İMAMIN BİLGİSİNE DAİR - Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi

advertisement
İMAMIN BİLGİSİNE DAİR (İMAMET DÜŞÜNCESİ)∗
Muhammed Hüseyin TABATABAÎ
Çev.: Mustafa AKÇAY∗∗
İmamın Anlamı
İmam veya lider, bir toplumda muayyen bir sosyal hareket veya
politik bir ideolojide ya da bilimsel veya dinî düşünce şekline önderlik yapan kişiye verilen bir ünvandır. Tabiatıyla önderlik yaptığı halkla olan ilişkilerinden dolayı o, hem önemli hem de tali meselelerde
kendi fiillerini onların kabiliyetlerine uydurmak zorundadır.
Yüce İslâm dini, insanların hayatlarının bütün alanlarını dikkate alır ve onlarla ilgili talimatlar sunar. İslam, insan hayatını manevî
bakış açısından inceler, bununla ilgili olarak insana rehberlik eder ve
ferdî hayata bakış açısından zahirî ve maddî varlık düzeyine düzenleyici müdahalede bulunur. Aynı şekilde o, sosyal hayat ve onun düzenine (yani yönetim düzeyine) de düzenleyici müdahalede bulunur.
Bu itibarla İslam’da imâmet ve dinî liderlik, İslamî yönetim;
İslamî ilimler ve emirler; manevî hayatta liderlik ve yenilikçi rehberlik
açısından olmak üzere üç farklı açıdan incelenebilir. İslam toplumu
bu üç alanın her birinde rehberliğe ihtiyaç duyduğu için Şiilik, bu
rehberlik işiyle meşgul olan ve bu dinî ilgi alanlarında toplumun lideri olan kimsenin Allah ve Peygamber tarafından tayin edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Tabiatıyla, bizzat Peygamber’in kendisi de İlahî
Kudret tarafından tayin edilmiştir.
∗
∗ ∗
Bu makale, Muhammed Hüseyin Tabatabaî tarafından yazılıp daha sonra Seyyid
Hüseyin Nasr tarafından “Shı’ıte ıslam”, State Univercity Of New York Pres,
Albany, 1975, İngilizce’ye çevrilen çeşitli makalelerden oluşan eserin s.173190’larının çevirisidir. Makale, imâmet inancı hakkındaki geleneksel Şii düşüncesinin günümüzde de sürdüğünü ve Tabatabâî’nin de aynı çizgiyi koruduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Eserin önceki bölümlerine atıfta bulunan ve konu
için önem arz etmeyen bir iki cümlelik bazı ifadeler, konu bütünlüğünü bozmaması amacıyla metin içine alınmamıştır. Bibliyografyaya ait tamamlayıcı bilgiler aynı
eserin genel bibliyografyasına dayanarak eklenmiş ve kısmen Türkçe kullanım tarzına göre uyarlanmıştır. (Çev. notu.)
Yrd. Doç. Dr. SA.Ü. İlahiyat Fak. İslam Mezhepler T. Öğr. Üyesi.
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
122
İmâmet ve Vekalet
İnsanoğlu, Allah vergisi yaratılışı sayesinde şunu şüpheye mahal
bırakmayacak şekilde anlar ki; bir ülke veya şehir, köy ya da kabile
hatta birkaç kişiden ibaret bir ev halkı gibi örgütlü hiçbir toplum,
hareket halindeki toplum çarkını çeviren bir lider, bir yönetici ve onun, her bir ferdin iradesini yöneten, sosyal görevlerini yerine getirmesi için o toplumun üyelerini idare eden iradesi olmaksızın varlığını
sürdüremez. Böyle bir yönetici olmaksızın bu toplumun unsuları,
kısa zamanda dağılır, düzensizlik ve kargaşa hüküm sürer. Bu yüzden büyük veya küçük bir toplumun yönetici ve idarecisi olan bir
kimse, kendi konumu ve toplumunun devam eden varlığıyla ilgilendiği takdirde, geçici veya daimî olarak görevini yapamaz hale geldiğinde kendisine bir vekil tayin edecektir. Bu kimse kendi yönetim
nüfuzunu asla terk etmeyecek, bunun varlık ve yokluğuna karşı asla
ilgisiz kalmayacaktır. Birkaç gün veya birkaç aylığına evinden ve ailesinden ayrılan bir aile reisi, aile üyelerinden birisini veya bir başkasını kendi vekili olarak tayin edecek, evin işlerini onun ellerine bırakacaktır. Bir enstitü başkanı veya bir okul müdürü ya da bir iş
yeri sahibi, birkaç saatliğine bile olsa kendi yokluğunda kendisini
temsil etmesi için birini seçecektir.
Aynı şekilde, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnete göre İslam, varlıkların
yaratılış/ fıtrat temelleri üzerine kurulmuş bir dindir. O, yakın uzak
her gözlemci tarafından müşahede edilmekte olduğu üzere sosyal
hayatla ilgili bir dindir. Allah Teala ve Hz. Peygamber’in bu dinin sosyal yapısına vermiş olduğu özel ihtimâm, asla inkar veya göz ardı
edilemez. Bu İslam’ın kıyaslanamaz bir özelliğidir. Hz. Peygamber,
İslam nüfuzunun etkilediği sosyal grupların teşekkülü problemine
karşı asla ilgisiz kalmamıştı. O, Müslümanların eline geçen herhangi
bir şehir veya köye, mümkün olan en kısa zamanda, Müslümanların
işlerini ellerine bırakacağı bir yönetici veya idareci tayin etmişti.1 O,
cihat emri verilen çok önemli askerî seferlerde, yerine vekalet etmesi
için, birden fazla lider ve komutan tayin etmişti. Nitekim Mûte savaşında, birincisi öldürülürse ikincisi, ikincisi öldürülürse üçüncüsü
ve üçüncüsü öldürülürse dördüncüsü komutan olarak kabul edilip
emri dinlenilsin diye, dört komutan tayin etmişti.2
Keza Hz. Peygamber vekil bırakma meselesine büyük ilgi
göstermiş ve gerektiğinde bir vekil tayin etmeyi asla ihmal etmemiştir. Medine’den her ayrıldığında kendi yerine bir idareci tayin etmişti.3 Hatta Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde ve ne olacağına
1
2
3
İbn Vâdıh Ya‘kubî,Târîhu Ya‘kubî, III, 60-61, Necef, 1358; İbn Hişam, Siretü ibn
Hişam, IV, 197, Kahire, 1355-56.
Târîhu Ya‘kubî, II, 52-59; Siretü ibn Hişam, II, 223.
Târîhu Ya‘kubî, II, 44, 59-60; Siretü ibn Hişam, II, 251; IV, 173, 272.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
123
dair ortada hiçbir fikir yokken, o birkaç günlük süre zarfında bile
Mekke’de kendi şahsi işlerini yürütmesi ve kendisine emanet edilen
şeyleri insanlara iade etmesi için Hz.Ali’yi kendi vekili olarak tayin
etmişti.4 Aynı şekilde irtihalinden sonra da Hz.Ali, borçları ve şahsi
işleriyle ilgili hususlarda Resulullah’ın vekiliydi.5 Bu özel sebepten
dolayıdır ki Şiiler, Hz. Peygamber’in birini kendi vekili olarak tayin
etmeden, Müslümanların işlerini idare edecek ve İslam toplumunun
çarkını çevirecek bir rehber ve lider seçmeden irtihal etmiş olmasının
makul olmadığını iddia etmektedirler.
