DÜNYA PİYASALARINDAKİ GELİŞMELER IŞIĞINDA MAKRO VE REEL SEKTÖR POLİTİKALARI 4 Ekim 2007 Ceylan InterContinental – İstanbul Tamer Haşimoğlu: Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bildiğiniz gibi 2007 yılı siyasi gelişmeleri tek başına Türkiye ekonomisini test edecek derecede yoğun bir gündeme sahipti. Seçim öncesinde ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmelere odaklandığımız bu dönemde gündemimize ayrıca bir de küresel etkileri giderek daha da belirginleşen uluslararası bir fınansal dalgalanma girdi. Bu iki önemli gelişme yani hem yeni hükümet dönemi hem de uluslararası konjonktürde yaşanan değişim, Türkiye ekonomisi için yeni bir dönemin başlangıcı sayılabilir. Bu bakımdan 2007 yılını geride bıraktığımız son 5 yıllık güçlü ekonomik büyüme döneminden, aynı trendin devamını beklediğimiz yeni bir ekonomik büyüme dönemine ve sürecine geçiş yılı olarak görüyoruz. Bu nedenle bugünkü konferansımızda 2007 yılında yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ışığında önümüzdeki dönemde güçlü ekonomik büyümemizi sürdürülebilir kılacak politikaları masaya yatırmak istedik. Ben değerlendirmelerime öncelikle küresel ekonomi yönünden yaşanan değişimle başlamak istiyorum. Bildiğiniz gibi dünya ekonomisindeki aktörlerin hepsi son dönemde Amerika kaynaklı uluslararası finansal dalgalanmaya odaklanmış durumda. Amerika’daki riskli konut kredilerinin geri ödenmesinde yaşanan problemlerle başlayarak kompleks finansal mekanizmalarla ve türev ürünlerle dünya piyasalarına yayılan bu kriz, uluslararası finans piyasalarında uzun dönemdir süregelen likidite bolluğunun sonuna geldiğimizin bir işareti olabilir. Aynı yöndeki bir diğer işaret, bu konjonktürel dalgalanmadan tamamen bağımsız olarak büyümesini bugüne kadar yatırım ve ihracat ağırlıklı sürdüren ve yarattığı tasarruflarla küresel likiditeye önemli katkılar sağlayan Çin, Hindistan gibi ülkelerde tüketim eğiliminin yapısal olarak artacağı beklentisi, ki bu da küresel mali piyasalara bu ülkelerden akan likiditenin kalıcı olarak azalması ve bundan dolayı uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetinin yukarı tırmanması riskinden de bu dönemde söz edilebilir. Küresel boyuttaki bu dalgalanma ve daralma, bizim gibi büyümesini yoğun dış kaynak ile finanse eden ekonomiler için ekonomik kırılganlıkları biran önce minimuma indirmek için bir uyarı niteliğinde görülüyor. Her ne kadar 2001 krizi sonrasında bu bağlamda önemli bir yol katetmiş ve ekonomik temellerimizi önemli ölçüde güçlendirmiş olsak da yüksek cari açık sebebiyle dış kaynak bağımlılığımız uluslararası şoklara karşı ekonomimizi son derece duyarlı kılmakta. Özellikle Amerika ve Avrupa ülkelerinin büyümelerinde beklenen nispi yavaşlama ve yüksek seyreden emtiya ve petrol fiyatları cari açık açısından risk oluşturmaya devam etmekte, doğrudan yabancı yatırımların artmasıyla cari açığının finansmanında kalite artmış olsa da kısa vadeli portföy yatırımlarının yüksek seyri ve Türk lirasının giderek değerlenmesi, ani sermaye çıkışlarında bir takım risklerin oluşabileceğini de işaret etmekte. Bu duyarlılığı azaltmanın yolu, Türkiye ekonomisinin katma değer üretimini hızlandırması ve bunun için gerekli yapısal dönüşümü biran önce tamamlaması. Bu hedefe ulaşabilmemiz için verimlilik ve rekabet gücümüzü arttırmamız gerektiği de son derece açık. Bu ise ancak reform sürecine en kısa zamanda yeni bir ivme kazandırılması ve yeni yatırımların önünün açılmasıyla mümkün olabilir gibi gözüküyor. Son yıllarla çok önemli yapısal iyileşmeler yaşamış olmasına rağmen ülkemizde yatırımlar maalesef hala yeterli seviyede değil. Dolayısıyla ihtiyaç duyulan istihdam yaratılamamakta ve mevcut yatırımlar için dahi dış kaynağa ihtiyaç duyulmakta. Türkiye’nin yatırımdan ve büyümeden vazgeçmesi mümkün değil. Aksine sürdürülebilir bir yüksek büyüme ortamının sağlanamaması durumunda gelir dağılımının iyileştirilmesi, bölgesel kalkınma farklılıklarının giderilmesi, işsizlik oranının aşağı çekilmesi, gençlere iyi eğitim ve iş imkanlarının yaratılması gibi bir dizi probleme çözüm bulunması mümkün olamayacaktır. Ancak bu yüksek büyümeyi sürekli dış açık yaratarak sürdürme imkanımız da kısıtlıdır. Bu sıkıntıyı aşabilmek için de iki önemli adım atılması gerektiği kanaatindeyiz. Birincisi, Türkiye rekabet gücünü arttırmak için yeni bir sektörel strateji benimsemeli. Yapısal dönüşümü teşvik edecek ve bazı ekonomik faaliyetlere ivme kazandıracak politikalar benimsenmeli. Verimliliğe, teknolojiye, innovasyona, Ar-Ge’ye kaynak aktarmaya devam edilmeli. Sektörler daha fazla katma değer üretecek bir biçimde dönüştürülmeli. İkinci olarak da makro ekonomide yaşanan reform süreci hızlandırılmalı. Yatırıma dönüşecek daha fazla iç kaynak yaratma perspektifi içinde bu süreç mikro reformlarla desteklenmeli diye düşünüyoruz. Burada vergi reformunun tamamlanması ilk adım olmalıdır. Önümüzdeki dönemde hem mevcut sorunların çözümüne yönelik hem de genel anlamda yatırımları teşvik edici vergi düzenlemeleriyle ilgili çalışmaların hızlandırılması gerekmekte. Bu arada bir parantez de sosyal güvenlik reformu için açmak istiyorum. Yürürlülük tarihi yılbaşına ertelenen bu reformun da bir an evvel tamamlanması için çaba sarfedilmeli diye düşünüyorum. Finansal piyasaların derinleşmesi ve bu piyasalardaki ürün çeşidinin artması vergi alanında yapılacak düzenlemelerde dikkate alınması gereken en önemli noktalardan biridir. Piyasalarda derinlik ve ürün çeşidinin artması ile iç tasarrufların artması birbirini destekleyen, besleyen önemli bir döngü oluşturmaktadır. Bu nedenle finansal ürünlerden alınan vergilerin daha rasyonel hale getirilmesi, bankacılık kesimi aracılık maliyetlerinin düşürülmesi, halka açılmanın teşvik edilmesi gibi konularda bir an önce adımlar atılmalıdır. Bu ve benzeri alanlarda yapılacak mikro reformlarla iş ve yatırım ortamındaki iyileşme devam edecek ve tasarrufların yatırıma dönüşüm hızı artacaktır. Temel mikroekonomik reformların ve yapısal reformların gerçekleşmesi ile istihdam sağlayan, üretim ve ihracat yapan bir sanayi yapısına bir an önce geçilmesi gerekmektedir. Özellikle istihdamı teşvik eden politikalar bir an önce gündeme alınmalıdır. Bu noktada doğrudan yabancı yatırımların ülkemize çekilmesi de özel bir önem taşıyor. Bu yatırımlar sadece mevcut şirketlerin satışı ile sınırlı kalmayıp, istihdam, ihracat, vergi sağlayan yeni işletmelerin kuruluşu için yani green field yatırımların arttırılması için ülkeye daha fazla çekilmeli, cari dengenin uzun vadede kalıcı olarak geliştirilmesine de katkı sağlanmalıdır diye düşünüyorum. Burada vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta da yeni yatırımların hızlanmasını istediğimiz bu dönemde bölgesel gelişmişlik farklarını da gözeterek yatırımların sadece gelişmiş bazı bölgelerde odaklanmasının da önüne geçilmesi gerek. İçinde bulunduğumuz hızlı büyüme süreci bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılması için elverişli bir ortam yaratmakta. Bölgesel farklılıkların azaltılması ancak Türkiye’nin bu alandaki yaklaşımını kökten değiştirmesiyle mümkün olabilir. Günümüzde bölgesel kalkınmanın sadece geri kalmış bölgeler için bir teşvik sistemi olarak görüldüğü dönem sona ermiştir. Bugün dünyanın birçok gelişmiş ülkesinin ekonomisinde bölgelerin mevcut yapısal sorunlarını gözardı eden yaklaşımın yerini bölgelerin rekabet gücünü top yekün arttırması prensibi ve anlayışı almıştır. Küresel rekabet, karşılaştırmalı üstünlükler temelinde yerel uzmanlaşma sürecini hızlandırmaktadır ve bu süreçte esnek ve uyum yeteneği yüksek KOBİ’lerin güçlenmesi, yeni sanayi odaklarının oluşması ve Anadolu’daki küçük ve orta boy kentlerin yükselişe geçmesi mümkündür. Reform sürecindeki önceliklerle ilgili sözlerime kayıt dışı ekonomi ile son vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi TÜSİAD kayıt dışı ile mücadeleyi özellikle son 3 yılda önceliklerinden biri olarak belirlemiş ve her ortamda bu konuyu dile getirme gayreti içinde olmuştur. Rekabet ve verimliliğin arttırılması, yatırımların hızlanmasını hedeflediğimiz bir noktada kayıt dışı ekonomiyi küçültmeye yönelik önlemler almamız da kaçınılmazdır. Rekabet dezavantajları ile iş ve yatırım ortamının külfetleri kayıt dışılığa yol açmakta, kayıt dışılığın neden olduğu büyümeyi teşvik edecek mekanizmalardaki tıkanıklıklar rekabet ve verimlilik artışlarını engellemektedir. Bu nedenle bu kısır döngünün kırılması hiç şüphesiz maliyetli ve zordur ama güçlü bir siyasi irade, kapsamlı bir strateji ve güçlü bir toplumsal mutabakat bunun için ön şart olarak gözüküyor. Ancak uzun vadede elde edilecek kazanımlar karşısında katlanılması gereken maliyet de ve zorluklar da çok önemsiz kalacaktır diye düşünüyorum. Değerli misafirler, bugün hem akademik camiadan hem de özel sektörden değerlendirmelerini bizlerle paylaşmak üzere seminerimize katılan çok değerli konuşmacılarımız var. Her birine tek tek teşekkür ediyor ve şimdi konuşmasını yapmak üzere Koç Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Barış Tan’ı kürsüye davet ediyorum. Barış Tan: Değerli misafirlerimiz, değerli katılımcılarımız, TÜSİAD – Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forum’unun “Dünya Piyasalarındaki son Gelişmeler Işığında Makro ve Reel Sektör Politikaları” başlıklı konferansına Koç Üniversitesi adına hepinize hoşgeldiniz diyerek konuşmama başlıyorum. Dünya piyasalarındaki son gelişmeler ışığında ve seçim sonrasındaki içinde bulunduğumuz durumda çok zamanında yapılan bu toplantı konusundaki değerlendirmeleri, konunun uzmanı konuşmacılara bırakarak bu açılış konuşmasında sizlerle TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Forumu örneği üzerinden, akademi, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör arasındaki işbirliği konusundaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Koç Üniversitesi kurulduğu 1993 yılından beri özellikle İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi bünyesindeki programlarla eğitim ve araştırma faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdürüyor. Şu an Koç Üniversitesi’nden mezun 4.000 mezunumuzun yaklaşık 2/3’si işletme ve ekonomi konularındaki lisans ve yüksek lisans programlarından mezun. Bu programlardaki çalışmalarımız, eğitim faaliyetlerimiz, araştırma faaliyetlerimizden belli bir zaman içinde, kuruluşumuzun üzerinden az bir zaman geçmesine rağmen belli bir yere geldiğimizi düşünüyoruz ama üniversitemizin vizyonu eğitim ve araştırma faaliyetleri ile mezunlarımız ve öğretim üyelerimizden dünyaca tanınmak, fakülte olarak da bu vizyonu biz paylaşıyoruz ve gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Üniversitelerin hayat döngüsünde ilk 10 sene aslında bir kuruluş aşaması olarak düşünülebilir. Biz bu ilk 10 seneyi tamamladık. İkinci 10 sene için de faaliyetlerimizi, ulusal ve uluslararası etkilerini arttırarak devam ettireceğimiz ve genişleteceğimiz bir dönem olarak görüyoruz. Aslında üniversitelerin, sadece bizim üniversitenin değil, varlık nedenini düşündüğünüzde sadece eğitim ve araştırma değil aynı zamanda Türkiye’deki entellektüel, teknolojik, ekonomik ve sosyal gelişime katkıda bulunmak da var. Bu da bizim vizyonumuzun çok önemli bir parçası. Bu katkının gerçekleşmesi bizim üniversiteyi düşündüğünüzde Rumeli Feneri’ndeki yerleşkemizin duvarları arasında oturarak yapmak mümkün değil. Bu hedeflere ulaşmak sadece üniversitelerin değil aslında sivil toplum kuruluşunun, iş dünyasındaki, özel sektördeki diğer üniversitelerdeki bir çok kuruluşun hedefi de aynı. Buna ulaşmak için de işbirliği şart. TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu kurulduğu 2004 yılından beri bu işbirliği için aslında güzel bir örnek. Önümüzdeki yıllarda bu işbirliklerinin artarak devam etmesi, özellikle TÜSİAD-Koç Üniversitesi Araştırma Forumu’nun amacına uygun şekilde geniş katılımlı, geniş kapsamlı araştırmaların yapılmasını destekleyen ve gerçekleştiren bir platform olması yolundaki ilerlemesine biz üniversite ve fakülte olarak her türlü desteğimizi vereceğiz. Bu faaliyetlerin ülke olarak ihtiyacını duyduğumuz sürdürülebilir büyüme, kalkınma, demokratik yönetişim konularındaki ilerlemeye katkıda bulunacağından da eminiz. Sözlerime son verirken TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu’nun Kurucu Direktörü Faik Öztrak’a Meclis’teki çalışmalarında başarılar diler, yeni direktörümüz, Üniversitemiz öğretim üyesi Kamil Yılmaz’a çalışmalarında başarılar dilerim. Başarılı bir konferans olması dileklerimle, Koç Üniversitesi adına tekrar hepinize hoş geldiniz diyorum. I. OTURUM Tamer Haşimoğlu: Bugünkü konferansımızda ilk panelimizin konusu “Makroekonomik Politikalar ve Mali Sektör”. Burada kürsüde çok değerli konuşmacılarımız var. Önce sözü Cevdet Akçay’a vermek istiyorum. Cevdet Akçay, Yapı Kredi Yatırım’ın baş ekonomisti ve aynı zamanda Koç Üniversitesinde kıdemli öğretim üyesidir. Lisans derecesini Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünden ve yüksek lisans ve doktora derecelerini City University of New York’tan almıştır. 92 – 2001 yılları arasında BÜ’de yardımcı doçent ve daha sonra da Doç. olarak görev yapmıştır ve 2001’den beri de Koç Üniversitesinde tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Kur ve Borç Dinamikleri, Dezenflasyon ve Para Kuramı ile ilgili araştırmalarını oluşturmaktadır. Cevdet Bey buyurun sizi dinleyelim. Cevdet Akçay: Ben size güncel bir sunumdan 3-4 tane slayt göstereceğim. Bir takım öneriler yapmaya çalışacağım. Ama belki ondan da önce çok kısa bir durum tespiti yapmak lazım. Nereden nereye geldik, birkaç cephede, bir mali cephede, iki dış dengeler tarafında, üç enflasyon konusunda nereden nereye geldik. Bunların tespitini doğru yapmazsak bundan sonra yapılması gerekenler konusunda bence doğru yorumda bulunamayız. Ben Türkiye’de en büyük sıkıntıyı burada çekiyorum, çünkü tasvirin anlaşılmasında insanlarla pek fazla anlaşamıyoruz. Hazine’den aldığım birkaç slayt var önce onları göstereceğim daha sonra birkaç tane kendi slaytım var onlardan problemler nereden çıkabilir onları birazcık aktaracağım ve kendi önerilerimi biraz aktarmaya çalışacağım. Bir de belki şöyle söylemem lazım, ekonomi politikası oluşturmanın aslında ne kadar zor bir şey olduğunu şu anda yavaş yavaş yaşamaya başlayan bir ülke Türkiye. Çünkü normalleşmeye ne kadar yaklaşırsanız politika yapmanız da o kadar zorlaşıyor. Yani 2001 krizi sonrası Türkiye’nin düzeltilmesi aslında baktığınız zaman daha kolay bir şeydi. Bundan sonrası birazcık daha zorluklar içeriyor, çünkü politikalar aslında daha fazla derinleşmek zorunda kalıyor dolayısıyla seçenekleriniz biraz daha çetrefilli olmaya başlıyor. Yani ekonomik politika kararları alanların işleri biraz daha zor, özellikle enflasyon konusunda. Mesela bunu belki biraz konuşmak durumunda kalacağız. Şunu da aslında hiç akıldan çıkartmamak lazım, mali taraf, dış denge dediğimiz cari açık, enflasyon, bunlar birbirlerinden kopuk şeyler değil, bunlar aslında fena halde hepsi birbirlerine bağlı kavramlar. Dolayısıyla birinde aldığınız bir önlemin diğerini etkilememesi mümkün değil. Onun için o optimizasyon süreci bayağı karmaşık bir süreç. Elimden geldiğince orada bildiklerimi size aktarmaya çalışacağım. Ama belki şu slaytlarla başlarsam açıklamamız biraz daha enteresanlaşacak. İki şeyi vurgulamak istiyorum, bir nereden nereye geldiğimizi anlatırken belki iki tarafa vurgu yapmak lazım. Bir tanesi, kurumsal kalitenin ne kadar değerli olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamamız lazım. Yani ekonomide ve siyasette de elbette kurumların kalitesi bence her şeyden önce geliyor. Onları bozmamaya muazzam itina göstermek gerekiyor, bu birincisi. İkincisi, siyasi istikrar, neden çok önemli? Türkiye, Tamer Bey de aslında bahsetti, son 7-8 ay içinde bunu da aslında çok yakından yaşadı. Ben bu konuda çok endişeli değilim, çünkü bir siyasi normalizasyon sürecine girildiğini düşünüyorum Türkiye’de. Bunun da ufak tefek sancıları olacak ama o sancıları yaşamak, doğum sancıları gibi biraz çekmek zorundasınız. Ben biraz öyle bakıyorum. Burada ENBI’ları görebilirsiniz, yaklaşık ama bence MSCI’da bence çok keskin gözüküyor onun için isterseniz şöyle bir bakalım. Göreli performanslara baktığınızda 2006 ve 2007 senesinden bir karşılaştırma yapacağım sizlere. Şimdi 2006’dan bakarsanız, senenin başından beri Türkiye kırmızı olandır, biz sırasıyla Türkiye, Brezilya, Macaristan, Polonya, Rusya ve Güney Afrika’yı takip ediyoruz, baktığınızda Türkiye’nin performansı yılın ilk başlarında çok çok iyi gidiyor, sonra Türkiye bayağı bir aşağı düşüyor, 2006 Mart. Sebebi, Merkez Bankası Başkanı hakkında, burada kurumsal kalite hakkında çok ciddi soru işaretleri uyandırıyorsunuz yatırımcının kafasında ve bunun bedeli olmaması mümkün değil. Ondan sonra şöyle böyle idare ediyor diğerleri yine yukarı vururken sonra global krizi yiyoruz. Türkiye herkesten fena aşağı vuruyor, burada kafalarda şu soru çıkmaya başlıyor, Türkiye artık hakikaten bir convergence player olmaya devam ediyor mu