devlet-baskani-e-akademi-son-hali

advertisement
Son Güncelleme Tarihi 02.02.2006
ŞUBAT 2006-SAYI 48
Makale
ÖNCEKİ HUKUKUMUZA GÖRE DEVLET BAŞKANININ YETKİLERİNİN
SINIRLANMASI
Abdullah Demir *
GİRİŞ
Dini ve tarihi literatürümüzde devlet başkanı yerine halife[1], imam[2], emire’lmüminin[3], ülü’l-emr[4], bey[5], emir[6], sultan[7], melik, şah[8], han[9], hakan[10],
padişah[11] gibi kavramlar kullanılmıştır. Ortak noktaları devlet başkanlığı olan bu
kavramların farklı anlamları da bulunduğu için günümüzde her biri farklı seviyelerde ve
konumlarda kullanılabilirliğini devam ettirmektedir.
İslam hukukunda devlet başkanı ve devlet başkanlığı ile ilgili konular Raşid halifeler
dönemi ile aktif şekilde gündeme gelmiştir. Medine site devletinin kurulmasıyla İslamî
yönetim sistemi oldukça özgürlükçü bir düzen olarak başlamış olmasına rağmen, ilk dört
halifeden sonra sultanlığa dönmüştür. Emevilerin kuruluş devri (41-64/661-684) İslam kamu
hukuku tarihi açısından hilafetin saltanata dönüşmesi olayının başlangıcını temsil etmektedir.
Saltanat uygulaması Emeviler’den önce ne Müslümanlar’da ne de cahiliye Araplar’ında
bulunmaktadır. Arapların geleneksel siyasi kültürünü çok iyi özümseyen Muaviye, önemli
ölçüde yabancı kültürlerin etkisinde gelişen yeni rejimin kuruluş ve işleyişinde başarılı
olmasını bilmiştir.[12] Hilafetten salatanata geçişin çok çeşitli zararlı sonuçları olmakla
birlikte konumuzla ilgili sonucu ise, yetkileri sınırlı bir devlet başkanı tipinden, daha geniş
yetkilere sahip devlet başkanı tipine geçilmiş olmasıdır.
İslam’da devlet başkanının yetkileri konusunda oldukça spekülatif yaklaşımlar
gösterilebilmektedir. Bu cümleden olarak bir kısım kimseler İslam hukukunda devlet
başkanının sınırsız yetkilere sahip bir diktatör olduğunu söyleyebilmektedir. Emevilerden
itibaren başlayan saltanat yönetiminde devlet başkanının mutlak monarşi çerçevesinde ülkeyi
idare etmesi bu gibi spekülatif yaklaşımlara sebep olmaktadır. Halbuki her konuda olduğu
gibi bu konuda da asr-ı saadet dönemi referans alınmalı ve hükümler ona göre verilmelidir.
Hz. Peygamber dönemine bakıldığında başta devlet başkanı olmak üzere bütün yöneticilerin
yetkilerinin sınırları üzerinde durulduğu ve uygulamanın buna göre şekillenmiş olduğu
görülmektedir. Daha sonra gelen hulefa-i raşidin dönemlerinde Hz. Peygamber dönemi
uygulamaları esas alınarak yönetim sistemi şekillendirilmiştir.
Devlet başkanının yetkilerinin sınırlı olması sadece günümüz yönetimlerine has bir
kavram mıdır? Yoksa İslam tarihinde bu kavram üzerinde durulmuş mudur? Bazı ayetlerde ve
özellikle pek çok hadiste devlet başkanına itaat üzerinde fazlaca durulduğu görülmektedir.[13]
Buna
karşılık
devlet
başkanının
yetkilerinin
sınırları
üzerinde
aynı
fazlalıkla
durulmamaktadır.[14] Bu farklılık neyi ifade etmektedir? Genelde insanların kafasında,
tarihimizdeki devlet başkanlarımızın çok geniş yetkilere sahip olduğu kanaati vardır. Acaba
bu kanaat doğru mudur? Önceki devlet başkanlarımızın her sözü kanun muydu? Her
istediklerini yapabiliyorlar mıydı? Yargı dokunulmazlığına sahip miydiler? Yönetimde tek
söz sahibi miydiler? Bunun gibi sorulara aşağıdaki bölümlerde cevap verilmeye çalışılacaktır.
I. İSLAM ÖNCESİ DÖNEMDE DEVLET BAŞKANI
Önceki hukukumuza göre devlet başkanının yetkilerinin sınırlanmasına geçmeden
önce İslam öncesi dönemdeki devlet başkanı üzerinde duralım. Malum olduğu üzere
İslam’dan önce de Arabistan’da kurulmuş küçük devletler bulunmaktadır. Bizans
himayesindeki Gassaniler, İran himayesindeki Hire Ülkesi ve Mekke Şehir Devleti
bunlardandır.[15] Mekkedeki yönetim, bazı araştırmacılar tarafından orta zamanların
cumhuriyetine benzetilmiş ve Mekke Cumhuriyeti olarak adlandırılmıştır.[16] Mekke’de
Darü’n-Nedve ve Hılfu’l-Fudul gibi meclisler, Mekkedeki yönetimi cumhuriyete benzetmeye
sebep olmuştur.
Buna karşılık Muhammed Hamidullah’a göre Mekke oligarşik bir yönetimdir. Bu
yönetim babadan oğula geçen on kadar yöneticinin oligarşisidir. Bunlar bir tür bakanlar
kurulunu teşkil etmekte ve kararları istişare ile almaktadırlar.[17]
Mekke’de yönetimle ilgili hizmetler ileri gelen aileler arasında paylaştırıldığından
araştırmacılar Mekkeyi bir cumhuriyete benzetmişlerdir. Abdü’d-Dar Oğulları, Kabe’yi
koruma, içindekilere sahip çıkma ve anahtarlarını elde bulundurma görevi olan “sidane” ve
“hicabe” görevini yerine gettirmektedir. Hacılara su verme ve Kabede kötü söz söylenmesine
engel olma görevleri Abbas b. Abdulmuttalib’indir. Hacılara yemek vermek görevi
Haşimoğulları’ndadır. Önemli meselelerde karar vermek için kumar oku atmak demek olan
“eysar”
da
Cumahoğulları’ndadır.
Beytülmal
demek
olan
“emvalü’l-muhaccere”
Sehmoğullarındadır. İstişare meclisi demek olan “meşure” görevi de Esedoğullarındadır.
Diyet
ve
tazminat
talepleriyle
ilgilenmek
demek
olan
“eşnak”
görevi
de
Temimoğullarındadır. Savaşan kabileler arasında barış elçiliği yapmak demek olan “sefare”
görevi de Ömer b. Hattab’ındır. Sancaktarlık görevi de Ümeyyeoğulları’ndadır. Savaş
aletlerinin içinde bulunduğu çadıra sahip olmak görevi de Mahzumoğulları’ndadır.[18]
Görülüyor ki, Mekke site devleti bir monarşi olmadığından böyle parçalanmış bir siyasi irade
içerisinde sınırsız yetkilere sahip bir devlet başkanı bulmak imkansızdır.
II. DEVLET BAŞKANININ YETKİLERİNİ SINIRLAMANIN SEBEPLERİ
Hz. Peygamberlerin yetkilerinin sınırsız olmadığı Kur’an’da pek çok ayette
geçmektedir. Onun hayatı vahiy ile düzenlenmiş ve sınırlanmıştır. Bununla birlikte Hz.
Peygamber ashabı ile çeşitli meselelerde istişare etmekten geri durmamış, her bir sahabe, Hz.
Peygambere yaptıklarıyla ilgili soru sorabilmiş ve hatta Hz. Peygamber’den farklı görüşler de
ileri sürebilmişlerdir. Hz. Ömer gibi bir kısım sahabiler kendi görüşlerini istek üzerine ya da
talep edilmeden söylemişlerdir. Mesela, Hudeybiye’de Hz. Ömer’in barış şartlarını ağır
bularak, karşı görüş beyan etmesi, münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b.Selül’ün cenaze
namazının Hz. Peygamber tarafından kılınmaması gerektiğini söylemesi gibi çeşitli örnekler
bulunmaktadır.[19] Bir peygamber için böyle sınırlamalar olunca, daha sonra gelecek devlet
başkanları için daha fazla sınırlamaların bulunması tabiidir.
Sınırlamanın sebeplerinden birisi, ceberut, monark ve diktatör hükümdarlar
döneminde insan haklarının çok fazla ihlal edilmesi ve zulüm irtikap edilmesidir.[20] İslami
yönetim şeklinin, bir monarşi ya da diktatörlük olmadığı bellidir.[21] Dini, hukuki, siyasi,
sosyal ve ahlaki hiçbir sınır tanımayan Firavun, Nemrut ve Karun gibi hükümdarlar,
kendilerini sonsuz bir güç ve yetkiye sahip zannetmeleri sebebiyle Kur’an’da kötülenerek
anlatmaktadır. Bunların karşısında Hz. Süleyman, Hz. Davut, Belkıs gibi Kur’an’da övülerek
anlatılan iyi tipteki hükümdarlar sınırsız yetkiye sahip değillerdir. Bir devlet başkanı olan Hz.
Peygamber de yukarıda ifade edildiği gibi sınırsız bir yetkiye sahip değildir.
Yetkileri
sınırlanmamış
yöneticiler,
toplumu
ve
fertleri
sıkıntılı
hallere
düşürmüşlerdir. Daha geçen asırda faşist ve komünist diktatörlerin hem kendi halklarına hem
de bütün insanlığa ne kadar büyük zararlar verdiği unutulmamış olduğundan fertlerin ve
toplumun rahatı için yöneticilerin yetkilerinin sınırlı olmasının önemi daha iyi idrak
edilmektedir.
Diğer taraftan İslam hukukuna göre sınırsız güç ve iktidarın sadece
Allah’a (cc) ait olduğu Kur’an’da çok yerde “O her şeye kadirdir” denilerek ifade
edilmektedir. O halde Allah’dan başka kimseler, peygamber ya da devlet başkanı da olsalar
sınırsız bir iktidara sahip değillerdir. Bir devlet başkanının sınırsız bir iktidar davasında
bulunması, bir tür ilahlık iddiasıdır ki bu da İslam’a göre en büyük günahlardan birisidir ve
böyle bir iddia sahibinin İslam’la bir ilgisi kalmamış demektir.
