Burhan 49:Burhan.qxd

advertisement
editör’den
"Karınca, ağzına lokmayı almak için çalışır, uğraşır, yorulur en sonunda
lokmayı ağzına alır... Fakat tam yutacağı anda, onu gözetleyen kuş, karıncayı
yutuverir..."
Ölüm, her an tepemizde bizi yutmak için, o kuş gibi bekliyor. Bizler ise
çeşitli dünyalık meşgaleler içerisindeyiz. Ölüm bizi her an yakalayabilir.
Hepimiz ölecek yaşta, ölecek zamandayız.
Zaman; vakit kaybedilecek, boş durulacak, eğlenilecek, uyuyacak,
gaflet içinde olunacak zaman değil. O yüzden; önce kendimiz, daha sonra
ailemiz -çevremiz, müslümanlar ve tüm insanlığın iyiliği için seferber olmalıyız.
Neler yapmalıyız?
İtikadımızı yeniden gözden geçirip, gerekirse yeniden iman etmeliyiz.
Bunun için sahih kaynaklara başvurmalıyız. Kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Helallere-haramlara, günahlara, faize, zinaya, dedikoduya, gıybete, yalana
dikkat etmeliyiz. Aldığımız her nefese dikkat etmeliyiz. “Sufi, ibn’ul vakt”
olmalıyız. Kendimiz için, Allah'ın razı olmayacağı hiç bir şeyi
benimsememeliyiz. Düzelme işinde önce kendimizden başlamalıyız.
"Kendisini düzeltmeyen, başkalarını düzeltemez."
Eğer, yapmadığımız şeyleri söylemeye kalkarsak, şu ayetle karşı
karşıya geliriz:
"Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri yapınız dersiniz !"
Öncelikle ailemizde örnek bir duruma gelmeliyiz. Aile içinde İslam’ın
emirlerine ters gelecek hiçbir şey kalmasın. Ahlaksız televizyon programlarının
zehir musluklarını kapatmadan bunu başaramayacağımızı aklımızdan
çıkarmamalıyız.
"Aile Saatleri" oluşturarak, ailemizin tüm fertleriyle, her akşam en az 15
dakika olmak kaydıyla, aile içi ders yapmalıyız. Her gün bir ayet-i kerime, bir
hadis-i şerif öğrenirsek; senede 365 ayet-i kerime, 365 hadis-i şerif öğrenmiş
oluruz.
Haftalık arkadaşlarımızla, komşularımızla ev sohbetleri yapmalıyız..
(bayanlar ve erkekler ayrı ayrı olmak kaydıyla)
Cemaatte rahmet olduğunu unutmamalıyız. Sohbetleri yaptıkça
göreceğiz ki;
Sırf Allah rızası için bir araya geldiğimizde, ne bereketler, ne hayırlar
gelecek, rahmet yağmurları bizlerin günahlarını temizleyecek, tertemiz
olacağız. "Ne mutlu sırf Allah için bir araya gelebilenlere."
Aramızda selamı çoğaltmalıyız. Kendi görüşümüzden, tarikatimizden,
cemaatimizden olmayanlara da selam vermeyi ihmal etmemeliyiz. Zaman
düşmanlık ve kin zamanı değil, birlik zamanıdır. Bir araya gelmek için zemin
hazırlamalıyız.
Yaptığımız her hizmet, müslümanların birliği, dirliği ve kardeşliğine vesile
olsun.
Kendimiz rahat yerlerde olsak bile, dünyanın birçok yerinde
müslümanların acı çektiğini, gözyaşı döktüğünü, islam kadınlarının tecavüze
uğradığını unutmamalıyız.
Her zaman olduğu gibi, şu an bile; çok olumsuz şartlarda İslam için
çalışanların var olduğunu bilerek onlara; sabır, sebat ve zafer için dua
etmeliyiz. Allah’a emanet olunuz…
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 49
Ekim 2009
SAHİBİ
4 HZ. PEYGAMBER’İN BİR SABAH
42 Yazar Aydın Başar:
NAMAZI SONRASI SOHBETİ
“Müseyleme’nin Kanalında Hz
Ebubekir Anlatılmaz”
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Burhan Basın Yayın
Umut BULUT
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
8 EMR-İ MA'RUF NEHY-İ MÜNKER
YAYIN DANIŞMANLARI
Ebubekir SİFİL
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
12 MERHAMET OLGUSU
YAYIN KURULU
Yrd. Doç. Dr Mehmet ADIGÜZEL
Yusuf ELİBOL
Aydın BAŞAR
Umut BULUT
GRAFİK TASARIM
16 Sakın Cahillerden Olma!
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Mahmut TOPTAŞ
20 İNSANIN KEMALE ERMESİ İÇİN
EBEDİ HAYATIN GEREKLİLİĞİ
Tek Sayı: 6 TL
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Hasan BAŞAR
22 RAHMET ELÇİLERİ
Ersan BİLGİN
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
26 PEYGAMBERLER… (7)
Hesap No: 1673–44165588
Osman KARABULUTOĞLU
Hesap No: 291928-1
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Sultanbeyli / İST.
30 MÜRŞİD GEREKTİR BİLDİRE
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Sezgin ÇAKIR
Faks: +9 (0216) 498 94 00
[email protected]
36 ZİNCİRLE GELEN MİSAFİR
[email protected]
Aydın BAŞAR
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
38 Allah’a Teslim Olmak
YAYIN TÜRÜ
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
Aylık Süreli Yayın
Sebahaddin TÜZÜN
64 BAYRAM VE ÇOCUKLAR
66 KÜÇÜK BİR NİYET
Ayşe BAĞCİVAN
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
63 Ne Yapsın
Hicret OSTA
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
60 NASİHATTE BAŞARI ÜSLUBA
BAĞLIDIR
6 Aylık Abone: 36 TL
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Yusuf ELİBOL
56 ŞEFAAT
Fiyatı
Yurtdışı
Talha Hakan ALP
Nihat MORGÜL
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Bağlamında Modernistlerin Usul-i Fıkıh
Eleştirilerine Cevap
54 Muhabbet Bahçesi
Ramazan ÇAKIR
Mustafa ÖZKAYA
46 İslamî İlimlerin Orijinalliği
68 Gönüller Sultanı Hacı Şaban
Efendi Hazretlerini Vefatının 17. yıl
dönümünde rahmetle andık
70 BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
40 “Allah’tan aldığım vazifeyle “yeter”
diyorum.”
Salih AYDIN
72 SEYYİDU-L İSTİĞFAR
Hz. Peygamber’in
Bir Sabah Namazı Sonrası Sohbeti
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Emr-İ Ma'ruf Nehy-İ Münker
Ebubekir SİFİL
8
Sakın Cahillerden Olma!
16
Nihat MORGÜL
Zincirle Gelen Misafir
36
Aydın BAŞAR
“Müseyleme’nin Kanalında
Hz Ebubekir Anlatılmaz”
42
Umut BULUT
Şefaat
Mahmut TOPTAŞ
60
56
Nasihatte Başarı Üsluba Bağlıdır
Hasan BAŞAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
[email protected]
HZ. PEYGAMBER’İN BİR SABAH
NAMAZI SONRASI SOHBETİ
Hz. Peygamber efendimiz, zaman zaman Medîne mescidinde sohbet eder cemaat da bu sohbetleri can
kulağı ile dinlerdi. Cuma günleri hutbe
okur, cemaati dini konularda bilgilendirirdi. Bayram namazlarında da hutbe
îrâd ederdi. Okuduğu hutbeleri bir konuya hasretmez, aynı hutbede değişik
konulara temas ederek cemaatin dikkatini canlı tutardı. Ayrıca hemen her
gün sabah namazından sonra sohbet
ederdi. Sabah namazından sonra: “İçinizden bu gece rüyâ gören var mı?”
diye sorar, anlatılan rüyâları yorumlayarak söze başlardı. Şayet cemaatin
içinden rüyâ gören kimse çıkmazsa,
kendi rüyâsını cemaate anlatır, sonra
da yorumunu yapardı. Gece gördüğü
rüyâyı anlatarak cemaatin dikkatini çeken Hz. Peygamber, bu arada sabahleyin zihinleri berrak olan ashâbına
vermek istediği mesajını ulaştırırdı.
Ekim 2009
4
Kimi zaman, ashâbının gördüğü rüyâları kendisi yorumlar; kimi zaman da
yanında bulunan ve anlatılan rüyaları
yorumlamak isteyenlere yorumlatır ve
onların yorumlarını değerlendirirdi. Bu
da, ashâbın rüyâ ta’biri konusunda yetişmesini sağlardı.
Bilindiği gibi peygamberlerin gördüğü rüyâlar sadık rüyâlardır. Onların
gördüğü rüyâlar er veya geç olduğu
gibi çıkar. Küçük yaşta gördüğü bir rüyâyı babasına anlatan Hz. Yûsuf (a.s.),
yıllar sonra babası Hz. Ya’kûb (a.s.)’a:
“Ey babacığım! İşte bu, daha önce
(gördüğüm ve sana anlattığım) rüyânın
yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi.” demişti. Peygamberler, sadece
birkaç gün veya birkaç yıl sonra olacak
şeyleri değil, âhiret âlemine âit şeyleri
de rüyâlarında görür ve bunu çevrelerindeki insanlara anlatarak âhiret konusunda onları bilgilendirirler.
BAŞYAZI
Ashâb-ı kirâm’dan Semüre b. Cündeb, Hz.
Peygamber’in, bir sabah namazından sonra âhiret
âlemi ile ilgili bir rüyâsını anlattığını bize şöyle nakleder: “Rasûlullah (s.a.v.), sahâbî-lerine hitaben sık
sık:
- “Sizlerden herhangi biriniz bu gece rüyâ
gördü mü?" diye sorardı. Bunun üzerine Allah’ın anlatması¬nı dilediği kimseler rüyâlarını anlatırlardı; O
da ta'bîrini yapardı. Bir gün sabah namazından
sonra, kendi gördüğü rüyâsını bize şöyle anlattı:
"Bu gece bana iki kişi (yâni iki melek) geldiler. Onlar beni aldılar ve:
-“Bizimle yürü!” dediler. Ben de onların beraberinde yürüdüm. Nihayet biz, yatmakta olan bir
adamın yanına vardık. Yanına vardığımız bu adamın baş ucunda, elinde taş bulunan başka bir adam
durmuş, o yatan adamın başını taşla vurup kırıyor¬du. Başına her vurduğunda taş, bir tarafa yuvarlanıp gidiyordu. Atan adam da arkasından koşuyor ve onu tekrar alıp getiriyordu. O dönüp
gelmeden, bunun başı iyi oluyor ve eski hâline dönüyordu. Sonra taşı getiren adam, yatan adamın
üzerine dönüyor ve birinci defa yaptığı gibi tekrar
onun başını ezme işini yapıyordu. Ben bu iki meleğe:
-“Sübhânallah! Bu iki adamın durumu nedir,
(bunlar kimdir)? diye sordum. İki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Birlikte yürüdük ve sonunda arka üstü yatmış bir adamın yanına geldik.
Onun baş ucunda da elinde demirden çatal bir
kanca bulunan başka bir adam ayakta duruyordu.
Ayakta duran adam, elindeki kancayı yatan adamın
avurdunun bir tarafına geçiriyor ve tâ başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Aynı şekilde burun
deliğine takıyor ve ensesine kadar yırtıyordu. Gözüne takıyor ve başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Sonra diğer tarafına geçiyor ve aynı şeyi
bu tarafa yapıyordu. Bir tarafın işi bitmeden diğer
taraf eski haline geliyor ve sapasağlam oluyordu ve
bu böyle devam ediyordu. Ben yine yanımdaki iki
meleğe:
-“Sübhânallah! Bu iki adamın hâlleri nedir?”
diye sordum. Bu iki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine birlikte yürüdük
ve tennûr gibi altı geniş, üstü dar bir fırının ya¬nına
geldik. Bir de baktık ki, onun içinden değişik insanların seslerinden oluşan bağırmalar, çığlıklar,
feryatlar ve iniltiler geliyor. Biz onun ağzına doğru
baktık ve içeride birçok çıplak erkekler ve çıplak kadınlar var olduğunu gördük. Onların aşağısından
kendilerine doğru bir ateş alevi yükseliyordu. Bu
alev onlara doğru yükseldikçe, bağırıp çağırıyorlardı. Ben, yine yanımdaki iki meleğe:
-“Bu çıplak erkekler ve kadınlar (kimdir ve
bunların hali) nedir?” diye sordum. Bu iki melek
bana:
-“Yürü, yürü!” dediler.Biz yine bu iki melekle
yürüdük ve bir nehir üzerine geldik. Nehirin suyu
kan gibi kırmızı akıyordu. Nehire iyice baktık ve bu
nehrin içinde yüzmekte olan bir adamın var olduğunu gördük. Nehrin kenarında da yanıbaşında
birçok taşlar toplamış olan bir başka adam vardı.
5
Ekim 2009
Nehirdeki bu adam yüzdüğü kadar yüzüp geliyor,
sonra yanında taşlar toplayan adamın yanına varıyor ve ona doğru ağzını açıyordu. Kenardaki adam
da onun ağzına bir taş atıp taşı ona yutturuyordu.
Bundan sonra nehirdeki adam yüzerek geriye
doğru gidiyor, sonra tekrar kenardaki adama doğru
dönüp geliyordu. Kenardakinin yanına her dönüşünde kenardaki adam, onun ağzının içine bir taş
atıyor ve ona taşı yutturuyordu. Ben, yine yanımdaki iki meleğe:
bir bahçeye geldik. Bahçede baharın her bir çiçeğinden vardı. Bahçenin ortasında çok uzun boylu
bir adam vardı ki, ben onun semâya doğru uzanan
başını nerdeyse göremiyordum. Adamın etrafında
da şimdiye kadar hiç görmediğim şekilde bir çocuklar kalabalığı vardı. Ben, yine yanımdaki iki meleğe:
-“Bu iki adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar da bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve sonunda büyük bir bahçeye vardık ki, ben asla ondan
daha büyük ve ondan daha güzel bir bahçe görmüş
değilim. Yanımdaki iki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve sonunda çok çirkin görünümlü bir adamın yanına geldik. Bir de baktık ki, onun yanında yakmakta olduğu
bir ateş var. Sonra bu adam yaktığı ateşin etrafında
koşup duruyor. Ben yine meleklere:
-“Bu adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar
da bana:
-“Yürü, yürü!” diye emrettiler. Biz yine yürüdük, sonunda uzun ağaçlar ve bol bitkilerle sarılmış
Ekim 2009
-“Bu uzun adam ve bu çocuklar neyin nesidir?” diye sordum. Bu iki melek bana:
-“Bu ağaçların içinden yükseğe çık!” dediler.
Biz meleklerle o ağaçların içlerinden yüksek¬lere
doğru çıktık. Nihayet altın ve gümüşten tuğlalarla
binâ edilmiş olan bir şehire ulaştık. Şehirin kapısına
geldik ve açılmasını istedik. Kapı bizim için açıldı.
Kapıdan şehre girdik. Bizleri onun içinde birtakım
adamlar karşıladılar ki, bunların vücûdlarının yarısı
şimdiye kadar görebildiğin en güzel insanın şek6
linde, diğer yarısı da görebildiğin en çirkin insanın
şeklindeydi. Yanımdaki iki melek o insanlara:
turulan adam ise, o da ribâ (fâiz) yiyen kimsedir. Bir
ateş yanında onu yakıp etrafında koşmakta olan o
çirkin görünümlü adama gelince, o da cehennemin
-“Gidiniz de şu nehir içine giriniz (ve onun
hâlis suyu ile çirkin sıfatınızdan yıkanınız).” dediler.
Orada enlemesine akmakta olan bir nehir vardı ki,
sanki onun suyu süt kadar beyaz idi. O insanlar gittiler ve o nehrin içine girdiler. Sonra onlar kendilerinden o çirkin sıfatlar gitmiş olarak bizim yanımıza
döndüler. Onlar, bizim yanımıza en güzel sûrette
dönmüşlerdi. Melekler bana:
bekçisi olan Mâlik'tir. O büyük bahçenin içinde gör-
-“Bu şehir, Adn Cenneti'dir, işte senin varacağın yer burasıdır.” dediler. Gözlerimi yukarıya
doğru dikip baktım ve gökyüzündeki çok uzak bulut gibi bembeyaz bir köşk gördüm. Melekler bana:
-“Yâ Rasûlallah! Müşriklerin çocukları da mı?”
düğün uzun boylu adama gelince, o da İbrahim
Peygamber 'dir. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere ölen herbir çocuktur".
Hadîs-i şerîfi rivâyet eden Hz. Semure dedi ki:
Müslümanların bâzısı:
diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.) de:
-“Evet, müşriklerin çocukları da!" buyurdu.
Melekler devamla:
-“İşte orası da senin menzilindir!” dediler. Ben
de onlara:
-“Kendilerinin bir tarafı güzel, diğer tarafı da
çirkin olan o topluluğa gelince, onlar bir kısım gü-
-“Allah sizlere bereketler ihsan eylesin! Beni
bırakın da ben oraya gireyim.” dedim. Onlar da
bana:
-“Sen şimdi oraya giremezsin. Sen ileride
oraya gireceksin!” dediler. Bunun üzerine ben de
meleklere:
zel amellerini diğer çirkin amelleriyle karıştırmış
olan kimselerdir ki, Allah onların suçlarından vazgeçmiştir.” dediler.”
Hz. Peygamber, gece gördüğü rüyâyı ashâbına anlatarak onların dikkatlerini çekmiş ve bir
rüyâ ile birçok hakikati anlatmıştır. Bugün, câmi
-“Ben, bu gece boyunca çok hayret verici şeyler gördüm. Benim gördüğüm bu şeyler nedir?” dedim. Bu iki melek bana şunları anlattılar:
dersi yapacak olan câmi görevlileri Hz. Peygamber’in bu metodunu geliştirerek uygulayabilirler.
Onlar da Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’sinde anlatılan
hikâyelerden istifade edebilirler. Câmi cemaatinin
-“Biz, bunları sana bir bir anlatacağız.” dedi ve
şöyle açıkladılar: “Şu yanına geldiğin ve taş ile başı
ezilen birinci adam yok mu; işte o, Kur'ân'ı öğreniyor, sonra onun emirlerini reddediyor ve farz namazı kılmadan başını yastığa atıp uyuyordu. Şu
üzerine gelip, başının arkasına kadar ağzının bir tarafı ve boğazı da başının arkasına kadar, gözü de
başının arkasına kadar yırtılıp parçalandığını gördüğün adama gelince; o adam da erkenden evinden çıkar ve öyle bir yalan söylerdi ki, onun bu yalanı her tarafa yayılırdı. Şu yukarısı dar, aşağısı
geniş fırın gibi binanın içinde görmüş olduğun o çıplak erkek ve kadınlara gelince; onlar da zinâ eden
erkekler ve zinâ eden kadınlardır. O nehirde yüzmekte olup üzerine geldiğin ve kendisine taş yut-
can kulağı ile dinleyebileceği, gerçeği anlatan daha
güzel hikâyeler de bulunabilir. Nitekim konuyu dert
edinen ve cemaatini düşünen görevliler, harıl harıl
çalışıp buluyorlar. Hikâye buluyorlar, kıssa buluyorlar, şiir buluyorlar, yani aradıklarını buluyorlar.
Bulunan ve anlatılan bu gibi şeylerin de gerçeği
yansıtan özelliğe sahip olması lazım geldiği unutulmamalıdır.
...................................................................................
1 Bkz. Müslim, Cennet 49; İbn Mâce, Nikâh 51.
2 Sofuoğlu, Mehmed, Sahih-i Müslim Tercemesi, İstanbul 1970, VII, 150.
3 Buhârî, Ta’bîr 47; Müslim, Rü’yâ 17.
4 Kur’ân-ı Kerîm, Yûsuf sûresi, 12/100.
5 Buhârî, Ta’bîr 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 8-9.
7
Ekim 2009
Ebubekir SİFİL
EMR-İ
MA'RUF
NEHY-İ
MÜNKER
Mü'min, yeryüzünde Allah Teala'nın iradesini temsil eden kimsedir. Bu bakımdan onun,
emr-i ma'ruf ve nehy-i münker göreviyle muvazzaf kılınmış olmasını anlamak zor değildir. Ma'ruf
Allah Teala'nın rızasının, münker ise gazabının
bulunduğu şeydir. Kur'an, ma'rufun emredilmesini ve münkerin yasaklanmasını, dünyasını vahyin inşa ettiği insanların temel/kaçınılmaz görevi
olarak tayin ve tesbit eder. Bu, peygamberlerden
(hepsine selam olsun) başlayarak aşağıya doğru
inen tabii/fıtrî tavırdır.
Söz gelimi Efendimiz (s.a.v)'den bahseden
ayetlerden birinde şöyle buyurulur: "Onlar (Ehli Kitab'a mensup iken iman etmiş olanlar),
yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Resul'e, o ümmî Peygamber'e uyan kimselerdir. O onlara ma'rufu emreder, münkeri
yasaklar…" (7/el-Arâf, 157)
Bu, tabii olarak O'nun ümmetinin de temel
görevidir: "Siz insanların iyiliği için ortaya çıEkim 2009
8
"Siz insanların
iyiliği için ortaya
çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz.
Ma'rufu emreder,
münkeri yasaklar
ve Allah'a
inanırsınız."
karılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkeri yasaklar ve Allah'a inanırsınız."
