşüncesiyle, Ebu Süfyan’ın Şam ticaret kervanının
geliriyle hazırlanmıştı.4
Savaşa hazırlanmada böylesine önemli bir yaptırım olan ticaret kervanlarının takibiyle
finansal kaynakların kesilmesi, Müslümanları sürekli tehdit eden Mekkeli müşriklere karşı
Sîfü’l-Bahr, Rabığ, Harar, Nahle, Karde ve Îs seriyyeleri ile etkili bir yaptırım olarak
kullanmıştır.5
3. Saldırılara karşı savunma yapma.
Hz. Peygamber (asv)’in savaşlarının bütünü, gerekçeleri ve ana gayeleri açısından savunma
nitelikli olmakla birlikte, savaş stratejisi bakımından savunma nitelikli savaşları sayıca azdır.
Hz. Peygamber (asv)’in bazı savaşları, düşmanın Müslümanların varlığına ve toprak
bütünlüğüne karşı giriştiği saldırılar neticesi meydana gelmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber
(asv), saldırılara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmıştır. Zîrâ Kur’ân’da saldırıya maruz
kalınması hâlinde savunma yapmak için savaşa izin verilmekte6 ve savaşın meşru
gerekçelerle yapılması gerektiği vurgulanmaktadır.7
23
Bedir-Hendek savaşları arasındaki mücadele dönemi, Mekkeli müşrikler ve Medine
Yahudilerine karşı savunmaya yönelik girişimlerdir.8 Özellikle birlikte yaşadıkları Yahudilere
karşı alınması gereken savunma tedbirlerinin, daha sonraki dönemlerde ne kadar hayatî bir
önem arz ettiği müşahede edilmektedir. Nitekim Mekkeli müşrikler ve Hayber Yahudilerinin
katılımıyla oluşturulan güçlü Ahzab birliği karşısında, Medine’yi savunma durumunda kalan
Müslümanlar, savaş esnasında Kureyzalıların ihanetiyle tehlikeli anlar yaşamıştır.9 Hz.
Peygamber (asv), Medine döneminde özellikle Yahudilerin Müslümanlara karşı takındıkları
düşmanca tavırlarıyla mücadele etmek ve gelebilecek muhtemel saldırıya karşı hazırlıklı
olmak zorunda kalmıştır.10 Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, hem meşruiyet
açısından hem de savaş stratejisi açısından saldırılara karşı savunmanın hedeflendiği en
önemli savunma savaşlarıdır.
4. Düşman hakkında bilgi toplama.
Hz. Peygamber (asv)’in bazı gaza ve seriyyeleri her ân saldırma fırsatı kollayan düşman
hakkında bilgi edinmek maksadıyla yapılmıştır. Müslümanların öncelikle müşrikler olmak
üzere bütün düşmanlara karşı dâima teyakkuz hâlinde olmaları gerekiyordu. Bu gerekçelerle
Hz. Peygamber (asv) Medine’nin güvenliğini sağladıktan sonra çevre kabilelerle anlaşma
yaparak Mekke müşriklerine karşı daha tedbirli olmayı hedeflemiştir. Gönderilen ilk
seriyyeler genellikle düşman hakkında haber toplamak, istihbarat elde etmek, onların siyasî,
ekonomik durumlarını kontrol altına almaya yönelik olmuştur.11
Savaşlardan önce bilgi toplamak için keşif kolları ve casuslar gönderilmiştir. Keşif kolu,
istihbarat ve diğer yollarla düşmanın genel durumu hakkında bilgi sahibi olmak,
Müslümanların güvenliği bakımından hayatî önemi haizdi. Zîrâ Mekke fethine kadar düşmana
karşı az bir kuvvetle mücadele etmek zorunda kalan Müslümanlar, düşmanın savaş gücü
hakkında onların nasıl, nerede ve hangi şartlar altında savaşacaklarına dâir bilgiler elde
etmek mecburiyetinde kalmıştır.12 Nahle, Birinci Zû’l-Kassa, Vâdi’l-Kura’, İkinci Cinab,
Huneyn, Abdullah b. Revaha ve Hayber seriyyeleri, ansızın saldırma ihtimali olan düşman
hakkında istihbarat elde etmek için tertiplenmiştir.
5. Anlaşmaların ihlal edilmesi ve ihaneti cezalandırma.
Anlaşmaların ihlâli, uluslararası ilişkilerde suç teşkil etmektedir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi
ve sellem) döneminde de anlaşma yapılan tarafların anlaşma maddelerini ihlâl etmeleri, bazı
savaşların sebebini oluşturmuştur. Hicretten sonra Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.)
Medine’de yaptığı Medine Vesikası ile Hudeybiye barış anlaşmasının ihlâli, bazı savaşların
meydana gelmesinin temel sebebini oluşturmuştur.
Allah Resulü (aleyhi ekmelüttehâyâ) anlaşmalara her zaman azamî derecede riayet etmiştir.
Bunun en çarpıcı örneği şu hâdisedir: Hudeybiye anlaşmasının bir maddesine göre,
"Mekke’de Müslüman olan bir kimse Medine’ye sığınmak isterse, talebi kabul edilmeyip
kendisi Mekke’ye iade edilecekti." İmza işi biter bitmez Mekke delegesinin oğlu Ebu Cendel
zincirlerini sürüyerek Hz. Peygamber (asv)’e gelmiş ve himaye talebinde bulunmuştur.