İnsan tabiatı, bir toplumu oluşturmanın, bir dizi genel düzenlemelere ve o toplumun büyük çoğunluğu tarafından pratikte benimsenen geleneklere dayandığı; o toplumun mevcudiyeti ve devamının
bu düzenlemeleri tamamiyle yerine getirmeyi kabul eden bir yönetime bağlı olduğu gerçeğinin önem ve değerinden hiç kuşku duymaz.
Akıl sahibi bir kişi, bu hakikati göz ardı etmez veya unutmaz. Keza
bir kimse, ne İslam dininin engin ve zengin yapısından ne de muhafaza edilmesi ve uygulanmasında bir çok fedakarlıklara katlandığı
için Hz.Peygamber’in İslam ahkamıyla hükmetmeye verdiği önem ve
değerden şüphe edebilir; ne de Hz.Peygamber’in aklî üstünlüğünü,
mükemmel zekasını (fetanetini) basiretinin keskinliğini veya karar
verme gücünü ( bu husus vahiy ve nübüvvetle teyit edilmiş olması
gerçeğine rağmen) tartışabilir.
Hem Sünnî hem de Şii hadis külliyatında (fitne ve fesat ve diğer
hususlara dair bölümlerde) Hz.Peygamber’den nakledilen muteber
kabul edilen hadislere göre, Hz. Peygamber, vefatından sonra İslam
toplumunu karıştıracak olan fitne ve musibetleri; İslam’ın bünyesini
etkileyecek çeşitli yolsuzlukları; bu saf dinî kendi kirli, iğrenç ve insafsız amaçlarına feda edecek olan sonraki dünyevî hükümdarları
önceden haber vermiştir. Hz. Peygamber’in kendisinden yıllarca hatta binlerce yıl sonraki olay ve felaketlerin teferruatından bahsetmeyi
ihmal etmemiş, ama vefatından hemen sonra en acil şekilde yapılması gereken bir şeyi ihmal etmiş olması; ya da bir yandan sade ve
açık, öte yandan bir dereceye kadar mühim bir görevi ihmal etmesi
ve onu önemsiz bir şey olarak görmesi nasıl mümkün olabilir? O,
yeme, içme, uyuma gibi en doğal ve genel fiillere müdahale edip onlarla ilgili yüzlerce emir buyurur da bu önemli konuda nasıl tamamen sessiz kalabilir ve kendi yerine birisini tayin etmez?
4
5
Târîhu Ya‘kubî, II, 29; Imâduddin Ebu’l-fidâ, Târîhu ebi’l-Fidâ, I, 126, (elMuhtasar), Kahire, 1325; Siretü ibn Hişam, II, 98.
Seyyid Haşim Behrânî, Gayetü’l-merâm, s.664; Tahran, 1272. Ahmed b. Hanbel’in
Müsned’i ve diğerlerinden.
124
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
Şayet biz, (Şia’nın kabul etmediği) İslam toplumunun yöneticisini tayin etme, İslam Dini tarafından bizzat halkın kendisine verilmiştir, şeklindeki teoriyi kabul etsek bile yine de Hz.Peygamber’in bu
konuyla ilgili bir açıklama yapması gerekirdi. Çünkü, İslam toplumunun varlık ve gelişiminin, dinî şeâir ve usullerin dayanıp bağlı olduğu bu meselede onların uyanık/dikkatli olmaları için
Hz.Peygamber bu topluma gerekli talimatları vermiş olmalıydı. Ne var
ki böylesi bir Peygamberî beyan veya dinî bir talimattan hiçbir iz yoktur. Böyle bir şey olmuş olsaydı, Hz. Peygamber’e tabi olan ve iktidar
dizginlerini ellerinde tutanlar bu açıklamaya karşı çıkmazlardı.
Gerçekten de ilk halife, hilafeti ikinci halifeye vasiyetle devretmişti.
İkinci halife, üçüncü halifeyi, bizzat kendisinin üye olduğu ve işlem
sıralamasını kendisinin belirleyip düzenlediği, altı kişilik bir heyet
vasıtasıyla seçmişti. Muaviye, İmam Hasan’ı barış yapmaya zorlamış
ve bu şekilde hilafeti ele geçirmişti. Bu olaydan sonra hilafet soya
bağlı bir krallığa dönüştürülmüştü. Ancak, İslamî yönetimin ilk yıllarında belirlenmiş bir çok dinî usul ( cihat, emr-i bi’l ma‘ruf nehy
‘ani’l- münker ve insan fiillerine sınırlar koymak gibi) tedricen yıpratıldı, hatta bu alanda İslam Peygamber’inin gayretleri geçersiz kılınarak toplumun politik hayatından tamamen uzaklaştırıldı.
Şiilik, insan fıtratını ve insanlar arasında varlığını sürdürmekte
olan hikmet/irfan geleneğini araştırmış ve incelemiştir. O, insan
fıtratını ihya eden İslam’ın temel amacına nüfuz etmiş ve topluma
rehberlik konusunda Hz.Peygamber tarafından kullanılan metotları;
İslam ve Müslümanları karıştıran, ayrılık ve bölünmeye yol açan sıkıntıları; belli dinî ilkelerin ihmalkarlığı ve eksikliğiyle karakterize
edilmiş olan ilk asırlardaki Müslüman yönetimlerin kısa ömürlü olması gibi hususları araştırmıştır. Bu çalışmaların bir neticesi olarak
Şiilik şu sonuca ulaşmış bulunuyor: İmamı ve Hz. Peygamber’in vekilini tayin işlemini göstermek için Hz. Peygamber’den kalmış önemli
hadis metinleri mevcuttur. Bu sonuç, -velayete dair âyet-i kerime ve
Kâdir-i hum, Sefine, Sakaleyn, Hak, Menzile, yakın akrabaları davet
ve diğer hadisler gibi- Kur’an âyetleri ve Şiilerin muteber kabul ettikleri hadisler tarafından desteklenmektedir.6 Ancak, çoğu Sünnî
tarafından da kabul edilen bu hadisler, doğal olarak Sünnîler ve Şiîler tarafından aynı şekilde anlaşılmamıştır. Aksi takdirde bütün bu
vekalet meselesi ortaya çıkmazdı. Oysa bu hadisler, vekalet meselesinde Şiîler için Hz.Peygamber’in niyetinin açık bir delili olarak gö6
Editürün notu: Bunlar, içinde imâm meselesinin tartışıldığı değişik Nebevî beyanlara işaret etmektedir. Yukarıda ifade edildiği gibi bunların en meşhuru olan Ğadir-i Hum Hadisi, “Kadir Bayramı” kutlamasının geleneksel temelidir. Bu bayram,
Safavîler döneminden beri İran’da özel siyasal bir anlam kazanmıştır. Çünkü bütün Şii sultanların kendisine sığınarak hükümran olduğu bu hadis, siyasal gücün
resmen Ali’ye devredildiğini belirtir.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
125
rülmekte iken, mezkur hadisler, Sünnîler tarafından bu meseleyi
açık ve cevapsız bırakmak gibi oldukça farklı bir biçimde yorumlanmıştır.