(3/Âl-i İmrân, 110)
Burada Ümmet-i Muhammed'in temel vasfı
olarak zikredildiğini gördüğümüz emr-i ma'ruf ve
nehy-i münkerin "Allah'a iman" vasfına takdim edildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Allahu a'lem burada şöyle bir inceliğe dikkatimiz çekiliyor gibidir:
Allah Teala'ya iman, birinci derecede kişinin kendi
şahsıyla ilgilidir. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker ise
bu Ümmet'in "insanlık için ortaya çıkarılmış olması"
esprisinin en mükemmel şekilde kendisini gösterdiği alandır. Biz bütün insanlığa karşı böyle evrensel ve külli bir görev ile muvazzaf bulunuyoruz…
"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle
düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbinden buğz
etsin ki, bu imanın en zayıfıdır "[1] buyuran Efen-
dimiz (s.a.v), bir diğer rivayette de dikkatimizi son
derece mühim bir noktaya çekmiştir: Ümmet-i Muhammed, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker görevini,
önceki din mensuplarına arız olan hastalıkları yaşamaya başladığı zaman terk edecektir.[2] Hz.
Dâvud ve Hz. İsa (iksine de selam olsun) diliyle lanetlendiği Kur'an tarafından haber verilen İsrailoğulları grubunun özelliklerinden birisinin de
münkeri yasaklamamak olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz. Yine Kur'an, bu babda ikinci bir ontolojik
gerçeği daha önümüze koymuştur: Mü'minler
ma'rufu emredip münkeri yasaklarken (9/et-Tevbe, 71),
münafıklar da münkeri emredip ma'rufu yasaklarlar. (9/et-Tevbe, 67) Elbette hiçbir münafık "ben münafığım" demez ve İslam'a açıktan cephe almaz. Bu
nokta üzerinde hassasiyetle durulmalıdır.
Emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerin kimler tarafından, ne şekilde yerine getirileceği, bu yazının
çerçevesini aşan önemli ayrıntılara sahiptir. Elbette
bu çerçevede herkesin, gücü, etkinliği ve konumu
ile orantılı bir sorumluluğu vardır. Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta, bu temel görevin "çoğulculuk", "hoşgörü", "herkesi kendi konumunda
saygıya değer bulma" gibi yaldızlı sloganlara kurban edildiği vakıasıdır.
Ulemanın nelerin "büyük günahlar" kategorisine girdiği meselesi üzerinde dururken, emr-i
ma'ruf ve nehy-i münkerin terk edilmesini de zikrettiğine bilhassa dikkat edilmelidir.[3] Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Zira bu görevin terki bu
Ümmet'in en temel yükümlülüklerinden birinin terki
demektir. İnsanları ilahî vahyin diriltici iklimine
davet etmek gibi son derece önemli ve anlamlı bir
görevi terk etmenin izahı olabilir mi?...
Müslümanlar'ın modern çağın talepleri doğrultusunda kabullenmeye zorlandığı dönüşüm, dönemden döneme ve süreçten sürece şekil
değiştirse de, temel özellik itibariyle değişen bir şey
yok. Talep edilen şey, moda tabiriyle "zihniyet dönüşümü"; yani yapısal dönüşüm.
Bunun kullandığımız dil ve kavramlar ile davranış kodları ile hatta kılık kıyafet ile doğrudan ilişkisi var. Bütün bu sahalarda "değişim"i ne kadar
9
Ekim 2009
kabul etmişsek, bizden istenen dönüşümü de
o kadar gerçekleştirmişiz demektir.
Ne kadar dönüştüğümüzü anlamanın en
kestirme ve şaşmaz yolu ise eşyayla ilişkimize
bakmak. Hala devam ediyor mu bilmiyorum,
kısa bir süre önce Prof. Dr. Ümit Meriç hanımefendinin bir söyleşide ifade ettiği bazı tesbitler üzerine internette "Müslüman kadın jip (4x4)
kullanmalı mı" başlıklı bir tartışma zuhur etmişti. Evet, pahalı giysiler, lüks arabalar pahalı
ev ve eşya… tarafından "kuşatılmış" bir insanın "takva" vasfına ulaşması, ulaşmışsa onu
muhafaza etmesi mümkün müdür; bunu dürüst
olarak cevaplamanın tek yolu, herkesin kendi
derunî tecrübesini göz önünde bulundurmasıdır…
"İsrailoğulları'ndan
kâfir olanlar,
hem Davud
ve hem de
Meryem oğlu
İsa'nın diliyle
lanetlendiler.
Bizim problemimiz sadece "Müslümaneşya ilişkisi" ile kendisini dışa vurmuyor. Biz
asıl çıkmazı insanlarla ilişkilerimizde yaşıyoruz.
Bu ikisi arasında –her ikisi de yaşadığımız dönüşümün semeresi olduğu için– kopmaz bir
ilişki var. Ancak ilkinin etkisi genellikle dünyevi
iken, ikincisinde yaşanan dönüşümün zararlı
sonuçları uhrevi hayatı tehdit ediyor.
Bu onların,
isyan etmeleri ve
hakkın sınırlarını
çiğnemeleri
Kur'an İsrailoğulları hakkında bize enteresan bir haber iletiyor: "İsrailoğulları'ndan
kâfir olanlar, hem Davud ve hem de Meryem
oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Bu onların,
isyan etmeleri ve hakkın sınırlarını çiğnemeleri sebebiyle idi. Onlar, işledikleri bir
münkerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazdı. Yaptıkları ne kötü idi!" (5/el-Mâide, 78-9)
sebebiyle idi.
Onlar, işledikleri
bir münkerden
birbirlerini
vazgeçirmeye
Yine Kur'an, münafık erkek ve kadınları
bize tanıtırken, onların temel vasfını şu şekilde
dile getiriyor: "Münafıkların erkekleri de kadınları da (sizden değil) birbirlerindendirler.
Onlar münkeri emreder, ma'rufu yasaklar ve
cimrilik ederler…" (9/et-Tevbe, 67)
çalışmazdı.
Yaptıkları
ne kötü idi!"
Buna mukabil Kur'an'da mü'minlere yönelik olarak, hem de "emir kipi"yle şöyle buyurulur: "Sizden, hayra çağıran, ma'rufu
emreden ve münkeri yasaklayan bir topluEkim 2009
10
luk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır."
yasaklarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı ve-
(3/Âl-i İmrân, 104)
rirler. Allah ve Resulü'ne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Şüphesiz
Her ne kadar bu ayet emr-i bil ma'ruf mese-
Allah Azîz'dir, Hakîm'dir."
lesinin mü'minler içinde belli bir gruba havalesini
öngörüyor ise de, bu hususun şartları ve önemli
Zikredilenlerden şu husus açıkça ortaya çıkı-
detayları mevcuttur. Kısmet olursa bütün bu nok-
yor: Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker çerçeve-
taları üzerinde çalıştığım bir kitapta geniş olarak
sinde
takdirinize sunacağım.
"Çoğulculuk" kavramını öne çıkararak bunları gör-
Müslümanlar'ın
sorumlulukları
vardır.
mezden gelmek mümkün değildir. Zira Hak'tan haKur'an'da bu ümmetin başat vasfı "emr-i bil
berdar olanların onu layıkı veçhile duyurması,
ma'ruf nehy-i anil münker yapmak" olarak ifade bu-
mümkün olduğunca fazla sayıda insanın rahmet ik-
yurulmuş. 9/et-Tevbe suresinden yukarıya aldığım
limine kavuşmasına, kurtulmasına çalışması gerekir.
ayetten hemen birkaç ayet sonra (71. ayette) şöyle
........................................................................................
[1] Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları rivayet etmiştir.
buyurulur: "Erkek-kadın bütün mü'minler de bir-
[2] İbn Mâce rivayet etmiştir.
birlerinin velisidirler. Ma'rufu emreder, münkeri
[3] Bkz. İbn Kesîr, I, 645 (4/en-Nisâ, 29 ayetinin tefsirinde).
11
Ekim 2009
Yrd. Doç. Dr Mehmet ADIGÜZEL
MERHAMET
OLGUSU
Merhamet; sözlükte esirgemek, şefkat
göstermek anlamındadır. Diğer bir ifade ile
acıma duygusudur. Bu duyguyla kimsesiz ve
yoksullara yardımda bulunmaktır.
İslâm’a göre şefkat, sevgi, hoşgörü, iyilik
ve merhamet gibi faziletli duyguları kalbinde taşıyan bir mü’min, olgun bir Müslüman’dır.
Olgun bir Müslüman bencil ve zalim olamaz.
Kalbinde kin, intikam ve fesatlık gibi manen alçaltıcı duygulara yer vermez. Karşısındaki insana, kim olursa olsun nefretle değil,
merhamet ve şefkatle bakar. Kendi nefsi için
arzu ettiğini diğer mü’minler için de arzu eder.
Söz konusu özelliği taşıyan mü’min kişi
herkese karşı tevazu gösterir, merhametli davranır, zarar vermez, elinden geldiğince yardıma
ihtiyacı olanlara yardım elini uzatır. Düşeni kaldırır, açları doyurur, yoksulları giydirir. Yaptığı
bu iyiliklerin karşılığını da yalnızca Allah’tan
bekler.
Ekim 2009
12
Şu hususu önemle vurgulamak gerekir ki
merhamet (acıma duygusu) mü’minlerin temel
özelliklerindendir. Bu yüzden Kur’ân mü’minlerin
birbirlerine karşı merhametli olduklarını belirtir (Fetih,
48/29). Peygamber Efendimiz (a.s) de, “insanlara
merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet
etmez” (Buharî, Tevhid, 2, Edep, 18; Müslim, “Fezâil”, 66) buyurmuşlardır.
İslam’ın ön gördüğü merhamet sadece insanları değil bütün yaratıkları kapsar. Merhamet
ve aynı manadaki rahmet kelimeleri öncelikle Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütufta bulunması ve ihsanlarını ifade etmesidir. Bunun yanında
merhamet ise daha çok insanlarda bulunan, onları
hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevk eden
acıma duygusunu belirtmektedir.
İslami kaynaklarda merhamet kavramı genellikle rahmet kelimesiyle ifade edilir. Ancak Türkçede merhamet hem Allah’a hem insanlara,
rahmet ise özellikle Allah’a nisbet edilerek kullanılır. Doğrusu rahmet ancak Allah’a aittir. Zira
Cenab-ı Hakk “Allah” lafzının peşinden “Rahmân”
lafzını zikretmiştir. (bk. En-Neml, 27/30). Kaynaklarda Allah’ın rahman ve rahim isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar gibi insanlardaki merhamet
duygusunun da Allah’ın insanlığa lütfu olduğu belirtilir (örneğin bk. Fahrettin er-Razi, Mefatihü’l-Gayb, I, 166–167).
Görebildiğimiz kadarıyla merhamet olgusu
kaynaklardaki bütün tariflerde acıma, yufka yüreklilik, ilgi ve şefkat, elem duyma gibi kavramlarla
psikolojik yönüne vurgu yapılmaktadır. Örneğin
merhamet (acıma hissi), insanlar arasındaki duygu
birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta gelen
amillerinden sayılmaktadır. Örneğin evlat sevgisi,
ana-babaya saygı ve itaat, sıla-i Rahim, yaşlılara,
yoksullara, hastalara, sakatlara, yetimlere, kimsesizlere yardım etme gibi erdemlerin merhamet
duygusunun yansımaları olduğu kabul edilmektedir.
Esasen şefkat ve merhamet gibi duygular
Allah’ın insanların içine koyduğu birer iyilik hasleti
olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip
13
Ekim 2009
Peygamber
Efendimiz (s.a.v)
“insanlara
merhamet
etmeyen
kimseye
Allah
merhamet
etmez”
buyurmuşlardır.
(Buharî, Tevhid, 2, Edep, 18; Müslim, “Fezâil”, 66)
Ekim 2009
sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında
egosunu tatmin için bir kimseye acıyan kişi, eğer
bu acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak
ve rahatlamak için ona yardım ederse merhamette
kemale ulaşmış sayılmaz; çünkü merhamette
kemal, kişinin kendisini değil muhtaç ve çaresiz
olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır. Kur’ânı Kerim’de merhamet kelimesi bir ayette geçerken
(Beled, 90/17) rahmet (Şua’ra 26/9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191) gibi
114 defa tekrar edilmiştir. Ayrıca 260 kadar ayette
Alah’ın rahman ve rahim isimleriyle aynı kökten
olan çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır. Bahse
konu ayetlerin büyük kısmında Cenab-ı Hakk’ın
mü’minlere, genel olarak insanlara ve diğer varlıklara yönelik lütuf ve ihsanlarından söz edilmektedir.
Bazı ayetler de merhamet kavramını insanlar arasındaki acıma duygusunu ve bu duygudan
kaynaklanan iyiliği ifade etmektedir. Meselâ Hz.
Peygamber’in mü’minlere çok düşkün ve onlara
karşı şefkatli ve merhametli olduğu (et-Tevbe, 9/128) bildirilir. Yine Resûlüllah ve Onunla beraber olanların
birbirlerine karşı merhametli, inkârcılara karşı sert
ve tavizsiz oldukları (Feth, 48/29) belirtilir. Allah’ın karıkoca arasına sevgi ve merhamet koyduğu (Bakara,
2/222–223; Nisâ, 4/128) bildirilmekte, evlatlara yaşlı ana babalarının üzerine merhamet kanatlarını germeleri
emredilmektedir (İsrâ, 17/24).
Mü’minler için bir ahlak örneği olarak gösterilen Hz. Peygamber’e dolayısıyla Onun şahsında
mü’minlere, özellikle çevresindeki yoksul ve kimsesizlere yardım edip merhametli davranması, onları incitmekten sakınması, sıkıntılarını giderme
imkânı bulamadığı durumlarda bile güzel sözle gönüllerini alması öğütlenmiş, aksine davranması halinde
zalimlerden
olacakları
uyarısında
bulunulmuştur. (En’âm, 6/52; İsrâ, 17/28; Kehf, 18/28; Abese, 80/1-4).
Daha önce zikrettiğimiz; Hz. Peygamber’in “insanlara merhamet etmeyenlere Allah da merhamet
etmez” şeklindeki hadisleri İslâm ahlakının karakteristik ifadelerindendir. Resûlüllah mü’minleri birbirini sevmekte, birbirine acımakta, organlarından
biri hastalandığında diğerlerinin de bu yüzden
elem çekip uykusuz kaldığı vücuda benzetmiştir (Buharî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66). Binaenaleyh Peygamberimiz (a.s), Müslümanların her alanda ilişkilerini
14
sevgi, merhamet, yardımlaşma ve dayanışma yönünde geliştirmelerini ve birbirlerinin sıkıntılarını
paylaşmalarını emretmiştir.
Hadis mecmularında ve diğer ilgili kaynaklarda yüzlerce örneği bulunan bu tür hadisler İslamiyet’in bir merhamet dini olduğunu gösteren
belgeler olup bu ahlak anlayışı sonraki İslami kaynaklara da yansımıştır. Fahrettin er-Razi ve Kurtubî Beled Suresinin 17. ayetindeki “merhamet”
sözcüğünü açıklarken kişilerin birbirlerine, yoksullar ve mazlumlara yardım edip destek olmayı teşvik yanında dinen kötü sayılan bir şeyi yapmaya
yönelenlere acıyıp, onların kötülük yapmalarını engelleme yönündeki çabaları da bu ayetteki “merhameti tavsiye” içinde değerlendirmiştir. Çünkü
bütün bunlar, "merhamet" sözünün muhtevasına
dâhildir. Ve o bu açıklamasıyla kişinin, başkasına,
hak yolu göstermesi ve mümkün olduğu kadar batıl
ve şer yollarına girmesine mani olmasının gerektiğine işaret etmektedir. Kısaca ayetteki, "sabrı tavsiye ederler" ifadesi, Allah'ın emirlerinin alabildiğine
tazim edildiğine, "merhameti tavsiye ederler" ifadesi de, Allah'ın yarattığı şeylere, alabildiğine şefkat duymaya bir işarettir (Mefatihü’l-Gayb, 31/186-187; el- Cami’ liAhkâmi’l- Kurân 20/71).
Sonuç olarak merhamet olgusu, varlıklı kişinin çevresindeki muhtaç durumdaki her insanın imdadına yetişmesi, keza memleketinde yetişebildiği
her fakirin ihtiyacını karşılaması, bunlara gücü yetmiyorsa onun için dua edip üzüntüsünü izhar ederek sıkıntı ve ihtiyacına ortak olduğunu kendisine
hissettirmesi gerekir.
15
Ekim 2009
Nihat MORGÜL
Sakın
Cahillerden
Olma!
Nedense kimseler anlamaz eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de ya Resulallah!
Ancak sen okursun yüreğimizi
Ayet terimi’nin, işaret anlamına geldiği
ehlince malumdur. Dolayısı ile bütün ayetler
aslında hayat yolculuğumuzda yol kenarlarına
iliştirilmiş birer tabela gibidirler ve gidilecek
doğru yönü işaret ederler.
Bütün tabelalar gibi onlarda herkesin hizmetine sunulmuştur. Ancak sadece doğru hedefe varmak isteyenlere yol gösterebilirler.
“İşaret levhaları, gidecek bir hedefi olanlar içindir” sözü manidardır. Pek tabiidir ki yolun sonuna gelindiğinde kendisini arzu etmediği
mekânlarda bulanlar, çoğunlukla çevresindeki
ikaz işaretlerini önemsemeyenlerdir.
İşte biz, bu ve - nasip olursa – bundan
sonraki yazılarımızda bu işaret levhalarını okumaya çalışacağız.
Ekim 2009
16
Bu ilkyazımızı, başlık yerine seçtiğimiz
En’am suresinin 35. ayetine ayırdık. Kuranı Kerimde yirmiye yakın ayet, cahilleri ve Cahiliyye tavrını kınar, peygamberleri ve inananları uyarır. (Bkz.
48.26, 33.33, 5.50, 7.138, 46.23)
Kur’an penceresinden baktığımızda görülüyor ki; cahillik veya cehalet; – çoğumuzun sıkça
kullandığı gibi – sadece okula gitmemiş olan veya
okuma yazma bilmeyen, bilgiden uzak olan anlamına gelmiyor. İslam’ın şiddetle kınadığı, sakınmamızı istediği cehalet; arzu ve isteklerinin,
dünyevi menfaatlerinin, basit duygularının, her
çeşit taassubun ve zevki sefanın esiri olarak, mutlak hakikati, değişmez gerçekleri görmemek, inkar
etmek, onlara düşmanlık beslemek, gönül kapılarını kainatın mutlak ve tek ışığına kapatarak karanlığa razı olmaktır. Cehalet; sınırlı bir hayatı,
ebedi ve sonsuz bir hayata tercih etmektir. Cehalet iyi olanla kötü olanı, güzel olanla çirkin olanı,
doğru olanla yanlış olanı, yüce olanla aşağı olanı
değişmek ve düşüğüne razı olmaktır. Bu, altın,
elmas, yakut, inci, mercan dolu hazineye sahip
olmak yerine teneke parçalarına razı olmaktır.
Cehalet, ilimsizlik anlamına geldiği gibi bu
ilmin insanı götürmesi gereken mutlak hakikatten
uzak olmak anlamında daha çok kullanılmaktadır.
Bu yazıda asıl benim dikkat çekmek istediğim bu
ikinci anlamdır. Bu ikinci anlam dolayısı iledir ki,
İslam, kendisinden önceki dönemi “Cahiliyye dönemi” diye isimlendirmiş ve varlığının en büyük savaşını bu cahili anlayışa karşı vermiştir. Cahiliyye
hayatında ölçüler İlâhî kaynaktan değil, zevk ve
arzulardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte, onun sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine gereği gibi
kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık
en geniş şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, fâiz ekonominin can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek çok şey
çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp
satılmakta, açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir. Bilinmelidir ki İnsanların
arzularını ilahlaştırdığı, nefislerinin, isteklerinin
kulu oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara ibâdet edildiği, sömürü ve zul-
mün bulunduğu, ırkçılık ve tarafgirliğin yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda Cahiliye var
demektir. Cahiliye, dengeleri alt üst olmuş ve kokuşmuş bir hayatın ismidir.
Bu ters yüz olmuş anlayışın en büyük temsilcisi hiç şüphesiz ki manası, ‘bilgeliğin ve hikmetin temsilcisi ve kaynağı’ anlamındaki Ebu’l
Hikem’in ismini bizzat ümmi olan Hz. Peygamber,
Ebu Cehil yani ‘Cehaletin temsilcisi’ olarak değiştirmiştir. Oysa Mekkeliler için, yüksek bir mevkie
ve saygın bir yere sahip olan bu liderin sadece
‘benim kabilemden değil’ gibi basit ırkçı bir söylemle Hz.Peygamberi ve onunla gelen tüm hakikatleri
reddettiğini
tarih
kitapları
haber
vermektedirler.
17
Ekim 2009
İşte İslam’ın kabul edilemez gördüğü ve sakınılmasını, peygamberlerin şahsında tüm müminlerden şiddetle istediği, bu insan ile onun hakikate
kapalı mantığıdır. Unutulmamalıdır ki İslam’ın kişilerle bir alıp veremediği yoktur. Onun mücadelesi
yanlış mantık ve anlayışlar iledir.
İşte tam bu noktada, cahil kimdir ve onun
yanlış işleyen mantığının ve hayat anlayışının ilkeleri nelerdir? Sorusu önem arz etmektedir.
Cahil; ilme ve akletmeye karşıdır. O, düşünmek ve üretmek yerine taklit etmeyi tercih eder.
Ekim 2009
Dolayısıyla o, kolaycıdır. Tefekküründeki yozlaşmadan ötürü her sonuca kolay ulaşmak çabasındadır. Bu açıdan slogancı ve şabloncudur.
Gelenekleri yüceltir, din haline getirir. Kendine ait
bir fikir, muhakemeye götüren bir ilim ve tefekkür
sahibi olmadığı için onun kavgası geleneğin yüceltilmesi üzerine bina edilir. Bu açıdan mevcut düzenin devamından yanadır. Bu düzeni değiştirecek
her hareketi tehlike olarak görür. Bu sebepledir ki,
tüm peygamberler ortaya koydukları onca delile
rağmen kendilerine söylenen sadece ‘biz babalarımızdan gördüğümüz dini terk etmeyiz’ itirazı olmuştur.