III. YASAMA YETKİSİNİN SINIRLANMASI
İslam hukukunun meydana getirilmesinde devlet başkanlarının fonksiyonu çok
sınırlıdır. Bir devlet başkanı ancak müçtehid ise içtihad faaliyetine katılabilir. Bu da ilk dört
halife döneminde görülen bir uygulama olmuş daha sonraki halifeler idari ve siyasi alanların
dışında hukuka müdahale etmemişlerdir. Zira müdahale etmek için gerekli olan içtihad
bilgisine sahip değillerdir. Devlet başkanları sadece İslam hukukunun düzenlememiş olduğu
siyasi ve idari yapı, miri arazi, vergiler, tazir cezaları gibi alanlarda yine İslam hukukunun
genel yapısına ters düşmeyecek şekilde sınırlı bir yasama faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunu
yaparken de yine yetkili hukukçulardan faydalanmışlardır. Bunun dışında devlet başkanlarının
yapmış oldukları kanunlaştırma faaliyetleri gerçek anlamda bir yasama (teşri’, legislation)
değil, sadece resmi bir tedvin (codification)dir. Mecelle, Fetava-yı Hindiyye veya el-
Alemgiriyye bunlardandır.[22] Bu durumda devlet başkanlarının yasama yetkilerinin oldukça
sınırlı olduğu anlaşılmaktadır.
A. DEVLET BAŞKANININ YASAMA YETKİSİNİN KUR’AN TARAFINDAN
SINIRLAMASI
Yasama yetkisi esas itibariyle kanun koyucu olan Allah ve Resulü’ne ait olduğundan
İslam’da devlet başkanının yasama yetkisi çok sınırlı kalmıştır. Hz. Peygamberden sonra ise
yasama yetkisi, sınırlı bir şekilde müçtehidlere ve devlet başkanına geçmiştir.[23] Müçtehid
hukukçular, bir mesele hakkında içtihadda bulunurken ilk önce Kur’an ve Sünnette bununla
ilgili bir “düzenleme” olup olmadığına bakarlar. Varsa ayrıca bir içtihadda bulunmazlar. Bir
düzenleme yoksa yani konuyla ilgili muhkem ayet veya hadis bulunmuyorsa, İslam
hukukunun diğer kaynaklarıyla beraber bu iki kaynağı da kullanarak içtihadda bulunurlar.[24]
Yasama yetkisindeki bu hiyerarşik yapıyı, itaat ile ilgili ayetlerde de görmek mümkündür:
“Ey İman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan ulülemre itaat
edin.”[25] Bu ayette ulülemre yani yöneticilere itaat Allah’a ve resulüne itaatten sonra
zikredilmiştir. Demek ki devlet başkanının Kur’ana ve sünnete aykırı düzenlemelerine itaat
edilemez.[26] Devlet başkanının yasama faaliyetleri Kur’an ve sünnet ile sınırlanmış ve
düzenlenmiştir.
Yine “Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah
işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin. Allaha karşı gelmekten
sakının.”[27] ayetinde de genel manada hukuka uygun işlere yardım etmek, hukuka aykırı
olanlara destek olmamak anlatılmaktadır. Özel manada ise devlet başkanının hukuka aykırı
düzenlemelerine destek olmamak gerektiği ifade edilmektedir. Kur’an’da “Allaha karşı
gelmekten sakının” ayetiyle Kur’an’a ve sünnete aykırı kanuni düzenlemeler yapmak da
yasaklanmış olmaktadır. Ayrıca “… Sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme”[28]
ayetinden de hukuka aykırı şeyler olan günah ve küfür ile ilgili kanuni düzenlemelere
uyulmaması gerektiği anlaşılabilir. Aşağıdaki ayetlerde de benzeri sınırlamalar yer
almaktadır: “Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine tabi olan ve işi
hep aşırılık olan kimselere itaat etme.”[29] Bu ayette geçen “heva ve hevesine tabi olmak”
tabiri, Allah’ın emrini terketmek olarak tefsir edilmiştir.[30] ; “Artık Allah’a karşı gelmekten
sakının da bana itaat edin. Sakın işi gücü dünyada fesat çıkarıp nizamı bozmak olan, düzeltme
için ise hiç bir gayretleri bulunmayan o haddi aşanların isteklerine uymayın.”[31]
B. DEVLET BAŞKANININ YASAMA YETKİSİNİN MASLAHAT İLE SINIRLI
OLMASI
İslam hukukunun kaynaklarından birisi olan maslahat, lügatta yarar, çıkar, meşguliyet,
karlı iş gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak maslahat, bir işin hayırlı olmasına sebep olan
şey demektir ki, karşıtı mefsedettir.[32] Bir mesele hakkında kitap, sünnet, icma ve kıyastan
bir delil bulunmuyorsa, müçtehid hukukçular maslahata göre hüküm verebilirler. İslam’da
geçerli maslahatlar genel olarak beş gurupta toplanmıştır: 1. Dini koruma, 2. Canı koruma, 3.
Aklı koruma, 4. Nesli koruma, 5. Malı koruma. Aslında İslam hukukunun bütün hükümleri
maslahata dayanmaktadır. Kur’an’da “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”[33] ve
“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifa ve hidayet, müminlere bir rahmet
gelmiştir.”[34] buyurulmaktadır. Maslahatı delil olarak hararetle savunan İmam Malik’tir. O,
maslahat-ı mürselenin[35] delil olabilmesi için üç şart ileri sürer: 1. Maslahat, şer’i bir delile
aykırı düşmemelidir. 2. Maslahat akla uygun olmalıdır. 3. Maslahat ile bir sıkıntı ve güçlüğü
ortadan kaldırılmalıdır. Böylece maslahat-ı mürsele yolu kullanılarak, hukuka aykırı kurallar
koyulamayacaktır.[36]
Görüldüğü gibi devlet başkanı yasama yetkisini kullanırken Kur’an, sünnet, icma ve
kıyas ile bağlı olduğu gibi, bunların dışında kalan meselelerde yapacağı içtihad ve yasama
faaliyetlerinde de maslahat-ı mürsele ile bağlıdır. Yani her isteğini kanun olarak
çıkaramayacak, ancak yukarıdaki üç şarta uygun olarak yasama faaliyetinde bulunabilecektir.
C. YASAMA YETKİSİNİN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERLE SINIRLANMASI
Devlet başkanının yasama yetkisi çeşitli hak ve özgürlüklerle sınırlanmış olup bu hak
ve özgürlükler, Kur’an, sünnet ve on dört asırlık İslami uygulama ile tespit edilmiş
bulunmaktadır. Hak ve özgürlükleri ferdî, siyasî, dinî, sosyal hak ve özgürlükler şeklinde
guruplara ayırmak mümkündür.[37]
1. Dinî Özgürlükler
a. Dini İnanç ve İbadet Özgürlüğü
Devlet başkanları yasama faaliyetlerini yaparken aşağıdaki dini hak ve özgürlüklere
uygun hareket etmek zorundadırlar. Bunlardan bir tanesi çeşitli ayet ve hadislerde yer alan
dini inanç ve ibadet özgürlüğüdür. Bu hak Müslümanlara tanındığı gibi İslam ülkesinde
bulunan diğer din mensuplarına da tanınmıştır. “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol,
sapkınlıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur.”[38]; “Eğer senin Rabbin dileseydi dünyada
ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu istemedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler
diye insanları zorlayacaksın?”[39]; “Dinden döndürmek için işkence yapmak, adam
öldürmekten beterdir.”[40] Dinlerinden döndürmek için müminlere işkence yapmak Allah
katında adam öldürmekten daha büyük bir suçtur.[41] Bunun gibi ayetlerle zimmilere olduğu
gibi müstemenlere de inanç ve ibadet özgürlüğü konusunda tam bir teminat verilmiş
olmaktadır. Hz. Peygamber “Yahudi ve Hristiyanları dinlerinden çıkmaya zorlamayın.
(Ancak) Onlardan cizye alın” buyurmaktadır.[42] İnanç ve ibadet özgürlüğü hakkındaki teorik
düzenlemeler, asırlar boyunca İslam ülkelerinde uygulanabilmiş, diğer din mensuplarının
inançlarına ve ibadetlerine müdahale edilmemiştir. Halihazırda İslam ülkelerinde yaşamakta
olan diğer din mensupları, söz konusu uygulamanın canlı delilleridir. Devlet başkanı yasama
yetkisini kullanırken Müslüman ve gayrimüslimlere tanınan dini inanç ve ibadet özgürlüğünü
göz önünde bulundurur.
b. İyiliği Emretme ve Kötülükten Men Etme Hakkı
Bu hak çeşitli ayet ve hadislerde Müslümanlara bir görev olarak verilmiştir.[43] Bu
görev farz-ı kifaye olduğundan Müslümanlardan bir gurup, iyiliği emir kötülüğü nehiy
görevini yerine getirmek zorundadır. Aksi halde iyiliği emretme ve kötülükten men etme
vazifesinin yerine getirilmemesi sebebiyle bütün Müslümanlar sorumlu olur. Bu görev sadece
dine ilişkin meselelerde değil dünya ile ilgili konularda da geçerlidir.[44] Dolayısıyla bu
görev devlet başkanına ve diğer yöneticilere karşı da icra edilmektedir. Hatta denilebilir ki,
emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerin en zor ve en gerekli olanı yöneticilere karşı
yapılanıdır. Çünkü gücü elinde bulunduranlara karşı insanların emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’lmünker yapmaları son derece zordur. Bununla birlikte İslam tarihinde adil hükümdarlar,
kendilerine doğruyu hatırlatacak güvenilir kimseleri yakınlarında bulundurmuşlar ve onların
tavsiyelerine göre ülkelerini yönetmişlerdir. Adil olmayan hükümdarlar ise Ebu Hanife,
Ahmed b. Hanbel, İmam Serahsi gibi bir kısım cesur alimler tarafından, her cezayı göz önüne
alarak doğru yola çağırılmışlardır. Böylece devlet başkanı ve diğer yöneticiler yasama
faaliyetlerinde dinin ve hukukun çizdiği sınırlar dışına çıktıkları takdirde, karşılarında iyiliği
emreden ve kötülükten sakındıran Müslümanları bulmaktadırlar.
2. Ferdi Hak ve Özgürlükler
Özel hayatın gizliliği ve korunması hakkı, mülkiyet hakkı gibi hak ve özgürlükler de
devlet başkanının yetkilerinin sınırlarıdır. Ferdi hak ve özgürlükler, kamu alanı dışında olan
özel sahalardır. Bu özel alanlar dini ve hukuki olarak koruma altındadır.
a. Beden ve Ruhun Korunması Hakkı
Beden ve ruhun korunması İslami kaynaklarda üzerinde hassasiyetle durulan hakların
başında gelmektedir. “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse
sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün
insanların hayatını kurtarmış olur.”[45]; “Haklı bir gerekçe olmaksızın Allah’ın muhterem
kıldığı cana kıymayın.” gibi ayetlerde yaşama hakkı açık bir şekilde ifade edilmektedir. İslam
hukukuna göre sadece insanlara değil diğer canlılara da işkence yapılamaz, maddi-manevi
şekilde zulmedilemez. Vücut bütünlüğünün korunması da denilen bu hak, bizzat insanın
kendisine karşı da korunmaktadır. Buna göre insanın kendi vücuduna zarar vermesi ya da
intihar etmesi yasaktır. Yasama yetkisi kullanılırken, haklı bir gerekçe olmadan beden ve
ruhun korunması hakkının ihlal edilmemesine dikkat edilmelidir.[46] Haklı bir gerekçe ise
meşru bir cezanın uygulanması vs.dir.
b. İnsan Onurunun Korunması Hakkı
İnsanın şahsiyetinin ve onurunun korunması hakkı da naslarla sabittir. Bu haklardan
olarak insanlarla alay etmemek, onları karalamamak, lakap takmamak, kötü zanda
bulunmamak, gizli hallerini araştırmamak, gıybet etmemek, insanları çekiştirmemek, küçük
düşürmemek, kaş göz işareti yapmamak çeşitli ayetlerde zikredilmektedir.[47] Yasama
faaliyetleri sırasında bu hakların da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Özel hayatın
gizliliği[48], suç ve cezanın şahsiliği ilkesi[49], masumiyet karinesi[50], mülkiyet hakkı[51]
gibi
hak ve özgürlükler de yasama yetkisinin kullanılması sırasında göz önünde
bulundurulmalıdır.