Mekkeliler adına anlaşmayı imzalayan Süheyl b. Amr'ın, anlaşmanın yürürlüğe girdiğini ileri
sürerek buna itiraz etmesi üzerine “Ey Müslümanlar! Beni dinimden döndürmeye çalışan bu
Kureyşlilere geri mi vereceksiniz?” diye feryat eden Ebu Cendel’e Hz. Peygamber (asv),
24
“Ey Ebu Cendel sabret! Ecrini Allah’tan bekle. Allah sana ve senin
durumunda olanlara bir kapı açacaktır. Biz Kureyş ile bir sözleşme
imzaladık. Onlar bize, biz onlara Allah adına söz verdik, sözümüzden
dönemeyiz.”13
cevabını vermiştir. Bu hazin hâdise, Hz. Peygamber (asv)’in anlaşma hükümlerine sonuna
kadar bağlı olduğunu gösteren çok önemli bir örnektir.
Hicretten sonra Mekkelilerle başlayan savaş dönemi, Hudeybiye Anlaşması’yla sona
ermişken, Kureyşlilerin ihlâliyle bu anlaşma da bozulmuştur. Bu gerekçeyle Hz. Peygamber
(asv) onları tedip gayesiyle Mekke üzerine yürümüştür.14 Hz. Peygamber (asv)’in müşriklerle
olduğu gibi Medine’deki Yahudi kabileleriyle savaşları da yapılan anlaşma hükümlerine aykırı
hareket etme ve anlaşma hükümlerine muhalif olarak düşmanla işbirliğine kalkışma gibi
meşru sebeplerle yapılmıştır. Hicretten sonra Medine’deki Yahudi kabileleriyle yapılan
anlaşmaya göre, "bütün Medine halkının tek bir toplum olduğu, Müslümanlar aleyhinde
müşrikler ve müttefikleriyle anlaşma yapılamayacağı ve onlara yardım edilemeyeceği" kabul
edilmiştir. Anlaşma metninde özellikle Kureyş müşriklerinin kesinlikle desteklenmeyeceği
ibaresi yer alıyordu.15 Söz konusu anlaşma hükümleri doğrultusunda Kaynuka, Nadir ve
Kureyza oğulları Yahudilerine karşı yapılan savaşlar, anlaşmalara ihanetin bir neticesi olarak
meydana gelmiştir.16
Netice itibariyle yapılan anlaşma maddelerine, kendi aleyhlerine hükümler ihtiva ediyor
olmasına rağmen, titizlikle riayet eden Hz. Peygamber (asv), zaman zaman müttefiklerinin
ihanetine uğramıştır. İşte bu durum Kaynuka, Nadir, Kureyza oğulları gazaları ile Mekke
fethinin temel gerekçesini oluşturmuştur.
6. Baskın ve talanı cezalandırma.
Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlara ait yaylım hayvanlarının yağmalanması ve bu sırada
Müslümanlardan bazılarının şehit edilmesi, bir kısım seriyyelerin sebebini oluşturmuştur.
Müslümanlar sırf inançları sebebiyle saldırılara maruz kaldığından, bu saldırıları yapan kişi ve
onları organize eden kabilelerle mücadele edilmesi gerekiyordu. Baskın ve talana maruz
kalınması durumunda, kişinin malını ve canını korumak maksadıyla yapacağı savunma, meşru
müdafaa olarak değerlendirilir. Meşru müdafaa sırasında verilen mal, can gibi zayiat, İslâm
hukuku açısından herhangi bir cezayı gerektirmez. Harar, II. Zû’l-Kassa, Tarif, Fezare oğulları,
Ükl ve Uraniler, Meyfaa seriyyeleri ile Kureyza oğulları, Safevân / Birinci Bedir, Sevik ve
Dûmetü’l-Cendel gazaları, değişik sebepleriyle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.) ve
Müslümanlara ait malların yağmalanması veya yağmalanma teşebbüsü sırasında
Müslümanlardan bazı kişilerin şehit edilmesi gibi saldırı ve hâdiseler neticesi meydana
gelmiştir.
7. Düşmanın taraftar bulmasını engelleme.
Hz. Peygamber (asv), hayatının bütün safhalarında, barış ve anlaşmaya açık bir tutum
içerisinde olmuştur. Mekkelilerin vatanından kovduğu, hicrete mecbur edip Medine’de de
rahat bırakmadığı bir durumda, Medine’de yaşayan farklı dinlerden kabilelerle bir anlaşma
yapmıştır. Bu çerçevede Kureyş’in ticaret yolu üzerinde bulunan bazı kabilelerle, düşmandan
önce anlaşma yapmak suretiyle bu kabilelerin düşman safında yer almasını önlemek ve barış
zemini oluşturmak için anlaşmalar yapılmıştır.17 Ebvâ ve Zû’l-Uşeyre gazaları barış
anlaşmasını fiilen hayata geçirmek için gerçekleştirilmiştir. Allah Resulü’nün bu çabası, sıcak
25
savaş şartlarının henüz yaşanmadığı Medine döneminde, anlaşmazlıkları sulh ve barış ile
neticelendirme gayreti olarak değerlendirilmelidir.