18
Cahil; ırkçıdır. “ Mazlumda, zalimde olsa kardeşinin tarafını tut" prensibi onun en önemli ilkesidir. Bir kimsenin haklılığı, kendinden olmasına
bağlıdır. Bendense haklıdır diye inanır. Cahil; güçlüden yanadır. Güçlü olanın haklı olduğuna inanır.
Haklı olanın güçlü olması gerektiğini anlayamaz.
Bu nedenle mütekebbirdir. Câhil kalabalıkçıdır, kemiyetçidir. Ona göre, bir fikrin doğruluğu, sahip çıkanların kalabalık oluşu ya da onu onaylayan
parmak sayılarının çokluğu iledir.
Câhil hoşgörüsüzdür. Kendi fikri ve zikrine
aykırı her ‘karşı’nın yok edilmesi gereğine inanır.
Kendine alternatif gibi görünenlere “vurun kellesini!” formülünün uygulanmasını ister. Bu nedenle
bu kişiler ve hakim oldukları yönetimler baskıcı ve
zorbadır. Ona göre farklılıklar, zenginlik değil düşmanlık ve terörün, anarşinin ifadesidir. Cahil ve Cahiliye anlayışı tek tipçidir. Herkesin kendisi gibi
olmasını ister. Aksi davrananları en acımasız biçimde cezalandırır. Cahil ve Cahili anlayış materyalist
ve
çıkarcıdır.
Para
karşılığında
satılamayacak şey yoktur onun için. İnanç, ahlak,
ırz, namus, vicdan vs. İnsanların değeri aylık gelirleri ile ve maddi kazançları ile doğru orantılıdır.
‘Paran kadar konuş, Paran kadar adamsın’ sözleri
onların değer yargılarını yansıtır. Toplumdaki zayıf
insanlar, güçsüzler, kimsesizler, yaşlanmış kimseler artık birer yüktürler.
Bu kişilik ve hayat anlayışını düzeltmek için
en büyük gayreti hiç şüphesiz ki kendisi bir ümmi
olan Hz. Peygamber vermiştir. Ümmilik ile cehaleti
birbirinden ayırmak için Hz. Peygamberin ümmîliği
üzerinde durmak kanaatimce yerinde olacaktır.
Evet, o, ümmi idi ve okuma yazması yoktu. Kendisine inen ilk ayet ve ilk emir ‘oku!’ iken o, bu emri
‘okuma yazma öğren, harfleri tanı’ anlamında algılamamıştır. Onun gözünde, yeryüzündeki çiçek ve
böceklerden, gökyüzündeki yıldızlara kadar bütün
kâinat, o ilk ayetin işaret ettiği gibi okunmayı bekleyen bir kitaptı. Yine ona göre en büyük hikmet,
eşyanın varlık hakikatini kavramaktı. Bu hikmetten
yoksun olanlar, eşyanın işaret ettiği en büyük hakikati görmeyenler, göremeyenler cehaletin kör karanlığında kalanlardı.
Cahiliyye hayatında ölçüler
İlâhî kaynaktan değil, zevk ve
arzulardan alınmaktadır.
Güçlünün borusu ötmekte,
onun sözü geçmektedir.
Zayıflar yine ezilmekte, insanlar
haklarına yine gereği gibi
kavuşamamaktadır.
Kendisi de dualarında her daim bunun için
Rabbine iltica ederdi. Ümmü Seleme(r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v.) evinden çıktığı zaman şu
duayı okurdu: "Allah'ın adıyla Ona tevekkül ettim.
Allahım! Zillete düşmekten, dalâlete düşmekten,
zulme uğramaktan, cahillikten, hakkımızda cehâlete düşülmüş olmasından sana sığınırız". (Ashabı Sünen)
Evet, o, harfleri okuyamıyordu fakat o coğrafyayı, o diyarın insanlarını, o toplumu, daha
önemlisi her insanın yüreğini her şeyden iyi okuyordu. Dünyanın kendi döneminde en bedbaht yeri
ve en olmaz insanlarından bir medeniyet kurarak,
her daim kendi zamanından ‘asr-ı saadet’ yani
mutluluk yılları diye söz ettirecekti. O, hâlâ bu konuda da tek çare ve yegâne örnek olmaya devam
ediyor.
Şüphesiz ki cahil kimsenin ve Cahiliye anlayışının bir çok karakteristiği vardır. Bizler sadece
temel özelliklerine değinmeye çalıştık. Unutulmamalıdır ki bu anlayış ve bakış açısı sadece bir döneme ait tanımlama değil genel geçer bir tespittir.
Işığın ve hikmetin peşinden koşanlar, bu
ayette olduğu gibi kendilerine yol gösteren bir işaret mutlaka bulacaklardır.
Ve’s selam.
19
Ekim 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
İNSANIN
KEMALE
ERMESİ İÇİN
EBEDİ
HAYATIN
GEREKLİLİĞİ
İnsanın fıtratına dikkat edildiğinde, onun bu
dünyaya öğrenmek ve tekemmül etmek için geldiği
görülecektir. Çünkü insan, hayvanların aksine,
dünyaya aciz ve zayıf bir surette, hiç bir şey bilmez
bir durumda geliyor1. Bir yaşında ancak yürümeye
başlıyor, onbeş yaşında ancak zarar ve menfaatini
farkedebiliyor. Hatta ömrünün sonuna kadar öğrenmeye ihtiyaç duyuyor. Hayvanlar ise, dünyaya
geldiğinde, âdetâ başka bir âlemde tekemmül
etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir.
Kısa bir zamanda çevresiyle olan münasebetlerini,
hayatını sürdürmesi için lazım olan şeyleri öğrenir,
meleke sahibi olur. Artık hayatı boyunca bir şey öğrenme ve tekemmül etme ihtiyacı duymaz...
Sayısız istidat ve kabiliyetlerle donatılmış insanın tekemmülü için bu kısa dünya hayatı yeterli
değildir. Ölüm insanın tekemmülü, manevî terakkisi, istidat ve kabiliyetlerinin inkişâfı için zarurî bir
merhaledir.
İnsan, rûhî hayatını, nefsindeki kin hased gibi
kötü ahlakları incelediğinde; karşılaştığı zulüm,
haksızlık, ezâ ve cefâ, basit şeyler için yapılan mücâdele ve kargaşaları nazar-ı dikkate aldığında
kesin olarak anlar ki, kâinatı zerrelerden güneşlere
Ekim 2009
kadar, arz ve semasıyla, canlı ve cansızlarıyla, bitki
ve hayvanlarıyla mükemmel bir şekilde tam bir
kemâl üzere yaratan Zât, insanı da bu vaziyette bırakmayıp, kemâle erdirecektir. Çünkü Kâmil-i Mutlak olan Allah'tan ancak kemal sudûr eder. Halbuki
beşer bu dünya hayatında nefsî, rûhî, ahlakî, ictimaî açılardan kâmil değildir, noksanlıklar içindedir.
O halde, her şeyi kâmil bir şekilde yaratan Allah'ın,
insanın kemâle ermesi için de, başka, dâimî bir
âlem yaratması O'nun Hakîm ve Hak isimlerinin
gereğidir.2
Şüphesiz, Yüce Allah isteseydi, yaşadığımız
bu dünya hayatını kâmil bir şekilde, kedersiz, hüzünsüz, tasasız ve noksansız, firdevsî bir hayat yapabilirdi. Gücü yettiği halde böyle yapmaması,
bunları başka bir âlemde gerçekleştireceğini gösterir. Mademki, bu dünyada bunları yapmamış, o
halde başka bir âleme bırakmıştır. Ayrıca bu vesileyle iyiyi kötüden ayırarak insanların istidât ve kabiliyetlerinin inkişaf ve tekâmülünü murâd
etmektedir. Çünkü Kâmil olan Allah, noksan bir şey
yapmaktan münezzehtir. O, bu dünyadaki noksanlıklarla, koyduğu kanunlar yoluyla kemali murâd etmektedir. Bu kemâl yolu da, enbiyâ (a.s)'nın
yoludur. Bu dünya, enbiyâ ve asfiya'nın
20
düsturlarıyla insanın tekâmül ettiği bir medrese
hükmündedir3.
Bu dar, sınırlı ve her bir lezzetinde çok garazların yığılmasıyla, keşmekeş ve kıskançlıklardan hâlî olmayan dünya hayatı içinde insanî
latîfeler yerleşmez. Geniş bir âlem lâzımdır ki, insanın istidat ve kabiliyetleri hakkıyla neşvü nemâ
bulsun...4 Ahmed Emîn, "Rabbimiz! nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla. Sen her şeye kadîrsin"
(Tahrîm, 8) âyetinde geçen mü'minlerin nûrunun tamamlanmasının, amel ve imtihân âlemi olan bu
fânî dünyadaki noksanlıkların izâle edilmesini sağlayacak olan vadedilmiş kemâl olduğunu söylüyor5.
Abdûh da, "O hiç bir zaman Rabbine dönmeyeceğini zannetti. Oysa Rabbi onu görüyordu" (İnşikâk, 14-15) âyetini tefsîr ederken, bu mevzuyla alakalı
olarak şu ifâdelerde bulunuyor: "Cenab-ı Hak, "O
hiç bir zaman Rabbine dönmeyeceğini zannetti"
ifâdesini, "Rabbi onu görüyordu" ifâdesiyle ta'lîl
etmiş, delillendirmiştir. Bir şeyi görmek onu neş'et
ve gaye açısından tam olarak bilmektir. İnsanı, ona
bahşettiği ilimde sınır tanımayan akıl vasıtasıyla
kâinatın sırlarını ve mevcudâtın inceliklerini anlama
kabiliyetiyle nihayetsiz kemalâta istidatlı olarak yaratan Zât, onu diğer hayvanlarla bir tutmak için
böyle yüksek bir yaratılışla yaratmamıştır... Bilâkis
O'nun hikmeti iktizâ eder ki, bu büyük mahlûku için
bu dünya hayatından sonra, yaptıklarının semeresini devşireceği ve kemâlini tamamlayacağı başka
bir hayat bahşetsin."6
"Rabbimiz!
nûrumuzu
tamamla ve bizi
bağışla.
Sen her şeye
kadîrsin"
Kutub da, "ey insanlar! eğer öldükten
sonra dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz,
düşününüz, biz sizi topraktan sonra nutfeden,
sonra alakadan (rahim cidarına yapışan nesne),
sonra muhallak ve muhallak olmayan (belirli ve
belirsiz) bir mudğa (bir çiğnemlik et parçası)
dan yarattık ki, size beyân edelim… " (Hac, 5) âyetinin tefsîrinde şu güzel izahta bulunuyor: "Anne
karnında iken cenînin, dünyaya geldikten sonra bebeğin uğradığı bu tavırlar (merhaleler) işâret ediyor ki, bu tavırları tedbîr eden irâde, insanı
mümkün olan kemâline ulaşacağı dâru'l-kemâl
olan âhiret âlemine de gönderecektir. Çünkü insan
bu dünya hayatında kemâlini tamamlayamıyor.
Belli bir merhaleden sonra duraklıyor, sonra geri
dönüyor: "Bilir durumundan sonra hiç bir şey bilmesin diye..." o halde insanın kemalâtının tamamlanacağı başka bir âlem olmalıdır..."7
.......................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Nahl, 78, 2. Emin, Et-Tekâmulu’l-İslâmî, I, 580, 596, 598., 3. Emin, I, 583, 584,
587, 596 ., 4. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 267., 5. Bkz. Emin, I, 596., 6. Abduh, Tefsîru
Cüz'i Amme, s. 42., 7. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, IV, 2411.
21
Ekim 2009
Ersan BİLGİN
RAHMET
ELÇİLERİ
Türkiye’miz; tarihi birikimiyle, coğrafi konumuyla, maddi ve manevi zenginlikleriyle
stratejik öneme sahip bir ülkedir. Yüz ölçümü
olarak çok büyük olmasa da tüm dünyanın
daima dikkatini çeken Güzel Ülkemiz; İslam
Medeniyeti’nin ve Osmanlı Devleti’nin evladı ve
varisidir.
Daha dün Yüce Dinimiz İslam’dan aldığımız ilim, iman, ilham ve aşkla ırkı, dini, dili ne
olursa olsun dünyanın dört bir tarafına Hak,
Adalet, Sevgi, Bereket, Hidayet ve Barış götüren Aziz Milletimiz’in kıymetli evladları olarak
bütün sapmalara ve saptırmalara, manipülasyonlara, ön yargılara rağmen kim olduğumuzun, nerede bulunduğumuzun şuuruna vararak
yeniden o asil ve güzel kimliğimizle ve kişiliğimizle sorumlu- luğumuzu kuşanmaya, kan ağlayan dünyaya şefkat eli olmaya, aralıksız
olarak bizim için, bu coğrafyanın-Anadolu’nun
evladlarının uyanması ve ayağa kalması için
dua eden Dünya Müslümanlarının, İslam AleEkim 2009
22
minin ve insanlığın imdadına-çığlığına yetişmeye
mecburuz.
Çünkü biz; Rahmetiyle her şeyi kuşatan
Rabb’ül Alemin olan Yüce Allah’ın kulları, Alemlere
Rahmet olark gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ümmeti, temeli Rahmet ve Şefkat olan
İslam Dini’yle şereflenen Rahmet Elçileriyiz…
Aziz milletimizin kıymetli evladları olarak birlik ve beraberliğimiz herşeyden önce gelir. Birlik ve
beraberliğimizin özünü ve esasını yüce dinimiz
İslam oluşturur. İslam'dan iham aldığımız, İslam ile
düşündüğümüz sürece mutlu yarınlar, huzurlu insanlar ve gülen çehreler dünyamızı kuşatacaktır.
"Dikkat ediniz (Ey rahmet elçileri); kalbler ancak ve
ancak Allah'ı zikir ile mutmain (huzurlu) olur."
Hz. Ebubekir’in;
“SİZ KENDİNİZİ KORUMAYA BAKIN!”
Ayetini Tefsir Etmesi…(Mâide 5/105)
- Hz. Ebubekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde minbere çıkarak Allah’a hamdettikten sonra
şunları söyledi: “Ey insanlar! Sizler ‘Ey iman
edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete
(yanlışa ve sapıklığa) gitmesi size bir zarar veremez...’ (Mâide: 5/105) âyetini okuyor fakat doğru yorumlayamıyorsunuz. Ben Hz. Peygamber’in (sav);
“İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde
ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder” buyurduğunu işittim”[1]
- Ebubekir Sıddîk, Allah Rasûlü’nün Halifesi
ünvanını aldığı gün Hz. Peygamber’in minberine
çıktı. Allah’a hamd ü senâlar ettikten, Hz. Peygamber’e salât u selam getirdikten sonra ellerini,
Hz. Peygamber’in hayatlarında iken oturmakta oldukları basamağa koyarak şunları söyledi:
“Bir keresinde dost (Hz. Peygamber as) şuraya oturdular ve “Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz
zaman başkasının dalâlete gitmesi size bir
zarar veremez...” (Mâide: 5/105) âyetini okudular. Sonra
da bunu şöyle tefsir ettiler: “Allah Teâlâ içlerinde
işlenmekte olan fenalıklara ve kötülüklere
engel olmaya gayret etmeyen ve bunlara nefret
gözüyle bakmayan toplumlardaki tüm insanları
cezalandırdığı gibi onların dualarını da kabul
etmez.” Hz. Ebubekir Sıddîk bunları söyledikten
sonra iki parmağını iki kulağına sokarak “Eğer ben
bunları dosttan işitmemişsem şu iki kulağım sağır
olsun” dedi.[2]
- Hz. Ebubekir şöyle buyurmuştur: “Kendilerini engelleyebilecek kadar güçleri olduğu
halde ümmet, içlerinde Allah’a isyan edenlere
engel olmaz ve onlara karşı çıkmazsa Allah
üzerlerine bir bela indirir. Sonra bu belayı da
onlardan uzaklaştırmaz.”[3]
Müslümanın gayesi, bütün insanların dünya
ve ahiret mutluluğu ve saadeti için çalışarak Yüce
Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her Müslüman, Yüce
Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade,
23
Ekim 2009
his, ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en
büyük ibadet sayar. Her Müslüman, kendi mutluluk ve
saadetinin toplumun ve insanlığın mutluluk ve saadetinden geçtiğinin şuurundadır.
Her Müslüman; Doğru ile yanlışı ayırır ve Doğrunun hakim olması için,
İyi ile kötüyü ayırır ve İyinin hakim olması için,
Faydalı ile zararlıyı ayırır ve Faydalının hakim olması için,
“Kendilerini
engelleyebilecek
kadar güçleri olduğu
halde ümmet,
içlerinde Allah’a isyan
edenlere engel olmaz
ve onlara karşı
çıkmazsa Allah
üzerlerine bir bela
indirir. Sonra bu
belayı da onlardan
uzaklaştırmaz.”
Adalet ile zulmü ayırır ve Adaletin hakim olması
için canla başla çalışır.
Bu güzellikleri sadece istemekle yetinmez, çalışır,
cihad eder gerekirse karınca misali yolunda kurba olur.
Çünkü mutluluk ve saadet; doğrunun, güzelin, iyinin, faydalının ve adaletin hakim olması ile mümkündür.
ALLAH TEALA BUYURUYOR:
“Kum fe-enzir!.. (Kalk ve uyar!..)” (Müddessir, 2)
“Sen, (insanları) Rabbi’nin yoluna hikmet ve
güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.”
(Nahl,125)
“Asr’a yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır (hüsrandadır.) Ancak iman edip, salih amel işleyenler, birbirlerine Hakkı tavsiye edenler ve sabrı
tavsiye edenler müstesnadır, (onlar ziyanda değildir.)” (Asr 1-3)
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (İslam’ın emrettiğini) emredip, kötülüğü (İslam’ın yasakladığını) yasaklayan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa
erenlerdir.” (Al-i İmran,104)
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.” (Al-i İmran,110)
Ekim 2009
24
“(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş (Salih
amel) yapan ve «Ben müslümanlardanım»
diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!”
mez), o zaman fitne sizi yakalar, birbirinize düşman kesilir, hücum ve saldırıya geçersiniz.” (Ha.
Sahabe)
(Fussilet,33)
Panayırlarda İslam’ı anlatmak için koşuşturan, Taif’te tebliğ aşkına taşlanan, Risalet Pınarı
Sevgili Peygamberimiz (sav);
“Ya Ali, Düşman saflarına gir, onlara İslam’ı anlat. Senin vesilenle bir kişinin hidayete
erişmesi, kızıl develere (yer altı ve yer üstü zenginliklerine) sahip olmaktan daha hayırlıdır.”
buyurmuştur.
“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin
ederim ki, siz ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ya da Allah (cc) kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman dua
edersiniz fakat duanız kabul edilmez.” (Tirmizi)
Sahabe (r.anhum), Rasulullah’a: “İsrailoğulları neden helak oldu? diye sordu. Efendimiz (sav)
şöyle cevap verdi:
“İnsanlığın en hayırlısı, insanlara faydalı
olan kimsedir.” (Hadis-i Şerif)
“Rabbimiz’in insana en büyük ihsanı;
iman nimeti vermesi ve kulunu kendi yolunda
koşturmasıdır.”
Kutlu davanın fedakar sevdalılarına selam olsun…
“Ey kalplere hükmeden (çekip çeviren) Allah’ım! Kalplerimizi Sana itaat ve ibadete âmâde
kıl!.. Gönüller ve kıtalar fetheden tebliğ, davet ve
İslam için çalışma aşkımızı ve heyecanımızı yeniden ver, Allahım! “Allah’ım! Biz acizlikten, bencillikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, kabir
azabından Sana sığınırız. Allah’ım! Nefsimizi takvalı kıl ve onu pâk eyle. Bizi pâk edecek ancak
Sen’sin. Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten, yaşarmayan
gözden ve kabul olmayan duadan Sana sığınırız.”
(Amin)
...................................................................................................
[1] Kenz II/138 (İbn Ebî Şeybe, İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Adeni, İbn Meni, Humeydi, Ebu
Davud, Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce, Ebu Ya’lâ, Ebu Nuaym, Ma’rife’sinde, Dârekutni, İlel’inde, Beyhaki,
Said b. Mansur ve başkaları Kays b. Ebi Hâzim’den).
“Ne zaman iyileriniz, kötülerinize göz
yumar (yanlışlıklarına ve zulümlerine karşı gel-
[2] Kenz II/138 (İbn Merdüye, İbn Abbas’tan).
[3] Kenz II/138 (Beyhaki’den). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları:
3/197-198.
25
Ekim 2009
Osman KARABULUTOĞLU
PEYGAMBERLER… (7)
Dergimizin geçen sayısında demiştik ki :
‘Amma bir takım insanların nezdinde Allah’ın
varlığına inanılıyorsa, buna böyle inandıkları
halde, sonra semavat ve arzı yaratmaya güç
yetiren ve nizamlayan Allah’ın;
O nizamın parçalarından en küçüğünü
değiştirerek mucize yaratmasını inkâr etmeleri;
İnkârcıların ahmaklığından daha farklı bir
ahmaklıktır;
Ondan daha büyük değilse de daha açık
bir ahmaklıktır. Eb-el-‘alai-nin sözü ne de güzel:
“İnsan, Allah’a inandığın da zeki ve itaatkâr olsun İmanına küfrü karıştırmasın’’
Sonra mucizeyi inkâr, nübüvveti inkârı içirir ki, o zaman da Enbiyaya inanıp onların mucizelerini inkâr etmek hamakatı katmerleştirir.
Zira onların nübüvveti kendilerine vahyedilenle
başlar:
Ekim 2009
26
Öyle ki eğer nasa meydan okuyacak başka
bir mucize olamasa, vahiy başlı başına bir mucizedir, zira vahyi getireni peygamber dışında Allah’tan gayri ne bilen var ne de gören;
Ey okuyucu bende
şimdi diyorum ki iyi düşün,
mısırın sabık müftüsü Abduh’ün nebi ve resul tarifi
İslamın ve Müslümanların
bildiği nebi tarifi değildir.