yoksa bunlar hala eski Türkiye gibiler mi? Yani biz Türkiye’ye 2005’in Sonbahar’ından itibaren farklı bakmaya başladık, ama acaba Türkiye bunu hak ediyor mu diye özellikle yabancı yatırımcıların kafasında çok ciddi olarak oluşuyor. Bunu doğurmak çok çok sakıncalı bir şey. Türkiye bunu silmekte hala bir miktar daha zorluk çekiyor diyebiliriz aslında. Sonra 2006, krizden kurtulmaya çalışıyorsun vs. senenin bitimine bakalım, Türkiye hala en aşağıda yani worst performer dediğimiz en kötü görünen performans Türkiye’de, 2006’yı böyle bitirdi Türkiye, sene başında en iyilerden biri olmasına rağmen. Cari açıktı, dış dengeydi falan onun ne anlama geldiğini, ne tür bir risk olduğunu anlatacağım, onu kamu harcamalarına bağlayacağım vs. bilinen yollarla pek fazla değil. Biraz gözardı edilen yollarla ama önce bir tespit yapalım, durum bu. Peşin sıra 2007’ye baktığınız zaman, Türkiye yıla gayet iyi başlıyor, piyasaya baktığınızda aslında en iyi perform eden, sonra şuralarda bir diplememiz var. Bütün marklar yukarı giderken burada Türkiye’nin kendine özgü bir diplemesi var. Yani herkes yukarı giderken Türkiye şurada bir fena dipleme yapıyor, sebebi e-muhtıra. Şimdi bu işin siyasi istikrar tarafına giriyor. Yani siyasi istikrarı gözetmemenin faturasını yememeniz mümkün değil. Burada dipledikten sonra tekrar yukarı doğru hareket, herkesle beraber hareket ediyor, bakarsanız bugün de en iyi performans gösteren aslında piyasa. Ama 2006’da ki oversold dediğimiz aşırı satış durumunu hala devreden çıkartamamış. Bu maliyetleri kolay kolay devreden çıkartamıyoruz, çünkü hafızalara bunlar çok fena kazınıyor, iyi şeyler daha az kazınıyor. Ama bu tür kötülükler, musibetler daha fena kafalara kazınıyor. Şimdi mentaliteye dair bariyerleri biraz daha fazla kafamızda yıkmamız lazım, siyasi normalleşmeye biraz daha ağırlık vermemiz lazım, bence bu, Türkiye’nin bundan sonraki ekonomisi için elzem bir durum. Yani geçtiğimiz 5-6 yıl içinde buna bu kadar dikkat etmemiz gerekmiyordu, çünkü feci bir ekonomik düzeltme vardı ama normalleşmeye ne kadar yaklaşırsanız siyasi istikrar o kadar önem kazanıyor, kurum kaliteniz o kadar fazla önem kazanıyor. Bundan sonrası çok zor, en azından daha zor diyelim. Bu tür konferansların da amacı biraz da oraya hizmet etmek. Ne yapılmasına dair fikirler edinmek. Şimdi durum tespitinde birkaç tane de Hazine’den slayt göstereceğim size. Şunu bir kere görmemiz lazım, Türkiye’nin büyüme performansının 2003-2006’da nasıl 1993-2000’den çok daha iyi olduğunu tespit etmek lazım, bu bir veri. Bunu kabul ettikten sonra şunu dediler, iyi ama Türkiye’de yatırım yapılmıyor, o da külliyen yanlış tabii ki. Özel kesim yatırımlarının büyümeye katkısına baktığınız zaman o 11 senelik ortalama 2.6’nın, 0.2 puanı özel kesim yatırımlarından gelirken bu son dönemde 2002-2006 dönemindeki 4 senede bu 7.3’ün 4.4’ü özel kesim yatırımlarından gelmiş. Yani özel kesim yatırımlarının büyümeye katkısı esasında bu dönemde çok artmış ama sokaktaki insanlara veya kamuoyu oluşturan insanlara, gazetelerimizde yazan, sorarsanız Türkiye’de yatırım yapılmıyor diyorlar. O zaman bu rakamlar doğru değil vs. diye atmamız lazım! %70 enflasyon varken rakamlar doğruydu, Türkiye –9’larda büyürken doğruydu, bu rakamları geçince yanlış oldu. Bu da garip zihinsel bir durum aslında tuhaf bir şey, hep kötüye inanma eğilimi. Buradan da çıkmanız lazım, çünkü bu da bir zaman çok önemli olmaya başlayacak. Lafı çok uzatmak istemiyorum, burada size birkaç şey daha göstereyim. Yani faiz harcamalarının milli gelire oranına baktığınızda 2003’te 16.4’ten 2006’da 8.0’a gelmiş. Şu, kamunun borç stokundaki düzeltmeye baktığınız, bu korkunç bir şey, yani 2002 senesinde 78.4’ten 44.8’e. Bunların hepsi Hazine’den alınma bu arada. Yani kendi hesaplarımız değil, en azından Hazine’ye güvenin. Ayrıca içerdeki net iç ve net dış dağılımı da muazzam düzeliyor. İçerinin ağırlığı fena halde artıyor, dışarınınki düşüyor ve kamu mutlak olarak dış borcunu azaltıyor, özelinki artıyor. Ona da ilerde değineceğim. Gene aynı şekilde TL cinsinde döviz endeksli’ye baktığınız zaman da gene aynı şekilde TL cinsi muazzam artıyor. Yani borç dinamikleriniz muazzam bir düzelme gösteriyor. Bunu gözardı edemezsiniz. Zaten bu olduğu için de Türkiye’nin yüksek büyümesi geliyor. Biraz bu olduğu için cari açık artıyor diyeceksiniz, yüksek büyümeyle beraber cari açık artıyor, verimlilik artırma çabası var, emekten tasarruf eden teknolojiye yöneliniyor dolayısıyla sermaye malları ithalatı oluyor vs. ama olan tabloyu bir kere doğru görmek lazım. Geldiğimiz noktada o zaman nerede tıkanıyoruz? Bir, bu demin gördüğümüz 7.3 ortalama büyümeyi biz sürdürebilecek miyiz? Sürdürebilmek için ne yapmalıyız, esas soru bu. İkincisi, biz enflasyonda nasıl bir yere geldik? Eşik enflasyon dediğimiz yerin üzerinde miyiz, altında mıyız, çünkü eğer altındaysak büyüme ile enflasyon arasında bir trade-off var yani enflasyonu daha da düşürürsek büyümeden feragat etmemiz gerekiyor. Yok şimdiye kadar olduğu gibi o trade-off yoksa eğer eşiklerin üzerindeysek ki bunu en başta Kamil ile benim yapmamız lazım, çünkü bunu yapmıştık şimdi up-date etmemiz lazım, bu çok önemli bir soru. Eğer üzerindeysek daha fazla dezenflasyonun üzerine yaslanmanın aslında büyüme maliyeti olmayacak, tam tersi büyümenizi daha da yukarı çekecek. Ben muhtemelen o eşik değerlere çok yakın bir yerde olduğumuz kanaatindeyim. Yani artık bundan sonra Türkiye büyümesini daha yukarı ya da burada kalmak istiyorsa muhtemelen enflasyon tarafında biraz sıkıntı çekmek zorunda kalabilecek gibi gözüküyor. Şimdi bir kaç şeyi birbirine nasıl bağlarız diye belki bir de oraya değineyim. Önce cari açıkla ilgili birkaç kelam etmek istiyorum. Birincisi, cari açığın nasıl bir problem olduğunu iyi anlamamız gerekiyor. Cari açık bugüne ait bir problem değil, çünkü cari açık aslında sermaye hareketleri tarafında bir fazla demek aslında biliyorsunuz. O fazla da büyük oranda bankalarınızın ve diğer sektörlerinizin yurt dışından borçlanması ve bu borçlanan paranın da kullandırılması demek. Cari açık problemi aslında bir getiri problemidir. Yani cari açık ve sermaye hareketleri fazlasının kullanılmasından çıkacak olan ülkede rate of return’ün o aldığınız paraları geri ödemekte rahat rahat yeterli olması gerekir. Olmazsa cari açık ilerisi için potansiyel problemdir. Buradan kamuya sıçrarsınız. Peki kamu ne yapabilir dediğiniz zaman, kamu da şunu yapmak zorunda, kamu özel sektörün verimliliğini arttıracak olan kamu malları üretimine girmek zorunda. Yani kamu özel sektörle rekabete girmeyecek, kamu özel sektörü tamamlayan sektör olmak zorunda. Bu Türkiye’de olmayan bir şey. Birkaç tane daha böyle isterseniz quick fix diyebileceğiniz önerilerim olacak ama daha genel tabloyu biraz aktarmaya çalışıyorum. İkincisi bence Türkiye’de şu çok zor anlaşılıyor, dış ticaretin yani cari açığınıza esas teşkil eden en önemli faktör hala, bunu iktisatçılar çok iyi anlıyorlar da geri kalanlar pek fazla anlamıyorlar, mukayeseli avantajlar olduğunu çok iyi anlamanız lazım. Yani bütün trade’ler bunun üzerinden gitmiyor olabilir ama trade’lerin çoğunun mantığı hala budur yani giriş dersinde ben hep onu öğretirim. Japonya niye uçak yapmıyor? Yapabilir ama yapmamayı seçiyor, çok zekice ve akıllı olarak, demek ticaretin temelinde mukayeseli avantajlar kuramı çok çok önemli, bunu anlamamız lazım. Ondan sonraki aşamada da bugünkü durumda bizim mukayeseli avantajlarımız nerede, bunu iyi görmek, bundan sonra bunlar ne kadar elimizde kalacak, elimizde kalmayacağını anlayacağımız için de nereye kaymamız lazım, bunun da devlet eliyle planlama teşvik falan bu değildir. Buna karar verecek olan da yine piyasalar. Global piyasalar artı bizim kendi özel teşebbüsümüzdür. Buna devlet eliyle karar veremezsiniz. Bugün yine hükümet tarafından aynı yanlışın ufak ufak yapılmaya başlandığını görüyorum, hangi sektörlere teşvik verelim? Böyle bir şeye girmemek lazım. Her ne yapacaksanız bence teşvik gibi bir şey düşünüyorsanız across the board yapmanız lazım. Ama expenditure katları girecekseniz across the board yapmamanız lazım. Non-wage dediğimiz harcamalarda mesela onları across the board her tarafta aynı tırpan tarım yapmayacaksınız. Bazı taraflarda öyle kısıtlamalara hiç gitmeyeceksiniz, bazı taraflarda fena halde gideceksiniz. Ama işin sektör tarafına gelirseniz sektör ayrımına gidemezsiniz. Hangi sektörün palazlanacağına veya palazlanması gerektiğine devlet yani merkez yönetim karar veremez. Ona piyasalar karar verecekler. Dolayısıyla özel sektörün verimliliği nerelerde daha fazla artmaya aday olabilir, bunun için nasıl bir beşeri sermayeye yatırım yapmamız lazım, artık Türkiye’nin bunlara kafa yorması lazım. Ben bunun hale çok fazla yapıldığını görmüyorum ve o nedenle ben sıkıntıyı burada görüyorum. Yani bu muhteşem diyebileceğimiz düzeltmenin üzerine gelecek olan düzeltmeler artık eskisinden daha zordur. Bence büyüme tarafındaki sıkıntı burada. Mali tarafta birkaç quick fix vereceğim ama bence şundan taviz vermemek lazım. Mesela bu seneye baktığımızda faiz dışı fazla muhtemelen 1.7, 1.8 puan kadar aşağıda kalacak gibi yani 6.5’un altında kalacakmış gibi gözüküyor. Bunu muhakkak telafi etmemiz lazım yani 6.5’ önümüzdeki sene için hedef diye koymamız, hatta üzerine çıkmaya çalışmamız lazım. Bence bu çok önemli. Ben fiscal law taraftarıyım yani mali kanunlar gerekirse anayasaya girebilecek olan kısıtlamalar getirilmesinde ben hiçbir yanlış taraf görmüyorum özellikle harcamalar tarafında. Yani bence hükümetlerin manevra alanları kısıtlanmak durumunda mali tarafta, fazla esnek olamamaları lazım. Ben bu tür kanun düzenlemelerinin de yardımcı olacağı kanaatindeyim. Şöyle enteresan bir durum var, eğer Merkez Bankası’nın amaç ve misyonu büyümeden ziyade dezenflasyon ağırlıklı ise ki Türkiye’de öyle olduğunu söylüyoruz, Merkez Bankası hep böyle olduğunu ciddi bir şekilde vurguluyor. O zaman mali politikalar aslında öbür durumdan daha da fazla ağırlık kazanmaya başlıyorlar, çok daha önemli hale gelmeye başlıyorlar. Bunun da çok iyi anlaşılması lazım. En son bir de isterseniz para politikasıyla ilgili bence bir takım sıkıntılar var, belki de şöyle söylemek lazım, biraz da geçmiş tecrübelerine bakarak bence Türkiye dezenflasyon politikalarını birazcık daha gözden geçirmek zorunda. Bu gözden geçirmesi sonunda aynı yerde kalabilir. Ama aynı yerde kalmayabilir de. Bundan kastım şu, eğer bir alternatif politikaya kaymaya karar verirse bunun yapılır olup olmadığından da pek fazla emin değiliz. Aslında bundan kastım şu, değerlenen Türk Lirası’na dayalı bir dezenflasyon politikası, Merkez Bankası’nda bunun politikası falan olduğunu söylemek istemiyorum, ama buna dayalı bir politika haline de facto gelmeye başlarsa bunun biraz tehlikeli bir durum arz ettiğini söylüyorum. Şundan dolayı, geçen yıl yaşadığımıza bakarsanız eğer yakalandığınız yerde kur düşükse kurun reaksiyonu, dıştan bir şoka muazzam fazla oluyor. O şoku yedikten sonra siz kur eski yerine gelse dahi pass through dediğimiz enflasyona katkısı kemikleşiyor ve onu atmak bayağı bir zaman alıyor ve o zaman süresince siz sürekli çok yüksek faizlerle o işi altetmeye çalışıyorsunuz. O yüzden ben diyorum ki eğer işlerin iyi gideceğine, iç ve dış risklerin minimal olduğuna inanıyorsanız o zaman zaten daha düşük faiz ve biraz daha belki yukarıda döviz politikalarına eğer gidebiliyorsanız, daha yukarılarda bir döviz düzeyi size biraz daha yardımcı olabilir. Sebebi, durum iyiye gidecekse de kötüye gidecekse de. Kötüye gidecekse de eğer belli indirimleri yaptıktan sonra belki en short term parayı dışarıya çıkarttıktan sonra yani onları özendirmenin tersi, discourage ettikten sonra durduğunuz yer belki aslında şok yemeğe daha uygun. Çok basit bir örnek vereyim isterseniz, merkez bankası 1.20 döviz kuru, 17.25 faiz kuru ile mi yakalansın, yoksa 1.35 döviz kuru ve 16 ile mi yakalansın? Bence şoka yakalanacaksanız ikincisi daha iyi. Mesele o ikinciye gelebilecek misiniz? Onu tartışmak lazım yani öyle bir miksi yakalayabilir misiniz? Bu miks yakalanabiliyorsa eğer belki şunu kabul etmek zorunda kalacağız, Türkiye’de bu 5 – 5.5 enflasyon aralığından pek aşağı da inebilecek gibi gözükmüyor kısa vadede, belki bunu sineye çekmemiz gerekecek. Ya da diyeceğiz ki bu kabul edilemez, hedef 4’tür, daha da aşağı 3’lere geleceğiz, çok iddialıyız, o zaman alternatiflerimize biraz daha farklı bakmak lazım. Yani bana sorarsanız işler biraz daha çetrefilleşmeye başladı. Eski politikalar biraz daha kolaydı, şimdi biraz daha zorlaşmaya başladı, kafayı biraz daha yormak lazım. Biraz deneme yanılmayla da cevabı bulmak zorunda kalabileceğiz ama çok fazla vaktinizi almadan birkaç tane quick fix’im var, isterseniz onları da size aktarayım. Özellikle mali tarafa ağırlık vermek gerektiğini düşündüğüm için yani ne yapılabilir konusunda, birkaç tane not aldım. Harcamalar tarafında dediğim gibi across the board dediğimiz her yere uyguladığınız harcama kısıtlamaları yapmayın. Bazı taraflarda hiç harcamaları kısmayın bazılarında fena halde kısın. İşi teşvik tarafına dökecekseniz ki ben buna hiç taraftar değilim aslında yapacaksanız da teşviği across the board yapın seçmeli yapmayın. Bu bir. İki, bu çok tantana koparıyor, bölgesel asgari ücretten bahsediliyor mesela, bence asgari ücreti kaldırmaya çalışın. Asgari ücretin kendisi çok anlamsız bir şey. Hele Türkiye gibi bir yerde, birkaç tane mahsuru var. Hep bildiğimiz mahsurları kayıt dışını özendiriyor şu bu vs. artı asgari ücret altında kayıt dışı çalışan insanların ne bu sistemden faydalanma hakları doğuyor ne sisteme katkı yapabilme şansları oluyor. Bütün etkisizlikler bir arada yani asgari ücretin Türkiye’de nasıl bir mantığı olduğunu şu anda anlamam mümkün değil. Hiçbir ülkede değil de Türkiye’de özellikle mümkün değil bana sorarsanız. Üç, özelleştirme gelirlerinden sakın harcamaya alışmayın. Bunları harcama için kullanmayın böyle bir alışkanlık geliştirmeyin. Dört, finansal sektördeki vergileri minimize edin. Bunları mümkünse olduğu gibi kaldırın. Çünkü işlemlerin finansal sistemden geçmesini sağlayın gelir yaratılsın, geliri vergilendirin. İşlemlerin kendisini vergilendirmeyin, çünkü orada kayıt dışını özendiriyorsun. Bu da hep konuşuluyor, yapılmıyor. Artık bunları yapmak lazım. Tekrarlanan vergi affı yapmayın, bunu da biliyoruz. Bunlar bilinen şeyler ama quick fix diye bunları söyleyebiliyoruz. Bunun dışında bence esas mantalite çok sağlam yerleşmeli ve transparency diyoruz yani mantalitenizi ve fikriyatınızı çok temiz bir şekilde aktarmanız lazım kamuoyuna. Onlarla paylaşmanız ve onları ikna etmeniz lazım. Son bir şey, bütün bunların en tepesinde zorluk nerede? Bence zorluk şurada. Siyasi iktidarın esasında iktisadi politikalarını toplama yedirmesinde, çünkü bunlar sadece iktisadi politikalar değil bunların çok ciddi politik bağlantıları ve bağlamları da var. Bu aslında bayağı meşakkatli bir süreç ve bir PR process. Bence Türkiye’de son dönemde yaşadığımız, bana sorarsanız kabahatin azı AKP’de olmakla beraber, AKP’nin de şöyle ciddi bir hatası oldu. Çok iddialı bir acenda, yani EU convergence dediğimiz şey, ikincisi daha liberal bir ekonomi. Özelleştirme ve yabancı sermaye. Bu dört unsurdan oluşan acendayı Türkiye’de yedirmeniz çok zor. Çünkü Türk insanının genetik koduna bu aykırı. Yani yabancı sermayeyi sevmiyoruz, kabul edelim. Türkler özelleştirmeyi sevmiyor çünkü özelleştirilen kurumların kendilerine ait olduğunu düşünüyorlar, her sene temettü alıyorlarmış gibi. Bu yaklaşım var dolayısıyla genetik konuları insanlara yedirmeniz bir PR süreci olarak zor bir süreç. Öyleyse oyunu hayatta alamayacağınız insanların, bunu biliyorsunuz diyelim AKP’siniz, onayını almanız lazım. Oy istemeyeceksiniz, onay isteyeceksiniz. Böyle bir onay aldıktan sonra bu kadar iddialı bir acendayı yedirtebilirsiniz. Yoksa benim bu onaya ihtiyacım yok, bana olan bana yeter deyip yürüdüğünüz zaman hiç beklemediğiniz bir takım engellerle karşılaşmamanız mümkün değil ve AKP de karşılaştı. Umarız öğrenmiştir. Ama bu hatalardan muhakkak ders çıkartmak lazım. Demin de gösterdim size, Merkez Bankası Başkanlığı süreci, arkadaşlarım beni çok eleştirdi, sen çok makro düşüncelisin dediler, bu o kadar da önemli bir şey değil canım, kimin geldiği falan. Halbuki öyle değil, çünkü Türkiye’nin bir enflasyon riski var, o enflasyon riskini idare edecek olan Merkez Bankası’nın başında kimin olduğu yatırımcı için çok önemli elbette. Bunu önemsiz addedemezsiniz. O zaman da bir değerlendirme yapmanız lazım, buraya nasıl bir insan gelmeli? Bence oraya faizsiz bankacılıktan birisi gelemez. Tanım itibarıyla gelemez. Bir örnek, 5 sene sonra Cevdet Akçay’ı ekonomiden sorumlu bakan görseniz umarım çok garip gelmez, biraz gelir ama. Kültürden sorumlu bakan görseniz, hani gene belki adamda bir kültür görmedik ama belki de vardır dersiniz. Ama diyanetten sorumlu bir devlet bakanı görseniz bir ilkilirsiniz, çünkü hayatta yaptığı seçimler zaten o pozisyondan kendisini dışlamıştır ve bunlar benim gönüllü seçimlerimdir. Yani faizsiz bankacılıkta da ayda 250-300 dolar kazanın, işinizi çok iyi yapın götürün, ama bence Merkez Bankası başkanlığına soyunmayı by default devre dışı bırakmışsınızdır. Buna böyle bakmak lazım, o çok büyük bir hatadır ve bence onun bedeli de ödendi, belki ödenmeye devam bile ediyor. Çünkü dediğim gibi hatalar kafaya artılardan daha iyi kazınıyor. AKP’nin bir dolu artısı var, ama insanlar onları çok fazla hatırlamıyor biz dahil. Bu eksileri çok iyi hatırlıyoruz. Cari açıkla ilgili demin söylediğim şey bence çok önemli. Cari açık bugünün problemi değildir ve cari açık nihayette bir getiri problemidir. Özel sektörün rate of return problemidir, ileriye yönelik. Onun için de kamunun da üzerine düşen çok ciddi görevler var, probleme böyle bakmak lazım. Cari açığın finansman problemi neredeyse ortadan kalkmış gibi görünüyor, buna da aldanmayalım. Bu da ters dönebilir. Yani cari açığın yaklaşık %70’i boşluk yaratmayan kalemlerle şu anda finanse ediliyor, süper. 