8. Saldırı haberinin alınması üzerine yapılan müdahaleler.
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gaza ve seriyyelerinin önemli bir kısmı,
özellikle şahsı ve Müslümanlara sırf inançları gereği, yapılması plânlanan bazen bir kabilenin
bazen de kabileler topluluğunun saldırı haberinin alınması neticesi sevk edilmiştir. Saldırı
plânının yapıldığı haberinin alınması sonucu herhangi bir müdahalede bulunmama, düşmanın
saldırısı karşısında teslim olmak anlamına gelecektir. Düşmanın kesin olarak gerçekleştireceği
harekât karşısında ilk darbeyi yememek için, Hz. Peygamber (asv) harekete geçmiştir.
Düşmanın fiilen saldırısı meşru bir savaş sebebi olmakla beraber, istihbaratla bir saldırı
hazırlığının kesin olarak alınması da meşru bir mukabele sebebi olmaktadır.18 Birinci Zû’lKassa, Karkaratü’l-Küdr, Bahran, Dûmetü’l-Cendel, Müreysi, Vâdi’l-Kura’, Türebe, Necid /
Hevazinler, Meyfaa, Cinab, Zatü’s-Selasil, Bekiroğulları, Abdullah b. Revaha, Hayber, Gâbe,
Kutbe b. Amir seriyyeleri ile Gatafan, Katan, Zâtu’r-Rika’, Huneyn, Taif, Hayber, Fedek
gazaları ve Tebük seferi, düşmanın saldırı yapacağı bilgisinin alınması üzerine sevk edilmiştir.
Sayıca fazlalığı dikkate alındığında, gaza ve seriyyelerin çoğunun saldırı haberinin alınması
neticesi meydana geldiği görülecektir.
9. Zulme uğrayan Müslümanlara yardım etme.
Savaşların bir kısmı, inançları sebebiyle Müslümanlara baskı ve işkence yapan kabile ve
devletlerin din ve inanç hürriyetine uyguladıkları baskıya son vermek maksadıyla yapılmıştır.
Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlara düşmanlık duyguları ile dolu olan kişi, kabile ve
devletler, düşmanlıklarını sahip oldukları her fırsatı değerlendirerek fiiliyata dökmüştür. Bu
eylemler, bazen başka devletlerin sınırları içerisinde yaşayan Müslüman azınlığa baskı ve
işkence yapmak şeklinde de tezahür edebilmiştir.
Kur’ân’da, zulme maruz bırakılarak inanç ve ibadet hürriyetleri engellenen, inandığı dinin
öğretilerine uygun hayat yaşamasına engel olunan Müslüman fert ve toplumlar, bütün
güçleriyle bu zulmü ortadan kaldırmakla sorumlu tutulmaktadır.19
“Size ne oluyor da ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar,
katından bize bir sahip çıkan gönder, tarafından bize bir yardımcı lütfet’ diyen
zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda
savaşmıyorsunuz?!”20
âyetiyle, zulme maruz kalan insanlara yardım için savaşılacağı hükmü temellendirilebilir.
Yardım talebinden sonra Hudeybiye Anlaşması döneminde Kureyş’in saldırılarına karşı Hz.
Peygamber (asv)’in Huzaa Kabilesi’ne yardım etmesi,21 bu âyetteki emrin yerine
getirilmesine örnek olarak anlaşılabilir.22 Bi’r-i Maûne seriyyesi ve Dûmetü’l-Cendel gazası,
Hz. Peygamber (asv)’in zulme maruz kalan Müslümanlara yardım için yapmak zorunda kaldığı
askerî müdahalelerdir.
10. Tebliğin önündeki engelleri bertaraf etme.
Tebliğ, Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanların aslî vazifesi olduğuna göre, her durumda
Allah’ın adının bütün dünyaya barış şartlarında ulaştırılması hedeflenmiştir. Düşmanın
kaçınılmaz olarak savaşın içine çektiği durumlarda bile, tebliğ görevi ihmal edilmemiştir.23 Bu
sorumluluğun bir gereği olarak Hz. Peygamber (asv), çevre kabile ve devletlere tebliğ
26
heyetleri göndermiştir. Tebliğ maksadıyla yapıldığı iddia edilen gaza ve seriyyelerin
gerekçeleri incelendiğinde, bunların tamamen tebliğ gayesiyle gönderilen heyetlere saldırı
yapılması durumunda, heyetlerin nefs-i müdafaada bulunmalarının bir sonucu olarak
meydana geldiği görülür. Bir başka ifadeyle savaş, muhatabın İslâm’ı kabul etmemesinden
değil, Müslümanlara saldırı söz konusu olduğu için gündeme gelmiştir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber (asv) insanların zorla İslâm’ı kabul etmeleri için değil, tebliğin önündeki engelleri
kaldırmak için savaşmıştır.
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) davet maksadıyla gönderdiği seriyyeler
arasında Ka’b b. Umeyr’in başkanlığındaki Zât-ı Atlah24 Amr b. Âs’ın Zatü’s-Selasil25,
Abdurrahman b. Avf’ın Dûmetü’l-Cendel ve Halid b. Velid’in Cezime seriyyeleri26 sayılabilir.