IV. DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİN SINIRLANMASI
Yürütme fonksiyonunda devlet başkanının yasamaya göre daha geniş yetkilerinin
olduğu söylenebilir. Özellikle ilk dönemlerde yürütme yetkisi halifelerde toplanırken sonraki
dönemlerde yürütmenin büyük ölçüde vezirlere geçtiği görülmektedir. Ancak vezirler, devlet
başkanını temsil ettikleri için ayrı bir güç olarak tanımlanamazlar. Yürütmede divanların da
ciddi ağırlıkları olmuştur. Yürütme konusunda devlet başkanının yetkileri, İslam hukukunun
genel prensipleri ve maslahat ile sınırlıdır. İlk halife Hz. Ebu Bekir’in, seçilişinden sonra
yapmış olduğu ilk konuşmada, Allah ve Resulünün yolundan ayrılması halinde kendisine
Müslümanların itaat borcunun olmadığını söylemesi de devlet başkanının yetkilerinin İslam
hukuku ile sınırlı olduğunu göstermektedir. Yine Ebussuud Efendi, Kanuni’nin bir
uygulamasıyla ilgili olarak, “Nameşru olan nesneye emr-i sultani olmaz” diyerek halifenin
yürütmedeki sınırlı yetkisine dikkat çekmiştir.[52]
A. YÜRÜTME YETKİSİNİN KUR’AN TARAFINDAN SINIRLANMASI
Kur’an’da yer alan zulüm ve sefihlikle ilgili ayetlerden bazıları yöneticilerin
yetkilerini aşarak hukuk dışına çıkmalarıyla ilgilidir: “Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit
İbrahim’i Rabbi bir takım emirlerle sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi
kendisine: ‘Seni insanlara başkan yapacağım’ dedi. İbrahim: ‘Ya Rabbi, neslimden de
başkanlar çıkar’ deyince, Allah: ‘Zalimler ahdime nail olamazlar’ buyurdu.”[53] Görüldüğü
üzere bu ayette zulüm sıfatının devlet başkanlarında bulunmaması gerektiği anlatılmaktadır.
Sefihin durumunu anlatan aşağıdaki ayetten, sefih devlet başkanlarıyla ilgili mana da
çıkarılmaktadır: “Allahın sizin maişetinizin başlıca vesilesi kıldığı mallarınızı, aklı ermeyen
kimselerin ellerine vermeyin.”[54] Sefih, aklı ve dini noksan olan kimse anlamına gelmekte
olup, ıstılah olarak malını boşuna, faydasız yere harcayan, israf eden kimsedir. Sefihin karşıt
anlamı reşiddir. Sefih malını israf etmesi sebebiyle eda ehliyeti açısından kısıtlanır ve sınırlı
ehliyetli sayılır.[55] Yani mallar sefihin eline teslim edilmediği gibi ülke de sefih devlet
başkanına teslim edilemez.
B. ŞURA PRENSİBİNİN DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİ
SINIRLAMASI
Şura, müşavere ve meşveret kelimeleri aynı anlama gelmekte olup “şavere” fiilinden
masdardırlar. Şura bir meselede karar verilmeden önce ehil olan kimselere danışmak
demektir. Çağdaş araştırmacıların çoğunluğu şuranın vacip olduğu görüşündedir.[56] Şura da
devlet başkanının yetkilerini sınırlayan faktörlerdendir. Genel olarak hukukçular şurada alınan
kararın bağlayıcı olduğu kanaatindedirler. Hz. Peygamber’in Uhud savaşı öncesi yapılan
istişarede alınan savaş kararına uymuş olması buna delil olarak gösterilmektedir. Ancak
devlet başkanının kuvvetli gerekçelerle şura kararının aksine uygulamada bulunabileceği de
kabul edilmektedir. Şura esası Hz. Peygamber ve ilk dört halife döneminde yaygın şekilde
uygulanma imkanı bulmuşken, hilafetin saltanata dönüşmesi sebebiyle kurumsallaşamamış ve
kullanım alanı asgariye indirilmiştir. Yine de İslam devletlerindeki kurumlardan olan vezirlik
müessesesi, şura esasının tarih boyunca uygulandığı bir yer olmuştur. Divanlar, bu yönüyle
devlet başkanlarının yetkilerini az da olsa sınırlayan bir kurum olarak devam etmiştir.[57]
Diğer ülkelerde meclis çoğu zaman kanlı mücadelelerle ve 18. Asırdan sonra
kazanılmışken, İslam daha ilk baştan şura ilkesini koymuştur: “Onların işleri istişare
iledir”[58] ve “İşlerde onlarla istişare et”[59] Danışma, iştişare etme ve şura ile ilgili bu
tavsiye ve emirler bizzat Hz. Peygamber tarafından uygulamaya geçirilmiştir. Bazı
müfessirlerin görüşüne göre; aslında Hz. Peygamber’in istişareye ihtiyacı yoktur; ancak her
konuda olduğu gibi istişare konusunda da ümmetine örnek olması için bu ayetler nazil olmuş
ve o da bu emirleri hayata geçirmiştir.[60]
Hz. Peygamber, vahiyle hayatı şekillenen bir insan olmasına rağmen, en küçük
meselelerde de en önemli konularda da ashabıyla istişare etmiştir. Mesela, Hudeybiye
anlaşmasında ashab anlaşmanın maddelerini ağır bularak Hz. Peygamber’e karşı tavır almaya
başlayınca, o durum hakkında hanımı Ümmü Seleme ile istişare etmiştir. Yine Bedir, Uhud,
Hendek gibi savaşlarda çok geniş katılımlı istişareler yapmış ve istişare emrini hayata
geçirmiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim dalalet üzerinde
toplanmaz. Öyleyse bir ihtilaf görünce, size çoğunluğu iltizam etmenizi tavsiye ederim.”[61]
Görülüyor ki Hz. Peygamber, peygamberliğine rağmen bir monark gibi hareket etmemiş ve
yürütme yetkisini kullanırken şura ve istişareye önemli pay vermiştir. İlk dört halifenin de
aynı uygulamayı devam ettirdikleri görülmektedir. O dönemde önemli meseleler mescidde
toplanılarak ve konuşularak karara bağlanmaktadır. Böylece mescid, o döneme göre bir tür
meclis görevini yerine getirmektedir.
Şurada alınan bazı kararların devlet başkanını bağlamadığı bazılarının ise bağladığı
ifade edilmişti. İstişare kararının bağlayıcı olmadığına örnek ise Hz. Ebu Bekir’in ise zekat
vermeyenlerle savaşma konusunda diğer sahabenin görüşlerine aykırı olarak kendi görüşünü
uygulamasıdır.[62]
Hz.
Ebu
Bekir’in
şura
kararlarının
bağlayıcılığı
konusundaki
düşüncelerini oğlu Hz. Kasım şöyle anlatıyor: “Ebu Bekir’e bir konu getirildiğinde, o da bu
konuda fakihlerin ve görüş sahiplerinin görüşlerini almak istediğinde, ensar ve muhacirlerden
bir gurup çağırır ve onların görüşlerini öğrenirdi. Genellikle de Osman b. Affan, Ali b. Ebi
Talib, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubeyd b. Kab ve Zeyd b. Sabit’i çağırırdı. Çünkü
bunların hepsi de Ebu Bekir’in hilafeti döneminde insanlara fetva verirlerdi. Ebu Bekir görüş
alma işini her zaman devam ettirdi.” Şuraya dahil olan sahabiler o konu hakkında ortak bir
karara varırlarsa, Hz. Ebu Bekir o kararı uygulardı. Ortak bir karara varamazlarsa, kendi
bilgisine göre doğru olan görüşü uygulardı. Demek ki Hz. Ebu Bekir şuradan ittifakla çıkan
kararı bağlayıcı kabul ediyor; aksi halde bağlayıcı olmadığına inanıyordu.[63] Ancak devlet
başkanının kuvvetli gerekçelerle şura kararının aksine hareket edebilmesi de mümkündür.
C. DEVLET BAŞKANINDA BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLERİN ONUN
YÜRÜTME YETKİSİNİ KISITLAMASI
Devlet başkanında bulunması şart olan özellikler de sınırlı yetkilere sahip bir
yöneticiyi gerektirmektedir. Konuyla ilgili kitaplarda devlet başkanında bulunması gerekli
şartlar şu şekilde sıralanmaktadır: 1. İslam 2. Ergenlik 3. Akıllı olmak 4. Hürriyet 5. Erkek
olmak 6. İçtihad 7. Adalet 8. Yönetim ve Savaş konularında açık görüş ve düşünceye sahip
olmak 9. Vücut yönünden yeterlilik 10. Şahsiyet yönünden yeterlilik 11. Kureyşli olmak 12.
Efdal olmak.[64]
Devlet başkanında aranan şartlar, sınırsız yetkilere sahip bir yöneticiye değil, bilakis
sınırlı yetkilere sahip bir yöneticiye aittir. Mesela, devlet başkanının Müslüman olması şartı
böyledir. İslam sınırsız yetkilere sahip bir yöneticiyi hoşgörmez. Sınırsız güç ve yetkiye
peygamberler de sahip değildir. İslam’da sadece Allah böyle bir vasfa sahiptir. O halde
İslam’a göre devlet başkanı yürütme yetkisi açısından da çeşitli yönlerden sınırlanmıştır. Yine
devlet başkanının müçtehid olması da yukarıda yasama ile ilgili bölümde anlatıldığı gibi en
başta onun yasama ile ilgili ve daha sonra da yürütme ve yargı ile ilgili konularda sınırlı bir
yetkiye sahip olması sonucunu doğurmaktadır. Yani içtihad faaliyetinde Kur’an, sünnet ve
icma ile sabit olan hükümleri esas alan müçtehid devlet başkanı, yürütme faaliyetlerinde de
bunlara göre hareket etmek zorundadır.
