Dünya piyasalarındaki gelişmeler ışığında makro ve reel sektör

advertisement
DÜNYA PİYASALARINDAKİ GELİŞMELER IŞIĞINDA MAKRO VE REEL
SEKTÖR POLİTİKALARI
4 Ekim 2007
Ceylan InterContinental – İstanbul
Tamer Haşimoğlu: Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bildiğiniz gibi 2007 yılı siyasi
gelişmeleri tek başına Türkiye ekonomisini test edecek derecede yoğun bir gündeme
sahipti. Seçim öncesinde ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmelere odaklandığımız bu
dönemde gündemimize ayrıca bir de küresel etkileri giderek daha da belirginleşen
uluslararası bir fınansal dalgalanma girdi. Bu iki önemli gelişme yani hem yeni hükümet
dönemi hem de uluslararası konjonktürde yaşanan değişim, Türkiye ekonomisi için yeni
bir dönemin başlangıcı sayılabilir. Bu bakımdan 2007 yılını geride bıraktığımız son 5
yıllık güçlü ekonomik büyüme döneminden, aynı trendin devamını beklediğimiz yeni bir
ekonomik büyüme dönemine ve sürecine geçiş yılı olarak görüyoruz. Bu nedenle
bugünkü konferansımızda 2007 yılında yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ışığında
önümüzdeki dönemde güçlü ekonomik büyümemizi sürdürülebilir kılacak politikaları
masaya yatırmak istedik.
Ben değerlendirmelerime öncelikle küresel ekonomi yönünden yaşanan değişimle
başlamak istiyorum. Bildiğiniz gibi dünya ekonomisindeki aktörlerin hepsi son dönemde
Amerika kaynaklı uluslararası finansal dalgalanmaya odaklanmış durumda. Amerika’daki
riskli konut kredilerinin geri ödenmesinde yaşanan problemlerle başlayarak kompleks
finansal mekanizmalarla ve türev ürünlerle dünya piyasalarına yayılan bu kriz,
uluslararası finans piyasalarında uzun dönemdir süregelen likidite bolluğunun sonuna
geldiğimizin bir işareti olabilir. Aynı yöndeki bir diğer işaret, bu konjonktürel
dalgalanmadan tamamen bağımsız olarak büyümesini bugüne kadar yatırım ve ihracat
ağırlıklı sürdüren ve yarattığı tasarruflarla küresel likiditeye önemli katkılar sağlayan Çin,
Hindistan gibi ülkelerde tüketim eğiliminin yapısal olarak artacağı beklentisi, ki bu da
küresel mali piyasalara bu ülkelerden akan likiditenin kalıcı olarak azalması ve bundan
dolayı uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetinin yukarı tırmanması riskinden de bu
dönemde söz edilebilir.
Küresel boyuttaki bu dalgalanma ve daralma, bizim gibi büyümesini yoğun dış kaynak ile
finanse eden ekonomiler için ekonomik kırılganlıkları biran önce minimuma indirmek
için bir uyarı niteliğinde görülüyor. Her ne kadar 2001 krizi sonrasında bu bağlamda
önemli bir yol katetmiş ve ekonomik temellerimizi önemli ölçüde güçlendirmiş olsak da
yüksek cari açık sebebiyle dış kaynak bağımlılığımız uluslararası şoklara karşı
ekonomimizi son derece duyarlı kılmakta. Özellikle Amerika ve Avrupa ülkelerinin
büyümelerinde beklenen nispi yavaşlama ve yüksek seyreden emtiya ve petrol fiyatları
cari açık açısından risk oluşturmaya devam etmekte, doğrudan yabancı yatırımların
artmasıyla cari açığının finansmanında kalite artmış olsa da kısa vadeli portföy
yatırımlarının yüksek seyri ve Türk lirasının giderek değerlenmesi, ani sermaye
çıkışlarında bir takım risklerin oluşabileceğini de işaret etmekte.
Bu duyarlılığı azaltmanın yolu, Türkiye ekonomisinin katma değer üretimini
hızlandırması ve bunun için gerekli yapısal dönüşümü biran önce tamamlaması. Bu
hedefe ulaşabilmemiz için verimlilik ve rekabet gücümüzü arttırmamız gerektiği de son
derece açık. Bu ise ancak reform sürecine en kısa zamanda yeni bir ivme kazandırılması
ve yeni yatırımların önünün açılmasıyla mümkün olabilir gibi gözüküyor.
Son yıllarla çok önemli yapısal iyileşmeler yaşamış olmasına rağmen ülkemizde
yatırımlar maalesef hala yeterli seviyede değil. Dolayısıyla ihtiyaç duyulan istihdam
yaratılamamakta ve mevcut yatırımlar için dahi dış kaynağa ihtiyaç duyulmakta.
Türkiye’nin yatırımdan ve büyümeden vazgeçmesi mümkün değil. Aksine sürdürülebilir
bir yüksek büyüme ortamının sağlanamaması durumunda gelir dağılımının iyileştirilmesi,
bölgesel kalkınma farklılıklarının giderilmesi, işsizlik oranının aşağı çekilmesi, gençlere
iyi eğitim ve iş imkanlarının yaratılması gibi bir dizi probleme çözüm bulunması
mümkün olamayacaktır.
Ancak bu yüksek büyümeyi sürekli dış açık yaratarak sürdürme imkanımız da kısıtlıdır.
Bu sıkıntıyı aşabilmek için de iki önemli adım atılması gerektiği kanaatindeyiz. Birincisi,
Türkiye rekabet gücünü arttırmak için yeni bir sektörel strateji benimsemeli. Yapısal
dönüşümü teşvik edecek ve bazı ekonomik faaliyetlere ivme kazandıracak politikalar
benimsenmeli. Verimliliğe, teknolojiye, innovasyona, Ar-Ge’ye kaynak aktarmaya
devam edilmeli. Sektörler daha fazla katma değer üretecek bir biçimde dönüştürülmeli.
İkinci olarak da makro ekonomide yaşanan reform süreci hızlandırılmalı. Yatırıma
dönüşecek daha fazla iç kaynak yaratma perspektifi içinde bu süreç mikro reformlarla
desteklenmeli diye düşünüyoruz.
Burada vergi reformunun tamamlanması ilk adım olmalıdır. Önümüzdeki dönemde hem
mevcut sorunların çözümüne yönelik hem de genel anlamda yatırımları teşvik edici vergi
düzenlemeleriyle ilgili çalışmaların hızlandırılması gerekmekte. Bu arada bir parantez de
sosyal güvenlik reformu için açmak istiyorum. Yürürlülük tarihi yılbaşına ertelenen bu
reformun da bir an evvel tamamlanması için çaba sarfedilmeli diye düşünüyorum.
Finansal piyasaların derinleşmesi ve bu piyasalardaki ürün çeşidinin artması vergi
alanında yapılacak düzenlemelerde dikkate alınması gereken en önemli noktalardan
biridir.
Piyasalarda derinlik ve ürün çeşidinin artması ile iç tasarrufların artması birbirini
destekleyen, besleyen önemli bir döngü oluşturmaktadır. Bu nedenle finansal ürünlerden
alınan vergilerin daha rasyonel hale getirilmesi, bankacılık kesimi aracılık maliyetlerinin
düşürülmesi, halka açılmanın teşvik edilmesi gibi konularda bir an önce adımlar
atılmalıdır.
Bu ve benzeri alanlarda yapılacak mikro reformlarla iş ve yatırım ortamındaki iyileşme
devam edecek ve tasarrufların yatırıma dönüşüm hızı artacaktır.
Temel mikroekonomik reformların ve yapısal reformların gerçekleşmesi ile istihdam
sağlayan, üretim ve ihracat yapan bir sanayi yapısına bir an önce geçilmesi
gerekmektedir. Özellikle istihdamı teşvik eden politikalar bir an önce gündeme
alınmalıdır.
Bu noktada doğrudan yabancı yatırımların ülkemize çekilmesi de özel bir önem taşıyor.
Bu yatırımlar sadece mevcut şirketlerin satışı ile sınırlı kalmayıp, istihdam, ihracat, vergi
sağlayan yeni işletmelerin kuruluşu için yani green field yatırımların arttırılması için
ülkeye daha fazla çekilmeli, cari dengenin uzun vadede kalıcı olarak geliştirilmesine de
katkı sağlanmalıdır diye düşünüyorum.
Burada vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta da yeni yatırımların hızlanmasını
istediğimiz bu dönemde bölgesel gelişmişlik farklarını da gözeterek yatırımların sadece
gelişmiş bazı bölgelerde odaklanmasının da önüne geçilmesi gerek. İçinde bulunduğumuz
hızlı büyüme süreci bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılması için elverişli bir ortam
yaratmakta. Bölgesel farklılıkların azaltılması ancak Türkiye’nin bu alandaki yaklaşımını
kökten değiştirmesiyle mümkün olabilir. Günümüzde bölgesel kalkınmanın sadece geri
kalmış bölgeler için bir teşvik sistemi olarak görüldüğü dönem sona ermiştir. Bugün
dünyanın birçok gelişmiş ülkesinin ekonomisinde bölgelerin mevcut yapısal sorunlarını
gözardı eden yaklaşımın yerini bölgelerin rekabet gücünü top yekün arttırması prensibi
ve anlayışı almıştır.
Küresel rekabet, karşılaştırmalı üstünlükler temelinde yerel uzmanlaşma sürecini
hızlandırmaktadır ve bu süreçte esnek ve uyum yeteneği yüksek KOBİ’lerin güçlenmesi,
yeni sanayi odaklarının oluşması ve Anadolu’daki küçük ve orta boy kentlerin yükselişe
geçmesi mümkündür.
Reform sürecindeki önceliklerle ilgili sözlerime kayıt dışı ekonomi ile son vermek
istiyorum. Bildiğiniz gibi TÜSİAD kayıt dışı ile mücadeleyi özellikle son 3 yılda
önceliklerinden biri olarak belirlemiş ve her ortamda bu konuyu dile getirme gayreti
içinde olmuştur. Rekabet ve verimliliğin arttırılması, yatırımların hızlanmasını
hedeflediğimiz bir noktada kayıt dışı ekonomiyi küçültmeye yönelik önlemler almamız
da kaçınılmazdır. Rekabet dezavantajları ile iş ve yatırım ortamının külfetleri kayıt
dışılığa yol açmakta, kayıt dışılığın neden olduğu büyümeyi teşvik edecek
mekanizmalardaki tıkanıklıklar rekabet ve verimlilik artışlarını engellemektedir. Bu
nedenle bu kısır döngünün kırılması hiç şüphesiz maliyetli ve zordur ama güçlü bir siyasi
irade, kapsamlı bir strateji ve güçlü bir toplumsal mutabakat bunun için ön şart olarak
gözüküyor. Ancak uzun vadede elde edilecek kazanımlar karşısında katlanılması gereken
maliyet de ve zorluklar da çok önemsiz kalacaktır diye düşünüyorum.
Değerli misafirler, bugün hem akademik camiadan hem de özel sektörden
değerlendirmelerini bizlerle paylaşmak üzere seminerimize katılan çok değerli
konuşmacılarımız var. Her birine tek tek teşekkür ediyor ve şimdi konuşmasını yapmak
üzere Koç Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Barış Tan’ı kürsüye
davet ediyorum.
Barış Tan: Değerli misafirlerimiz, değerli katılımcılarımız, TÜSİAD – Koç Üniversitesi
Ekonomik Araştırma Forum’unun “Dünya Piyasalarındaki son Gelişmeler Işığında
Makro ve Reel Sektör Politikaları” başlıklı konferansına Koç Üniversitesi adına hepinize
hoşgeldiniz diyerek konuşmama başlıyorum. Dünya piyasalarındaki son gelişmeler
ışığında ve seçim sonrasındaki içinde bulunduğumuz durumda çok zamanında yapılan bu
toplantı konusundaki değerlendirmeleri, konunun uzmanı konuşmacılara bırakarak bu
açılış konuşmasında sizlerle TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Forumu örneği
üzerinden, akademi, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör arasındaki işbirliği
konusundaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Koç Üniversitesi kurulduğu 1993 yılından beri özellikle İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi bünyesindeki programlarla eğitim ve araştırma faaliyetlerini yoğun bir şekilde
sürdürüyor. Şu an Koç Üniversitesi’nden mezun 4.000 mezunumuzun yaklaşık 2/3’si
işletme ve ekonomi konularındaki lisans ve yüksek lisans programlarından mezun. Bu
programlardaki çalışmalarımız, eğitim faaliyetlerimiz, araştırma faaliyetlerimizden belli
bir zaman içinde, kuruluşumuzun üzerinden az bir zaman geçmesine rağmen belli bir
yere geldiğimizi düşünüyoruz ama üniversitemizin vizyonu eğitim ve araştırma
faaliyetleri ile mezunlarımız ve öğretim üyelerimizden dünyaca tanınmak, fakülte olarak
da bu vizyonu biz paylaşıyoruz ve gerçekleşeceğini düşünüyoruz.
Üniversitelerin hayat döngüsünde ilk 10 sene aslında bir kuruluş aşaması olarak
düşünülebilir. Biz bu ilk 10 seneyi tamamladık. İkinci 10 sene için de faaliyetlerimizi,
ulusal ve uluslararası etkilerini arttırarak devam ettireceğimiz ve genişleteceğimiz bir
dönem olarak görüyoruz.
Aslında üniversitelerin, sadece bizim üniversitenin değil, varlık nedenini
düşündüğünüzde sadece eğitim ve araştırma değil aynı zamanda Türkiye’deki
entellektüel, teknolojik, ekonomik ve sosyal gelişime katkıda bulunmak da var. Bu da
bizim vizyonumuzun çok önemli bir parçası. Bu katkının gerçekleşmesi bizim
üniversiteyi düşündüğünüzde Rumeli Feneri’ndeki yerleşkemizin duvarları arasında
oturarak yapmak mümkün değil. Bu hedeflere ulaşmak sadece üniversitelerin değil
aslında sivil toplum kuruluşunun, iş dünyasındaki, özel sektördeki diğer üniversitelerdeki
bir çok kuruluşun hedefi de aynı. Buna ulaşmak için de işbirliği şart.
TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu kurulduğu 2004 yılından beri
bu işbirliği için aslında güzel bir örnek. Önümüzdeki yıllarda bu işbirliklerinin artarak
devam etmesi, özellikle TÜSİAD-Koç Üniversitesi Araştırma Forumu’nun amacına
uygun şekilde geniş katılımlı, geniş kapsamlı araştırmaların yapılmasını destekleyen ve
gerçekleştiren bir platform olması yolundaki ilerlemesine biz üniversite ve fakülte olarak
her türlü desteğimizi vereceğiz. Bu faaliyetlerin ülke olarak ihtiyacını duyduğumuz
sürdürülebilir büyüme, kalkınma, demokratik yönetişim konularındaki ilerlemeye katkıda
bulunacağından da eminiz.
Sözlerime son verirken TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu’nun
Kurucu Direktörü Faik Öztrak’a Meclis’teki çalışmalarında başarılar diler, yeni
direktörümüz, Üniversitemiz öğretim üyesi Kamil Yılmaz’a çalışmalarında başarılar
dilerim. Başarılı bir konferans olması dileklerimle, Koç Üniversitesi adına tekrar hepinize
hoş geldiniz diyorum.
I. OTURUM
Tamer Haşimoğlu: Bugünkü konferansımızda ilk panelimizin konusu “Makroekonomik
Politikalar ve Mali Sektör”. Burada kürsüde çok değerli konuşmacılarımız var. Önce sözü
Cevdet Akçay’a vermek istiyorum. Cevdet Akçay, Yapı Kredi Yatırım’ın baş ekonomisti
ve aynı zamanda Koç Üniversitesinde kıdemli öğretim üyesidir. Lisans derecesini
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünden ve yüksek lisans ve doktora derecelerini
City University of New York’tan almıştır. 92 – 2001 yılları arasında BÜ’de yardımcı
doçent ve daha sonra da Doç. olarak görev yapmıştır ve 2001’den beri de Koç
Üniversitesinde tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Kur ve Borç
Dinamikleri, Dezenflasyon ve Para Kuramı ile ilgili araştırmalarını oluşturmaktadır.
Cevdet Bey buyurun sizi dinleyelim.
Cevdet Akçay: Ben size güncel bir sunumdan 3-4 tane slayt göstereceğim. Bir takım
öneriler yapmaya çalışacağım. Ama belki ondan da önce çok kısa bir durum tespiti
yapmak lazım. Nereden nereye geldik, birkaç cephede, bir mali cephede, iki dış dengeler
tarafında, üç enflasyon konusunda nereden nereye geldik. Bunların tespitini doğru
yapmazsak bundan sonra yapılması gerekenler konusunda bence doğru yorumda
bulunamayız. Ben Türkiye’de en büyük sıkıntıyı burada çekiyorum, çünkü tasvirin
anlaşılmasında insanlarla pek fazla anlaşamıyoruz. Hazine’den aldığım birkaç slayt var
önce onları göstereceğim daha sonra birkaç tane kendi slaytım var onlardan problemler
nereden çıkabilir onları birazcık aktaracağım ve kendi önerilerimi biraz aktarmaya
çalışacağım. Bir de belki şöyle söylemem lazım, ekonomi politikası oluşturmanın aslında
ne kadar zor bir şey olduğunu şu anda yavaş yavaş yaşamaya başlayan bir ülke Türkiye.
Çünkü normalleşmeye ne kadar yaklaşırsanız politika yapmanız da o kadar zorlaşıyor.
Yani 2001 krizi sonrası Türkiye’nin düzeltilmesi aslında baktığınız zaman daha kolay bir
şeydi. Bundan sonrası birazcık daha zorluklar içeriyor, çünkü politikalar aslında daha
fazla derinleşmek zorunda kalıyor dolayısıyla seçenekleriniz biraz daha çetrefilli olmaya
başlıyor. Yani ekonomik politika kararları alanların işleri biraz daha zor, özellikle
enflasyon konusunda. Mesela bunu belki biraz konuşmak durumunda kalacağız. Şunu da
aslında hiç akıldan çıkartmamak lazım, mali taraf, dış denge dediğimiz cari açık,
enflasyon, bunlar birbirlerinden kopuk şeyler değil, bunlar aslında fena halde hepsi
birbirlerine bağlı kavramlar. Dolayısıyla birinde aldığınız bir önlemin diğerini
etkilememesi mümkün değil. Onun için o optimizasyon süreci bayağı karmaşık bir süreç.
Elimden geldiğince orada bildiklerimi size aktarmaya çalışacağım. Ama belki şu
slaytlarla başlarsam açıklamamız biraz daha enteresanlaşacak. İki şeyi vurgulamak
istiyorum, bir nereden nereye geldiğimizi anlatırken belki iki tarafa vurgu yapmak lazım.
Bir tanesi, kurumsal kalitenin ne kadar değerli olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamamız
lazım. Yani ekonomide ve siyasette de elbette kurumların kalitesi bence her şeyden önce
geliyor. Onları bozmamaya muazzam itina göstermek gerekiyor, bu birincisi. İkincisi,
siyasi istikrar, neden çok önemli? Türkiye, Tamer Bey de aslında bahsetti, son 7-8 ay
içinde bunu da aslında çok yakından yaşadı. Ben bu konuda çok endişeli değilim, çünkü
bir siyasi normalizasyon sürecine girildiğini düşünüyorum Türkiye’de. Bunun da ufak
tefek sancıları olacak ama o sancıları yaşamak, doğum sancıları gibi biraz çekmek
zorundasınız. Ben biraz öyle bakıyorum. Burada ENBI’ları görebilirsiniz, yaklaşık ama
bence MSCI’da bence çok keskin gözüküyor onun için isterseniz şöyle bir bakalım.
Göreli performanslara baktığınızda 2006 ve 2007 senesinden bir karşılaştırma yapacağım
sizlere. Şimdi 2006’dan bakarsanız, senenin başından beri Türkiye kırmızı olandır, biz
sırasıyla Türkiye, Brezilya, Macaristan, Polonya, Rusya ve Güney Afrika’yı takip
ediyoruz, baktığınızda Türkiye’nin performansı yılın ilk başlarında çok çok iyi gidiyor,
sonra Türkiye bayağı bir aşağı düşüyor, 2006 Mart. Sebebi, Merkez Bankası Başkanı
hakkında, burada kurumsal kalite hakkında çok ciddi soru işaretleri uyandırıyorsunuz
yatırımcının kafasında ve bunun bedeli olmaması mümkün değil. Ondan sonra şöyle
böyle idare ediyor diğerleri yine yukarı vururken sonra global krizi yiyoruz. Türkiye
herkesten fena aşağı vuruyor, burada kafalarda şu soru çıkmaya başlıyor, Türkiye artık
hakikaten bir convergence player olmaya devam ediyor mu yoksa bunlar hala eski
Türkiye gibiler mi? Yani biz Türkiye’ye 2005’in Sonbahar’ından itibaren farklı bakmaya
başladık, ama acaba Türkiye bunu hak ediyor mu diye özellikle yabancı yatırımcıların
kafasında çok ciddi olarak oluşuyor. Bunu doğurmak çok çok sakıncalı bir şey. Türkiye
bunu silmekte hala bir miktar daha zorluk çekiyor diyebiliriz aslında. Sonra 2006, krizden
kurtulmaya çalışıyorsun vs. senenin bitimine bakalım, Türkiye hala en aşağıda yani worst
performer dediğimiz en kötü görünen performans Türkiye’de, 2006’yı böyle bitirdi
Türkiye, sene başında en iyilerden biri olmasına rağmen. Cari açıktı, dış dengeydi falan
onun ne anlama geldiğini, ne tür bir risk olduğunu anlatacağım, onu kamu harcamalarına
bağlayacağım vs. bilinen yollarla pek fazla değil. Biraz gözardı edilen yollarla ama önce
bir tespit yapalım, durum bu. Peşin sıra 2007’ye baktığınız zaman, Türkiye yıla gayet iyi
başlıyor, piyasaya baktığınızda aslında en iyi perform eden, sonra şuralarda bir
diplememiz var. Bütün marklar yukarı giderken burada Türkiye’nin kendine özgü bir
diplemesi var. Yani herkes yukarı giderken Türkiye şurada bir fena dipleme yapıyor,
sebebi e-muhtıra. Şimdi bu işin siyasi istikrar tarafına giriyor. Yani siyasi istikrarı
gözetmemenin faturasını yememeniz mümkün değil. Burada dipledikten sonra tekrar
yukarı doğru hareket, herkesle beraber hareket ediyor, bakarsanız bugün de en iyi
performans gösteren aslında piyasa. Ama 2006’da ki oversold dediğimiz aşırı satış
durumunu hala devreden çıkartamamış. Bu maliyetleri kolay kolay devreden
çıkartamıyoruz, çünkü hafızalara bunlar çok fena kazınıyor, iyi şeyler daha az kazınıyor.
