risale-i nur`da cihat kavramı

advertisement
RİSALE-İ NUR’DA CİHAT KAVRAMI
Doç. Dr. Metin YİĞİT
Dicle Üniversitesi
GİRİŞ
Cihat konusu geniş, dallı ve budaklı bir konudur. Cihat üst başlığı altında çok sayıda
mesele bulunmaktadır. Bunların tamamını ele almak tebliğimizin sınırlarını aşmaktadır.
Bunlardan özellikle günümüz Müslümanlarını ilgilendiren iki konu üzerinde durmak
istiyoruz:
 İslam’ın idare düzeyinde etkin olduğu toplumlarda cihâdın teori ve pratiği.
 İslam’ın idare düzeyinde etkin olmadığı toplumlarda başka bir ifadeyle
Müslümanların hâkim değil, mahkûm konumda olduğu devletlerde cihadın teori ve
pratiği.
Bu iki başlığı Risale-i Nur perspektifinden incelemeye çalışacağız. Ancak Risale-i
Nur’daki yaklaşımın daha iyi anlaşılması açısından önce konuya ilişkin fukahanın genel
kanaatini aktarmak istiyoruz.
1. FIKHÎ KAYNAKLARDA CİHAT TELAKKİSİ
A. Genel Yaklaşım
Konuyla ilgili açıklamada bulunan fıkıh kaynakları genelde bu konuyu iki ihtimâl
üzerinden işlemektedirler. İslam ülkesinin ve Müslümanların her hangi bir saldırıya
maruz kalmadığı durumlarda cihadın farz-ı kifaye, bir saldırı durumunda ise cihadın
farz-ı ayn olduğunu ifade etmektedirler.1
Burada yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu da belirtmek gerekir ki
fukahaya göre bu savaşların amacı farklı din ve inançların ortadan kaldırılması değildir.
Aksine bu yaklaşım, İslam’ın dünya düzeninde hâkim ve etkin bir unsur haline gelmesi
amacına matuftur. Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi başta olmak üzere İslam tarihi boyunca
gayr-i Müslim nüfusun ve onlara ait kurumların varlığı söylediğimiz hususu açıkça
ispatlamaktadır.
Muhyiddin en-Nevevî, Minhâcu’t-Tâlibîn, Thk. Nasruddin Tunısî, Neşr: Şeriketu’l-Kuds, Kahire, 1431, s. 625-627; İbrahim elHalebî, Mülteka’l-Ebhur, Thk. Vehbi Süleyman Gavucî, Daru’l-Beyrutî, Dımaşk, 1426, s. 333-334. (Bu tür açıklamaların akabinde
“hüdne” (mütâreke) kapsamında idarecilerin maslahata bağlı olarak savaşa ara verebileceklerini de ilave ederler.) (Nevevî,
Minhâc, s. 742)
1
Modern dönemde fıkhi mütalaalarda bulunan birinin zihninde şöyle bir itiraz
belirebilir: Fukahanın yaklaşımı hem dinî kabulün serbest iradeye dayanması gerektiği
ilkesine hem de yaşanan hayat gerçeğine -özellikle de modern dönemdeki devletler
muvazenesi gerçeğine- terstir.
Bu itiraza cevap vermeden önce kanaatimizce uluslararası ilişkiler disiplininde
tartışılan hegemonik iktidar teorisine (Hegemonic stability theory) bakmakta fayda vardır.
Bu teori vasıtasıyla fukahanın yaklaşımını daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyoruz.
Bu teori, günümüz uluslararası ilişkiler alanında en etkili ve en tartışmalı
teorilerinden biri olma özelliği taşımaktadır. Teoriye göre uluslararası sistemin istikrarı
için, devletlerarası etkileşimi sağlayacak ve güçlendirecek dominant bir güce ihtiyaç
vardır. Uluslararası kuralları yerleştirmek ve uygulamak için güçlü ve hegemonik bir
devlet olmalı ve diğer devletler bu devleti desteklemelidir. Bazı teorisyenler bu desteğin
rızaya dayalı olması gerektiğini savunurken bazıları da böyle bir şartı aramamaktadır.