3 sene önce bunu hayal bile edemiyordunuz. Bugün var olması yarın da böyle olacağı anlamına gelmiyor. Bunun böyle olmasını sağlayacak olan politikaları devreye sokmanız, ittirmeniz lazım. Ve bunlar da giderek daha zorlaşacak. İşleri aslında iyiye götürdükçe “at the margin” dediğimiz yapmanız gereken şeyler daha da zor hamleler haline gelmeye başlıyor. Daha fazla irade gerektiriyor, iktidar gerektiriyor vs. Vaktiniz için teşekkür ediyorum, sağolun. Tamer Haşimoğlu: Evet, Cevdet Bey çok teşekkürler. Hem net bir durum tespiti hem de çok çözüme yönelik basit, anlaşılır önerilerde bulundunuz. Şimdi sırada Serhat Gürleyen Bey var. İş Yatırım Araştırma Direktörü. Lisans derecesini 1989’da BÜ ekonomi bölümünden aldı. 95-98 yılları arasında TEB ekonomi araştırmaları araştırma müdürü ve 98-02 yılları arasında da TEB yatırım araştırma müdürü olarak görev yaptı. 2007 yılından itibaren İş Yatırım Araştırma Direktörü ünvanını aldı. Şu anda hisse senedi ve sabit getirili yatırım araçları üzerine strateji raporları, makro ekonomik analizleri hazırlanmasında çalışıyor ve bu konuda tecrübesi var. Konuşmasını yapmak için kendisini davet ediyoruz. Serhat Gürleyen: Ben 3 ana başlık altında konuşacağım. Önce dünya ekonomisine bakacağız. Küresel dalga riski nedir? Tartışacağız. Sonra gelişmekte olan ülkelere bakacağız. Tükiye’yi gelişmekte olan ülkeler bağlamında değerlendireceğiz. Son olarak da Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri değerlendireceğiz. Detaya girmeden önce genel bir tespit yaparak başlayalım. Dünya ekonomisinde çok önemli bir değişim yaşanıyor. Eskiden Asya’nın ürettiği Amerika’nın tükettiği tek eksenli bir sisteme sahiptik. Bugün Asya, Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerin öneminin arttığı çok merkezli bir sisteme geçiyoruz. Amerikan merkezli büyüme modelinden çok merkezli büyüme modeline geçiş endişe ettiğimiz kadar zor olmuyor Yeni dönemde gelişmekte olan ülkelere düşen rol küresel değer zincirine süratle entegre olmak. Bu entegrasyonu doğru yapan ülkeler geleceğin gelişmiş ülkeleri olacaklar veya şu ankinden çok daha yüksek bir refaha sahip olacaklar. Yapamayanlar ise geride kalacaklar. Artık detaylara geçebiliriz. Öncelikle ülke grupları bazında küresel büyüme tahminlerine bakalım. İki önemli tespit yaparak başlayalım. (i) Amerikan ekonomisi yavaşlıyor (ii) Gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomisinden daha hızlı büyüyor. ABD ekonomisinde yavaşlama sinyalleri uzun zamandan beri geliyordu ama ilk defa bir durgunluğun eşiğine geldik. ABD ekonomisinin büyümesi hane halkının ev fiyatlarındaki artışa dayanarak borç alıp harcamasına dayanıyordu. Amerikalı tüketicilerin harcamaları gelirlerindeki artıştan çok emlak fiyatlarındaki yükselişin sağladığı borçlanma olanağına dayanıyordu. Yüksek faiz oranları konut fiyatlarındaki yükselişi tersine çevirerek bu fazilet çemberini bozdu. Faiz oranlarındaki yükseliş ev fiyatlarındaki düşüşü ve dolayısıyla konut kredilerindeki batıkları artırararak kendi kendini besleyen olumsuz bir döngü yarattı. Konut piyasasındaki spekülatif balon sönmeye başladı. Faizlerdeki yükseliş konut sektöründeki satışları durma noktasına getirdi. Satılık konut stoku 9 ay ile son on yılın en yüksek seviyesine yükseldi. Konut fiyatları yıllar sonra ilk defa düşmeye başladı Emlak fiyatlarındaki spekülatif balonun süreceğine güvenerek gelirinin üzerinde borçlanan hanehalkı yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanmaya başladı. Düşük riskli müşteri grubuna verilen kredilerdeki bozulma kabul edilebilir boyutta kaldı. Ancak, yüksek riskli konut kredilerinin geri ödemesindeki gecikme endişe verici seviyelere ulaştı Kredi piyasasındaki bozulma yüzünden ABD ekonomisinin durgunluğa girmesini beklemiyoruz. FED’i faiz oranlarını hızlı bir şekilde indireceğini sinyalini vermesi ABD ekonomisinin durgunluğa girmesi ihtimalini azalttı. Enerji ve sınai hammadde ürünlerindeki artışa rağmen küresel enflasyonun gerilemesi FED’in faiz oranlarını indirmeye devam etmesine olanak sağlıyor. ABD ekonomisinin hastalanmasına rağmen dünya ekonomisi canlılığını korudu. Asya’da altyapı yatırımları, Avrupa’da iç talebin güçlü olması küresel ekonomiyi canlı tuttu. Gelişmekte olan ülkeler küresel büyümenin itici gücünü oluşturuyor. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerin dışsal şoklara karşı eskisinden daha güçlü olduğunu vurgulayalım. Kamu borçlarını azaltan ve rekabet güçlerini artıran gelişmekte olan ülkelerin dış kaynak ihtiyacı önemli oranda azaldı. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin dünya ekonomisinin yeni motoru olmaya aday. ABD kredi piyasasında risklerin devam etmesine rağmen gelişmekte olan ülke aktiflerine olan iştah sürüyor. Gelişmekte olan ülke aktifleri yeni bir yatırım aracı olarak öne çıktı. Eskiden gelişmekte olan ülke bonoları veya senetleri ABD’de yada gelişmiş ülkelerdeki ikinci sınıf şirketlerle karşılaştırılırdı. Son 5 yıllık dönemde gelişmekte olan ülke aktiflerinin ABD şirketlerini düzenli olarak yendi .Buı sayede toplam portföyler içinde gelişmekte olan ülke aktiflerine ayrılan kısım yükseldi. Bu sayede gelişmekte olan ülke hisse senedi fiyatları artarken borçlanma maliyetleri düştü. Bu değişimin devresel değil yapısal bir olay olduğuna inanıyoruz. Zaman zaman dalgalanmalar görebiliriz. Ama gelişmekte olan ülkelerin dünayaye entegrasyonu devam ettiği müddetçe gelişmekte olan ülke aktifleri değer kazanmaya devam edecek. Doların küresel ölçekte değer kaybetmesi bu süreci etkilemeyecektir. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkeleri bekleyen biri sistemsel diğeri münferiy iki temel riskten bahsetmek istiyorum. Önce sistemsel riskten başlayalım. Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan yükseliş gelişmekte olan ülkelerin küresel değer zincirinden aldıkları payın artması sayesinde oldu. Bunun devam etmesi için küresel mal, hizmet ve sermaye akımlarındaki serbestleşme eğiliminin sürmesi lazım. ABD ekonomisindeki durgunluğun artması korumacı tedbirleri hortlatarak büyük rsmin değişmesine yol açabilir. Karşılaşabileceğimiz ikinci risk sistemsel değil ülkesel bir risk. Olumlu dış dinamiklere güvenen siyasi otoritenin geçmiş “güzel günlere” dönmek isteyip reform sürecini yavaşlatması riskinden bahsediyoruz. Elde edilen kazanımların sürmesi için uygulanan ekonomik programın sürdürülmeye devam etmesi gerekiyor. Seçimler nedeniyle 2007 yılında mali disiplinde bir miktar gevşeme yaşandı. Mali disiplindeki bozulmanın geçici olduğunu, borç dinamiklerindeki olumlu gidişatı tersine döndürmeyeceğini tahmin ediyoruz. Uygulanmakta olan sıkı maliye ve para politikaları sayesinde 2002-2006 döneminde brüt kamu borcunun milli gelire oranı yaklaşık 30 puan azaldı. AB tanımlı borç stokuna baktığımızda %60’lık Maastricht kriterini neredeyse yakaladığımızı görüyoruz. 2005 yıl sonu itibariyle Türkiye’nin borç stoku / GSYİH oranı, pek çok Avrupa Birliği ülkesinden daha iyi konma geldi. Elde edilen kazanımlar dışsal şoklar karşısında Türkiye ekonomisinin kendi kendini besleyen olumsuz bir döngüye girmesi ihtimalini azalttı. Döviz yükümlülüklerindeki azalış, TL sabit faizli borçlanmalardaki artış ve vadelerdeki uzama borç dinamiklerinin dışsal şoklara karşı duyarlılığını azalttı. Hazine tarafından yapılan çalışma kamu borç dinamiklerinin eskisine göre çok daha dirençli olduğunu gösteriyor. Ekonomik büyümedeki düşüş, Türk lirasının değer kaybetmesi, reel faizlerin artması gibi dışsal şokların kamu borç stoku üzerindeki etkisi geçmiş yıllara göre daha sınırlı düzeyde Türkiye küresel piyasalardaki dalgalanmalar karşısında eskisine göre çok daha yüksek rezerve sahip. Merkez Bankası döviz talebindeki ani bir artış karşısında rezerv kullanmaktan imtina etmemeli. 2006 yılındaki dalgalanmada döviz rezervinin kullanılmaması yüzünden enflasyon beklentilerinin bozulması ve şok faiz artışı yoluyla çok yüksek bedel ödendi Ekonomik programa güvenin artması sayesinde DTH’in toplam mevduata bölümüyle ölçülen para ikamesi %60’tan %35’e geriledi. Gelişmekte olan ülke karşılaştırmaları Türkiye’de para ikamesinin uzun vadede %20 civarına gerileyebileceğini gösteriyor. Türk lirasına yatırımların artması yerleşik yatırımcının ekonomik programa olan güveninin arttığını gösteriyor Rezervlerdeki hızlı artışa rağmen Türkiye net döviz borçlu olmaya devam ediyor. Kamu kesimi döviz borcunu önemli ölçüde azalttı. . Bankacılık kesiminin kurdaki değişime karşı duyarlılığı azaldı. Buna karşı yatırımlarını döviz borçlanarak yapan şirketlerin açık pozisyonu büyümeye devam ediyor. Diğer yandan, hanehalkı servetinin önemli kısmını dövizde tutmaya devam ediyor. Yerleşik yatırımcıların genelde yabancı yatırımcılarla ters yönde hareket etmesi kurlardaki dalgalanmanın boyutunu azaltıyor Şirketlerin ağırlıklı olarak döviz cinsi borçlanması üç temel nedene dayanıyor. Tasarruf açığı olan ülkede yurtdışından borçlanma yapılması kaçınılmaz. Türk lirası borçlanmalarda reel faizler dövize göre çok daha yüksek . Sanayici bu faizlerle Türk lirası cinsi borçlanıp yatırım yaparak dünya piyasalarında rekabet edemez. Reel kur seviyesi ile faaliyet karlılıkları arasında ters yönlü bir ilişki var. İhracatçılar döviz borçlanarak kendisini kurlardaki dalgalanmaya karşı korumaya çalışıyor Enflasyon konusuna çok fazla girmek istemiyorum. Uygulanan sıkı maliye ve para politikalarına rağmen enflasyonla mücadelede tam anlamıyla bir başarı sağlanamadı. Enflasyon hedeflemesi programı 2002-2005 döneminde enflasyonu %50’lerden tek haneli seviyelere indirerek önemli aşama kaydetti. Fakat 2006 yılındaki dışsal şok karşısında -rezervleri korumak adına- verilen yanlış tepki beklentilerin bozulmasına ve enflasyonun program hedefinin çok üzerine çıkmasına yol açtı Merkez Bankası’nın enflasyondaki yükselişe şok faiz artışıyla cevap vermesine karşı beklentiler program hedefine tedricen yakınsıyor. Güven açığının yüksek olması enflasyonla mücadelenin maliyetini artırıyor. Sıkı para politikasının enflasyon üzerindeki etkisini 2008 yılında daha net anlayacağız Uygulanan sıkı para ve maliye politikalarına rağmen Türkiye ekonomisi büyümeye devam ediyor. Bunda kamu borçlanma gereğinin azalmasının özel sektör yatırımlarının önünü açması ve yurtdışından sağlanan ucuz döviz borçlanması önemli rol oynuyor. Fakat aşırı değerli Türk lirası ve yapısal sorunlar Türkiye’nin ihracata dayalı bir büyüme modeline geçmesini zorlaştırıyor. İç talepteki yavaşlamanın orta vadede cari açıktaki yükselişi sınırlamasını bekliyoruz. Fakat ithal girdi talebinin yüksek olması ekonomideki yavaşlamaya rağmen cari açıktaki iyileşmeyi sınırlıyor. 2006’da %8 olan cari açığın milli gelire oranının sınırlı bir iyileşme sergileyerek 2007’de %7,1’ye gerilemesini bekliyoruz. Hızlı büyüme ve değerli kurun yanısıra enerji fiyatlarındaki artış da cari açığın yükselmesinde önemli rol oynamıştır. Enerji fiyatlarının 2002 fiyatlarında sabit kalması durumunda cari açık bu günkü seviyesine göre 4.3 puan puan daha düşük olacaktı Cari dengedeki bozulmaya karşı finansmanının kalitesi arttı. Doğrudan yabancı sermaye girişi cari açığın %65’ini aştı. Ancak gelen yabancı sermaye ihracatımızı artıracak sektörlere yönelmedi Sermaye girişi, cari açığın finansmanına yönelik endişeleri dizginlese de sorunun çözümüne katkıda bulunmuyor. Dış dengede kalıcı bir bir düzelme için ekonomide yapısal bir değişim gerekiyor. Çözüm: Türk şirketlerinin katma değeri yüksek alanlarda dünya ekonomisine entegrasyonunu artırmakda yatıyor İhracatın sektörel dağılımına baktığımızda büyük şirketlerin küresel değer zincirindeki değişime daha iyi uyum sağladıklarını görüyoruz. En büyük 500 sanayi şirketinin ihracatı içinde otomotiv, makine techizat gibi sektörlerin payı daha ağırlıklı. İkinci en büyük 500 şirketin ihracatında tekstil ve deri sektörü açık farkla önde gidiyor. Küreselleşmenin yaygınlaşan etkisi, katma değer yaratan sektörlerde maliyet avantajıyla çalışan ülkeleri dünya ticaretinde ön plana çıkardı. Dış ticaret açığımızda Asya ülkelerinin ve enerji üreticisi ülkelerin payı arttı. Çözüm için enerjide dışa bağımlılığımızı azaltacak politikalar üretmemiz ve Türk şirketlerinin rekabet gücünü artıracak yapısal reformları hayata geçirmemiz gerekiyor. Biraz uzun bir konuşma oldu. Sabrınız için teşekkür ederim. Tamer Haşimoğlu: Teşekkürler Serhat Bey. Şimdi sayın hocamız Seyfettin Gürsel’i kürsüye davet edeceğim. Çoğunuz zaten tanıyorsunuz, ama kısaca bir özetlemek istiyorum. Seyfettin Bey Galatasaray lisesinden sonra 1973 yılında Grenoble İktisat Fakültesi’ni, 1974’te de aynı üniversitenin Siyasal Bilimler Enstitüsü’nü bitirdi. Ekonomi dalında doktora öğrenimini Paris Nanterre Üniversitesi’nde 1979 yılında tamamladı. 1980-83 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Daha sonra bir dönem yayıncılık ve özel sektör kuruluşlarında deneyimi var. 1994 yılında Galatasaray Üniversitesi’nde akademik yaşama geri döndü ve aynı üniversitenin ekonomi bölüm başkanlığı ve rektör yardımcılığı görevlerinde bulundu. Şu anda kendisi Bahçeşehir Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. İktisat politikaları, işgücü iktisadı, iktisat tarihi ve seçim sistemleri üzerine kitap, araştırma ve makaleleri bulunmakta. Seyfettin Gürsel: Cevdet Akçay’ın konuşmasında sunduğu çerçeveye, yaklaşıma geri dönmek istiyorum. Ben de zaten bugünkü sunumumu bu çerçevede düşünmüştüm. Başka bir çerçevede düşünmek doğrusu zor, bugün Türkiye ekonomisini tartıştığımız zaman. Hakikaten sorun enflasyon ile büyüme arasındaki ilişki. Eşik enflasyondan söz etti Cevdet Akçay. Ben de bunun şu sırada bir anahtar kavram olduğunu düşünüyorum. Eşik enflasyon belki bu biraz teknik bir jargon bizler için. Bunu iki cümle ile özetleyecek olursak, geçmiş dönemde Türkiye’nin yaşadığı enflasyon çok büyük ölçüde enflasyonla mücadele edildiğine inanılmadığı için özellikle kurdan enflasyona geçişle ortaya çıkan, gevşek para daha doğrusu uyumlu para gevşek maliye politikalarının bir sonucu olarak trend enflasyonu dediğimiz yani “geçmişte enflasyon vardı gelecekte de olacak” şeklindeki bir enflasyondu. Bunun tabii büyüme üstünde de olumsuz etkileri oldu. Bu enflasyon ile mücadele literatürde klasik anlamda enflasyonla büyüme arasındaki tradeoff ‘u gerektirmeyen bir mücadele yöntemiydi. Bunu küçümsediğim için söylemiyorum, kolay olduğu için söylemiyorum, tabii birçok şeyin değişmesi gerekti. Ama sonuçta 2001 krizi bir şoktu, aynı zamanda siyasal ve zihniyet şokuydu. O hara güre içinde önemli yapısal değişiklikler yapıldı; başta TC Merkez Bankası’nın bağımsızlığı olmak üzere stand-by anlaşması vs. bunlar sayesinde o dönemde hakikaten enflasyonda çok hızlı bir düşüş yaşandı. Şimdi bu açıdan baktığımızda zaten Türkiye ekonomisini iki farklı dönemde ele almak gerektiğini düşünüyorum, birincisi 2002 – 2006’nın Mayıs ayına kadar devam eden dönem, biraz önce sözünü ettiğimiz dönem. İkinci dönem de bu kur şokundan sonra Mayıs-Haziran’dan sonra 2006’da başlayan dönem. Tabi bu dönem aslında bitti mi ya da biraz değişik bir şekilde devam mı etmek üzere, dolayısıyla bir 3. dönem acaba ya da 2. alt dönem şeklinde bir dönemde miyiz? Bu çok güncel bir soru. Yeterince geriye dönüp bakamıyoruz, ama sanıyorum birazdan neden böyle düşündüğümü anlatmaya çalışacağım. Kritik bir noktadayız, özellikle enflasyon- büyüme ilişkisi açısından. Şimdi birinci dönemi çok kısa hatırlatalım. Bu geçmişte kaldı, ama bu dönemin özelliklerini belki iyi tespit edebilirsek bundan sonra halen içinde bulunduğumuz dönemin de zorluklarını belki daha kolay kavrayabiliriz. Bir kere büyüme ve dezenflasyon olarak özetlenebilir, yani yüksek büyüme yaşandı hem de dezenflasyon yaşandı. Şimdi bunda bana göre güçlü maliye politikasının çok temel bir rolü oldu. % 6.5 faiz dışı fazla, özellikle Cevdet Akçay grafiklerle gösterdi, kamu borcunda çok önemli bir düşüş sağlandı. Bu da çok tartışıldı Türkiye’de, mutlak olarak tabi ki borç artıyordu, ama bu nominal bir artıştı, bunun yani borç yükünün esas göstergesi olan milli gelire oranladığınız zaman burada son derece düzenli, istikrarlı ve oldukça da başarılı bir düşüş sağlandığı açık. Bunun tabii önemli etkileri oldu. Güven artışı. Bunda IMF çıpasının yani stand-by anlaşmasının varlığı çok önemli rol oynadı. Biraz önce söyledim, TC Merkez Bankası’nın bağımsızlığı çok önemliydi. Enflasyonla mücadeleye inandırıcılık getirdi. Tabii enflasyon hedeflemesi (ilk dönem için “örtük” de olsa) dalgalı kur rejimi, bunlar stratejinin ana unsurlarıydı. İktisat politikasının temelleriydi. Bu nasıl bir sonuç verdi? İşte biraz önce de söz ettik, bir kere büyüme açısından rahatlıkla burada izleyebiliriz, ortalama yüzde 7’nin biraz üzerinde gerçekleşti. Türkiye için çok yüksek bir büyüme. Kaynaklarını da biliyoruz: Bir kere ertelenmiş bir tüketim talebi vardı, bu devreye girdi. Dolayısıyla özel tüketimde 2003’ten itibaren bakacak olursanız çok yüksek artışlar ortaya çıktı. 