Ama bu tür kötülükler, musibetler daha fena kafalara kazınıyor. Şimdi mentaliteye dair
bariyerleri biraz daha fazla kafamızda yıkmamız lazım, siyasi normalleşmeye biraz daha
ağırlık vermemiz lazım, bence bu, Türkiye’nin bundan sonraki ekonomisi için elzem bir
durum. Yani geçtiğimiz 5-6 yıl içinde buna bu kadar dikkat etmemiz gerekmiyordu,
çünkü feci bir ekonomik düzeltme vardı ama normalleşmeye ne kadar yaklaşırsanız siyasi
istikrar o kadar önem kazanıyor, kurum kaliteniz o kadar fazla önem kazanıyor. Bundan
sonrası çok zor, en azından daha zor diyelim. Bu tür konferansların da amacı biraz da
oraya hizmet etmek. Ne yapılmasına dair fikirler edinmek.
Şimdi durum tespitinde birkaç tane de Hazine’den slayt göstereceğim size. Şunu bir kere
görmemiz lazım, Türkiye’nin büyüme performansının 2003-2006’da nasıl 1993-2000’den
çok daha iyi olduğunu tespit etmek lazım, bu bir veri. Bunu kabul ettikten sonra şunu
dediler, iyi ama Türkiye’de yatırım yapılmıyor, o da külliyen yanlış tabii ki. Özel kesim
yatırımlarının büyümeye katkısına baktığınız zaman o 11 senelik ortalama 2.6’nın, 0.2
puanı özel kesim yatırımlarından gelirken bu son dönemde 2002-2006 dönemindeki 4
senede bu 7.3’ün 4.4’ü özel kesim yatırımlarından gelmiş. Yani özel kesim yatırımlarının
büyümeye katkısı esasında bu dönemde çok artmış ama sokaktaki insanlara veya
kamuoyu oluşturan insanlara, gazetelerimizde yazan, sorarsanız Türkiye’de yatırım
yapılmıyor diyorlar. O zaman bu rakamlar doğru değil vs. diye atmamız lazım! %70
enflasyon varken rakamlar doğruydu, Türkiye –9’larda büyürken doğruydu, bu rakamları
geçince yanlış oldu. Bu da garip zihinsel bir durum aslında tuhaf bir şey, hep kötüye
inanma eğilimi. Buradan da çıkmanız lazım, çünkü bu da bir zaman çok önemli olmaya
başlayacak.
Lafı çok uzatmak istemiyorum, burada size birkaç şey daha göstereyim. Yani faiz
harcamalarının milli gelire oranına baktığınızda 2003’te 16.4’ten 2006’da 8.0’a gelmiş.
Şu, kamunun borç stokundaki düzeltmeye baktığınız, bu korkunç bir şey, yani 2002
senesinde 78.4’ten 44.8’e. Bunların hepsi Hazine’den alınma bu arada. Yani kendi
hesaplarımız değil, en azından Hazine’ye güvenin. Ayrıca içerdeki net iç ve net dış
dağılımı da muazzam düzeliyor. İçerinin ağırlığı fena halde artıyor, dışarınınki düşüyor
ve kamu mutlak olarak dış borcunu azaltıyor, özelinki artıyor. Ona da ilerde
değineceğim. Gene aynı şekilde TL cinsinde döviz endeksli’ye baktığınız zaman da gene
aynı şekilde TL cinsi muazzam artıyor. Yani borç dinamikleriniz muazzam bir düzelme
gösteriyor. Bunu gözardı edemezsiniz. Zaten bu olduğu için de Türkiye’nin yüksek
büyümesi geliyor. Biraz bu olduğu için cari açık artıyor diyeceksiniz, yüksek büyümeyle
beraber cari açık artıyor, verimlilik artırma çabası var, emekten tasarruf eden teknolojiye
yöneliniyor dolayısıyla sermaye malları ithalatı oluyor vs. ama olan tabloyu bir kere
doğru görmek lazım. Geldiğimiz noktada o zaman nerede tıkanıyoruz? Bir, bu demin
gördüğümüz 7.3 ortalama büyümeyi biz sürdürebilecek miyiz? Sürdürebilmek için ne
yapmalıyız, esas soru bu. İkincisi, biz enflasyonda nasıl bir yere geldik? Eşik enflasyon
dediğimiz yerin üzerinde miyiz, altında mıyız, çünkü eğer altındaysak büyüme ile
enflasyon arasında bir trade-off var yani enflasyonu daha da düşürürsek büyümeden
feragat etmemiz gerekiyor. Yok şimdiye kadar olduğu gibi o trade-off yoksa eğer
eşiklerin üzerindeysek ki bunu en başta Kamil ile benim yapmamız lazım, çünkü bunu
yapmıştık şimdi up-date etmemiz lazım, bu çok önemli bir soru. Eğer üzerindeysek daha
fazla dezenflasyonun üzerine yaslanmanın aslında büyüme maliyeti olmayacak, tam tersi
büyümenizi daha da yukarı çekecek. Ben muhtemelen o eşik değerlere çok yakın bir
yerde olduğumuz kanaatindeyim. Yani artık bundan sonra Türkiye büyümesini daha
yukarı ya da burada kalmak istiyorsa muhtemelen enflasyon tarafında biraz sıkıntı
çekmek zorunda kalabilecek gibi gözüküyor.
Şimdi bir kaç şeyi birbirine nasıl bağlarız diye belki bir de oraya değineyim. Önce cari
açıkla ilgili birkaç kelam etmek istiyorum. Birincisi, cari açığın nasıl bir problem
olduğunu iyi anlamamız gerekiyor. Cari açık bugüne ait bir problem değil, çünkü cari
açık aslında sermaye hareketleri tarafında bir fazla demek aslında biliyorsunuz. O fazla
da büyük oranda bankalarınızın ve diğer sektörlerinizin yurt dışından borçlanması ve bu
borçlanan paranın da kullandırılması demek. Cari açık problemi aslında bir getiri
problemidir. Yani cari açık ve sermaye hareketleri fazlasının kullanılmasından çıkacak
olan ülkede rate of return’ün o aldığınız paraları geri ödemekte rahat rahat yeterli olması
gerekir. Olmazsa cari açık ilerisi için potansiyel problemdir. Buradan kamuya sıçrarsınız.
Peki kamu ne yapabilir dediğiniz zaman, kamu da şunu yapmak zorunda, kamu özel
sektörün verimliliğini arttıracak olan kamu malları üretimine girmek zorunda. Yani kamu
özel sektörle rekabete girmeyecek, kamu özel sektörü tamamlayan sektör olmak zorunda.
Bu Türkiye’de olmayan bir şey. Birkaç tane daha böyle isterseniz quick fix
diyebileceğiniz önerilerim olacak ama daha genel tabloyu biraz aktarmaya çalışıyorum.
İkincisi bence Türkiye’de şu çok zor anlaşılıyor, dış ticaretin yani cari açığınıza esas
teşkil eden en önemli faktör hala, bunu iktisatçılar çok iyi anlıyorlar da geri kalanlar pek
fazla anlamıyorlar, mukayeseli avantajlar olduğunu çok iyi anlamanız lazım. Yani bütün
trade’ler bunun üzerinden gitmiyor olabilir ama trade’lerin çoğunun mantığı hala budur
yani giriş dersinde ben hep onu öğretirim. Japonya niye uçak yapmıyor? Yapabilir ama
yapmamayı seçiyor, çok zekice ve akıllı olarak, demek ticaretin temelinde mukayeseli
avantajlar kuramı çok çok önemli, bunu anlamamız lazım. Ondan sonraki aşamada da
bugünkü durumda bizim mukayeseli avantajlarımız nerede, bunu iyi görmek, bundan
sonra bunlar ne kadar elimizde kalacak, elimizde kalmayacağını anlayacağımız için de
nereye kaymamız lazım, bunun da devlet eliyle planlama teşvik falan bu değildir. Buna
karar verecek olan da yine piyasalar. Global piyasalar artı bizim kendi özel
teşebbüsümüzdür. Buna devlet eliyle karar veremezsiniz. Bugün yine hükümet tarafından
aynı yanlışın ufak ufak yapılmaya başlandığını görüyorum, hangi sektörlere teşvik
verelim? Böyle bir şeye girmemek lazım. Her ne yapacaksanız bence teşvik gibi bir şey
düşünüyorsanız across the board yapmanız lazım. Ama expenditure katları girecekseniz
across the board yapmamanız lazım. Non-wage dediğimiz harcamalarda mesela onları
across the board her tarafta aynı tırpan tarım yapmayacaksınız. Bazı taraflarda öyle
kısıtlamalara hiç gitmeyeceksiniz, bazı taraflarda fena halde gideceksiniz. Ama işin
sektör tarafına gelirseniz sektör ayrımına gidemezsiniz. Hangi sektörün palazlanacağına
veya palazlanması gerektiğine devlet yani merkez yönetim karar veremez. Ona piyasalar
karar verecekler. Dolayısıyla özel sektörün verimliliği nerelerde daha fazla artmaya aday
olabilir, bunun için nasıl bir beşeri sermayeye yatırım yapmamız lazım, artık Türkiye’nin
bunlara kafa yorması lazım. Ben bunun hale çok fazla yapıldığını görmüyorum ve o
nedenle ben sıkıntıyı burada görüyorum. Yani bu muhteşem diyebileceğimiz düzeltmenin
üzerine gelecek olan düzeltmeler artık eskisinden daha zordur. Bence büyüme tarafındaki
sıkıntı burada. Mali tarafta birkaç quick fix vereceğim ama bence şundan taviz vermemek
lazım. Mesela bu seneye baktığımızda faiz dışı fazla muhtemelen 1.7, 1.8 puan kadar
aşağıda kalacak gibi yani 6.5’un altında kalacakmış gibi gözüküyor. Bunu muhakkak
telafi etmemiz lazım yani 6.5’ önümüzdeki sene için hedef diye koymamız, hatta üzerine
çıkmaya çalışmamız lazım. Bence bu çok önemli. Ben fiscal law taraftarıyım yani mali
kanunlar gerekirse anayasaya girebilecek olan kısıtlamalar getirilmesinde ben hiçbir
yanlış taraf görmüyorum özellikle harcamalar tarafında. Yani bence hükümetlerin
manevra alanları kısıtlanmak durumunda mali tarafta, fazla esnek olamamaları lazım.
Ben bu tür kanun düzenlemelerinin de yardımcı olacağı kanaatindeyim. Şöyle enteresan
bir durum var, eğer Merkez Bankası’nın amaç ve misyonu büyümeden ziyade
dezenflasyon ağırlıklı ise ki Türkiye’de öyle olduğunu söylüyoruz, Merkez Bankası hep
böyle olduğunu ciddi bir şekilde vurguluyor. O zaman mali politikalar aslında öbür
durumdan daha da fazla ağırlık kazanmaya başlıyorlar, çok daha önemli hale gelmeye
başlıyorlar. Bunun da çok iyi anlaşılması lazım. En son bir de isterseniz para politikasıyla
ilgili bence bir takım sıkıntılar var, belki de şöyle söylemek lazım, biraz da geçmiş
tecrübelerine bakarak bence Türkiye dezenflasyon politikalarını birazcık daha gözden
geçirmek zorunda. Bu gözden geçirmesi sonunda aynı yerde kalabilir. Ama aynı yerde
kalmayabilir de. Bundan kastım şu, eğer bir alternatif politikaya kaymaya karar verirse
bunun yapılır olup olmadığından da pek fazla emin değiliz. Aslında bundan kastım şu,
değerlenen Türk Lirası’na dayalı bir dezenflasyon politikası, Merkez Bankası’nda bunun
politikası falan olduğunu söylemek istemiyorum, ama buna dayalı bir politika haline de
facto gelmeye başlarsa bunun biraz tehlikeli bir durum arz ettiğini söylüyorum. Şundan
dolayı, geçen yıl yaşadığımıza bakarsanız eğer yakalandığınız yerde kur düşükse kurun
reaksiyonu, dıştan bir şoka muazzam fazla oluyor. O şoku yedikten sonra siz kur eski
yerine gelse dahi pass through dediğimiz enflasyona katkısı kemikleşiyor ve onu atmak
bayağı bir zaman alıyor ve o zaman süresince siz sürekli çok yüksek faizlerle o işi
altetmeye çalışıyorsunuz. O yüzden ben diyorum ki eğer işlerin iyi gideceğine, iç ve dış
risklerin minimal olduğuna inanıyorsanız o zaman zaten daha düşük faiz ve biraz daha
belki yukarıda döviz politikalarına eğer gidebiliyorsanız, daha yukarılarda bir döviz
düzeyi size biraz daha yardımcı olabilir. Sebebi, durum iyiye gidecekse de kötüye
gidecekse de. Kötüye gidecekse de eğer belli indirimleri yaptıktan sonra belki en short
term parayı dışarıya çıkarttıktan sonra yani onları özendirmenin tersi, discourage ettikten
sonra durduğunuz yer belki aslında şok yemeğe daha uygun. Çok basit bir örnek vereyim
isterseniz, merkez bankası 1.20 döviz kuru, 17.25 faiz kuru ile mi yakalansın, yoksa 1.35
döviz kuru ve 16 ile mi yakalansın? Bence şoka yakalanacaksanız ikincisi daha iyi.
Mesele o ikinciye gelebilecek misiniz? Onu tartışmak lazım yani öyle bir miksi
yakalayabilir misiniz? Bu miks yakalanabiliyorsa eğer belki şunu kabul etmek zorunda
kalacağız, Türkiye’de bu 5 – 5.5 enflasyon aralığından pek aşağı da inebilecek gibi
gözükmüyor kısa vadede, belki bunu sineye çekmemiz gerekecek. Ya da diyeceğiz ki bu
kabul edilemez, hedef 4’tür, daha da aşağı 3’lere geleceğiz, çok iddialıyız, o zaman
alternatiflerimize biraz daha farklı bakmak lazım. Yani bana sorarsanız işler biraz daha
çetrefilleşmeye başladı. Eski politikalar biraz daha kolaydı, şimdi biraz daha zorlaşmaya
başladı, kafayı biraz daha yormak lazım. Biraz deneme yanılmayla da cevabı bulmak
zorunda kalabileceğiz ama çok fazla vaktinizi almadan birkaç tane quick fix’im var,
isterseniz onları da size aktarayım.
Özellikle mali tarafa ağırlık vermek gerektiğini düşündüğüm için yani ne yapılabilir
konusunda, birkaç tane not aldım. Harcamalar tarafında dediğim gibi across the board
dediğimiz her yere uyguladığınız harcama kısıtlamaları yapmayın. Bazı taraflarda hiç
harcamaları kısmayın bazılarında fena halde kısın. İşi teşvik tarafına dökecekseniz ki ben
buna hiç taraftar değilim aslında yapacaksanız da teşviği across the board yapın seçmeli
yapmayın. Bu bir.
İki, bu çok tantana koparıyor, bölgesel asgari ücretten bahsediliyor mesela, bence asgari
ücreti kaldırmaya çalışın. Asgari ücretin kendisi çok anlamsız bir şey. Hele Türkiye gibi
bir yerde, birkaç tane mahsuru var. Hep bildiğimiz mahsurları kayıt dışını özendiriyor şu
bu vs. artı asgari ücret altında kayıt dışı çalışan insanların ne bu sistemden faydalanma
hakları doğuyor ne sisteme katkı yapabilme şansları oluyor. Bütün etkisizlikler bir arada
yani asgari ücretin Türkiye’de nasıl bir mantığı olduğunu şu anda anlamam mümkün
değil. Hiçbir ülkede değil de Türkiye’de özellikle mümkün değil bana sorarsanız.
Üç, özelleştirme gelirlerinden sakın harcamaya alışmayın. Bunları harcama için
kullanmayın böyle bir alışkanlık geliştirmeyin.
Dört, finansal sektördeki vergileri minimize edin. Bunları mümkünse olduğu gibi
kaldırın. Çünkü işlemlerin finansal sistemden geçmesini sağlayın gelir yaratılsın, geliri
vergilendirin. İşlemlerin kendisini vergilendirmeyin, çünkü orada kayıt dışını
özendiriyorsun. Bu da hep konuşuluyor, yapılmıyor. Artık bunları yapmak lazım.
Tekrarlanan vergi affı yapmayın, bunu da biliyoruz.
Bunlar bilinen şeyler ama quick fix diye bunları söyleyebiliyoruz. Bunun dışında bence
esas mantalite çok sağlam yerleşmeli ve transparency diyoruz yani mantalitenizi ve
fikriyatınızı çok temiz bir şekilde aktarmanız lazım kamuoyuna. Onlarla paylaşmanız ve
onları ikna etmeniz lazım.
Son bir şey, bütün bunların en tepesinde zorluk nerede? Bence zorluk şurada. Siyasi
iktidarın esasında iktisadi politikalarını toplama yedirmesinde, çünkü bunlar sadece
iktisadi politikalar değil bunların çok ciddi politik bağlantıları ve bağlamları da var. Bu
aslında bayağı meşakkatli bir süreç ve bir PR process. Bence Türkiye’de son dönemde
yaşadığımız, bana sorarsanız kabahatin azı AKP’de olmakla beraber, AKP’nin de şöyle
ciddi bir hatası oldu. Çok iddialı bir acenda, yani EU convergence dediğimiz şey, ikincisi
daha liberal bir ekonomi. Özelleştirme ve yabancı sermaye. Bu dört unsurdan oluşan
acendayı Türkiye’de yedirmeniz çok zor. Çünkü Türk insanının genetik koduna bu aykırı.
Yani yabancı sermayeyi sevmiyoruz, kabul edelim. Türkler özelleştirmeyi sevmiyor
çünkü özelleştirilen kurumların kendilerine ait olduğunu düşünüyorlar, her sene temettü
alıyorlarmış gibi. Bu yaklaşım var dolayısıyla genetik konuları insanlara yedirmeniz bir
PR süreci olarak zor bir süreç. Öyleyse oyunu hayatta alamayacağınız insanların, bunu
biliyorsunuz diyelim AKP’siniz, onayını almanız lazım. Oy istemeyeceksiniz, onay
isteyeceksiniz. Böyle bir onay aldıktan sonra bu kadar iddialı bir acendayı
yedirtebilirsiniz. Yoksa benim bu onaya ihtiyacım yok, bana olan bana yeter deyip
yürüdüğünüz zaman hiç beklemediğiniz bir takım engellerle karşılaşmamanız mümkün
değil ve AKP de karşılaştı. Umarız öğrenmiştir. Ama bu hatalardan muhakkak ders
çıkartmak lazım.
Demin de gösterdim size, Merkez Bankası Başkanlığı süreci, arkadaşlarım beni çok
eleştirdi, sen çok makro düşüncelisin dediler, bu o kadar da önemli bir şey değil canım,
kimin geldiği falan. Halbuki öyle değil, çünkü Türkiye’nin bir enflasyon riski var, o
enflasyon riskini idare edecek olan Merkez Bankası’nın başında kimin olduğu yatırımcı
için çok önemli elbette. Bunu önemsiz addedemezsiniz. O zaman da bir değerlendirme
yapmanız lazım, buraya nasıl bir insan gelmeli? Bence oraya faizsiz bankacılıktan birisi
gelemez. Tanım itibarıyla gelemez. Bir örnek, 5 sene sonra Cevdet Akçay’ı ekonomiden
sorumlu bakan görseniz umarım çok garip gelmez, biraz gelir ama. Kültürden sorumlu
bakan görseniz, hani gene belki adamda bir kültür görmedik ama belki de vardır dersiniz.
Ama diyanetten sorumlu bir devlet bakanı görseniz bir ilkilirsiniz, çünkü hayatta yaptığı
seçimler zaten o pozisyondan kendisini dışlamıştır ve bunlar benim gönüllü
seçimlerimdir. Yani faizsiz bankacılıkta da ayda 250-300 dolar kazanın, işinizi çok iyi
yapın götürün, ama bence Merkez Bankası başkanlığına soyunmayı by default devre dışı
bırakmışsınızdır. Buna böyle bakmak lazım, o çok büyük bir hatadır ve bence onun
bedeli de ödendi, belki ödenmeye devam bile ediyor. Çünkü dediğim gibi hatalar kafaya
artılardan daha iyi kazınıyor. AKP’nin bir dolu artısı var, ama insanlar onları çok fazla
hatırlamıyor biz dahil. Bu eksileri çok iyi hatırlıyoruz.