Şiîler, Ali b. Ebî Talib’in hilafetini ispat etmek için şu Kur’an âyetlerine müracaat etmişlerdir:
“ Sizin dostunuz (veli) ancak Allah, O’nun Resulü ve iman edenlerdir. Ki onlar
namaz kılarlar, zekat verirler ve boyun eğerler.(namazda)”[ veya Allame Tabatabai tarafından kabul edilen kıraate göre: namazda huşuyla boyun eğenken zekat verenler...] ( elMaide, 5/55.)
Şiî ve Sünnî müfessirler, benzer şekilde bu âyetlerin Ali b. Ebî
Talib’le ilgili olarak vahyedildiğini kabul etmektedirler ve bir çok Şiî
ve Sünnî hadisler de bu görüşü desteklemektedir. Nitekim Ebu Zerr
Gıfarî şöyle demiştir: Bir gün Hz.Peygamberle birlikte cemaatle öğle
namazını kılmıştık. İhtiyaç içinde olan bir kişi, insanlardan yardım
istemiş, fakat hiç kimse ona bir şey vermemişti. Adam ellerini gökyüzüne doğru kaldırarak “Allah’ım, şahit ol, Peygamber’in mescidinde
kimse bana bir şey vermedi.” demişti. O sırada Ali b. Ebî Talib teşehhüde oturur bir vaziyette namaz kılıyordu. Parmağıyla adama işaret
etti, o da Ali’nin parmağındaki yüzüğü aldı ve oradan ayrıldı. Bu
sahneyi müşahede eden Hz.Peygamber başını göğe doğru kadırıp
şöyle dedi: Allahım, kardeşim Musa sana şöyle demişti: ‘Göğsüme
genişlik ver, işlerimi kolaylaştır, dilimdeki tutukluğu gider ki sözlerimi anlasınlar ve kardeşim Harun’u benim yardımcım ve vezirim
yap.’7 Allah’ım, ben de senin resulünüm, göğsüme genişlik ver, işlerimi kolaylaştır ve Ali’yi benim vezirim ve yardımcım yap.” Ebû Zerr
şöyle der: Hz.Peygamber’in sözleri henüz bitmemişti ki (yukarıda belirtilen) bu ayet vahyedilmişti.8
Şiilerin Ali’nin hilafetine delil kabul ettikleri bir diğer ayet şudur:
“Bugün inkar edenler sizin dininizden (ebediyen zarar vermekten) ümitsizlik içindedirler. Öyleyse onlardan korkmayın, benden
korkun. Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.” (el-Maide, 5/3.)
7
8
Metnin aslında karşılaştırılması için el-Kasas, 28/35. âyet referans verilmiştir. Asıl
ilgili âyetler Tâ hâ, 20/25-31’lerdir.(Çev.notu)
Taberî, Dahâiru’l-‘ukbâ, s. 16, Kahire, 1356. Bu hadis, Celaleddin es-Suyûtî’nin
ed-Dürru’l-mensûr, II, 293, Kahire, 1313 ’inde bazı küçük değişikliklerle birlikte
kaydedilmiştir. “Gâyetü’l-merâm” eserinin s. 103’de Behrânî, bu Kur’ân âyetinin
nüzul sebep ve şartlarıyla ilgili olarak Sünnî kaynaklardan yirmi dört, Şii kaynaklardan on dokuz hadis nakletmiştir.
126
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
Bu âyetin açık anlamı şudur: Kafirler, önceleri, İslam’ın yok olacağı bir günün geleceğini ümit ediyorlardı, fakat Allah, belli bir olayın
gerçekleşmesiyle o inkarcılara İslam’ın yok olacağı şeklindeki ümitlerini ebediyen kaybettirmişti. Bu hususi olay, İslam’ın güçlenmesi ve
kemale erme gayesi idi ve bu zaruret, dinin buyruklarından birinin
tebliğ edilmesi gibi ikinci dereceden bir olay olamazdı. Aksine bu, İslam’ın bekasının kendisine bağlı olduğu çok önemli bir husustu.
Mezkur âyet, aynı surenin sonuna doğru gelen başka bir ayetle
ilgili gibi görünmektedir:
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni insanlara bildir. Eğer
bildirmezsen, O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (el-Maide, 5/67.)
Bu âyet göstermektedir ki Allah, Hz.Peygamber’e, yerine getirmediği takdirde İslam’ın ve nübüvvetin temelini tehlikeye sokacak,
büyük ihtimâm ve önem arz eden bir görevi emretmişti. Ancak bu
mesele, o kadar çok önemliydi ki, Hz.Peygamber karşı çıkıp karışmaktan çekinmiş ve uygun şartları bekleyerek tehir etmişti. Nihayet
Allah’tan, bu emri geciktirmeden ve hiç kimseden çekinmeden yerine
getirmesi için kesin ve acil emir geldi. Keza bu mesele, sadece normal
anlamda belli bir dinî buyruk da değildi. Çünkü bir veya birkaç dinî
buyruğu tebliğ etmek, öyle, onlardan biri tebliğ edilmediği takdirde
İslam’ın mahvolmasına sebep olacak kadar hayatî bir şey değildir. Ne
de İslam Peygamber’i dinin buyruk ve kaidelerini tebliğde her hangi
bir kimseden çekinir.
Bu delil ve şahitler, bu âyetlerin Ğadir-i Hum’da vahyedildiği ve
Ali b. Ebî Talib’in manevî tayiniyle (velayet) ilgili olduğu şeklindeki Şiî
geleneğine itibar kazandırmaktadır. Üstelik bir çok Şiî ve Sünnî müfessir bu hususu teyit etmişlerdir.
Ebu Saîd Hudarî şöyle der: Ğadir-i Hum’da Hz. Peygamber insanları Ali’ye doğru çağırdı ve onun kolunu tutup öyle yükseğe kaldırdı ki Allah resulü’nün koltuk altındaki beyazlık göründü. Sonra
şu âyet nazil oldu: “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim. Size olan
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.” Sonra Hz.