Yine davet maksadıyla gönderilen İbn Ebi’l-Evca, Süleymoğullarını İslâm’a davet etmiş ancak
onlar “Senin davetine bizim ihtiyacımız yoktur.” diyerek Müslümanlara oklu saldırıda
bulunmuş ve İbn Ebi’l-Evca dışındakilerin hepsini şehit etmişlerdir.27
Hz. Peygamber (asv), bazen bir talep karşısında bazen de herhangi bir talep olmaksızın, sırf
İslâm’ı tebliğ gayesiyle bazı kabile ve devletlere heyetler göndermiştir. İslâm’ı tebliğ etmenin
dışında hiçbir maksadı olmayan bu heyetler, pusuya düşürülmek ve ihanete maruz kalmak
suretiyle şehit edilmiştir. Reci’, Bi’r-i Maûne, Süleymoğulları, Zât-ı Atlah, Zâtü’s-Selasil,
Cezîmeoğulları, Uman, Bahreyn ve Dûmetü’l-Cendel seriyyeleri, değişik sebepleri olmakla
birlikte, ağırlıklı olarak İslâm’ı çevre kabile ve devletlere tebliğ için gönderilmiş tebliğ
heyetlerinin öldürülmesi ile sonuçlanmıştır.
Kendi iradeleriyle, kabilelerinin İslâm’a meyilli olduklarını ileri sürerek Hz. Peygamber’den
(s.a.s.) tebliğ heyeti talep edenlerin, gönderilecek tebliğ heyetini emanla koruyacaklarını
taahhüt etmelerine rağmen, heyeti pusuya düşürerek şehit etmeleri, bazı gaza ve
seriyyelerin sebebini oluşturmuştur. Bütün insanların ebedî kurtuluşunu temin edecek
dinamiklere sahip bir dinin insanlığa duyurulmasından başka bir maksat taşımayan bu tebliğ
heyetleri, pusuya düşürülerek hain saldırıların hedefi olmuştur. Hz. Peygamber (asv) de
şahsında İslâm’a düşmanlık yapan bu kimselerle nefs-i müdafaa gayesiyle mücadele sürecine
girmiştir. Zâtu’r-Rika’ gazası ile Cemum, Meyfaa, Âmir oğulları, İkinci Sîfü’l-Bahr ve Hayber
seriyyeleri, barışçı tebliğ heyetine karşı yapılan saldırıları etkisiz hâle getirmek için yapılmıştır.
11. Elçilere kötü muamele yapılmasını ve onların öldürülmesini cezalandırma.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra bölge ülkelerin
hükümdarlarına, İslâm’a davet maksadıyla elçiler göndermiştir. Bu hükümdarlardan bazıları
tebliğ çağrısına olumlu cevap vermiş, bazıları da sadece olumsuz cevap vermekle kalmamış,
elçilere ve gıyaben Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanlara nezaket sınırlarını zorlayan, hattâ
hakarete varan davranışlarda bulunmuştur.28 Tebliğ vazifesini îfâ için yakın ve uzak kabile ve
devlet başkanlarına gönderilen bu elçiler, bazen İslâm’a davet edilen devlet veya kabile
başkanı tarafından hakarete maruz kalmış, bazen öldürülmüş, bazen de farklı kişiler
tarafından saldırıya uğrayıp yağmalanmıştır. Oysa tarih boyunca ve günümüzde elçiler,
uluslararası hukukta can güvenliğine sahiptir.29 Can güvenlikleri garanti altına alınan elçilerin
tahkir edilmesi, yağmalanması hattâ öldürülmesi, suçu irtikâp eden kişi ve kurumlar
açısından suç teşkil etmektedir. Hımsa, Kuraytoğulları ve Kuratalar seriyyeleri ile Mû’te
seferi, bu sebeple gerçekleştirilmiştir.
27
12. Düşmanın savaş ilânına cevap verme.
Düşmanın savaş ilân etmesi Hz. Peygamber (asv)’in gaza gerekçeleri arasında yer almaktadır.
Savaş ilân eden bir topluluğa mukabelede bulunmamak, düşmanı cesaretlendirip onun daha
güçlü ve cesaretli saldırısına sebep olacağından, savaş ilânına karşılık verilmesi gerekir. Bu
anlamda savaş ilânına karşılık vermek meşru bir müdafaadır. Çünkü düşman savaş ilân
etmekle savaşma kararlılığı göstermiş olmaktadır. Bu kararlılık karşısında saldırı tehlikesiyle
karşı karşıya olan Hz. Peygamber (asv), savaş ilânına karşılık vermiştir. Bunun tek örneği
Küçük Bedir gazasıdır.
Hz. Peygamber (asv), Mekkeli müşriklerle yaptığı Uhud Savaşı’nda bir yönüyle mağlup
olunca, galibiyetin verdiği gururla ertesi yıl Bedir’de tekrar buluşmak için meydan okuyan Ebu
Süfyan’ın teklifini kabul etmiştir.30 Kureyş’in savaş tehdidine mukabelede bulunmanın gereği
olarak Hz. Peygamber (asv), zamanı geldiğinde Ebu Süfyan’ın savaş ilânına karşılık vermek
maksadıyla gazaya çıkmış31; ancak karşısında kimseyi bulamamıştır. Mekke’den iki bin kişiyle
yola çıkan Ebu Süfyan, kıtlık olduğunu bahane ederek belirlenen bölgeye gelmeden tekrar
Mekke’ye dönmüştür.32 Bu gazanın, Ebu Süfyan’ın savaş ilânına karşılık vermek için yapıldığı
açıkça anlaşılmaktadır.