Söz konusu hegemonya sayesinde uluslararası kurallar kolayca uygulanır ve sorunlara
anında müdahale imkânı oluşur.
Netice itibariyle bir devlet olmadan toplumsal istikrarı üretmek mümkün olmadığı
gibi dünya genelinde de hegemonik bir güç olmadan da küresel istikrar sağlanamaz. Her
sistem kendisini bu küresel güce aday olarak görmektedir. Fukahanın cihat
tasavvurunda da buna yakın bir mana bulunmaktadır. Fukaha, küresel adaleti ancak
İslam’ın dünya ölçeğinde etkin ve hâkim bir güç olmasına bağlamaktadır. Bu açıdan
baktığımızda klasik fıkıh kaynaklarında yer alan yaklaşımlara benzer düşüncelerin değişik kalıplarla ifade edilmiş olsa da- güncelliğini koruduğunu söyleyebiliriz.
B. İbn Ömer’in Yaklaşımı
Fukahanın genel yaklaşımı yukarda aktardığımız minval üzeredir. Bundan ayrı
olarak daha ziyade muasır âlimler tarafından dile getirilen ve köken itibariyle sahabe
dönemine kadar uzanan ikinci bir yaklaşım daha bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre
İslam’da sulh esas, savaş arızîdir. İslam Devleti karşı tarafın tecavüzü, hak ihlâli vb.
sebepler bulunmadıkça gayr-i Müslim devletlerle devamlı sulh içinde yaşar ve iyi
ilişkiler kurar. İslam’da savaş barış içindir ve savunmaya yöneliktir. İlk taarruz daima
karşıdandır.2 Üstad Bediüzzaman’ın bazı ifadeleri de bu yaklaşımı teyit eder niteliktedir:
“Âlem-i İslamın cihâdı, zamanen iki yüz senelik, mekânen ikiyüz günlük tedâfüî bir harp ve darp
cephesi vardı…”3
Yukarda belirttiğimiz gibi bu görüş, kökleri itibariyle sahabe ve tabiûn dönemine
kadar uzanmaktadır. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre bu görüşün ilk mümessilleri
Abdullah b. Ömer, İbn Şübrüme, Ata b. Ebi Rebah, Amr b. Dinâr ve Süfyan es-Sevrî’dir.
2
3
Hayreddin Karaman, Ana Hatlarıyla İslam Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul 1993, C. I, s. 274.
Lemeât, s. 493.
Bu âlimlere göre savaş farz olmayıp tatavvu hükmünü taşımakta ve savunmaya
yöneliktir.4
Mezkûr âlimlerin yaklaşımını usul diliyle şöyle yorumlamak mümkündür: Kur’an ve
Sünnette savaşı emreden ayetler belli illetlere dayalı (makûlu’l-mana) ayetlerdir. Başka
bir ifadeyle ayetlerdeki savaş hükmü, belli bazı gerekçelere dayanmaktadır. Bu
gerekçeler var oldukça “savaşın gerekliliği” hükmü devam eder. Gerekçelerin ortadan
kalkmasıyla savaş anlamındaki cihadın gerekliliği da ortadan kalkar.
2. RİSALE-İ NUR’DA CİHAT
İlim erbabı, genellikle ele aldığı konuları yerleşik terminoloji üzerinden izah
etmektedir. Bazı âlimler ise yerleşik terminoloji yerine farklı bir kavramsallaştırmaya
gidip kendilerine özgü bir anlatım tarzı geliştirirler. Bediüzzaman Said Nursî’yi bu ikinci
kısımda mütalaa etmek gerekir. Bediüzzaman özü itibariyle yeni olmasa da yerleşik
terminolojiden farklı bir kavram örgüsü üzerinden konuları anlatmaktadır. Bu tarzın
bariz olarak görüldüğü hususlardan biri de cihat konusudur.
Bediüzzaman’ın cihat sınıflandırması şu şekildedir: Maddî ve manevî cihat, Haricî ve
dâhilî cihat.
Tebliğimizin başında da belirttiğimiz gibi bu tasnif, İslam’ın idarî düzeyde hâkim
olmadığı toplumlardaki cihâdın keyfiyetini anlamak açısından daha açıklayıcı ve daha
işlevsel bir tasniftir. Şimdi Bediüzzaman’ın konuya dair açıklamalarına bakalım.