Cari açıkla ilgili demin söylediğim şey bence çok önemli. Cari açık bugünün problemi
değildir ve cari açık nihayette bir getiri problemidir. Özel sektörün rate of return
problemidir, ileriye yönelik. Onun için de kamunun da üzerine düşen çok ciddi görevler
var, probleme böyle bakmak lazım. Cari açığın finansman problemi neredeyse ortadan
kalkmış gibi görünüyor, buna da aldanmayalım. Bu da ters dönebilir. Yani cari açığın
yaklaşık %70’i boşluk yaratmayan kalemlerle şu anda finanse ediliyor, süper. 3 sene önce
bunu hayal bile edemiyordunuz. Bugün var olması yarın da böyle olacağı anlamına
gelmiyor. Bunun böyle olmasını sağlayacak olan politikaları devreye sokmanız,
ittirmeniz lazım. Ve bunlar da giderek daha zorlaşacak. İşleri aslında iyiye götürdükçe “at
the margin” dediğimiz yapmanız gereken şeyler daha da zor hamleler haline gelmeye
başlıyor. Daha fazla irade gerektiriyor, iktidar gerektiriyor vs.
Vaktiniz için teşekkür ediyorum, sağolun.
Tamer Haşimoğlu: Evet, Cevdet Bey çok teşekkürler. Hem net bir durum tespiti hem de
çok çözüme yönelik basit, anlaşılır önerilerde bulundunuz. Şimdi sırada Serhat Gürleyen
Bey var. İş Yatırım Araştırma Direktörü. Lisans derecesini 1989’da BÜ ekonomi
bölümünden aldı. 95-98 yılları arasında TEB ekonomi araştırmaları araştırma müdürü ve
98-02 yılları arasında da TEB yatırım araştırma müdürü olarak görev yaptı. 2007 yılından
itibaren İş Yatırım Araştırma Direktörü ünvanını aldı. Şu anda hisse senedi ve sabit
getirili yatırım araçları üzerine strateji raporları, makro ekonomik analizleri
hazırlanmasında çalışıyor ve bu konuda tecrübesi var. Konuşmasını yapmak için
kendisini davet ediyoruz.
Serhat Gürleyen: Ben 3 ana başlık altında konuşacağım. Önce dünya ekonomisine
bakacağız. Küresel dalga riski nedir? Tartışacağız. Sonra gelişmekte olan ülkelere
bakacağız. Tükiye’yi gelişmekte olan ülkeler bağlamında değerlendireceğiz. Son olarak
da Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri değerlendireceğiz. Detaya girmeden önce
genel bir tespit yaparak başlayalım.
Dünya ekonomisinde çok önemli bir değişim yaşanıyor. Eskiden Asya’nın ürettiği
Amerika’nın tükettiği tek eksenli bir sisteme sahiptik. Bugün Asya, Avrupa ve
gelişmekte olan ülkelerin öneminin arttığı çok merkezli bir sisteme geçiyoruz. Amerikan
merkezli büyüme modelinden çok merkezli büyüme modeline geçiş endişe ettiğimiz
kadar zor olmuyor
Yeni dönemde gelişmekte olan ülkelere düşen rol küresel değer zincirine süratle entegre
olmak. Bu entegrasyonu doğru yapan ülkeler geleceğin gelişmiş ülkeleri olacaklar veya
şu ankinden çok daha yüksek bir refaha sahip olacaklar. Yapamayanlar ise geride
kalacaklar.
Artık detaylara geçebiliriz. Öncelikle ülke grupları bazında küresel büyüme tahminlerine
bakalım. İki önemli tespit yaparak başlayalım. (i) Amerikan ekonomisi yavaşlıyor (ii)
Gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomisinden daha hızlı büyüyor.
ABD ekonomisinde yavaşlama sinyalleri uzun zamandan beri geliyordu ama ilk defa bir
durgunluğun eşiğine geldik. ABD ekonomisinin büyümesi hane halkının
ev
fiyatlarındaki artışa dayanarak borç alıp harcamasına dayanıyordu. Amerikalı tüketicilerin
harcamaları gelirlerindeki artıştan çok emlak fiyatlarındaki yükselişin sağladığı borçlanma
olanağına dayanıyordu.
Yüksek faiz oranları konut fiyatlarındaki yükselişi tersine çevirerek bu fazilet çemberini bozdu.
Faiz oranlarındaki yükseliş ev fiyatlarındaki düşüşü ve dolayısıyla konut kredilerindeki batıkları
artırararak kendi kendini besleyen olumsuz bir döngü yarattı.
Konut piyasasındaki spekülatif balon sönmeye başladı. Faizlerdeki yükseliş konut sektöründeki
satışları durma noktasına getirdi. Satılık konut stoku 9 ay ile son on yılın en yüksek seviyesine
yükseldi. Konut fiyatları yıllar sonra ilk defa düşmeye başladı
Emlak fiyatlarındaki spekülatif balonun süreceğine güvenerek gelirinin üzerinde borçlanan
hanehalkı yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanmaya başladı. Düşük riskli müşteri grubuna
verilen kredilerdeki bozulma kabul edilebilir boyutta kaldı. Ancak, yüksek riskli konut
kredilerinin geri ödemesindeki gecikme endişe verici seviyelere ulaştı
Kredi piyasasındaki bozulma yüzünden ABD ekonomisinin durgunluğa girmesini
beklemiyoruz. FED’i faiz oranlarını hızlı bir şekilde indireceğini sinyalini vermesi ABD
ekonomisinin durgunluğa girmesi ihtimalini azalttı. Enerji ve sınai hammadde
ürünlerindeki artışa rağmen küresel enflasyonun gerilemesi FED’in faiz oranlarını
indirmeye devam etmesine olanak sağlıyor.
ABD ekonomisinin hastalanmasına rağmen dünya ekonomisi canlılığını korudu. Asya’da
altyapı yatırımları, Avrupa’da iç talebin güçlü olması küresel ekonomiyi canlı tuttu.
Gelişmekte olan ülkeler küresel büyümenin itici gücünü oluşturuyor.
Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerin dışsal şoklara karşı eskisinden daha güçlü
olduğunu vurgulayalım. Kamu borçlarını azaltan ve rekabet güçlerini artıran gelişmekte
olan ülkelerin dış kaynak ihtiyacı önemli oranda azaldı. Brezilya, Rusya, Hindistan ve
Çin dünya ekonomisinin yeni motoru olmaya aday. ABD kredi piyasasında risklerin
devam etmesine rağmen gelişmekte olan ülke aktiflerine olan iştah sürüyor.
Gelişmekte olan ülke aktifleri yeni bir yatırım aracı olarak öne çıktı. Eskiden gelişmekte
olan ülke bonoları veya senetleri ABD’de yada gelişmiş ülkelerdeki ikinci sınıf şirketlerle
karşılaştırılırdı. Son 5 yıllık dönemde gelişmekte olan ülke aktiflerinin ABD şirketlerini
düzenli olarak yendi .Buı sayede toplam portföyler içinde gelişmekte olan ülke
aktiflerine ayrılan kısım yükseldi. Bu sayede gelişmekte olan ülke hisse senedi fiyatları
artarken borçlanma maliyetleri düştü.
Bu değişimin devresel değil yapısal bir olay olduğuna inanıyoruz. Zaman zaman
dalgalanmalar görebiliriz. Ama gelişmekte olan ülkelerin dünayaye entegrasyonu devam
ettiği müddetçe gelişmekte olan ülke aktifleri değer kazanmaya devam edecek. Doların
küresel ölçekte değer kaybetmesi bu süreci etkilemeyecektir.
Bu bağlamda gelişmekte olan ülkeleri bekleyen biri sistemsel diğeri münferiy iki temel
riskten bahsetmek istiyorum. Önce sistemsel riskten başlayalım. Gelişmekte olan
ülkelerde yaşanan yükseliş gelişmekte olan ülkelerin küresel değer zincirinden aldıkları
payın artması sayesinde oldu.
Bunun devam etmesi için küresel mal, hizmet ve sermaye akımlarındaki serbestleşme
eğiliminin sürmesi lazım. ABD ekonomisindeki durgunluğun artması korumacı tedbirleri
hortlatarak büyük rsmin değişmesine yol açabilir.
Karşılaşabileceğimiz ikinci risk sistemsel değil ülkesel bir risk. Olumlu dış dinamiklere
güvenen siyasi otoritenin geçmiş “güzel günlere” dönmek isteyip reform sürecini
yavaşlatması riskinden bahsediyoruz.
Elde edilen kazanımların sürmesi için uygulanan ekonomik programın sürdürülmeye
devam etmesi gerekiyor. Seçimler nedeniyle 2007 yılında mali disiplinde bir miktar
gevşeme yaşandı. Mali disiplindeki bozulmanın geçici olduğunu, borç dinamiklerindeki
olumlu gidişatı tersine döndürmeyeceğini tahmin ediyoruz.
Uygulanmakta olan sıkı maliye ve para politikaları sayesinde 2002-2006 döneminde brüt
kamu borcunun milli gelire oranı yaklaşık 30 puan azaldı.
AB tanımlı borç stokuna baktığımızda %60’lık Maastricht kriterini neredeyse
yakaladığımızı görüyoruz. 2005 yıl sonu itibariyle Türkiye’nin borç stoku / GSYİH oranı,
pek çok Avrupa Birliği ülkesinden daha iyi konma geldi.
Elde edilen kazanımlar dışsal şoklar karşısında Türkiye ekonomisinin kendi kendini
besleyen olumsuz bir döngüye girmesi ihtimalini azalttı. Döviz yükümlülüklerindeki
azalış, TL sabit faizli borçlanmalardaki artış ve vadelerdeki uzama borç dinamiklerinin
dışsal şoklara karşı duyarlılığını azalttı. Hazine tarafından yapılan çalışma kamu borç
dinamiklerinin eskisine göre çok daha dirençli olduğunu gösteriyor. Ekonomik
büyümedeki düşüş, Türk lirasının değer kaybetmesi, reel faizlerin artması gibi dışsal
şokların kamu borç stoku üzerindeki etkisi geçmiş yıllara göre daha sınırlı düzeyde
Türkiye küresel piyasalardaki dalgalanmalar karşısında eskisine göre çok daha yüksek
rezerve sahip. Merkez Bankası döviz talebindeki ani bir artış karşısında rezerv
kullanmaktan imtina etmemeli. 2006 yılındaki dalgalanmada döviz rezervinin
kullanılmaması yüzünden enflasyon beklentilerinin bozulması ve şok faiz artışı yoluyla
çok yüksek bedel ödendi
Ekonomik programa güvenin artması sayesinde DTH’in toplam mevduata bölümüyle
ölçülen para ikamesi %60’tan %35’e geriledi. Gelişmekte olan ülke karşılaştırmaları
Türkiye’de para ikamesinin uzun vadede %20 civarına gerileyebileceğini gösteriyor.
Türk lirasına yatırımların artması yerleşik yatırımcının ekonomik programa olan
güveninin arttığını gösteriyor
Rezervlerdeki hızlı artışa rağmen Türkiye net döviz borçlu olmaya devam ediyor. Kamu
kesimi döviz borcunu önemli ölçüde azalttı. . Bankacılık kesiminin kurdaki değişime
karşı duyarlılığı azaldı. Buna karşı yatırımlarını döviz borçlanarak yapan şirketlerin açık
pozisyonu büyümeye devam ediyor. Diğer yandan, hanehalkı servetinin önemli kısmını
dövizde tutmaya devam ediyor. Yerleşik yatırımcıların genelde yabancı yatırımcılarla ters
yönde hareket etmesi kurlardaki dalgalanmanın boyutunu azaltıyor
Şirketlerin ağırlıklı olarak döviz cinsi borçlanması üç temel nedene dayanıyor. Tasarruf
açığı olan ülkede yurtdışından borçlanma yapılması kaçınılmaz. Türk lirası
borçlanmalarda reel faizler dövize göre çok daha yüksek . Sanayici bu faizlerle Türk
lirası cinsi borçlanıp yatırım yaparak dünya piyasalarında rekabet edemez. Reel kur
seviyesi ile faaliyet karlılıkları arasında ters yönlü bir ilişki var. İhracatçılar döviz
borçlanarak kendisini kurlardaki dalgalanmaya karşı korumaya çalışıyor
Enflasyon konusuna çok fazla girmek istemiyorum. Uygulanan sıkı maliye ve para
politikalarına rağmen enflasyonla mücadelede tam anlamıyla bir başarı sağlanamadı.
Enflasyon hedeflemesi programı 2002-2005 döneminde enflasyonu %50’lerden tek
haneli seviyelere indirerek önemli aşama kaydetti. Fakat 2006 yılındaki dışsal şok
karşısında -rezervleri korumak adına- verilen yanlış tepki beklentilerin bozulmasına ve
enflasyonun program hedefinin çok üzerine çıkmasına yol açtı
Merkez Bankası’nın enflasyondaki yükselişe şok faiz artışıyla cevap vermesine karşı
beklentiler program hedefine tedricen yakınsıyor. Güven açığının yüksek olması
enflasyonla mücadelenin maliyetini artırıyor. Sıkı para politikasının enflasyon üzerindeki
etkisini 2008 yılında daha net anlayacağız
Uygulanan sıkı para ve maliye politikalarına rağmen Türkiye ekonomisi büyümeye
devam ediyor. Bunda kamu borçlanma gereğinin azalmasının özel sektör yatırımlarının
önünü açması ve yurtdışından sağlanan ucuz döviz borçlanması önemli rol oynuyor.
Fakat aşırı değerli Türk lirası ve yapısal sorunlar Türkiye’nin ihracata dayalı bir büyüme
modeline geçmesini zorlaştırıyor.
İç talepteki yavaşlamanın orta vadede cari açıktaki yükselişi sınırlamasını bekliyoruz.
Fakat ithal girdi talebinin yüksek olması ekonomideki yavaşlamaya rağmen cari açıktaki
iyileşmeyi sınırlıyor. 2006’da %8 olan cari açığın milli gelire oranının sınırlı bir iyileşme
sergileyerek 2007’de %7,1’ye gerilemesini bekliyoruz.
Hızlı büyüme ve değerli kurun yanısıra enerji fiyatlarındaki artış da cari açığın
yükselmesinde önemli rol oynamıştır. Enerji fiyatlarının 2002 fiyatlarında sabit kalması
durumunda cari açık bu günkü seviyesine göre 4.3 puan puan daha düşük olacaktı
Cari dengedeki bozulmaya karşı finansmanının kalitesi arttı. Doğrudan yabancı sermaye
girişi cari açığın %65’ini aştı. Ancak gelen yabancı sermaye ihracatımızı artıracak
sektörlere yönelmedi
Sermaye girişi, cari açığın finansmanına yönelik endişeleri dizginlese de sorunun
çözümüne katkıda bulunmuyor. Dış dengede kalıcı bir bir düzelme için ekonomide
yapısal bir değişim gerekiyor. Çözüm: Türk şirketlerinin katma değeri yüksek alanlarda
dünya ekonomisine entegrasyonunu artırmakda yatıyor
İhracatın sektörel dağılımına baktığımızda büyük şirketlerin küresel değer zincirindeki
değişime daha iyi uyum sağladıklarını görüyoruz. En büyük 500 sanayi şirketinin ihracatı
içinde otomotiv, makine techizat gibi sektörlerin payı daha ağırlıklı. İkinci en büyük 500
şirketin ihracatında tekstil ve deri sektörü açık farkla önde gidiyor.
Küreselleşmenin yaygınlaşan etkisi, katma değer yaratan sektörlerde maliyet avantajıyla
çalışan ülkeleri dünya ticaretinde ön plana çıkardı. Dış ticaret açığımızda Asya
ülkelerinin ve enerji üreticisi ülkelerin payı arttı. Çözüm için enerjide dışa
bağımlılığımızı azaltacak politikalar üretmemiz ve Türk şirketlerinin rekabet gücünü
artıracak yapısal reformları hayata geçirmemiz gerekiyor.
Biraz uzun bir konuşma oldu. Sabrınız için teşekkür ederim.
Tamer Haşimoğlu: Teşekkürler Serhat Bey. Şimdi sayın hocamız Seyfettin Gürsel’i
kürsüye davet edeceğim. Çoğunuz zaten tanıyorsunuz, ama kısaca bir özetlemek
istiyorum. Seyfettin Bey Galatasaray lisesinden sonra 1973 yılında Grenoble İktisat
Fakültesi’ni, 1974’te de aynı üniversitenin Siyasal Bilimler Enstitüsü’nü bitirdi. Ekonomi
dalında doktora öğrenimini Paris Nanterre Üniversitesi’nde 1979 yılında tamamladı.
1980-83 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Daha
sonra bir dönem yayıncılık ve özel sektör kuruluşlarında deneyimi var. 1994 yılında
Galatasaray Üniversitesi’nde akademik yaşama geri döndü ve aynı üniversitenin ekonomi
bölüm başkanlığı ve rektör yardımcılığı görevlerinde bulundu. Şu anda kendisi
Bahçeşehir Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. İktisat politikaları, işgücü iktisadı, iktisat
tarihi ve seçim sistemleri üzerine kitap, araştırma ve makaleleri bulunmakta.
Seyfettin Gürsel: Cevdet Akçay’ın konuşmasında sunduğu çerçeveye, yaklaşıma geri
dönmek istiyorum. Ben de zaten bugünkü sunumumu bu çerçevede düşünmüştüm. Başka
bir çerçevede düşünmek doğrusu zor, bugün Türkiye ekonomisini tartıştığımız zaman.
Hakikaten sorun enflasyon ile büyüme arasındaki ilişki. Eşik enflasyondan söz etti
Cevdet Akçay. Ben de bunun şu sırada bir anahtar kavram olduğunu düşünüyorum. Eşik
enflasyon belki bu biraz teknik bir jargon bizler için. Bunu iki cümle ile özetleyecek
olursak, geçmiş dönemde Türkiye’nin yaşadığı enflasyon çok büyük ölçüde enflasyonla
mücadele edildiğine inanılmadığı için özellikle kurdan enflasyona geçişle ortaya çıkan,
gevşek para daha doğrusu uyumlu para gevşek maliye politikalarının bir sonucu olarak
trend enflasyonu dediğimiz yani “geçmişte enflasyon vardı gelecekte de olacak”
şeklindeki bir enflasyondu. Bunun tabii büyüme üstünde de olumsuz etkileri oldu. Bu
enflasyon ile mücadele literatürde klasik anlamda enflasyonla büyüme arasındaki tradeoff ‘u gerektirmeyen bir mücadele yöntemiydi. Bunu küçümsediğim için söylemiyorum,
kolay olduğu için söylemiyorum, tabii birçok şeyin değişmesi gerekti. Ama sonuçta 2001
krizi bir şoktu, aynı zamanda siyasal ve zihniyet şokuydu. O hara güre içinde önemli
yapısal değişiklikler yapıldı; başta TC Merkez Bankası’nın bağımsızlığı olmak üzere
stand-by anlaşması vs. bunlar sayesinde o dönemde hakikaten enflasyonda çok hızlı bir
düşüş yaşandı. Şimdi bu açıdan baktığımızda zaten Türkiye ekonomisini iki farklı
dönemde ele almak gerektiğini düşünüyorum, birincisi 2002 – 2006’nın Mayıs ayına
kadar devam eden dönem, biraz önce sözünü ettiğimiz dönem. İkinci dönem de bu kur
şokundan sonra Mayıs-Haziran’dan sonra 2006’da başlayan dönem. Tabi bu dönem
aslında bitti mi ya da biraz değişik bir şekilde devam mı etmek üzere, dolayısıyla bir 3.
dönem acaba ya da 2. alt dönem şeklinde bir dönemde miyiz? Bu çok güncel bir soru.
Yeterince geriye dönüp bakamıyoruz, ama sanıyorum birazdan neden böyle
düşündüğümü anlatmaya çalışacağım. Kritik bir noktadayız, özellikle enflasyon- büyüme
ilişkisi açısından.
Şimdi birinci dönemi çok kısa hatırlatalım. Bu geçmişte kaldı, ama bu dönemin
özelliklerini belki iyi tespit edebilirsek bundan sonra halen içinde bulunduğumuz
dönemin de zorluklarını belki daha kolay kavrayabiliriz. Bir kere büyüme ve
dezenflasyon olarak özetlenebilir, yani yüksek büyüme yaşandı hem de dezenflasyon
yaşandı. Şimdi bunda bana göre güçlü maliye politikasının çok temel bir rolü oldu. % 6.5
faiz dışı fazla, özellikle Cevdet Akçay grafiklerle gösterdi, kamu borcunda çok önemli bir
düşüş sağlandı. Bu da çok tartışıldı Türkiye’de, mutlak olarak tabi ki borç artıyordu, ama
bu nominal bir artıştı, bunun yani borç yükünün esas göstergesi olan milli gelire
oranladığınız zaman burada son derece düzenli, istikrarlı ve oldukça da başarılı bir düşüş
sağlandığı açık. Bunun tabii önemli etkileri oldu. Güven artışı. Bunda IMF çıpasının yani
stand-by anlaşmasının varlığı çok önemli rol oynadı. Biraz önce söyledim, TC Merkez
Bankası’nın bağımsızlığı çok önemliydi. Enflasyonla mücadeleye inandırıcılık getirdi.
Tabii enflasyon hedeflemesi (ilk dönem için “örtük” de olsa) dalgalı kur rejimi, bunlar
stratejinin ana unsurlarıydı. İktisat politikasının temelleriydi. Bu nasıl bir sonuç verdi?
İşte biraz önce de söz ettik, bir kere büyüme açısından rahatlıkla burada izleyebiliriz,
ortalama yüzde 7’nin biraz üzerinde gerçekleşti. Türkiye için çok yüksek bir büyüme.