Peygamber “Allahu ekber, bu din ikmal edilmiş ve Allah’ın ihsanı tamamlanmış bulunuyor. O’nun rızası geldi ve Ali’nin velayeti
gerçekleşti.” dedi ve ilave etti: “Ben kime amir ve rehber isem Ali de
onun rehberi ve amiridir. Allah’ım, Ali’nin dostlarına dost, düşmanlarına düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu terk edeni terk
et.”9
9
Behrânî, Gâyetü’l-merâm, s. 336; ki burada mezkur âyetin nüzul sebep ve şartlarıyla
ilgili olarak altı Sünnî, on beş Şii hadis nakledilmiştir.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
127
Hasılı şöyle diyebiliriz: Onu (İslam’ı) yok etmek için mümkün olan her şeyi yapan İslam düşmanları, bu sonucu elde etme hususundaki bütün ümitlerini yitirdiklerinde sadece tek bir ümitleri kalmıştı. Onlar şöyle düşünmüşlerdi: İslam’ın hamisi Hz. Peygamber
olduğuna göre Onun ölümünden sonra İslam rehber ve öndersiz bırakılacak, böylece İslam kesin olarak yok olacaktı. Ne var ki Ğadir-i
Hum’da onların arzuları boşa çıkarılmış ve Hz. Peygamber, İslam’ın
rehber ve lideri olarak insanlara Ali’yi takdim etmişti. Ali’den sonra
bu ağır ve zorunlu rehberlik ve liderlik görevi onun ailesinin omuzlarına bırakıldı.10
Ğadir-i Hum’la ilgili bazı hadislerde Ali’nin tayini ve Hz. Peygamber ehl-i beytinin önemi şöyle ifade edilmektedir:
Ğadir-i Hum Hadisi: Hz. Peygamber Veda Haccı’ndan dönerken
Ğadir-i hum’da durmuş, Müslümanları toplamış, bir hutbe verdikten
sonra Müslümanların rehber ve lideri olarak Ali’yi seçmiştir.
Ber’â şöyle der: Veda Haccı sırasında Hz. Peygamber’le birlikte
idim. Ğadir-i Hum’a geldiğimizde bu yerin temizlenmesini emretti.
Daha sonra Ali’nin elini tuttu, sağ yanına koydu ve “Ben, sizin itaat
ettiğiniz amiriniz miyim?” dedi. Onlar da “Biz, sizin talimatlarınıza
uyarız.” diye cevap verdiler. O zaman Hz.Peygamber şöyle buyurdu:
“Ben kimin efendisi (Mevla) ve itaat ettiği amiri isem Ali de onun efendisi olacaktır. Allah’ım, Ali’nin dostlarına dost, düşmanlarına
düşman ol.” O zaman Ömer b. Hattab, Ali’ye şöyle demişti: Belki bu
konum seni memnun eder. Çünkü şimdi sen, benim ve bütün müminlerin efendisisin.11
Sefine Hadisi: İbn Abbas, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini bildirmektedir: “Benim ehl-i beytim Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen
kurtulacak, ondan yüz çevirip uzaklaşan boğulacaktır.”12
Sakaleyn Hadisi: Zeyd ibn Erkam’ın rivayet ettiğine göre Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Öyle görünüyor ki Allah beni kendisine çağırmış bulunuyor ve ben, O’nun çağrısına uymak zorundayım.
Fakat ben, sizlere iki büyük ve eşsiz şey bırakıyorum. Allah’ın Kitab’ı
10
11
12
Daha Fazla açıklama için bk. Allame Tabatabaî, Tefsîru’l-mîzân, V, 177-214, VI,
50-64, Tahran, 1377.
İbn Kesîr Kureyşî, el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 208, VII, 346, Kahire, 1358; Dahâiru’l‘ukbâ, s. 67; İbn Sabbâğ, el-Fusûlü’l-mühimme, II, 23, Necef, 1950; Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali Nasâ’î, Hasâis, s. 31, Necef, 1369. “Gâyetü’l-merâm” eserinin s. 79‘da Behrânî, bu hadisin Sünnî kaynaklardan seksen dokuz, Şii kaynaklardan kırk üç değişik rivayet zincirini nakletmiştir.
Dahâiru’l-‘ukbâ, s. 20; İbn Hacer, es-Savâ’iku’l-muhrika, s. 150, 184, Kahire,
1312; Celaleddin es-Suyûtî, Ta’rihu’l-hulefâ’, s.307, Kahire, 1952; Şiblancî, Nuru’lebsâr, s. 114, Kahire, 1312. “Gâyetü’l-merâm” eserinin s.237’de Behrânî, bu hadisin Sünnî kaynaklardan on bir, Şii kaynaklardan yedi rivayet zincirini nakleder.
128
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
ve benim ehl-i beytim. Onlara nasıl davrandığınıza dikkat edin. Bu
ikisi, benimle (cennette) Kevser’de buluşuncaya dek asla birbirlerinden ayrılmayacaktır.”13
Sakaleyn hadisi, en muteber kabul edilen hadislerden biridir ve
değişik ifadelerle bir çok rivayet silsilesiyle nakledilmiştir. Şiî ve
Sünnîler bunun sahihliğinde hem fikirdirler. Bu hadisten ve benzerlerinden birkaç önemli husus istidlal edilebilir:
1-Kur’ân-ı kerîm kıyamet gününe kadar var olacağı gibi,
Hz.Peygamber’in soyu da var olacaktır. Şianın, insanların imâmı,
gerçek lider ve rehberi dediği bir şahsın olmadığı hiçbir zaman dilimi
olmayacaktır.
2- Bu iki büyük emanet sayesinde Hz.Peygamber, Müslümanların bütün dinî ve entellektüel ihtiyaçlarını karşılamıştır. O, ilimde
otorite olarak Müslümanlara ehl-i beytini sunmuş, onların söz ve fiillerinin sahih ve geçerli olduğunu resmen bildirmiştir.
3- Hiç kimse Kur’ân-ı kerîm ile Hz. Peygamber’in ehli beytini
birbirinden ayıramaz. Hiçbir Müslüman Hz.Peygamber’in ehl-i beytinin mensuplarının ilimlerini reddetme, kendini onların yönetim ve
rehberliğinden uzaklaştırma hakkına sahip değildir.
4- İnsanlar ehl-i beyt mensuplarına itaat ettikleri ve onların sözlerine uydukları takdirde asla sapıtmayacak, Allah da daima kendileriyle birlikte olacaktır.
5- İnsanların ilmî ve dinî ihtiyaçlarının cevabı Hz.Peygamber’in
ehl-i beyt mensuplarının ellerinde bulunmaktadır. Onlara tabi olanlar hataya düşmeyecek ve gerçek saadete ereceklerdir. Zira ehl-i beyt
mensupları hata ve günahtan uzaktır, masumdur.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: “Ehl-i beyt mensupları” ve “soy”
ifadeleriyle Hz. Peygamber’in bütün zürriyeti ve akrabaları
kastedilmez. Aksine bunlarla, insanlara rehberlik edip yönetmede
ehliyetli olmaları için dinî ilimlerde mükemmel, hata ve günahlara
karşı korunmuş, belirli kişiler kastedilir. Şia’ya göre bu kişiler, Ali b.
Ebî Talib ve imâmete birinden sonra diğeri seçilmiş olan on bir torunudur. Bu izah tarzı Şiî hadisleri tarafından da desteklenmektedir.
Mesela İbn Abbas şöyle demiştir: Hz. Peygamber’e Müslümanların
kendilerini sevmek zorunda olduğu soyun kimlerdir? dedim, Hz. Peygamber de “ Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin” dedi.14 Cabir’in rivayet
13
14
el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 209; Dahâiru’l-‘ukbâ, s. 16; el-Füsûlu’l-mühimme, s. 22;
Hasâis, s. 30; es-Savâ’iku’l-muhrika, s. 147. Gâyetü’l-merâm’da, bu hadisin Sünnî
kaynaklardan otuz dokuz, Şii kaynaklardan seksen iki değişik rivayeti kaydedilmiştir.