Hatta bundan da öte milyonların bildiği tarif değildir!
İşte hiçbir mucize olmasa vahiy, tek başına
kâinata vaz edilmiş kozmik kanunları yırtan bir olgudur. Dolayısıyla mucizeyi, tabii kanunları yırttığı
gerekçesi ile inkâr eden kişi;
Kâinata konulmuş kanunları yırttığı için vahiy
mucizesini de inkâr etmiş olur, zira vahiy denenip
sınanmadığı, peygamber dışında deneyeni de olmadığı için açık seçik bir mucizedir.
Nübüvveti inkârla mucizeyi inkar arasında
kuvvetli bir bağ bulunmasına rağmen biz, peygamberlerle alakalı yazı yazan, kalem oynatan bir
takım kimselerin onların mucizeleri hususunda
suya sabuna dokunmadıklarını görüyoruz, bu
adamlar enbiyayı tasvir ederken onların hayatından bahsederken sanki peygamberler insanlardan,
büyük düşünürler misali ayrışmaları söz konusudur, başka değil, peygamberlerin fıtratları dışında
Allah’la hususi bir bağları yoktur;
Abduh, kendi nefis, rey
ve ilkelerinin sıhhatine güvenenlerden biridir. İnsanlar ise bunlardan iyilik ve
ıslah beklemektedir.
O fıtrat ki peygamberleri büyük kılmış ve
büyük düşünürlerin önüne geçirmiştir.
Bende diyorum ki: Şeyhin tarifinde nübüvvet
ve risaletten hiçbir şey yok, ne vahiy, ne meleki
mürsel, ne kitabi münzel ve ne de mucize. Binaenaleyh nereden bilinecek nebinin, ‘haktan başkasını bilmediği, haktan başkası ile amel etmediği?’
yine nereden bilecek onun türünden olan insanlar,
hakka davet olunduklarında, onun nebiliğini?
Peygamberler hakkında böyle yazıp çizenler,
Muhammed Abduh’un, Celal Devvanî’nin ‘Akaidi
Azudiye’ şerhine yaptığı notlardaki düşüncesine
muvafık olarak bu tasvirleri yapıyorlar.
Abduh peygamberi tarif ederken şöyle diyor:
“Ben diyorum ki nebi: İlmen ve amelen hak
üzere yaratılandır; O, hikmet gereği haktan başkasını bilmez, hakkın dışında da amel etmez, bu da
yaratılıştan kaynaklanır, yani bir fikre bir nazara bir
düşünceye muhtaç değil, lakin bu bir talimi ilahidir;
Eğer nebi kendi türünden yani hem cinsinden
olanların zamanla, değişen fıtratlarını, asli fıtratlarına döndürmeye davet üzere yaratılıştan yoğunlaşıyorsa, o aynı zamanda resuldür, değilse,
sadece nebidir.
Tarifin burası dakiktir düşünüle!’
Evet, şeyh nebiyi tarif ederken ‘talimi ilahiden’
bahsediyor, lakin bu talimi ilahiyi fıtrata hamletmek
mümkündür. Bu durumda da ona şu sual varit olur:
‘Bunun talimi ilahî olduğu nereden bilinecek nasıl
bilinecek?’[1]
Bizim söylediğimizi teyit eden diğer bir husus
ta şu, Şeyh, nebinin davet görevini, kendi hemcinslerini, yaratılışlarına binaen davette bulunmasına
dayandırıyor
da
onların
davetini
emrolundukları gibi Rablerinden gelen özel bir
emre bina etmiyor!
27
Ekim 2009
Şöyle ki nebiyi tarif ettikten sonra istemeyerek: ‘ Eğer nebinin yaratılışı kendi hemcinslerini davette
onların
fıtratına
yönelik
olarak
yoğunlaşıyorsa…’ şeklinde ifade de bulunuyor ve
bunu iki yerde açıkça fıtrata hamlediyor, sonra
cümlesini şöyle tamamlıyor: ‘Bu hususu iyi düşün,
burası dakik ve hassastır!’
Ey okuyucu bende şimdi diyorum ki iyi düşün,
mısırın sabık müftüsü Abduh’ün nebi ve resul tarifi
İslamın ve Müslümanların bildiği nebi tarifi değildir. Hatta bundan da öte milyonların bildiği tarif
değildir!
Abduh, kendi nefis, rey ve ilkelerinin sıhhatine güvenenlerden biridir. İnsanlar ise bunlardan
iyilik ve ıslah beklemektedir.
Abduh’ün bu nebi tariflerindeki muradı, insanların mümtaz taifesini nebiler ve resuller derecesine yükseltmek değildir;
Ekim 2009
Bilakis onun arzusu, nebi ve resulleri onların
ayrılmaz parçası olan vahiy ve mucizelerde bulunan harikaları feda ederek, nebi ve resulleri (S.A),
mümtaz insanların yani dâhilerin menzilesine indirmektir.
.............................................................................
[1] Bundan dolayı İslam ilimlerini tedvin eden
alimlerimizi: Ba‘as (öldükten sonra dirilme) ve vahyi
özellikle de vahyi nebinin tarifine dahil ederler ve
derler ki: ‘ Nebi bir insandır ki, Allah onu, kendisine
vahiy olanı halka tebliğ için yaratmıştır.’ Sonra derler ki: vahiy üç kısımdır:
1- Melek’in lisanıyla, kat-î bir ayeti, tebliğ edilenin (Nebinin) bilgilendirilmesinden sonra işitilmesi
onun kulağında vuku bularak sabit olandır ki,
Kur’an bu kabildendir.
2- Sözlü bir beyan olmaksızın melek’in işareti
ile açıklanandır.
28
3- Allah tarafından bir Nûri ilahi ile nebiye gösterilendir.
Usul ulemasından içtihadı, nebi için hak ve
gerekli görenler vahyin dördüncü kısmı olarak
görür ve onu da gizli vahiy olarak isimdendirler.
Ben bu eserin ilk baskısında demiştim ki: ‘Abduh’un söylediği: ‘Talimi ilahi’ sözcüğünü yaratılışa
hamletmek mümkündür. Lakin şimdi diyorum ki: Bu
sözcüğü yani ‘talimi ilahi’ sözcüğünü fıtrata atfetmek bir gerekliliktir. Abduh’ün ‘talimi ilahi’ kaydı, ı
nebiyi tarifte hem sahih değil hem de ağyarına
İlk üç kısım nebiyi nebi yapar; vahyi de vahyi
zahir..
mani değil; yani nebi olmayanları ondan çıkarmı-
Bu kitaptan 3. babının ‘Gayba İnananlarla
İnanmayanlar arasında Kavli fasl (ayıran söz)’ adlı
müstakil kitabın ilk baskısından sonra Şeriat kadılarından birini, Şeyh Muhammet Abduh’u nebiyi tarifinden dolayı tenkidimi hayretle karşılayıp onun
tarifindeki ‘talimi ilahinin’ tenkit edilen hususları
zaten karşıladığını böylece nebinin tarifinde bir eksikliğin söz konusu olmadığını tenkide gerek kalmadığını söyleyerek onu müdafaa ediyor;
Eğer her talimi ilahi, insana bunu bahşetse idi
yor, dâhilerde o sözcüğün içine giriyor.
cenabı hakkın: ‘Rahman insana öğretti’ yine: ‘Oku
Rabbin kerem sahibidir o insana bilmediğini kalemle öğretti’ kavli şerifi bütün insanları nebi kılarda
ve bütün insanların enbiyadan olması lüzumlu
olurdu.
İşin özü şudur ki; bu tarife ve bu tarif sahibine
iltimas etmek hak ve hakikatten uzaktır. Şeyhin,
Hâlbuki ben Abduh’u tenkit ederken onun tarifindeki ‘talimi ilahi’ sözünden gafil değildim ancak,
o cümleyi yetersiz buluyorum. Zira ‘talimi ilahi’ sözcüğü enbiyaya Allah tarafından tebliğ edilen ‘hususi ilahî talimi’ sarahaten içermiyor.
Çünkü o cümle mutlak bir cümle, sıradan insanların üstünde olan rey ehli düşünce sahiplerine
de şamildir. Onlar da peygamber olmamalarına
rağmen diğer nastan farklı olarak Allah’ın dilmesiyle ilahî talime muhataptırlar. Bunların nebi olmaları zaruri değildir, bunlar ‘dahi’ olarak
isimlendirilir.
önü ve sonu ‘talimi ilahi’ sözcüğüne büründürülmüş
nebi tarifi, tamamen nebiye has ve onunla mümtaz
bir kişilik ve fakat bu mümtaziyet hiçbir zaman
onda harikuladeliğe ulaşmayan bir özellik ki, gayba
inanmayan çağdaşların aklı bunu bir türlü kabul etmiyor, gayb ve harikalardan soyutlanmış böyle bir
tarife, kendi akılları istikametinde yürüyenlerin dışında kimsenin bir ihtiyacı yok…
İlk bakışta, bu ‘talimi ilahi’ kaydı ve zikri pek
anlaşılmıyor, ama bu tahlil ve tahkikten sonra, bazı
gözlerdeki külleniş ve sözü gizlemenin dışında
maksudun bu olmadığı ortada. Bu külleniş ve sözü
Abduh’un fıtratı açıklarken talimi ilahi kaydını
cümlenin sonunda kullanması bizim söylediklerimizi tamamen teyit eder. O takdirde bu ‘talimi ilahi’
sözcüğü nebinin yapısından hariç değildir.
Bu kitabın ilk baskısında demiştim ki: Abduh’ün ‘talimi ilahi’ sözünü fıtrata hamletmek mümkündür
Abduh’ün nebiyi tarif ederken ‘ilahi talim’ kaydını cümlenin sonunda fıtratı tefsir için getirmesi
Bizim söylediğimizi tamamen teyit eder. Öyle ise
bu ‘talimi ilahi’ denen şey nebinin yaratılışı dışında
olmaması gerekir.
gizleme üstat Ferit Vecdi beyin sözünü ettiği: ‘ kafaları gider korkusuyla şarklı aydınlar kitaplarında
ilhadı ve inkârı gizlediler’ sözüne benzemez. Zira
Ferit Vecdi beyin sözünü ettiği durumda zehri bir
kutuya hapsetmek ve tıkaçlamak söz konusu, Abduh’ün: nebiyi tarifindeki ‘talimi ilahi’ sözünde galip
olan ise salahtan çok fesat vardiır, şeyhin bu tavrının derlenmesinden ortaya çıkansa; kapalı ve tıkaçlanmış bir kutuyu zehre gömmek kabilindendir.
Eğer şeyhin nebi tarifi insanlar indinde maruf
tarif olsa idi nebi tarifini böyle bir kılıfa sokma ve
buna dikkat çekme ihtiyacı duymazdı?
29
Ekim 2009
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
MÜRŞİD
GEREKTİR
BİLDİRE
Sohbet bereketiyle yetişen sahabe-i kiram,
tabiin ve et bau’t-tabiin efendilerimizden sonra
gelen nesillerde gözle görülen bir bozulma ve
yozlaşma baş göstermişti. Daha çok dünyevî
olana bağlanarak ahireti unutma, ahireti arkaya
atma tarzındaki bu yaklaşım günümüzde de ümmetin birinci derdidir.
Resulullah (a.s)’dan hemen sonra, İslam
Ümmetinin “Asr-ı Saadet”in safiyet ve nuraniyetinden uzaklaşmasını ifade açısından, o devri yaşayan ve Muhammedî terbiyede yetişen Ebu
Derda (r.a)’nın aynı havayı soluklamış Selman-ı
Farisi’ye (r.a) yaptığı şu uyarı ne kadar düşündürücü ve asrımız adına da ne kadar korkutucudur:
“Kardeşim! Sakın Resulullah (a.s)’ın
sohbetinde bulundum diye aldanıp gaflete
düşme! Biz efendimizden sonra uzun zaman
yaşadık. Bu arada başımıza gelenleri Allah
çok iyi bilmektedir.” (Ebu Nuaym, Hilye, 1, 214)
Ekim 2009
30
Yine Ebu Derda (r.a), bir defasında yanındakilere şöyle demiştir: “Bu gün Resulullah (a.s)
karşınıza çıkacak olsa; şu namazdan başka,
O’nun ve Ashabının devrindeki şeylerden hiçbirini o günkü haliyle bulup tanıyamaz.” (Şatibi, el İ’tisam,1 26)
Hicri 157’de vefat eden el-Evzai, demiştir ki:
Ya Allah’ın Rasülü (a.s) bu gün bizim karşımıza
çıksa durumu nasıl bulurdu!”
Hasan el Basri’nin (r.a) feryadı ise bir başka
türlü:
“Vallahi ben, Bedir savaşına katılmış yetmiş
tane Sahabe gördüm. Genelde elbiseleri yünden
idi. (Hal ve hayatları, Allah ile irtibatları öyle acaib
ve farklı idi ki) onları görseydiniz: “Bunlar mecnun!”
derdiniz. Onlar sizin hayırlılarınızı görselerdi: “Bunların hayırdan pek nasipleri yok!” der, şerlilerinizi
görseler: “Bunlar hesap gününe inanmıyorlar!” derlerdi. (Ebu Nuaym, Hilye, 2, 134)
Gün geçtikçe yalnızlaşan, kendi nefsiyle baş
başa kalan, kendinden başkasının sesine kulak
vermeyen günümüz insanının devası, acilen manevî bir kalb doktoruna başvurması ve onun dediklerini yerine getirmesidir. Tıbben kalbi rahatsız olan
nasıl ki bir kalb doktoruna gidip teslim oluyorsa
manevî olarak krizlerde boğulan da gidip öyle teslim olmalıdır. Gözü görmeyenin görene ihtiyacı vardır ama önce gözünün görmediğini bilmesi lazım.
Kör köre rehberlik yapamaz. En büyük kör nefistir.
Terbiye-i nefs yapmamış bir insanın nefsiyle baş
başa kalması ne korkunç sorunlar doğurur! Mürşid
mürşid olmalı. Sen kör elinden tuttuğun kör olunca
iki kör nereye gidebilirsiniz.
Şimdi, Ebu Hasan Ali en Nedvî’nin ifadeleriyle şu sorulara cevap bulalım:
“Bu durumda, Müslümanların büyük bir bölümünün kendi inanç ve imanını yenilemesi nasıl olacaktı? Dinî sorumluluklarını ve görevlerini şuurla ve
sorumluluk duygusu ile tekrar kabul etmelerinin,
onlarda tekrar iman heyecanı, dinî cezbe doğurmanın, onların pörsümüş, ölmüş kalplerinde yeni-
den sevginin, muhabbetin sıcaklığını meydana getirmenin, darmadağınık olmuş güçlerine yeniden
canlılık ve hareket getirmenin yolu ne olmalıydı?
İşte bunun için, Müslümanların, samimi ve
muhlis bir Allah erine güvenmeleri ve bu güvenle
ruhî ve manevi hastalıklarını tedavi edip, dinde
doğru bir önder ve ışık bulmaları gerekli idi. Yukarıda değindiğimiz gibi; (İslamî) halifelik, bu görevinden habersiz olup bir kenara çekilmiş
durumdaydı. Raşid halifeleri hariç tutarsak, diğer
halifeler, değil Resulullah (a.s)’ı temsil ve ümmeti
Kur’an ve sünnet çizgisinde terbiye etmek, içine
düştükleri tutum ve durumlarıyla bu iş için zararlı
ve bu yolda bir engel idi. Diğer taraftan bu makamı
ehli olmadan işgal edenler yüzünden orası o kadar
şüpheci, kuruntulu ve vehimli bir hale gelmişti ki,
yeni bir teşkilat veya yeni bir davet ortaya çıktı mı,
hemen onda bir siyaset kokusu buluyor, ona tahammül edemiyor ve ezip yok ediyordu.
31
Ekim 2009
Böyle bir durumda, Müslümanlarda yeni bir
dinî hayat, yeni bir takva üzere kurulmuş düzen ve
sisitem, yeni baştan hareket ve amel meydana getirmek için Allah’ın muhlis bir kulunun, Hz. Peygamber (a.s)’in yolu üzerinde, iman, amel ve
şeriata uygun hareket etmeye söz verdirerek, intisab almasından başka ne yol vardı? Bir müslümanın böyle bir Allah erinin ve Peygamber varisinin
elinde bey’at etmesi ile eski günahlarına tevbe
ederek bir daha onlara geri dönmeyeceğine söz
vererek imanını tazelemesinden, sonra da o peygamber vekilinin dinî kontrolü altında o kişide doğruluk, dürüstlük, iman harareti, sünnete bağlanma
zevki ve ahret düşüncesini geliştirmekten başka,
çıkar yol ne olabilirdi?
İşte bir kâmil mürşide intisabın, onun manevî
terbiyesine girmenin iç yüzü ve hedefi budur. Bu intisapla dinin samimi davetçileri dini yenileme, canEkim 2009
landırma ve Müslümanları ıslah etme işini yürütmüşler, yüzbinlerce, milyonlarca Allah kulunu imanın gerçek şekline ve ihsan mertebesine
ulaştırmışlardır.
Bu altın zincirin baş halkalarından ve Muhammedî güllerin demetinin en güzellerlinden birisi de Seyyid Abdulkadir Geylanî (k.s) idi. O’nun
zamanında yüzbinlerce insan onun ortaya koyduğu
usul ve edeb tarikatından faydalanarak imanın lezzetini tatmış, İslami hayat başlayarak, güzel ahlakı
benimseyerek, kendini güzelleştirmiştir.” (Ebu’ Hasan en
Nedvî, İslam Önderleri Tarihi,1, 291–292)
Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
“Allah kimi (ilahi desteğini çekerek nefsinin
eline bırakıp) saptırırsa, onu doğru yola iletecek bir veli bulamazsın.” (Kehf, 17)
32
Said Havva (r.a), bu ayetten şu sonuca varmıştır:
“Bu ayetten anlıyoruz ki, (kişiyi hakka sevdirecek bir) mürşid veli bulunduğu zaman Allah’a
davet en mükemmel şekilde yapılabilmektedir. Bir
insan elini mürşidin eline koyup intisap ettiğinde
bu, Allah’a ulaşmada ve Onun yolunda muvaffakiyette en güzel bir imkân olmaktadır. Esasen, peygamberler (aleyhimüsselam) Allah’a hidayette
gerçek hidayet önderleri olduğu gibi, kâmil mürşidler de Allah Tealaya davet işinde peygamberlerin kâmil varisleridir. Belirttiğimiz gibi, Allah
Teâlâ’ya davetin salahı için mürşid-i kâmilin varlığı
çok önemli ve zaruridir.” (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, 333)
“Şeyhin (kâmil mürşidin) görevi, müridi ilmî
ve ruhî yönden terbiye olduğuna göre, küfür ve
dinsizliğin kol gezdiği asrımızda acaba şeyhin görevi ne olmalıdır ve müridlerin terbiyeleri üzerinde
etkileri nelerdir? Yine müslümanların ilahi rıza ve
“Vallahi ben, Bedir savaşına
takva hedefi üzere kurulmuş bir devlete sahip olmadıkları günümüzde şeyhin rolü nedir? Müslümanların bir vücut, bir saf ve Allah için bir cemaat
olması için şeyhle halka arasında ilgi nasıl olacaktır?”
“Bilinmelidir ki; her asırda iman ve takva yönünden salaha ve sıhhate giden yol, İslam ümmetinin önünde örnek alınacak insanların
bulunmasıyla başlar. Bu her devir ve nesilde böyledir. Sonra, başından sonuna kadar tecdid ( İslami hayatı ihya) ameliyesini gerçekleştirecek
kâmil varislere ihtiyaç vardır. Bu iş tamamen i’layı kelimetullah hedefiyle yapılmalıdır.
Şüphe yok ki, asrımızdaki Müslümanların
muhtaç olduğu üç tane temel iş vardır. Bunlar, mutasavvuf olsun, fakih olsun, mücahid olsun kâmil
bir müminin yetiştirilmesinde düşünülebilecek her
şeyi ihtiva etmektedir. Onlar da; ilim, temel ahlak
ve Müslüman cemaate ve onun imamına bağlılıkla, bunun gerektirdiği terbiye, şuur, seyr-u sülük
ve iltizamdır. Zamanımızdaki hastalığın en büyük
kaynağı; müslümanın bu işlerden birini, yahut ikisini veyahut her üçünü ihmal emesi, veya onlardan bazısına tam sahip çıkmayıp zayıf
bırakmasıdır.
katılmış yetmiş tane Sahabe
gördüm. Genelde elbiseleri yünden idi. (Hal ve hayatları, Allah
ile irtibatları öyle acaib ve farklı
idi ki) onları görseydiniz: “Bunlar mecnun!” derdiniz. Onlar
sizin hayırlılarınızı görselerdi:
“Bunların hayırdan pek nasipleri yok!” der, şerlilerinizi görseler:
“Bunlar
hesap
inanmıyorlar!” derlerdi.
gününe
Şimdi bir Müslüman düşün ki; ilmi bulunsun
fakat temel ahlaktan mahrum olsun. Hiç şüphesiz
bu halde hiçbir iş düzgün olmaz. Yine düşün ki; bir
müslümanda İslam ve irşad cemaatine bağlanmanın gerektirdiği terbiye, anlayış ve diğer şeyler bulunmasın. Şüphesiz işler yine düzgün gitmez. İşte
en önemli hastalık; bu üç asıl işden birinin bulunmaması veya bazısının noksan ve kusurlu olmasıdır.” (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, 235–236)
Mürşidsiz olmaz. Sadece eser okumakla da
bu iş olmaz. Böyle düşünenlere Ömer ziyaeddin
Dağıstanî (k.s) şu uyarıda bulunuyor:
“Tasavvufî eserleri okumakla boş yere ömür
tüketeceğine, o eserlerdeki sözleri, anlatılanları
kendisine hal yapmış ve şahsında yaşanır bir
şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup, onun
işareti üzere amel ederek zikir, fikir, huzur ile
33
Ekim 2009
Allah’dan gayri şeylerden kalben kopmaya çalışsan; bu senin için daha iyi ve daha kolaydır.” (Muhammed b. Abdullah Hani, el Behçetü’s Seniyye, 213–214)
Abdulbari en Nedvî (r.a) bu konuda şöyle
diyor:
“Tasavvufî eserleri
okumakla boş yere
ömür tüketeceğine, o
eserlerdeki sözleri,
anlatılanları kendisine
hal yapmış ve şahsında
yaşanır bir şekle
getirmiş canlı bir
mürşide teslim olup,
onun işareti üzere amel
ederek zikir, fikir, huzur
ile Allah’dan gayri
şeylerden kalben
kopmaya çalışsan; bu
senin için daha iyi ve
daha kolaydır.”