Sonuç
Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselâm) savaşlarının sebep ve gerekçelerinin incelendiği
bu çalışmada, savaşların çok farklı sebep ve gerekçelerle meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Buna göre bütün savaşlar meşru bir temele dayandığından, Hz. Peygamber (asv)’in haksız
olarak nitelendirilebilecek bir askerî müdahalesinin olmadığı sonucuna varılabilir. Savaşları
hazırlayan sebep ve gerekçeler bütünü dikkate alındığında, Hz. Peygamber (asv)’in meşru bir
gerekçe olmaksızın, herhangi bir kabile veya devlete haksız bir saldırıda bulunmadığı çok açık
bir şekilde görülmektedir.
İslâm’ın Kur’ân ve Sünnet merkezli ilke ve esasları dikkate alındığında, gerek fert ve gerekse
devlet ölçeğinde münasebetler, barış esasına dayanmaktadır. Savaş ise istenmeyen bir
mecburiyet olup arızî / geçici bir durumdur ve bir varlık mücadelesi olarak gündeme gelebilir.
Günümüze bakan yönüyle ifade edilecek olursa, Hz. Peygamber (asv)’in savaşlarının sebep ve
gerekçeleri, her dönemde olduğu gibi günümüzde de, meydana gelen savaşların meşruiyetini
belirlemede temel ölçüt olarak kabul edilebilir mahiyet ve özellikler taşımaktadır.
Dipnotlar
1. Hattâb, Mahmud Şît, Komutan Peygamber Hz. Peygamber’in Askerî Dehası, çev. Ağırakça,
Ahmed, İst., 1988, s. 56.
2. Gaza ve seriyyeler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Nargül, Veysel, Kur’an ve Hz.
Peygamber’in Uygulamaları Işığında Cihad, (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2005, s. 111217.
3. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik b. Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa
Sekâ ve arkadaşları, by., ts., II, 241-242, 245; Müslim, Sayd 17.
4. İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut, 1985, II, 37; Semhûdî, Nuruddin Ali b.
Ahmed, Vefâu’l-Vefa, Beyrut, ts., I, 281. Ayrıca bkz. İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Hasan Ali b.
Muhammed, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965, II, 113, 116; Buhârî, Menakıb, 251, Megazi, 2.
28
5. Bkz. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, Ankara, 2003, II, 10361037.
6. Hac, 22/38; Bakara, 2/190; Şûra, 42/41.
7. Bakara, 2/194.
8. Hattâb, Komutan Peygamber, s. 13.
9. Vâkidî, Muhammed b. Ömer, Kitâbu’l-Meğazî, Oxford Üniversitesi, 1966, II, 459-460; İbn
Kayyim, Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî Bekir, Zâdü’l-Meâd fî Hedy-i Hayri’l-İbâd, Kahire, ts.,
III, 129-130.
10. Bakara, 2/91; Al-i İmran, 3/183; Kasas, 28/48-50.
11. İbn Hişâm, I-II, 601 vd.; Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 139.
12. Bkz. Belâzurî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yahya b. Cabir, Ensâbu’l-Eşraf, Beyrut, 1996, I, 383384; Kettânî, Abdulhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye, Beyrut, ts., I, 363.
13. İbn Hişâm, III-IV, 318; Beyhâkî, Ahmed b. Ali b. Hüseyin, es-Sünenü’l-Kübrâ, Haydarabad,
1344, Sünen, IX, 219-220.
14. İbn Kayyim, Zadu’l-Meâd, III, 290, 394.
15. Bkz. İbn Hişâm, I-II, 501-504.
16. İbn Sa’d, II, 28-29, 57-59, 74-78; İbnü’l-Esîr, II, 137-139; Süheylî, Abdurrahman b. Abdillah
b. Ahmed, er-Ravdu’l-Unuf fî Tefsiri’s-Sîreti’n-Nebeviyye li İbn Hişâm, Kahire, ts., II, 296;
Semhûdî, I, 277-278, 298.
17. Enfâl, 8/58; Tevbe, 9/12-13; Güner, Osman, Resûlullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri,
Ankara, 1997, s. 299.
18. Enfâl, 8/58; Tevbe, 9/12-13; Al-i İmran, 3/146-147, 200.
19. Hac, 22/39-40.
20. Nisâ, 4/75.
21. Ebu Yusuf, Yakub b. İbrahim, Kitâbu’l-Harâc, Kahire, 1396, s. 230; Belâzurî, Fütûhu’lBuldân, thk. Abdullah Enîs et-Tabbâa’, Beyrut, 1987, s. 41.
22. Yaman, Ahmet, İslam Devletler Hukukunda Savaş, İstanbul, 1998, s. 86-87.
23. Darimî, Siyer, 8.
24. İbn Sa’d, II, 127-128.
25. İbnü’l-Esîr, II, 232.
26. İbn Hişâm, IV, 280-281.
27. İbn Sa’d, II, 123.
28. İbn Kesîr, İbn Kesîr, İmaduddin Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966, IV,
268 vd.
29. Şeybânî, Muhammed b. Hasen, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, (Serahsî’nin şerhi ile birlikte), Beyrut,
1997, II, 72; Turnagil, Ahmet Reşid, İslamiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul, 1972, s. 92-96.
30. İbn Hişâm, III, 100; Belâzurî, Ensâb, I, 417.
31. Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Târihu’t-Taberî Târihu’l-Ümem ve’l-Müluk, Beyrut,
ts., III, 42; İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, Cevâmiu’s-Sîre, çev. M. Salih Arı,
İstanbul, 2004, s. 180-181.
32. İbn Hişâm, III, 220; İbn Sa’d, II, 59-60.