2006 sizi aldatmasın, 2006’nın ilk yarısı gene son derece yüksek, aşağı yukarı yüzde 7 küsur, 7.5’luk ortalama artışa tekabül ediyor. 2006’nın ikinci yarısında da tabii düşüyor. Onun için dönemlemeyi ben de o şekilde yapıyorum, şok öncesi, şok sonrası. Özel kesimde gerçek bir yatırım patlaması yaşandı. Burada da rakamları görebilirsiniz. Tabii yatırım patlaması biraz daha gecikmeli oldu, 2003’ün ikinci yarısında başladı. 2004’te zirve yaptı. 2005’te hala çok yüksekti, 2006’nın ikinci yarısından itibaren de ciddi bir düşüş yaşandı. Bu yatırım patlamasını aslında 1990’lardaki Türkiye ekonomisinin o istikrarsız durumunda ortaya çıkan bir çeşit sermaye stoğu açığı şeklinde yorumlamak mümkün diye düşünüyorum. Bu dönem sermaye stoğu açığının kapatılması dönemidir 2004, 2005 ve 2006’nın ilk yarısı. Bu stok şu anda sanıyorum optimal bir düzeye geldi. Bundan sonra yatırımlardaki gelişmenin özel tüketim ve ihracata bağlı olarak, daha dengeli bir şekilde devam edeceğini tahmin ediyorum. Yatırım artışlarının temposu gelecekteki büyüme performansımızı da yakından etkiliyor, ama özetle şunu söyleyebiliriz. Birinci dönem dediğim dezenflasyon ve büyüme döneminde açık bir şekilde de görülüyor ki tamamen iç talep çekişli bir büyüme söz konusuydu. Nitekim ihracat-ithalat katkısının büyük ölçüde negatif olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Biraz önce de konuşmacı arkadaşlarım değindiler. Özellikle Serhat Bey de gösterdi, biliyoruz ki yatırım patlamasında özel kesimin dış borçlanması önemli bir rol oynadı, çünkü iç tasarruflar bu kadar yüksek yatırımı karşılayacak düzeyde olmayınca, dış tasarruf-kredi şarttı. Firmalar dışardan borçlandılar. Burada tabi dezenflasyonda da önemli bir başarı elde edildi. Enflasyon 2006 şokundan önce aşağı yukarı %8 düzeyine gelmişti. Dezenflasyon dinamiğinde elbette TL’nin reel değerlenmesi de rol oynadı. Merkez Bankası’nın gösterdiği hedef enflasyon ile beklentiler arasındaki fark giderek kapandı; Merekz Bankası daha inandırıcı oldu. Meşum enflasyon dinamiği kırıldı yani geçmişe bağımlı enflasyon trendi kırıldı ki zaten bütün hüner buydu. Bu sayede hakikaten hızlı bir dezenflasyon çok yüksek bir büyümeyle birlikte yaşanabildi. Sorun, herkes bahsetti, artık biliniyor, artan cari açık. Cari açık 2006’da milli gelirin %8;2’sine çıktı. Bu durum ekonominin kırıganlığını artırıyordu. Finansman önemli ölçüde sıcak paraya dayanıyordu, dolayısıyla Mayıs 2006 kur şokunda bunun olumsuz sonuçları yaşandı. 2006’nın ikinci yarısından itibaren yeni bir döneme girildiği kanaatindeyim. Tabii geçmişteki para politikası da bence tartışmaya açık. Burada bu konuyu tartışmaya vaktimiz yok, ama hedefin %8’den %5’e düşürülmesi konusunda ben hala muhalifim. O zaman da bunu sık sık vurgulamaya çalıştım. Çok iddialı bir hedef kondu, %8’den %5’e düşürmek, yüzde 60’dan yüzde 8’e düşürmekle aynı şey değildi. Bu hedef tutmadı, üstelik dış şoklar nedeniyle hedeften daha da uzaklaşılınca fiili enflasyon ile hedef arasında uçurum oluştu. Bugün bu startejik hatanın sıkıntıları yaşanıyor. Bu bakımdan bence geçmişteki para politikasının da özellikle enflasyon hedeflemesinde hedef tespitinin tartışılması gerekiyor, ama bir kere olan oldu, yani şu anda %4’lük hedef var ve Merkez Bankası yönetimi de haklı olarak bu hedefin değiştirmenin başka maliyetleri olacağını düşünüyor. 2006 Mayıs kur şoku enflasyon şoku yarattı. Bildiğimiz tipik geçişlilik (pass-through) dediğimiz mekanizma ama gene altını çizmekte yarar var, bu şok öncesinde de enflasyonun direndiği açıkça ortaya çıkmıştı. Yani bu şok olmasaydı enflasyon kuşkusuz %10’a çıkmayacaktı ama %5 hedefinin de bir hayli üzerinde olma ihtimali vardı. Biraz önce de zaten bundan söz etmeye çalıştım. Tabii TC Merkez Bankası’nın faiz tepkisi malum, reel faizler itibarıyla bakmakta yarar var. Para politikasında çok ciddi bir sıkılaştırılma yaşandı. Beklenen reel faiz, yani piyasadaki gösterge nominal faizi enflasyon beklentisiyle indirgerseniz aşağı yukarı bu mertebelerde beklenen bir reel faiz (yüzde 7-8’den yüzde 11-12’ye) ortaya çıkıyor. Gördüğünüz gibi reel faizde neredeyse %50’ye varan bir artış oldu. Şimdi bu şokun gene bilinen sonuçları oldu. İç talep soğutuldu ve bu arada reel kurda da %20’ye yakın düşüş gerçekleşti. Bu iki olgu, Türkiye ekonomisinin bilinen özelliği, ihracatı ivmeledi, ama daha önemlisi ithalatta önemli bir düşüş yaşandı; özellikle yatırım ve tüketim mallarında, bunun sonucunda da büyümeye ihracatın katkısı önemli ölçüde arttı. Bunu gene grafikle gösterebilirim. Nitekim 2006’nın birinci ve ikinci çeyreklerinde gördüğünüz gibi büyümeye net ihracat katkısı hala negatif ama 3.çeyrekten itibaren katkı pozitif. Ancak 2007’nin 2.çeyreğinde görüyorsunuz bu katkıda ciddi bir azalma var. Büyümenin 1/3’ünü ancak karşılayabildi. 2007’nin 3.çeyreğinden itibaren acaba net ihracatın büyüme katkısnın yeniden negatif ya da sıfır cuvarında olacağı, ama aynı zamanda da iç talep artışının ılımlı seyredeceği yeni bir dönem mi başlıyor? Cari açık artışı da Haziran 2006’dan sonra durdu. Bunun grafikleri var göstermeye gerek yok. Bunu biliyorsunuz, cari açık 32 milyar civarında istikrar kazandı bu dönemde. Cari açık oranının da %7 civarına düştüğünü tahmin edebiliriz. Bu gerileme şok potansiyelinde azalmaya neden oldu ama Cevdet Akçay’ın da biraz önce söylediği gibi bundan sonra ne olacak? Çok güvende olamayız ama kısa vadede kur şoku ihtimlinin düşük olduğunu öne sürebiliriz.. Enflasyon da bu politikalar sayesinde %12 civarından geri döndürülebildi. Ama bu arada beklentilerde çok ciddi bozulma ve büyük bir inandırıcılık açığı oluştu Merkez Bankası açısından. Şimdi bugüne gelecek olursak durum nedir? Bunun üzerinde biraz duralım. TC Merkez Bankası sıkı para politikasını sürdürüyor ve sürdüreceğini açıkça söylüyor. Bu şu anlama geliyor: Reel faiz aşağı yukarı %10 civarında tutulacak, zaten bunu da söylüyorlar, beklentiler iyileştikçe faizi aşağı indireceğiz ama hiçbir şekilde para politikasının sıkılığında bir gevşeme yaratmak istemiyoruz. Bunun etkisiyle de, daha doğrusu artı bir varsayımları var, hükümetin maliye politikasında tekrar eski sıkılığa döneceği şeklinde. Bu çok önemli bir varsayım ve ben de bunun üzerinde son bölümde biraz duracağım. Hükümetin onlara yardımcı olacağını düşünüyorlar ve küresel sarsıntının da, bu tabii yeni bir veri, dünya ekonomisinde büyümeyi yavaşlatmasını bekliyorlar, dolayısıyla dış talebin de sınırlı kalmasını bekliyorlar. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman da talep üzerinde ciddi bir baskının devam edeceğini son birkaç aydır gözlenmekte olan canlanmanın ancak sınırlı olacağı kanaatindeler. Yani kontrollü bir iç talep canlanması bekliyorlar. Bu çerçevede güçlü bir dezenflasyon sürecinin devam edeceğini ve enflasyonun 2008’de %4 hedefinin civarına indireceğini enflasyonun çok büyük olasılıkla eğer bu çerçevede bir değişiklik olmazsa ve beklenmedik bir şok olmazsa gerçekleşeceğini düşünüyorlar. Şimdi tabi bunun büyüme açısından bir maliyeti var. Şimdi büyümenin talep yönüne baktığımız zaman, arz yönü yani potansiyel büyüme tartışmaları devam ediyor. Araştırmalar geçmişin verilerine, performansına, dayalı olarak yüzde 5-5,5 arasında tahmin ediyorlar potansiyel büyümeyi. Benim güncel tahminim halen yüzde 6 civarında olduğu. Eğer toplam faktör verimliliği çok iyi giderse orta vadede belki 6.5 olur ama onu bir kenara bırakalım. Potansiyel yüzde 5,5’i kabul etsek bile fiili büyümenin bunun altında kalınma ihtimali yüksek. Zaten enflasyonu %4’e bütün bu şoklardan sonra indirmenin de maliyeti burada. Sınırlı özel tüketim artışı, kontrollü tüketim artışı ne demek? Yüzde 2-3 arası olabilir. Yatırımlarda da sınırlı bir canlanma, biraz önce söylediğim gibi eğer sermaye stoğu açığı kapandıysa bundan sonra gene talebe bağımlı bir yatırım büyümesi öngörmek lazım, yüzde 8-10 olabilir. Hükümetin seçim döneminde gevşeyen maliye politikasını yeniden sıkılaştıracağını düşünürsek kamu kesimden büyümeye ancak marjinal bir katkı beklenebilir. Burada tabi kritik nokta, dış katkı. Reel kur kısa sürede Mayıs 2006 şoku öncesindeki değeri yakaladık ve aştık. Reel ücretlerde az da olsa bir kıpırdanma bir canlanma başladı, son ücret kazanç anketi bunu açıkça ortaya koyuyor. Verimlilik artışlarında, geçmişin makro düzenlemelere ve enflasyon düşüşünün getirdiği etkinliğe bağlı olarak gerçekleşen yüksek verimlilik artışı geride kaldı. Artık nispeten sınırlı bir gelişme beklenebilir ama tabii burada önemli marjlar var. Nihayetinde iç talepte kısmi bir canlanmayı dikkate alırsanız ve ihracat, ithalat meselesinde dünyadaki durgunluk daha doğrusu düşen büyüme öngörürsek büyüme konusunda iyimser olmak zorlaşır. Avrupa ekonomisinin kürsel sarsıntıdan daha fazla etkileneceğinden söz edildi. Buna katılıyorum. Bizim en önemli ihracat piyasamız AB. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman benim endişem, önümüzdeki dönemde yani 2007 üçüncü çeyrekten itibaren ve sonrasında net ihracat katkısının 0 civarında olma ihtimali çok yüksek. Bunları bir araya getirirseniz aşağı yukarı 4.5 ile 5.5 arasında bir büyüme ortaya çıkıyor. Bu sadece benim tahminim değil, aşağı yukarı Merkez Bankası’nın da tahmini bu. Aslında çok da fena bir büyüme düzeyi olarak durmuyor. Sonuçta %2 veya 3 değil ama Türkiye’nin hem AB ile convergence’ı açısından yeterli değil, hem de istihdam artışı açısından ve işsizliği aşağı çekebilmek açısından yeterli bir büyüme düzeyi değil. Bu konuda tabi çeşitli tahminler var. Bizim de yaptığımız çalışmalar şunu gösterdi, aşağı yukarı büyümenin tarım dışı istihdama desteği yarım puan gibi duruyor uzun dönemde. Önümüzdeki dönemde de bu olabilir. Bu şu anlama gelir, eğer %5 civarında bir büyüme olacaksa büyük ihtimalle %3’ün altında bir tarım dışı istidam artışı önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak demektir. Nitekim zaten bu başladı, adım adım büyüme %7’lerden %6’ya, son 1 yılı söylüyorum, düştü. Tarım dışı istihdam artışları da buna paralel olarak adım adım geriledi. En son, son iki çeyrekte 500.000’in altına indi. 2007 ikinci çeyrek, 2007 birinci çeyreğin de altındaydı tarım dışı istihdam artışı, yanılmıyorsam 450.000 küsurdu. Bu tabii ki yeterli değil çünkü bir taraftan da işgücü arzı var. İşgücü arzı da son bir grafik göstereceğim, tarım dışında işgücü arzını ve istihdamı yansıtan bir grafik bu. Tabii ki benim deyimimle bir kent efsanesiydi, istihdam yaratmayan büyüme. Burada bir kez daha hatırlatayım, istihdamsız büyüme sadece 2003 yılı için geçerliydi çünkü 2003’te büyük bir prodüktivite şoku yaşandı. Bunun nedenleri ayrı bir konu, ama ondan sonra özellikle iç talep büyümesi yatırım çekişliydi. Muazzam miktarda yatırım elbette istihdam yarattı, bunu da çok açıkça görüyorsunuz. 2003 yılının yarısından itibaren istihdam yatırımları bir miktar gecikmeyle takip ediyor tabi ki, muazzam miktarda tarım dışında istihdam yaratıldı ama aynı zamanda işgücü arzı da buna paralel hareket ettiği için, bunun da özel nedenleri var ama şu anda buna girecek vakit yok, tarım dışı işsizlik oranı 14.6’dan 12.5 civarına indirilebildi. Belki büyük bir başarı değildi ama en azından düşen bir işsizlik oranı söz konusuydu. Şimdi son döneme baktığınız zaman bu 550.000 çizgisi aşağı yukarı bizim tahminimiz tarım dışında bu kadar her yıl istihdam yaratmak gerekiyor eğer işsiz sayısını sabit tutmak istiyorsanız, mutlak sayıyı. Bu yavaş yavaş işsizlik oranını aşağı çekeceğiniz anlamına gelir ve bu bence Türkiye’nin yapabileceği en optimal politikalardan bir tanesi. Çünkü bu da garanti değil, nitekim büyümenin son bir yılda %6 civarına düşmüş olması istihdam artışını da gördüğünüz gibi bu kritik eşiğin düzeyine getirdi. Şimdi önümüzdeki dönemde eğer tahminlerimiz doğrulanırsa yani büyüme %5 civarına düşecek olursa hiç kuşkusuz işsizlik oranı yeniden tırmanışa geçecektir, nitekim zaten son iki çeyrektir %12.5 civarında tarım dışı işsizlik oranı durgunlaştı. Hatta tarım dışı işsiz sayısında artışlar var, 40-50.000 mertebesinde. Dediğim gibi bu süreç biraz daha devam edecek olursa çok tipik bir enflasyon büyüme ve işsizlik trade-off’u ile karşı karşıyayız demektir. Bu neden önemli? Çünkü bunu uzun süre sürdüremezsiniz. Bunun politik yansımaları olacak. Bugüne kadar çok iyiydi, her hükümetin rüyasında görebileceği bir süreçti. Hem enflasyon düşüyor en azından 2006 Mayısına kadar hem büyüme var, hem işsizlik düşüyor, oh ne ala ne ala vaziyeti vardı. Şimdi tabii durum değişti, değişmek üzere. Ne yapılabilir? Şimdi burada kur meselesi ve bunun büyümeyle ilişkisi, faizle olan ilişkisi çok önemli. Merkez Bankası haklı olarak diyor ki ben bir taraftan da kuru gözetecek olursam o zaman enflasyon hedeflemesini ve enflasyonla mücadelemi zafiyete uğratırım ama literatürde başka tartışmalar da var. Belki amaç fonksiyonuna kur da konulabilir mi? Bir an için Merkez Bankası’nın haklı olduğunu düşünelim, bu durumda tabii ihracatın büyümeye katkısı hemen hemen sıfırlanıyor. Bu son derece ciddi bir sorun çünkü önümüzdeki dönemde büyümeyi hakikaten tekrardan hiç olmazsa potansiyel düzeyine, %7’lere olmasa bile, %6’lara taşıyabilmemiz için artık eskiden olduğu gibi bir yatırım patlamasına ya da özel nihai tüketimde ciddi bir artışa güvenemeyiz. Mutlaka büyümenin ihracat çekişli, dış katkılı olması şart. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Bence temel sorun burada. Bunu yapabilmek için tabii birçok şey söylendi, söylenebilir, bana öyle geliyor ki Merkez Bankası’na yüklenirken hükümeti göz ardı ediyoruz. Maliye politikası burada son derece önemli. Daha önceki dönemde faiz dışı fazla ve maliye politikasının sıkılığı borcu indirmek içindi, ama bundan sonra maliye politikasının sıkılığı bizzat enflasyonla mücadele açısından gerekiyor. Yani iç talep üzerindeki baskının bir bölümünü mutlaka maliye politikasının önümüzdeki dönem üstlenilmesi gerekiyor. Eğer bu yapılabilirse o zaman para politikasını buna bağlı olarak bir miktar daha gevşetmek ve faizleri daha hızlı indirmek mümkün. Bunun da her şeye rağmen tartışmalı olsa da nominal kurun düşüşünü ya da reel kurun artışını engelleyici bir etkisi olabilir mi diye biz iktisatçıların tartışması, araştırması gerekiyor. Maliye politikasını sıkılaştırırken burada harcamalar arasında trade-off’lara çok dikkat etmek lazım. İlerde büyümeyi teşvik edecek verimliliği arttırıcı harcamalardan çok diğer harcamalara bakmak lazım. Çünkü gelirleri arttırarak maliye politikasının sıkılaştırılması olanaksız bir düzeyde. Şimdi bütün bunlar önümüzdeki dönemde tartışılması gereken ama çok da fazla vakit geçirilmeden bir an önce bir eylem planına ve iktisat politikalarında ince ayar dediğimiz ayarın yapılması gerekiyor. Tabii ki burada Hükümet ve Merkez Bankası arasındaki koordinasyonu ve işbirliği son derece önemli ve hükümetin bu çerçeveyi bir kere benimsemesi ve inanması lazım ki bunun böyle olduğu gözükmüyor. Yani maliye politikası, şimdi borç düştü diye maliye politikasını gevşetemezsiniz. Bunu ne kadar hükümet farkında, anlayabiliyor bilemiyorum ama Merkez Bankacılarla Pazartesi akşamı görüştüğümüzde Merkez Bankacılar, yönetim adeta medyadan hükümete anlatılmasını bekliyor. Bizlerden medet umuyor ki ben de, boşuna bizden medet ummayın, bunu siz anlatacaksınız dedim. Tabii burada TÜSİAD, TOBB gibi kuruluşların da çok önemli rolü olabilir. Bu söylediklerim elbette teorik açıdan da tartışmaya açık şeyler ama ben bu işin içinden, bu köşeye sıkışmışlık durumundan nasıl çıkıp büyümeyi %6 civarına taşıyabiliriz sorusuna yanıtım, “ancak yeni bir policy mix ve yapısal reformları hızlandırarak” şeklindedir. Çok teşekkür ediyorum toleransınız için. Tamer Haşimoğlu: Biz teşekkür ederiz Seyfettin Bey. Çok değerli konuşmalar dinledik. Şimdi bir ara var, aradan sonra tekrar ikinci oturum için hepinizi buraya davet edeceğiz. İkinci Oturum: Reel Sektör Kamil Yılmaz: Saygıdeğer konuklar, ikinci oturuma başlamak için hazırız. Ancak, ben oturum başkanı olarak başlamadan önce kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bu toplantıyı biz neden organize ettik? Yeni Forum Direktörü olarak ben Faik Bey’in başlattığı yolda devam etmeye çalışacağım. Önümüzdeki dönemde yapacağımız faaliyetler gelecek aydan itibaren yeni faaliyetlerimiz olacak. Bu tür mini konferanslarımız olacak. Gelecek ay dünya ekonomisi ve Amerika ekonomisinin ayrılan yolları üzerine bir toplantı yapacağız. Şu anda konuşmacıların hepsini söylemem mümkün değil ama 2 Kasım’ı şimdiden takviminize yazabilirsiniz. İki ya da üç hafta içinde size duyurular gönderilecek. Bu tür toplantılarımıza hemen hemen her ay devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl içinde yani 2008’de başlatmayı düşündüğümüz ve Türkiye ekonomisindeki özellikle politika önermeleri geliştirmek ve bir ölçüde hükümet ve Merkez Bankası hem onlara yardımcı olmak, hem akademik işdünyasının görüşlerini yansıtan çalışmalarla tekrar karşınıza geleceğiz. Bugüne kadar maillerimiz size ulaşmıyorsa bize kartlarınızı bırakırsanız biz size daha rahat ulaşabiliriz. Bu toplantıyı neden düzenledik? 