“Hayatın hiçbir alanında ve hiçbir bilim dalında, staj görmeden ve uygulama yapmadan başarıya ulaşılmamıştır.
Sırf inceleme ve araştırmayla bir kimsenin
mesleğinde olgunluk kazandığını, sahasında başarıya ulaştığını hiç gördünüz mü? Şu nokta adeta
elle tutulan ve gözle görülen bir gerçektir ki; insan,
usta bir marangozun yanında staj görmeden bu
mesleği öğrenemez, marangozlukla ilgili aletleri
eline alıp onlar gibi ustalıkla kullanamaz. Bunun
için mutlaka usta bir marangozun yanında çalışmak ve mesleğinin inceliklerini öğrenmek gerekir.
Terzilik ve diğer zanaatlarda tıpkı bunun gibidir; onların da araç ve gereçlerini kullanmak için ustasına
ihtiyaç vardır. Hattat olmak arzusunu taşıyan bir
kimsede mutlaka bir hattatın yanında bulunmalı,
onun kalemi tutuş ve kâğıt üzerinde gezdiriş biçimlerini bizzat öğrenmeli ve ancak böylece güzel
bir yazı yazar hale gelmelidir.
Verdiğimiz bütün bu örneklere dayanarak diyoruz ki:
Bir kimse olgun bir şeyhin yanında bulunmadan, sohbetlerinden bol bol yararlanmadan, meclisinde teneffüs edilen manevî havaya alışmadan
ve orada yaşanan durumların manevî zevkini tatmadan olgun bir insan olması mümkün değildir.
Bunun için mutlaka olgunluğa erişmiş ve manevî
alanda yol almış muhterem bir zatın sohbetinde
bulunmak, o sohbetin vereceği manevî zevki tatmak ve onun irşadından istifade etmek şarttır.
Bize göre kâmil bir zatla sohbette bulunmak
ve o manevi havayı teneffüs etmek şarttır. Çünkü
sahabelerden en aşağı derecede olan bile hiç şüphesiz en yüksek hadis bilgininden, en değerli fakihten ve en büyük veliden daha üstün ve daha
faziletlidir. Bu üstünlüğün nedeni hiçbir zaman
Ekim 2009
34
kitap okumak ve eserleri incelemek değildir. Çünkü
sahabenin çoğu okuryazar bile değildi. Bu üstünlüğün nedeni bilgi çokluğu ve kültür zenginliği de
olamaz. Çünkü kendilerinden sonra gelen bilginlerin en küçükleri bile dinin bütün konularını onlardan
daha geniş ve daha ayrıntılı olarak biliyorlardı. Öyleyse geriye bir tek ihtimal kalıyor ki, o da; Alah’ın
Rasülü (a.s) ile sohbet mutluluğuna erişmiş bulunmalarıdır. Bu öyle bir sohbettir ki; onlardan sonra
gelen en büyük âlimler, manevî havanın teneffüs
edildiği ve susuz kalan gönüllerin nura kandırıldığı
bu sohbetin en az ve en aşağısını yaşamak şöyle
dursun, dengini ve benzerini bile bulamazlar. Yıllar
boyu eserleri araştırmakla elde edilemeyen manevî bilginin, kâmil bir Allah eriyle bir saatlik sohbette
elde edilebileceği gerçeği, bu yönde en küçük bir
tecrübesi olanların bile bildiği bir husustur. Bu noktada hiçbir abartma da söz konusu değildir. Şair de
bu anlamda şöyle demiştir:
Daha sağlam bir delil ve daha güvenilir bir
isbat istersen; bizzat bunu denemeli ve kendi hayatında yaşamalısın. Bunun için altı ayını ayır. Gel
benden gerçek bir arifin adını, adresini öğren ve
Allah için huzuruna git manevî sohbet ve terbiyesine gir. Göreceksin ki, oraya akıllı olduğunu söyleyerek gidecek, aptal olduğunu söyleyerek
geleceksin. Çünkü o mübarek insanın sohbetleri
sayesinde akıllanacak, geniş bir manevî ufka sahip
olacaksın” (Abdulbari en Nedvî, Tasavvuf ve Tarikatın Yenilenmesi, 165–168)
“Yok ki, nerede bulalım ” diyene cevaben
deriz ki: Resulullah (s.a.s) buyurmuştur ki:
“Ümmetimden
bir
topluluk
kıyamete
kadar Allah’ın emrini ayakta tutmaya devam
ederler. Onları terk edenler ve muhalif davrananlar kendilerine bir zarar veremez. Bu, Allah’ın kıyamet emri gelinceye kadar devam
“Evliyanın sohbetinde bir saat kalıvermen
Hayırlıdır bir asırlık gafilâne ibadetten.”
Eninde sonunda gidilecek yer ve sığınılacak
mercî, herkes için yalnız Allah’dır. Başvuracak
başka bir makam yoktur.
eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler.” (Buhari, İ’tisam, 10)
“Ümmetimden her devirde sabikun (hayırlarda önderlik eden ehlullah) bulunur.” (Suyuti, el Camiu’s –Sağir,2,415)
35
Ekim 2009
Aydın BAŞAR
[email protected]
ZİNCİRLE
GELEN
MİSAFİR
Tasavvuf tarihindeki üç büyük
“şems”ten biri olan Akşemseddin Hazretleri’nin asıl adı Muhammed b.
Hamza olup 1390’da Şam’da doğmuştur. Soyu Hz Sıddık-ı Azam’a ve
Şihabuddin Sühreverdi’ye dayanmaktadır. Yedi yaşında iken babası ile birlikte Amasya’nın Kavak ilçesine yerleşen Akşemseddin henüz o yaşlarda
iken hafız olmuştur. Daha sonra medrese tahsilini ikmal ettikten sonra Çorum’un Osmancık ilçesindeki medreseye müderris olarak atanmış ve
1459’da Göynük’te vefat etmiştir.
Akşemseddin Hazretleri eski Yunan filozoflarının kitaplarını okumuş
Sokrat, Aristo ve Eflatun’un ilmi eserlerini ve bunların düşüncelerini iyice
incelemiştir. Ayrıca hekimliğin üstadı
sayılan Hipokrat’ın eserlerini de okuyup incelemiş olup tıp ilminde son deEkim 2009
36
rece kuvvetli bir bilgiye sahiptir. Akşemseddin kendisine müracaat eden
hastalara doğru teşhis koyması nedeniyle hekimlikte büyük bir üstat olarak
bilinmektedir.
Tahminlere göre 25- 27 yaşları
arasında iken müderrisliğe yeni başladığı yıllarda tasavvufi bir arayışın içerisine girmiş, Fars iklimini ve Maveraünnehir’i bu maksatla dolaşmışsa da
müteselli olamadan Anadolu’ya geri
dönmüştür. Bu esnada Ankara’da tarikatını yaymakta olan eski müderrislerden Hacı Bayram Veli’nin ziyaretine
gitmeye karar verir. Bu ziyaretinde
Hacı Bayram Veli çalgı aleti çalan
dervişleri ile birlikte esnaftan hayır işleri için yardım toplamaktadır. Hacı
Bayram Veli’ye bağlanmak isteyen Akşemseddin önce bir tereddüt geçirir.
Bir medrese müderrisi, bir bilim adamı
nasıl olur da halka avuç açar? Bunu aklı havsalası
bir türlü alamaz ve bu yüzden Haleb’e Zeynüddin
Bunun üzerine Ankara’ya
geri dönen Akşemseddin, Bayram Veli Hazretlerinin tarlada çalışmakta olduğunu görür, sessizce yanlarına yaklaşır ve
onlarla birlikte çalışmaya koyulur. Öğle vakti geldiğinde yemek
için dervişlerle sofraya oturan
Hacı Bayram Veli, Akşemseddin’i görmezden gelerek onunla
hiç ilgilenmez. Oradaki dervişlerden hiçbirisi onu sofraya davet etmez. Bu arada köpeklerin
kaplarına da yemekler konmuştur.
Hafi’ye bağlanmak üzere uzun bir yolculuğa çıkar.
Haleb’e yaklaştığı sıralarda bir gece rüyasında boynuna bir zincir bağlanmış zincirin ucu da Hacı Bayram Veli’de... Bunun üzerine Ankara’ya geri dönen
Akşemseddin, Bayram Veli Hazretlerinin tarlada
çalışmakta olduğunu görür, sessizce yanlarına yaklaşır ve onlarla birlikte çalışmaya koyulur. Öğle
vakti geldiğinde yemek için dervişlerle sofraya oturan Hacı Bayram Veli, Akşemseddin’i görmezden
gelerek onunla hiç ilgilenmez. Oradaki dervişlerden
hiçbirisi onu sofraya davet etmez. Bu arada köpeklerin kaplarına da yemekler konmuştur. Garip
kalan Akşemseddin çaresizce köpeklerin yanına
diz çökünce, Hacı Bayram Hazretleri dayanamaz
ve hemen onu sofrasına çağırır. Çünkü artık Akşemseddin nefsine ağır gelen bu fiili işleyerek benlik imtihanını geçmiştir. Sofraya oturan Akeşemseddin’e, Bayram Veli Hazretleri gülümseyerek
şöyle der. “Zincirle zorla gelen misafirin ağırlanması işte böyle olur.”
O günden sonra dergaha kabul edilen Akşemseddin’e, Hacı Bayram Veli Hazretleri türlü türlü
ibadet, riyazet ve mücahede ettirir.. Akşemseddin’den önce gelip aynı ocakta seyr-i sülukta bulunanlara oranla onu çok sıkı bir seyr-i süluka tabi tutar. Hatta öyle olur ki yedi günde bir kaşık sirkeden
başka bir şey verilmez. Hacı Bayram Veli Hazretlerinin ağır ve titiz manevî eğitiminden geçen Akşemseddin, kısa zamanda irşad makamına yükselir. “Yıllarca Hacı Bayram Veli Hazretlerinin yanında
kaldıkları halde manevi eğitimlerini bir türlü tamamlayamayan eski müridler, dergâha yeni gelmiş
Akşemseddin Hazretlerinin neticeye birkaç ayda
ulaşmasının sebebini anlayamamışlar ve bu durumu açıklamasını Hacı Bayram Veli Hazretlerinden rica etmişler. O da bunu Akşemseddin’in tam
anlamıyla teslim olmasıyla açıklamıştır.” İrşad makamına geçen Akşemsedin, önce Beğpazarı’na,
sonra İskilip ve Göynük’e yerleşmiş ve orada son
nefesine kadar tasavvuf ve ilim yolundaki hizmetlerine devam etmiştir.
37
Ekim 2009
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
Alla h’a T e slim O lm ak
Yahya bin Muaz (r.a)’a “Kul Allah’a tam olarak ne zaman bağlanabilir?” diye sorulunca şu cevabı verdi:
“Allah’ı vekil kabul edip, var olan ya da olmayan tüm alâkalara kalbini kapadığı zaman.”
Rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Hak, Dâvud (a.s)’a şöyle vahyetti:
“Ne abidlerin ibadeti, ne mukerreblerin yakınlığı, bana dayanmak ve teslim olmak kadar yaklaştırıcı değildir.”
Amir bin Kays (r.a), âriflerden birine kendisi için Allah’a dua etmesi ricasında bulundu. Ârif bu ricaya şöyle cevap verdi: “Senden
daha aciz olan birinden yardım istiyorsun! Beni bırak Allah’a itaat et
ve O’na dayan; dua ile O’ndan isteyenlere verilenlerden daha fazlasını sana gönderir.”
Musa (as)’a gönderilen Tevrat’ta şu nasihatin bulunduğu rivayet edilir:
“Dünya ehline bir önder, öteki âlemin yüce tepelerinde bir
efendi olmak istiyorsan emrime teslim ol, hükmüme razı ol!”
Fudayl bin İyâz (r.a) der ki:
Ben, “Allah’a bağlıyım” demekten utanıyorum. Çünkü Allah’a bağlı olan, O’ndan başkasından korkmaz, bir şey beklemez ve kalbini iki cihanın alâkalarından keser.”
Ârifler, “Biz Allah’a aidiz” ibaresinin manası hakkında şunu söylemişlerdir: “Biz Allah’ın kulları ve köleleriyiz. O’nun iradesi ve hükmü
altında kalıptan kalıba gireriz. Kulların perçemleri O’nun elindedir.”
Ayetin geri kalan “Ve biz O’na döneceğiz” kısmı hakkında: “O’ndan
razı olarak, O’na teslim olarak, O’na dayanarak ve kendimizi O’na
ısmarlayarak (huzuruna varırız)” şeklinde yorum yapmışlardır.
Şöyle bir rivayet vardır:
Allah Teâlâ, Musa (a.s)’a “Firavun’a git. Çünkü o iyice azdı.”
vahyiyle Firavun’a gitmesini emrettiği zaman Musa (a.s) şöyle dedi:
“Ya Rabbi! Ailem ve koyunlarım var (onlar ne olacak?)” Bunun üzerine Allah Teâlâ, ona şöyle buyurdu: “Ey Musa! Beni bulduktan sonra
başkasını ne yapacaksın? Git, bana dayan ve teslim ol! Bütün işlerini bana ısmarla. Şayet ben istersem, bir kurdu koyunlarına çoban,
meleklerimi de ailene muhafız ederim.
Ey Musa! Annen seni denize attığı zaman oradan seni kim kurtardı? Bundan sonra, seni annene kim kavuşturdu? Düşmanın FiEylül 2009
38
ravun, seni öldürmek istediği zaman onun elinden seni kim kurtardı?
Firavun’dan korkup çöle kaçtığın zaman seni oradan kim çıkardı?”
Allah’ın sözlerini dinlerken Musa (a.s), hepsine “Sen Sen!” diyordu.
Şunu iyi bilmek gerekir ki Allah’tan başka bir kimseye veya bir
şeye dayanan, kulluk sınırından çıkarak rezil olur. Çünkü kulluk sınırı, iradeyi Cebbâr olan Allah’a bırakmaktır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı
yoktur.”
“Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup
hapseden olamaz.”
“Eğer Allah seni bir zarar uğratırsa, onu kendisinden
başka giderecek yoktur.”
“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla
erişmez.”
“Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter.”
Kulluğun, şu on haslet üzerine bina edildiğini bil:
• Her şeyde Allah’a dayanmak.
• Her halde Allah’tan razı olmak.
• Her durumda O’na dönmek.
• Her konuda Allah’a muhtaç olmak.
• Her hususta Allah’a yönelmek.
• Her sıkıntıda Allah’a dayanıp sabretmek.
• Her şeyden uzaklaşıp Allah’a yönelmek.
• Her hususta Allah için dosdoğru olmak.
• Her şeyi Allah’a ısmarlamak.
• Her konuda O’na teslim olmak.
Son olarak şunu iyi bil ki: “Teslimiyeti ve teslimiyete ulaştıran
yolları aramak, iman ve marifetin şubelerinden biridir. Teslimiyet, bulanmamış bir esenlikle ‘Selam’ olan Allah’a tüm varlığını vermektir.
Teslimiyet yollarını aramak ise başına gelecek bütün belalardan razı
olarak O’na götüren yolu aramaktır”.
39
Eylül 2009
Salih AYDIN
“Allah’tan
aldığım
vazifeyle
“yeter”
diyorum.”
Ekim 2009
Bu söz bendenize ait değil.
Böyle diyor bilmem kaç tarikatın vazifelisi olduğunu iddia edip Yahudi ve
Hıristiyanları da “mümin-müslüman”
sayan müteşeyh. Niye böyle diyor biliyor musunuz? Yahudi ve hiristiyanlara
“kâfir” diyormuş Müslümanlar. Müteşeyhin zoruna gidiyormuş. “Yeter diyorum” diyor, böyle demeyin. İyi ama
neden kafire “kafir” demeyelim ki? Bu
sizi neden rahatsız ediyor?
ve dolanlarla işgal ettikleri İslam topraklarında kan akıtıp mümine bacılarımızın namusunu kirletiyorlar. Bizi
düşman olarak görüyorlar. Haçlı seferlerini ve o haçlı seferlerinin günümüzdeki uzantısı olan Bosna, Irak,
Afganistan, Gazze katliamlarını inanan bir yürek olarak unutmamız mümkün değil. Müteşeyh efendi sana ve o
yalanlarınla aldattığın çevrendeki o
zavallılara sesleniyorum:
Ehl-i sünnet inancına göre Yahudi ve hristiyanlar kâfirdir. Onlar Allah’a iftira attıkları gibi Allah’ın son
peygamberi olan Hz. Muhammed (a.s)
efendimize de inanmazlar. Tarih boyunca da inanmadılar şimdi de inanmıyorlar. İnanırlarsa o zaman elbette
ki Müslüman ve mümin olacaklar. Tarihte bizim ecdadımız olan müminlere
de çok acılar yaşattılar ve hala yalan
Siz nasıl insansınız ki kendisine
inanıp secde ettiğiniz Allah’a iftira
atanlara bu denli bir yakınlık duyarak
Allah adına onları “mümin” ilan edip
cennete sokuyorsunuz. Bir insan sevdiği birine iftira atanlara karşı nasıl
dost olabilir. Peygamberlerinin diliyle
“lanetlenmiş” bir topluluğa bu denli bir
yaltaklanmanın adı nedir? Siz nasıl bir
topluluksunuz ki sizin peygamberinizle
40
savaşmış, tarihten günümüze kadar müminlerle
sırf Müslüman oldukları için savaşan o kâfirleri
nasıl mümin olarak kabul ediyorsunuz.
ne cevap vereceksiniz! Nasıl bu sahtekârlığınızı örteceksiniz, mümkün mü?
Değerli okurlar, öyle bir zamanda yaşıyoruz
Tabii burası Türkiye... Sana gelip sorgulama
yapacak kimse yok. Denetim yok. Hele saha
“din” olunca alabildiğince konuşup ortalığı bulandırabilirsin. Öyle ya soran irdeleyen yok. Sen nereden şeyh oldun, eğitimin nedir, bir şeyhin
terbiyesinden geçtin mi, icazetin var mı, bu yetkiyi
nereden aldın? Kimsin ve yıllardır kimin adına iş
yapıyorsun?
28 Şubat sürecinde Müslümanlar sahtekârlardan iyi darbe yediler. Bu sistem ha bire Ali Kalkancısını üretiyor. Ama gel gör ki Müslümanlar
gözü kapalı olarak gidiyor. Tasavvuf gibi “nefis eğitim, ruhi terbiye” okulu olan müessese nefis ve
egoların tatmin yeri oluyor. Bazı Müslümanlarda
gördükleri çirkinlikleri göz yumarak yok sayıyor.
Sonrasında olan yine Müslümanlara oluyor. Bir
sahtekâr, şeyh olduğunu iddia edip Yahudi ve Hıristiyanları cennete yollarken, bir diğeri kendisine
vahiy geldiğini iddia ediyor. Hazır kıta bekleyen bu
müteşeyhler eğer üzerlerine gidilip ümmete duyurulmazsa çok müslümanın canını yaktıkları gibi
bütün Müslümanlarında başına bela olacaklar korkarım.
ki sapla samanın bir birine karıştığı bir zaman. Zihinler bulandırılıyor, her taraftan Müslümanlar
adeta bombardımana tutuluyor. Onun için çok acil
olarak sanki bir seferberlik gibi ilme sarılmalı dinimizi çok iyi öğrenmeliyiz. Öncelikle ehlisünnet
inancını detaylı bir şekilde öğrendikten sonra “ilmihal” olarak bildiğimiz günlük yaşantımızla ilgili bilgileri güzelce öğrenmeliyiz.
Eğer tasavvufa meylimiz varsa mutlaka çok
iyi araştırıp ondan sonra bağlanmalıyız. İcazeti olmayan, ben rüyada aldım, şeyhim öleceği an
hemen bana verdi ve öldü, benim şeyhim uzak
memleketlerde ve gizli gibi saçma sapan şeyler
söyleyenlere asla kulak asmayalım. Görevine dair
şahid getiremeyen sahtekârların söylediği sözlere
kulak asmayalım. “Ben doktorum” diyen bir adama
nasıl ki “hani diploma” diyorsak şeyh olduğunu söyleyenlere de aynı soruyu sormalıyız: Hani icazet,
hani şahit?
Bir mürşid-i Kamil arayan kardeşlerimiz özellikle şu şartların o kimsede olup olmadığına çok
dikkat etmeliler:
En çok istismar edilen saha tasavvuf sahası… Şeyh efendi vefat ediyor ve yerine kimseyi
bırakmıyor. Bunu bütün cemaati biliyor. Birde bakıyorsunuz iki üç ay veya sene sonra altı yedi tane
şeyh türemiş. Hepsi ilginç bir şekilde şeyh efendinin kendisine görev verdiğini diğerlerinin “yalan
söylediğini” iddia ediyor. Böylece hepsi birbirini yalancılıkla suçlamış oluyor. Ne yazık ki şeyh efendinin yerine kimseyi bırakmadığını bilen müridler
bunlardan birinin peşine gitmek zorunda kalıyor.
Hani tasavvuf nefsi yok saymaktı, hani riyaset peşinde koşulmayacaktı? Nefsinin kulu olana yazıklar
olsun. Eyvahlar olsun size be sahtekârlar! Eyvahlar olsun size be sahtekârlar! Eyvahlar olsun size
be sahtekârlar!