Kaynaklarını da biliyoruz: Bir kere ertelenmiş bir tüketim talebi vardı, bu devreye girdi.
Dolayısıyla özel tüketimde 2003’ten itibaren bakacak olursanız çok yüksek artışlar ortaya
çıktı. 2006 sizi aldatmasın, 2006’nın ilk yarısı gene son derece yüksek, aşağı yukarı
yüzde 7 küsur, 7.5’luk ortalama artışa tekabül ediyor. 2006’nın ikinci yarısında da tabii
düşüyor. Onun için dönemlemeyi ben de o şekilde yapıyorum, şok öncesi, şok sonrası.
Özel kesimde gerçek bir yatırım patlaması yaşandı. Burada da rakamları görebilirsiniz.
Tabii yatırım patlaması biraz daha gecikmeli oldu, 2003’ün ikinci yarısında başladı.
2004’te zirve yaptı. 2005’te hala çok yüksekti, 2006’nın ikinci yarısından itibaren de
ciddi bir düşüş yaşandı. Bu yatırım patlamasını aslında 1990’lardaki Türkiye
ekonomisinin o istikrarsız durumunda ortaya çıkan bir çeşit sermaye stoğu açığı şeklinde
yorumlamak mümkün diye düşünüyorum. Bu dönem sermaye stoğu açığının kapatılması
dönemidir 2004, 2005 ve 2006’nın ilk yarısı. Bu stok şu anda sanıyorum optimal bir
düzeye geldi. Bundan sonra yatırımlardaki gelişmenin özel tüketim ve ihracata bağlı
olarak, daha dengeli bir şekilde devam edeceğini tahmin ediyorum.
Yatırım artışlarının temposu gelecekteki büyüme performansımızı da yakından etkiliyor,
ama özetle şunu söyleyebiliriz. Birinci dönem dediğim dezenflasyon ve büyüme
döneminde açık bir şekilde de görülüyor ki tamamen iç talep çekişli bir büyüme söz
konusuydu. Nitekim ihracat-ithalat katkısının büyük ölçüde negatif olduğunu rahatlıkla
görebilirsiniz. Biraz önce de konuşmacı arkadaşlarım değindiler. Özellikle Serhat Bey de
gösterdi, biliyoruz ki yatırım patlamasında özel kesimin dış borçlanması önemli bir rol
oynadı, çünkü iç tasarruflar bu kadar yüksek yatırımı karşılayacak düzeyde olmayınca,
dış tasarruf-kredi şarttı. Firmalar dışardan borçlandılar.
Burada tabi dezenflasyonda da önemli bir başarı elde edildi. Enflasyon 2006 şokundan
önce aşağı yukarı %8 düzeyine gelmişti. Dezenflasyon dinamiğinde elbette TL’nin reel
değerlenmesi de rol oynadı. Merkez Bankası’nın gösterdiği hedef enflasyon ile
beklentiler arasındaki fark giderek kapandı; Merekz Bankası daha inandırıcı oldu. Meşum
enflasyon dinamiği kırıldı yani geçmişe bağımlı enflasyon trendi kırıldı ki zaten bütün
hüner buydu. Bu sayede hakikaten hızlı bir dezenflasyon çok yüksek bir büyümeyle
birlikte yaşanabildi.
Sorun, herkes bahsetti, artık biliniyor, artan cari açık. Cari açık 2006’da milli gelirin
%8;2’sine çıktı. Bu durum ekonominin kırıganlığını artırıyordu. Finansman önemli
ölçüde sıcak paraya dayanıyordu, dolayısıyla Mayıs 2006 kur şokunda bunun olumsuz
sonuçları yaşandı. 2006’nın ikinci yarısından itibaren yeni bir döneme girildiği
kanaatindeyim. Tabii geçmişteki para politikası da bence tartışmaya açık. Burada bu
konuyu tartışmaya vaktimiz yok, ama hedefin %8’den %5’e düşürülmesi konusunda ben
hala muhalifim. O zaman da bunu sık sık vurgulamaya çalıştım. Çok iddialı bir hedef
kondu, %8’den %5’e düşürmek, yüzde 60’dan yüzde 8’e düşürmekle aynı şey değildi. Bu
hedef tutmadı, üstelik dış şoklar nedeniyle hedeften daha da uzaklaşılınca fiili enflasyon
ile hedef arasında uçurum oluştu. Bugün bu startejik hatanın sıkıntıları yaşanıyor. Bu
bakımdan bence geçmişteki para politikasının da özellikle enflasyon hedeflemesinde
hedef tespitinin tartışılması gerekiyor, ama bir kere olan oldu, yani şu anda %4’lük hedef
var ve Merkez Bankası yönetimi de haklı olarak bu hedefin değiştirmenin başka
maliyetleri olacağını düşünüyor.
2006 Mayıs kur şoku enflasyon şoku yarattı. Bildiğimiz tipik geçişlilik (pass-through)
dediğimiz mekanizma ama gene altını çizmekte yarar var, bu şok öncesinde de
enflasyonun direndiği açıkça ortaya çıkmıştı. Yani bu şok olmasaydı enflasyon kuşkusuz
%10’a çıkmayacaktı ama %5 hedefinin de bir hayli üzerinde olma ihtimali vardı. Biraz
önce de zaten bundan söz etmeye çalıştım. Tabii TC Merkez Bankası’nın faiz tepkisi
malum, reel faizler itibarıyla bakmakta yarar var. Para politikasında çok ciddi bir
sıkılaştırılma yaşandı. Beklenen reel faiz, yani piyasadaki gösterge nominal faizi
enflasyon beklentisiyle indirgerseniz aşağı yukarı bu mertebelerde beklenen bir reel faiz
(yüzde 7-8’den yüzde 11-12’ye) ortaya çıkıyor. Gördüğünüz gibi reel faizde neredeyse
%50’ye varan bir artış oldu.
Şimdi bu şokun gene bilinen sonuçları oldu. İç talep soğutuldu ve bu arada reel kurda da
%20’ye yakın düşüş gerçekleşti. Bu iki olgu, Türkiye ekonomisinin bilinen özelliği,
ihracatı ivmeledi, ama daha önemlisi ithalatta önemli bir düşüş yaşandı; özellikle yatırım
ve tüketim mallarında, bunun sonucunda da büyümeye ihracatın katkısı önemli ölçüde
arttı. Bunu gene grafikle gösterebilirim. Nitekim 2006’nın birinci ve ikinci çeyreklerinde
gördüğünüz gibi büyümeye net ihracat katkısı hala negatif ama 3.çeyrekten itibaren katkı
pozitif.
Ancak 2007’nin 2.çeyreğinde görüyorsunuz bu katkıda ciddi bir azalma var. Büyümenin
1/3’ünü ancak karşılayabildi. 2007’nin 3.çeyreğinden itibaren acaba net ihracatın büyüme
katkısnın yeniden negatif ya da sıfır cuvarında olacağı, ama aynı zamanda da iç talep
artışının ılımlı seyredeceği yeni bir dönem mi başlıyor?
Cari açık artışı da Haziran 2006’dan sonra durdu. Bunun grafikleri var göstermeye gerek
yok. Bunu biliyorsunuz, cari açık 32 milyar civarında istikrar kazandı bu dönemde. Cari
açık oranının da %7 civarına düştüğünü tahmin edebiliriz. Bu gerileme şok
potansiyelinde azalmaya neden oldu ama Cevdet Akçay’ın da biraz önce söylediği gibi
bundan sonra ne olacak? Çok güvende olamayız ama kısa vadede kur şoku ihtimlinin
düşük olduğunu öne sürebiliriz.. Enflasyon da bu politikalar sayesinde %12 civarından
geri döndürülebildi. Ama bu arada beklentilerde çok ciddi bozulma ve büyük bir
inandırıcılık açığı oluştu Merkez Bankası açısından.
Şimdi bugüne gelecek olursak durum nedir? Bunun üzerinde biraz duralım. TC Merkez
Bankası sıkı para politikasını sürdürüyor ve sürdüreceğini açıkça söylüyor. Bu şu anlama
geliyor: Reel faiz aşağı yukarı %10 civarında tutulacak, zaten bunu da söylüyorlar,
beklentiler iyileştikçe faizi aşağı indireceğiz ama hiçbir şekilde para politikasının
sıkılığında bir gevşeme yaratmak istemiyoruz. Bunun etkisiyle de, daha doğrusu artı bir
varsayımları var, hükümetin maliye politikasında tekrar eski sıkılığa döneceği şeklinde.
Bu çok önemli bir varsayım ve ben de bunun üzerinde son bölümde biraz duracağım.
Hükümetin onlara yardımcı olacağını düşünüyorlar ve küresel sarsıntının da, bu tabii yeni
bir veri, dünya ekonomisinde büyümeyi yavaşlatmasını bekliyorlar, dolayısıyla dış
talebin de sınırlı kalmasını bekliyorlar. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman da
talep üzerinde ciddi bir baskının devam edeceğini son birkaç aydır gözlenmekte olan
canlanmanın ancak sınırlı olacağı kanaatindeler. Yani kontrollü bir iç talep canlanması
bekliyorlar. Bu çerçevede güçlü bir dezenflasyon sürecinin devam edeceğini ve
enflasyonun 2008’de %4 hedefinin civarına indireceğini enflasyonun çok büyük
olasılıkla eğer bu çerçevede bir değişiklik olmazsa ve beklenmedik bir şok olmazsa
gerçekleşeceğini düşünüyorlar. Şimdi tabi bunun büyüme açısından bir maliyeti var.
Şimdi büyümenin talep yönüne baktığımız zaman, arz yönü yani potansiyel büyüme
tartışmaları devam ediyor. Araştırmalar geçmişin verilerine, performansına, dayalı olarak
yüzde 5-5,5 arasında tahmin ediyorlar potansiyel büyümeyi. Benim güncel tahminim
halen yüzde 6 civarında olduğu. Eğer toplam faktör verimliliği çok iyi giderse orta
vadede belki 6.5 olur ama onu bir kenara bırakalım. Potansiyel yüzde 5,5’i kabul etsek
bile fiili büyümenin bunun altında kalınma ihtimali yüksek. Zaten enflasyonu %4’e bütün
bu şoklardan sonra indirmenin de maliyeti burada. Sınırlı özel tüketim artışı, kontrollü
tüketim artışı ne demek? Yüzde 2-3 arası olabilir. Yatırımlarda da sınırlı bir canlanma,
biraz önce söylediğim gibi eğer sermaye stoğu açığı kapandıysa bundan sonra gene talebe
bağımlı bir yatırım büyümesi öngörmek lazım, yüzde 8-10 olabilir. Hükümetin seçim
döneminde gevşeyen maliye politikasını yeniden sıkılaştıracağını düşünürsek kamu
kesimden büyümeye ancak marjinal bir katkı beklenebilir. Burada tabi kritik nokta, dış
katkı. Reel kur kısa sürede Mayıs 2006 şoku öncesindeki değeri yakaladık ve aştık. Reel
ücretlerde az da olsa bir kıpırdanma bir canlanma başladı, son ücret kazanç anketi bunu
açıkça ortaya koyuyor. Verimlilik artışlarında, geçmişin makro düzenlemelere ve
enflasyon düşüşünün getirdiği etkinliğe bağlı olarak gerçekleşen yüksek verimlilik artışı
geride kaldı. Artık nispeten sınırlı bir gelişme beklenebilir ama tabii burada önemli
marjlar var.
Nihayetinde iç talepte kısmi bir canlanmayı dikkate alırsanız ve ihracat, ithalat
meselesinde dünyadaki durgunluk daha doğrusu düşen büyüme öngörürsek büyüme
konusunda iyimser olmak zorlaşır. Avrupa ekonomisinin kürsel sarsıntıdan daha fazla
etkileneceğinden söz edildi. Buna katılıyorum. Bizim en önemli ihracat piyasamız AB.
Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman benim endişem, önümüzdeki dönemde yani
2007 üçüncü çeyrekten itibaren ve sonrasında net ihracat katkısının 0 civarında olma
ihtimali çok yüksek. Bunları bir araya getirirseniz aşağı yukarı 4.5 ile 5.5 arasında bir
büyüme ortaya çıkıyor. Bu sadece benim tahminim değil, aşağı yukarı Merkez
Bankası’nın da tahmini bu. Aslında çok da fena bir büyüme düzeyi olarak durmuyor.
Sonuçta %2 veya 3 değil ama Türkiye’nin hem AB ile convergence’ı açısından yeterli
değil, hem de istihdam artışı açısından ve işsizliği aşağı çekebilmek açısından yeterli bir
büyüme düzeyi değil. Bu konuda tabi çeşitli tahminler var. Bizim de yaptığımız
çalışmalar şunu gösterdi, aşağı yukarı büyümenin tarım dışı istihdama desteği yarım puan
gibi duruyor uzun dönemde. Önümüzdeki dönemde de bu olabilir. Bu şu anlama gelir,
eğer %5 civarında bir büyüme olacaksa büyük ihtimalle %3’ün altında bir tarım dışı
istidam artışı önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak demektir. Nitekim zaten bu başladı,
adım adım büyüme %7’lerden %6’ya, son 1 yılı söylüyorum, düştü. Tarım dışı istihdam
artışları da buna paralel olarak adım adım geriledi. En son, son iki çeyrekte 500.000’in
altına indi. 2007 ikinci çeyrek, 2007 birinci çeyreğin de altındaydı tarım dışı istihdam
artışı, yanılmıyorsam 450.000 küsurdu. Bu tabii ki yeterli değil çünkü bir taraftan da
işgücü arzı var. İşgücü arzı da son bir grafik göstereceğim, tarım dışında işgücü arzını ve
istihdamı yansıtan bir grafik bu. Tabii ki benim deyimimle bir kent efsanesiydi, istihdam
yaratmayan büyüme. Burada bir kez daha hatırlatayım, istihdamsız büyüme sadece 2003
yılı için geçerliydi çünkü 2003’te büyük bir prodüktivite şoku yaşandı. Bunun nedenleri
ayrı bir konu, ama ondan sonra özellikle iç talep büyümesi yatırım çekişliydi. Muazzam
miktarda yatırım elbette istihdam yarattı, bunu da çok açıkça görüyorsunuz. 2003 yılının
yarısından itibaren istihdam yatırımları bir miktar gecikmeyle takip ediyor tabi ki,
muazzam miktarda tarım dışında istihdam yaratıldı ama aynı zamanda işgücü arzı da
buna paralel hareket ettiği için, bunun da özel nedenleri var ama şu anda buna girecek
vakit yok, tarım dışı işsizlik oranı 14.6’dan 12.5 civarına indirilebildi. Belki büyük bir
başarı değildi ama en azından düşen bir işsizlik oranı söz konusuydu.
Şimdi son döneme baktığınız zaman bu 550.000 çizgisi aşağı yukarı bizim tahminimiz
tarım dışında bu kadar her yıl istihdam yaratmak gerekiyor eğer işsiz sayısını sabit
tutmak istiyorsanız, mutlak sayıyı. Bu yavaş yavaş işsizlik oranını aşağı çekeceğiniz
anlamına gelir ve bu bence Türkiye’nin yapabileceği en optimal politikalardan bir tanesi.
Çünkü bu da garanti değil, nitekim büyümenin son bir yılda %6 civarına düşmüş olması
istihdam artışını da gördüğünüz gibi bu kritik eşiğin düzeyine getirdi. Şimdi önümüzdeki
dönemde eğer tahminlerimiz doğrulanırsa yani büyüme %5 civarına düşecek olursa hiç
kuşkusuz işsizlik oranı yeniden tırmanışa geçecektir, nitekim zaten son iki çeyrektir
%12.5 civarında tarım dışı işsizlik oranı durgunlaştı. Hatta tarım dışı işsiz sayısında
artışlar var, 40-50.000 mertebesinde. Dediğim gibi bu süreç biraz daha devam edecek
olursa çok tipik bir enflasyon büyüme ve işsizlik trade-off’u ile karşı karşıyayız demektir.
Bu neden önemli? Çünkü bunu uzun süre sürdüremezsiniz. Bunun politik yansımaları
olacak. Bugüne kadar çok iyiydi, her hükümetin rüyasında görebileceği bir süreçti. Hem
enflasyon düşüyor en azından 2006 Mayısına kadar hem büyüme var, hem işsizlik
düşüyor, oh ne ala ne ala vaziyeti vardı. Şimdi tabii durum değişti, değişmek üzere.
Ne yapılabilir? Şimdi burada kur meselesi ve bunun büyümeyle ilişkisi, faizle olan
ilişkisi çok önemli. Merkez Bankası haklı olarak diyor ki ben bir taraftan da kuru
gözetecek olursam o zaman enflasyon hedeflemesini ve enflasyonla mücadelemi zafiyete
uğratırım ama literatürde başka tartışmalar da var. Belki amaç fonksiyonuna kur da
konulabilir mi? Bir an için Merkez Bankası’nın haklı olduğunu düşünelim, bu durumda
tabii ihracatın büyümeye katkısı hemen hemen sıfırlanıyor. Bu son derece ciddi bir sorun
çünkü önümüzdeki dönemde büyümeyi hakikaten tekrardan hiç olmazsa potansiyel
düzeyine, %7’lere olmasa bile, %6’lara taşıyabilmemiz için artık eskiden olduğu gibi bir
yatırım patlamasına ya da özel nihai tüketimde ciddi bir artışa güvenemeyiz. Mutlaka
büyümenin ihracat çekişli, dış katkılı olması şart. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Bence
temel sorun burada. Bunu yapabilmek için tabii birçok şey söylendi, söylenebilir, bana
öyle geliyor ki Merkez Bankası’na yüklenirken hükümeti göz ardı ediyoruz. Maliye
politikası burada son derece önemli. Daha önceki dönemde faiz dışı fazla ve maliye
politikasının sıkılığı borcu indirmek içindi, ama bundan sonra maliye politikasının sıkılığı
bizzat enflasyonla mücadele açısından gerekiyor. Yani iç talep üzerindeki baskının bir
bölümünü mutlaka maliye politikasının önümüzdeki dönem üstlenilmesi gerekiyor. Eğer
bu yapılabilirse o zaman para politikasını buna bağlı olarak bir miktar daha gevşetmek ve
faizleri daha hızlı indirmek mümkün. Bunun da her şeye rağmen tartışmalı olsa da
nominal kurun düşüşünü ya da reel kurun artışını engelleyici bir etkisi olabilir mi diye biz
iktisatçıların tartışması, araştırması gerekiyor.
Maliye politikasını sıkılaştırırken burada harcamalar arasında trade-off’lara çok dikkat
etmek lazım. İlerde büyümeyi teşvik edecek verimliliği arttırıcı harcamalardan çok diğer
harcamalara bakmak lazım. Çünkü gelirleri arttırarak maliye politikasının sıkılaştırılması
olanaksız bir düzeyde. Şimdi bütün bunlar önümüzdeki dönemde tartışılması gereken
ama çok da fazla vakit geçirilmeden bir an önce bir eylem planına ve iktisat
politikalarında ince ayar dediğimiz ayarın yapılması gerekiyor. Tabii ki burada Hükümet
ve Merkez Bankası arasındaki koordinasyonu ve işbirliği son derece önemli ve
hükümetin bu çerçeveyi bir kere benimsemesi ve inanması lazım ki bunun böyle olduğu
gözükmüyor. Yani maliye politikası, şimdi borç düştü diye maliye politikasını
gevşetemezsiniz. Bunu ne kadar hükümet farkında, anlayabiliyor bilemiyorum ama
Merkez Bankacılarla Pazartesi akşamı görüştüğümüzde Merkez Bankacılar, yönetim
adeta medyadan hükümete anlatılmasını bekliyor. Bizlerden medet umuyor ki ben de,
boşuna bizden medet ummayın, bunu siz anlatacaksınız dedim. Tabii burada TÜSİAD,
TOBB gibi kuruluşların da çok önemli rolü olabilir. Bu söylediklerim elbette teorik
açıdan da tartışmaya açık şeyler ama ben bu işin içinden, bu köşeye sıkışmışlık
durumundan nasıl çıkıp büyümeyi %6 civarına taşıyabiliriz sorusuna yanıtım, “ancak
yeni bir policy mix ve yapısal reformları hızlandırarak” şeklindedir.
Çok teşekkür ediyorum toleransınız için.
Tamer Haşimoğlu: Biz teşekkür ederiz Seyfettin Bey. Çok değerli konuşmalar dinledik.
Şimdi bir ara var, aradan sonra tekrar ikinci oturum için hepinizi buraya davet edeceğiz.