2007 yılı artık bir ölçüde siyasetin baskın olduğu bir yıl oldu ve halihazırda tüm focus siyaset üzerinde. Anayasa tartışmaları elbette çok önemli. Ancak, ekonomi politikalarında gecikme sözkonusu. İki ay olmasına rağmen, hükümetin hali hazırda ciddi bir adım attığını şu anda göremiyoruz. Bu toplantı için “geç mi kaldık” diye düşünmüştük. Aslında çok da geç kalmamış gözüküyoruz. Daha önce çok tartışılan makro reform-mikro reform ayrımını bu toplantının başlığına koymadık. Çünkü artık mikro ve reform insanları giderek bıkkınlaştırmaya başladı. Şunu çok net bilmemiz lazım. Reform, Türkiye’nin ihtiyacı ve bu konuda daha da gecikiyoruz. Gecikmeden, bir an önce harekete geçmenin önemi Türkiye’nin potansiyel büyümesinde kendisini gösterecek. İkinci oturumun başlığı da “Reel Sektör”. Aslında mikro reformları tartışacağız. Hasan Ersel daha önce Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Daha sonra Merkez Bankası başkan yardımcılığı görevini yürüttükten sonra Yapı Kredi Bankası’nda yıllarca Türkiye ekonomisi ile ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bugün de bize reform süreci ile ilgili bir sunum yapacak. Reform sürecini en iyi yönetmenin yollarını anlatacak. Bir ölçüde bir iktisadi teoriyi reform sürecinde bağlantılandırarak kendisi bir çalışmasını özetleyecek aslında. Ben sözü ona veriyorum. Hasan Ersel: Konuşmanın başlığı böyle. Reform, umut ve siyasal iktisat diye. Şunu söylemek istiyorum. Önümüzdeki döneme bakmak istiyorum. Önümüzdeki dönem ne olabilir? Tabii ki önümüzdeki döneme bakabilmek için önümüzdeki döneme ilişkin bir şey söyleyen bir belgeye, bir dokümana dayanmak gerekiyor. Elimizde hükümet programı var. Hükümetlerin, hükümet programını ciddiye almadığı yaygın bir kanaattir. Ama ben o görüşte değilim. Ayrıca, yapılan çalışmalar da ciddiye aldığını gösteriyor. Onun için bakmakta yarar var. Ben de ciddiye alıp, hükümet programına bakacağım. Herhangi bir programa bakıyorsanız tabii hedefin ne olduğuna bakarsınız. Başlangıç koşulları olarak neyi varsayıyor yani neler var, sıçrayacaksınız, sıçradığınız nokta nasıl? Onu nasıl söylüyor? Bir de kullandığı araçlara. Hedef malum. Türkiye’yi yüksek bir gelir düzeyine ulaştıracak koşullar, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti anlayışı içinde bu yapılacak. Bunların hepsi alıntıdır hükümet programından. Şimdi başlangıç koşulları nedir? Burada hükümetin çok ilginç bir tavrı var. Bakın, şunlarda çok önemli mesafeler alınmıştır deyip, bir liste veriyor. Sağlıktan eğitime falan diye. Yani epeyce olumlu şey olmuş. Genellikle de bunu söylerken hükümet programı 2003 sonrası deneyime atıf yapıyor. Bunu söyledikten sonra da geldiğimiz nokta şudur diyor: Bunları söylüyor. Bir de AB’ye katılım sürecini bu dönemde yapılan ve bu bazı güçlendiren bir nokta olarak belirtiyor. Bütün bunları söyledikten sonra en son noktaya geleceğim. Türkiye kalkışa hazır hale gelmiştir diyor. Bütün bunları söylediği zaman “kalktık, gidiyoruz, uçuyoruz” gibi bir şey beklerken öyle demiyor. “Kalkışa hazır hale geldik” diyor. Ve hükümet programında bu temayı çok işliyor. Mesela bir sıçrama dönemi programına geçiyoruz diyor. Yani şimdiye kadar sıçramadık, bundan sonra olacağız diyor. Sonra hükümet programında biraz yadırgatıcı bir şey: Take off. Deyimi İngilizce kullanıyor. Aynı şeyi bir daha söylüyor. Sonra da kalkışa geçeceğiz. Yani take off kalkış ve kritik eşik diyor. Böyle bakınca programda geldiğimiz noktanın pek iyi bir nokta olmadığı hissi veriliyor. Araçlarını da söyleyeyim. Araçlarda bir kere bu katılımcı demokrasinin yerleşmesi ve yaygınlaşmasının bu ortamın sağlayacağı özendirmelere önem verdiğini söylüyor. Güzel. Yapısal reformları açıkça söylüyor bu dönemde. AB sürecini yardımcı süreç olarak görüyor. Bu reformları yapmanın, bu sıçramayı yapmanın dinamiğinin esas noktası değil, yardımcısı olarak görüyor. Bu önemli bir nokta. Şimdi böyle deyince, bakıyorum bir kere kalkış noktasına varılamamış. Dolayısıyla, iyimser mi, iyimser sayılamayacak mı ortada bir hal var. Kritik eşikten geçilebilirlikten söz ettiğine göre geçememe olasılığı da var. Demek ki, bu önümüzdeki dönemde geçememe olasılığı var. Böyle bakınca, reform iyi bir şeyler söylemiyor. Kalkış dediğiniz zaman, uçak belli bir hıza ulaştığı takdirde, havada kalır. Aksi halde düşer. Uçağın en problemli halleri bu kalkış ve iniş halleridir. İktisatta kalkış ya da take off dendiği zaman bir insan hatırlanır. O da Walters olur. Orada bir kalkış aşaması vardır. Kalkış aşamasını kısaca tarif edeyim. Çünkü önemli bir şeydir. Rostow olanı. Gelenekler yerine, iktisadi süreç tarafından toplumun yönlendirildiği aşamadır. Daha evvel gelenekler vs. yaparken artık toplum daha rasyonel hareket ediyordur. Yalnız Rostow’un söylediği bu kalkışa vardıktan sonra olgunluğa varmak 50 ila 100 yıl alır der. Hükümetin o kadar kötümser olduğu kanısında değilim. Yalnız birkaç şeye dikkat edelim. Bu kalkış lafı bu kadar fazla söyleniyorsa, kalkış aşamasında Rostow’a da baksanız, uçağa da baksanız orayı beceremezseniz düşersiniz. Yani Rostow’da kalkış aşamasını geçemeyen toplumlar ileriye gidemezler. Açıkça söylerdi. 1960’larda Türkiye’de de bu çok tartışıldı. Demek ki, hükümet, önümüzdeki dönemi, bu kalkış için gerekli koşulların tümünün sağlanması için gerekli reformların tamamlanması bitirilmesi dönemi olarak görüyor. O halde bu şekilde değerlendirmek lazım. Dediğim gibi, biraz iyimser olmadığımı söyleyebiliriz. Rostow kadar da karamsar değil. Çünkü eğer 2013’de şöyle olacak, 2023’de dünyanın 10 ülkesinden biri olacak, AB üyesi olacak diyorsa, yüzyıl sonrası için bir şey söylemiyor. Demek ki, daha çabuk, daha olgunluğa yaklaşabileceğimizi varsayıyor. Bu işin bir yönü. İkinci yönü, hükümetimizin bu programında umut noktaları da var. Mesela bir hukuk düzeninin sağlamlaştırılması, yatırım, istihdam ve üretimi arttıracağını söylüyor. Yani onu yaparsak öteki kendiliğinden takip eder gibi bir ifade. Dışa açılma süreci devam ettiği zaman bu da refahı arttırır diyor. Dikkat ederseniz bunların hepsi bazı varsayımlar. Bu da dışarıdan sermaye girişi olacaktır bu çerçeve içinde. Bunlar umut noktası. Reformlar yapıldı geçmişte. Türkiye ekonomisi daha güçlü ve şoklara dayanıklı bir noktaya geldi. Başlangıç koşulu bu. İstikrar koşulu diyor ki, gelecek yılların bütçeleri tam bir kararlılık ve mali disiplin anlayışı içinde uygulanacaktır. Yani 2007 bütçesi gibi olmayacaktır diyor. Reform niyeti de, açıkça söylüyor: “Hükümetimiz önümüzdeki dönemde de yapısal reformlara kararlılıkla devam edecektir.” Demek ki, bu üç koşulu böyle görüyor. Yorumlarsak şunu diyor: Reformlar için başlangıç koşulları var. 2003’den bu yana yapıldı. Bunlar büyük ölçüde sağlandı. İktisadi istikrar ortamının sürdürülecek olması gerekiyor. Bu da ikinci yeterli koşul. Programda yer alıyor. Yapacağız diyor. Üçüncüsü de, niyet, kararlılık. O da programda var. Şimdi soru şu: Bunlar yeterli koşul mudur? Bir reform programının yürüyebilmesi için yeterli koşul mu? Çünkü hükümet bunu böyle varsayıyor. Acaba tamamlanmamış olan reformlar sürecinin devamını sağlayacak sağlam bir temel oluşturmak için yeterli mi? Yani yapılanları hükümet yeterli görüyor. Sormamız lazım. Sağlık reformunda ciddi şeyler yapıldı. Bir noktaya gelindi. Bu yeterli mi? Bu bir soru. Peki, bundan sonra hangi reformlar yapılacak? Orası ilginç. Çünkü hükümet programında bundan sonra ne yapılacağı konusuna gelince, büyük bir bulanıklık ve dağınıklık var. Yapılacak deniyor ama ne yapılacağı söylenmiyor. Mesela, geçmişi anlatırken çok sistematik anlatıyor. Ama geleceğe gelince yok. Dolayısıyla, bundan sonra hangi reformların yapılacağına bakmak lazım. Önümüzdeki reform gündemine baktığımız zaman, ben şöyle bir toparlayıverdim. TEPAV’ın bir araştırması var. İkinci nesil reform sürecinin özellikleri diye. Oradan baktığımız zaman, böyle bir liste çıkarabiliyorsunuz. Aslında ben toparladım ama en azından 6 boyut bulabilirsiniz. Ama bunların içerisinde bazıları epeyce mali yük getiren işler. Yani hukukta bir şeyi değiştirmenin belki yükü yoktur dersiniz ilk bakışta o işi yapmak için, uygulamada var. Fakat diğerleri epeyce yük getiren. Ama uzun bir liste ve bu listenin içi de geniş. Epeyce reform var. Bunların önemli bir kısmı mikro reform denilen şeyler. Mikro reform çok abartıldı, çok konuşuldu ama bir nokta çok önemli. Kamu yönetiminde bir değişiklik yapmak istediğiniz takdirde, siyasi iradenin bunu kararlaştırması ve ilgili idari birime “evet” demesi halinde yaparsınız. Bir tane karar alıcı yeter. Ama mikro reformdan bahsediyorsanız, o alanda çalışan, etkilenen herkesin kendine çeki düzene getirmesi gerekiyor. Bir tane karar alıcı yok. Bu nokta çok önemli. Yarısı yapar, yarısı yapmazsa bu reform yürümez. Demek ki, çok farklı tercihi, çıkarları ve olanakları olanların davranışlarının değişmesi gerekiyor. Hem de belli bir yönde değişmesi gerekiyor. Söylendiği kadar kolay bir şey değildir. Dolayısıyla, bir de bunun maliyeti ortaya çıkacak. Maliyeti ortaya çıktığı gibi bir de bunun kazancı maliyetle beraber çıkmaz. Yani bir şeyi yaparsınız ondan 2-3 yıl sonra nemasını görürsünüz. Bunu da unutmamak lazım. Yani “ben bu maliyeti kazançla karşılarım” diyemezsiniz. Çünkü kazanç gelecekte, maliyet bugün. Hükümet ilginç bir şekilde bu konuda iyimser. Çünkü bununla ilgili fazla bir şey söylemiyor. Maliyetlerin karşılanabileceği konusunda da umutlu gözüküyor. Ama bu maliyet az mı, çok mu belli değil. Mesela, AB çevre standartlarına uyum. BM’nin bir alıştırmasıydı. 90 milyar dolar civarında para gerektirir diyor. Bu rakam o kadar yüksek değil, 70 olur deniyor. Çevreden bahsettim. Buna uymak 90 milyar dolar dediğiniz zaman, bu yük nasıl, kim karşılayacak, bunun finansmanı nasıl olacak? Sorular öyle küçük soru değil. Bu bir tanesi. Liste uzundur. Bir başka sorun sadece zamanla ilgili değil. Reformun yükünü çekenle ondan yararlanan farklı olabilir. Hiç olmazsa yakın zamanlarda. Bir reform yaparsınız, bundan müşteri yararlanıyor olabilir. Ama yükü yüklenen firma olabilir. Demek ki, hem insanlar arasında yararlananlar ve maliyeti yüklenenler arasında farklılık olabiliyor, hem de zaman içinde farklılık olabiliyor ve bu konular çok ciddi konular. Zaten bir reform programının analizinde bu konudur önemli. Peki, bu dediğim şekilde aktarımlar yapmak gerekiyorsa, zaman içinde ya insan grupları arasında, bu aktarımları yapabilecek olan bir müdahale eden birisi olması lazım. Yoksa eğer benim cebimden parayı çıkarıp, durumunuz kötüye gidiyor, reformda size vereceğim bekliyorsanız alamaz. Benden bunun birinin alması lazım. Devlettir. Vergi alır, birilerine sübvansiyon verir. Demek ki, bütçede esneklik yaratmak gerekiyormuş. Bütçede esneklik yaratmak ciddi bir şekilde bütçenin geri kalan harcamaları üzerinde bir sınır koymak demektir. Yani bunu parayı reform için transferlerde kullanacaksınız. Reform için transferlerde. Peki öyle olunca sizin şöyle düşünmeniz lazım. Faiz ve reform maliyetine katkı dışı diye. Buraya bütçenin bir şeyini ayırmanız lazım ve dokunamayacağınız bilmeniz lazım. Dokunduğunuz zaman reformu yapamayacağınızı bilmeniz lazım. Bütçenin kalanından da kamu hizmetlerini finanse etmeniz lazım. Bütçede bunu görecek miyiz? Bekliyoruz. Dolayısıyla, bu olay bir sorun çıkarıyor. Kamu harcamaları konusunda hükümetin sıkışması demek. Şimdi hangi hükümet olursa olsun, bunun da sonucu bir siyasal maliyet var hükümet açısından. Bu siyasal maliyeti küçümsemek bence hatalı olur. Bir iki şey üzerinde duracağım. Bir tanesi bazı şeyleri rahatlatıyor. Türkiye’de işgücü piyasasına yönelik reformlar bu piyasada esnekliği arttıracak, iyi olacak falan. Bu yanılgı bir anlamda. Niye yanılgı? Çünkü Türkiye’de işgücü piyasası zaten esnektir. Niye? İş güvencesini sıfırlamak suretiyle yani kayıt dışı istihdamdan bahsediyorum, bir esneklik vardır. Türkiye böyle devam edebilir mi? Edemez. Ahlaki nedenle edemez. Ayrıca da, iktisadi hedefler açısından devam edemez. Demek ki, işgücü piyasasında yapılacak müdahalenin mantığı Türkiye’de katılaştırarak esneklik sağlamaktır. Bunu şunun için söylüyorum. Bir facia olarak söylemiyorum. Bu olay planlanması gereken bir şeydir. Ne kadar katılaştıracağım ki, esnekliği yok etmeyeyim veyahut böyle esnekliği böyle bırakırsam ne kadar ahlaki açıdan hata etmiş olurum. Bunun bir dengelenmesi, düşünülmesi lazım. Demek ki, olay, düşündükçe daha kompleks. Bu arada mesela sosyal güvenlik reformu meselesine bakıyoruz. Sosyal güvenlik reformu kamu dengesini etkilediği için ve o ölçüde önem vermek bence insani bir davranış değil. Çünkü reformun iş yaşamında güvence konusunda getireceği katkı da çok önemli. Böyle bir sosyal güvenlik reformu çıkınca herkese müthiş güvence verilecek değil. Güvencenin sınırı anlaşılmış olacak. Ama güvensizlik ortadan kalkacak. Bütün bunların getirdiği dinamik, yapım biçiminde bir değişiklik olacak. Onun için bu reforma öncelik verilmemesi halinde ondan sonra mikro reforma firmalar kendilerini adapte edecek falan demek çok anlamlı değil. En sonunda şuna gelmek istiyorum: AB müzakere süreci. Türkiye bu AB müzakere sürecine devam ediyor. Bu işin bir mantığını düşünelim. Niye AB ile müzakere yapıyorum. Müzakere adını bir kenara bırakalım. Bir reform seti var. O reform setini yapıyorum, amacım AB üyesi olmak. Üye olunca ne olacak? Üye olmadığım oranla bir ek kazanç sağlayacağım. Yani bir grubun içinde olmanın bir ek yararı olacak. O ek yararın bugünkü değerini aldığım zaman bu reform maliyetten daha çok olacak. Demek ki, mantığı bu. Peki, ben bu reformları yaptığım zaman, bu müzakere sürecini başarıyla tamamlamak gerekir deniyor. AB üyesi olabilecek miyim? Cevap, hayır. Çünkü AB’nin 1993 Kopenhag kararı var. Orada da diyor ki, biz alabilecek durumdaysak her şeyi yapar, ama alamıyorsak alamıyoruz der. Demek ki, bu garanti bir şey değil. Bunun anlamı ben bu getiri–maliyet karşılaştırmasını yaparken, ilerideki getirilerin realize edilip edilmeyeceğine ilişkin bir olasılık vermem gerekiyor. Biz de onu yaptık. O olasılığı yazdığınız zaman ne olur diye. Espri yoluyla Sarkozy–Merkel katsayısı diyebiliriz. O katsayı sıfır mı, bir mi? O katsayıyı düşürdüğünüz zaman, şunu görmek mümkün: Türkiye için optimal strateji bu zamanlar arası sosyal refah fonksiyonunu maksimize eden bir model. Bu katsayı sıfıra doğru yaklaştığı zaman veyahut bu şekilde şoklar yediği zaman bulduğunuz sonuç Türkiye için optimal stratejinin AB reformlarını yapmak olmadığı çıkıyor. Diğer birçok yerde olmak çıkıyor. Bu arada “biz, biz” dediğimin kim olduğunu söyleyeyim: Arkadaşım Fatih Özatay’dır. Onunla beraber yaptık. Burada bir şey söylemem mümkün: İşin siyasal iktisat yönüne bakalım. Siyasal iktisat yönüne bakınca bir saptama yapayım, ondan sonra iki sonuç söyleyeceğim. Bir tanesi, AKP 22 Temmuz seçimlerinden sonra mecliste güçlü bir konuma geldi, fakat mutlak gücü yok. Parlamento içerisinde güç yani koalisyon yapma kapasitesini ölçen endeksler var. Bunlardan ……….. endeksiyle hesapladım. Maksimum 1 oluyor o endeks. AKP’nin gücü 0.6. Ve anayasa değişikliğini düşünün. Hatta bir köklü vergi reformu. Meclisin güçlü bir şekilde desteklediği vergi reformunu uygulama şansı yüksektir. Bu durumlarda AKP’nin diğer partilere ihtiyacı var. Dolayısıyla, böyle bir parti her istediğini yapar diye düşünmek yanıltıcı olur. AB üyeliği olasılığı düştüğünde, ne olur diye bakıyorsunuz. Şöyle bir şey çıkıyor. Bizim yaptığımız egzersiz şöyle bir şeydi: İki tane parti var. İki parti de kendi programlarının Türkiye, AB üyesi olduğunda yeşermesi için daha iyi bir ortam olacağını düşünüyor. Yani her iki parti de samimi olarak istiyor. Fakat her iki parti de birbirine itimat etmiyor. Bu Türkiye için çok şaşırtıcı bir olay değil. Yani ilk seçimde bu parti “ben reform programının maliyetini insanlara yüklediğimde onların refahı düşecek. İleride yükselecek. Yüklediğim anda o popülist sayılabilecek veya durumu muhafaza edecek bir programla cevap verebilir. O zaman da insanlar ona gider. Her iki parti böyle düşündüğü zaman, bu oyunun Nache dengesi her iki partiyide reform yapmamaya gider. Demek ki, böyle bir politik tehlike var. Yani reformun maliyeti öyle kolay kolay yani bir umutla geçiştirilecek bir şey değil. Reformun maliyeti önemli bir şey. Siyasi sonuç doğuruyor. Bu sonucun şu ana kadar doğmamış olması reformların kişilerin üzerindeki yüklerinin henüz ısırıcı noktaya gelmemiş olmasıyla ilgili. Şimdi şu terminoloji var: Deniyor ki, hiç önemli değil, bakın programda da var. Bir de tabii diğer partiler de söylüyor. AB bizim için esas değil. Bu reformlar bizim için gereklidir. Fark etmez, biz reforma devam ederiz. İkinci çalışmamızda onunla uğraştık. O, o kadar basit bir cevap değil. Size bir örnek vereyim: Şunu diyebilirsiniz: Bir modern sektör olsun, bir de geleneksel sektör olsun. AB üyesi olmanız için geleneksel sektörün yok olması, hepsinin modern olması lazım. Onlar için de kaynak lazım. Siz de modern sektördeki firmalara diyorsunuz ki, size ekstra vergi koyacağım. Bununla diğer firmaları modernleştireceğim. Çünkü onların imkanı yok. Eğer bu işi yapmama izin vermezseniz AB üyesi olma şansımız yok. Siz de AB üyesi olmanın getireceği ekstra kazancı sağlayamazsınız. Onlar düşünecek ve ne diyecek? Ekstra kazanç ne kadar sağlayabilirim? 