1- Sağlam bir ehl-i sünnet inancına sahip
olmalıdır.
2- İlim sahibi olmalıdır.
3- İlmiyle amil olmalıdır.
4- İhlâs ve samimiyet sahibi olmalıdır.
5- Silsile yönünden Peygamber Efendimiz
(s.a.v)’e ulaşan kâmil bir mürşidden izin alarak
irşada başlamış olmalıdır.
6- Allah’u Zülcelal’in emir ve nehiylerinin,
tasavvuf ve hakikat ilimlerinde derin bir bilgiye
sahip olmalıdır.
7- İnsandaki manevi hastalıkların nasıl
meydana geldiğini ve bununla nasıl mücadele
edileceğini bilmelidir.
Çekin o ellerinizi bu ümmetin üzerinden. Bir
gün o yalanlarınızla Allah’ın huzuruna vardığınızda
8- Siyasî, ictimaî, iktisadî her konuda müride yol gösterebilen bir zat olmalıdır.
41
Ekim 2009
Umut BULUT
Yazar Aydın
Başar:
“Müseyleme’nin
Kanalında Hz
Ebubekir
Anlatılmaz”
Milli Gazete yazarı Aydın Başar
ile Diyanet ve sahte peygamberler konulu bir röportaj yaptık. Haberdem
okuyucularının istifadesine sunuyoruz.
- Sizi Milli Gazete, Anadolu
Gençlik, Burhan Dergisi ve en son
olarak
da
kardeş
sitemiz
haber5.com’daki yazılarınızdan tanıyoruz. Bu sitedeki en son yazınızda Diyanet’i sahte peygamberlere karşı mücadele etmeye davet
ettiniz. Sizce bu mücadeleyi Diyanet
mi yapmalıdır?
Sahte peygamberler, sahte resuller, sahte mehdiler ve sahte şeyhler
günümüzün birer gerçeğidir. İmaam-ı
Rabbani, İmam-ı Gazali, Mevlana gibi
birçok alim yaşadıkları dönemde bu
tür kimselerle ve sapkın görüşlerle mücadele etmişlerdir. Bugün bu görev en
başta bütün ilahiyatçılara, akademisEkim 2009
42
yenlere, yazarlara, müftülere ve imamlara düşüyor. Yalnız bunların tek tek
mücadeleleri de bir anlam ifade etmiyor. Daha büyük bir otoritenin bu yanlış cereyanlara karşı halkı uyarması
gerekiyor ki o da Diyanet İşleri Başkanlığıdır.
- Diyanet bu konuda hiç mi bir
şey yapmıyor?
Sahte peygamber olarak kamuoyunda meşhur olmuş ancak peygamber değil “resul” olduğunu iddia
eden İskender Evrenesoğlu ile ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Sayın Ekrem Keleş
Bey’in bir raporu var. Fakat bunun dışında Diyanet bu konuya yeterince sahip çıkmıyor. Evrenesoğlu batıl fikirlerini televizyon kanalları vasıtası ile
sürekli tebliğ ederken Diyanet’ten uya-
rıcı bir mesaj hala gelmedi. Şayet bu mesaj gelmezse insanlar “Diyanet ne iş yapar?” diye sormakta haklıdırlar.
- Hangi kanal veya kanallar?
İskender Evrenesoğlu halk arasında sahte
peygamber olarak meşhur olduğu için açıktan faaliyet yapamıyor. MPL adlı bir tv kanalı sürekli onun
sapkın görüşlerini yayıyor. Bu kanalda hoca olarak
lanse edilen çok sayıda bilgisiz kimseler var. Hatta
Arapça “resul” kelimesini bile bakmadan yazamıyorlar. Bunlar biraz garip kişilikler ve sayıları da oldukça fazla..
- Peki bu MPL kanal Evrenesoğlu bağlantısını kabul ediyor mu?
Kendilerinin bir tasavvuf kanalı olduğunu söylüyorlar. O kanalda çıkan hoca taslakları sürekli
resullerin her dönemde yaşadığını, bu devirde de
yaşadığını ve onlara tabi olmayan kimselerin şirke
düştüğünü söylüyorlar. Devrin imamına ki mehdi de
odur diyorlar, ona tabi olmak gerektiğini söylüyorlar. İzleyiciler “devrin imamı kim” diye sorduğunda
ise buna açık bir şekilde cevap vermiyorlar.
- İyi ama Evrenesoğlu’ndan başka birini
kastetmiş olamazlar mı?
Hayır olmazlar. Çünkü ben Evrenesoğlu’nun
internetteki bazı konuşmalarını dikkatle dinledim.
Bu kanaldaki kimselerin söylemleri ile onunki tıpa
tıp aynı. Hatta konuşma üslupları bile aynı. Google’de bununla ilgili bir araştırma yaptığınızda yeteri
kadar bilgi karşınıza çıkıyor. Zaten MPL kanalı Evrenesoğlu ile ilişkisini inkar etmiyor. Tasavvuf perdesi arkasından yanlış şeyler yapıyorlar.
- Haber5’teki yazınızda birtakım sembolleri
kullandıklarını söylüyorsunuz bunu biraz açar
mısınız?
Bu kanalda sürekli aynı şeylerden bahsediliyor. Mesela “amenü olmak” kelimesi bu grubun
sembol kelimelerinden birisidir. Yine başka bir sembol “Allah’a ulaşmayı dilemek” ifadesidir. “Hidayeti
istemek” kelimesi de sürekli kullanılır. Bu ifadeler
aslında masum ifadelerdir ancak bu grup bunları
sembolleştirmiştir. Bu kanalı açtığınızda her seferinde bu ifadelerle karşılaşırsınız. Bir de sürekli
Kur’an’ın ayetleri çarpıtılarak her dönemde resullerin geldiği iddia edilir.
- Evrenesoğlu ve bu grubun faaliyetlerinin
ne gibi bir sakıncası var sizce?
Bu grup ayetleri ve hadisleri çarpıtmakta ve
dini deforme etmektedir. Bu da imâni bir takım
problemlere yol açmaktadır. Yakın tarihte insanlar
artık âlimlere, hocalara, ilim adamlarına itibar etmeyecek hale gelecekler. Neden? Çünkü gerçek
hocaları da bu tip sahte mehdi, sahte resul gibi
adamlarla özdeşleştireceklerdir. Bir ilim adamı bir
şey söylediği zaman acaba bu da mı sapıktır diye
düşünecekler ve kimseye güvenmemeye başlayacaklardır. Bu da İslam’ın öğretilmesinin önüne geçecektir. İslam’ı âlimler, hocalar anlatmayacaksa
kim anlatacaktır? Halk nasıl doğru bilgi sahibi ola43
Ekim 2009
caktır? İşte bu grubun faaliyetleri sapla samanın birbirine karışmasına yol açacağından halkın beynini
bulandıracak ve hocalara olan itibarını zaafa sokacaktır. Bunun ne denli tehlikeli olduğu konusunda
Diyenet’in artık uyanması ve halkı uyandırması gerekiyor.
- Yazınızda Mili Görüş camiasında tanınıp
sevilen iki tarihçi yazarımıza da bu kanalda
program yaptıklarından dolayı ciddi bir eleştiride bulunuyorsunuz. Sayın Ekrem Şama benim
de sevip saydığım birisi. Sayın Metin Hasırcı’yı
ise Vakit Gazetesi’ndeki yazılarından biliyoruz.
Özellikle şunu ifade etmeliyim ki bu büyüklerimiz benim de sevip saydığım iki yazarımız. Kişilik olarak son derece nazik ve iyi niyetli kimseler. Tarih konusunda araştırma yapan bu alana ilgi duyan
kimseler. Yaşlarından dolayı da ayrıca saygı duyuyorum. Ancak MPL televizyonunda program yapmaları çok büyük bir hata. Ben bir kardeşleri olarak
onları ahlakî bir üslupla uyardım.
- Haber5 bu yazıyı yayınlarken bir tereddüt
geçirdi mi?
Ekim 2009
Haber5.com Genel Yayın Yönetmeni Sayın
İslam Arslan basın kartı sahibi bir gazeteci olduğu
için meseleye gazeteci duyarlılığı ile yaklaşıyor ve
fikirlerimize saygı duyuyor. Yazıyı yolladığımda ahlaki bir üslup olmak şartı ile her türlü yazımı yayınlamayı uygun gördüğünü bir de bu konuda şayet bir
cevap gelirse onları da sitede yayınlayacağını bana
bildirdi. Doğrusu süreci çok iyi yönetti. Cevap metinlerini haber yaparken de çok güzel bir üslup kullandı. Benim için “kardeşimiz” Sayın Hasırcı için de
“büyüğümüz” ifadelerini kullandı. Yani bizim eleştirilerimiz kırıp dökmek için değil hayra vesile olmak
içindir ki bunu haber5’de ifade etme şansım oldu.
- Evet Sayın Metin Hasırcı’dan ve Sayın Ekrem Şama’dan da birer açıklama geldi. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz.
Her iki büyüğümüz de eleştirilerimize büyük
bir olgunlukla cevap verdi. Kendilerine nezaketlerinden dolayı teşekkür ederim. Tarih bölümü mezunu olmadıkları için Tarihçi olmadıklarını söylememe biraz alınmışlar. Bu konuda kendilerini
üzdüysem özür dilerim. MPL’de yapmış oldukları
programlar da içerik olarak çok faydalı ancak bu
44
programları Tv5, Hilal Tv, Mehtap, Ülke Tv gibi kanallarda izlemek isterdim.
- Sayın Metin Hasırcı cevabi açıklamasında
bu kanalda yaptığı programların ehl-i sünnet
vel cemaat itikadına uygun olduğunu ve Muhterem Erbakan Hoca’nın da bu konuda memnuniyet izhar ettiğini söylüyor.
Ben yaptıkları programların mahiyetine bir
eleştiride bulunmuyorum. Dolayısıyla ehli sünnet itikadına uygun olup olmadığını tartışmıyorum. Fakat
kabul edersiniz ki bir sahte peygamberin kanalında
program yapmak ve böylece o kanalın gelişimine
katkı sağlamak asla itikadımıza uygun değildir. Dinimize göre katiyen yasaktır. Efendimizden sonra
Peygamberliğini ilan eden Müseylemetül Kezzabı’ı bilirsiniz. Hz Ebubekir onunla savaşmıştır. Haşa
onu asla dolaylı ve dolaysız yoldan desteklememiştir. Siz bu kanalda program yaptığınız zaman,
onları bir şekilde meşrulaştırmış olursunuz. Onları
izleyenler “Bu temiz milli görüşçüler de buradaymış”
der ve onlara sempati beslemeye başlar. Ve bu
kanalla mücadele etmeniz gerekirken o kanalın bir
mensubu olursunuz ki bu da çok tehlikelidir.
- Peki ya Erbakan?
Erbakan Hocamız’a bilgi verilirken bu kanalın
sahte peygamber Evrenesoğlu’na ait olduğu da
söylenmiş midir acaba? Milli Görüşçülerin ve Muhterem Erbakan hocamızın bu tip kimselerle hiçbir ilgisi olamaz. Dolayısıyla Muhterem Erbakan hocamıza bu kanalla ilgili bilgilerin verildiğine ve buna
rağmen buna rıza gösterdiğine asla inanmıyorum.
Biz Burhan Dergisi olarak bir yazarımız bu kanalda
programa çıktı diye onun yazısına son verdik. Milli
Görüşçülerin de bu konuda ciddi tepkileri olduğunu
biliyorum. İnşallah Sayın Hasırcı ve Sayın Şama bu
kanal ile irtibatlarını keserler.
- Bu
konuda
Ekrem
Şama
da
haberayna.com sitesinden bir cevap yayınladı.
Cevabında Milli Görüş camiasının ilgilileri ile
istişare yaptığını söylüyor.
Bu ilgililerin kim olduğunu ben de merak ediyorum doğrusu. Eğer bu isimleri söylerse ben ilgilileri de bilgilendirebilirim.
- Sizin o kanalda program yaparak “orayı meşrulaştırıyorlar” söyleminize sayın Şama bu yazısında şöyle bir cevap veriyor: “Bunu yaparken bulunduğu ortamı temsil etmesi ya da
meşrulaştırması söz konusu değildir. Orada görev
yapıyordur. Tıpkı aşırı solcu, ya da dinimize düşman bir ekranda davasını anlatan bir lider veya
dava mensubunun o ekranın arkasındakileri meşrulaştırması ya da tezkiye etmesi söz konusu olamayacağı gibi…”
Buna şöyle cevap vermek istiyorum. Aşırı
solcu veya din düşmanı bir kanalda program yapmak çok farklıdır. O kanalın dine soğuk bakan izleyicilerini aydınlatma niyeti ile bu yapılabilir. Ya da
siyasi görüşlerinizi anlatmak maksadı ile. Siz bir siyasi liderseniz “ben solcuların veya ateistlerin kanalına çıkmam” diyemezsiniz. Fakat sahte bir peygamber söz konusu olduğunda, sapkın bir din
anlayışı söz konusu olduğunda durum değişir. Siz
gidip de Müseylemetül Kezzap’ın Tv Kanalında Hz
Ebubekir’i anlatamazsınız. Dolayısıyla Mpl’de İslam
tarihi de anlatılamaz. Mesele çok basittir siz ya “bu
kanalı izlemeyin” dersiniz ya da o kanalda “bizi izlemeye devam edin” deme zaafını göstermeye devam edersiniz.
- Son cümlelerinizi alabilir miyiz?
Ben bir yazı yazarken bunu bu yazıya kim ne
der diye düşünmem. Hakkın hatırı âlidir, incitilemez.
Çok sevdiğimiz birisi de olsa ben bu eleştirileri yapardım. Şimdi son olarak Diyanet’i bir kez daha bu
konuda göreve davet ediyorum. Zira onların yaptığı
deformasyonu şahısların tek tek düzeltmesi mümkün değildir. Bu kanala hizmet eden büyüklerimizin
de son olarak bir kere daha düşünmelerini rica ediyorum. Bu kanala hoşgörü gösterecek kadar geniş
mezhepli biri değilim. Bunu benden kimse beklemesin.
- Teşekkür ederiz.
Haberdem.Com (ÖZEL)
45
Ekim 2009
Talha Hakan ALP
İslamî İlimlerin
Orijinalliği
Bağlamında
Modernistlerin Usul-i
Fıkıh Eleştirilerine
Cevap
İslam dini, insan hayatını bütün cepheleriyle
kuşatan ve en ince teferruatına kadar hayatı kâinatın yaratılış gayesine uygun biçimde tanzim eden
kapsamlı bir dindir. İslam dini insan hayatının sadece ruh ve gönül boyutuyla değil; inanç, düşünce,
davranış, yaşayış tarzı ve ahlak boyutuyla da ilgilenir, ölçüler koyar; fertten-topluma insan hayatını
düzenler. İslam dininin getirdiği ölçüler Peygamber
Efendimiz’in (s.a.v) tebliğ ettiği naslar aracılığıyla
insanlığa ulaşmıştır. Sözünü ettiğimiz dinî nasların
bir kısmı inanç ve düşünceyle, bir kısmı davranış
ve yaşayış biçimiyle, bir diğer kısmı da ahlakla ilgilidir. Nasların inanç konularıyla alakalı olarak getirdiği ölçülere “itikadî hükümler”, davranışlarla alakalı
olarak getirdiği ölçülere “amelî hükümler”, ahlakla
alakalı olarak getirdiği ölçülere de “ahlakî hükümler”
adı verilmektedir. Bu hükümler henüz yazılı kültürün yaygınlaşmadığı İslam’ın ilk dönemlerinde ekseriyetle rivayet birikimi olarak kuşaktan kuşağa
aktarılmış ancak sonraki dönemlerde kitaplara kaydedilmiştir. Bir dönem herhangi bir sınıflandırmaya
gidilmeden mecmualarda derlenen bu hükümler,
ilerleyen zamanlarda alan farklılığına göre müstakil
kitaplarda toplanarak İslamî ilimlerin tedvinini getirmiş ve itikadî hükümler Akaid/Kelam ilminde, amelî
Ekim 2009
46
hükümler Fıkıh ilminde, ahlakî hükümler de Tasavvuf ilminde incelenmiştir. Bu ilimlerden başka dinî
kaynakları/delilleri inceleyen ilimler de vardır ki
bunlardan Kur’ân’ın mana ve mefhumunu konu
edinen ilme Tefsir İlmi, hadis rivayetlerinin zaptı ve
sıhhat ölçüleriyle ilgili ilme de Hadis İlmi adı verilir.
Bütün bu ilimlerin yanında hükümlerle dinî kaynaklar arasında köprü vazifesi gören Usul-i Fıkıh ilmi
vardır. Usul-i Fıkıh ilmi Kur’ân ve Sünnet’ten
hüküm çıkarmanın yöntemini konu edinen bir ilimdir ve muhtevası Fıkıh ilmiyle birlikte oluşmuştur.
lar dinî değerini İslamî ilimlere borçlu olduğundan
söz konusu tahrif planı İslamî ilimleri de içine alacak biçimde genişletilmiş ve Usul-i Fıkıh başta
olmak üzere İslamî ilimlerin orijinalitesi tartışmaya
açılmıştır. Bu tartışma süreci içerisinde tavrını egemen güçlerden yana koyan modernistler, ekseriya
İslamî ilimlerin ve bu ilimlerin ikame ettiği sünnî anlayışın tarihsel olduğunu ve Hz. Peygamberden
(s.a.v) çok sonraları dönemlerinin siyasî ve ictimaî
konjonktürüne göre biçimlendirildiğini savunmuşlardır.
Başlıca kısımlarına yer verdiğimiz bu ilimler
tarih boyunca Müslümanca yaşamanın temel referansları olmuş ve siyasetten sosyal hayata kadar
Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği
gibi değildir. Usul-i Fıkıh başta olmak üzere İslamî
ilimlerin teşekkülünde Allah Resulünün (s.a.v) payı
tarihin akışını Müslümanlardan yana dengelemiştir.
Ne var ki tarihin akışını kendi lehine çevirerek yeryüzünü sömürmek isteyen egemen güçler, yeryüzünün en verimli topraklarını ellerinde tutan
Müslüman toplumun, kaba kuvvetin söküp alamadığı imanî bir mukavemete sahip olduğunu görünce onları dinî ve tarihî değerlerinden kopararak
kimliksiz halk yığınları haline dönüştürmenin planlarını yapmışlardır. Bunun için amaçları önünde en
büyük engel olarak gördükleri Müslümanların zihin
yapısını tahrip edip çıkarları doğrultusunda yeniden inşa girişiminde bulunmuş, bu bağlamda iman,
itaat, teslimiyet, aşk, irade, hürriyet, adalet ve hak
gibi zihin kodlarını teşkil eden kavram örgüsünü
tahrif etmeye başlamışlardır. Ne var ki bu kavram-
azımsanmayacak kadar fazladır. Çünkü İslamî ilimlerin başlıca verileri Allah’ın dinini tebliğ ve tebyin
yetkisiyle donatılan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v)
beyanlarına dayanmaktadır. Nitekim Peygamber
Efendimiz’in (s.a.v) sahabenin anlamakta güçlük
çektiği ayetlerle ilgili beyanları Tefsir ilminin, çeşitli
münasebetlerle söyledikleri sözler, yaptığı fiiller ve
sergilediği tavırlar Hadis ilminin ve bu mübarek
söz, fiil ve tavırların muhtevası da konusuna göre
Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. Allah’ın birliğinden kabir azabına
kadar Akaid ilminin konuları, taharetten vasiyete
kadar Fıkıh ilminin konuları ve sabır, rıza, mücahede, şükür ve züht gibi Tasavvuf ilminin başlıca
meseleleri
hep
Peygamberimizin
(s.a.v)
47
Ekim 2009
Modern çağların
problemlerini çözmede
yetersiz kalacağını
düşündükleri bu usul yerine
modernistler, -lafza rağmenmaksadı önceleyen esnek bir
usul anlayışını ikame etmek
isterler. Amaç bellidir: Modern
zamanların, kadim değerleri
egemen kültürden yana
dönüştüren koşulları
karşısında eğilip bükülebilen
light bir İslam anlayışı
geliştirmek.
beyanlarıyla netlik kazanarak İslamî hüviyete kavuşmuştur. Tedvin döneminden sonra anılan ilimler
hakkında yazılan eserlerin muhtevasına da bakıldığında bu durum somut olarak gözlenebilmekte;
söz konusu eserlerde ayet ve hadislerin önemli bir
yekûn tuttuğu görülmektedir. Kaldı ki en radikal
modernistler bile fer’î meselelerin Peygamberimiz
(s.a.v) tarafından hükme bağlandığını kabul etmektedir. Asıl onların şüphe uyandırmaya çalıştığı
konu ayet ve hadislerin tarihselliğine ilişkindir. Birçok modernist bugün fıkıh kitaplarında belirtilen hükümlerin ayet ve hadislerden elde edildiğini kabul
etmekle birlikte bunların, Asr-ı Saadetin şartlarına
göre tanzim edildiğini; dolayısıyla çağın koşullarına
uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Bir örnek olarak İslam’da hırsızlık cezası
olan el kesme uygulamasının yerine modern toplumlarda uygulanan diğer cezalardan birini önerirler. Onlar anılan hükmü getiren Kur’ân ayetinin
hırsızlık suçundan insanları caydırmayı hedeflediğini düşünerek bugün başka bir caydırıcı cezanın
verilmesiyle ayetin maksadının gerçekleşmiş olacağını iddia ederler.
Ekim 2009
Konu nasları yorumlama biçimiyle alakalı olduğundan modernistler eleştiri oklarını Usul-i Fıkha
yöneltip İslam’ın erken dönemlerinde teşekkül
eden usul anlayışını, sığ, lafızcı ve tarihsel olmakla
tenkit ederler. Modern çağların problemlerini çözmede yetersiz kalacağını düşündükleri bu usul yerine modernistler, -lafza rağmen- maksadı
önceleyen esnek bir usul anlayışını ikame etmek
isterler. Amaç bellidir: Modern zamanların, kadim
değerleri egemen kültürden yana dönüştüren koşulları karşısında eğilip bükülebilen light bir İslam
anlayışı geliştirmek.
Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği
gibi midir? Acaba usul ilimleri, Allah Resulünün
(s.a.v) benimsediği yol terk edilip bir dönemin sosyal, siyasî ve ideolojik teamüllerine göre şekillenerek Müslümanlık tarihi şaibe altında mı kalmıştır?
Modernistlerin ileri sürdüğü gibi yerleşik usul anlayışı sığ ve lafızcı mıdır?
Peşinen ifade edelim ki bu iddialar, ilahî adalet ilkesi bir yana tarihî veriler açısından da son derece tutarsızdır. Tarihî veriler göstermektedir ki,
diğer ilimlerde olduğu gibi Müslümanlığımızın teminatı olan Usul-i Fıkhın temel prensipleri de Allah
Resulü (s.a.v) ve Sahabe tarafından vaz’ edilmiştir. Bir farkla ki diğer ilimlerin muhtevasını ayet ve
hadislerde doğrudan bulmak mümkün olduğu
halde Usul-i Fıkıh ilminin muhtevasını çoğu kere
dolaylı olarak bulabiliriz.
Usul-i Fıkıh ilminin ana kaidelerini Peygamberimizin (s.a.v) vazettiğini gösteren birçok örnek
vardır. Bu örneklere geçmeden önce şunu bilmeliyiz ki, Peygamberimiz (s.a.v) dinî hükümleri tebliğ
ettiği gibi bu hükümlere ulaşmanın yollarını/usulünü de öğretmiştir. Çünkü dinî hükümlerin tahrif
edilmeden kıyamete kadar varlığını sürdürebilmesi
usul ilminde ortaya koyulan sistemin teminatı altındadır. Dinî hükümlerin kıyamete kadar bekasını
tekeffül eden Şari‘in bunun teminatı olan usulü
ihmal etmesi nasıl düşünülebilir? Şu halde sadece
bu durum bile, Usul-i Fıkıh ilminin temel prensiplerini bizzat Allah Resulünün (s.a.v) vazettiğini söyleyebilmemiz için kâfidir. Kaldı ki elimizde
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ashaba bir yandan
dinî hükümleri iletirken bir yandan da onları naslardan hüküm çıkarma konusunda eğittiğini ve bu
vesileyle Fıkıh başta olmak üzere kendilerini İslamî
ilimlerde yetiştirdiğini gösteren birçok delil bulun48
maktadır. Allah Resulünden (s.a.v) rivayet edilen
“ümmetimin kaza/yargı konusunda en maharetli
olanı Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraiz/miras hukukunu en iyi bileni de Zeyd’tir” sözü[1]
kendileri henüz hayattayken Fıkıh ilminde derinleşmiş sahabiler bulunduğunu gösteren rivayetlerden sadece biridir. Hatta sahabe arasından
fetvaları nakledilenlerin sayısı –aralarında kadınlar da olmak üzere- yüz otuz küsur kadardır[2]. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) zaman zaman
kendisine arz edilen meselelerin çözümünü yanında bulunan sahabilere havale ettiğini ve meseleleri çözerken kendilerine nezaret ettiğini bildiren
rivayetler de vardır[3]. Nitekim Peygamberimizden
(s.a.v) aldıkları bu eğitim sayesindedir ki sahabe,
Peygamberimizin (s.a.v) vefatından kısa bir zaman
sonra koca toplumları idare edecek ve onların dinî
ve sosyal problemlerini çözebilecek ilim ve muhakeme kudretine erişmiştir.
Allah Resulünün (s.a.v) usul kaidelerinin
vaz‘ına öncülük ettiğini gösteren bir vesika olarak
onunla Hz. Muaz (r.a) arasında geçen bir diyalogu
zikredebiliriz. Rivayete göre Peygamberimiz
(s.a.v), kendisini Yemen’e vali olarak göndereceği
sırada Hz. Muaz’a (r.a) “sana bir mesele arz edildiği zaman neye göre hüküm verirsin?” diye sorduğunda o “Allah’ın Kitabına göre hüküm veririm”
demiş, “Allah’ın Kitabında bulamazsan neye göre
hüküm verirsin” diye sorduğunda da, “Allah Resulünün sünnetine göre hüküm veririm” diye cevap
vermiştir. Bu defa Peygamber Efendimiz (s.a.v)
“onda da bulamazsan nasıl hüküm verirsin?” diye
sorunca Hz. Muaz da (r.a) “kendi reyimle içtihat
ederim” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) “elçisinin elçisini, elçisinin rızasına muvafık kılan Allah’a hamd olsun”
diyerek Hz. Muaz’ı (r.a) takdir etmiştir[4]. Görüldüğü
gibi burada hüküm çıkarırken izlenmesi gereken
bir metot olarak önce Kur’ân’a, sonra Sünnete
daha sonra Kıyas ve İçtihada başvurmak gerektiğine açıkça işaret edilerek Usul-i Fıkhın gövdesini
oluşturan sistematik resmedilmiştir. Ayrıca söz konusu hadisten bütün meselelerin çözümlerinin
Kur’ân’da doğrudan bulunamayabilece- ği; bu bakımdan bir meselenin çözümünü illa da Kur’ân’dan
beklemenin anlamsız olduğu da anlaşılmaktadır.
Bunun yanında Allah Resulü (s.a.v) “ümmetim dalalet üzerinde birleşmez” buyurarak[5], ümmetin ittifak ettiği bir şeyin hidayet/doğru olacağına işaret
etmiştir ki bu husus Usul-i Fıkıhtaki edille-i
erbaa/dört delil kavramının üçüncü ayağı olan İcma’nın hucciyetini doğurmuştur.
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) ahirete irtihalinden sonra hilafet makamını ihraz eden Hz.
Ebu Bekir es-Sıddık’ın (r.a) kendisine arz edilen bir
meselenin hükmünü bulmaya çalışırken Peygamberimizin (s.a.v) öğrettiği yöntemi takip ettiği ve
önce meseleyi Kur’ân’dan araştırdığı, Kur’ân’da
bulamadığı takdirde sahip olduğu sünnet birikiminde araştırdığı, bunda da bulamazsa diğer sahabilere bu konuda Peygamberimizden (s.a.v)
duydukları bir hükmün olup olmadığını sorduğu rivayet edilmektedir. Sahabenin kendisine konuyla
ilgili bir hadis aktarması halinde ona tabi olduğu,
aksi takdirde sahabenin ileri gelenlerini toplayarak
kendileriyle istişare ettiği ve belli bir görüşte
icma/ittifak etmeleri halinde bu görüşe göre hüküm
verdiği rivayet edilmiştir. Kaynaklarda Hz. Ömer’in
de (r.a) benzer yöntemi izlediği ve bunun yanında
karşılaştığı problemle ilgili Hz. Ebu Bekir’in (r.a) bir
hükmü olup olmadığını sorarak ona göre hüküm
verdiği nakledilmiştir[6]. Görüldüğü gibi Allah Resulünün (s.a.v) irtihalinden sonra doğal olarak sisteme İcma delili de eklenmiş ve Hz. Ömer (r.a)
kendinden bir önceki halife Hz. Ebu Bekir’in (r.a)
49
Ekim 2009
Hasılı bugün modernistlerin
hararetle savundukları
metodoloji; akıl yerine vahyi,
insan yerine Allah’ı, dünya
yerine ahireti merkeze alan
İslam diniyle taban tabana
zıttır. Dolayısıyla dinin
modernize edilmesi yönünde
gösterilen bütün bu çabalar,
bilerek ya da bilmeyerek dinin
tahrifine yol açmaktadır.
uygulamasını da delil kabul etmiştir. Ayrıca Hz.
Ömer’in (r.a) bu tutumu yerleşik usul anlayışında
Allah Resulünün (s.a.v) tavrını tespit sadedinde sahabe ve tabiinin görüş ve uygulamalarının yön belirleyici konumu için önemli bir veri teşkil
etmektedir.
Yine bunun gibi sahabenin yer yer karşılaştığı bazı rivayetler karşısında sergilediği tutumlar,
sonraları hadis ve fıkıh usulüne önemli prensipler
kazandırmıştır. Örneğin talak-ı bainle boşanmış
olan bir kadının iddet döneminde nafaka ve meskeni konusu karara bağlanırken, Fatıma Bint-i
Kays’ın (r.anha), benzer bir durumdayken Peygamberimizin (s.a.v) kendisine kocasından ne nafaka ne de mesken tahsis etmediğini rivayet
etmesine karşılık Hz. Ömer (ra), “doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor; tam mı anlamış yoksa
eksik mi anlamış emin olmadığımız bir kadının sözüne bakarak Allah’ın Kitabını ve Peygamberimizin Sünnetini bırakamayız” demiştir[7]. Hz. Ömer’in
(r.a) bu tutumu, Hanefî mezhebinde açık Kur’ân
ayetine veya meşhur sünnete muhalif olarak gelen
bir rivayetin makbul olmayacağı şeklinde bir kaideyi intaç etmiştir[8].
Modernistler yerleşik usul anlayışının benimsediği nasları anlama ve yorumlama tarzına da itiEkim 2009
raz etmişlerdir. Oysa Usul-i Fıkıh kitaplarında yer
alan nasları yorumlama tekniği Kur’ân ve hadislerin dili olan Arap lisanının anlatım ve yorum geleneğine uygun olarak geliştirilmiştir. “Biz Kur’ân’ı
senin dilinle indirerek kolaylaştırdık ki insanlar
ondan öğüt alsınlar” (Duhan, 58) ayeti de Kur’ân’ın
Arap dili örfüne göre anlaşılması gerektiğine işaret
etmektedir. Nitekim sahabe de Kur’ân’ı böyle anlamış ve anlamı bilinmeyen ya da yanlış anlaşılabilen Kur’ân ifadelerini şiir ve deyimler başta olmak
üzere Arap dili kaynaklarına göre çözümlemişlerdir. Buna bir örnek olarak “bacaktan açıldığı ve
secdeye davet edildikleri gün secde edemezler.” (Kalem, 42) ayetinde geçen “bacak” kelimesiyle ilgili olarak İbn-i Abbas’a (r.a) soru yöneltildiğinde
cevaben “Kur’ân’dan bir şeyi anlamadığınız zaman
onu şiirlerde arayın. Zira şiir Arapların divanıdır” diyerek bacakların açılması deyiminin harp sırasında
yaşanan korku ve dehşet halini anlattığını gösteren bir şiir okumuş ve ayeti “ortalığı dehşet kapladığı gün…” şeklinde yorumlamıştır[9].
Modernistler yerleşik usul anlayışını lafızcılıkla eleştirmekle de haksızlık etmişlerdir. Zira usulcüler nasların manalarını ihmal etmediği gibi
mefhumunu bile itibara almaya çalışmışlardır. O
kadar ki bir nassı; ibaresi, işareti, delaleti ve iktizası olmak üzere dört yönden inceleyerek sınırlı
sayıdaki naslardan on binlere varan fıkhî meselenin çözümünü bulmuşlardır. Usul-i Fıkıhta, nas ve
icmanın bulunmadığı konularda delil kabul edilen
kıyas bile yine nasların mana ve mefhumundan
elde edilen illet üzerine kuruludur. Burada usulcülerin karşı olduğu şey nasların lafızlarını hiçe sayarak mana ve maksadı ön plana çıkarmaktır.
Mana ve maksadın anlaşılmasını sağlayan şey
yine nassın lafzıdır. Lafza rağmen Şari‘in maksadını tespite kalkışan kimsenin yaptığı istinbat değil,
olsa olsa spekülasyondur. Yerleşik usul anlayışında ayet ve hadislerden hüküm çıkartılırken
Şari‘in maksadı elbette gözetilmiştir. Nitekim usulcülere göre Allah’ın –muamelatla ilgili- hükümleri
vaz‘ındaki nihaî murad/maksat kulların maslahatını celp, mazarratını def‘dir. Söz konusu hükümlerin hepsinde biz anlasak da anlamasak da bu
maksat gözetilmiştir. Fakat Şari‘in maksadı tespite
çalışılırken lafzı ihlal edecek derecede spekülasyona fırsat verilmediği gibi, söz konusu maslahat,
belli ölçülerle sınırlandırılarak/somutlaştırılarak istismarın önüne geçilmiştir. Usulcüler bu bağlamda
illet olduğu zannedilen bir hususun tesir vasfını[10]
kesp etmesi için; ya bizzat kendisinin (ayn) ya da
kendisini ve diğerlerini kapsayan daha umumi bir
mananın (cins), bizzat kendisinde ya da kendisini
50
de içine alan daha kapsamlı bir hükümde itibar
edilmiş olduğunu gösteren nas veya icmayla desteklenmiş olmasını şart koşarlar[11].
Makalenin ebatlarını göz önünde bulundurarak birkaç tanesiyle iktifa ettiğimiz bu delillerin, asrı saadette ortaya konulan malzeme üzerine ibtina
eden ve dönemin şartlarına göre aslına uygun biçimde teorize edilen Usul-i Fıkhın orijinalliği konusunda yeterli veri teşkil ettiği kanaatindeyiz.
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra Asr-ı Saadette, sözgelimi geç dönemlerdeki haliyle Usul-i
Fıkıh konseptinin oluştuğunu söyleyemesek de
muhtevası itibariyle bu ilmin o dönemde mevcudiyetinden söz edebiliriz. Bu bakımdan gerek Usul-i
Fıkıh ilmi gerekse diğer İslamî ilimlerin, Asr-ı Saadette tebliğ edilen İslam dinini yansıtamayan konjonktürel yorumlar olduğu yönündeki fikirlerin tarihî
verilerle çatıştığını çok rahat söyleyebiliriz. Fakat
şurası da bir gerçek ki, bu ilimler Asr-ı Saadetteki
sadeliğinde kalmamıştır. Tarihi koşullara göre meselelerin teferruatlanması ve ortaya çıkan muhalif
fırkalarla tartışma zeminin oluşması sonucu, kendilerinden çağının problemlerine çözüm üretmesi
beklenen âlimler eserlerinde, Asr-ı Saadet ve ilk
devir pratiklerinden teoriler geliştirmiş ve dönemin
ilim/entelektüel diline paralel olarak konuların işleniş tarzında daha aklî/mantıkî bir tarz benimsemiştir.
Bu durum, Usul-i Fıkıh ilminde örneğin İmamı Şafiî’nin (v. 204 h.) er-Risale adlı eseriyle, onun
kurucusu olduğu mezhebin bağlılarından İmam-ı
Razî’nin (v. 606 h.) el-Mahsul adlı eseri mukayese
edildiğinde daha kolay fark edilecektir[12]. Er-Risale
kuruluş dönemi eseridir ve belli usul konularıyla sınırlıdır. El-Mahsul ise İmam-ı Şafii’den yaklaşık
dört asır sonra Usul-i Fıkıh ilminin olgunlaşma döneminde kaleme alındığından hemen bütün usul
konularının işlendiği ansiklopedik bir eser mahiyetindedir. Nitekim her iki kitabın ortaklaşa işlediği bir
konu er-Risale’de örneğin üç sayfa ise el-Mahsul’da otuz sayfayla yüz sayfa arasında değişebilmektedir.
Bunu örnek bir konu üzerinde görebilmek için
her iki eserde de ele alınan icma meselesini inceleyebiliriz. Er-Risale’de icma bahsi toplam dört
sayfa tutmaktadır. Dört sayfalık bu bölümde İmamı Şafii, icmanın huccet olup olmadığı yönündeki soruya yer verdikten sonra cemaata bağlılığın
gerekliliğini bildiren hadisle icmanın huccet oluşunu
delillendirerek bahse son verir[13]. Aynı konuyu yak-
laşık yüz sayfada inceleyen Fahru’r-Razî kitabında,
önce icmanın tarifini verir ve daha sonra tartışmalara geniş yer ayırdığı icmanın imkânı konusunu
işler. Müellif dört beş sayfa süren bu tartışmalar sonucu genel olarak icmanın imkânını ispatlayıp icma
ile alakalı fer‘i meselelere geçer. Fer‘i meselelerin
incelendiği bu bölümde yaklaşık onlarca meseleyi
işleyen müellif daha sonra icma ehlinin özellikleri
ve bu özelliklere göre icmanın kısımlarına değinir.
Müellif son olarak icmanın hangi konularda cari olduğunu, icmanın hükmünü ve icmanın bir icmayla
veya bir hadisle çatışması durumunda ne gerektiği
gibi konuları inceleyerek bahse son verir[14]. ElMahsul’de bahsin bu kadar geniş bir yer işgal etmesi, meselelerin teferruatlanmasının yanında
muhalif fırkalarla girilen uzunca tartışmalarla da
alakalıdır. Ayrıca tartışmada dönemin istidlal ve
ilzam yönteminin gereklerine uyma titizliği de elMahsul müellifi Fahru’r-Razî’yi konuyu uzun biçimde ele almaya zorlamıştır. İcma bahsi bu iki
kitaptan birlikte mütalaa edildiği takdirde görülecektir ki, İmam-ı Şafii’nin er-Risale’de verdiği temel
bilgilerle Fahru’r-Razi’nin el-Mahsul’de verdiği malumat arasında uyuşmazlık söz konusu değildir.
Fahru’r-Razî mezhebine müntesip olduğu İmam-ı
Şafii’nin bu konudaki görüşlerine aynen tabi olmakla birlikte, kitabında, onun döneminde gündeme gelmeyen problemlerin çözümüne de yer
vermiştir. Fahru’r-Razî bunu yaparken yine İmamı Şafii’nin benimsediği esaslardan hareket etmiştir.
Mesela Fahru’r-Razî el-Mahsul’de sadece dört
mezhep imamının ittifakının icma sayılıp sayılamayacağı konusunu işler ki, bu konunun dört
imamdan biri olan İmam-ı Şafii’nin döneminde gündeme gelmesi mümkün değildir. Neticede Fahru’rRazi böyle bir ittifakın icma sayılamayacağını
belirtir ki, bu görüş İmam-ı Şafii’nin benimsediği
icma anlayışıyla da örtüşmektedir. Sonuç olarak
İmam-ı Şafii, Allah Rasulü (s.a.v) ve Sahabe tarafından kaba hatları belirlenen usul anlayışını döneminin gelişmelerine paralel olarak detaylandırıp
geliştirdiği gibi Fahru’r-Razi de, İmam-ı Şafii’den
devraldığı usul mirasını kendi döneminin koşullarını göz önünde bulundurarak özüne uygun biçimde geliştirip zenginleştirmiş ve asrının
metodolojik problemlerini çözebilecek donanıma
kavuşturmuştur.
İslamî ilimlerdeki açılım/gelişim süreci sadece Usul-i Fıkıhla sınırlı kalmamış diğer İslamî
ilimlerde de benzer durum yaşanmıştır. Buna bir
diğer örnek olarak Akaid-Kelam farklılaşmasında
yaşanan gelişim sürecini gösterebiliriz. Bir döneme
kadar Akaid alanındaki eserler; muhalif bir inanç ya
51
Ekim 2009
Bunun gibi ilk dönem tefsir eserlerinde ayetler tefsir edilirken sadece Sahabe ve Tabiin’den
gelen rivayetlerle yetinildiği halde daha sonraki dönemlerde bunun yanında, rivayetlerle örtüşen yorumlara da yer verilmiştir. Kur’ân tefsirinde
dirayet/yorum yolunun açılmasının ardından zamanla tefsirde ihtisaslaşmaya gidilmiş; dil bilim uzmanları ayetleri daha çok sarf-nahiv-belağat
zaviyesinden, fıkıhçılar fıkhî hükümler, sûfîler ruhî
haller açısından tefsir etme eğilimi göstermişlerdir.
Bir dilbilimcinin, Kur’ân ayetlerini okurken mesleği
gereği ayetlerin nahvî ya da belağî özelliklerine
ağırlık vermesi ve ayetlerden diğer kimselerin anlayamayacağı bir takım lügavî nükteler çıkarması
olsa olsa Kur’ân’ın zenginliğine yorulur ki, bu
durum tefsir ilminin özünden uzaklaştığını değil bilakis geliştiğini gösterir.
da felsefe muhatap kabul edilmeden sadece bir
müslümanın inanması gereken inanç esaslarıyla
sınırlı bir çerçeve çizerken (Akaid), Müslüman toplumu tehdit eden muhalif inançlarla tartışma zemininin oluştuğu sonraki dönemlerde, bu esasların
yanında, İslam’ın Allah, varlık ve âlem tasavvurunu
da belirleyen felsefî bir tarz kazanmıştır (Kelam).
Bu durum Akaid ilmi için bir inhiraf değil, bilakis
yeni dönemin icapları karşısında kendi kendini
açımlamasıdır. Örneğin İmam-ı Tahavî’nin akidesiyle yine Fahru’r-Razî’nin Mealim-i Usuluddin adlı
eserini mukayese edecek olursak, zamanla İslamî
ilimlerin gövdeden dallara doğru nasıl geliştiğini
daha net görebiliriz. Akaid ilminin tedvin dönemlerinde yaşayan İmam-ı Tahavî, dönemin felsefî kavramlarını kullanmadan konuları ayet ve hadislerle
ispatlama yoluna gitmiştir. İmam-ı Tahavî’den yaklaşık üç asır sonra Kelam ilminin olgunlaşmaya yüz
tuttuğu dönemde yaşayan Fahru’r-Razî, kelamcıların varlık ve bilgi tasavvuruyla söze başladığı kitabında meseleleri takrir ederken felsefî/kelamî
kavramları kullandığı gibi, ayet ve hadislerden çok
mantıkî istidlal tarzını esas aldığı aklî delillere başvurmuştur.