İkinci Oturum: Reel Sektör
Kamil Yılmaz: Saygıdeğer konuklar, ikinci oturuma başlamak için hazırız. Ancak, ben
oturum başkanı olarak başlamadan önce kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bu
toplantıyı biz neden organize ettik? Yeni Forum Direktörü olarak ben Faik Bey’in
başlattığı yolda devam etmeye çalışacağım. Önümüzdeki dönemde yapacağımız
faaliyetler gelecek aydan itibaren yeni faaliyetlerimiz olacak. Bu tür mini
konferanslarımız olacak. Gelecek ay dünya ekonomisi ve Amerika ekonomisinin ayrılan
yolları üzerine bir toplantı yapacağız. Şu anda konuşmacıların hepsini söylemem
mümkün değil ama 2 Kasım’ı şimdiden takviminize yazabilirsiniz. İki ya da üç hafta
içinde size duyurular gönderilecek. Bu tür toplantılarımıza hemen hemen her ay devam
edeceğiz ve önümüzdeki yıl içinde yani 2008’de başlatmayı düşündüğümüz ve Türkiye
ekonomisindeki özellikle politika önermeleri geliştirmek ve bir ölçüde hükümet ve
Merkez Bankası hem onlara yardımcı olmak, hem akademik işdünyasının görüşlerini
yansıtan çalışmalarla tekrar karşınıza geleceğiz. Bugüne kadar maillerimiz size
ulaşmıyorsa bize kartlarınızı bırakırsanız biz size daha rahat ulaşabiliriz. Bu toplantıyı
neden düzenledik? 2007 yılı artık bir ölçüde siyasetin baskın olduğu bir yıl oldu ve
halihazırda tüm focus siyaset üzerinde. Anayasa tartışmaları elbette çok önemli. Ancak,
ekonomi politikalarında gecikme sözkonusu. İki ay olmasına rağmen, hükümetin hali
hazırda ciddi bir adım attığını şu anda göremiyoruz. Bu toplantı için “geç mi kaldık” diye
düşünmüştük. Aslında çok da geç kalmamış gözüküyoruz. Daha önce çok tartışılan
makro reform-mikro reform ayrımını bu toplantının başlığına koymadık. Çünkü artık
mikro ve reform insanları giderek bıkkınlaştırmaya başladı. Şunu çok net bilmemiz
lazım. Reform, Türkiye’nin ihtiyacı ve bu konuda daha da gecikiyoruz. Gecikmeden, bir
an önce harekete geçmenin önemi Türkiye’nin potansiyel büyümesinde kendisini
gösterecek.
İkinci oturumun başlığı da “Reel Sektör”. Aslında mikro reformları tartışacağız. Hasan
Ersel daha önce Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı.
Daha sonra Merkez Bankası başkan yardımcılığı görevini yürüttükten sonra Yapı Kredi
Bankası’nda yıllarca Türkiye ekonomisi ile ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bugün de bize
reform süreci ile ilgili bir sunum yapacak. Reform sürecini en iyi yönetmenin yollarını
anlatacak. Bir ölçüde bir iktisadi teoriyi reform sürecinde bağlantılandırarak kendisi bir
çalışmasını özetleyecek aslında. Ben sözü ona veriyorum.
Hasan Ersel: Konuşmanın başlığı böyle. Reform, umut ve siyasal iktisat diye. Şunu
söylemek istiyorum. Önümüzdeki döneme bakmak istiyorum. Önümüzdeki dönem ne
olabilir? Tabii ki önümüzdeki döneme bakabilmek için önümüzdeki döneme ilişkin bir
şey söyleyen bir belgeye, bir dokümana dayanmak gerekiyor. Elimizde hükümet
programı var. Hükümetlerin, hükümet programını ciddiye almadığı yaygın bir kanaattir.
Ama ben o görüşte değilim. Ayrıca, yapılan çalışmalar da ciddiye aldığını gösteriyor.
Onun için bakmakta yarar var. Ben de ciddiye alıp, hükümet programına bakacağım.
Herhangi bir programa bakıyorsanız tabii hedefin ne olduğuna bakarsınız. Başlangıç
koşulları olarak neyi varsayıyor yani neler var, sıçrayacaksınız, sıçradığınız nokta nasıl?
Onu nasıl söylüyor? Bir de kullandığı araçlara. Hedef malum. Türkiye’yi yüksek bir gelir
düzeyine ulaştıracak koşullar, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti anlayışı içinde
bu yapılacak. Bunların hepsi alıntıdır hükümet programından. Şimdi başlangıç koşulları
nedir? Burada hükümetin çok ilginç bir tavrı var. Bakın, şunlarda çok önemli mesafeler
alınmıştır deyip, bir liste veriyor. Sağlıktan eğitime falan diye. Yani epeyce olumlu şey
olmuş. Genellikle de bunu söylerken hükümet programı 2003 sonrası deneyime atıf
yapıyor. Bunu söyledikten sonra da geldiğimiz nokta şudur diyor: Bunları söylüyor. Bir
de AB’ye katılım sürecini bu dönemde yapılan ve bu bazı güçlendiren bir nokta olarak
belirtiyor. Bütün bunları söyledikten sonra en son noktaya geleceğim. Türkiye kalkışa
hazır hale gelmiştir diyor. Bütün bunları söylediği zaman “kalktık, gidiyoruz, uçuyoruz”
gibi bir şey beklerken öyle demiyor. “Kalkışa hazır hale geldik” diyor. Ve hükümet
programında bu temayı çok işliyor. Mesela bir sıçrama dönemi programına geçiyoruz
diyor. Yani şimdiye kadar sıçramadık, bundan sonra olacağız diyor. Sonra hükümet
programında biraz yadırgatıcı bir şey: Take off. Deyimi İngilizce kullanıyor. Aynı şeyi
bir daha söylüyor. Sonra da kalkışa geçeceğiz. Yani take off kalkış ve kritik eşik diyor.
Böyle bakınca programda geldiğimiz noktanın pek iyi bir nokta olmadığı hissi veriliyor.
Araçlarını da söyleyeyim. Araçlarda bir kere bu katılımcı demokrasinin yerleşmesi ve
yaygınlaşmasının bu ortamın sağlayacağı özendirmelere önem verdiğini söylüyor. Güzel.
Yapısal reformları açıkça söylüyor bu dönemde. AB sürecini yardımcı süreç olarak
görüyor. Bu reformları yapmanın, bu sıçramayı yapmanın dinamiğinin esas noktası değil,
yardımcısı olarak görüyor. Bu önemli bir nokta. Şimdi böyle deyince, bakıyorum bir kere
kalkış noktasına varılamamış. Dolayısıyla, iyimser mi, iyimser sayılamayacak mı ortada
bir hal var. Kritik eşikten geçilebilirlikten söz ettiğine göre geçememe olasılığı da var.
Demek ki, bu önümüzdeki dönemde geçememe olasılığı var. Böyle bakınca, reform iyi
bir şeyler söylemiyor. Kalkış dediğiniz zaman, uçak belli bir hıza ulaştığı takdirde,
havada kalır. Aksi halde düşer. Uçağın en problemli halleri bu kalkış ve iniş halleridir.
İktisatta kalkış ya da take off dendiği zaman bir insan hatırlanır. O da Walters olur. Orada
bir kalkış aşaması vardır. Kalkış aşamasını kısaca tarif edeyim. Çünkü önemli bir şeydir.
Rostow olanı. Gelenekler yerine, iktisadi süreç tarafından toplumun yönlendirildiği
aşamadır. Daha evvel gelenekler vs. yaparken artık toplum daha rasyonel hareket
ediyordur. Yalnız Rostow’un söylediği bu kalkışa vardıktan sonra olgunluğa varmak 50
ila 100 yıl alır der. Hükümetin o kadar kötümser olduğu kanısında değilim. Yalnız birkaç
şeye dikkat edelim. Bu kalkış lafı bu kadar fazla söyleniyorsa, kalkış aşamasında
Rostow’a da baksanız, uçağa da baksanız orayı beceremezseniz düşersiniz. Yani
Rostow’da kalkış aşamasını geçemeyen toplumlar ileriye gidemezler. Açıkça söylerdi.
1960’larda Türkiye’de de bu çok tartışıldı. Demek ki, hükümet, önümüzdeki dönemi, bu
kalkış için gerekli koşulların tümünün sağlanması için gerekli reformların tamamlanması
bitirilmesi dönemi olarak görüyor. O halde bu şekilde değerlendirmek lazım. Dediğim
gibi, biraz iyimser olmadığımı söyleyebiliriz. Rostow kadar da karamsar değil. Çünkü
eğer 2013’de şöyle olacak, 2023’de dünyanın 10 ülkesinden biri olacak, AB üyesi olacak
diyorsa, yüzyıl sonrası için bir şey söylemiyor. Demek ki, daha çabuk, daha olgunluğa
yaklaşabileceğimizi varsayıyor. Bu işin bir yönü. İkinci yönü, hükümetimizin bu
programında umut noktaları da var. Mesela bir hukuk düzeninin sağlamlaştırılması,
yatırım, istihdam ve üretimi arttıracağını söylüyor. Yani onu yaparsak öteki kendiliğinden
takip eder gibi bir ifade. Dışa açılma süreci devam ettiği zaman bu da refahı arttırır diyor.
Dikkat ederseniz bunların hepsi bazı varsayımlar. Bu da dışarıdan sermaye girişi olacaktır
bu çerçeve içinde. Bunlar umut noktası. Reformlar yapıldı geçmişte. Türkiye ekonomisi
daha güçlü ve şoklara dayanıklı bir noktaya geldi. Başlangıç koşulu bu. İstikrar koşulu
diyor ki, gelecek yılların bütçeleri tam bir kararlılık ve mali disiplin anlayışı içinde
uygulanacaktır. Yani 2007 bütçesi gibi olmayacaktır diyor. Reform niyeti de, açıkça
söylüyor: “Hükümetimiz önümüzdeki dönemde de yapısal reformlara kararlılıkla devam
edecektir.” Demek ki, bu üç koşulu böyle görüyor. Yorumlarsak şunu diyor: Reformlar
için başlangıç koşulları var. 2003’den bu yana yapıldı. Bunlar büyük ölçüde sağlandı.
İktisadi istikrar ortamının sürdürülecek olması gerekiyor. Bu da ikinci yeterli koşul.
Programda yer alıyor. Yapacağız diyor. Üçüncüsü de, niyet, kararlılık. O da programda
var. Şimdi soru şu: Bunlar yeterli koşul mudur? Bir reform programının yürüyebilmesi
için yeterli koşul mu? Çünkü hükümet bunu böyle varsayıyor. Acaba tamamlanmamış
olan reformlar sürecinin devamını sağlayacak sağlam bir temel oluşturmak için yeterli
mi? Yani yapılanları hükümet yeterli görüyor. Sormamız lazım. Sağlık reformunda ciddi
şeyler yapıldı. Bir noktaya gelindi. Bu yeterli mi? Bu bir soru. Peki, bundan sonra hangi
reformlar yapılacak? Orası ilginç. Çünkü hükümet programında bundan sonra ne
yapılacağı konusuna gelince, büyük bir bulanıklık ve dağınıklık var. Yapılacak deniyor
ama ne yapılacağı söylenmiyor. Mesela, geçmişi anlatırken çok sistematik anlatıyor. Ama
geleceğe gelince yok. Dolayısıyla, bundan sonra hangi reformların yapılacağına bakmak
lazım. Önümüzdeki reform gündemine baktığımız zaman, ben şöyle bir toparlayıverdim.
TEPAV’ın bir araştırması var. İkinci nesil reform sürecinin özellikleri diye. Oradan
baktığımız zaman, böyle bir liste çıkarabiliyorsunuz. Aslında ben toparladım ama en
azından 6 boyut bulabilirsiniz. Ama bunların içerisinde bazıları epeyce mali yük getiren
işler. Yani hukukta bir şeyi değiştirmenin belki yükü yoktur dersiniz ilk bakışta o işi
yapmak için, uygulamada var. Fakat diğerleri epeyce yük getiren. Ama uzun bir liste ve
bu listenin içi de geniş. Epeyce reform var. Bunların önemli bir kısmı mikro reform
denilen şeyler. Mikro reform çok abartıldı, çok konuşuldu ama bir nokta çok önemli.
Kamu yönetiminde bir değişiklik yapmak istediğiniz takdirde, siyasi iradenin bunu
kararlaştırması ve ilgili idari birime “evet” demesi halinde yaparsınız. Bir tane karar alıcı
yeter. Ama mikro reformdan bahsediyorsanız, o alanda çalışan, etkilenen herkesin
kendine çeki düzene getirmesi gerekiyor. Bir tane karar alıcı yok. Bu nokta çok önemli.
Yarısı yapar, yarısı yapmazsa bu reform yürümez. Demek ki, çok farklı tercihi, çıkarları
ve olanakları olanların davranışlarının değişmesi gerekiyor. Hem de belli bir yönde
değişmesi gerekiyor. Söylendiği kadar kolay bir şey değildir. Dolayısıyla, bir de bunun
maliyeti ortaya çıkacak. Maliyeti ortaya çıktığı gibi bir de bunun kazancı maliyetle
beraber çıkmaz. Yani bir şeyi yaparsınız ondan 2-3 yıl sonra nemasını görürsünüz. Bunu
da unutmamak lazım. Yani “ben bu maliyeti kazançla karşılarım” diyemezsiniz. Çünkü
kazanç gelecekte, maliyet bugün. Hükümet ilginç bir şekilde bu konuda iyimser. Çünkü
bununla ilgili fazla bir şey söylemiyor. Maliyetlerin karşılanabileceği konusunda da
umutlu gözüküyor. Ama bu maliyet az mı, çok mu belli değil. Mesela, AB çevre
standartlarına uyum. BM’nin bir alıştırmasıydı. 90 milyar dolar civarında para gerektirir
diyor. Bu rakam o kadar yüksek değil, 70 olur deniyor. Çevreden bahsettim. Buna uymak
90 milyar dolar dediğiniz zaman, bu yük nasıl, kim karşılayacak, bunun finansmanı nasıl
olacak? Sorular öyle küçük soru değil. Bu bir tanesi. Liste uzundur. Bir başka sorun
sadece zamanla ilgili değil. Reformun yükünü çekenle ondan yararlanan farklı olabilir.
Hiç olmazsa yakın zamanlarda. Bir reform yaparsınız, bundan müşteri yararlanıyor
olabilir. Ama yükü yüklenen firma olabilir. Demek ki, hem insanlar arasında
yararlananlar ve maliyeti yüklenenler arasında farklılık olabiliyor, hem de zaman içinde
farklılık olabiliyor ve bu konular çok ciddi konular. Zaten bir reform programının
analizinde bu konudur önemli. Peki, bu dediğim şekilde aktarımlar yapmak gerekiyorsa,
zaman içinde ya insan grupları arasında, bu aktarımları yapabilecek olan bir müdahale
eden birisi olması lazım. Yoksa eğer benim cebimden parayı çıkarıp, durumunuz kötüye
gidiyor, reformda size vereceğim bekliyorsanız alamaz. Benden bunun birinin alması
lazım. Devlettir. Vergi alır, birilerine sübvansiyon verir. Demek ki, bütçede esneklik
yaratmak gerekiyormuş. Bütçede esneklik yaratmak ciddi bir şekilde bütçenin geri kalan
harcamaları üzerinde bir sınır koymak demektir. Yani bunu parayı reform için
transferlerde kullanacaksınız. Reform için transferlerde. Peki öyle olunca sizin şöyle
düşünmeniz lazım. Faiz ve reform maliyetine katkı dışı diye. Buraya bütçenin bir şeyini
ayırmanız lazım ve dokunamayacağınız bilmeniz lazım. Dokunduğunuz zaman reformu
yapamayacağınızı bilmeniz lazım. Bütçenin kalanından da kamu hizmetlerini finanse
etmeniz lazım. Bütçede bunu görecek miyiz? Bekliyoruz. Dolayısıyla, bu olay bir sorun
çıkarıyor. Kamu harcamaları konusunda hükümetin sıkışması demek. Şimdi hangi
hükümet olursa olsun, bunun da sonucu bir siyasal maliyet var hükümet açısından. Bu
siyasal maliyeti küçümsemek bence hatalı olur. Bir iki şey üzerinde duracağım. Bir tanesi
bazı şeyleri rahatlatıyor. Türkiye’de işgücü piyasasına yönelik reformlar bu piyasada
esnekliği arttıracak, iyi olacak falan. Bu yanılgı bir anlamda. Niye yanılgı? Çünkü
Türkiye’de işgücü piyasası zaten esnektir. Niye? İş güvencesini sıfırlamak suretiyle yani
kayıt dışı istihdamdan bahsediyorum, bir esneklik vardır. Türkiye böyle devam edebilir
mi? Edemez. Ahlaki nedenle edemez. Ayrıca da, iktisadi hedefler açısından devam
edemez. Demek ki, işgücü piyasasında yapılacak müdahalenin mantığı Türkiye’de
katılaştırarak esneklik sağlamaktır. Bunu şunun için söylüyorum. Bir facia olarak
söylemiyorum. Bu olay planlanması gereken bir şeydir. Ne kadar katılaştıracağım ki,
esnekliği yok etmeyeyim veyahut böyle esnekliği böyle bırakırsam ne kadar ahlaki
açıdan hata etmiş olurum. Bunun bir dengelenmesi, düşünülmesi lazım. Demek ki, olay,
düşündükçe daha kompleks. Bu arada mesela sosyal güvenlik reformu meselesine
bakıyoruz. Sosyal güvenlik reformu kamu dengesini etkilediği için ve o ölçüde önem
vermek bence insani bir davranış değil. Çünkü reformun iş yaşamında güvence
konusunda getireceği katkı da çok önemli. Böyle bir sosyal güvenlik reformu çıkınca
herkese müthiş güvence verilecek değil. Güvencenin sınırı anlaşılmış olacak. Ama
güvensizlik ortadan kalkacak. Bütün bunların getirdiği dinamik, yapım biçiminde bir
değişiklik olacak. Onun için bu reforma öncelik verilmemesi halinde ondan sonra mikro
reforma firmalar kendilerini adapte edecek falan demek çok anlamlı değil.
En sonunda şuna gelmek istiyorum: AB müzakere süreci. Türkiye bu AB müzakere
sürecine devam ediyor. Bu işin bir mantığını düşünelim. Niye AB ile müzakere
yapıyorum. Müzakere adını bir kenara bırakalım. Bir reform seti var. O reform setini
yapıyorum, amacım AB üyesi olmak. Üye olunca ne olacak? Üye olmadığım oranla bir
ek kazanç sağlayacağım. Yani bir grubun içinde olmanın bir ek yararı olacak. O ek
yararın bugünkü değerini aldığım zaman bu reform maliyetten daha çok olacak. Demek
ki, mantığı bu. Peki, ben bu reformları yaptığım zaman, bu müzakere sürecini başarıyla
tamamlamak gerekir deniyor. AB üyesi olabilecek miyim? Cevap, hayır. Çünkü AB’nin
1993 Kopenhag kararı var. Orada da diyor ki, biz alabilecek durumdaysak her şeyi yapar,
ama alamıyorsak alamıyoruz der. Demek ki, bu garanti bir şey değil. Bunun anlamı ben
bu getiri–maliyet karşılaştırmasını yaparken, ilerideki getirilerin realize edilip
edilmeyeceğine ilişkin bir olasılık vermem gerekiyor. Biz de onu yaptık. O olasılığı
yazdığınız zaman ne olur diye. Espri yoluyla Sarkozy–Merkel katsayısı diyebiliriz. O
katsayı sıfır mı, bir mi? O katsayıyı düşürdüğünüz zaman, şunu görmek mümkün:
Türkiye için optimal strateji bu zamanlar arası sosyal refah fonksiyonunu maksimize
eden bir model. Bu katsayı sıfıra doğru yaklaştığı zaman veyahut bu şekilde şoklar yediği
zaman bulduğunuz sonuç Türkiye için optimal stratejinin AB reformlarını yapmak
olmadığı çıkıyor. Diğer birçok yerde olmak çıkıyor. Bu arada “biz, biz” dediğimin kim
olduğunu söyleyeyim: Arkadaşım Fatih Özatay’dır. Onunla beraber yaptık. Burada bir
şey söylemem mümkün: İşin siyasal iktisat yönüne bakalım. Siyasal iktisat yönüne
bakınca bir saptama yapayım, ondan sonra iki sonuç söyleyeceğim. Bir tanesi, AKP 22
Temmuz seçimlerinden sonra mecliste güçlü bir konuma geldi, fakat mutlak gücü yok.
Parlamento içerisinde güç yani koalisyon yapma kapasitesini ölçen endeksler var.
Bunlardan ……….. endeksiyle hesapladım. Maksimum 1 oluyor o endeks. AKP’nin gücü
0.6. Ve anayasa değişikliğini düşünün. Hatta bir köklü vergi reformu. Meclisin güçlü bir
şekilde desteklediği vergi reformunu uygulama şansı yüksektir. Bu durumlarda AKP’nin
diğer partilere ihtiyacı var. Dolayısıyla, böyle bir parti her istediğini yapar diye düşünmek
yanıltıcı olur. AB üyeliği olasılığı düştüğünde, ne olur diye bakıyorsunuz. Şöyle bir şey
çıkıyor. Bizim yaptığımız egzersiz şöyle bir şeydi: İki tane parti var. İki parti de kendi
programlarının Türkiye, AB üyesi olduğunda yeşermesi için daha iyi bir ortam olacağını
düşünüyor. Yani her iki parti de samimi olarak istiyor. Fakat her iki parti de birbirine
itimat etmiyor. Bu Türkiye için çok şaşırtıcı bir olay değil. Yani ilk seçimde bu parti “ben
reform programının maliyetini insanlara yüklediğimde onların refahı düşecek. İleride
yükselecek. Yüklediğim anda o popülist sayılabilecek veya durumu muhafaza edecek bir
programla cevap verebilir. O zaman da insanlar ona gider. Her iki parti böyle düşündüğü
zaman, bu oyunun Nache dengesi her iki partiyide reform yapmamaya gider. Demek ki,
böyle bir politik tehlike var. Yani reformun maliyeti öyle kolay kolay yani bir umutla
geçiştirilecek bir şey değil. Reformun maliyeti önemli bir şey. Siyasi sonuç doğuruyor.
Bu sonucun şu ana kadar doğmamış olması reformların kişilerin üzerindeki yüklerinin
henüz ısırıcı noktaya gelmemiş olmasıyla ilgili. Şimdi şu terminoloji var: Deniyor ki, hiç
önemli değil, bakın programda da var. Bir de tabii diğer partiler de söylüyor. AB bizim
için esas değil. Bu reformlar bizim için gereklidir. Fark etmez, biz reforma devam ederiz.