(Dr. Veysel Nargül, Yeni Ümit Dergisi, Yıl 2009, sayı 86)
29
İbni Haceri Mekki’nin "ibadetleri müzikle yapmak, ilahileri müzikle söylemek
küfre sebep olur.” sözünü nasıl anlamak gerekir? Müzikle ilahi söylemek
günah mıdır?
Bildiğimiz kadarıyla, İbn Hacer’in bu hükme varması, o günkü bir kısım ehl-i tarik ile bazı
alimler arasında münakaşa mevzuu olan “Zikir esnasında ney çalmak, semaa kalkmak” gibi
hususların belirtilmesi amacına dayanır. Söz konusu hususların haram olup olmadığı konusu
eskiden beri tartışıla gelmiştir.
Kur’an’ı bir müzik eşliğinde okumak, namazı bir müzik eşliğinde kılmak elbette çok büyük bir
hatadır. Eğer bunu yapanın maksadı ibadeti, tilaveti hafife almak, işi çığırından çıkarmak ise,
bunun küfre kadar götüren yolu vardır. Eğer böyle bir niyet olmamakla beraber, kişi heva ve
hevesine uyarak böyle yaparsa, bu takdirde o ibadetin ve tilavetin sevabını iptal etmekle
beraber, büyük bir vebale de maruz kalacağı açıktır.
Prensip olarak özellikle bu asırda, tekfir mekanizmasını kullanmamak dinî açıdan en ihtiyatlı
bir yoldur. Çünkü, kâfire bu unvanı kullanmadığımız zaman bundan sorumlu olmayız. Zira,
bizim kâfirleri belirlemek gibi bir görevimiz bulunmamaktadır. Kaldı ki bir kimseye isabetle
“kâfir” desek bile bir sevap kazanmayız. Çünkü “zem / kötülemek” sâlih amel değildir. Saadet
asrında birer kâfir olan münafıkların Resulullah (asv) tarafından teşhir edilmemesi, genel
olarak Müslümanların kimlerin münafık olduğunu bilmemesi, bu tespitimizin doğruluğunun
kanıtıdır. Halbuki, bir kimseye yanlışlıkla “kâfir” damgasını vurmak -hadisçe sabit ve malum
olduğu üzere- çok risklidir.
Günümüzde, bazı düğün ve derneklerde (toplantılarda) okunan ilahilerin bir sakıncasının
olduğunu düşünmüyoruz. Özellikle bu dinî atmosferden uzak asırda, her fırsatta dini
hatırlatacak söz ve davranışları samimiyetle sergilemek önem arz etmektedir. Ancak bu
konuda da ifrat ve tefritten uzak durmak gerekir. Söz gelişi, bir ayeti veya bir aşri müzik
eşliğinde okumak elbette doğru değildir. Yahut, halay çekip tepinirken Allah’ın isimlerini
terennüm etmek doğru değildir. Her şeye rağmen, insanları tekfir etmekten uzak durmak en
ihtiyatlı ve takvalı bir yoldur.
Bilindiği gibi pekçok müzik âleti şerde kullanılmaktadır. Bunlarla, genellikle dinlenilmesi
meşru olmayan sesler çıkartılmaktadır. Bu âletleri çalan kimselerin çoğu nefsine ve keyfine
düşkün kimseler olarak bilinir. Fakat aynı âletlerden olan meselâ ney, tanbur, ud, kudüm,
bendir ve saz gibi musikî âletlerini ilâhî, kahramanlık türküleri ve mehter marşlarının
icrasında kullanıldığında, çıkardıkları sesler dinleyenlere müsbet şekilde tesir edeceği için, bir
mahzur teşkil etmeyeceğini söylemek mümkündür. Ancak bunda da ölçüyü muhafaza etmek
lâzımdır. Ameller niyete göre değerlendirildiğinden, saz eşliğinde kahramanlık türküleri veya
öğüt verici şiirler söyleyen kimse, halka bu yolla da müsbet telkinde bulunmaktadır.
Fakat bu gibi işleri de gerektiğinde, ihtiyaç görüldüğünde, his ve duyguları müsbete ve meşru
daireye kanalize edildiği anda kullanmalıdır.
Musikîde bir ölçü olan şu gerçeği de hatırlatalım:
“Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri
Rabbânî aşkları irâs eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsâni
30
şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin
ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”(Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, s. 78)
Yani, İslâma göre bazı sesler helâl, bazı sesler ise haramdır. Yüce ve dinî hüzünleri, ilâhî
aşkları, sevgileri hatırlatan sesler helâldir. Şikâyet dolu, acı ve ıztırabı arttıran hüzünleri, kişiyi
günaha sürüklemeye vesile olan şehevî ve cinsel duyguları tahrik eden sesler haramdır. Dinin
açıkça belirtmediği sesler ise ruh ve vicdana yaptığı tesire göre hüküm alır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Dinimizin, müzik dinmele konusundaki ölçüsü nedir?
Çalgılı müziklerin dinlenmesi hususunda hadisler ve İslam alimlerinin görüşleri nelerdir?..
31
Esma-i ilahiyenin insanlara azami tecellisi nasıl olur, bu tecelli nasıl sağlanır?
Evliyadan bazısına azami tecelli eden isimler neye göre değişir?
Kendimizde hangi ismin azami tecelli ettiğini nasıl bilebiliriz?