Devlet başkanının adil olması şartı da onun yürütme yetkisini hukukun adalet prensibi
çerçevesinde sınırlamaktadır. Bu ilkeye göre hareket eden devlet başkanı vatandaşlarının hak
ve hürriyetlerini zedeleyecek eylemlerde bulunamaz. Devlet başkanı yasama, yürütme ve
yargı yetkilerini kullanırken adalet ilkesine aykırı hareket ederse zulüm işlemiş olur. Bu
sebeple devlet başkanı hukuku tam olarak uygulamalıdır. Yetkilerin kötüye kullanılması da
hukuka aykırı bir işlemdir.[65] Devlet başkanının yeteri kadar yönetim bilgisine sahip olması
yani yönetmeye ehliyetli olması şartı da onun yetkilerini aşmamasına sebeptir.[66] Çünkü
yetkilerini aşan icraatlarda bulunan devlet başkanı, halkının desteğini kaybeder ve devletin
ömrünü kısaltır. Bunu bilen bilge devlet başkanı, hukukun çizdiği daireden çıkmamaya çalışır.
Devlet başkanının en faziletli olması da onun icraatlarında hakkaniyete göre hareket etmesi ve
halkına zulmetmemesine sebep olur.
D. DEVLET BAŞKANININ GÖREVLERİNİN ONUN YÜRÜTME YETKİSİNİ
SINIRLAMASI
Devlet başkanı ve yöneticiler sınırsız yetkilere sahip, diktatörler değillerdir. Her bir
yöneticinin görevleri ve sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar çerçevesinde yürütme,
yasama ve yargı yetkisini kullanır. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde devlet başkanının
görevleri, sorumlulukları olan bir kimse olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Hepiniz çobansınız
ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. İmam (mesela devlet başkanı) çobandır ve sürüsünden
sorumludur…”[67]
Devlet başkanının görevleri hukuk tarafından baştan belirlenmiştir. Bunların dışına
taşan bir devlet başkanı artık gayr-ı meşru alandadır. Devlet başkanının pek çok görevleri
vardır. Bütün bu görevleri; dini hükümleri uygulamak ve devlet işlerini yerine getirmek
şeklinde iki gurubta toplamak mümkündür.[68] Devlet işleriyle ilgili görevlerden bir tanesi
de, halkın istek ve ihtiyaçlarını yerine getirmektir. Konuyla ilgili bir hadiste şöyle
buyurulmaktadır: “Allah kime Müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların
ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olursa (giderirse), kıyamet gününde Allah da
onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur (giderir).”[69] Bu görevi en iyi yapanlardan
birisi olarak Hz. Ömer örnek gösterilebilir. O bir devlet başkanı olmasına rağmen, fakirlere
sırtında un çuvalı ve savaşa giden gazilerin ailelerine su taşımaktadır.[70]
E. DEVLET BAŞKANININ SINIRLI HAKLARA SAHİP OLMASI
Maverdi, devlet başkanının halkı üzerinde iki hakka sahip olduğunu söylemektedir.
Bunlar; itaat ve yardımdır.[71] Tabii ki bu iki hak en genel manada söylenmiştir. Bu
haklardan da anlaşıldığı gibi, devlet başkanı sınırsız haklara sahip değildir. Yani kayıtsız
şartsız itaat ve yardım isteme hakkına sahip değildir. İtaat ve yardım hukukun çizdiği sınırlar
çerçevesinde gerçekleşmektedir.
F. YÜRÜTME YETKİSİNİN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERLE SINIRLANMASI
Devlet başkanının yürütme yetkisi de, yasama yetkisinde olduğu gibi çeşitli hak ve
özgürlüklerle sınırlanmıştır. Bu hak ve özgürlükler yasama bölümünde açıklanmıştı. Orada
yasama ile ilgili söylenenler, yürütme ve yargı için de geçerlidir. Burada yasama konusunda
ele alınmayan hak ve özgürlükler üzerinde durulacaktır.
1. Siyasî Özgürlükler
Başka yerlerde de ifade edildiği gibi, insanların devlet başkanına karşı muhalif fikir
beyan etme, direnme ve başkaldırma hakları vardır. Bu haklar devlet başkanının yürütme
yetkilerinin sınırları olarak kabul edilebilir.
a. Muhalefet hakkı
Kur’an’da muhalefet kelimesi geçmemekle birlikte yakın anlamdaki niza (çekişme) ve
cidal kelimeler yer almaktadır.[72] Kur’an’daki eşitlik, şura, biat, adalet, ahde vefa, cemaate
bağlılık ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker prensipleri incelendiğinde muhalefet
hakkının varlığı açık şekilde görülür.[73] İslam tarihinde bugünkü anlamda muhalefet, şekli
manada değil ancak ruh ve mana olarak mevcuttur. İslam hukukunda muhalefetin temel
esasları, adalet, özgürlük, şura ve eşitlik prensipleridir. Bu ilkeler çerçevesinde zalim bir
kimseye kamu otoritesinin teslim edilmesi meşru değildir. İyiliği emretme kötülükten
nehyetme hak ve özgürlüğü aynı zamanda bir tür muhalefettir. Bu tür muhalefet tarihte çok
fazla uygulanmıştır. Bütün peygamberler de bu görevle görevlendirilmişlerdir. Bir ayette
kadınlara da bu görev verilmektedir.[74] Yani bir manada kadınlara da muhalefet görevi
yüklenmektedir.[75] Hudeybiye anlaşmasının ağır hükümleri sebebiyle, Hz. Peygambere Hz.
Ömer’in karşı fikir beyan etmesi, tarihteki muhalefet örneklerindendir. Yine meclis veya şura
konusunda anlatılanlar da İslam’daki muhalefet anlayışını ifade etmektedir. Zira istişare
olması için karşı görüşler ve muhalifler bulunmalıdır. Herkesin aynı şeyleri tekrarladığı bir
toplantıya şura denilemez. Ayrıca Hz. Ebu Bekir’in ganimet taksimine Hz. Ömer’in itiraz
etmesi de muhalefet örneklerindendir.[76]
b. Başkaldırma Hakkı
Gerekli şartları taşımayan devlet başkanına karşı, ümmetin direnme hakkı olduğunda
hukukçular görüş birliği içerisindedirler. Ancak bu direnmenin nasıl olacağı ve nereye kadar
yapılacağı üzerinde ihtilaf vardır. Hariciler, fasık halifenin silahla hal’ edilebileceği
görüşündedirler. Hariciler kendilerinin hakem olayından sonra Hz. Ali’ye isyanlarını da buna
dayandırırlar. Mürcie, fasık devlet başkanının uyarılması gerektiğini, ancak fitneye sebep
olabileceği sebebiyle azledilemeyeceği görüşündedirler. Mutezile, fasık devlet başkanının
azledilmesi gerektiği görüşündedir, ancak nasıl azledileceğini açıklığa kavuşturmamıştır. Ehli
sünnet alimleri de fasık devlet başkanına direnme hakkını kabul ederler; bununla beraber bu
direnme hakkının sınırlarının belirlenmesinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mesela, Ahmed
b. Hanbel fasık devlet başkanına itaatin caiz olmadığını söyler, ancak silahlı isyandan
bahsetmez. Hanefiler “Fasık devlet başkanı azledilmelidir. Ancak bu azil kendiliğinden
gerçekleşmez. Fitneye sebep olmayacaksa azledilir, aksi halde iki zarardan hafif olanı tercih
edilir.” demektedirler. Şafiiler, fasık devlet başkanının hilafetinin kendiliğinden sona erdiğini
kabul
ederler.
Bununla
beraber
hangi
usulle
devlet
başkanının
değiştirileceğini
açıklamamışlardır. Gerekli vasıfları taşımayan devlet başkanı fitneye sebep olmaması şartıyla
değiştirilebilir. Ehl-i sünnetin bu tereddütlü durumunda ilk dönemlerdeki büyük fitnelerin
tekrar ortaya çıkma korkusu sebep olmuştur.[77]
Yine mümkün mertebe devlet başkanına itaat etmek gerektiğini anlatan hadisler de
silahlı isyan hakkının sınırlı şekilde kullanılması kanaatine sebep olmuştur. [78] Devlet
başkanına hangi konularda başkaldırılacaktır? Bununla ilgili olarak Hz. Ebu Bekir “Ben
Allah’a itaat edersem, siz de bana uyun; isyan edersem bana uymayın” demektedir. Yine bir
hutbesinde Hz. Ebu Bekir “İyi iş yaparsam bana yardım edin. Şayet kötü iş yaparsam bana baş
kaldırın”
diyor.[79]
Böylece
devlet
başkanına
itaatın
sınırı
olarak
Allaha
itaat
gösterilmektedir.[80] Buna hukuka uygun davranmak da denilebilir.
c. Ferdi Hürriyetler
Özel hayatın gizliliği ve korunması hakkı, mülkiyet hakkı gibi ferdi hak ve hürriyetler
devlet başkanının yasama yetkisi gibi yürütme yetkisini de sınırlar. Ferdi hak ve hürriyetler,
kamu alanı dışında olan özel sahalardır. Bu özel alanlar dini ve hukuki olarak koruma
altındadır.
G. DEVLET BAŞKANININ SEÇİLME USULÜNDEKİ SINIRLAMA
Devlet başkanının seçilme usulü, aynı zamanda onun yetkilerinin de sınırlarını
belirlemektedir. Yöneticiler, iktidarı aldıkları makam ya da kimselere göre kendi fiillerini
şekillendirmekte ve reayaya ona göre davranmaktadırlar. Devlet başkanının seçimle işbaşına
geldiği ülkelerde yönetimin daha ılımlı olduğu ve yöneticilerin hukuka daha fazla riayet
ettikleri görülmektedir. Buna karşılık devlet başkanlarının seçimle işbaşına gelmedikleri ya da
göstermelik seçimlerle işbaşına geldikleri ülkelerde yönetimin hukuk çerçevesinden daha
kolayca çıkabildiğine şahit olunmaktadır.[81] En azından zamanımızdaki devletler açısından
böyle bir tespitin doğru olduğu söylenebilir.