A. Maddî ve Manevî Cihat Ayrımı
Maddi cihatla kastedilen şey kuvvete başvurarak yapılan cihattır. Manevî cihat ise
maddî kuvvete başvurmak yerine iman esaslarının yerleşmesine çalışmak suretiyle
toplumun tabandan dönüşmesini sağlamaktır. Bu ayrımın şer’î dayanakları adına
aşağıdaki ayet ve hadisi zikretmekle yetinmek istiyoruz:
Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nde Hz. Peygamber’e (s.a.v) şöyle hitap etmektedir: “Ey
peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihat et” 5 Kâfirlere karşı cihat, yerine göre
kuvvetle ya da ikna vb. yöntemlerle yapılır. Ancak münafıklara karşı cihat, bütün
müfessirlerin ittifakıyla kuvvet ve şiddete başvurmadan sadece delil ve ikna yöntemiyle
gerçekleştirilir.6
Abdullah İbn Amr anlatıyor: Bir sahâbî Hz. Peygambere geldi ve cihada (savaşa)
katılmak için ondan izin istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, “Annen-baban var
4
Vehbe Zuhaylî, Asâru’l-Harb fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dâru’l-Fikr, 1401, s. 86-87.
5
Tevbe, s. 73.
Kadı Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, Dersaadet Basım, İst., C. 1, s. 413.
6
mı?” diye sordu. Adamın “evet” demesi üzerine, “Sen onlara hizmet ederek cihat et”
buyurdu.7
Yukarda aktardığımız ayet ve hadis, cihadın maddî kuvvete ve savaşa münhasır
olmadığını, dinî hizmet ve faaliyetler manasında da kullanıldığını göstermektedir.
Bediüzzaman’a göre maddi cihat sadece hariçte uygulanırken manevi cihat hem
hariçte hem de dâhilde tatbik edilir.
Bediüzzaman’ın buna dair bazı ifadelerine bakalım:
“Cihâd-ı manevi tahribata karşı çalışmaktır ki maddî değil, manevî hizmetler lazımdır.” 8
Şuâlar’da dinî alanda meydana gelen tahribata karşı Risale-i Nur’un iman-ı tahkiki
kılıcıyla manevi bir cihâd yürüttüğünü belirtir: “Asrımızın cihâdı iman-ı tahkiki kılıncıyla
olur.”9
“Bu zamanda cihâd manevîdir”10
Üstadın manevî cihadı tercih etme sebeplerine dair şunları söyleyebiliriz: Manevi
cihatta tebliğ ve ikna esastır, maddî cihatta ise kuvvet. Bediüzzaman, asrımızın
medeniyet asrı olması hasebiyle galebenin kuvvet uygulayarak değil, ikna ile mümkün
olacağına dikkat çeker:
“Bu medeniyet zamanında ise âlemin hükümranı ilim ve marifettir. Şimdi herkeste bir meyl-i
taharri-yi hakikat peyda olmuş. Bunlara karşı tasvir-i müddea tesir etmez. Ancak tesir ettirmek
için isbat-ı müddeâ ve ikna lazımdır.”11
Günümüzde güç mefhumu değişmiştir. Saldırıların asıl unsurları ordular değil;
kitaplardır, kitle iletişim araçlarıdır, eğitim ve sosyal faaliyetlerdir:
“Bu zamanda ehl-i İslam’ın en büyük tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin
bozulması ve imanın zedelenmesidir.”12
Eskiden saldırılar maddî nitelikli ve kuvvete dayalı olduğundan Müslümanlar da bu
saldırılara maddî kuvvetle karşı koymak durumundaydılar. Ancak günümüzdeki
saldırılar daha ziyade düşünce, sanat ve kültür alanına kaymış durumdadır. Dolayısıyla
Müslümanların bu alanlardaki faaliyetlerle mukabelede bulunması gerekir.
Bediüzzaman’a göre “en büyük düşman, gayr-i mahsus ve dâhili düşmandır. O da üç büyük
müthiş düşmandır. Birincisi fakr, ikincisi cehl, üçüncüsü ihtilaftır. Bu üç düşmana cihâd etmeye
dinen mükellefiz.”13
Müslim, Birr, 5, III, 1975; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2, IV, 191-192, No: 1671.