1. Bildiğimiz kadarıyla, herhangi bir ismin azamî tecellisine mazhar olmak için belli bir yöntem
yoktur. Genel olarak insanlar Allah’ın ekser isimlerinin tecellilerine mazhardır. Fakat bu
isimlerin özel bir mazhariyetine nail olmak için emir ve yasaklar çerçevesinde hareket
etmekten ibaret olan takva dairesinde yaşamak gerekir.
Allah’ı tanımanın en sağlam ve güzel yollarından birisi, eserden müessire doğru gitmektir.
Yani eserlerinden hareket ederek, eser sahibini tanımaktır. Bu yüzden kainat ve içindeki
sanatlar hepsi birer penceredir, bu pencerelere iman gözü ile bakılırsa, marifet şuaları
parıldar. Her bir eser üstünde, Allah’ın isim ve sıfatları tecelli eder, insan bu tecellileri takip
ederek kaynağı olan Allah’a ulaşır. Bu tecelliler içinde, Allah’ın binbir ismi tecelli eder, her
meslek ve meşrep sahibi, bu isimlerden birisini esas alır ve o ismin gözlüğü ile kainata ve
eserlere bakar; o isme yapışır ve o ismin tecelli ipi ile Allah’a ulaşır.
2. Evliyanın, belli bir ismin azamî tecellisine mazhar olmak için özel bir tılsım kullandığına dair
bir bilgiye sahip değiliz. Takva mertebelerinde ilerlerken bu tür mazhariyetler ilahî birer lütuf
olarak onlara verilir. Evliyaların belli bir isme mazhar olmak için özel bir gayret
göstermediklerini düşünüyoruz. Bilakis zaman içerisinde kendilerinde bu isimlerin
tecellilerine mazhariyetlerini gördükten sonra bunu fark etmişlerdir. Çünkü, bir ismin azamî
tecellisine mazhar olmak için yapılan gayretler, bir bakıma kulluğun temel unsuru olan ihlasın
idam fermanı anlamına gelir. Bu ise, herhangi bir mazhariyete götürmesi şöyle dursun, var
olan mazhariyetlerin dahi yok olmasına neden olabilir. ÇÜNKÜ;
“Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar… Eğer dünyaya ait
faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir
cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır,
netice vermez."
"İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı
Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü'l-Kebîr'i, o
faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları
göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o
faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat
istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp
eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur.”(Lem'alar, On Yedinci Lem'a,
On Üçüncü Nokta, İkinci Mesele).
Kerametler, mazhariyetler manevî mertebeler de olsa, bir hedef olarak belirlendiği takdirde,
ubudiyetin mayası olan ihlası zedelemeye yeter. Çünkü, kulluğun harcı acizlik ve fakirliktir.
Oysa, bu tür makamlara göz dikmek, âcizlik ve fakirliğini idrak etmektense, şımarıklığı netice
veren bir âlâyış, niyazdan naz makamına uçuran bir kuruntu haline gelir.
3. Bu açıklamalar şu 3. maddenin de bir cevabıdır. Allah bizden hangi isme mazhar
olduğumuzu sormaz ve böyle bir bilgi ile bizi sorumlu tutmamıştır. Bizi sorumlu tuttuğu şey,
Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlayan ihlaslı ubudiyettir.
32
Şunu da belirtelim ki, sağlam tefekkür etme sistemine sahip olanlar, sonuçta Allah’ın Hakîm
ismine mazhar oldukları gibi, ilahî aşk ile tutuşanlar da netice itibariyle Vedud ismine mazhar
olacaklardır. Keza, kâinata mana-yı harfi ile bakanlar, sanattan Sânia / sanatkâra gidebilenler,
kâinatın dış güzelliği ve mükemmelliğiyle bir eser-i sanatı olduğu Allah’ın Zahir ve Batın
isimlerinin azamî tecellilerine mazhar olabilirler.
İlave bilgi için tıklayınız:
Her insanda galip olan bir isim var mıdır? Hangi isme mazhar olduğunu bilmek gerekir mi?
Allah'ın isimleri hakkında bilgi verir misiniz?
33
İslâm harflerinin mukaddesliğinden bahsediliyor. Bâzı kimseler, “Tanrının dili
yoktur. Kutsal kitapların hurûfâtı değil içeriği kutsaldır.” diyorlar. Arap
alfabesinin İslâm dîninde yeri ve önemi nedir?
Bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:
- Arap harflerinin -Arapça harfler olduğu için- kutsal olduğunu söyleyemeyiz. Aynı harflerle
iman esasları yazıldığı gibi, küfür esasları da yazılabilir. Bu açıdan bakıldığında bütün harfler
kullanıldığı dilin sadece bir aracıdır.
- Kur’an, hem lafız hem mana itibariyle Allah’ın kelamıdır ve Arapçadır. Bu husus, ayetlerle
sabit olduğu gibi (Nahl, 16/103; İbrahim, 14/4; Fussilet, 41/44), İslam alimlerinin de ortak
görüşüdür. Arap harflerinden başka Latin ve benzeri harflerle Kur’an metnini sağlam yazmak
mümkün değildir. Bu tecrübeyle sabittir.
Konuya bu açıdan bakıldığı zaman, Kur’an’ın lafızları semavî, ilahî olduğuna göre, bu lafızları
oluşturan Arapça harflerin de -kutsala vesile olmaları cihetiyle- bir nevi kutsallık kazanmaları
söz konusu olabilir. Fakat harflerin bu kutsallığı Kur’an ile ilintili olduğu zamana mahsustur.