10. O 10’nun bugündü değeri kaç? Diyelim ki, 7. Eh 7’nin altında bir vergi olursa tamam. Demek ki, anlaşabileceğiniz bir yer var, vergi alabilirsiniz. AB üyeliğini kapattınız, ulusal reform yaptınız, bu ekstra kazanç yok. O zaman buraya döndüğün zaman “başkası için parayı niye vereyim” der, ondan ancak borç alabilirsiniz. Demek ki, aynı reformu yapsanız bile finansman biçimi değişiyor. Bu olayların yer almaması hükümet programında bir eksiklik midir? Bence evet. Telafi edilebilir mi? Evet. Çünkü bütçe geliyor. Bütçe sırasında ne deneceği, bütçenin ne hava vereceği, bütçenin ne havada verileceği son derece önemli. Eğer biz bu bütçe sırasında da bunu görmezsek hükümetin pek fazla reform yapmaya niyeti yok diye düşünebiliriz. Görürsek iyi bir şey. Bu haliyle program, uzun ve detaylı bir metin olmasına rağmen, bu konuyu bence dışarıda bakıyor. Sözünü ettiğim çalışmalar bunlardı. Çok teşekkür ederim. Kamil Yılmaz: Teşekkür ederiz. Reform sürecinin yönetilmesinin önemini çok güzel özetlediniz. İkinci konuşmacımız Erol Taymaz. Kendisi ODTÜ ekonomi bölümünde öğretim üyesi. Lisans derecesini ODTÜ makine mühendisliği bölümünden aldıktan sonra Case Western Reserve Üniversitesi’nde doktora derecesini tamamladı. Şu anda ekonomi bölümünde öğretim üyesi. Erol Taymaz’ın konuşacağı konular genel olarak sanayi politikalarına da bir ölçüde değinecek. İşgücü piyasalarına bağlantılı mikro reformlar ve teknolojinin bu süreçteki önemi üzerine değinecek. Buyurun. Erol Taymaz: Çok teşekkür ederim. Konuşmamın giriş kısmını yapmış oldunuz onun için hemen devam edeceğim. Öncelikle, iktisadi politikalar konusunu gündeme getirdiği için TÜSİAD-Koc Universitesi Ekonomik Araştırma Forumu’na teşekkür ediyorum. Gerçekten uzun süredir Türkiye’nin gündeminden iktisat politikaları çıkmıştı. Türkiye açısından iktisadi sorunlar hala çok önemli. Bu yüzden bu konuların tekrar tartışılması ekonominin geleceği açısından önemli. Ben sunuşumu üç bölüme ayırdım. Birinci bölümde, uzun dönemli gelişmelere bakmak istiyorum. Yani sadece son yıllara değil, oldukça uzun, 1923’den bugüne genel olarak ne oldu, ona bakmak istiyorum. Çünkü ekonominin gelişimini çok kısa dönemde görmek mümkün değil. Gelişme, uzun dönemli etkenler tarafından belirleniyor. Bu yüzden uzun dönemde ne olduğuna bakmakta fayda var. İkinci bölümde, önümüzdeki dönem açısından sorunlu olabilecek bir iki noktaya değinmek istiyorum. Üçüncü bölümde de, bu sorunlu alanlara ilişkin geliştirilebilecek bazı politikalar konusunda genel hatlarıyla bilgi vermek istiyorum. Öncelikle 1923’den günümüze kişi başına GSYİH’nın büyümesine bakalım. Bu grafikte kişi başına GSYİH’nın büyüme oranları görülüyor. Büyüme oranları yıllık dalgalanmaların etkisini azaltmak için beş yıllık ortalamalar şeklinde alındı. 1923’den günümüze Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik gelişmesine baktığınız zaman, dört, belki beş dönem tespit etmek mümkün. İlk dönem kuruluştan II. Dünya Savaşı’na kadar olan dönem. Büyüme hızları oldukça yüksek. Çünkü çok zayıf bir ekonomik temelde belli bir kalkınma hamlesi var. O yüzden ekonomik büyüme hızları yüksek. İkinci dönem, II. Dünya Savaşı’ndan 1960’a kadar olan dönem. Üçüncüsü, 1960 – 1980. Dördüncüsü 1980 – 2001. Bu dönemler zaten biliyoruz, fakat bu grafikte de çok net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bildiğiniz gibi, 1960 ve 1980 dönemleri askeri müdahaleler ile tamamlanıyor, ya da yeni dönemler o şekilde başlıyor. Dördüncü dönem, 2001 dönemi de Türkiye Cumhuriyeti’nin geçirmiş olduğu belki en büyük ekonomik krizle kapanıyor. Yeni bir dönemin başlayacağı ya da başlaması gerektiğini bu şekil bize söylüyor. Tabii yeni dönemin nasıl olacağı, ne kadar süreceği konusunda bir şey söylemiyor. Onu kestirmek mümkün değil. Ama 2001 yılında artık 20 yıllık belli bir dönemin yani 1980’den sonra başlayan dönemin kapandığını net bir şekilde görebiliyoruz. Bu dönemleri karşılaştırırsak, 1960 – 80 döneminde büyüme hızı oldukça yüksek. 1980 – 2000 döneminde, 80’lerde yüksek fakat 90’larda düşmeye başlayan bir büyüme hızı var. Zaten 2001 krizi de o dönemin son noktası oluyor. 2001 sonrası büyüme hızı gene yüksek, günümüze kadar olan ortalama büyüme hızı % 7 civarında. Bu tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti açısından büyük bir büyüme hızı. İkinci grafikte istikrarsızlığa bakıyoruz. Büyüme hızındaki değişmeler nasıl? Büyüme hızındaki değişmelerin standart sapmasını istikrarsızlık ölçüsü olarak kullandık. İlk dönem büyüme hızındaki istikrarsızlık fazla. Bu doğal. Çünkü ekonominin hacmi küçük olduğu için dalgalanmaların olması beklenen bir şey. II. Dünya Savaşı’ndan sonra istikrarsızlık hızla azalıyor. Büyüme hızındaki istikrarsızlık anlamında 1960-80 dönemin istikrarsızlığın en düşük olduğu dönem. 1980’lerin başında istikrarsızlık düşük fakat 1985’den sonra çok hızlı artan bir istikrarsızlık var. Zaten bu grafik bile 1990’lardaki dönemin devam edemeyeceğini, sürdürülebilir bir dönem olmadığını gösteriyor. 2001 döneminde istikrarsızlık en tepe noktasına çıktıktan sonra, 2001’den sonra istikrarsızlıkta ciddi bir düşüş sözkonusu. Bu şekilde baktığımız zaman, aslında 2001’den sonra Türkiye ekonomisinin farklı bir devreye girdiğini çok rahat görebiliyoruz. 2001’den sonra farklı bir ortamdayız. Bunun ilk beş yılı büyüme açısından başarılı bir dönem. Oldukça yüksek bir büyüme hızı tutturulmuş durumda. Fakat burada tabii asıl sorun, bundan sonra ne olacağı? Çünkü dönemlerin başlarında yüksek büyüme hızları tutturmak nispeten kolay. Diğer bütün dönemlerde aynı şeyi gördük. Fakat işin püf noktası büyümeyi sürdürebilir kılmakta. Dış ticaret Türkiye’de için önemli olduğundan dış ticaretteki gelişmelere de kısaca bakıyoruz. Bu grafikte ithalat ihracatın değişimini görüyoruz. Hepimizin bildiği gibi, 2000 sonrası dönemde ihracatta ve ithalatta çok büyük bir artış var. İhracat 2000’den 2007’ye oldukça büyük bir oranda yaklaşık 2.5 katı artmış durumda. İthalatta da benzer bir artış görüyoruz. Sorunlu alanlara gelirsek, pek çok sorunlu alandan bahsetmek mümkün. Daha önceki konuşmacılar da bazı sorunlu alanlara değindiler. Ben daha çok mikro anlamdaki sorunlu alanlara değinmek istiyorum. İki noktaya özellikle değineceğim. Bir tanesi sınai yapı ve kısmen dış ticaretin yapısı ile ilgili. Sınai yapı derken daha çok imalat sanayi yapısına bakıyorum. Çünkü imalat sanayi gelişmenin motoru olan sektörlerden bir tanesi. Tabii ekonomi içinde hizmetler sektörünün payı da çok büyük ve gittikçe artıyor. Hizmetlerin milli gelir içerisindeki payı Türkiye’de % 50’den fazla. Fakat teknolojik yapı anlamında imalat sanayi daha dinamik olduğu için imalat sanayinin yapısına bakacağım. İkinci sorunlu alan da istihdam. Buna daha önceki konuşmacılar özellikle Seyfettin hoca değinmişti. İstihdam sorunları Türkiye’de gerçekten önemli. O konuya da kısaca değinmek istiyorum. Sınai yapıdaki değişmeyi bu grafikte özetliyorum. Bu grafikte gördüğümüz üçgen imalat sanayinin yapısını yansıtıyor. Sektörleri üç gruba ayırdık. Düşük teknoloji dediğimiz sektörler sağ alt köşe. Yüksek teknoloji dediğimiz sektörler sol alt köşe ve orta teknoloji sektörleri üst köşe. Bu grafikte her nokta beş yıllık ortalamaları gösteriyor ve grafik 1965-1969 döneminden başlıyor. Yani Türkiye için sağ alttaki nokta, düşük teknolojiye en yakın olan nokta, 1965-1969 yılında Türkiye’deki imalat sanayiinin yapısını gösteriyor. Ondan sonraki nokta bir beş yıl sonrası, ondan sonrasi beş yıl sonrası… Ve son nokta da 1995 – 1999 dönemini gösteriyor. Bu grafik Türkiye’nin 1965’den 2000’e imalat sanayiinin yapısını nasıl değiştiğini gösteriyor. Net olarak görüldüğü gibi, hafif bir orta teknoloji sektörlere yönelme var. Bu değişim hızı çok yüksek değil. 1965 yılında düşük teknoloji sektörlerinin payı çok yüksekti. Zamanla orta teknoloji sektörlerinin payı yavaş yavaş artıyor. Dikkat ederseniz göreceksiniz 1980’den sonra bir kırılma var. 198085 döneminde geriye doğru, düşük teknolojiye doğru gidiş var. Bunun nedeni de bildiğiniz gibi, 1980’lerden sonra özellikle tekstil sektörünün ihracata yönelik büyümesinin sonucu bu sektör payının artması. Yani 1980’den sonra tekstil sektörü ve buna benzer diğer geleneksel sektörler hızla büyüdüğü için Türkiye düşük teknolojiye doğru bir geri dönüş yapıyor fakat ondan sonra tekrar uzun dönemli rotasında devam ediyor. Bu dönüşüm hızı çok fazla değil ve hala Türkiye’de düşük teknoloji ve orta teknoloji sektörlerinın payı oldukça yüksek. Şimdi karşılaştırma olması amacıyla Hindistan, Kore ve Çin’e de bakmak istiyorum. Onlarda nasıl olmuş? Bu Hindistan’ın gelişimi. Türkiye’ye benziyor. Yine yavaş bir dönüşüm var. Yine orta teknolojiye doğru bir gidiş. Fakat Hindistan’daki orta teknolojinin payı Türkiye’den daha fazla. Hindistan kısmen Türkiye’den daha iyi konumda. Peki, Kore’deki durum nasıl? Bunu tahmin edebiliriz. Daha hızlı ve yüksek teknolojiye giden belirgin bir yörünge var. Kore’nin 60’larda, 70’lerde, 80’lerde sağlamış olduğu çok büyük büyüme hızlarının arkasındaki faktörlerden bir tanesi de sınai yapısındaki değişim. Kore sınai yapısını hızlı bir şekilde değiştirerek, katma değeri yüksek sektörlere doğru gelişti. Kişi başına katma değerin artışı, yani üretkenliğin artışı doğal olarak milli gelirin de artışını sağladı. Dördüncü göstereceğim ülke Çin. Çin için veri kısıtından dolayı sadece 1980 sonrası durumu görebiliyoruz. Türkiye’deki tartışmalarda özellikle tekstil sanayii ve geleneksel sanayiler için Çin rekabeti çok vurgulanır, biliyorsunuz. Çin’in gelişimi nasıl olmuştur diye bakarsak, yüksek teknolojiye doğru bir dönüşüm olduğunu görüyoruz, Yani Çin zannettiğimiz gibi çok düşük teknolojide ya da orta teknolojide değil. Tabii o sektörlerin payı şu anda yüksek ama yörüngesi o sektörler değil. Yörüngesi yüksek teknolojilere doğru. Tabii veri az olduğu için gelişim daha az görünüyor, fakat bu sadece 80 sonrası. Çin şu anda orta teknolojide, düşük teknolojide rekabetçi ülke ama bu şekilde gelişimini devam ettirirse belli ki 5-10 yıl sonra yüksek teknolojilerde de rekabetci olabilecek bir ülke. Bu yörüngelerle ilgili de şöyle bir bilgi vereyim. Bu yörüngeleri saptayan faktörlerden bir tanesi de tabii ki ülkelerin araştırma geliştirme faaliyetlerine yapmış olduğu yatırımlar. Türkiye’de, Hindistan’da yaklaşık milli gelirin binde 6’sı, binde 7’si araştırma geliştirme faaliyetlerine ayrılıyor. Kore, bu ülkeler arasında en başarılı diyebileceğimiz ülke, en hızlı bir şekilde bu dönüşümü sağlayan ülke. Kore’de araştırma harcamalarının payı % 2.5 civarında, yani göreli olarak Türkiye’nin 4-5 katı fazla. Çin’de de yaklaşık % 1. Yani Çin’de bile araştırma geliştirme faaliyetlerine milli gelir içinde ayrılan pay Türkiye’den çok daha fazla. Kısmen de bu nedenden dolayı Çin’in yörüngesi farklı. Burada sektörel tercihler konusuna değinmek istiyorum. Türkiye’de sektörel tercihler, teknolojik tercihler yaparken tabii hep gönlümüzden geçen yüksek teknoloji, nano teknoloji, bioteknoloji vs. Aslında bu alanlarda, yatırıma şimdi başladığınız zaman bunun getirisini elde edeceğiniz dönem 5 yıl sonra, 10 yıl sonra. 5-10 yıl sonra o alanlarda da rekabet edeceğiniz ülke sayısı çok az değil. O alanlar hazır, size sunulmuş alanlar değil. Büyük bir ihtimalle 5-10 yıl sonra böyle devam ederse zaten Çin o alanlarda da Türkiye’yi ve başka ülkeleri geride bırakmış olacak. Bir de dış ticaretin yapısı ile ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bu grafikte dış ticaretin GSYİH içindeki payı var. Alttaki siyah çizgi ihracatın payı, üstteki mor olan ithalatın payı. İhracatta 2001 sonrası çok büyük bir artış görmüştük. Fakat burada da gördüğünüz gibi, 2001’den sonra ihracatın milli gelir içindeki payı artmıyor. İhracatın milli gelir içindeki payı yaklaşık % 20. Artış ne zaman gerçekleşmiş? Artış 2001 krizinde gerçekleşmiş. 2001 krizinde yaklaşık % 15’den % 20’ye çıkıyor. Daha önceki dönemde yine sabit. 1994 yılında yine bir artış görüyoruz. 1994 krizinde ihracatın payı artıyor. Yani kriz dönemlerinde Türk Lirası devalüe olduğu, reel olarak değer kaybettiği zaman ihracat patlaması gerçekleşiyor. Daha sonra TL değer kazanmaya başlıyor ve ihracatın milli gelir içindeki payı da sabit kalıyor. Yani ihracat 2000’den sonra hızlı bir şekilde arttı ama pay anlamında bir artış gerçekleşmedi. Ama ithalatta ciddi bir artış devam ediyor. Şimdi de dış ticaret hadlerine bakalım, ithalat ihracat fiyatları nasıl değişmiş? Burada ticarete konu olan malları yatırım malları, ara malları ve tüketim malları olarak sınıfladık. Buradaki veriler ihracat brim değerlerinin ithalat brim değerlerine oranları, üstteki iki çizgi yatırım ve tüketim malları. Yatırım malları ve tüketim mallarının ihracat fiyatı ithalat fiyatına göre kısmen artıyor ama ara mallarında düşüş var. Yani ara mallarında ithal fiyatı ihracat fiyatından daha hızlı artmış. Alt sektörlere bakarsak, otomobil sektörü Türkiye’nin ihracatında önemli bir paya sahip. 2001’den sonra en önemli ihracat sektörlerinden bir tanesi. Bu sektörde dış ticaret hadleri olumlu olarak değişmiş. Fakat dayanıklı tüketim mallarında çok ciddi olumsuz bir gelişme var. 2001’den sonra dayanıklı tüketim mallarında ithalat fiyatı ihracat fiyatından çok daha hızlı artmış. Bu da tabii uzun dönemde bu sektördeki ihracatın sürdürülebilirliği açısından sorun olabileceğini gösteriyor. İstihdam konusuna çok fazla değinmeyeceğim ama sadece kısaca söyleyeyim. Türkiye’de en önemli sorunlardan bir tanesi istihdam sorunu. Bunu sadece işsizlik oranı olarak almamak lazım. Belki tam tersine çalışan oranı olarak almak lazım. Çünkü Türkiye’nin nüfusunun önemli bir kesimi işgücünde değil. Yani çalışabilecek yaşta olduğu halde işgücüne katılmadığı için işsizlik oranı düşük olarak görülüyor Türkiye’de. Ama istihdam oranına baktığımız zaman yani çalışabilir nüfus içinde çalışanların oranına baktığımız zaman bu oranlar çok düşük. Özellikle, AB ile karşılaştırdığımız zaman çok ciddi bir fark var. Politikalar konusuna gelirsek, politikaların amacı ne olmalı? Hükümet programından Hasan hoca detaylı bahsetti. Temel noktalar belki herkesin üç aşağı beş yukarı fikir birliğine sahip olduğu şeyler. Daha once vurguladığım gibi sınai yapının dönüştürülmesi gerekli. Üretkenliğin arttırılması lazım. Çünkü üretkenlik arttırılmadan kişi başına milli geliri arttırmamız mümkün değil. Beşeri sermaye birikiminin sağlanması şart ve istihdam dostu büyümenin sağlanması zorunlu. Çünkü istihdam en önemli sorunlardan bir tanesi. Bunlara yönelik olarak kısaca sanayi, teknoloji ve yenilik politikaları ve işgücü piyasası politikalarının önemini vurgulamak istiyorum. Sanayi, teknoloji ve yenilik politikalarında gündeme gelen üç konu var, daha çok bu konular gündeme getiriliyor. Bir tanesi araştırma geliştirme ve yeni faaliyetlerin desteklenmesi. Türkiye’de bu konuda oldukça kapsamlı destek politikaları var ama bu faaliyetlere yeteri kadar kaynak ayrılmadığı için destek programları sanki küçük gibi görünüyor. İkincisi, sanayi kümeleri konusu son yıllarda gündeme çok geldi. Hükümet programında da değiniliyor. Bu sanayi kümelerinin sektörel kümeler olarak düzenlenmesi gibi muğlak bir ifade var. Son olarak da, KOBİ’ler konusu sürekli olarak gündeme geliyor. Bu genel konuları geçtiğimiz zaman asıl sorunlar ile karşılaşıyoruz. Politika izlerken özellikle sanayi ve teknoloji politikasını izlerken öncelikler sorunu kritik bir sorun. Örneğin, sektörel politikalar derken hangi sektörler olacak. Tekstil sektörü mü olacak, otomobil sektörü mü olacak, ileri teknoloji sektörleri mi olacak? Türkiye’deki eğilim genellikle bütün sektörleri kapsama almak. Bütün sektörleri desteklemek demek aslında hiçbir sektörü desteklememek demektir. Bu tercih de edilebilir. Yani sektör ayrımına gitmemek tercih edilebilir ama sektörel tercihiniz olacaksa ona göre politikalar olması, sektörel önceliklerin saptanması gerekli. Bu çok