İslam hukukuna göre egemenlik, bir kişinin ya da gurubun tekelinde değil, bütün
ümmettedir.[82] Dolayısıyla devlet başkanlığı makamının asıl sahibi de normal olarak
ümmettir. Özellikle Hz. Peygamber ve dört halife devri göz önünde bulundurulduğunda devlet
başkanı tamamen keyfi bir şekilde, bir kişinin kararıyla belirlenemeyeceği görülmektedir.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) dahi kimse hakkında açıkça “şu imam olsun” dememiştir. Zira
eğer böyle bir şey olsaydı, bunun eyaletlere gönderdiği valiler, orduların başına tayin ettiği
kumandanlar gibi, hatta daha açık şekilde bilinmesi gerekirdi.[83] Devlet başkanı ehlü’l-hal
ve’l-akd tarafından belirlenir. Ehlü’l-hal ve’l-akdin kimlerden oluşacağı ve sayıları hakkında
çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.[84] Devlet başkanı biat yoluyla seçilmektedir. Biat o
dönemin şartlarında bir tür seçim olarak nitelenmektedir.[85]
H. DEVLET BAŞKANININ HAL’ EDİLEBİLMESİ
Soymak, çekip almak, çıkarmak, çözmek, tecrit etmek anlamlarına gelen hal’ hukukta
işbaşındaki devlet başkanını görevden uzaklaştırmak, ona yapılan biatı bozmak manasında
kullanılır. Halifenin görevden uzaklaştırılması genelde hal’ kelimesiyle ifade edilirken, diğer
devlet memurlarının görevden alınması için azil kelimesi kullanılmıştır.[86] Kur’an ve
sünnette devlet başkanın görevinin sona ermesiyle ilgili açık bir hüküm bulunmamaktadır.
Buna karşılık hukukçular İslam hukukunun diğer kaynaklarına başvurarak meseleyi
halletmeye çalışmışlardır. Bu kaynaklar içerisinde özellikle hulefa-i raşidin dönemi
uygulamaları ayrı bir önem arzetmektedir. Çünkü devlet başkanlığı ile ilgili meselerle İslam
tarihinde ilk defa raşid halifeler döneminde karşılaşılmıştır. İslam hukukunda devlet
başkanının görevi, istifa, hal’ ve ölüm olmak üzere üç şekilde sona ermektedir. Bunların
dışında devlet başkanı belirli bir süre için seçilmişse, bu sürenin dolmasıyla da devlet
başkanlığının görev sona erer.[87] Devlet başkanları tamamen keyfi şekilde seçilemedikleri
gibi, sürekli o makamda da kalamamaktadırlar. Bazı sebepler ortaya çıktığı taktirde, devlet
başkanını seçen ehlü’l-hal ve’l-akd, onun görevine de son verebilir. Devlet başkanının
iktidardan indirilmesine hal’, bu işlemi gerçekleştiren seçmenlere de ehl-i hal ve’l-akd
denilmektedir.[88] Devlet başkanının hal edilmesini gerektiren sebepler şunlardır:
1. Devlet başkanının ahlaki ve manevi kusurlar sebebiyle hal edilmesi: Devlet başkanı,
dini emirlere aykırı hareket etmeye başlamasıdır. Ancak hal konusunda iki görüş vardır.
Birincisine göre, apaçık küfür manası taşıyan söz ve davranışlar devlet başkanının hal
edilmesini gerektirir. İkinci görüşe göre ise küfür derecesine varmayan fısk halleri de hal
edilmesini gerektirir. İkinci görüş sahipleri iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme ile ilgili
ayet ve hadislere dayanmaktadırlar.
2. Devlet başkanının bedeninde bir kusur meydana gelmesi hal sebebidir. Bu kusurlar,
delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki elinin veya iki ayağının olmaması, zorba yardımcıların
baskısı altına girmesi ve devlet başkanının düşman eline düşmesidir. Bu kusurlarda “görevi
yerine getirmeye engel olmak” ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır.[89]
Devlet başkanının nasıl hal edileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
1. Teftazani, Nesefî akaidi ile ilgili şerhinde İmam Şafii’nin görüşünü naklediyor:
“Fısk ve fücur sahibi devlet başkanı, hakim ve yöneticiler azledilmiş sayılır.”
2. Abdulkadir el-Cürcanî, Usuli’d-Din kitabında şöyle demektedir: “Devlet başkanı
yukarıdaki konularda yoldan çıkarsa, ümmetin önünde iki ihtimal vardır: Ya devlet başkanını
yanlış yoldan doğruya çevirirler ya da devlet başkanının yerine başkasını getirirler ve onunla
birlikte aynı şeyi yapan hakim, yönetici ve memurları da değiştirirler. Eğer devlet başkanını
yolundan döndürürlerse ne âlâ; aksi halde kendisini değiştirirler.
3. Şehristani ise şöyle demektedir: “Şahitlik ve hakimlik hakkında çıkarılan hükümler,
devlet başkanı hakkında da geçerlidir. Şayet bundan sonra cehalet, zulüm, dalalet ve küfrü
görülürse devlet başkanlığından ayrılır veya biz onu düşürürüz.”
4. Gazali de İhya-yı Ulumi’d-Din adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Zalim devlet
başkanının görevinden ayrılması gerekir. O ya azledilmiş sayılır ya da biz onu hal ederiz.”[90]
Devlet başkanının hal edilmesi hakkındaki görüşler, başkaldırma hakkı başlığı altında
verilmiştir.
I. EŞİTLİK İLKESİNİN DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİ
SINIRLAMASI
İslama göre insanlar eşittirler: “Ey iman edenler! Biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubelere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında
en değerliniz en fazla takva sahibi olanınızdır.”[91] ayeti ile “Hepiniz Adem’densiniz. Adem
de topraktandır”; “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler”; “Arabın Arap olmayana üstünlüğü
yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” hadisleri insanların eşitliğini anlatmaktadır.[92]
İslam’daki eşitlik prensibi de devlet başkanının yetkilerinin sınırlarındandır. Zira
İslama göre üstün bir yönetici sınıf ya da diğerlerinden üstün bir yönetici insan yoktur. Bütün
insanlar, insan olmaları itibariyle birbirine eşittirler. Böyle olunca devlet başkanının ya da
bütün yöneticilerin diğer insanlar üzerinde sınırsız bir baskı rejimi kurmaları mümkün
değildir. Çünkü devlet başkanı da diğer insanlara eşit ve onlar gibi bir kimsedir. Hz.
Peygamberin huzuruna gelen bedevi bir kadın korkudan titremeye başlayınca, “Korkma, ben
de annesi kurumuş et yiyen sizin gibi bir insanım” demiştir. Hz. Ömer, senetü’r-rimade
denilen kıtlık zamanında diğer insanlarla aynı seviyede yeyip içmiştir. Yine Hz. Ömer,
Kureyşlilerin hizmetçilerle aynı sofrada yemek yememesine çok kızmıştır.[93] Amr b. As’ın
oğlu bir Mısırlıyı haksız yere döğdüğü için Hz. Ömer Amr’a “Annelerinden hür doğan
insanları ne zamandan beri köle yaptınız” diye çıkışmıştır. Yöneticilerin yönetilenlerle eşit
olduğu bu örneklerden daha iyi anlaşılmaktadır.
J. KAMOYUNUN DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİ SINIRLAMASI
Yukarıda yer alan Hz. Ebu Bekir’in sözleri, kamoyunun yönetime aktif katılımını da
ifade etmektedir. Günümüzde milli irade olarak tanımlanan kavram[94] o dönemde bu
şekilde tecelli ediyordu. Benzer şekilde Hz. Peygamber’in huzurunda farklı fikir beyan eden
kimseler için de aynı şey söylenebilir. Hz. Ömer’in, hac mevsiminde halkın arasına karışıp,
onların hallerinden haberdar olmaya çalışması da bir devlet başkanının kamoyu yoklamasıdır.
Devlet başkanları, halkın fikirlerine değer vermekte ve ona göre kendilerini ayarlamaktadır.
Kamoyu, imamet akdinin taraflarından birisi olarak kabul edilmektedir. Kamoyu ya topluca
ya da temsilcileri vasıtasıyla icapta bulunmakta, devlet başkanı da kabul etmektedir. Böylece
imamet sözleşmesi kurulmuş olmaktadır. Kamoyunun devlet başkanını seçmekte kullandığı
usul, biattır. Biat o dönemin şartlarına göre bir seçimdir. Bu durumda yönetim faaliyetinde
kamoyu işin merkezinde yer almaktadır.[95]
Asr-ı saadette kamoyu ensar, muhacirler, diğer Arap kabileleri gibi çeşitli alt
guruplardan oluşmaktadır. Hz. Ebu Bekir’in halife seçildiği toplantıda görüldüğü gibi söz
konusu alt guruplar, devlet başkanının seçilmesinde ve icraatlarında aktif rol oynamışlardır.
Henüz Hz. Peygamber’in naşı toprağa verilmeden ensardan bazı kimseler Sakifetü Beni Saide
‘de toplanarak Hazrec kabilesi reisi Sa’d b. Ubade’ye biat etmek istemişlerdir. Ancak
toplantıyı haber alan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde b.Cerrah’ın meseleye
müdahale etmeleriyle olayın seyri değişmiş ve tartışmalardan sonra Hz. Ebu Bekir’e biat
edilmiştir. Bu tartışmalarda ensar İslam’a olan hizmetlerini, muhacirler de Kureyş’i Araplar
arasındaki nüfuzunu gerekçe göstererek içlerinden birisinin halife seçilmesini istemişlerdir.
Bu toplantıda aktif şekilde rol almayan Haşimiler ise Resul-i Ekrem’e nesep açısından
yakınlığın esas alınması gerektiğini zaman zaman dile getirmişlerdir. Belli sayıdaki sahabi
tarafından Hz. Ebu Bekir’e yapılan bu biata el-bey’atü’l-hassa denilmektedir. Daha sonra
Mescid-i Nebevi’ye gelen Hz. Ebu Bekir’e burada bütün Medineliler biat etmişler ve buna da
el-bey’atü’l-amme adı verilmiştir. İslam tarihindeki bu ilk biat ileriki dönemlerde, halifenin
kamoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesi için Müslümanların veya onların ileri gelenlerinin
desteğini almasının şart olduğu fikrinin kaynağını ve gerekçesini teşkil etmiştir.[96]
V. DEVLET BAŞKANININ YARGI YETKİSİNİN SINIRLANMASI
İslam hukukunda yargı fonksiyonu da esas itibariyle devlet başkanının elindedir.[97]
Hz. Peygamber, ilk dört halife ve bazı Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının yargı yetkisini bizzat
kullandıkları görülmektedir. Yasama ve yürütme yetkilerinin yanında yargı yetkisinin de
devlet başkanlarında bulunması, onların yetki alanlarını oldukça genişletmektedir. Ancak
devlet başkanının yargı yetkisini elinde bulundurması, daha ziyade kadıların tayini ve görev
alanlarının belirlenmesi ile sınırlı olmuş, muhakemede kadıya müdahale söz konusu
olmamıştır. Bu durumda yargının yürütmeden bağımsız olduğu söylenebilir. Ayrıca devlet
başkanının kendisi de dokunulmazlığa sahip değildir. İslam tarihinde devlet başkanlarının
yargılandığı davalar çoktur.[98] Aşağıda devlet başkanının yargı yetkisini sınırlayan unsurlar
ele alınacaktır:
A. DEVLET BAŞKANININ YARGI YETKİSİNİN ADALET İLKESİ İLE
SINIRLANMASI
İslam hukukunda devlet yönetiminin temel ilkelerinden birisi adalettir. Ulema devlet
yönetimin şeklinden ziyade adalete uygun olarak nasıl hükümet edileceği üzerinde durmuştur.