Süleyman b. İbrâhîm Gündüzî, Yenâbi‘u’l-mevedde, s. 311, Tahran, 1308.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
129
ettiğine göre de Hz. Peygamber şöyle demiştir: Allah, bütün Peygamberlerin çocuklarını kendi sülbünden çıkarmış, fakat benim çocuklarımı Ali’nin sülbünden çıkarmıştır.”15
Hak Hadisi: Ümmü Seleme şöyle demiştir: Allah Resulü’nün
şöyle dediğini işittim: “Ali, Hak ve Kur’ân’la keza Hak ve Kur’ân da
Ali’yledir. Onlar benimle Kevser’de buluşuncaya kadar birbirlerinden
ayrılmayacaktır.”16
Menzile Hadisi: Sa‘d b. Ebî Vakkas şöyle demiştir: Allah Resulü, Ali’ye “Sen bana, Harun’un Musa’ya olduğu gibi olmaya razı değil
misin? Ancak, benden sonra başka bir peygamber olmayacak.”17
Akrabaları Davet Hadisi: Hz. Peygamber akrabalarını öğle yemeğine davet etmiş ve yemekten sonra onlara “Halkına benim size
getirdiğimden daha güzel şey getiren bir kimsenin olduğunu
bilmiyorum. Allah, bana, sizi kendisine yönelmeye davet etmemi emretti. Bu hususta bana yardım edecek, kardeşim olacak, sizin içinizde benim vasim ve vekilim olacak kimdir?” demiş, herkes sessizliğe
bürünmüştü. Oradakilerin en genci olan Ali heyecanla ‘Ben, senin
vekilin ve yardımcın olacağım’ demişti. O zaman Hz. Peygamber onu
kucaklamış ve şöyle demişti: “O, benim kardeşim, vasim ve vekilimdir. Ona tabi olun.” Daha sonra topluluk Ebu Talib’e ‘Muhammed,
sana, senin oğluna tabi olmanı emretti.” diye gülüşerek oradan ayrılmaya başladılar.18
Huzeyfe, Allah Resulü’nün şöyle dediğini söylemiştir: “Eğer Ali’yi
benim
vekilim
ve
vasim
yaparsanız
-ki
yapacağınızı
düşünmüyorum.- onun sizi sırat-ı müstakime götüren ferasetli bir
rehber olacağını göreceksiniz.”19
İbn Merdûye, Allah Resulü’nün şöyle dediğini söylemiştir: “Kim
hayatında ve vefatında benim gibi olmak ve cennete girmek isterse
benden sonra Ali’yi sevsin ve ehl-i beytime tabi olsun. Çünkü onlar
benim zürriyetimdir ve benim toprağımdan yaratılmışlardır. Benim
ilmim ve anlayışım onlara ihsan edilmiştir. Bu yüzden onların kıyme-
15
16
17
18
19
Yenâbi‘u’l-mevedde, s. 318.
Gâyetü’l-merâm, s. 539; ki burada mezkur hadisin aslı, Sünnî kaynaklardan on
beş, Şii kaynaklardan on bir değişik rivayet nakledilmiştir.
el-Bidâye ve’n-nihâye, VII, 339; Dahâiru’l-‘ukbâ, s. 63; el-Füsûlu’l-mühimme, s.
21; Kanci Şafii, Kifâyetü’t-tâlib, s. 148-154, Necef, 1356; Hasâis, s. 19-25; esSavâ’iku’l-muhrika, s. 177. Gâyetü’l-merâm, s.109’da bu hadisin, Sünnî kaynaklardan yüz, Şii kaynaklardan yetmiş değişik rivayeti nakledilmiştir.
Târîhu ebi’l-Fidâ, I, 116.
Ebû Nu‘aym Isfahânî, Hilyetü’l-evliyâ, I, 64, Kahire, 1351; Kifâyetü’t-tâlib, s. 67.
130
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
tini inkar edenlere yazıklar olsun. (Kıyamet gününde) Şefaatim asla
onları kapsamayacaktır.”20
Hz.Peygamber’in vekaletiyle ilgili Şiiliğin iddialarının çoğu, hastalığının son günlerinde bazı ashabının hazır bulunduğu ortamda,
Müslümanlar tarafından uyulduğu takdirde kendilerini hataya düşmekten koruyacak bir şeyler yazılabilmesi için Hz. Peygamber’in bir
parça kağıt ve mürekkep21 istemiş olduğu inancına dayanır. Orada
bulunanların bir kısmı Hz. Peygamber’in bir şey yazdıramayacak kadar çok hasta olduğunu mülahazasıyla “Allah’ın Kitab’ı bize yeter.”
demişti. Bu konu etrafında o kadar tartışma çıkmıştı ki neticede, bir
Peygamber’in huzurunda tartışma ve kargaşa olmaması gerektiği için, Hz. Peygamber orada bulunanların dışarı çıkmalarını söylemişti.
Yukarıda vekaletle ilgili hadisler hakkında söylenenleri, Hz. Peygamber’in vefatını takiben ortaya çıkan olayları ve özellikle Hz. Peygamber’in vekilinin seçilmesi meselesinde Ali’ye danışılmamış olduğu
gerçeğini göz önünde bulundurarak Şiiler şu sonuca ulaşmışlardır:
Hz. Peygamber kendine halef olacak kişi hakkında kesin düşüncelerini yazdırmak istemiş, fakat buna muvaffak olamamıştır.
Orada bulunanlardan bazılarının sözlerinin amacının bir karışıklığa sebebiyet vermek ve açıkça ilan edilmeden bu nihaî karara
engel olmak gibi görünmektedir. Onların, Hz. Peygamber’in konuşmasına müdahale etmeleri, zahiren o esnada ortaya çıkan bir şey
gibi, yani hastalığının şiddetinden dolayı Hz. Peygamber’in uygunsuz
sözler sarf edebileceği ihtimaliyle alakalı gibi görünmemektedir.
Çünkü, her şeyden, önce hastalığı boyunca Hz. Peygamber’den sadır
olmuş anlamsız ve uygunsuz bir şey işitilmemiş ve onunla ilgili böylesi bir şey nakledilmemiştir. Üstelik, İslam esaslarına göre Hz. Peygamber, Allah tarafından hezeyandan veya anlamsız sözler sarf etmekten korunmaktadır ve masumdur.