zor bir konu. Benzer konu teknoloji için de geçerli. Teknolojik tercih olacaksa hangi teknolojiler olacak? Bölgesel politikalardan bahsediyorsak hangi bölgeler? Bütün bölgelerin aynı anda kalkınması mümkün değil. O zaman belli bölgeleri seçmek gerekecek. Onun getirdiği sorunlar var. Hangi firmalar konusu da önemli. Bunu burada özellikle belirtmek istiyorum çünkü Türkiye’de hep KOBİ’lerden bahsediyoruz, aslında KOBİ’lerin belli sorunları var. Bu sorunların çözümüne yönelik politikalar gereklidir. Ama kalkınmanın tek motoru olarak KOBİ’lerin görülmesi bence resmin tek yanına bakmak oluyor. Çünkü kalkınmış ülke örneklerine bakarsak, bütün bu ülkelerde dünya çapında firmaların olduğunu görüyoruz. Bütün kalkınmış ülkelerin dünya çapında şampiyonları vardır ama Türkiye’de böyle bir firma ya da firmalar çok fazla yok, belki de hiç yok. Hepimiz belki Hindistan firmalarından bahsedebiliriz. Dünya genelinde Türkiye’den hangi firmalar var dendiği zaman diğer ülkelerdeki insanlar belki çok fazla bir şey söyleyemeyebilirler. Türkiye’deki temel sorun büyüme sorunu, firmaların büyümesi gerekiyor. O yüzden de büyük firmaların da olması gerekiyor. Son olarak da, hangi tip destek araçlarının kullanılacağı da çok önemli. Burada öncelikler saptanırken, politikayla aşılabilecek kısıtları saptayıp, çözüme yönelik politikaları uygulamak gerekiyor. Son olarak, işgücü politikalarına değinmek istiyorum. İşgücü politikaları genel olarak pasif ve aktif işgücü politikaları olarak ayrılıyor. Pasif işgücü politikaları düzenlemelere, yasal mevzuata ilişkin. Türkiye’de en çok üzerinde durulan konulardan bir tanesi işgücü maliyeti üzerindeki yükler. SSK primlerinin düşürülmesi konusu hükümet gündeminde de var. SSK primlerinin düşürülmesinden beklenen işgücü maliyetinin düşmesi. İşgücü maliyeti düşeceği için de istihdamın artacağı ve kayıtdışılığın azalacağı beklentisi var. Fakat burada Hasan hocanın yapmış olduğu uyarıya katılıyorum, ek olarak bir iki konuya daha değinmek istiyorum. Bu konu, SSK primlerinin düşürülmesi konusu Türkiye’de çok vurgulanıyor ve adeta her şeyi çözecek bir politikaymış gibi sunuluyor. Bu aslında işsizliğin azaltılmasına katkı sağlayabilecek bir politika ama bütün istihdam sorununu ya da büyüme sorununu çözecek bir politika değil. Tek başına aslında hiçbir politika yeterli olamaz. İstihdama ilişkin olarak şunu söyleyeyim: SSK primleri düşürüldüğü zaman işgücü maliyeti aynı oranda düşmüyor. Bu konuda yapılmış çalışmalar var. Bu konuda bizim de daha önce yapmış olduğumuz araştırmalar var. Bu araştırmaların sonuçlarına gore SSK primi 5 puan düşerse, işgücü maliyeti de 5 puan düşmüyor çünkü ücretlerde belli bir artış olabilir. SSK primindeki düşüşün bir kısmı ücret artışına gidiyor. Bu nedenle işgücü maliyeti daha az oranda (yaklaşık 2.5 puan) düşüyor. İşgücü maliyeti 2.5 puan düştüğünde istihdam yaklaşık 1 puan artıyor. Bunun sonucu olarak işsizlik oranı, örneğin, %12’den %11’e düşüyor. Fakat SSK primi düştüğü için sosyal güvenlik sisteminin açığı daha da artıyor, bu açığın da bir şekilde (belki başka vergilerle) finance edilmesi gerekecek. Bu analizlerin gösterdiği gibi SSK primlerinin düşürülmesi tek başına istihdam sorununa kapsamlı bir çözüm getiremiyor. İşgücü politikaları açısından gündeme gelen bir başka konu da iş güvenliği ve esneklik konusu. İşe alma ve çıkarmalarda esneklik olduğu zaman firmaların daha rekabetci olacağı ve daha çok istihdam yaratacağı söyleniyor. Bu nedenle örneğin kıdem tazminatının kaldırılması isteniyor. Fakat bu doğrultudaki artan esneklik beşeri sermaye birikimi açısından sorun yaratabiliyor. Türkiye’de yapılmış pek çok çalışmada beşeri sermayenin, özellikle firma içi eğitim faaliyetlerinin yetersiz olduğu söyleniyor. Beşeri sermayeye yatırımın en önemli belirleyici faktörlerinden bir tanesi istihdamın sürekli olması. İstihdam sürekli olmadığı zaman firmaların o işgücünü eğitme eğilimi zayıf oluyor, çünkü yeni alınan personel diyelim ki, bir yıl veya 6 ay sonra işten ayrılacaksa firmalarda o personeli eğitmek gibi bir istek olmuyor. TOBB’un yapmış olduğu bir anket var. Türkiye’deki işverenlere “Mezunlarda aradığınız en önemli özellikler nelerdir” diye sorulmuş. Bu tabloda en önemli dört özellik görülüyor, üniversite mezunları, meslek yüksekokul mezunları ve meslek lisesi mezunları için ayrı ayrı. İşverenlerin büyük bir kısmı üniversite mezunlarında bilgisayar becerisi istiyor, askerliğini tamamlamış olmasını istiyor, yabancı dil becerisini istiyor ve firmada uzun dönem çalışma isteğini istiyor. Askerliğini tamamlamış olması niye isteniyor? Çünkü askerliğini yapmış olan bir insan firmada daha uzun süre çalışabilir. Bu iki konu yani askerliğini tamamlamış olması ve firmada uzun dönem çalışma isteği her üç eğitim grubu için istenen tek faktör. Yani işveren, personelden o firmada daha uzun süreli kalmasını istiyor. Türkiye’de en önemli sorunlardan biri aslında bu. Ve aslında kıdem tazminatı bir anlamda bunu sağlamaya yönelik bir politika, çünkü kıdem tazminatı işçiyle işveren arasındaki ilişkinin daha uzun süreli olmasını sağlayan bir mekanizma. Bir firmada uzun dönemli çalışma isteğinin olmaması ya da böyle bir durumun fiili olarak olmaması beşeri sermaye yatırımının az olmasının en önemli nedenlerinden bir tanesi. Bu durum politikalar açısından gözönünde tutulması gereken bir faktör. Aktif işgücü politikaları doğal olarak gelişen ve geliştirilmek istenen sektörlerin ihtiyaç duyacağı becerilerin geliştirilmesi, yani işgücünün beceri kazandırılmasına ilişkin politikalar. Bu konuda meslek standartları gerçekten çok önemli bir konu. Bu konuda bazı yasal düzenlemeler yapıldı fakat bunların uygulanması gerekli. Son olarak, hükümet programında 2013 yılında kişi başına milli gelirin 10.000 dolar olması hedefi var. 2006’da milli gelirimiz 5.500 dolardı. Bu da yaklaşık % 9’luk bir büyüme gerektiriyor. Yani 2006’dan sonra hep yılda % 9 büyürsek bu hedefi yakalayabiliriz. Bu çok zor bir hedef, ama imkansız da değil. Çin’in son 10-15 yılda gerçekleştirdiği bir büyüme. Fakat % 9’luk büyümeyi gerçekleştirmek için Türkiye’de özellikle politikalar açısından çok şeyin değişmesi gerekiyor. Yoksa gene belki % 4 veya 5 oranında büyüyebiliriz. O da kötü değil ama bu tip iddialı hedeflere ulaşmak için yeterli değil. Teşekkür ederim. Kamil Yılmaz: Teşekkür ederiz. Sırada İzak Atiyas var. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi. Kendisi Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi derecesini almış. Daha sonra New York Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamıştır. Sabancı Üniversitesi’nde Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi. Kendisi bize bir ölçüde rekabet alanında özellikle telekom, enerji gibi sektörlerde rekabetin sağlanması ve düzenleyici kurulların bu açıdan oynayabilecekleri rol konusunda sunum yapacak. İzak Atiyas: Çok teşekkür ederim. Aslında galiba en mikro sunum benimki olacak. Özellikle elektrik sektörü hakkında birkaç şey söyleyeceğim. Biraz da telekom sektörü hakkında. Son slaytım rekabet politikası, rekabet hukukunun uygulanması hakkında. Ama çok büyük bir kayıp da değil. Özellikle, elektrik sektöründeki gelişmeler aslında politika yapma sürecinin bir mikro kozmosu Türkiye’de. O açıdan biraz aydınlatıcı olabilir gibi görüyorum. Bu genel konu şebeke sanayilerinde reform 1980’lerden sonra İngiltere, Şili başını çekti. Ondan sonra Avrupa’ya yaygınlaştı. Bunun birkaç ayağı var. En önemli ayağı serbestleşme. Bu da şu demek: Yeni girişlere izin verme, bu sektörleri rekabete açma. Kimi zaman bu özelleştirmeyle birlikte yürütülüyor ama oradaki esas konu –en azından benim fikrime göre- serbestleşme ve rekabetin gelişmesi. Bu tek başına yetmiyor. Rekabetin gelişmesi için muhakkak yeni girenlerin mevcut şebekeye erişebilmesi lazım. Dolayısıyla, erişim ve ara bağlantı yükümlülüğünün olması ve bunun işlerlik kazanmış olması bu politikaların başarısını çok yakından belirliyor. Aynı zamanda rekabete açılmayan segmentlerde yani şebeke bölgelerinde fiyat kontrolü yine erişim ve ara bağlantı ile ilintili olarak önemli. Bir boyutu daha var. Evrensel hizmet. Serbestleşme öncesi bir kamu şirketi olan telekom veya elektrik şirketinin bir görevi vardı. Ülkenin en ücra köşelerine bu hizmetleri taşımak gibi. Tabii rekabet ortamında bunun yapılması daha zor. Onun için özel bir politika gerekiyor. Buna da evrensel hizmet politikası deniyor. Bunları düzenlemek için de genellikle bu reform süreçleri bağımsız düzenleyici kuruluşlarla birlikte yürütülüyor. Yani bakanlıklardan ayrı, onlardan ve genel larak siyasi etkiden görece bağımsız, daha uzmanlaşmış bir idari kuruluş meydana getiriliyor ve onlara epey bir yetki veriliyor. Onların yetkisi politika yapmak değil. Politika hala hükümet tarafından yapılıyor. Ama o politikanın hayata geçmesi için gerekli rekabet koşullarının oluşmasını sağlamak genelde bu bağımsız düzenleyici kuruluşların görevi. Türkiye’de elektrik sanayiinden başlarsak 2001 önemli bir kanun kabul ediliyor, elektrik piyasaları kanunu. Kamu mülkiyetindeki üretim, dağıtım ve iletim varlıkları ayrı şirketler halinde örgütleniyor. Bu çok önemli bir adımdı. Hesap ayrışması getiriliyor. Yani üretim ve dağıtım aynı mülkiyet altında olsa bile, faaliyetlerinin maliyeti ayrı hesaplar şeklinde tutulmak zorunda. Hesapların ayrıştırılması, erişim vs. gibi unsurların fiyatlandırılması, çapraz subvansiyonların önlenmesi gibi konularda yardımcı oluyor. . Erişim yükümlülüğü getiriliyor. Hatta getirilen yükümlülük o anki Avrupa düzenlemelerinin ilerisinde, daha rekabetçi bir nitelikte. Hem talep tarafında, hem arz tarafında serbestleşme getiriliyor. Serbest tüketiciler yaratılıyor. Şu anda % 32 civarında. Yani tüketicilerin tüketim miktarı olarak % 32’si kendi tedarikçilerini seçebiliyorlar. Çok önemli birtakım yapısal sınırlamalar getiriliyor. Bu yapısal sınırlamaların anlamı sektördeki yoğunlaşma düzeyini önceden önlemek ve rekabetin gelişmesine katkıda bulunmak. Burada önemli bir tanesi dağıtım şirketinin iştirakleri hakkında. İştiraki olduğu üretim şirketinden aldığı elektriğin bölgede tüketilen elektriğe oranı % 20den fazla olamıyor. Yani bir anlamda dikey bütünleşmeye bir sınır getiriliyor. Şu anda AB’nin en fazla üzerinde uğraştığı konulardan bir tanesi. Dikey bütünleşme konusunda büyük kavga var. Oldulça radikal ve serbest piyasacı bir bir piyasa yapısı hedefleniyor. İkili anlaşmalar piyasası olacak. Yani tedarikçilerle tüketiciler serbestçe kendi elektrik anlaşmalarını yapacaklar. Bunlar başta belki bir yıl olur ama zaman içinde 2 yıllık, 3 yıllık, 4 yıllık, 5 yıllık anlaşma olabilirler. Bir de kaçınılmaz olarak son anda meydana gelebilecek arz talep dengesizliklerini gidermek üzere bir dengeleme piyasası öngörülüyor. Esin kaynağı İngiltere ve Galler’deki NETA New Electricity Trading Arragenments. Mesela, İngiltere’de bundan önceki sistem böyle değil. Çok daha merkezileşmiş bir piyasa yapısı içinde bir havuz sistemi vardı. Düzenlenmiş bir spot piyasası gibi düşünülebilir. Bütün elektrik üreticileri mallarını oraya satıyor, orada rekabetçi bir ortamda oluşan fiyat üzerinden elektrik alışverişleri yapılıyordu. Oradan NETA’ya geçildi. Daha serbest piyasacı yapı olduğu düşünülerek aynı zamanda. Türkiye’deki reform sürecinin stratejisi de şöyle idi. Rekabet değil de, özelleştirme odaklı bir dönüşüm stratejisi öngörüldü Türkiye’de. Önce dağıtım şirketleri özelleştirilecekti. Yani aslında en rekabete açılamayacak yeri önce özelleştiriyorsunuz. Orada bir terslik var. Fakat bir nedeni de vardı. Bu şekilde dağıtım şirketlerinin üretim faaliyeti gösteren veya gösterecek yatırımcılara güven verecek bir yapıya kavuşacağı düşünülüyordu. Yani kamu mülkiyeti altındaki TEDAŞ’ın bu güveni veremeyeceği varsayımı yapılmıştı. İkincisi belki daha önemli bir faktör: Kamu görevlilerinin özel sektörle sözleşme imzalamak istememesi. Özellikle, daha önceki yap-işlet-devret sözleşmelerinin şüpheyle karşılanması sonucu kamu görevlileri arasında böyle bir şey uyanmıştı. Gerçekten daha sonra bazı sorunlara çözüm bulmak için TEDAŞ’ın özel şirketlerle sözleşme imzalamasına çalışıldı ama bundan şiddetle kaçındılar. Ardından da EİAŞ altındaki bütün üretim varlıkları 6-7 tane portföy şirketi halinde örgütlenecek ve ardından onlar da özelleştirilecekti. Aynı zamanda dağıtım şirketlerinin çekici kılınması için de dikey bütünleşme üzerindeki sınır da kaldırıldı. Bir gün Meclis’ten geçen bir kanuna hiç anlaşılmayan bir biçimde böyle bir madde eklendi. Daha sonra bunu yabancı şirketlerin istediği söylendi. Fakat hakikaten o maddenin nasıl eklendiği belli değil. EPDK’ya sorsanız biz de bilmiyoruz derler. Böylece dikey bütünleşme üzerindeki sınır da kaldırıldı. Bu özelleştirmeyi çekici kılmak için yapıldı, arz güvenliğini sağlamanın kolaylaştırılması da gerekçeler arasında sayıldı.. Sektörde mevcut durum şöyledir: Özelleştirmeler yapılmadı. Önce gecikti, ondan sonra da geçen Ocak ayında yapılacak iken, ertelendi. 2008-2009 yıllarından başlamak üzere çok ciddi bir kapasite açığı sorunu ortaya çıkacak. Yani elektrik kesintilerine hazırlıyoruz yavaş yavaş kendimizi. Buna karşılık en hızlı santral yapımı aşağı yukarı üç yıl. Yani aşırı talep var. Fakat ona cevap veren arz yok. Özel sektörün yatırım cevabı henüz yok. Şu anda biraz başlıyor gibi. Piyasa serbest ama güven yaratan bir fiyat mekanizması yok. Ne demek güven veren fiyat mekanizması yok? Hükümetin bir iki tane önemli açmazı var. Bir tanesi şudur:.Türkiye’de perakende düzeyde konut elektrik fiyatının sanayi elektrik fiyatına oranı OECD ülkeleri arasında nerdeyse en düşük düzeyde. Ondan daha düşük olan bir tek Meksika var. Şunu gösteriyor: Türkiye’de konut fiyatları göreli olarak çok düşük. Buna karşılık sanayi fiyatları göreli olarak çok yüksek. Özellikle, serbestleşmede önemli adımlar atmış Yeni Zelanda, İspanya, Norveç gibi ülkelerle karşılaştırdığımızda ciddi bir sapma var Türkiye’de. İkinci konu da şudur: Son yıllarda gaz fiyatları artmış, buna karşılık perakende elektrik fiyatları sabit kalmıştır. 2004 yılına kadar TEDAŞ elektrik fiyatı ile gaz fiyatı arasındaki marj yüzde 350-450 civarında iken 2006’da bu marj yüzde 200 düzeylerine düşmüştür. Yani diğer maliyetler sabit kaldığında, gaza dayalı elektrik üretiminin kârlılığı veya kâr marjı ciddi bir biçimde azalmıştır. Hatta 2005 yılından itibaren özel sector gaza dayalı elektrik üreticilerinin zarar etmeye başladığı söylenmektedir. Özel sektörün üretiminin çok önemli bölümü gaza dayalıdır. Bu gelişmeler sonucunda özel sektör üreticileri 2006’nın ilk yarısında santralları kapatma tehditinde bulunmaya başladı. Özel sektörün kendi müşterileri vardı ama o müşterilere TEDAŞ’la rekabet edebilecek düzeyde bir fiyat vermesi mümkün değildi. Özel kesim zarar edeceğine, santrallarını kapatabileceğini ilan etti. Fakat bu durum da acaipti. Çünkü aynı zamanda memleketin kapasiteye ihtiyacı vardı. Yani fiyat mekanizması düzgün kurgulanmadığı için ciddi aksaklıklar ortaya çıkmaya başladı. 