Siyasetnamelerde ve nasihat kitapları gibi eserlerde adaletli bir yönetimin önemi ısrarla
vurgulanmıştır. Zaman zaman fıkıh kitaplarında ve fetva mecmualarında da devlet
idarecilerine adalet tavsiye eden bölümlere rastlanmaktadır. Sözgelimi Kitabü’l-Harac’da Ebu
Yusuf tarafından Halife Harun Reşid’e yazılmış nasihat niteliğinde tavsiyeler bulunmaktadır.
Burada Ebu Yusuf, Harun Reşid’e zulümden sakınması, hakkaniyete ve adalete riayet
etmesini tavsiye etmektedir: “… Kıyamet gününde sizin kurtuluşunuz ve üstünlüğe ermeniz
ancak reayanın iyi hallerine sebep olacak olan adaletle hükmetmenizle mümkün olacağı gibi
onların kötü hallerine sebep olacak olan zulüm ise sizin Cenab-ı Hakkın cezasına uğramanıza
sebep olacaktır…”[99]
Devlet başkanının görevlerinden bazıları da, onun yargı yetkisini sınırsız olmaktan
çıkarmakta ve belli kurallara tabi kılmaktadır. Bu görevlerden bir tanesi devlet başkanının
adalet ilkesine göre hareket etmesidir.[100] Devlet başkanı yasama ve yürütme yetkilerini
kullanırken adaletli olması gerektiği gibi yargı ile ilgili yetkilerini kullanırken de adaletli
olmalıdır. Kur’an’da adalet, adil olma, zulümden kaçınma gibi konularda ayetler yer
almaktadır.[101] Bu ayetler genel manada adaleti emretmekle beraber, özel manada devlet
başkanının yargı yetkisini kullanırken adalet ilkesine uygun hareket etmesini de
emretmektedir.[102] Adalet ilkesi Hz. Peygamberin hadislerinde de dile getirilmiştir: “Adil
olanlar, kıyamet günü, Allah’ın yanında, nurdan münberler üzerine Rahman’ın sağ yanında
olmak üzere yerlerini alırlar. Allah’ın her iki eli de sağdır. Onlar hükümlerinde, aileleri ile
velayeti altında bulunanlar hakkında hep adaleti gözetenlerdir.”[103]; “Kıyamet günü,
insanların Allah’a en sevgili ve mekan olarak en yakın olanı, adil imamdır. Kıyamet günü,
insanların Allah’a en menfuru O’ndan mekan olarak en uzak olanı da zalim imamdır.”[104]
Adalet aynı zamanda devlet başkanında aranan şartlardan bir tanesidir.[105] İslama
göre adalet, yönetim sisteminin esaslarındandır. Devlet başkanının halkına karşı zulüm ve
şiddetle davranması huzur ve nizamı bozar.[106] Adil bir yönetici, ancak yetkileri hukukla
sınırlanmış olan bir yöneticidir. Bu açıdan adalet ilkesi, devlet başkanının yasama, yürütme ve
yargı yetkilerini düzenleyen ve meşru sınırlar içerisinde kullanılmasını sağlayan bir prensiptir.
B. DEVLET BAŞKANININ YARGI YETKİSİNİN UHREVİ MÜEYYİDELERLE
SINIRLANMASI
Devlet başkanı yargı yetkisini kullanırken uhrevi müeyyideleri de göz önünde
bulundurmalıdır. Bu müeyyideler, devlet başkanı üzerinde manevi baskı oluşturur. Böylece
devlet başkanının, yargıyla ilgili işlemlerde hukukun dışına çıkmamasında etkili olur. Bir
ayette şöyle buyurulmaktadır: “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar
arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan
sapanlar, hesap gününü unuttukları için, kendilerine şiddetli bir azap vardır.”[107]
Konuyla ilgili hadisler de şöyledir: Abdullah b, Mes’ud anlatıyor: Resulullah (sav)
buyurdular ki:”Halk arasında hüküm veren hiç kimse yoktur ki, kıyamet günü bir melek
ensesinden tutmuş olarak onu getirmesin. Sonra melek başını semaya kaldırır. Eğer ‘Onu at’
diyen olursa melek onu cehennemin öyle derin bir çukuruna atar ki, kırk yılda o çukurun
dibine varabilir.”[108]
Bazı hadislerde devlet başkanının görevlerini iyi yapması halinde büyük mükafatlara
kavuşacağı anlatılmaktadır. Çeşitli ayetlerde adaletin Allah katındaki değeri gösterilmektedir.
Böylece dolaylı olarak adil devlet başkanının Allah katında üstün bir yeri olduğu anlatılmış
olmaktadır. Yukarıda adalet konusu işlenirken bu ayetlerden bazılarına yer verilmişti. Bir
hadiste ise, başka hiç bir gölgenin olmadığı kıyamet gününde Allah’ın arşının gölgesinde
gölgelenen yedi sınıf insan anlatılmaktadır. Bu yedi sınıftan birincisi, adaletli yöneticidir. İyi
bir yöneticinin ahirette sahip olacağı üstün derece ile ilgili başka hadisler de bulunmaktadır.
Ebu Yusuf Kitabü’l-Harac’ında Harun Reşid’e hilafet görevinin mükafatının ve
cezasının büyük olduğunu şu sözlerle hatırlatmaktadır: “Cenab-ı Hakk’a hamd olsun ki sizi
sevabı en büyük ve cezası en şiddetli olan, büyük bir işle vazifelendirdi… Ceza gününde
hüsran ve nedametin hiçbir faydası olmayacaktır… Cenab-ı Hakk’ın hesabı azim ve
çetindir… Cenab-ı Rabbü’l-aleminin ahirette sizi mesül ve ecirden, sevaptan mahrum
etmemesi için, size emanet olarak bıraktığı kullarına zulmetmekten ve hükümleri icra ederken
hakkaniyete uymayarak hallerinin bozulmasına sebep olmaktan sakınınız.”[109]
Bu şekilde dini kaynaklarda idealize edilen iyi idareci kavramı, devlet başkanlarını
görevlerini hakkıyla yapmaya teşvik eden manevi bir unsur olmaktadır.
Özeleştiri, nefis muhasebesi de devlet başkanının hukuka uygun davranmasında
önemli rol oynar. “Muhakkak bir kavim kendisini değiştirmedikçe, Allah (cc) o kavmi
değiştirmez”[110]; “Kim nefsinin ihtiraslarından kendisini kurtarmışsa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir”[111] gibi ayetler nefis muhasebesini yani özeleştiriyi anlatmaktadır. Yine tevbe
ve istiğfar ayetleri de özeleştiriyle ilgilidir. Benzer şekilde takva ile ilgili ayetler de
özeleştiriyle ilgilidir.[112]
SONUÇ
Yukarıdaki açıklamalara göre, önceki hukukumuza göre devlet başkanlarının sınırsız
yetkilere sahip idareciler değil, bilakis görevleri, yetkileri sınırlı ve belirli yöneticilerdir.
Çünkü sınırsız güç ve iktidar sahibi olan sadece Allah’tır. Devlet başkanı, hakları, görevleri,
yetkileri, sorumlulukları belirli olan bir kimsedir. Hukukçular devlet başkanının görevlerini
genel olarak iki gurupta toplamaktadırlar: dini hükümleri uygulamak ve devlet işlerini yerine
getirmek. Bu çok önemli iki görevi yerine getirirken de tebası üzerinde iki hakkı vardır: itaat
ve yardım. Tabii bu ikişer görev ve hak, pek çok görev ve hakkı içeren genel ifadelerdir.
Ayrıca devlet başkanı, görevlerinin ciddiyeti ile orantılı olarak sorumluluklara da sahiptir.
Devlet başkanının yetkilerinin sınırlarından bir tanesi de hak ve özgürlüklerdir. Hak ve
özgürlüklerin, yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinde gözönünde bulundurulması
gerekmektedir. Devlet başkanı, yapacağı her türlü faaliyetlerinde hukukun kaynaklarından
birisi olan maslahat prensibine göre hareket etmek zorundadır. Bu ilkeye göre, bir mesele
hakkında Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ile bir hüküm koyulmamışsa, maslahata göre o konu
çözümlenir. Maslahat ise dini, canı, malı, nesli ve aklı korumaktır.
Ayet ve hadislerde devlet başkanına itaat üzerinde çok durulup, onun yetkilerinin
sınırlanması üzerinde pek fazla durulmamış olması ise, kamu düzeni sebebiyle olmalıdır.
Kamu düzeninin bozulması olarak tanımlayabileceğimiz fitne, Kur’an’da ölümden daha
şiddetli olarak zikredilmektedir. İslam tarihinde büyük fitneler müslümanlara büyük acılar
çektirmişlerdir. Önceki bölümlerden anlaşılmaktadır ki, devlet başkanlarının yasama yetkileri
oldukça sınırlıdır. Zannedildiği gibi her sözleri kanun değildir. Bu konuda en geniş yetkiye
sahip devlet başkanı olan Hz. Peygamberin dahi yasama yetkisi Kur’an’dan sonra ikinci
sıradadır. Asıl yasama yetkisi Cenab-ı Hakka ait olup, bu yetkisini Kur’an ile kullanmıştır.
Böyle olunca bir peygamber olmayan daha sonraki devlet başkanlarının yasama yetkileri
üçüncü derecede ve oldukça sınırlıdır. Bu yetki alan olarak da sınırlıdır. Zira devlet başkanları
ancak Kur’an ve sünnette açıkça düzenlenmemiş olan konularda bir yasama faaliyeti
yapabilir. Yine bu yetki nitelik itibariyle de sınırlıdır. Zira devlet başkanları ancak Kur’an ve
sünnete uygun olan kanunlar çıkarabilirler.
Devlet başkanlarının yürütme yetkileri de
zannedildiği kadar geniş değildir. Bu yetkinin sınırları ilk olarak hukukla çizilmiştir. Bunun
dışında şura, kamoyu, din, muhalefet gibi bazı unsurlar, devlet başkanının yürütme yetkisini
sınırlamaktadır.
Kur’an ve sünnetle emredilen ve tarih boyunca çeşitli derecelerde uygulanagelen şura
ve istişare prensibi de devlet başkanının yetkilerini sınırlayan unsurlardandır. Manevi
müeyyideler de her müslüman gibi devlet başkanını hukukun çizdiği çerçeveden çıkmamaya
teşvik eder. Bunun yanında ahiretteki mükafatlar da aynı görevi görmektedir. Devlet
başkanının seçilme ve azledilme usulleri de onun icraatlarını etkileyen unsurlardandır.
Egemenliğin bir kişinin ya da gurubun malı değil, ümmetin olması sebebiyle, devlet başkanı
seçilme, halef gösterme ve azledilebilme konularında sınırlanmıştır. Eşitlik ve adalet ilkeleri
devlet başkanını sınırlamaktadır. Devlet başkanı ne bir tanrı ne de peygamberdir. O da
diğerleri gibi bir insandır. Pek çok konuda onlarla eşittir. Adalet ilkesi ise yasama, yürütme ve
yargı faaliyetlerinde göz önünde bulundurulan önemli bir göstergedir.