İkinci çalışmamızda onunla uğraştık. O, o kadar basit bir cevap değil. Size bir örnek
vereyim: Şunu diyebilirsiniz: Bir modern sektör olsun, bir de geleneksel sektör olsun. AB
üyesi olmanız için geleneksel sektörün yok olması, hepsinin modern olması lazım. Onlar
için de kaynak lazım. Siz de modern sektördeki firmalara diyorsunuz ki, size ekstra vergi
koyacağım. Bununla diğer firmaları modernleştireceğim. Çünkü onların imkanı yok. Eğer
bu işi yapmama izin vermezseniz AB üyesi olma şansımız yok. Siz de AB üyesi olmanın
getireceği ekstra kazancı sağlayamazsınız. Onlar düşünecek ve ne diyecek? Ekstra kazanç
ne kadar sağlayabilirim? 10. O 10’nun bugündü değeri kaç? Diyelim ki, 7. Eh 7’nin
altında bir vergi olursa tamam. Demek ki, anlaşabileceğiniz bir yer var, vergi
alabilirsiniz. AB üyeliğini kapattınız, ulusal reform yaptınız, bu ekstra kazanç yok. O
zaman buraya döndüğün zaman “başkası için parayı niye vereyim” der, ondan ancak borç
alabilirsiniz. Demek ki, aynı reformu yapsanız bile finansman biçimi değişiyor. Bu
olayların yer almaması hükümet programında bir eksiklik midir? Bence evet. Telafi
edilebilir mi? Evet. Çünkü bütçe geliyor. Bütçe sırasında ne deneceği, bütçenin ne hava
vereceği, bütçenin ne havada verileceği son derece önemli. Eğer biz bu bütçe sırasında da
bunu görmezsek hükümetin pek fazla reform yapmaya niyeti yok diye düşünebiliriz.
Görürsek iyi bir şey. Bu haliyle program, uzun ve detaylı bir metin olmasına rağmen, bu
konuyu bence dışarıda bakıyor. Sözünü ettiğim çalışmalar bunlardı. Çok teşekkür ederim.
Kamil Yılmaz: Teşekkür ederiz. Reform sürecinin yönetilmesinin önemini çok güzel
özetlediniz. İkinci konuşmacımız Erol Taymaz. Kendisi ODTÜ ekonomi bölümünde
öğretim üyesi. Lisans derecesini ODTÜ makine mühendisliği bölümünden aldıktan sonra
Case Western Reserve Üniversitesi’nde doktora derecesini tamamladı. Şu anda ekonomi
bölümünde öğretim üyesi. Erol Taymaz’ın konuşacağı konular genel olarak sanayi
politikalarına da bir ölçüde değinecek. İşgücü piyasalarına bağlantılı mikro reformlar ve
teknolojinin bu süreçteki önemi üzerine değinecek. Buyurun.
Erol Taymaz: Çok teşekkür ederim. Konuşmamın giriş kısmını yapmış oldunuz onun
için hemen devam edeceğim. Öncelikle, iktisadi politikalar konusunu gündeme getirdiği
için TÜSİAD-Koc Universitesi Ekonomik Araştırma Forumu’na teşekkür ediyorum.
Gerçekten uzun süredir Türkiye’nin gündeminden iktisat politikaları çıkmıştı. Türkiye
açısından iktisadi sorunlar hala çok önemli. Bu yüzden bu konuların tekrar tartışılması
ekonominin geleceği açısından önemli.
Ben sunuşumu üç bölüme ayırdım. Birinci bölümde, uzun dönemli gelişmelere bakmak
istiyorum. Yani sadece son yıllara değil, oldukça uzun, 1923’den bugüne genel olarak ne
oldu, ona bakmak istiyorum. Çünkü ekonominin gelişimini çok kısa dönemde görmek
mümkün değil. Gelişme, uzun dönemli etkenler tarafından belirleniyor. Bu yüzden uzun
dönemde ne olduğuna bakmakta fayda var. İkinci bölümde, önümüzdeki dönem açısından
sorunlu olabilecek bir iki noktaya değinmek istiyorum. Üçüncü bölümde de, bu sorunlu
alanlara ilişkin geliştirilebilecek bazı politikalar konusunda genel hatlarıyla bilgi vermek
istiyorum.
Öncelikle 1923’den günümüze kişi başına GSYİH’nın büyümesine bakalım. Bu grafikte
kişi başına GSYİH’nın büyüme oranları görülüyor. Büyüme oranları yıllık
dalgalanmaların etkisini azaltmak için beş yıllık ortalamalar şeklinde alındı. 1923’den
günümüze Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik gelişmesine baktığınız zaman, dört, belki
beş dönem tespit etmek mümkün. İlk dönem kuruluştan II. Dünya Savaşı’na kadar olan
dönem. Büyüme hızları oldukça yüksek. Çünkü çok zayıf bir ekonomik temelde belli bir
kalkınma hamlesi var. O yüzden ekonomik büyüme hızları yüksek. İkinci dönem, II.
Dünya Savaşı’ndan 1960’a kadar olan dönem. Üçüncüsü, 1960 – 1980. Dördüncüsü 1980
– 2001. Bu dönemler zaten biliyoruz, fakat bu grafikte de çok net bir şekilde ortaya
çıkıyor. Bildiğiniz gibi, 1960 ve 1980 dönemleri askeri müdahaleler ile tamamlanıyor, ya
da yeni dönemler o şekilde başlıyor. Dördüncü dönem, 2001 dönemi de Türkiye
Cumhuriyeti’nin geçirmiş olduğu belki en büyük ekonomik krizle kapanıyor. Yeni bir
dönemin başlayacağı ya da başlaması gerektiğini bu şekil bize söylüyor. Tabii yeni
dönemin nasıl olacağı, ne kadar süreceği konusunda bir şey söylemiyor. Onu kestirmek
mümkün değil. Ama 2001 yılında artık 20 yıllık belli bir dönemin yani 1980’den sonra
başlayan dönemin kapandığını net bir şekilde görebiliyoruz. Bu dönemleri
karşılaştırırsak, 1960 – 80 döneminde büyüme hızı oldukça yüksek. 1980 – 2000
döneminde, 80’lerde yüksek fakat 90’larda düşmeye başlayan bir büyüme hızı var. Zaten
2001 krizi de o dönemin son noktası oluyor. 2001 sonrası büyüme hızı gene yüksek,
günümüze kadar olan ortalama büyüme hızı % 7 civarında. Bu tarihsel olarak Türkiye
Cumhuriyeti açısından büyük bir büyüme hızı.
İkinci grafikte istikrarsızlığa bakıyoruz. Büyüme hızındaki değişmeler nasıl? Büyüme
hızındaki değişmelerin standart sapmasını istikrarsızlık ölçüsü olarak kullandık. İlk
dönem büyüme hızındaki istikrarsızlık fazla. Bu doğal. Çünkü ekonominin hacmi küçük
olduğu için dalgalanmaların olması beklenen bir şey. II. Dünya Savaşı’ndan sonra
istikrarsızlık hızla azalıyor. Büyüme hızındaki istikrarsızlık anlamında 1960-80 dönemin
istikrarsızlığın en düşük olduğu dönem. 1980’lerin başında istikrarsızlık düşük fakat
1985’den sonra çok hızlı artan bir istikrarsızlık var. Zaten bu grafik bile 1990’lardaki
dönemin devam edemeyeceğini, sürdürülebilir bir dönem olmadığını gösteriyor. 2001
döneminde istikrarsızlık en tepe noktasına çıktıktan sonra, 2001’den sonra istikrarsızlıkta
ciddi bir düşüş sözkonusu. Bu şekilde baktığımız zaman, aslında 2001’den sonra Türkiye
ekonomisinin farklı bir devreye girdiğini çok rahat görebiliyoruz. 2001’den sonra farklı
bir ortamdayız. Bunun ilk beş yılı büyüme açısından başarılı bir dönem. Oldukça yüksek
bir büyüme hızı tutturulmuş durumda. Fakat burada tabii asıl sorun, bundan sonra ne
olacağı? Çünkü dönemlerin başlarında yüksek büyüme hızları tutturmak nispeten kolay.
Diğer bütün dönemlerde aynı şeyi gördük. Fakat işin püf noktası büyümeyi sürdürebilir
kılmakta.
Dış ticaret Türkiye’de için önemli olduğundan dış ticaretteki gelişmelere de kısaca
bakıyoruz. Bu grafikte ithalat ihracatın değişimini görüyoruz. Hepimizin bildiği gibi,
2000 sonrası dönemde ihracatta ve ithalatta çok büyük bir artış var. İhracat 2000’den
2007’ye oldukça büyük bir oranda yaklaşık 2.5 katı artmış durumda. İthalatta da benzer
bir artış görüyoruz.
Sorunlu alanlara gelirsek, pek çok sorunlu alandan bahsetmek mümkün. Daha önceki
konuşmacılar da bazı sorunlu alanlara değindiler. Ben daha çok mikro anlamdaki sorunlu
alanlara değinmek istiyorum. İki noktaya özellikle değineceğim. Bir tanesi sınai yapı ve
kısmen dış ticaretin yapısı ile ilgili. Sınai yapı derken daha çok imalat sanayi yapısına
bakıyorum. Çünkü imalat sanayi gelişmenin motoru olan sektörlerden bir tanesi. Tabii
ekonomi içinde hizmetler sektörünün payı da çok büyük ve gittikçe artıyor. Hizmetlerin
milli gelir içerisindeki payı Türkiye’de % 50’den fazla. Fakat teknolojik yapı anlamında
imalat sanayi daha dinamik olduğu için imalat sanayinin yapısına bakacağım. İkinci
sorunlu alan da istihdam. Buna daha önceki konuşmacılar özellikle Seyfettin hoca
değinmişti. İstihdam sorunları Türkiye’de gerçekten önemli. O konuya da kısaca
değinmek istiyorum.
Sınai yapıdaki değişmeyi bu grafikte özetliyorum. Bu grafikte gördüğümüz üçgen imalat
sanayinin yapısını yansıtıyor. Sektörleri üç gruba ayırdık. Düşük teknoloji dediğimiz
sektörler sağ alt köşe. Yüksek teknoloji dediğimiz sektörler sol alt köşe ve orta teknoloji
sektörleri üst köşe. Bu grafikte her nokta beş yıllık ortalamaları gösteriyor ve grafik
1965-1969 döneminden başlıyor. Yani Türkiye için sağ alttaki nokta, düşük teknolojiye
en yakın olan nokta, 1965-1969 yılında Türkiye’deki imalat sanayiinin yapısını
gösteriyor. Ondan sonraki nokta bir beş yıl sonrası, ondan sonrasi beş yıl sonrası… Ve
son nokta da 1995 – 1999 dönemini gösteriyor. Bu grafik Türkiye’nin 1965’den 2000’e
imalat sanayiinin yapısını nasıl değiştiğini gösteriyor. Net olarak görüldüğü gibi, hafif bir
orta teknoloji sektörlere yönelme var. Bu değişim hızı çok yüksek değil. 1965 yılında
düşük teknoloji sektörlerinin payı çok yüksekti. Zamanla orta teknoloji sektörlerinin payı
yavaş yavaş artıyor. Dikkat ederseniz göreceksiniz 1980’den sonra bir kırılma var. 198085 döneminde geriye doğru, düşük teknolojiye doğru gidiş var. Bunun nedeni de
bildiğiniz gibi, 1980’lerden sonra özellikle tekstil sektörünün ihracata yönelik
büyümesinin sonucu bu sektör payının artması. Yani 1980’den sonra tekstil sektörü ve
buna benzer diğer geleneksel sektörler hızla büyüdüğü için Türkiye düşük teknolojiye
doğru bir geri dönüş yapıyor fakat ondan sonra tekrar uzun dönemli rotasında devam
ediyor. Bu dönüşüm hızı çok fazla değil ve hala Türkiye’de düşük teknoloji ve orta
teknoloji sektörlerinın payı oldukça yüksek.
Şimdi karşılaştırma olması amacıyla Hindistan, Kore ve Çin’e de bakmak istiyorum.
Onlarda nasıl olmuş? Bu Hindistan’ın gelişimi. Türkiye’ye benziyor. Yine yavaş bir
dönüşüm var. Yine orta teknolojiye doğru bir gidiş. Fakat Hindistan’daki orta
teknolojinin payı Türkiye’den daha fazla. Hindistan kısmen Türkiye’den daha iyi
konumda.
Peki, Kore’deki durum nasıl? Bunu tahmin edebiliriz. Daha hızlı ve yüksek teknolojiye
giden belirgin bir yörünge var. Kore’nin 60’larda, 70’lerde, 80’lerde sağlamış olduğu çok
büyük büyüme hızlarının arkasındaki faktörlerden bir tanesi de sınai yapısındaki değişim.
Kore sınai yapısını hızlı bir şekilde değiştirerek, katma değeri yüksek sektörlere doğru
gelişti. Kişi başına katma değerin artışı, yani üretkenliğin artışı doğal olarak milli gelirin
de artışını sağladı.
Dördüncü göstereceğim ülke Çin. Çin için veri kısıtından dolayı sadece 1980 sonrası
durumu görebiliyoruz. Türkiye’deki tartışmalarda özellikle tekstil sanayii ve geleneksel
sanayiler için Çin rekabeti çok vurgulanır, biliyorsunuz. Çin’in gelişimi nasıl olmuştur
diye bakarsak, yüksek teknolojiye doğru bir dönüşüm olduğunu görüyoruz, Yani Çin
zannettiğimiz gibi çok düşük teknolojide ya da orta teknolojide değil. Tabii o sektörlerin
payı şu anda yüksek ama yörüngesi o sektörler değil. Yörüngesi yüksek teknolojilere
doğru. Tabii veri az olduğu için gelişim daha az görünüyor, fakat bu sadece 80 sonrası.
Çin şu anda orta teknolojide, düşük teknolojide rekabetçi ülke ama bu şekilde gelişimini
devam ettirirse belli ki 5-10 yıl sonra yüksek teknolojilerde de rekabetci olabilecek bir
ülke.
Bu yörüngelerle ilgili de şöyle bir bilgi vereyim. Bu yörüngeleri saptayan faktörlerden bir
tanesi de tabii ki ülkelerin araştırma geliştirme faaliyetlerine yapmış olduğu yatırımlar.
Türkiye’de, Hindistan’da yaklaşık milli gelirin binde 6’sı, binde 7’si araştırma geliştirme
faaliyetlerine ayrılıyor. Kore, bu ülkeler arasında en başarılı diyebileceğimiz ülke, en
hızlı bir şekilde bu dönüşümü sağlayan ülke. Kore’de araştırma harcamalarının payı %
2.5 civarında, yani göreli olarak Türkiye’nin 4-5 katı fazla. Çin’de de yaklaşık % 1. Yani
Çin’de bile araştırma geliştirme faaliyetlerine milli gelir içinde ayrılan pay Türkiye’den
çok daha fazla. Kısmen de bu nedenden dolayı Çin’in yörüngesi farklı.
Burada sektörel tercihler konusuna değinmek istiyorum. Türkiye’de sektörel tercihler,
teknolojik tercihler yaparken tabii hep gönlümüzden geçen yüksek teknoloji, nano
teknoloji, bioteknoloji vs. Aslında bu alanlarda, yatırıma şimdi başladığınız zaman bunun
getirisini elde edeceğiniz dönem 5 yıl sonra, 10 yıl sonra. 5-10 yıl sonra o alanlarda da
rekabet edeceğiniz ülke sayısı çok az değil. O alanlar hazır, size sunulmuş alanlar değil.
Büyük bir ihtimalle 5-10 yıl sonra böyle devam ederse zaten Çin o alanlarda da
Türkiye’yi ve başka ülkeleri geride bırakmış olacak.
Bir de dış ticaretin yapısı ile ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bu grafikte dış
ticaretin GSYİH içindeki payı var. Alttaki siyah çizgi ihracatın payı, üstteki mor olan
ithalatın payı. İhracatta 2001 sonrası çok büyük bir artış görmüştük. Fakat burada da
gördüğünüz gibi, 2001’den sonra ihracatın milli gelir içindeki payı artmıyor. İhracatın
milli gelir içindeki payı yaklaşık % 20. Artış ne zaman gerçekleşmiş? Artış 2001 krizinde
gerçekleşmiş. 2001 krizinde yaklaşık % 15’den % 20’ye çıkıyor. Daha önceki dönemde
yine sabit. 1994 yılında yine bir artış görüyoruz. 1994 krizinde ihracatın payı artıyor.
Yani kriz dönemlerinde Türk Lirası devalüe olduğu, reel olarak değer kaybettiği zaman
ihracat patlaması gerçekleşiyor. Daha sonra TL değer kazanmaya başlıyor ve ihracatın
milli gelir içindeki payı da sabit kalıyor. Yani ihracat 2000’den sonra hızlı bir şekilde
arttı ama pay anlamında bir artış gerçekleşmedi. Ama ithalatta ciddi bir artış devam
ediyor.
Şimdi de dış ticaret hadlerine bakalım, ithalat ihracat fiyatları nasıl değişmiş? Burada
ticarete konu olan malları yatırım malları, ara malları ve tüketim malları olarak sınıfladık.
Buradaki veriler ihracat brim değerlerinin ithalat brim değerlerine oranları, üstteki iki
çizgi yatırım ve tüketim malları. Yatırım malları ve tüketim mallarının ihracat fiyatı
ithalat fiyatına göre kısmen artıyor ama ara mallarında düşüş var. Yani ara mallarında
ithal fiyatı ihracat fiyatından daha hızlı artmış. Alt sektörlere bakarsak, otomobil sektörü
Türkiye’nin ihracatında önemli bir paya sahip. 2001’den sonra en önemli ihracat
sektörlerinden bir tanesi. Bu sektörde dış ticaret hadleri olumlu olarak değişmiş. Fakat
dayanıklı tüketim mallarında çok ciddi olumsuz bir gelişme var. 2001’den sonra
dayanıklı tüketim mallarında ithalat fiyatı ihracat fiyatından çok daha hızlı artmış. Bu da
tabii uzun dönemde bu sektördeki ihracatın sürdürülebilirliği açısından sorun
olabileceğini gösteriyor.
İstihdam konusuna çok fazla değinmeyeceğim ama sadece kısaca söyleyeyim. Türkiye’de
en önemli sorunlardan bir tanesi istihdam sorunu. Bunu sadece işsizlik oranı olarak
almamak lazım. Belki tam tersine çalışan oranı olarak almak lazım. Çünkü Türkiye’nin
nüfusunun önemli bir kesimi işgücünde değil. Yani çalışabilecek yaşta olduğu halde
işgücüne katılmadığı için işsizlik oranı düşük olarak görülüyor Türkiye’de. Ama istihdam
oranına baktığımız zaman yani çalışabilir nüfus içinde çalışanların oranına baktığımız
zaman bu oranlar çok düşük. Özellikle, AB ile karşılaştırdığımız zaman çok ciddi bir fark
var.
Politikalar konusuna gelirsek, politikaların amacı ne olmalı? Hükümet programından
Hasan hoca detaylı bahsetti. Temel noktalar belki herkesin üç aşağı beş yukarı fikir
birliğine sahip olduğu şeyler. Daha once vurguladığım gibi sınai yapının dönüştürülmesi
gerekli. Üretkenliğin arttırılması lazım. Çünkü üretkenlik arttırılmadan kişi başına milli
geliri arttırmamız mümkün değil. Beşeri sermaye birikiminin sağlanması şart ve istihdam
dostu büyümenin sağlanması zorunlu. Çünkü istihdam en önemli sorunlardan bir tanesi.
Bunlara yönelik olarak kısaca sanayi, teknoloji ve yenilik politikaları ve işgücü piyasası
politikalarının önemini vurgulamak istiyorum.
Sanayi, teknoloji ve yenilik politikalarında gündeme gelen üç konu var, daha çok bu
konular gündeme getiriliyor. Bir tanesi araştırma geliştirme ve yeni faaliyetlerin
desteklenmesi. Türkiye’de bu konuda oldukça kapsamlı destek politikaları var ama bu
faaliyetlere yeteri kadar kaynak ayrılmadığı için destek programları sanki küçük gibi
görünüyor. İkincisi, sanayi kümeleri konusu son yıllarda gündeme çok geldi. Hükümet
programında da değiniliyor. Bu sanayi kümelerinin sektörel kümeler olarak düzenlenmesi
gibi muğlak bir ifade var. Son olarak da, KOBİ’ler konusu sürekli olarak gündeme
geliyor.
Bu genel konuları geçtiğimiz zaman asıl sorunlar ile karşılaşıyoruz. Politika izlerken
özellikle sanayi ve teknoloji politikasını izlerken öncelikler sorunu kritik bir sorun.