Emirdağ Lâhikası, s. 458.
9 Şuâlar, s. 243.
10
Emirdağ Lâhikası, s. 455.
11 İçtima-i Reçeteler, s. 70; Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65.
12
Lem’alar, s. 103.
13
İçtimaî Dersler, s. 527.
7
8
“Üç elmas kılıncı elde etmek lazımdır. Birincisi muhabbet-i millî, ikincisi ittihad, üçüncüsü
maariftir. Cihâd-ı hariciyeyi İslamiyetin hakaik-ı ulviyesinin berahin-i katıasının elmas
kılınçlarına havale edeceğiz. Bu zamanın cihâdı, muhabbet ve tahabbübledir, tahvif ile değildir.” 14
Cihadın bu kısmı (manevî cihat) hem fert, hem toplum hem devlet tarafından ifa
edilir.
Üstadın manevi cihadı önceleme gerekçesi olarak yukarıda belirtilenlerden ayrı olarak
şunu da kaydedebiliriz: Üstad, kuvvet ve siyaseti topuza benzetir. Manevî cihada
başvurulması gereken yerde maddî cihada başvurmanın, dini hakikatlerin istismarını ve
ithamını beraberinde getireceğini belirtir:
“Bu zamanda ehl-i İslam’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin
bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler
ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler
münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi
ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem topuz-ikisini,
bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur
olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî
cihâdın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin
tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak
nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.”15
B. Dâhili ve Harici Cihat Ayrımı
1.
Dâhili Cihat
Bu ayrımın dayanağı bazı ayetler ve nebevi tatbikattır. Bu konuyu izah sadedinde
Üstad Bediüzzaman da sık sık şu ayete atıfta bulunur: “Hiçbir günahkâr, başka bir
günahkârın günah yükünü yüklenmez”16
Maddi kuvvete başvurulan ortamlarda suçluların yanı sıra suçsuz insanların da
mağduriyeti kaçınılmazdır. Suçluları cezalandırma adına bile olsa suçsuz insanların
mağdur edilmesi Kur’an’ın emrine aykırıdır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Mekke ve Medine dönemlerinde farklı tutum izlemesi
konumuza ışık tutmaktadır. Müslümanların mahkûm ve baskı altında olduğu bir
toplumda Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün eziyet ve işkencelere rağmen sabrı telkin etmiş
ve bazı fertleri şehit edilen Yasir ailesine: “Sabredin ey Yasir ailesi, yeriniz cennettir”
şeklinde hitap etmiştir. 17 Burada henüz cihat ayetlerinin inmemiş olduğu ve bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)’in kuvvete başvurmadığı gerekçesiyle itiraz edenler
olabilir. Ancak bu itiraz, yerinde bir itiraz değildir. Zira öncelikle cihat ayetlerinin neden
14
15
16
17
İçtima-i Dersler, s. 526.
Lem’alar, s. 155; Ayrıca bkz. Mektubat, s. 52, 53, 405.
İsrâ, 15.
İbn Hişâm, Sire, I/342; Hâkim, Müstedrek, III/432.
bu dönemde inmediğine dikkat etmek gerekir. Kanaatimizce maddi kuvvete başvurma,
hem neticesiz hem de şer’î sınır ve ölçüleri zedeleyici tutumları kaçınılmaz kıldığından
Cenâb-ı Hak bu dönemde savaş ayetlerinin nüzulünü murat etmemiştir. Medine’de
müstakil bir idarî bünye oluştuktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v), oluşan bu bünyeyi
korumak için maddi kuvvete başvurmuş ve hariçten gelen saldırılara karşı koymuştur.
Yukarda aktardığımız hususlardan dolayı âlimler nefsi müdafaa haricinde İslam
toplumunda maddi kuvvete başvurmanın doğru olmadığını dâhilde kuvvete
başvurmanın ve cezaları tatbik etmenin devlete ve devlet yetkililerine mahsus olduğunu
belirtmişlerdir.18 Aynı espriden hareketle “Sizden kim bir münker görürse onu eliyle
düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle
buğzetsin. Bu kadarı da imanın en zayıf mertebesidir.” 19 hadisinde yer alan “elle
düzeltme”yi devlet müdahalesiyle yorumlamışlardır.