2006 yazında Temmuz ayında çok ciddi bir elektrik kesintisi yaşandı. Bütün Ege bölgesi, güney Marmara’da yaklaşık 7- 8 saat sürdü. Bunun hemen ardından o zamana kadar açılmamış olan dengeleme piyasası açıldı. Dengeleme piyasası, hatırlatayım, son anda arz ve talebi karşılamaya, eşleştirmeye yönelik bir piyasa olarak çalışacaktı. Toplam elektrik ticaretinin maksimum % 2-5’i orada yapılacaktı. Dengeleme piyasasına “DUY” deniyor (adını Dengeleme ve Uzlaştırma Yönetmeliği’nden alıyor). DUY açılır açılmaz serbest özel sektör müşterilerini bıraktı, müşterileriyle bağlantılarını kesti ve elektriğini fiyatların rekabetçi bir ortamda oluştuğu bu piyasaya satmaya başladı. Özel sektörün bıraktığı müşteriler hemen TEDAŞ’a bağlandı. Orada zaten elektrik ucuz. Şu anda öyle bir durum var ki, TEDAŞ enerji açığını DUY’dan sağlıyor. Örneğin . DUY’dan 14 kuruşa alıyor, yaklaşık 11 kuruştan satıyor. Aslında elektriği şu andaki marjinal maliyetinden alıyor, averaj maliyetinden satıyor. Averaj maliyet, niye? Çünkü TEDAŞ aynı zamanda TETAŞ yolu ile EÜAŞ hidro elektrik santrallerinden vs. daha ucuza da elektrik alıyor. Buralardan alınan elektriğin fiyatının maliyetleri yansıtmadığı da idda ediliyor ancak bunu bir kenara bırakalım.. Dolayısıyla, ilginç bir durum ile karşı karşıyayız: Başta öngörülen modelin ikili anlaşmalara dayandığını söylemiştik. Fakat TEDAŞ fiyatı artmadıkça, veya maliyetlere yaklaşmadıkça bu ikili anlaşmaların ortaya çıkması mümkün değil. Halbuki bütün sistem neredeyse ikili anlaşmalar üzerine kurulmuş. DUY yavaş yavaş bir dengeleme piyasası olarak değil, bayağı bir spot piyasa gibi çalışıyor şu anda. Piyasaya yeni giriş olursa zaten onlar da DUY’a satacaklar mevcut şartlar altında dolayısıyla DUY’un toplam elektrik alış verişi içindeki payı ciddi bir şekilde artmaya devam edecek. Yeni giriş konusuna gelince: o da bir miktar gözü peklilik istiyor şu anda. Bazı gruplar girmeye hazırlanıyor, bazı gruplar tedirgin. Girenler ancak şöyle bir varsayım altında girebilecekler: hükümet bu DUY’a müdahale etmez, bu durumda, arz açığı var, bu ortamda nasıl olsa elektriğimi satarım. Öngörülen çerçevenin başka sorunları da var ama esas sorun bir tasarım ve strateji sorunu. Mesela Avrupa’daki esas sorun şu anda o değil, Avrupa’daki esas sorun, piyasadaki enerji devlerinin hakimiyetinin nasıl kırılacağı srunu olarak görülüyor. Onun için Avrupa Komisyonu mesela dikey mülkiyet ayrıştırılmasına gidilmesini istiyor. Komisyon ile enerji devleri ve özellikle Fransa ve Almanya arasında büyük kavga var. Türkiye’de henüz böyle bir sorun yok, Türkiye’deki sorun bir strateji ve tasarım sorunu. Şu anda öyle bir yapı oluşmuş ki başta planlanan yapıya uymuyor ve de özel sektörün yatırım eğilimine karşılık gelebilecek bir piyasa mekanizması yok, bir tek DUY var. DUY da özellikle daha küçük üreticilere şu anda yeterli güveni vermiyor gibi. Perakende fiyat oldukça düşük ve dağıtım şirketleri her müşteriye elektrik satma yükümlülüğü altında oldukça ikili anlaşma piyasasının gelişmesi zor. Burada ciddi bir mesele daha var. Hükümetin fiyatları niye arttırmadığı çok belli değil. Fakat Türkiye’de ciddi bir enerji yoksulluğu sorunu da var. Yani ülkenin bazı bölgelerinde tüketicilerin özellikle düşük gelirli tüketicilerin maliyet bazlı fiyatlarda elektrik tüketmesi mümkün olmaz. Dolayısıyla onlara göre bir program oluşturulması lazım. Ama bu programın ortalama fiyatlarla oynayarak değil de doğrudan enerji yoksunluğunu hedefleyen bir program olarak tasarlanıp hayata geçirilmesi lazım. Şu anda hepimiz sübvanse edilmiş elektrik fiyatlarıyla elektrik tüketiyoruz. Telekomünikasyon sektörü hakkında da çok kısa birkaç şey söyleyeyim. Çok önemli bir sektör. En fazla zikredilen çalışmalardan beri olan Röller ve Waverman’ın makalesine gore OECD ülkelerinde telekomünikasyon sektöründe yapılan yatırım ortalama büyüme oranının yaklaşık 1/3’ini açıklıyor. Çok ciddi bir rakam. Ayrıca yaygınlık oranı yani penetrasyon oranı %40’ı geçen ülkelerde bu etki diğerlerinin 2 katı düzeyinde. Yani telekomünikasyon sektöründe ilerlemenin ve rekabetin gelişmesinin, yaygınlık oranının artmasının, nüfusun daha büyük bölümlerinin telekomünikasyon hizmetlerine ucuz bir biçimde erişmesinin uzun dönemli büyümeye katkısı çok ciddi. Türkiye’de serbestleşme 2004’te başladı. Reformu başlatan kanun da 2000’de çıktı; Ocak 2004’te Türk Telekom’un tekel hakları kaldırıldı. Telekomünikasyon sektöründeki durum elektrikten çok farklı, orada çok standart bir durum var. Bir yerleşik işletmeci var, yani Türk Telekom. Rekabetin gelişmesi yerleşik işletmecinin işbirliğini gerektiriyor; çünkü örneğin yerleşik işletmecinin erişim sağlaması lazım. Türk Telekom da buna direniyor. Bu sektörde genel eğilim doğru yönde. Zaten hemen bütün yönetmelikler AB’den esinlenmiş durumda. Buna karşılık Telekomünikasyon Kurumu elinden geldiğini yapıyor gibi fakat durumu fazla zorlayamıyor. Eğilim doğru yönde fakat gelişim yavaş. Özelleştirme sonrasında bir miktar hızlanma olduğu söylenebilir, sektörde moraller biraz düzelmiş durumda. Son birkaç yılda gerçekten birkaç önemli bir gelişme oldu, bazı önemli yasal adımlar atıldı. Bunlar henüz hayata geçmedi ama, yerel ağa ayrıştırılmış erişim referans teklifi hazırlanması, veri akışı referans teklifi hazırlanması gibi açılımlar sektöre yeni giren özellikle geniş bant internet erişim hizmeti veya hem geniş bant hem ses hizmeti sunmayı hedefleyen işletmecilerin girişini kolaylaştıracak bazı önlemler. Bunlar 2006 sonuna doğru çıktı, yavaş yavaş hayata geçmesi bekleniyor. Numara taşınabilirliği yönetmeliği çıktı, bunun da mobil sektörde ciddi bir rekabet potansiyeli yaratması bekleniyor. Dolayısıyla tekrar etmek gerekirse gelişmeler var, sadece yavaş. Şu anki durumumuz kötü. Geniş bant yaygınlık oranı %3.8, OECD’de sondan ikinci. OECD ortalaması aşağı yukarı %15-17 civarında. Ayrıca en pahalı geniş bant erişim hizmeti sunan ülkelerden biriyiz. Genel olarak rekabet düzeyi çok düşük, yerleşik işletmecilerin piyasa payları çok yüksek. Ve hizmetler OECD ortalamalarına göre pahalı. AB muktesabatından bazı sapmalar var. Elektronik haberleşme kanunu vardı, çok önemli bir kanundu, hiç açıklanmayan bir biçimde genel kuruldan geri çekildi. Şu anda Meclis komisyonunda uyuyor. Telekomünikasyon Kurumu’nda ciddi bir şekilde bir öngörü ve iktisadi analiz kapasitesinin de gelişmesi gerekli. Öte yandan iki sektörün ortak sorunları da var. Burada düzenleyici reform konusunda Türkiye’deki bazı ortak sorun sorunların yavaş yavaş altını çizmeye başlayabilirz. Mesela son birkaç ayda 4 tane ihale iptal edildi. TETAŞ elektrik satın almak üzere ihaleye çıktı. Verilen fiyatları beğenmedi iptal etti. Afşin-Elbistan santral ihalesi yapıldı, arz kısıtını azaltmak üzere oraya ek üniteler konacaktı, ihaleye hiç kimse katılmak istemedi. Üçüncü nesil mobil telefon ihalesine çıkıldı, bir tek Turkcell katıldı, başka işletmeci katılmadı, sonunda ihale iptal edildi. Elektrik dağıtım ihaleleri zaten iptal edildi. Şimdi birkaç ay içinde 4 tane önemli ihale birden iptal edilince zaten bu sürecin yönetiminde çok ciddi sorunlar olduğunu görebiliyorsunuz. Bence en önemli sorunlardan biri şudur: reformun ne anlama geldiği, düzenleyici kurumlar tarafından biliniyor fakat hükümet düzeyinde anlaşılmış değil. Ciddi bir sahiplenme eksikliği var, buna iki bakanlığı da katabilirim, enerji ve haberleşme bakanlıklarını. Öngörü yeteneği, tekrar vurgulamak istiyorum, çok eksik. Stratejik yönelim daha güçlü olmalı. Şunu demek istiyorum: Mesela bir kurum bir şey yapmaya çalışıyor, birkaç ay harcıyor onu yapmak için ve ondan sonra fark ediyor ki eksik yapmış. Örnek vermek gerekirse mobil sektörde ilk lisanslar 1998’de verildi. Ondan sonra lisans verilen işletmecilere bir yıl sonra roaming yükümlülüğü getirildi. O zaman tabi ki lisansı alıp da parasını vermiş olan işletmeci isyan etti. Roaming hizmeti vermemek için elinden geleni yaptı. Veri akışı hizmetinde de bir öngörü eksikliği yaşandı: Yerleşik işletmecinin veri akışı hizmeti sunması geniş bantta rekabetin sağlanması için önemli. Kurum uygun bir fiyat belirledi, ama sonradan anladı ki sorun bir tek fiyat değil. Türk Telekom binbir türlü başka zorluk çıkarıyor. Sonra akla geldi ki Türk Telekom’u bütünlüklü bir teklif sunmaya zorlamak lazım. AB’de böyle yapılıyor bu işler. Dolayısıyla şu anda hakikaten Türk Telekom veri akışı için de, diğer alanlar için de ciddi teklifler hazırlamış durumda. Hayata geçmeleri bekleniyor. Saydamlık ve hesap verebilirlik bence en önemli sorunlardan bir tanesi. Yönetişim konusu biraz hafife alınıyor. Halbuki kurumların performansını iyileştirmek için en önemli araçlardan bir tanesi. Şu anda kurul kararları, resmi gazetede yayınlanmak zorunda değil, web sitesine konmak zorunda değil, kurul kararları gerekçelenedirilmek zorunda değil. Mesela en son örnek Türk Telekom’un Mart ayında yapmış olduğu tarife değişikliği: şehir içi fiyatlarını yükseltti, şehirlerarası ve uluslar arası fiyatlarını düşürdü. Bu sektörde büyük bir protestoya yol açtı sektörde. Bu tarife değişikliğini onaylayan Telekomünikasyon Kurumu kararının gerekçesi olmadığı için bizim bağımsız bir değerlendirme yapmamız mümkün değil. Bir bildiği var ondan mı onayladı, yani örneğin maliyetler göz önünde bulundurulduğu zaman fiyat regülasyonuna uyuyordu, mantıklı bir “yeniden dengeleme” içeriyordu da ondan mı onayladı yoksa Türk Telekomun etkisinde kaldı veya Bakanlık zorladı ondan mı onayladı, bilemiyoruz. Üçüncü kişiler olarak bunu izlememiz mümkün değil. Dolayısıyla kararların gerekçeli bir biçimde yayınlanması çok önemli. Stratejik yönelimler hazırlanmalı ve bunlar saydam olmalı. Bu stratejik yönelim konusu şu anda elektrik sektöründe daha önemli ama telekom sektöründe de önemli. Fakat şu anda kilit değişkenin, reformun siyasi düzeyde daha ciddi bir şekilde sahiplenilmesi olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum başta herkes şöyle düşündü: “biz bağımsız özerk kuruluşları kurduk, onlara yetki verdik, dolayısıyla bu işler artık çözülür.” Şu son 4-5 yılki tecrübemiz gösteriyor ki bu tür sektörlerde reformun gerçekleşmesi için bağımsız düzenleyici kuruluşların varlığı gerekli ancak yeterli değil.. Çünkü bu öncelikle bir politika sorunu, ondan sonra bir düzenleme sorunu. Politikanın sahiplenilmesi lazım. Rekabet politikası hakkında çok kısa birkaç söz: Rekabet Kurumu uluslararası değerlendirmelerde ciddi övgüler almıştır. En son 2005 yılında yapılan “OECD Peer Review” buna bir örnektir. Bu değerlendirmelerde tek tek kararların hukuki ve iktisadi içeriği, modern iktisat teorisi ile ne kadar uyumlu olduğu incelenmemiştir. Ama ülkede modern bir rekabet politikası alanının gelişmesi konusundaki başarısı, kurumsal duruşu, profesyonelliği, kamu politikası oluşumuna kritik müdahaleleri göz önünde bulundurulduğunda Kurum’un çok başarılı olduğu aşikârdır. Kurum hem elektrik hem telekom sektörüne yönelik çok kritik kararlar aldı. Saydamlık ve hesap verebilirlik bu başarıda çok önemli bir rol oynamıştır. Rekabet Kurulu’ nun rekabet politikasına ilişkin kararları kanun gereği gerekçeri ile birlikte yayınlanmak zorundadır. Dahası yalnız kendi kararlarını değil, Kurul kararı öncesi Kurul’a sunulan daire görüşü de özetlenmek zorundadır. Dolayısıyla Kurul, Dairenin kararına uymadığı zaman onu da gerekçelendirmek zorunda. Tüm bunlar rekabet otoritesinin etkinliği ve profesyonelliği üzerinde çok ciddi olumlu bir etki yapmıştır. Telekomünikasyon ve enerji sektörleri iki otoritelerinin üzerinde böyle bir zorlayıcı etken yoktur. Rekabet otoritesinin de önümüzdeki dönemde en önemli konularından biri ekonomik analiz kapasitesinin arttırılmasıdır. Rekabet hukuku hem ABD’de hem AB’de gittikçe artan bir biçimde iktisadi analiz yönü ağır basan bir biçimde hayata geçiriliyor. Kurumda Avrupa’da olduğu gibi bir baş iktisatçı pozisyonu yaratılması bu anlamda çok yerinde bir adım olacaktır. Sadece orada değil, EPDK ve Telekomünikasyon Kurumu’nda da iktisadi analiz yeteneğinin gelişmesinin iyi olacağını düşünüyorum. Teşekkür ederim. Kamil Yılmaz: Üç konuşmacımıza da teşekkür etmek istiyorum. Şimdi ilk bölümdeki konuşmacılarımız da burada, sorularınız varsa, bir 5-10 dakika içinde sorularınızı alıp toplantıyı kapatabiliriz. Soru: Düşük, orta ve yüksek teknoloji yatırımlardan söz ettiniz. Kore’yi örnek verdiniz, Hindistan, Çin’i ve Türkiye’yi, ben de şunu merak ettim, acaba 60’lı, 70’li yıllarda Güneydoğu Asya ülkelerinin yaptığını hızlı büyüyen başka ülkelerde de gözlediniz mi? Erol Taymaz: Biz bu çalışmayı aslında 60-70 ülke için yaptık. Doğu Asya’da bütün hızlı gelişmiş ülkelerde Kore’dekine benzer bir yapı var. Bu hem imalat sanayi yapısı için geçerli hem dış ticaret yapısı için. Daha düşük teknolojiye yakın köşeden başlayıp, orta ve yükseğin olduğu yere doğru hızlı bir şekilde gidiliyor. Kore’de, Malezya’da, Tayvan’da, Singapur’da hepsinde böyle. Onlarda hem dönüşüm hızı çok yüksek, hem de dönüşüm yörüngesi orta ve yükseğe doğru gidiyor. Az gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında gelişmiş ülkelerde yüksek ve orta teknolojili sektörlerin payı daha fazla. Seyfettin Gürsel: İzak’a sormak istiyorum. Hiç kaçak elektrik ve bunun siyasal sonuçlarından söz etmedin. Bir maliyeti var. İzak Atiyas: Kuşkusuz kaçak elektrik olayı burada değindiğim fiyat mekanizmasındaki çarpıklık ile yakından ilintili.. Kaçak elektrik durumu şöyle: Türkiye’de hem ortalama olarak çok yüksek hem de bölgelerarası büyük farklılıklar gösteriyor. Doğu’da iki tane dağıtım bölgesinde %50’nin üzerinde. Başka bölgelerde %7’ye kadar düşebiliyor; %7 OECD’nin altında. Dolayısıyla fiyat mekanizmasını işletmenin önünde hükümetin gördüğü engellerden biri bu sanıyorum. Kanun buna çok mantıklı bir çözüm bulmuştu, belirli bölgelerde tüketiciye doğrudan gelir desteği vermenin önünü açmıştı. Dolayısıyla o zaman fiyatları maliyet bazlı yapabilirsiniz bu da çarpıklığa neden olmaz. Doğu’daki 2 bölgeyi ayırmak gerekli, orada başka türlü bir durum var, daha derin toplumsal sorunlar var. Ama diğer bölgelerde hem fiyat mekanizmasının doğru dürüst işlemesine izin vermek ama yine bir gelir dağılımı politikası olarak kayıp kaçağın çok yüksek olduğu bölgelerde bir doğrudan gelir desteği mekanizması kurmak mümkün idi. Çeşitli mekanizmalar düşünmek mümkün ama hükümet bunlardan sürekli olarak kaçındı. Bu tür mekanizmalar yerine dağıtım şirketleri için bir fiyat eşitleme mekanizması getirildi. 2010’a kadar sadece tek bir ulusal fiyat olacak, bu da kuşkusuz bölgelerarası çok ciddi çapraz sübvansiyonlar demek. Sanıyorum hükümetin gözünde, bu kayıp kaçak oranı elektrik fiyatlarını arttırmayarak çözülecek bir mesele olarak görünüyor. Yalnız şöyle iyi bir şey yapıldı, kayıp kaçakların azaltılması dağıtım özelleştirmelerinin bir parçası haline geldi ve dağıtım şirketlerinin gelir tavanlarının hesaplanmasında kayıp kaçak hedefleri açık olarak belirtildi. Bu düzenlemede kayıp kaçakları azaltma özendirimi yüksek çünkü dağıtım şirketi kayıp kaçak oranını ne kadar indirirse kârı o kadar artacak. Soru: Sizin gösterdiğiniz üçgen çerçevesinde teknolojik ülkelerin yapılanmaların, sizinki 2000 yılına kadardı, benim elimde şu anda 2002-2005 yılları arasında ihracat potansiyelleri var, yüksek, orta ve düşük teknoloji ve var olan kaynaklar açısından ve burada Türkiye orta teknolojide %24’ten %35’e fırlamış durumda. Yüksek teknolojide 8.9’dan 6.8’e inmiş. Çin yüksek teknolojide %20’den %35’e çıkmış ki bu sizin üçgendekinden çok daha yüksek sonuca yakın Çin bu açıdan. Hintliler orta teknolojide %46’dan %35’e inmiş. Yüksek teknolojide de seviyelerini korumuş gözüküyor. Türkiye bu açıdan orta teknolojide bir ivme yakalamış durumda ihracat potansiyeli açısından. Diğer nokta da sizin bahsettiğiniz –hangi- sorularıyla ilgili ve bir önceki oturumda Cevdet Bey, Tamer Bey ve Serhat Bey’in birleştikleri bir konuya değinmek istiyorum. Kalite, gerek kamudaki bütçedeki kalite, gerek büyümede kalite. Özellikle Cevdet Bey öyle bir noktadayız ki bundan sonra politikaları uygulamak eskisine nazaran daha zor dedi, bu görüşe çok katılıyorum ama Erol Bey’in hangi öncelik, bu önceliklerin tespiti ve bu önceliklere cevap verme aşamasında da çok dikkatli olunması yönünde tespitlerim var. Özellikle Serhat Bey’in bir grafiği vardı, yıldız sektörler diye, o grafiğin Çin için yapılanı da var bende, TEPAV’ın bir çalışmasında gördüm. O çalışmada Çin’de 5 tane yıldız sektör görülüyor. Bu yönde Cevdet Bey’in bir saptamasına bir ilave yapmak istiyorum. Teşvikler konusuna değindi. Teşviklerde devlet teşvik yapmamalı, yaparsa da across the board olsun, teşviki piyasa yapsın. Şimdi önümüzde Hasan Hoca’nın çizdiği bir program var, ilk maddede de sosyal devlet anlayışına da bir ölçüde değiniliyor, o çerçevede teşvik yapmaması diye bir unsur zaten söz konusu değil, olamaz da. Burada kaldığımız noktadan ileriye gitmek için kaliteli büyümede bir takım adımların atılması lazım, bu çerçevede bu teşvik politikasının Tamer Bey’in dediği gibi bölgesel bazda destek bulması belki en doğru yaklaşım diye düşünüyorum. Soru: Ben İzak Beye sormak istiyorum. Bu özellikle elektrik sektöründe rekabetin güçlendirilmesi konusunda AB içinde çok büyük tartışmalar var. Fransa özellikle milli şampiyonlar yaratmayı sektörde rekabetin önüne koyan bir politika izliyor ve bu arada AB Amerika ile olan arasındaki açığı kapatmak istiyor özellikle telekom ve elektrik alanlarında rekabetin kurumsallaştırılması ve geliştirilmesinde Amerika ile AB arasında ne kadar bir fark var ve bu fark ABD’nin Avrupa ‘ya göre daha yüksek bir performans göstermesinde ne kadar etkili oluyor? İzak Atiyas: Sorunuza tam cevap veremeyeceğim çünkü iyi bilmiyorum açıkçası. ABD’de böyle tek bir modelden bahsetmek çok zor. Özellikle Kaliforniya krizinden sonra mesela perakende piyasalarının açılması konusunda bir çok eyalette tedirginlik olduğu söyleniyor. Avrupa’ya dönersek, evet Fransa’nın çok ciddi bir direnişi var. Dikey bütünleşik elektrik ve gaz şirketlerinin dikey ayrıştırmaya tabi tutulması konusunda Avrupa Komisyonu çok ciddi bir şekilde bastırıyor. Yalnız Fransa değil, Fransa ile Almanya birlikte direniyorlar. O yüzden bu Eylül’de açıklanan tekliflerinde Avrupa Komisyonu mülkiyet ayrıştırmasının yanı sıra, bir başka model daha önerdi. Mülkiyet ayrıştırması şu demek: iletimi üretim ve perakendeden tamamen ayırıyorsunuz ki farklı perakendeciler ve farklı üreticiler arasında çapraz sübvansiyon benzeri araçlarla hakim işletmeci kendi şirketlerini kollayan bir politika içinde olmasın. Mülkiyet ayrıştırması gerçekleşirse iletim sistemitamamen bağımsız bir şebeke haline gelir ve tüm katılımcılar o şebekeye eşit şartlarla ulaşır. Avrupa Komisyonu bunu yapmaya çalışıyor. Bu direniş karşısında benim anladığım kadarıyla buna bir model daha ekledi tekliflerin içine. Bu model de iletim sisteminin mülkiyet ayrımına tabi olmasa da bağısız bir sistem işletmecisi tarafından yönetilmesi. Kamil Yılmaz: Galiba başka soru yok. Ben konuşmacılarımıza ve siz dinleyicilere çok teşekkür ediyorum ve toplantıyı kapatıyorum.