Örneğin, sektörel politikalar derken hangi sektörler olacak. Tekstil sektörü mü olacak,
otomobil sektörü mü olacak, ileri teknoloji sektörleri mi olacak? Türkiye’deki eğilim
genellikle bütün sektörleri kapsama almak. Bütün sektörleri desteklemek demek aslında
hiçbir sektörü desteklememek demektir. Bu tercih de edilebilir. Yani sektör ayrımına
gitmemek tercih edilebilir ama sektörel tercihiniz olacaksa ona göre politikalar olması,
sektörel önceliklerin saptanması gerekli. Bu çok zor bir konu. Benzer konu teknoloji için
de geçerli. Teknolojik tercih olacaksa hangi teknolojiler olacak? Bölgesel politikalardan
bahsediyorsak hangi bölgeler? Bütün bölgelerin aynı anda kalkınması mümkün değil. O
zaman belli bölgeleri seçmek gerekecek. Onun getirdiği sorunlar var. Hangi firmalar
konusu da önemli. Bunu burada özellikle belirtmek istiyorum çünkü Türkiye’de hep
KOBİ’lerden bahsediyoruz, aslında KOBİ’lerin belli sorunları var. Bu sorunların
çözümüne yönelik politikalar gereklidir. Ama kalkınmanın tek motoru olarak KOBİ’lerin
görülmesi bence resmin tek yanına bakmak oluyor. Çünkü kalkınmış ülke örneklerine
bakarsak, bütün bu ülkelerde dünya çapında firmaların olduğunu görüyoruz. Bütün
kalkınmış ülkelerin dünya çapında şampiyonları vardır ama Türkiye’de böyle bir firma ya
da firmalar çok fazla yok, belki de hiç yok. Hepimiz belki Hindistan firmalarından
bahsedebiliriz. Dünya genelinde Türkiye’den hangi firmalar var dendiği zaman diğer
ülkelerdeki insanlar belki çok fazla bir şey söyleyemeyebilirler. Türkiye’deki temel sorun
büyüme sorunu, firmaların büyümesi gerekiyor. O yüzden de büyük firmaların da olması
gerekiyor.
Son olarak da, hangi tip destek araçlarının kullanılacağı da çok önemli. Burada öncelikler
saptanırken, politikayla aşılabilecek kısıtları saptayıp, çözüme yönelik politikaları
uygulamak gerekiyor.
Son olarak, işgücü politikalarına değinmek istiyorum. İşgücü politikaları genel olarak
pasif ve aktif işgücü politikaları olarak ayrılıyor. Pasif işgücü politikaları düzenlemelere,
yasal mevzuata ilişkin. Türkiye’de en çok üzerinde durulan konulardan bir tanesi işgücü
maliyeti üzerindeki yükler. SSK primlerinin düşürülmesi konusu hükümet gündeminde
de var. SSK primlerinin düşürülmesinden beklenen işgücü maliyetinin düşmesi. İşgücü
maliyeti düşeceği için de istihdamın artacağı ve kayıtdışılığın azalacağı beklentisi var.
Fakat burada Hasan hocanın yapmış olduğu uyarıya katılıyorum, ek olarak bir iki konuya
daha değinmek istiyorum. Bu konu, SSK primlerinin düşürülmesi konusu Türkiye’de çok
vurgulanıyor ve adeta her şeyi çözecek bir politikaymış gibi sunuluyor. Bu aslında
işsizliğin azaltılmasına katkı sağlayabilecek bir politika ama bütün istihdam sorununu ya
da büyüme sorununu çözecek bir politika değil. Tek başına aslında hiçbir politika yeterli
olamaz. İstihdama ilişkin olarak şunu söyleyeyim: SSK primleri düşürüldüğü zaman
işgücü maliyeti aynı oranda düşmüyor. Bu konuda yapılmış çalışmalar var. Bu konuda
bizim de daha önce yapmış olduğumuz araştırmalar var. Bu araştırmaların sonuçlarına
gore SSK primi 5 puan düşerse, işgücü maliyeti de 5 puan düşmüyor çünkü ücretlerde
belli bir artış olabilir. SSK primindeki düşüşün bir kısmı ücret artışına gidiyor. Bu
nedenle işgücü maliyeti daha az oranda (yaklaşık 2.5 puan) düşüyor. İşgücü maliyeti 2.5
puan düştüğünde istihdam yaklaşık 1 puan artıyor. Bunun sonucu olarak işsizlik oranı,
örneğin, %12’den %11’e düşüyor. Fakat SSK primi düştüğü için sosyal güvenlik
sisteminin açığı daha da artıyor, bu açığın da bir şekilde (belki başka vergilerle) finance
edilmesi gerekecek. Bu analizlerin gösterdiği gibi SSK primlerinin düşürülmesi tek
başına istihdam sorununa kapsamlı bir çözüm getiremiyor.
İşgücü politikaları açısından gündeme gelen bir başka konu da iş güvenliği ve esneklik
konusu. İşe alma ve çıkarmalarda esneklik olduğu zaman firmaların daha rekabetci
olacağı ve daha çok istihdam yaratacağı söyleniyor. Bu nedenle örneğin kıdem
tazminatının kaldırılması isteniyor. Fakat bu doğrultudaki artan esneklik beşeri sermaye
birikimi açısından sorun yaratabiliyor. Türkiye’de yapılmış pek çok çalışmada beşeri
sermayenin, özellikle firma içi eğitim faaliyetlerinin yetersiz olduğu söyleniyor. Beşeri
sermayeye yatırımın en önemli belirleyici faktörlerinden bir tanesi istihdamın sürekli
olması. İstihdam sürekli olmadığı zaman firmaların o işgücünü eğitme eğilimi zayıf
oluyor, çünkü yeni alınan personel diyelim ki, bir yıl veya 6 ay sonra işten ayrılacaksa
firmalarda o personeli eğitmek gibi bir istek olmuyor. TOBB’un yapmış olduğu bir anket
var. Türkiye’deki işverenlere “Mezunlarda aradığınız en önemli özellikler nelerdir” diye
sorulmuş. Bu tabloda en önemli dört özellik görülüyor, üniversite mezunları, meslek
yüksekokul mezunları ve meslek lisesi mezunları için ayrı ayrı. İşverenlerin büyük bir
kısmı üniversite mezunlarında bilgisayar becerisi istiyor, askerliğini tamamlamış
olmasını istiyor, yabancı dil becerisini istiyor ve firmada uzun dönem çalışma isteğini
istiyor. Askerliğini tamamlamış olması niye isteniyor? Çünkü askerliğini yapmış olan bir
insan firmada daha uzun süre çalışabilir. Bu iki konu yani askerliğini tamamlamış olması
ve firmada uzun dönem çalışma isteği her üç eğitim grubu için istenen tek faktör. Yani
işveren, personelden o firmada daha uzun süreli kalmasını istiyor. Türkiye’de en önemli
sorunlardan biri aslında bu. Ve aslında kıdem tazminatı bir anlamda bunu sağlamaya
yönelik bir politika, çünkü kıdem tazminatı işçiyle işveren arasındaki ilişkinin daha uzun
süreli olmasını sağlayan bir mekanizma. Bir firmada uzun dönemli çalışma isteğinin
olmaması ya da böyle bir durumun fiili olarak olmaması beşeri sermaye yatırımının az
olmasının en önemli nedenlerinden bir tanesi. Bu durum politikalar açısından gözönünde
tutulması gereken bir faktör.
Aktif işgücü politikaları doğal olarak gelişen ve geliştirilmek istenen sektörlerin ihtiyaç
duyacağı becerilerin geliştirilmesi, yani işgücünün beceri kazandırılmasına ilişkin
politikalar. Bu konuda meslek standartları gerçekten çok önemli bir konu. Bu konuda
bazı yasal düzenlemeler yapıldı fakat bunların uygulanması gerekli.
Son olarak, hükümet programında 2013 yılında kişi başına milli gelirin 10.000 dolar
olması hedefi var. 2006’da milli gelirimiz 5.500 dolardı. Bu da yaklaşık % 9’luk bir
büyüme gerektiriyor. Yani 2006’dan sonra hep yılda % 9 büyürsek bu hedefi
yakalayabiliriz. Bu çok zor bir hedef, ama imkansız da değil. Çin’in son 10-15 yılda
gerçekleştirdiği bir büyüme. Fakat % 9’luk büyümeyi gerçekleştirmek için Türkiye’de
özellikle politikalar açısından çok şeyin değişmesi gerekiyor. Yoksa gene belki % 4 veya
5 oranında büyüyebiliriz. O da kötü değil ama bu tip iddialı hedeflere ulaşmak için yeterli
değil. Teşekkür ederim.
Kamil Yılmaz: Teşekkür ederiz. Sırada İzak Atiyas var. Sabancı Üniversitesi öğretim
üyesi. Kendisi Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi derecesini almış. Daha sonra New
York Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamıştır. Sabancı Üniversitesi’nde Sanat ve
Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi. Kendisi bize bir ölçüde rekabet alanında
özellikle telekom, enerji gibi sektörlerde rekabetin sağlanması ve düzenleyici kurulların
bu açıdan oynayabilecekleri rol konusunda sunum yapacak.
İzak Atiyas: Çok teşekkür ederim. Aslında galiba en mikro sunum benimki olacak.
Özellikle elektrik sektörü hakkında birkaç şey söyleyeceğim. Biraz da telekom sektörü
hakkında. Son slaytım rekabet politikası, rekabet hukukunun uygulanması hakkında. Ama
çok büyük bir kayıp da değil. Özellikle, elektrik sektöründeki gelişmeler aslında politika
yapma sürecinin bir mikro kozmosu Türkiye’de. O açıdan biraz aydınlatıcı olabilir gibi
görüyorum. Bu genel konu şebeke sanayilerinde reform 1980’lerden sonra İngiltere, Şili
başını çekti. Ondan sonra Avrupa’ya yaygınlaştı. Bunun birkaç ayağı var. En önemli
ayağı serbestleşme. Bu da şu demek: Yeni girişlere izin verme, bu sektörleri rekabete
açma. Kimi zaman bu özelleştirmeyle birlikte yürütülüyor ama oradaki esas konu –en
azından benim fikrime göre- serbestleşme ve rekabetin gelişmesi. Bu tek başına
yetmiyor. Rekabetin gelişmesi için muhakkak yeni girenlerin mevcut şebekeye
erişebilmesi lazım. Dolayısıyla, erişim ve ara bağlantı yükümlülüğünün olması ve bunun
işlerlik kazanmış olması bu politikaların başarısını çok yakından belirliyor. Aynı
zamanda rekabete açılmayan segmentlerde yani şebeke bölgelerinde fiyat kontrolü yine
erişim ve ara bağlantı ile ilintili olarak önemli. Bir boyutu daha var. Evrensel hizmet.
Serbestleşme öncesi bir kamu şirketi olan telekom veya elektrik şirketinin bir görevi
vardı. Ülkenin en ücra köşelerine bu hizmetleri taşımak gibi. Tabii rekabet ortamında
bunun yapılması daha zor. Onun için özel bir politika gerekiyor. Buna da evrensel hizmet
politikası deniyor. Bunları düzenlemek için de genellikle bu reform süreçleri bağımsız
düzenleyici kuruluşlarla birlikte yürütülüyor. Yani bakanlıklardan ayrı, onlardan ve genel
larak siyasi etkiden görece bağımsız, daha uzmanlaşmış bir idari kuruluş meydana
getiriliyor ve onlara epey bir yetki veriliyor. Onların yetkisi politika yapmak değil.
Politika hala hükümet tarafından yapılıyor. Ama o politikanın hayata geçmesi için gerekli
rekabet koşullarının oluşmasını sağlamak genelde bu bağımsız düzenleyici kuruluşların
görevi. Türkiye’de elektrik sanayiinden başlarsak 2001 önemli bir kanun kabul ediliyor,
elektrik piyasaları kanunu. Kamu mülkiyetindeki üretim, dağıtım ve iletim varlıkları ayrı
şirketler halinde örgütleniyor. Bu çok önemli bir adımdı. Hesap ayrışması getiriliyor.
Yani üretim ve dağıtım aynı mülkiyet altında olsa bile, faaliyetlerinin maliyeti ayrı
hesaplar şeklinde tutulmak zorunda. Hesapların ayrıştırılması, erişim vs. gibi unsurların
fiyatlandırılması, çapraz subvansiyonların önlenmesi gibi konularda yardımcı oluyor. .
Erişim yükümlülüğü getiriliyor. Hatta getirilen yükümlülük o anki Avrupa
düzenlemelerinin ilerisinde, daha rekabetçi bir nitelikte. Hem talep tarafında, hem arz
tarafında serbestleşme getiriliyor. Serbest tüketiciler yaratılıyor. Şu anda % 32 civarında.
Yani tüketicilerin tüketim miktarı olarak % 32’si kendi tedarikçilerini seçebiliyorlar. Çok
önemli birtakım yapısal sınırlamalar getiriliyor. Bu yapısal sınırlamaların anlamı
sektördeki yoğunlaşma düzeyini önceden önlemek ve rekabetin gelişmesine katkıda
bulunmak. Burada önemli bir tanesi dağıtım şirketinin iştirakleri hakkında. İştiraki
olduğu üretim şirketinden aldığı elektriğin bölgede tüketilen elektriğe oranı % 20den
fazla olamıyor. Yani bir anlamda dikey bütünleşmeye bir sınır getiriliyor. Şu anda
AB’nin en fazla üzerinde uğraştığı konulardan bir tanesi. Dikey bütünleşme konusunda
büyük kavga var.
Oldulça radikal ve serbest piyasacı bir bir piyasa yapısı hedefleniyor. İkili anlaşmalar
piyasası olacak. Yani tedarikçilerle tüketiciler serbestçe kendi elektrik anlaşmalarını
yapacaklar. Bunlar başta belki bir yıl olur ama zaman içinde 2 yıllık, 3 yıllık, 4 yıllık, 5
yıllık anlaşma olabilirler. Bir de kaçınılmaz olarak son anda meydana gelebilecek arz
talep dengesizliklerini gidermek üzere bir dengeleme piyasası öngörülüyor. Esin kaynağı
İngiltere ve Galler’deki NETA New Electricity Trading Arragenments. Mesela,
İngiltere’de bundan önceki sistem böyle değil. Çok daha merkezileşmiş bir piyasa yapısı
içinde bir havuz sistemi vardı. Düzenlenmiş bir spot piyasası gibi düşünülebilir. Bütün
elektrik üreticileri mallarını oraya satıyor, orada rekabetçi bir ortamda oluşan fiyat
üzerinden elektrik alışverişleri yapılıyordu. Oradan NETA’ya geçildi. Daha serbest
piyasacı yapı olduğu düşünülerek aynı zamanda.
Türkiye’deki reform sürecinin stratejisi de şöyle idi. Rekabet değil de, özelleştirme odaklı
bir dönüşüm stratejisi öngörüldü Türkiye’de. Önce dağıtım şirketleri özelleştirilecekti.
Yani aslında en rekabete açılamayacak yeri önce özelleştiriyorsunuz. Orada bir terslik
var. Fakat bir nedeni de vardı. Bu şekilde dağıtım şirketlerinin üretim faaliyeti gösteren
veya gösterecek yatırımcılara güven verecek bir yapıya kavuşacağı düşünülüyordu. Yani
kamu mülkiyeti altındaki TEDAŞ’ın bu güveni veremeyeceği varsayımı yapılmıştı.
İkincisi belki daha önemli bir faktör: Kamu görevlilerinin özel sektörle sözleşme
imzalamak istememesi. Özellikle, daha önceki yap-işlet-devret sözleşmelerinin şüpheyle
karşılanması sonucu kamu görevlileri arasında böyle bir şey uyanmıştı. Gerçekten daha
sonra bazı sorunlara çözüm bulmak için TEDAŞ’ın özel şirketlerle sözleşme
imzalamasına çalışıldı ama bundan şiddetle kaçındılar. Ardından da EİAŞ altındaki bütün
üretim varlıkları 6-7 tane portföy şirketi halinde örgütlenecek ve ardından onlar da
özelleştirilecekti. Aynı zamanda dağıtım şirketlerinin çekici kılınması için de dikey
bütünleşme üzerindeki sınır da kaldırıldı. Bir gün Meclis’ten geçen bir kanuna hiç
anlaşılmayan bir biçimde böyle bir madde eklendi. Daha sonra bunu yabancı şirketlerin
istediği söylendi. Fakat hakikaten o maddenin nasıl eklendiği belli değil. EPDK’ya
sorsanız biz de bilmiyoruz derler. Böylece dikey bütünleşme üzerindeki sınır da
kaldırıldı. Bu özelleştirmeyi çekici kılmak için yapıldı, arz güvenliğini sağlamanın
kolaylaştırılması da gerekçeler arasında sayıldı..
Sektörde mevcut durum şöyledir: Özelleştirmeler yapılmadı. Önce gecikti, ondan sonra
da geçen Ocak ayında yapılacak iken, ertelendi. 2008-2009 yıllarından başlamak üzere
çok ciddi bir kapasite açığı sorunu ortaya çıkacak. Yani elektrik kesintilerine hazırlıyoruz
yavaş yavaş kendimizi. Buna karşılık en hızlı santral yapımı aşağı yukarı üç yıl. Yani
aşırı talep var. Fakat ona cevap veren arz yok. Özel sektörün yatırım cevabı henüz yok.
Şu anda biraz başlıyor gibi. Piyasa serbest ama güven yaratan bir fiyat mekanizması yok.
Ne demek güven veren fiyat mekanizması yok? Hükümetin bir iki tane önemli açmazı
var. Bir tanesi şudur:.Türkiye’de perakende düzeyde konut elektrik fiyatının sanayi
elektrik fiyatına oranı OECD ülkeleri arasında nerdeyse en düşük düzeyde. Ondan daha
düşük olan bir tek Meksika var. Şunu gösteriyor: Türkiye’de konut fiyatları göreli olarak
çok düşük. Buna karşılık sanayi fiyatları göreli olarak çok yüksek. Özellikle,
serbestleşmede önemli adımlar atmış Yeni Zelanda, İspanya, Norveç gibi ülkelerle
karşılaştırdığımızda ciddi bir sapma var Türkiye’de. İkinci konu da şudur: Son yıllarda
gaz fiyatları artmış, buna karşılık perakende elektrik fiyatları sabit kalmıştır. 2004 yılına
kadar TEDAŞ elektrik fiyatı ile gaz fiyatı arasındaki marj yüzde 350-450 civarında iken
2006’da bu marj yüzde 200 düzeylerine düşmüştür. Yani diğer maliyetler sabit
kaldığında, gaza dayalı elektrik üretiminin kârlılığı veya kâr marjı ciddi bir biçimde
azalmıştır. Hatta 2005 yılından itibaren özel sector gaza dayalı elektrik üreticilerinin
zarar etmeye başladığı söylenmektedir. Özel sektörün üretiminin çok önemli bölümü
gaza dayalıdır. Bu gelişmeler sonucunda özel sektör üreticileri 2006’nın ilk yarısında
santralları kapatma tehditinde bulunmaya başladı. Özel sektörün kendi müşterileri vardı
ama o müşterilere TEDAŞ’la rekabet edebilecek düzeyde bir fiyat vermesi mümkün
değildi. Özel kesim zarar edeceğine, santrallarını kapatabileceğini ilan etti. Fakat bu
durum da acaipti. Çünkü aynı zamanda memleketin kapasiteye ihtiyacı vardı. Yani fiyat
mekanizması düzgün kurgulanmadığı için ciddi aksaklıklar ortaya çıkmaya başladı. 2006
yazında Temmuz ayında çok ciddi bir elektrik kesintisi yaşandı. Bütün Ege bölgesi,
güney Marmara’da yaklaşık 7- 8 saat sürdü. Bunun hemen ardından o zamana kadar
açılmamış olan dengeleme piyasası açıldı. Dengeleme piyasası, hatırlatayım, son anda arz
ve talebi karşılamaya, eşleştirmeye yönelik bir piyasa olarak çalışacaktı. Toplam elektrik
ticaretinin maksimum % 2-5’i orada yapılacaktı. Dengeleme piyasasına “DUY” deniyor
(adını Dengeleme ve Uzlaştırma Yönetmeliği’nden alıyor). DUY açılır açılmaz serbest
özel sektör müşterilerini bıraktı, müşterileriyle bağlantılarını kesti ve elektriğini fiyatların
rekabetçi bir ortamda oluştuğu bu piyasaya satmaya başladı. Özel sektörün bıraktığı
müşteriler hemen TEDAŞ’a bağlandı. Orada zaten elektrik ucuz.
Şu anda öyle bir durum var ki, TEDAŞ enerji açığını DUY’dan sağlıyor. Örneğin .
DUY’dan 14 kuruşa alıyor, yaklaşık 11 kuruştan satıyor. Aslında elektriği şu andaki
marjinal maliyetinden alıyor, averaj maliyetinden satıyor. Averaj maliyet, niye? Çünkü
TEDAŞ aynı zamanda TETAŞ yolu ile EÜAŞ hidro elektrik santrallerinden vs. daha
ucuza da elektrik alıyor. Buralardan alınan elektriğin fiyatının maliyetleri yansıtmadığı da
idda ediliyor ancak bunu bir kenara bırakalım.. Dolayısıyla, ilginç bir durum ile karşı
karşıyayız: Başta öngörülen modelin ikili anlaşmalara dayandığını söylemiştik. Fakat
TEDAŞ fiyatı artmadıkça, veya maliyetlere yaklaşmadıkça bu ikili anlaşmaların ortaya
çıkması mümkün değil. Halbuki bütün sistem neredeyse ikili anlaşmalar üzerine
kurulmuş. DUY yavaş yavaş bir dengeleme piyasası olarak değil, bayağı bir spot piyasa
gibi çalışıyor şu anda. Piyasaya yeni giriş olursa zaten onlar da DUY’a satacaklar mevcut
şartlar altında dolayısıyla DUY’un toplam elektrik alış verişi içindeki payı ciddi bir
şekilde artmaya devam edecek. Yeni giriş konusuna gelince: o da bir miktar gözü peklilik
istiyor şu anda. Bazı gruplar girmeye hazırlanıyor, bazı gruplar tedirgin. Girenler ancak
şöyle bir varsayım altında girebilecekler: hükümet bu DUY’a müdahale etmez, bu
durumda, arz açığı var, bu ortamda nasıl olsa elektriğimi satarım.
Öngörülen çerçevenin başka sorunları da var ama esas sorun bir tasarım ve strateji
sorunu. Mesela Avrupa’daki esas sorun şu anda o değil, Avrupa’daki esas sorun,
piyasadaki enerji devlerinin hakimiyetinin nasıl kırılacağı srunu olarak görülüyor. Onun
için Avrupa Komisyonu mesela dikey mülkiyet ayrıştırılmasına gidilmesini istiyor.