Bu kısa açıklamadan sonra Üstad’ın konuya dair açıklamalarına geçelim:
“Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet
hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata
karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihâd başka, dâhildeki cihâd başkadır.
Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak
âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihâd-ı
mâneviyedeki fark pek azîmdir.” 20 Bediüzzaman, kuvvet kullanımının harice hasredilme
sebebini şöyle açıklamaktadır:
“Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. ‫َو َال ت َ ِز ُر َوا ِز َر ٌة ِو ْز َر‬
‫ ُاخ َْرى‬düsturu ile -ki "Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mesul olamaz" işte
bunun içindir ki- bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım.
Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin
düsturuyla vazifemiz, dâhildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki,
âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir
içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihâd-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye
karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi
yapmakla mecbur ve mükellefiz.”21
Üstad, On İkinci Şua’nın sonunda dâhilde kuvvet kullanmanın masumların haklarının
ihlâline müncer olacağını şöyle açıklar:
“Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten menetmiş çünkü masumlar belaya
düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.”22
Akabinde
izah
isteyenler
için
bunu
şöyle
detaylandırmaktadır:
“Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve
umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir
18
Nevevî, Minhacu’t-Talibîn, s. 670.
Müslim, İman 78/49; Ebu Dâvud; Salâtu'l-İydeyn 248/1140; Tirmizî, Fiten 11/2173.
20 Emirdağ Lâhikası, s. 456.
19
21
Emirdağ Lâhikası, s. 455.
22
Şuâlar, s. 270.
eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile
müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da
ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir
iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve
adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde
kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi
otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte, Kur’ân'ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan
kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı
tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.”23
Üstad benzer açıklamaları bazen de hem suçlu hem de suçsuzları taşıyan bir geminin
batırılması istiaresi üzerinden yapmaktadır:
“Bir hanede veya bir gemide bir tek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun
hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz
mâsumu bir tek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en
azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dâhilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde
on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i
Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi
muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.”24
Yukarıda aktardığımız hususları Üstad’ın pratiğinde de görmekteyiz. Toplumda
asayişi muhafazaya özel bir önem atfetmiştir: Bu cümleden olarak Üstad’ın 31 Mart
Vakası’ndaki tutumunu, başkaldıran sekiz taburun subaylarını itaate ikna etmesini,
İstanbul’daki hamallara ve medrese öğrencilerine yaptığı telkinleri zikredebiliriz.
Bu açıklamalar maddi kuvvetin ancak dışarıya karşı kullanılabileceğini
göstermektedir. İçeride zaruret-i katiye dışında kuvvete başvurulamaz: “Risale-i Nur'a
karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah
bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı
Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu
milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler
Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi, cüz'î ve neticesiz hâdiselere bulaşmazlar. Allah etmesin,
eğer mecburiyet-i kat'iye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur'a hücum edilse, elbette
hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.” 25 Kanaatimizce
Üstad’ın burada “mecburiyet-i katiye” ile kastettiği şey, nefsi müdafaadır. Bir mümin,
dâhilde ya da hariçte kendisine ve ailesine yönelen bir saldırıyı defetmek durumunda
kalabilir. Bu tarzdaki saldırıların asgari zararla defedilmesi gerekli ve meşrudur. 26
Bunun dışında sistemli ve örgütlü bir kuvvet kullanımına başvurmak neticesizdir ve caiz
değildir. Sıkıntıları sabırla karşılayıp kaderin mesajını anlamaya çalışmak gerekir.
Kuvvete başvurmak yerine yapılması gereken iman, İslam ve ihsanı yerleştirmek ve
derinleştirmektir.
23
Şuâlar, s. 270.
s. 382.
25 Şuâlar, s.317; Ayrıca bkz. Emirdağ Lâhikası, s. 273.
26
Nevevî, Minhâcu’t-Tâlibîn, s. 720.