İkinci olarak şayet o esnada orada bulunanların bazıları tarafından Hz.Peygamber’den önce söylenen sözlerle durumun ciddi olduğu
kastedilmiş ise bu takdirde, Kur’ân’ın yanında Peygamber’in sözlerine ihtiyaç yok iddiasından daha ziyade, hastalığının ciddiyeti yüzünden olağandışı hallerde Hz. Peygamber’in uygunsuz sözler söyleyebileceğini ispat etmek için sarf edilmiş olan, daha sonraki “Allah’ın
Kitab’ı bize yeter.” sözünün hiç yeri olmazdı. Çünkü, Allah’ın
Kitab’ının bir çok ayetinin Hz. Peygamber’e itaatin bir mecburiyet
20
21
Alaeddin Ali el- Muttakî Hüsâmuddin el-Burhan Pûrî, Muntahab, Kenzu’l- ‘ummâl,
V, 94, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin kenarında, Kahire, 1368.
el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 227; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, II, 217, Kahire, 1348; İbn
Cerîr et-Taberî, Târîhu’t-Taberî, II, 436; Şerhu İbn Eb’il-Hadîd, I, 133, Kahire,
1329.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
131
olduğu ve Onun sözlerinin bir anlamda Allah’ın sözleri gibi saydığı
hususu bir Müslüman’dan tarafından bilinemez değildir. Kur’ân-ı
kerîm âyetlerine göre Müslümanlar hem Allah’ın hem de Hz. Peygamber’in buyruklarına itaat etmek mecburiyetindedirler.
Üçüncü olarak son istek ve vasiyetinde yerine vekil olarak ikinci
halifeyi seçen birinci halifenin hayatının son günlerinde hastalıkla
ilgili bir olay meydana gelmişti. Osman, halifenin emrine göre isteği
yazarken halife bayılmıştı. Ancak yine de ikinci halife, “kalem- kağıt”22 hadisine göre Hz. Peygamber’in hastalık halindeyken söylenmiş
olan sözleri tekrarlamamıştı. Bu husus İbn Abbas tarafından rivayet
edilen bir hadiste teyit edilmiş23 ve bu, ikinci halifenin şu sözünde
ifade edilmiştir: “Ali hilafete layıktı, ama Kureyş, onun hilafetine tahammül edemezdi. Çünkü o, halife olmuş olsaydı, bu takdirde insanları halis hakkı kabul etmeye ve doğru yolu izlemeye zorlayacaktı.
Onun hilafeti altında onlar, adaletin sınırlarını ihlal edemeyecek ve
bu yüzden onunla savaşmak için bahane arayacaklardı.”24
Açıktır ki dini esaslara göre, bir kimse haktan sapan kimseyi
tekrar hakka tabi olması için zorlamalıdır ve hiç kimse hakkı terk
edenin hatırına hakkı terk edemez. Nitekim birinci halifeye bazı Müslüman kabilelerin zekat vermeyi reddettikleri haberi verildiğinde25
savaşı emretmiş ve şöyle demişti: “Eğer onlar, Hz. Peygamber’e verdikleri vergiyi bana vermezlerse onlarla savaşırım.” Açıkçası o, bunu
söylemekle, her şeyden önce hak ve adaletin ne pahasına olursa olsun canlı tutulması gerektiğini kastetmişti. Hiç şüphesiz meşru hilafet meselesi, vergilerden çok daha önemli ve anlamlıydı. Şia şuna inanmaktadır ki bu konuda ilk halife tarafından uygulanan aynı
prensip, Hz. Peygamber’in vekaleti meselesinde de bütün ilk Müslüman toplum tarafından uygulanması gerekirdi.
İmamet ve İlahî Bilgilerin Açıklanmasındaki Rolü
Nübüvvet meselesinde belirtilmişti ki, sabit ve zorunlu genel
rehberlik/yönlendirme kanununa göre her varlık türü, yaratılış tarzı
ve soy vasıtasıyla kendi türünün mükemmellik ve saadetine doğru
yönlendirilir. İnsan türü de bu genel kanunun dışında değildir. İnsanoğluna, gerçeği araştırma kesin “içgüdüsü” sayesinde ve bu dünyada ve ahirette kendi mutluluğunu sağlayacak şekilde toplum içindeki
kendi hayatıyla ilgili hususları düşündürmek rehberlik edilmelidir.
Bir başka deyişle beşerî mutluluk ve mükemmelliği kazanmak için
22
23
24
25
el-Kâmil, II, 292; Şerhu İbn Eb’il-Hadîd, I, 54.
Şerhu İbn Eb’il-Hadîd, I, 134.
Târîhu Ya‘kubî, II, 137.
el-Bidâye ve’n-nihâye, VI, 311.
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
132
insanoğlu, bir akide esaslarını ve amelî görevleri kabul etmeli ve hayatını onlara dayandırmalıdır.
Buna ilaveten ifade edilmiştir ki, din denilen hayata ait bütüncül/küllî bir sistemi anlamının yolu akılla değil, aksine vahiy ve beşeriyet içinde kendilerine peygamber denen belli masum insanlarda
ortaya çıkan peygamberlik vasıtasıyladır. İnsanların vazife ve zorunluluklarına dair bilgileri bir beşer olarak vahiy vasıtasıyla Allah’tan
alan ve bunları, yerine getirmek suretiyle saadeti elde edebilmeleri
için insanlara bildiren peygamberlerdir.
Keza aşikardır ki, bu düşünce tarzı, mutluluk ve mükemmelliğin
kazanılmasında insanlara rehberlik etmek için bilginin zorunlu olduğunu ispatladığı gibi, bu bilginin genel yapısını bozulmadan koruyan
ve gerektiğinde bunu insanlara öğreten fertlerin varlığının zorunlu
olduğunu da ispat eder. İlahî rahmet, insanoğlunun vazifelerini vahiy
sayesinde bildirmek için gelen insanların varlığını gerektirdiği gibi,
insanî görevlerin ve ilahî kaynaklı fiillerin dünyada ebediyen korunmuş olarak kalmasını, ihtiyaç hasıl olduğunda insanoğluna sunulmasını ve açıklanmasını da gerektirir. Bir başka deyişle, Allah’ın dinini muhafaza eden ve gerektiğinde onu açıklayan kimseler her zaman bulunmalıdır.
Vahyedildikten sonra ilahî mesajı koruma ve muhafaza etme görevini üstlenen ve bu vazife için Allah tarafından seçilen kişiye imâm
denir. Keza peygamberî ruhu üstlenen ve Allah’tan ilahî buyruklar ve
kanunlar alma misyonuna sahip kimseye de peygamber denir. İmamet26 ve peygamberliğin(nübüvvet) ya bir şahısta birleştirilmesi ya da
ayrılması mümkündür. Peygamberlerin masumluğunu ispat etmek
için daha önce ileri sürülen deliller, imâmların masumluğunu da ispat eder. Çünkü Allah, kendi hak dinini bozulmamış olarak muhafaza etmelidir. Bu din, ancak böyle bir durumda, her zaman beşeriyet
arasında yayılabilir ve bu, masumiyet yani hataya karşı ilahî koruma
olmaksızın mümkün değildir.