Devlet başkanları yürütmenin yanında yargı yetkisine de sahip olmakla beraber,
uygulamada yargı yetkisini bizzat kullananları az olmuştur. Hz. Peygamber ve ilk dört halife
dışında yargı yetkisini kullanan devlet başkanları pek fazla değildir. Devlet başkanları yargı
ile yürütmeyi ayırmaya dikkat etmişlerdir. Şehirlere idari görevlilerin yanısıra kadılar da tayin
etmişlerdir. Ayrıca devlet başkanları da yargının kapsama alanında olup, bu yönüyle
dokunulmazlığı yoktur.
Önceki hukukumuza göre devlet başkanlığının gerektirdiği fedakarlık, getirdiği
nimetlerden çok fazladır. Bu görev, fedakarlık, zahmet, meşakkat ve çile doludur. Pek çok
kimse için devlet başkanı olmak ya bu dünyada ya da ahirette hüsran sonucunu doğuran,
sorumluluk gerektiren bir görevdir. Kısaca yukarıda açıklandığı üzere İslam hukukunda devlet
başkanı sınırsız yetkilere sahip bir diktatör ya da tiran değildir, hukukun çizmiş olduğu
çerçevede yetkileri ve görevleri olan bir kimsedir.
* Dr. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim Dalı.
[1] Halife (çoğulu hulefa, halaif) bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse demektir ve devlet başkanı
yerine kullanılır. Devlet başkanına, Resul-i Ekrem’in vekili olarak onun adına toplumu yönettiği için halife
denilmiştir. Casim Avcı, “Hilafet” md, DİA, c. 17, s. 539.
[2] İmam kavramı Kur’an’da yedi defa müfret, beş defa cemi olarak geçer; orada nümune, işaret, misal ve rehber
manalarını ifade eder. Istılah olarak imam, cemaatle namaz kıldıran kimse, alim, devlet başkanı ve Şiiler’de dini
lider anlamında kullanılır. W. İvanov, “İmam”, İA, c. 5/II, s. 980-981.
[3] Hz. Ömer devrinden itibaren halife yerine emire’l-müminin kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Avcı, s. 539.
[4] Kur’an-ı Kerim’de devlet başkanı anlamında ülü’l-emr kavramı kullanılmaktadır.”Ey iman edenler, Allah’a,
resulüne ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin.” Nisa 4/59, 83.
[5][5] Bey Türkler’e ait eski bir ünvandır. Beg, big, bi veya biy şeklinde kullanılan söz konusu unvan
Osmanlılarda bey şeklini almıştır. Bu kelimeye ilk defa Orhun kitabelerinde ve Uygur metinlerinde rastlanılır.
Orhan F. Köprülü, “bey” md, DİA,c. 6, s. 11.
[6] Emir, kumandan, vali ve bey anlamına gelir. Esas itibariyle İslami bir terim olan emir kelimesi hadislerde
çok yerde geçer. İlk dönemlere ait kaynaklarda amil kelimesi emir ile eş anlamlı olarak sıkça geçer. Hz.
Peygamber’in vefatı üzerine ensar ve muhacirlerin halife seçmek için Sakifetü Beni Saide’de yaptıkları
toplantıyla ilgili rivayetlerde Müslüman cemaatin başkanı için emir tabiri kullanılmıştır. Hulefa-i Raşidin
döneminde ordu kumandanlarına ve ordunun bir kısmına kumandanlık edenlere emir denildiği gibi başlangıçta
fetihleri gerçekleştiren valilere de bu sıfat verilmiştir. Emeviler ve Abbasiler devirlerinde vilayet yöneticilerine
emir denilmiştir. Emirler o eyaletin idari, askeri ve dini bütün işlerini halife adına görmeye yetkili ve
görevlidirler. Abdulaziz ed-Duri, “emir” md, DİA,c. 11, s. 121-122.
[7] Sultan kavramı, Müslüman hükümdarlardan özellikle Sünni olanlar için kullanılır. Süryanice’den alınmış
olan kelime iktidar sahibi demektir. Daha sonraları hakimiyet, delil ve burhan manalarına da alınmıştır. İsmail
Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 230.
[8] Farsça konuşan İslam memleketlerinde şah, hükümdar anlamında kullanılmıştır. V. F. Büchner, “şah” md, İA,
c. 11, s. 273.
[9] Han, Türk hükümdarlarının İslam öncesi dönemden beri kullandıkları bir ünvandır. Asya Hunları önceleri
şanyü, hanyu, Tanju ünvanlarının kullanırken III. Yüzyıldan itibaren kağan/kaan ve han ünvanlarını kullanmaya
başlamışlardır. Aydın Taneri, “han” md, DİA, c. 15, s. 517.
[10] Hakan, Türkçe kağan ünvanının Arapçalaşmış şeklidir. Taneri, s. 518.
[11] Padişah, Müslüman hükümdarlara, özellikle çok geniş ülkelere sahip imparatorlara verilen unvan. Bu tabir
Osmanlı hükümdarlarının ünvanları arasında örfi hükümdarlık sıfatlarını ifade eden başlıca unvan olarak
kullanılmıştır. Halil İnalcık, “padişah” md, İA, c. 9, s. 490.
[12] Vecdi Akyüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, s. 13.
[13] “Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse Allah onu altından ırmaklar akan cennetine koyar.” 4 Nisa 13;
“Kimler Allah’a ve resulüne itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimselerle beraber olur.” 4 Nisa
69; “Kim Allah’a ve resülüne itaat eder, Allah’tan korkar ve çekinirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”24 Nur 52;
“Allah’a ve Onun resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za’fa düşersiniz, rüzgarınız
(kesilip) gider. Bir de sabr (ve sebat) edin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 8 Enfal 46; “Ey iman edenler,
Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz
onu Allah’a ve peygambere döndürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı
hem netice itibariyle daha güzeldir.” 4 Nisa 59; “Üzerinize başı kuru üzüm gibi siyah, Habeşli bir köle bile tayin
edilse dinleyin ve itaat edin.”; “Üzerinize emir olarak, bir Habeşli köle bile tayin edilse onu dinleyin ve itaat
edin.”; “ Sizden biri İslam’ı ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle
bir durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası kalır ne de ahireti.”
“Nefsimi elinde tutan Zat-ı zülcelale kasem ederim ki imamınızı öldürmedikçe, birbirinize kılıç çekmedikçe ve
dünyanıza şerirleriniz reis olmadıkça kıyamet kopmaz.”; “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de
bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Emirime kim itaat ederse bana itaat etmiş olur. Emirime kim isyan
ederse bana isyan etmiş olur.” İbrahim Canan, Hadis Ans. Kütüb-i Sitte, İstanbul, c. 1, s.118-119.
[14] Buhari’de Ubade b. Samit’ten rivayet edilen bir hadiste itaatın sınırları açıklanmaktadır: “Hz. Peygamber
aleyhisselatü vesselam biat etmek üzere bizi çağırdı. Gittik, biat ettik. Bizden biat sırasında koştuğu şartlar
meyanında dinlemek ve itaat etmek şartı da vardı. Öyle ki emir hoşumuza gitse de gitmese de darlıkta olsak da
bollukta olsak da, başımızdakiler bencilliğe düşerek makamlarını kendi menfaatlerine kullansalar da itaat
edecektik. Keza makam sahipleriyle, yanımızda Allah’tan sarih bir delile muhalefetle açık bir küfre düşmedikleri
müddetçe, makam hususunda niza etmemek şartı da vardı.” Canan, age, c. 1, s. 141.
[15] Zafir Kasımi, Nizamü’l-Hükm Fi’ş-Şeria’ ve’t-Tarihi’l-İslami, Darü’n-Nefais, Beyrut 1985, c.1, baskı 2, s.
8-9.
[16] Kasimi, age, c. 1, s. 23.
[17] Muhammed Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, editör: Veydi Akyüz, Beyan Yayınları, İstanbul, 1995, s.
152.
[18] Kasımi, age, c. 1, s. 14-19.
[19] Hamidullah, age, s. 164.
[20] Muhammed Faruk en-Nebhan, Nizamü’l-Hükm fi’l-İslam, Beyrut h. 1408 m. 1988, s. 63.
[21] Muhammed Ammara, İslam Devleti, Endülüs Yayınevi, İstanbul 1991, s. 336; Abdulkadir Udeh, İslam ve
Siyasi Durumumuz, İstanbul 1986, s. 101 vd.
[22] M. Akif Aydın, “Anayasa” md, DİA, İstanbul 1991, c. III, s. 153-164; Nebhan, s. 237 vd.
[23] Abdulhamid Mütevelli, Mebadii Nizami’l-Hükmi fi’l-İslam, İskenderiye 1966, s. 196.
[24] Nebhan, s. 270; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1986, c. 1, s. 105.
[25] 4 Nisa 59.
[26] Seyyid Kutup, Fi Zılali’l-Kur’an, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Dünya Yayıncılık,
İstanbul 1991, c. 2, s. 523Ü; Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı, İstanbul 1972, c. 2, s. 189 vd.
[27] 5 Maide 2.
[28] 76 İnsan 24.
[29] 18 Kehf 28.
[30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Saffetü’t-Tefasir, Dersaadet, İstanbul, c. 2, s. 190.
[31] 26 Şuara 150-152.
[32] Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, İstanbul 2005, s. 345; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Alfabetik
İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, İstanbul 1997, c. 3, s. 389.
[33] 21 Enbiya 107.
[34] 10 Yunus 57.
[35] Maslahat-ı mürsele: Şer’-i şerif tarafından itibar edilmesi de, itibar edilmeyip iptal ve ilga edilmesi de belli
olmayan maslahattır ki bazı hususlarda delil olarak kabul edilir. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Alfabetik İslam
Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, c. 3, s. 390.
[36] Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, çev. Abdulkadir Şener, Fecr Yayınevi, Ankara 1986, s.
239-241; Muhammed Refet Osman, Riyasetü’t-Devleti Fi’l-Fıkhi’l-İslami, Matbaa-yı Saade, s. 426.
[37] Mevdudi, Hilafet ve’l-Müluk, Arapçaya çeviren: Ahmed İdris, Darul’l-Kalem, Kuveyt, s. 27-30.
[38] 2 Bakara 256.
[39] 10 Yunus 99
[40] 2 Bakara 191.
[41] Muhammed Ali Sabuni, Ruhu’l-Beyan Tefsirü Ayati’l-Ahkami mine’l-Kur’an, Dersaadet Kitabevi, İstanbul,
c. 1, s. 205 ; 6 En’am 108; M. Akif Aydın, “Din” md. DİA, İstanbul 1994, IX, s. 325-328.