Komisyon ile enerji devleri ve özellikle Fransa ve Almanya arasında büyük kavga var.
Türkiye’de henüz böyle bir sorun yok, Türkiye’deki sorun bir strateji ve tasarım sorunu.
Şu anda öyle bir yapı oluşmuş ki başta planlanan yapıya uymuyor ve de özel sektörün
yatırım eğilimine karşılık gelebilecek bir piyasa mekanizması yok, bir tek DUY var.
DUY da özellikle daha küçük üreticilere şu anda yeterli güveni vermiyor gibi. Perakende
fiyat oldukça düşük ve dağıtım şirketleri her müşteriye elektrik satma yükümlülüğü
altında oldukça ikili anlaşma piyasasının gelişmesi zor.
Burada ciddi bir mesele daha var. Hükümetin fiyatları niye arttırmadığı çok belli değil.
Fakat Türkiye’de ciddi bir enerji yoksulluğu sorunu da var. Yani ülkenin bazı
bölgelerinde tüketicilerin özellikle düşük gelirli tüketicilerin maliyet bazlı fiyatlarda
elektrik tüketmesi mümkün olmaz. Dolayısıyla onlara göre bir program oluşturulması
lazım. Ama bu programın ortalama fiyatlarla oynayarak değil de doğrudan enerji
yoksunluğunu hedefleyen bir program olarak tasarlanıp hayata geçirilmesi lazım. Şu anda
hepimiz sübvanse edilmiş elektrik fiyatlarıyla elektrik tüketiyoruz.
Telekomünikasyon sektörü hakkında da çok kısa birkaç şey söyleyeyim. Çok önemli bir
sektör. En fazla zikredilen çalışmalardan beri olan Röller ve Waverman’ın makalesine
gore OECD ülkelerinde telekomünikasyon sektöründe yapılan yatırım ortalama büyüme
oranının yaklaşık 1/3’ini açıklıyor. Çok ciddi bir rakam. Ayrıca yaygınlık oranı yani
penetrasyon oranı %40’ı geçen ülkelerde bu etki diğerlerinin 2 katı düzeyinde. Yani
telekomünikasyon sektöründe ilerlemenin ve rekabetin gelişmesinin, yaygınlık oranının
artmasının, nüfusun daha büyük bölümlerinin telekomünikasyon hizmetlerine ucuz bir
biçimde erişmesinin uzun dönemli büyümeye katkısı çok ciddi. Türkiye’de serbestleşme
2004’te başladı. Reformu başlatan kanun da 2000’de çıktı; Ocak 2004’te Türk
Telekom’un tekel hakları kaldırıldı. Telekomünikasyon sektöründeki durum elektrikten
çok farklı, orada çok standart bir durum var. Bir yerleşik işletmeci var, yani Türk
Telekom. Rekabetin gelişmesi yerleşik işletmecinin işbirliğini gerektiriyor; çünkü
örneğin yerleşik işletmecinin erişim sağlaması lazım. Türk Telekom da buna direniyor.
Bu sektörde genel eğilim doğru yönde. Zaten hemen bütün yönetmelikler AB’den
esinlenmiş durumda. Buna karşılık Telekomünikasyon Kurumu elinden geldiğini yapıyor
gibi fakat durumu fazla zorlayamıyor. Eğilim doğru yönde fakat gelişim yavaş.
Özelleştirme sonrasında bir miktar hızlanma olduğu söylenebilir, sektörde moraller biraz
düzelmiş durumda. Son birkaç yılda gerçekten birkaç önemli bir gelişme oldu, bazı
önemli yasal adımlar atıldı. Bunlar henüz hayata geçmedi ama, yerel ağa ayrıştırılmış
erişim referans teklifi hazırlanması, veri akışı referans teklifi hazırlanması gibi açılımlar
sektöre yeni giren özellikle geniş bant internet erişim hizmeti veya hem geniş bant hem
ses hizmeti sunmayı hedefleyen işletmecilerin girişini kolaylaştıracak bazı önlemler.
Bunlar 2006 sonuna doğru çıktı, yavaş yavaş hayata geçmesi bekleniyor. Numara
taşınabilirliği yönetmeliği çıktı, bunun da mobil sektörde ciddi bir rekabet potansiyeli
yaratması bekleniyor. Dolayısıyla tekrar etmek gerekirse gelişmeler var, sadece yavaş.
Şu anki durumumuz kötü. Geniş bant yaygınlık oranı %3.8, OECD’de sondan ikinci.
OECD ortalaması aşağı yukarı %15-17 civarında. Ayrıca en pahalı geniş bant erişim
hizmeti sunan ülkelerden biriyiz. Genel olarak rekabet düzeyi çok düşük, yerleşik
işletmecilerin piyasa payları çok yüksek. Ve hizmetler OECD ortalamalarına göre pahalı.
AB muktesabatından bazı sapmalar var. Elektronik haberleşme kanunu vardı, çok önemli
bir kanundu, hiç açıklanmayan bir biçimde genel kuruldan geri çekildi. Şu anda Meclis
komisyonunda uyuyor. Telekomünikasyon Kurumu’nda ciddi bir şekilde bir öngörü ve
iktisadi analiz kapasitesinin de gelişmesi gerekli.
Öte yandan iki sektörün ortak sorunları da var. Burada düzenleyici reform konusunda
Türkiye’deki bazı ortak sorun sorunların yavaş yavaş altını çizmeye başlayabilirz. Mesela
son birkaç ayda 4 tane ihale iptal edildi. TETAŞ elektrik satın almak üzere ihaleye çıktı.
Verilen fiyatları beğenmedi iptal etti. Afşin-Elbistan santral ihalesi yapıldı, arz kısıtını
azaltmak üzere oraya ek üniteler konacaktı, ihaleye hiç kimse katılmak istemedi. Üçüncü
nesil mobil telefon ihalesine çıkıldı, bir tek Turkcell katıldı, başka işletmeci katılmadı,
sonunda ihale iptal edildi. Elektrik dağıtım ihaleleri zaten iptal edildi. Şimdi birkaç ay
içinde 4 tane önemli ihale birden iptal edilince zaten bu sürecin yönetiminde çok ciddi
sorunlar olduğunu görebiliyorsunuz.
Bence en önemli sorunlardan biri şudur: reformun ne anlama geldiği, düzenleyici
kurumlar tarafından biliniyor fakat hükümet düzeyinde anlaşılmış değil. Ciddi bir
sahiplenme eksikliği var, buna iki bakanlığı da katabilirim, enerji ve haberleşme
bakanlıklarını. Öngörü yeteneği, tekrar vurgulamak istiyorum, çok eksik. Stratejik
yönelim daha güçlü olmalı. Şunu demek istiyorum: Mesela bir kurum bir şey yapmaya
çalışıyor, birkaç ay harcıyor onu yapmak için ve ondan sonra fark ediyor ki eksik yapmış.
Örnek vermek gerekirse mobil sektörde ilk lisanslar 1998’de verildi. Ondan sonra lisans
verilen işletmecilere bir yıl sonra roaming yükümlülüğü getirildi. O zaman tabi ki lisansı
alıp da parasını vermiş olan işletmeci isyan etti. Roaming hizmeti vermemek için elinden
geleni yaptı. Veri akışı hizmetinde de bir öngörü eksikliği yaşandı: Yerleşik işletmecinin
veri akışı hizmeti sunması geniş bantta rekabetin sağlanması için önemli. Kurum uygun
bir fiyat belirledi, ama sonradan anladı ki sorun bir tek fiyat değil. Türk Telekom binbir
türlü başka zorluk çıkarıyor. Sonra akla geldi ki Türk Telekom’u bütünlüklü bir teklif
sunmaya zorlamak lazım. AB’de böyle yapılıyor bu işler. Dolayısıyla şu anda hakikaten
Türk Telekom veri akışı için de, diğer alanlar için de ciddi teklifler hazırlamış durumda.
Hayata geçmeleri bekleniyor.
Saydamlık ve hesap verebilirlik bence en önemli sorunlardan bir tanesi. Yönetişim
konusu biraz hafife alınıyor. Halbuki kurumların performansını iyileştirmek için en
önemli araçlardan bir tanesi. Şu anda kurul kararları, resmi gazetede yayınlanmak
zorunda değil, web sitesine konmak zorunda değil, kurul kararları gerekçelenedirilmek
zorunda değil. Mesela en son örnek Türk Telekom’un Mart ayında yapmış olduğu tarife
değişikliği: şehir içi fiyatlarını yükseltti, şehirlerarası ve uluslar arası fiyatlarını düşürdü.
Bu sektörde büyük bir protestoya yol açtı sektörde. Bu tarife değişikliğini onaylayan
Telekomünikasyon Kurumu kararının gerekçesi olmadığı için bizim bağımsız bir
değerlendirme yapmamız mümkün değil. Bir bildiği var ondan mı onayladı, yani örneğin
maliyetler göz önünde bulundurulduğu zaman fiyat regülasyonuna uyuyordu, mantıklı bir
“yeniden dengeleme” içeriyordu da ondan mı onayladı yoksa Türk Telekomun etkisinde
kaldı veya Bakanlık zorladı ondan mı onayladı, bilemiyoruz. Üçüncü kişiler olarak bunu
izlememiz mümkün değil. Dolayısıyla kararların gerekçeli bir biçimde yayınlanması çok
önemli. Stratejik yönelimler hazırlanmalı ve bunlar saydam olmalı. Bu stratejik yönelim
konusu şu anda elektrik sektöründe daha önemli ama telekom sektöründe de önemli.
Fakat şu anda kilit değişkenin, reformun siyasi düzeyde daha ciddi bir şekilde
sahiplenilmesi olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum başta herkes şöyle düşündü: “biz
bağımsız özerk kuruluşları kurduk, onlara yetki verdik, dolayısıyla bu işler artık çözülür.”
Şu son 4-5 yılki tecrübemiz gösteriyor ki bu tür sektörlerde reformun gerçekleşmesi için
bağımsız düzenleyici kuruluşların varlığı gerekli ancak yeterli değil.. Çünkü bu öncelikle
bir politika sorunu, ondan sonra bir düzenleme sorunu. Politikanın sahiplenilmesi lazım.
Rekabet politikası hakkında çok kısa birkaç söz: Rekabet Kurumu uluslararası
değerlendirmelerde ciddi övgüler almıştır. En son 2005 yılında yapılan “OECD Peer
Review” buna bir örnektir. Bu değerlendirmelerde tek tek kararların hukuki ve iktisadi
içeriği, modern iktisat teorisi ile ne kadar uyumlu olduğu incelenmemiştir. Ama ülkede
modern bir rekabet politikası alanının gelişmesi konusundaki başarısı, kurumsal duruşu,
profesyonelliği, kamu politikası oluşumuna kritik müdahaleleri göz önünde
bulundurulduğunda Kurum’un çok başarılı olduğu aşikârdır. Kurum hem elektrik hem
telekom sektörüne yönelik çok kritik kararlar aldı. Saydamlık ve hesap verebilirlik bu
başarıda çok önemli bir rol oynamıştır. Rekabet Kurulu’ nun rekabet politikasına ilişkin
kararları kanun gereği gerekçeri ile birlikte yayınlanmak zorundadır. Dahası yalnız kendi
kararlarını değil, Kurul kararı öncesi Kurul’a sunulan daire görüşü de özetlenmek
zorundadır.
Dolayısıyla Kurul, Dairenin kararına uymadığı zaman onu da
gerekçelendirmek zorunda. Tüm bunlar rekabet otoritesinin etkinliği ve profesyonelliği
üzerinde çok ciddi olumlu bir etki yapmıştır. Telekomünikasyon ve enerji sektörleri iki
otoritelerinin üzerinde böyle bir zorlayıcı etken yoktur.
Rekabet otoritesinin de önümüzdeki dönemde en önemli konularından biri ekonomik
analiz kapasitesinin arttırılmasıdır. Rekabet hukuku hem ABD’de hem AB’de gittikçe
artan bir biçimde iktisadi analiz yönü ağır basan bir biçimde hayata geçiriliyor. Kurumda
Avrupa’da olduğu gibi bir baş iktisatçı pozisyonu yaratılması bu anlamda çok yerinde bir
adım olacaktır. Sadece orada değil, EPDK ve Telekomünikasyon Kurumu’nda da
iktisadi analiz yeteneğinin gelişmesinin iyi olacağını düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
Kamil Yılmaz: Üç konuşmacımıza da teşekkür etmek istiyorum. Şimdi ilk bölümdeki
konuşmacılarımız da burada, sorularınız varsa, bir 5-10 dakika içinde sorularınızı alıp
toplantıyı kapatabiliriz.
Soru: Düşük, orta ve yüksek teknoloji yatırımlardan söz ettiniz. Kore’yi örnek verdiniz,
Hindistan, Çin’i ve Türkiye’yi, ben de şunu merak ettim, acaba 60’lı, 70’li yıllarda
Güneydoğu Asya ülkelerinin yaptığını hızlı büyüyen başka ülkelerde de gözlediniz mi?
Erol Taymaz: Biz bu çalışmayı aslında 60-70 ülke için yaptık. Doğu Asya’da bütün hızlı
gelişmiş ülkelerde Kore’dekine benzer bir yapı var. Bu hem imalat sanayi yapısı için
geçerli hem dış ticaret yapısı için. Daha düşük teknolojiye yakın köşeden başlayıp, orta
ve yükseğin olduğu yere doğru hızlı bir şekilde gidiliyor. Kore’de, Malezya’da,
Tayvan’da, Singapur’da hepsinde böyle. Onlarda hem dönüşüm hızı çok yüksek, hem de
dönüşüm yörüngesi orta ve yükseğe doğru gidiyor. Az gelişmiş ülkelerle
karşılaştırıldığında gelişmiş ülkelerde yüksek ve orta teknolojili sektörlerin payı daha
fazla.
Seyfettin Gürsel: İzak’a sormak istiyorum. Hiç kaçak elektrik ve bunun siyasal
sonuçlarından söz etmedin. Bir maliyeti var.
İzak Atiyas: Kuşkusuz kaçak elektrik olayı burada değindiğim fiyat mekanizmasındaki
çarpıklık ile yakından ilintili.. Kaçak elektrik durumu şöyle: Türkiye’de hem ortalama
olarak çok yüksek
hem de bölgelerarası büyük farklılıklar gösteriyor. Doğu’da iki
tane dağıtım bölgesinde %50’nin üzerinde. Başka bölgelerde %7’ye kadar düşebiliyor;
%7 OECD’nin altında. Dolayısıyla fiyat mekanizmasını işletmenin önünde hükümetin
gördüğü engellerden biri bu sanıyorum.
Kanun buna çok mantıklı bir çözüm
bulmuştu, belirli bölgelerde tüketiciye doğrudan gelir desteği vermenin önünü açmıştı.
Dolayısıyla o zaman fiyatları maliyet bazlı yapabilirsiniz bu da çarpıklığa neden olmaz.
Doğu’daki 2 bölgeyi ayırmak gerekli, orada başka türlü bir durum var, daha derin
toplumsal sorunlar var. Ama diğer bölgelerde hem fiyat mekanizmasının doğru dürüst
işlemesine izin vermek ama yine bir gelir dağılımı politikası olarak kayıp kaçağın çok
yüksek olduğu bölgelerde bir doğrudan gelir desteği mekanizması kurmak mümkün idi.
Çeşitli mekanizmalar düşünmek mümkün ama hükümet bunlardan sürekli olarak kaçındı.
Bu tür mekanizmalar yerine dağıtım şirketleri için bir fiyat eşitleme mekanizması
getirildi. 2010’a kadar sadece tek bir ulusal fiyat olacak, bu da kuşkusuz bölgelerarası
çok ciddi çapraz sübvansiyonlar demek. Sanıyorum hükümetin gözünde, bu kayıp kaçak
oranı elektrik fiyatlarını arttırmayarak çözülecek bir mesele olarak görünüyor. Yalnız
şöyle iyi bir şey yapıldı, kayıp kaçakların azaltılması dağıtım özelleştirmelerinin bir
parçası haline geldi ve dağıtım şirketlerinin gelir tavanlarının hesaplanmasında kayıp
kaçak hedefleri açık olarak belirtildi. Bu düzenlemede kayıp kaçakları azaltma
özendirimi yüksek çünkü dağıtım şirketi kayıp kaçak oranını ne kadar indirirse kârı o
kadar artacak.
Soru: Sizin gösterdiğiniz üçgen çerçevesinde teknolojik ülkelerin yapılanmaların, sizinki
2000 yılına kadardı, benim elimde şu anda 2002-2005 yılları arasında ihracat
potansiyelleri var, yüksek, orta ve düşük teknoloji ve var olan kaynaklar açısından ve
burada Türkiye orta teknolojide %24’ten %35’e fırlamış durumda. Yüksek teknolojide
8.9’dan 6.8’e inmiş. Çin yüksek teknolojide %20’den %35’e çıkmış ki bu sizin
üçgendekinden çok daha yüksek sonuca yakın Çin bu açıdan. Hintliler orta teknolojide
%46’dan %35’e inmiş. Yüksek teknolojide de seviyelerini korumuş gözüküyor. Türkiye
bu açıdan orta teknolojide bir ivme yakalamış durumda ihracat potansiyeli açısından.
Diğer nokta da sizin bahsettiğiniz –hangi- sorularıyla ilgili ve bir önceki oturumda
Cevdet Bey, Tamer Bey ve Serhat Bey’in birleştikleri bir konuya değinmek istiyorum.
Kalite, gerek kamudaki bütçedeki kalite, gerek büyümede kalite. Özellikle Cevdet Bey
öyle bir noktadayız ki bundan sonra politikaları uygulamak eskisine nazaran daha zor
dedi, bu görüşe çok katılıyorum ama Erol Bey’in hangi öncelik, bu önceliklerin tespiti ve
bu önceliklere cevap verme aşamasında da çok dikkatli olunması yönünde tespitlerim var.
Özellikle Serhat Bey’in bir grafiği vardı, yıldız sektörler diye, o grafiğin Çin için yapılanı
da var bende, TEPAV’ın bir çalışmasında gördüm. O çalışmada Çin’de 5 tane yıldız
sektör görülüyor. Bu yönde Cevdet Bey’in bir saptamasına bir ilave yapmak istiyorum.
Teşvikler konusuna değindi. Teşviklerde devlet teşvik yapmamalı, yaparsa da across the
board olsun, teşviki piyasa yapsın. Şimdi önümüzde Hasan Hoca’nın çizdiği bir program
var, ilk maddede de sosyal devlet anlayışına da bir ölçüde değiniliyor, o çerçevede teşvik
yapmaması diye bir unsur zaten söz konusu değil, olamaz da. Burada kaldığımız
noktadan ileriye gitmek için kaliteli büyümede bir takım adımların atılması lazım, bu
çerçevede bu teşvik politikasının Tamer Bey’in dediği gibi bölgesel bazda destek bulması
belki en doğru yaklaşım diye düşünüyorum.
Soru: Ben İzak Beye sormak istiyorum. Bu özellikle elektrik sektöründe rekabetin
güçlendirilmesi konusunda AB içinde çok büyük tartışmalar var. Fransa özellikle milli
şampiyonlar yaratmayı sektörde rekabetin önüne koyan bir politika izliyor ve bu arada
AB Amerika ile olan arasındaki açığı kapatmak istiyor özellikle telekom ve elektrik
alanlarında rekabetin kurumsallaştırılması ve geliştirilmesinde Amerika ile AB arasında
ne kadar bir fark var ve bu fark ABD’nin Avrupa ‘ya göre daha yüksek bir performans
göstermesinde ne kadar etkili oluyor?
İzak Atiyas: Sorunuza tam cevap veremeyeceğim çünkü iyi bilmiyorum açıkçası.
ABD’de böyle tek bir modelden bahsetmek çok zor. Özellikle Kaliforniya krizinden
sonra mesela perakende piyasalarının açılması konusunda bir çok eyalette tedirginlik
olduğu söyleniyor. Avrupa’ya dönersek, evet Fransa’nın çok ciddi bir direnişi var. Dikey
bütünleşik elektrik ve gaz şirketlerinin dikey ayrıştırmaya tabi tutulması konusunda
Avrupa Komisyonu çok ciddi bir şekilde bastırıyor. Yalnız Fransa değil, Fransa ile
Almanya birlikte direniyorlar. O yüzden bu Eylül’de açıklanan tekliflerinde Avrupa
Komisyonu mülkiyet ayrıştırmasının yanı sıra, bir başka model daha önerdi. Mülkiyet
ayrıştırması şu demek: iletimi üretim ve perakendeden tamamen ayırıyorsunuz ki farklı
perakendeciler ve farklı üreticiler arasında çapraz sübvansiyon benzeri araçlarla hakim
işletmeci kendi şirketlerini kollayan bir politika içinde olmasın. Mülkiyet ayrıştırması
gerçekleşirse iletim sistemitamamen bağımsız bir şebeke haline gelir ve tüm katılımcılar
o şebekeye eşit şartlarla ulaşır. Avrupa Komisyonu bunu yapmaya çalışıyor. Bu direniş
karşısında benim anladığım kadarıyla buna bir model daha ekledi tekliflerin içine. Bu
model de iletim sisteminin mülkiyet ayrımına tabi olmasa da bağısız bir sistem
işletmecisi tarafından yönetilmesi.
Kamil Yılmaz: Galiba başka soru yok. Ben konuşmacılarımıza ve siz dinleyicilere çok
teşekkür ediyorum ve toplantıyı kapatıyorum.
Download