Peygamberle İmamın Farkı
Peygamberler vasıtasıyla ilahî buyruk ve kanunları almakla ilgili
daha önce ileri sürülen deliller, sadece peygamberliğin temellerini
yani ilahî buyrukları almayı ispat eder. Bu delil, her ne kadar bu
peygamberî buyrukların korunmuş olduğu gerçeği, doğal olarak devamlılık ve süreklilik fikrini ortaya çıkarırsa da, peygamberliğin devamlılık ve sürekliliğini ispat etmez. Bu husus, beşeriyet içinde daima bir peygamberin (nebi) bulunmasının zorunlu olmadığını, ama
26
Editörün notu: Şüphesiz bu bağlamda İmamet, bir çok örnekte halifeyle aynı anlama gelen bu kavramın genel Sünnî kullanımını değil, Şiilerin özel imâm görüşüne işaret eder.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
133
aksine insan topluluğu için ilahî dinin koruyucusu olan imâmın varlığının sürekli bir zorunluluk olmasının sebebidir. İnsan topluluğu,
tanınsın veya tanınmasın, bilinsin veya bilinmesin, Şia’nın imâm dediği şahıssız asla olamaz. Nitekim Allah Teala Kitab’ında şöyle buyurmuştur: “ Eğer onlar, onu inkar ederlerse, biz zaten onu, ondakini inkar etmeyen kimselere [yani imâmlara] tevdi etmiş bulunuyoruz.”(el-En‘am, 6/89)27
O halde, yukarıda ifade edildiği üzere, peygamberlik ve imâmet
görevleri, hem peygamber hem de imâmın görevleri için veya hem
ilahî kanunu almak hem de onun korunması ve açıklanması için atanan bir tek şahısta toplanabilir. Onlar, yaşayan hiçbir peygamberin bulunmadığı ama insanlar arasında yaşayan gerçek imâmın bulunduğu zamanlardaki gibi bazı durumlarda birbirinden ayrılabilirler. Allah’ın peygamberlerinin sayısının sınırlı olduğu ve peygamberlerin her dönem ve çağda mevcut olmadığı hususu da açıktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Allah’ın Kitab’ında, hakkında “Ve
(hatırla ki) Rabbi, İbrahim’i (kendi) kelimeleriyle denediği ve o, onları
hakkıyla yerine getirdiğinde, O ‘Ben, seni insanlara önder (imâm) tayin etmiş bulunuyorum.’ dedi. (İbrahim de): ‘Soyumdan da (önderler
olacak mı?) dedi. Allah: ‘benim ahdim zalimleri içermez.’ buyurdu.”(el-Bakara, 2/124) denilen İbrahim peygamber gibi bazı peygamberler imâmlar olarak takdim edilmiştir. Ayrıca Allah Teala “Ve Biz,
onları emrimiz gereğince doğru yola götüren önderler (imâmlar) yaptık.” (el-Enbiya, 21/73) buyurmuştur.
İmamet ve Dinin Bâtınî Boyutundaki Rolü
Keza, İmam, maddî fiillerinde insanlara rehber ve önder olduğu
gibi, manevî ve bâtınî önderlik ve rehberlik fonksiyonuna da haizdir.
O, manevî ve özel bir şekilde Allah’a doğru giden insanlık kervanının
rehberidir. Bu gerçeği açıklamak için aşağıdaki giriş mahiyetindeki
şu iki cümleyi tevcih etmek gerekmektedir: Kuşkusuz, her şeyden
önce, diğer ilahî dinler kadar İslam’a göre de gerçek ve ebedî mutluluk veya ıstırabı, saadet veya şekaveti/perişanlık kazanmanın yegane
vasıtası, insanın fıtrî, Allah vergisi yapısı ve zekasıyla olduğu kadar
ilahî dinin buyrukları sayesinde bilip işlediği iyi veya kötü fiiller vasıtasıyladır. İkinci olarak Allah, insanoğlunun diline ve içinde yaşadığı
topluma göre gönderdiği vahiy ve peygamberlik vasıtasıyla insanın
fiillerini övmüş veya kınamıştır. Allah, vahiy öğretilerini kabul eden,
iyi işler yapan ve itaat edenlere beşer kemaliyle uyumlu bütün istek27
Editörün notu: Bu Kur’ân âyetinin çevirisi, A. J. Arberry’in The Quran İnterpreted,
London, 1964’daki çevirisidir ve Pickthall’ın aşağıdaki çevirisinden Arabça
orjinaline çok daha uygundur: “ Ama eğer, onlar ondakini inkar ederlerse, bu takdirde hiç şüphesiz onu, ondakini inkar etmeyecek olan kimselere emanet ederiz.”
134
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
lerinin yerine getirileceği ebedî, mutlu bir hayat vaat etmiştir. O, kötü ve günahkar kimseleri, içinde her çeşit elem ve kedere maruz kalacakları ebedî elim bir hayatla uyarmıştır.
Şüphesiz, tasavvur edebileceğimiz her şeyin ötesinde müteal olan Allah, bizdeki gibi, muayyen bir sosyal yapı tarafından biçimlendirilmiş “düşünce tarzına” sahip değildir. Efendi-hizmetçi, yönetenyönetilen, emir-nehiy, ödül-ceza ilişkileri sosyal hayatımızın dışında
mevcut değildir. İlahi nizam, bizzat hilkat/yaratılış sistemidir ki bu
sistemin içinde varlık ve her şeyin ortaya çıkışı, gerçek ilişkilere ve
tek başına var oluşuna göre sadece onun Allah tarafından yaratılışı
ile alakalıdır. Buna ilaveten Kur’ân-ı kerîm28 ve Nebevî hadislerde
ifade edildiği gibi din, Allah’ın anlayış düzeyimize göre anlayabileceğimiz bir dilde vahyetmiş olduğu insanın genel idrakinin ötesindeki
doğru ve gerçekleri içerir.
O halde şu sonucu çıkarabiliriz: iyi ve kötü fiiller arasında gerçek bir ilişki, İlahî İrade’ye göre gelecek hayatın mutluluk ve ıstırabını belirleyen bir ilişki ve insan için ebedî olarak hazırlanmış bir yaşam tarzı vardır. Ya da daha basit bir ifadeyle denilebilir ki her iyi ve
kötü fiil insanda, insan ruhunda, insanın gelecek hayatının karakterini belirleyen gerçek bir etki meydana getirir. Farkında olsun veya
olmasın insan eğitilmesi gereken bir çocuk gibidir. Çocuk, kendi yaptığı fiillerin anlamını anlamaması bir yana, öğretmenin talimatlarından, yap ve yapmadan başka bir şey duymaz. Fakat yine de o büyüdüğünde eğitim dönemi boyunca derunî olarak kazanılan doğru
mantıkî ve ruhî alışkanlıkların bir sonucu olarak mutlu bir sosyal
hayata sahip olabilir. Ancak o, öğretmenin öğretilerine uymayı reddettiği takdirde ıstıraptan ve mutsuzluktan başka bir şeyle
karşılaşmaz. Ya da bu kimse, bir doktor gözetiminde ilaç, yiyecek ve
özel eksersizler aldığında bu doktor tarafından yönetilmiş gibi olan
veya doktorunun talimatlarına uymaktan başka bir görevi olmayan
hasta gibidir. Doktorun emirlerine bu itaatin sonucu, her türlü maddî zevk ve mutluluğun olduğu kadar sağlığın da kaynağı olan kendi
yapısındaki yaratılışla uyumdur. Hülasa, diyebiliriz ki insan, maddî
hayatında, kendi amel ve fiilleriyle alakalı olan ve onları geliştiren,
ahiretteki mutluluk ve ıstırabı tamamen bu derunî hayata dayanan,
derunî bir hayata, ruhî/manevî bir hayata sahiptir.