Hadis-i şerifte “Kur’an’ın her bir harfine en az on sevap verileceği...” (Tirmizî, Sevâbü’l
Kur’an, 16, 2912) ifade edilirken “harfler”e de dikkat çekilmiştir.
- Kur’an’ın mucizelik yönünün en bariz olan kısmı, onun Arapça ifade tarzındandır. Bu ifade
tarzı ise, Arapça ifadenin barındırdığı Arapça kelimelerden oluşuyor. Arapça kelimelerin
yazılışı ise -yukarıda ifade edildiği üzere- ancak Arapça harfleriyle -tam olarak- mümkündür.
Diğer bir ifadeyle, Kur’an ifadelerinin manası yanında, ifadede geçen lafızların ve harflerin de
bir nevi mucizeliği söz konusudur.
Mesela, Sad suresinin başında geçen “Sad” harfi, Şura suresinin aşında geçen “Hâ-Ayn-Kaf”
harflerini Arapça dışındaki harflerle yazmak mümkün değildir. Oysa, bunların tek başına birer
şifre, sayısal birer tevafuk, aynı surelerde geçen ilgili harfin nasıl, ne şekilde ve kaç defa
geçtiği gibi -Arapça bir harf olarak icaz parıltılarını gösteren- görevleri vardır.
- Kur’an’da “salat, zekât, riba” gibi bazı kelimeler “vav”la yazılmıştır. Bu yazı sitili sadece
Kur’an’a mahsustur ve alimler bu yazıya bu açıdan çok önem vermişlerdir.
- Bu ve benzeri daha pek çok noktalara dikkat çekmek mümkündür.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslam / Arapça harflerinin de diğer harfler gibi olduğunu
savunanlar, ilk maddede işaret ettiğimiz hususu dikkate aldıkları için bu görüşte ısrar
etmişlerdir. Bunlara kutsallık atfedenler ise, diğer maddelerdeki gerçekleri göz önünde
bulundurdukları için bu görüşü savunmuşlardır. Bu açıdan her iki görüşün de -kendi
sahasında ve kendi açısından- haklı olduğunu söylemek mümkündür.
İlave bilgi için tıklayınız:
Neden Kur'an Dili Arapça'dır? Bunu milliyetçilik olarak düşünenlere ne denilebilir? Kur'an'ı
tercümesinden okusak daha iyi olmaz mı?
34
Misyar nikahı hakkında bilgi verir misiniz? İslamda bu nikahın yeri var
mıdır?
Anladığımız kadarıyla misyar denilen nikah, tarafların evlilik sorumluluğu almadan rahatça
kendi yaşamlarına devam etmesi ve evliliği -sadece isim olarak- bir arada götürmesi
anlamına geliyor. Sanki bu nikah sadece tarafların istedikleri anda görüşmelerine biçilmiş
ser'i bir kılıf gibi olmuş.
Maalesef bu tarz çarpık evlilikler yaygınlık kazanmasa bile şark toplumlarında da yayılıyor.
Her gün muhafazakar bir ülke olan Suudi Arabistan basınında bu tarz evlilik çeşitleri veya
modelleriyle karşılaşabiliyoruz.
Bunun en son örneklerinden birisi M. Diyab adlı yazarın yine 14 Mayıs 2007 tarihli Şarku'l
Avsat gazetesindeki yazısı. Bahsettiği evlilik çeşitleri bize yabancı.
Mehmet Zihni Efendi'nin Nimet-i İslam kitabı, iş yeri ile ikametgahı farklı olan bir insanın
muayyen günler veya gecelerde buluşmak üzere eşiyle akit yapabileceğine dair hükümlere
havidir..
Bu şeriat-ı semha'nın bir ruhsatıdır. Burada maişet derdi ile izdivaç zorunlulukları arasında bir
uyum ve denge kurulmuş veya dikkate alınmıştır. Yoksa sırf zevke hitap eden bir evlilik tarzı
değildir. Şartlarla ihtiyaçları bir araya getiren bir tarz.
Günümüzde ise sadece yolculuklara veya gezilere münhasıran yapılan evlilikler var. Bunun
formunu veya formülünü bilmemekle birlikte Araplar bu gezi beraberliklerine 'misfar evliliği'
diyorlar.
Bir de yazlık evlilikleri var. Bu bağlamda bazı Suudlu veya Körfez zengini yeni yetme
gençlerin Yemen'e giderek fakir ailelerin kızlarıyla yazlığına evlenebildiklerini ortaya koyan
veriler var. Buna da 'zevacu misyaf' deniliyor. Yani yazlık evlilikleri. Buna mukabil, friend
evlilikler denilen evlilik çeşidi de var. Dost hayatı veya metres evliliği. Hayatın yeni
gerçekleri. Yani metreslik artık evlilik makamına kaim olmaya başladı.
İşte bunlara ilaveten çoktan beri tedavülde olan 'misyar evliliği' de var. Kadın babasının
evinde kalıyor, erkek istediği zaman kadının yanına gelip gidiyor. Erkek eşinin hiçbir
ihtiyacına karışmıyor. Eşlerinin geçimini karşılamak zorunda olmaksızın evlenme imkanı
tanıyan bu nikah şekline, Körfez ülkelerinde yaşayan kadınların yanı sıra pek çok din alimi
de karşı çıkıyor. Suistimale açık ve kadını mağdur etmeye müsait bir uygulama olarak
görülüyor.
35
Download