24Emirdağ,
Bediüzzaman, vefatından önce nur talebelerine verdiği son derste şunları ifade
etmektedir: “Aziz kardeşlerim, bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.
Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler
âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet imân hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle
mükellefiz.”27
2. Harici Cihat
Bediüzzaman’a göre kuvvet ve şiddet içeren manadaki cihat genelde dışa karşı
kullanılır. Hatta Ona göre günümüzde insanlığın geldiği seviye itibariyle fiili bir saldırı
olmadığı sürece harice karşı da kuvvet ve korkutma yöntemini bırakmak gerekir: “Her
bir mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki
etmektir. Zira, ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz
de, fen ve san'at silâhıyla i'lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı
efkârla cihâd edeceğiz. Amma cihâd-ı haricîyi şeriat-ı garrânın berahin-i kâtıasının elmas
kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler
gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”28
Bediüzzaman, çağımız şartlarında harice karşı maddî şiddet ve kuvvet kullanımı
yerine başka yöntemleri öncelemektedir: “Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi,
düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla
olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin
mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.”29
Arapça Hutbe-i Şâmiye zeylinde yer alan ve birçok baskıda tayyedilen bir soru-cevapta
şöyle demektedir:
“Sual: Günümüz medeniyeti dinî cihâda müsaade etmediği gibi fetva da vermiyor. Bu konuda
medeniyet ile İslamiyet arasında nasıl mutabakat sağlanacak?
Cevap: Medeniyet gayr-i meşru vesilelere meşruiyet verdiği halde İslam Dini bütün şeriatlarda
var olan cihâda nasıl müsaade etmesin. Dünyada kötülükler bulunduğu sürece fazilet de bunlara
karşı mücahede edecektir. Demek cihâd ebedidir. Sonra bulunduğumuz yer bize dar olmayıp bize
yetecek kadar geniş olduğundan saldırı değil, savunma konumunda olacağız. Zaten dinimizin
temel esasları da bunu işaret etmektedir. ‫ يا أهل الكتاب تعالوا إلي كلمة سواء بيننا وبينكم‬، ‫ال إكراه في الدين‬
ayetleri de gösteriyor bizim asıl vazifemiz savunmadır. Ayette geçen ‫تعالوا‬kelimesi öncelikli
vazifemizin onları hakta ittifaka davet etmek olduğuna işaret etmektedir. Bundan sonraki
görevimiz ise ancak yoluyla müdafaadır.” (İçtimaî Dersler- Hutbe-i Şamiye, s. 72 )
Bediüzzaman’ın harice karşı yapılan cihadda da manevi unsurları öncelemesinin
nedenleri hakkında şunu söyleyebiliriz: Usul-i fıkıhta belirtildiği üzere “Hükümler, illete
bağlı olarak deveran eder.” Cihat da dayandığı illete bağlı olarak anlaşılıp
uygulanmalıdır. Bediüzzaman’a göre cihadın illeti hakkın hâkimiyeti ve barıştır:
“İslamiyet insaniyette temin-i müsalemet ve i’la-yı kelimetullah için cihâd ister.”30
27
Emirdağ Lâhikası, s. 455.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65.
29
Hutbe-i Şâmiye, s. 41.
30 Lemeât, s. 493.
28
Cihatla ulaşılmak istenen bu idealleri günümüzde gerçekleştirmenin yolu eskiye
oranla farklılık arz etmektedir. Zira ne kuvvet mefhumu eskisi gibidir ne de şartlar eski
şartlardır. Bunların yerine Müslümanların dini doğru yaşama ve iyi temsil etme
noktasına yoğunlaşmaları gerekir: “Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve
istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.” 31 “Eğer biz ahlâk-ı
İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette
cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete
dehalet edecekler.”32
Gayr-i Müslimlerin İttihad-ı Muhammediye’den ürküp tevahhuş edebilecekleri
ihtimaline karşı şöyle der: “Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i
taassuplarında İslâmiyetin ulviyetine dair konferanslarla takdis etmeleri bu ihtimali reddeder.
Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i'lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve
cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve
harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana
hücumdur. Amma ecnebîlerin vahşî oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husumet
ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi
etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan
husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna
iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef'al ve
ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.” 33 Sonuç itibariyle
şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman’a göre cihat, belli bir espri ve manaya binaen farz
kılınmıştır. Bu espri ila-yı kelimetullah ve müsalemet-i umumiyedir. Günümüz
dünyasında şartlar değiştiğinden dolayı Müslümanların da kendilerini kuşatan şartları
özümseyip hikmete uygun olarak sonuç veren yol ve yöntemlere başvurması
gerekmektedir. Bu da klasik manada şiddet ve kuvvet yerine iknayı öncelemeyi
gerektirmektedir. Ancak bu ifadeler, Bediüzzaman’ın maddî anlamdaki cihadı bilkülliye Müslümanların gündeminden çıkardığı şeklinde anlaşılmamalı. Zira şartlar
tahakkuk ettiğinde maddi cihada da başvurulabileceğini açıkça belirtmektedir. Nitekim
kendisi de öğrencilerinin önemli bir kısmını kaybetmek pahasına Rus savaşına bilfiil
iştirak etmiş ve esir düşmüştür.
Kendisinin mevcut şartlarda niçin maddi kuvvete başvurmayacağını anlattığı bir
yerde şöyle demektedir: “Amma maddî cihâdın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir.
Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır.”34
Düşmanın saldırılarına karşı fiilen savaşıp şehit düşenlerin veli olduğunu ve bazı
durumlarda cihâdın farz-ı kifayeden farz-ı ayna dönüştüğünü belirtir: “Eskiden beri i'lâ-yı
kelimetullahı ve beka-yı istiklâliyeti ve İslâm için farz-ı kifaye-i cihâdı deruhte ile kendini,
yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i
İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu
musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını harikulâde tâcil etti.”35
31
32
Münâzarât, s. 80-81.
Emirdağ Lâhikası, s. 369.
33
Hutbe-i Şâmiye, s. 103.
34
Lem’alar, s. 96.
Mektubât, s. 457.
35
“Şehid velidir. Cihâd farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn
hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi, cihâdda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi
asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet yakînen tebeyyün etmezse, cihâd
şahadet-i hakikiyeyi intaç eder. Zira vücub tezâuf etse taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden
niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millete, birden bire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse, az
bir mükâfat değildir.”36
Bu açıklamalar Bediüzzaman’ın manevi cihadı öncelemekle birlikte gerektiğinde ve
şartları tahakkuk ettiğinde maddî cihada başvurmayı da öngördüğünü ortaya
koymaktadır.
SONUÇ
Cihat konusu farklı fikir ve yaklaşımların ileri sürüldüğü karmaşık bir konudur.
Kur’an ve Sünnette yer alan nasslar birbiriyle mütenakız denebilecek derecede farklı
yorumlara konu olabilmektedir. Bir taraftan Müslümanların tıpkı geçmişte olduğu
maddi anlamda kuvvete başvurmaları gerektiğini ileri süren ve bu doğrultuda harekete
geçenlerle karşılaşmaktayız. Öte yandan maddi anlamda kuvvetin miadını
doldurduğunu, günümüz Müslümanlarının sadece barışçıl yollarla mücâhede etmesi
gerektiğini ileri süren Müslümanlarla yüzleşmekteyiz.
Kanaatimizce bu keşmekeş ortamında Risale-i Nur,
çözmememize yarayan mutedil bir bakış açısı sunmaktadır.
zihinlerdeki
gerilimi
Risale-i Nur perspektifinden baktığımızda prensip olarak her iki tür cihadın meşru ve
gerekli olduğunu anlarız. Risale-i Nur’a göre maddi cihat ve kuvvet, zamanı ve zemini
gelince ehli tarafından harice ve dış düşmana karşı tatbik edilir. Ancak günümüz
şartlarında diğer imkânları tüketmeden buna başvurmak doğru değildir. Zira medeni
insanları kuvvetle etkilemek mümkün değildir.
Günümüz şartları dikkate alındığında şer’î kaynaklardaki açıklamaların Risale-i Nur
perspektifinden yorumlanmasının daha yararlı olacağını söyleyebiliriz.
36
Hutbe-i Şâmiye, s. 151.
Download