Kur’ân-ı kerîm de bu açıklama şeklini teyit etmektedir.29 Bir çok
ayette Kur’ân, bu hayattan daha yüksek bir başka bir hayatın varlı28
29
Mesela: “Apaçık Kitab’a and olsun ki Biz, anlayabilesiniz diye onu Arapça bir
Kur’ân kıldık. O, sahip olduğumuz Ana Kitab’ta mevcut, yüce ve hikmet dolu bir
Kitaptır.” (ez-Zuhruf, 43/2-4)
Şu âyetler gibi: “Her nefis beraberinde bir sürücü ve şahitle gelir. (ve günahkarlara
denir:) Andolsun ki sen bundan gafil edin. Biz, derhal senden senin perdeni kal-
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 3
135
ğını, faziletli ve mümin kişi için burada ve şimdi bildiğimiz şekliyle
insan ruhundan daha çok aydınlanmış başka bir ruhun varlığını bildirmektedir. Kur’ân, insanın fiillerinin, insanın kendi ruhu üzerinde
daima kendisiyle kalan derunî etkilere sahip olduğunu vurgular. Keza Peygamberî beyanlarda bu noktaya bir çok atıf vardır. Mesela Miraç hadisinde (geceleyin göğe yükselme hadisi) Allah, Hz. Peygamber’e şu sözleri söyler: Benim rızama göre yaşamak isteyen üç haslete sahip olmalıdır: O, nankörlükle bulaştırılmamış bir şükran, unutkanlığın zerresinin bile bulaşmadığı sürekli bir hatırlama/zikir ve
benim sevgimden ziyade insanların sevgisini tercih etmediği bir sevgi
izhar etmelidir. Eğer o, beni severse, ben de onu severim; haşmetimin nazarıyla onun kalp gözünü açacağım ve kullarımın vasıflarını
ondan gizlemeyeceğim. Mahlukatla olan konuşma ve görüşme sona
erinceye dek gece karanlığında, gündüz ışığında ona güveneceğim.
Ona, benim sözümü ve meleklerimin sözünü işittireceğim. Kullarımdan saklamış olduğum sırı ona bildireceğim. Ona, insanların huzurunda mahcubiyet hissedeceği iffet kaftanı giydireceğim. O, yeryüzünde bağışlanmış olarak gezecek. Onun kalbine anlayış ve feraset
vereceğim, Cennet ve Cehennemdeki hiçbir şey kendisinden gizli
kalmayacak. İnsanların Kıyamet gününde dehşet ve felaket şeklinde
yaşayacakları her şeyi ona bildireceğim.”30
Ebû Abdullah’ın rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.v) Hârise b.
Malik b. Nu‘mân’ı huzuruna kabul etmiş ve ona “Nasılsın ey Harise!”
diye sormuş, o da “Yâ Resulellah, gerçek bir mümin gibi yaşıyorum.”
demişti. Resulullah ona “Her şey kendi gerçeğine sahiptir. Senin sözünün gerçeği ne?” demiş, O da “Yâ Resulellah, ruhum dünyadan
yüz çevirmiş bulunuyor. Gecelerim uyanıklılık halinde, gündüzlerim
hasret içinde geçiriliyor. Sanki Rabbimin azametini ve hesabın kurulmuş olduğunu görüyor gibiyim. Sanki cennette birbirlerini ziyaret
eden cennet ehlini görüyor gibiyim ve sanki ateşteki cehennem ehlinin çığlıklarını işitiyor gibiyim.” demiş, Resulullah da “Bu kişi, Allah’ın kalbini tenvir etmiş olduğu bir kuldur.” buyurmuştu.31
Ayrıca, genellikle bizden birinin, kendisi sözlerini yerine getirmediği halde iyi veya kötü bir konuda başkalarına kılavuzluk ettiği
de hatırlanmalıdır. Ne var ki rehberlik ve önderlikleri İlahî Kudret
30
31
dırdık ve bugün artık gözün keskindir.”(Kâf, 50/21-22). “Erkek veya kadın, mümin
olarak iyi amel yaparsa biz, mutlaka onu güzel bir hayat ile yaşatırız.” (en-Nahl,
16/97). “Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Resul’e itaat edin…” (el-Enfâl, 8/24). “Her nefsin iyilik olarak yaptıkları ve kötülük olarak yaptıkları her şeyi karşısında hazır bulacağı bir günde…” (Âl-i İmrân, 3/30). “Muhakkak ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi kaydederiz ve biz, her şeyi apaçık bir kitapta yazmış bulunuyoruz.” (Yâsîn, 36/12).
Muhammed Bâkır Meclisî, Bihâru’l-envâr, XVII, 9, Tahran, 1301-15.
Molla Muhsin Feyz Kâşânî, el-Vâfî, III, 33, Tahran, 1310-14.
136
Muhammed Hüseyin Tabatabaî
sayesinde olan Peygamberler ve imâmlar söz konusu olunca, bu gibi
durum asla vuku bulmaz. Onlar, liderliğini üstlenmiş oldukları dini
bizzat yaşarlar. İnsanlığı kendisine doğru kılavuzluk ettikleri manevî
hayat, bizzat onların kendi manevî hayatıdır.32 Çünkü bizzat kendisi
ona yol göstermedikçe, Allah diğer insanlara rehberlik etmeyi herhangi birinin eline bırakmayacaktır. Özel İlahî rehberlik asla ihlal
edilemez veya bozulamaz.
Bütün bu tartışmadan aşağıdaki sonuçlara ulaşılabilir:
1- Her dinî toplulukta peygamberler ve imâmlar mükemmellikte
ve tebliğ ettikleri manevî ve dinî hayatın yaşanmasında en önde gelen
kimselerdir. Çünkü onlar, kendi öğretilerini yaşamalıdırlar ve yaşarlar; ileri sürdükleri manevî hayata iştirak etmelidirler ve iştirak ederler.
2- İnsanlar içinde en başta geldikleri ve toplumun önder ve rehberleri olduğuna göre onlar, insanların en faziletlisi ve en mükemmelidirler.
3- İlahî Kudret sayesinde topluma rehberlik yapmanın sorumluluğu omuzlarında duran zat, insanoğlunun maddî hayatının ve fiillerinin rehberi olduğu gibi manevî hayatın da rehberidir ve beşer hayatının manevî boyutu ve dinî yaşayış onun rehberliğine bağlıdır.33
32
33
“Hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır yoksa hidayet verilmedikçe kendisi doğru
yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Yûnus,10/35)
“Biz, emrimizle onları doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine iyi işler
yapmayı vahyettik…” (el-Enbiyâ, 21/73). “ Onlar sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman kendi içlerinden buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (es-Secde, 32/24). Bir kimse bütün bunlardan şu sonuçları
çıkarabilir: Dünyevî önder ve rehber olmasının yanı sıra imâm, manevî hayata ait
olan şeylere kılavuzluk etmek ve cezp etmek için bir tür manevî güce de sahiptir.
O, hakikat, nur ve kendi ruhanî görünümü sayesinde kabiliyetli insanların kalplerini etkiler ve onları kazanır; böylece mükemmellik ve nihaî var oluş gayesine
doğru onlara rehberlik eder.
Download