[42] Kasımi, age, s. 54-55.
[43]“Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye
çalışsınlar…” 3 Al-i İmran 104; “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız.”3 Al-i İmran 110; 7 A’raf 199; 9 Tevbe 71; 5 Maide 78-79; 7 A’raf 175.
[44] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul b.t.y., c. 2, s. 407; Kurup, Fi Zılali’l-Kur’an, c. 2,
s. 144-145.
[45] 5 Maide 32.
[46] 17 İsra 33.
[47] “Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne malum, belki alay edilenler edenlerden daha
hayırldır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır.
Birbirinizi daha doğrusu kendilerinizi karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra
insanın adının kötüye çıkması, fasık damgasını yemesi ne kötü bir şeydir. Kim tevbe etmezse işte onlar tam
zalim kimselerdir. Ey iman edenler! Zandan sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli
hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin…”49 Hucurat 11-12; 104 Hümeze 1;
[48] “Ey iman edenler, kendi evleriniz dışındaki evlere sahiplerinden izin isteyip onlara selam vermeden
girmeyiniz.” 24 Nur 27; 49 Hucurat 12.
[49] “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez.” 6 En’am
164; 17 İsra 15; 35 Fatır 18; 39 Zümer 7; 53 Necm 38.
[50] “Ey iman edenler, herhangi bir fasık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu
araştırın. Yoksa, gerçeği bilmeyerek bir takım kimselere karşı fenalık edip, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”
49 Hucurat 6.
[51] “Bir de birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin. Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere
yemek için mal davasıyla rüşvetle hakimlere koşmayın.” 2 Bakara 188; 4 Nisa 29.
[52] “Mesele: Emanla gelen harbiler Amr-ı zimmi üzerine bir hususta şehadet eyleseler, Padişah-ı alempenah
‘harbilerin zımmi üzerine şehadetleri tutula’ deyu ellerinde temessükleri olucak, mezburların üzerine şehadetleri
kabul olunur mu? El-Cevap: Asla olmaz. Ahidnamalerinde ol kaydı cehelei küttab yazmışlardır, nameşru olan
nesneye emr-i sultani olmaz.” M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır
Türk Hayatı, İstanbul 1983, İkinci baskı, s. 98 .
[53] 2 Bakara 124.
[54] 4 Nisa 5.
[55] Ali Haydar, Dürerü’l-Hükkam Şerhü Mecelleti’l-Ahkam, Kostantiniyye 1330, c. 3, s. 25-26; MAA, m. 946;
“Reşid malını muhafaza hususunda tekayyud ederek sefeh ve tebzir tevakki eden kimsedir.” MAA, m. 947;
Elmalılı, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, c. 4, s. 378 vd; “Sefih malını beyhude yere sarf ile
mesarifinde tebzir ve israf ile izaa ve itlaf eden kimsedir.”
[56] Abdulhamid İsmail el-Ensari, eş-Şura ve Eseruha fi’d-Demokratiyye, Beyrut, s. 3; Nevin, s. 111; Udeh, s.
189 vd.
[57] Ahmet Davudoğlu, “Devlet” md, DİA, İstanbul 1994, c. IX, s. 236-238.
[58] 42 Şura 38.
[59] 3 Al-i İmran 159.
[60] Kasımi, age, s. 63-66; M. Ziyauddin Rayyıs, İslamda Siyasi Düşünce Tarihi, Nehir Yayınları, İstanbul 1990,
s. 429-435.
[61] Canan, c. 17, s. 542.
[62] Kasımi, age, s. 80.
[63] Ziya Eryılmaz, Hz. Ebu Bekir’in Fikhi Görüşleri, Vural Yayınevi, İstanbul 1997, s. 316, 328-329.
[64] İmam Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, Bedir Yayınevi, İstanbul 1985, çev. Ahmet Serdaroğlu, c. 1, s. 297-298;
Muhammed Reret Osman, Riyasetü’d-Devleti Fi’l-Fıhhi’l-İslami, Matbaayı Saade, s. 426; Maverdi, age, s. 6;
İbni Haldun, Mukaddime, MEB, İstanbul 1989, c. 1, s. 486-495.
[65] Abdurrezzak Ahmed Es-Senhuri, Fıkhu’l-Hilafe ve Tetavvuruha, Kahire 1989, s. 223; Ahmet Cevdet Paşa,
Tarih-i Cevdet, c. 1, s. 11.
[66] İbni Teymiyye, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye fi İslahi’r-Rai ve’r-Raiyye, Kahire 1981, s. 20.
[67] Canan, age, c. 5, s. 389.
[68] Es-Senhuri, age, s. 173; Maverdi, E’l-Ahkamu’s-Sultaniyye, Beyrut 1332, s. 5; M. Akif Aydın, Türk Hukuk
Tarihi, Beta Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1999, 3. Baskı, s. 116.
[69] Canan, age, c. 5, s. 393.
[70] Cevdet Paşa, age, c. 1, s. 11.
[71] Maverdi, age, s. 19.
[72] Niza kelimensin geçtiği ayetler: 3 Ali İmran 152, 4 Nisa 59, 8 Enfal 43, 46, 18 Kehf 21. Cidal kelimesinin
geçtiği ayetler: 4 Nisa 109, 11 Hud 32, 40 Gafir 5, 22 Hac 68, 4 Nisa 107, 16 Nahl 111, 58 Mücadele 1, 29
Ankebut 46, 7 Araf 71, 4 Nisa 109, 18 Kehf 56, 22 Hac 3, 8, 31 Lokman 20, 40 Gafir 4, 11 Hud 74, 6 En’am
121, 13 Ra’d 13, 40 Gafir 35, 56, 69, 42 Şura 35, 6 Enam 25, 8 Enfal 6, 16 Nahl 125, 18 Kehf 54, 43 Zuhruf 58,
2 Bakara 197, 11 Hud 32.
[73] H. Tahsin Fendoğlu, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2000, s. 282.
[74] 9 Tevbe 71.
[75] Kasımi, age, s. 100-103.
[76] Kasımi, age, s. 105-107.
[77] Başkaldırma hakkında bkz. Nevin A. Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz,
İstanbul 1990; Nebhan, s. 480-481; Macid Hadduri, İslam Hukukunda Savaş ve Barış, çev. Fethi Gedikli,
Yöneliş Yayınları, İstanbul 1999, s. 25.
[78] İdarecilere itaat ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Bkz. Canan, age c. 5, s. 407-417.
[79] Kasımi, age, s. 80.
[80] Rayyıs, age, s. 458-461.
[81] Akyüz, s. 80.
[82] Mütevelli, age, s. 194.
[83] Gazali, age, c. 1, s. 296.
[84] Seyyid Muhammed Rıza, El-Hilafe, Kahire 1341, s. 11.
[85] Mehmet Ali Kapar, İslam’ın İlk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi, İstanbul 1998, s. 105 vd; Cengiz
Kallek, “Biat” md. DİA, c. V, s. 121-124.
[86] M. Akif Aydın, “Hal” md, DİA, c. 15, s. 218.
[87] Osman Kaşıkçı, “İslam ve Osmanlı Hukukunda Devlet Başkanının Görevinin Sona Ermesi”, Erzincan
Hukuk Fakültesi Dergisi, c. 5, S. 1-4 (2001), s. 96.
[88] Kallek, s. 122.
[89] Maverdi, age, s. 17; Ferra, el-Ahkamüs’s-Sultaniyye, Mısır 1966, s. 20; Nebhan, age, s. 474-477; Senhuri,
age, s. 241-253; Karaman, age, c. 1, s. 99-100.
[90] Nebhan, age, s. 478-479.
[91] 49 Hucurat 13.
[92] Kasımi, age, s. 87; Elmalılı, c. 7, s. 211-214.
[93] Kasımi, age, s. 87.
[94] Muhammed Ammara, İslam Devleti, Endülüs Yayınevi, İstanbul 1991, s. 87.
[95] Rayyıs, age, s. 280-283.
[96] Avcı, s. 541.
[97] Devlet başkanının yargı yetkisi ile ilgili ayetler: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden
olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve peygambere döndürün,
eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir.” 4
Nisa 59; “Sana da daha önceki kitapları, hem tasdik edici hem de onları denetleyici olarak bu Kitabı, gerçeğin ta
kendisi olarak indirdik. O halde bütün Ehl-i Kitabın aralarında, Allah’ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu
hakikati terk edip de onların keyfine uyma…” 5 Maide 48; “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de
insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlar,
hesap gününü unuttukları için, kendilerine şiddetli bir azap vadır.” 38 Sad 26; “Allah size emanetleri layık olan
ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermenizi emreder. Allah bununla size ne
de güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah sözlerinizi de hükümlerinizi de hakkiyle işitir, bütün yaptıklarınızı
hakkiyle görür.” 4 Nisa 58; “Şu kesindir ki Biz resüllerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti
gerçekleştirmeleri için, resüllerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik…” 57 Hadid 25.
[98] Aydın, “Anayasa”, DİA; Senhuri, age, s. 229.
[99] İmam Ebu Yusuf, Kitabü’l-Harac, çev. Müderriszade Muhammed Ataullah Efendi, sad. İsmail Karakaya,
Ankara 1982, s. 74.
[100] Muhammed b. Macuz, “El-Hilafetü fi’l-İslam”, El-Bey’atü ve’l-Hilafetü fi’l-İslam, c. 3, s. 868-869.
[101] “… Hem bana aranızda adaletle hükmetmem emredildi…” 42 Şura 15; “Ey iman edenler, Haktan yana
olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin… Onun için sakın nefsinizin arzularına uyup
adaletten ayrılmayın…” 4 Nisa 135; “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle
hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın…” 38 Sad 26;
5 Maide 8; 6 En’am 152; “Allah size emanetleri layık olan ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm
verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder…” 4 Nisa 58; “Şu kesindir ki Biz resüllerimizi açık delillerle
gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resullerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik…”57
Hadid 25.16 Nahl 76; 16 Nahl 90; 49 Hucurat 9; 65 Talak 2; 2 Bakara 124;3 Ali İmran 151;14 İbrahim 22.
[102] Elşad Mahmudov, “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Halifelik ve Hz. Ebu Bekir’in Halife Seçilmesi”, A.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1999, s. 44.
[103] Canan, age, c. 5, s. 394.
[104] Canan, age, c. 5, s. 398.
[105] Maverdi, age, s. 6; M. Ziyauddin Rayyıs, İslamda Siyasi Düşünce Tarihi, çev. Ahmet Sarıkaya, Nehir
Yayınları, İstanbul 1990, s. 419.
[106] İbni Haldun, age, c.1, , s. 474-475.
[107] 38 Sa’d 26.
[108] Canan, age, c. 17, s. 274.
[109] İmam Ebu Yusuf, s. 70-74.
[110] 13 Ra’d 11.
[111] 59 Haşr 9.
[112] Kasımi, age, s. 109-113.
Download