Ekim 2009
Sonuç olarak makalenin başından beri ama
doğrudan ama dolaylı olarak anlatmak istediğimiz
şey, Usul-i Fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin
doğallığı ve orijinalliğidir. Bu ilimlerin temelinde yukarıda örneklerine yer verdiğimiz gibi ayet, hadis
ve sahabenin tecrübesi vardır. Dolayısıyla bu ilimleri İslamî kılan şey, Müslüman coğrafyada tedvin
edilmiş olmaları değil, bilakis temellerini teşkil eden
malzeme ve bu malzemeye mütenasip olarak
iman, dirayet ve ilham tarafından işlenen teferruat
örgüsüdür. Bu ilimler Asr-ı Saadetten itibaren dışarıdan müdahalelere meydan verecek her hangi
bir kopukluk yaşanmadan günümüze kadar ulaşmış ve dünden bugüne İslam diniyle aramızdaki irtibatı sağlayan bir köprü işlevi görmüştür.
Oluşumlarında ne herhangi bir ideolojinin ne de
herhangi bir siyasi otoritenin etkisi olmuştur. Bu
ilimler sadece Kur’ân’ın muhafazası vaadinin doğal
bir uzantısı olarak ilahî bir inayetle oluşmuş ve gelişmiştir. Çünkü Kur’ân’ın anlam bütünlüğü bu ilimlerin teminatı altındadır. Allah Resulünün getirdiği
dinî hükümlerin bugüne kadar değişmeden muhafaza edilmiş olması Usul-i Fıkıh prensipleri sayesindedir. Usul-i Fıkhın net bir dille vazettiği
“mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” (açık ayet
ve hadislerin bulunduğu konularda içtihada yer
yoktur) ilkesi olmasaydı, bugün Müslümanlığımızı
anlamlı kılan birçok dinî hüküm tarih içerisinde –
Hammurabi kanunları gibi - geçerliliğini kaybedecek ve bu hükümleri beyan eden ayetler, varlık
amacının tersine sadece tarih ve edebiyat araştırmalarının konusu olacaktı.
52
Makalemizin ebatları dahilinde modernistlerin İslamî ilimlerle ilgili eleştirilerine cevap vermeye
çalıştık. Şimdi biraz da onların nerede hata ettikleri
konusu üzerinde düşünelim.
Modernistlerin gerek İslamî ilimlere yönelttikleri eleştirilerde gerekse metot geliştirme çabalarında kendilerini başarısızlığa iten en büyük sebep
onların önyargılı, parçacı ve kurgucu yaklaşımlarında gizlidir.
Modernistler önyargılıdır; çünkü onların Müslümanlık tarihine olan olumsuz bakışları bu tarih
içinde oluşup gelişen İslamî ilimleri de kapsamış
ve kendilerini İslamî ilimler hakkında önyargılı olmaya itmiştir. Ayrıca üniversite yıllarından beri aldıkları
modern
eğitim
kendilerine
anlamak/öğrenmek yerine eleştirme ve sorgulamayı öğretmiştir. Nitekim modern eğitim anlamanın mantıkî/felsefî boyutuyla ilgilenirken ahlak
boyutunu ihmal eder.
Modernistler parçacıdır; Çünkü onlar alternatif metodoloji denemelerinde on binlerce örnek içinden ilk bakışta yerleşik usul anlayışıyla çatışan
sadece birkaç tanesiyle yetinirler. Dolayısıyla bütünü göremez ve böylece bütünü kuşatan bir metot
da geliştiremezler. Oysa yerleşik usul anlayışının
mimarı makale boyunca da ifade etmeye çalıştığımız gibi sadece bir kişi değildir. Bu usul anlayışının
temeli Allah Resulü (s.a.v) tarafından atılmış; Sahabe, Tabiin, Tebe-i Tabiin ve son asırlara kadar
binlerce İslam âliminin titiz muhakemeleriyle gelişip bugünkü şeklini almıştır. Modernistlerin parçacı
yaklaşımları biraz da kolaycı olmalarından kaynaklanır. Onlar onbinlerce rivayeti ezberleme ve
gerektiğinde hepsini tarama külfetine girmeyi göze
alamazlar. Onlar ancak sayıları sınırlı şaz rivayetleri tesbit etmekle yetinirler. Aslında bunu da tam
olarak yapamazlar; çünkü bu rivayetlerin varyantlarını cem edip aralarını tevfik etme gibi bir niyetleri
yoktur. Bunu yapacak olsalar ellerindeki malzemeyi
de yitirecekleri bellidir. Oysa büyük kelamcı Fahru’r-Razî, “Kelam ilmiyle alakalı oniki bin yaprak tutarında kitap ezberlemeden bana Kelam ilminde
ders vermem için izin verilmedi” demektedir[15].
Evet modernistler kolaycıdırlar; çünkü alternatifini
ikame etmeye çalıştıkları Usul-i Fıkıh anlayışının
bir an olsun doğru olabileceği ihtimalini göz önünde
bulundurarak lehteki deliller üzerinde düşünmezler. Yine Fahru’r-Razi Ehl-i Sünnet inanç ve usulünü incelediği kitaplarında muhaliflerin görüşlerini
destekleyen delillere de yer verir ve bu konuda o
kadar ileri gider ki, gündeme getirdiği bu deliller
çoğu zaman muhaliflerin kendileri tarafından bile
gündeme getirilmemiştir.
Modernistler kurgucudur; çünkü onlar birkaç
aykırı örneği gözlerinde büyüterek bunlar üzerine
bir sistem tasarlarlar. Onlar bilgiyle kuşatamadıkları İslam tarihini varsayımlarla kuşatmak, bilgi açığını yorumla kapatmak isterler. Nitekim
modernistlerin teklif ettiği kısmî metodoloji incelendiğinde bunların uygulanabilirlik vasfından mahrum
ütopik şeyler olduğu ve mevcut malzemeler/rivayetler üzerinde tatbik edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu
usul ise kurgu değil, on binlerce rivayeti kucaklayan istikra ve tahkik mahsulüdür. Üstelik bu usul
tarih boyu uygulanarak gereken güveni vermiştir.
Oysa modernistlerin teklif etmek istediği usul Müslümanlarda değil, Hıristiyan Avrupa’da uygulanmıştır ve baştan sona Hıristiyan kültürünün
mahsulüdür. Bu metodolojiyi intaç eden felsefî arka
plan Peygamberi sıradan bir beşer olarak görür ve
onun getirdiği vahyi beşerî tecrübeye atfeder. Beşerî ilimlerdeki pozitivist, akılcı yöntemi ilahî ilmi
temsil eden vahye tatbik ederek merkeze Allah yerine insanı koyan (hümanist) ve toplumsal alandan
yalıtılmış (seküler) bir din anlayışına hizmet eder.
Hasılı bugün modernistlerin hararetle savundukları metodoloji; akıl yerine vahyi, insan yerine
Allah’ı, dünya yerine ahireti merkeze alan İslam diniyle taban tabana zıttır. Dolayısıyla dinin modernize edilmesi yönünde gösterilen bütün bu çabalar,
bilerek ya da bilmeyerek dinin tahrifine yol açmaktadır.
-------------------------------------------------------------------------------[1] es-Süyûtî, el-Camiu’s-Sağîr, hadis no, 908; el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, c. 1, s. 588.
[2] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ‘lamü’l-Muvakkıîn, c. 1, s. 10.
[3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, hadis no, 17978.
[4] Tirmizi, hadis no, 1327, 1328; Ebu Davud, hadis no, 3592, 3593.
[5] Tirmizî, hadis no, 2093; İbn-i Mace, hadis no, 3940.
[6] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ‘lamü’l-Muvakkıîn, c. 1, s. 49.
[7] Ed-Debûsî, Takvimü’l-Edille, s. 183; Sadru’ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[8] Sadru’ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[9] el-Beyhakî, Kitabü’l-Esma ve’s-Sıfat, s. 345.
[10] Bir illet bu vasfı kesp ettiği takdirde gereğince hüküm verilmesi zorunludur.
[11] Sadru’ş-Şeria, et-Tavdîh, c. 2. s. 164.
[12] Er-Risale aslen Abdurrahman bin Mehdî’nin sorularına cevaben yazılmış bir
mektup/risale niteliğinde olsa da, Mısır’a yerleştikten sonra İmam-ı Şafii tarafından
genişletilip bir kitap hacmine ulaşmıştır. Bugün mütedavil olan nüsha Mısır’da genişletilen nüshadır. Bkz., er-Risale, s. 11.
[13] Eş-Şafii, er-Risale, s. 471.
[14] Fahru’r-Razî, el-Mahsul, c. 4, s. 19.
[15] Er-Razî, El-Mebahisü’l-Meşrikıyye, Mukaddime, s. 15.
53
Ekim 2009
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
Acele Karar Vermenin Sonu
Anlatırlar ki Gürcan bölgesinde
bir âbid yaşarmış. Âbidin güzel mi
güzel bir hâtûnu varmış. Ama epey bir
zaman çocukları olmamış. Tam ümit
kestikleri bir anda kadın hâmile kalmış. Kadın sevinçli, adam sevinçli...
Âbid hamd etmiş Allah'a, çocuğunun
erkek olması için dua etmiş ve karısına demiş ki:
— Müjdeler olsun sana! Ben senin
gayet vefakâr ve muradımıza uygun
bir oğlan doğuracağını umuyorum.
Ona en güzel ismi vereceğim, çeşit
çeşit mürebbîler tutacağım...
Kadın cevap vermiş:
— Be adam! Ne olacağını asla bilmediğin bir konuda seni gevezeliğe
sevkeden nedir? Böyle boş konuşan
kişi, başına yağ bal döken âbide benzer!
Kocası merakla:
— Nasıl olmuş, anlat hele!
Kadın anlatmış:
— Eskilerden gelen bir kıssa işte...
Bir zengin tacir, semtindeki âbide her
gün bal yağ gönderirmiş. Âbid ihtiyacı
kadarını alır, afiyetle yer; artanı bir
çömleğe koyarak evin bir köşesindeki
direğe asarmış...
Ekim 2009
54
Gel zaman git zaman bizim âbid
bir gün elinde değneği, başucunda
asılı çömleği; sırt üstü yatarken derin
düşüncelere dalmış: "Yağ ve bal pahalı yiyecekler... Bu çömlektekini bir
altına satarım... O parayla on dişi keçi
alırım, derken bunlar gebe kalır; her
beş ayda bir defa yavrular. Çok geçmeden koca bir sürüm olur." Böyle
kurgulamalar üzerinde epey kafa
yoran âbid sürünün çoğalma devresiyle ilgili olarak bir kaç yılın hesabını
yaptı, dört yüzü aşan muhteşem bir
keçi sürüsü çıktı neticede.
Artık iyice heyecanlanan âbid
kendi kendine der ki: "Bu sürüyü satar
yüz sığır alırım, her dört keçiye bir
boğa veya inek gelir herhalde. Eh,
artık epey bir arazi ve tohum almanın
da vakti gelmiş demektir. Rençberler
çalıştırırım, boğaları ziraatte, saban
işinde kullanırım; ineklerin sütlerini
sağar, düvelerimden de istifâde ederim. Bu gidişle beş yıl geçmeden müthiş bir servet elde ederim ziraat
işinden...
Artık şahane lüks bir köşk yapmanın vakti gelmiştir; en güzel cinsinden cariyeler, en çalışkan ve vefakâr
cinsten köleler satın alırım. Asil mi
asil, güzel mi güzel sıcak bir hâtûnla
evlendim mi tamam demektir.
Oğlum da asil olur, en güzel ismi
koyaram ona. Biraz büyüsün, hemen
eğitimi için harekete geçerim. Terbiye
disiplin ister, olacak canım biraz sıkılık! Eğer bu disiplini kaldırabilirse ne
âla, yok işi cıvıtırsa değnekle şöyle
vururum ona..."
Âbid böyle heyecanlı hayallerde
elindeki değneği havaya kaldırınca direğe asılı çömlek kırılmış ve sermâye(!)
şıpır
şıpır
dökülmüş
yüzüne!...
Kadın devam eder…
Bu hikâyeyi akıbeti hayır mı şer
mi hiç bilmediğin bir konuda gereksiz
laflar ettiğin için anlattım... Âbid hanımının anlattığı kıssadan hissesine düşeni almış.
Kadın hakîkaten sevimli bir oğlan
doğurmuş, baba çok sevinmiş bu
işe...
Bir kaç gün sonra kadın güzelce
temizlenmek için hamama gitmeye niyetlenerek beyine demiş ki
"Çocuğun yanında kal; ben yıkanıp geleceğim."
Kadın hamama gidince çocukla
baba başbaşa kalmışlar. Bu sırada
hükümdardan gelen bir elçi tıklatmış
kapıyı. Âbid evden çıkarken, küçücük
bir yavru iken alıp yetiştirdiği gelinciğe
emânet etmiş çocuğunu.
Gelincik akıllı mı akıllı bir hayvanmış. Âbid evi kitleyip çıktıktan kısa
bir süre sonra taşlıkta bir kara yılan ortaya çıkmış. Oğlancığa yaklaşmış ve
son anda gelincik farketmiş onu, üze-
rine atlayıp boğmuş. Yılan paramparça olmuş, gelinciğin ağzıburnu kan
içinde kalmış....
Sonra âbid dönmüş, kapıyı açıp
içeri girdikte sevinçli bir eda ile ağzı
burnu kan içinde yanına gelen gelinciği görmüş karşısında. O anki heyecan âbidin aklını başından almış. Hele
hele eline yüzüne bulaşmış kanları
görünce iyice zıvanadan çıkan âbid
ansızın değnekle vurmuş gelinciğin
kafasına! Ağırdan almamış, durumu
incelememiş, birden saldırmış zavallı
hayvancığa...
Gelincik oracıkta can vermiş...
Âbid iç odalara bakınca çocuğu neşeli
ve sağsâlim bulmuş, yanı başında da
paramparça bir kara yılan! Meseleyi
anlamış, acele davranıp büyük bir
hatâ yaptığı için çıldırasıya üzülmüş,
başını duvarlara vurmuş.... Diyormuş
ki kendi kendine:
"N'olaydı da bu çocuk doğmasaydı! Ben de bu zalimliği yapmasaydım sevimli dostuma!"
O böyle dövünürken karısı girmiş
içeriye ve merakla soruvermiş:
— Ne oldu, ne bu hal?
Âbid, gelinciğin vefakârlığını,
kendisinin telaşa kapılarak hiç araştırmadan nasıl bir kötülük işlediğini ağlaya ağlaya anlatmış.
Kadın:
İşte! Acelenin meyvesi böyle acı
olur! Demiş...
55
Ekim 2009
Mahmut TOPTAŞ
ŞEFAAT
Şefaatın Türkçe karşılığı aracılık yapmaktır. İyiliğe aracılık yapmak olduğu gibi kötülüğe
aracılık yapmak da vardır. Rabbimiz, Nisa suresinin 85'inci ayetinde "Kim güzel bir şeye aracılık yaparsa, aracı olan için de bir hisse
vardır. Kim de kötü bir şeye aracılık yaparsa,
onun için de bir hisse vardır. Allah her şeye
kadir ve razik'dır." Buyurarak bu dünyada kötülüklere aracılık yapmamamız istenmektedir.
İki kişinin, iki ailenin, iki devletin arasını
bulmaya iyi şefaat/aracılık dendiği gibi, bozmaya da kötü şefaat/aracılık denir. Bizi bizden
daha iyi bilen Rabbimiz, bizim daha iyi şeylere
aracılık yapmamız ve iyi aracı olmamız için bize
dualar öğretir ve biz o duaları namazımızda okuruz: "Rabbim, beni ve neslimden olanları, namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz,
duamı kabul eyle." "Rabbimiz, hesabın görüleceği günde beni, anne ve babamı ve
bütün müminleri bağışla." (İbrahim suresi ayet: 40-41)
Ekim 2009
56
Namazımızda neslimiz için, anne ve babalarımız için ve bütün Müslümanlar için dua ederek
aracı olmaya bizi teşvik eden Rabbimizdir. Dünyada iken iyi şeylere aracılık yapan ve Kur'an'ın
tarif ettiği imanla ahirete intikal eden Müminler de
iman ve amel derecelerine göre ahrette de Şefaat/aracılık yapmalarına Allah izin verecektir. Tur
suresinin 21'inci ayetinde Rabbimiz, imanlı ailelerin
amellerinde farklılık olsa bile Cennette bir araya
getirileceğini, ameli daha iyi olanın yanına diğer
aile fertlerinin çıkarılarak birleştirileceğini şöyle
haber verir: "İman edenler ve imanla kendilerine
uyan zürriyetlerine gelince, zürriyetlerini kendilerine katarız. Amellerinden hiç bir şeyi eksiltmeyiz. Herkes kazandığının karşılığında
rehindir."
Sevgili peygamberimiz de bu ayeti tefsir ederken "Kişi cennete girdiğinde anne ve babasını,
eşini, çocuklarını sorar. "Onlar senin derecene
ulaşamadılar" denince "Ya Rabbi, ben, kendim
ve onlar için çalıştım" deyince onların da, onun
yanına katılma emri verilir" dedi ve İbn-i Abbas
bu Tur suresinin "İman edenler ve imanla kendilerine uyan zürriyetlerine gelince, zürriyetlerini kendilerine katarız" ayetini okudu. (Taberani, Mucemi
Kebir 11/440, Mucemi sağır hadis no 640)
"Şefaatçıların şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir suresi ayet: 48) ayeti şefaatin olacağına
doğrudan delalet eder. Ahirette Şefaatçilerin varlığını haber verdikten sonra kafirlere şefaatin olmayacağını bildirir bu ayet. Yani Nuh aleyhisslam,
kendi oğluna, İbrahim aleyhisselam kendi babasına, Lut aleyhisselam kendi hanımına şefaat edemeyecektir. Hiçbir kimse bu ahiretteki şefaata
kendiliğinden sahip değildir. Çünkü şeffatin tamamı
Allah'a aittir: "De ki; "Bütün şefaat Allah'a aittir.
Göklerin ve yerin mülkü Ona aittir. Sonra Ona
döndürüleceksiniz." (Zümer suresi ayet: 44)
Allahın izin verdikleri şefaat
edeceklerdir.
"Rahmân'ın katından izin alanlardan başkası şefaata malik olamayacak" (Meryem suresi ayet: 87)
"O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduklarından başkasının şefaati fayda
vermez." (TAHA suresi ayet: 109)
Onların başında sevgili peygambermiz ve
diğer peygamberler, alimler, şehitler, salihler ve
bütün Müslümanlar gelirler. Şefaat etme izni verildiği gibi kimlere şefaat edileceğine dair de izin gerekir. "Onların önünde ve arkasındakileri bilir.
Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onlar, Onun korkusundan titrerler." (Enbiya suresi ayet: 28)
Kafirlere kimse şefaat edemez. Yukarda dediğimiz gibi peygamberler en yakınları olan kafirlere şefaat edemeyecekler. Her gün namazımızın
ardında okuduğumuz Ayet-el Kürsi'de "Men zellezi
yeşfeu ındehi illa bi iznihi" O'nun izni olmadan şefaat edecek kimmiş?" dediğimiz gibi Allah'ın izni olmadan kimse şefaat edemez. Ancak izin verilenler
şefaat edebilirler.
57
Ekim 2009
Allah'a ortak koşanların, dini alaya alanların,
dünyaya dalıp ahireti unutanların, ahirete kafir olarak gidenlerin hiçbir yardımcısı ve şefaatçisi olmayacağını Rabbimiz Yunus 18, Yunus 3, Araf 53,
Enam 94, Enam 70, Enam 51, Bakara 123, Bakara
48, Şuara 100, Rum 13, Sebe 23, Yasin 23, Mümin
18, Zuhruf 86 ayetlerinde haber vermektedir. Bilerek Hakka şahitlik yapan yani gönülden Allah'tan
başka ilah olmadığına şahitlik yapanlardan başkasına şefaat izni verilmeyeceğini "Ondan (Allah'tan) başka dua ettikleri, onlara şefaat
edemezler. Ancak bilerek Hakka şahitlik yapanlar hariç. (Onlar, Allah'ın izniyle şefaat ederler.)”
haber vermektedir. (Zuhruf suresi ayet: 86)
Bütün peygamberler, melekler ve Müminler
buna şahitlik yaptıkları için Allah'ın izni içinde şefaat edeceklerdirler. Allahın varlığına ve birliğine
şahitlik yapan melekler bile izinsiz şefaat edemezler diye haber veren: "Gökyüzündeki meleklerin
şefaati, ancak Allah'ın dilediği ve razı olduklarına izin verdikten sonra fayda verir." (Necm suresi
ayet: 26) ayetlerine göre melekler de şefaat edecekler.
binde bulunduklarını haber verir. "Arşı taşıyanlar
ve Onun çevresinde olanlar, Rablerini hamd ile
tesbih ederler ve Ona iman ederler. İman edenler için af isterler. "Ey Rabbimiz Sen her şeyi
rahmet ve ilimle kuşattın. Tevbe edenleri ve
Senin yoluna uyanları afvet ve onları cehennem
azabından koru" (Mümin suresi ayet 7)
"Üstlerindeki gökler neredeyse çatlayacak. Meleklerde, Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yeryüzündekilere istiğfar ederler. İyi
bilinki; şüphesiz Allah afvedicidir, merhamet
edicidir." (Şura suresi ayet: 5)
Hakkın şahitleri olmaya, her gün beş vakit namazımızda ezanla, dinin temeli olan şehadetleri,
bütün dünyaya duyurmaya, Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmamaya,
Ahireti dünyaya tercih etmeye,
Allah'ın emrettiği şekilde bir hayat yaşamaya
devam edelim,
Ara bulalım,
Mümin suresinin 7'inci ayeti, Şura suresinin
5'inci ayetinde haber verildiğine göre Melekler bu
dünyada iken bile Müminlere Allah katında af taleEkim 2009
Ahirette hem şefaat eden, hem şefaat edilenler arasına katılmak için Allah'a dua edelim.
58
"Hakk'a bağlanıp gönülden himmeti, Der idi
vâ ümmeti, vâ ümmeti." dediği gibi her zaman ümmetinin selameti için çalışan ve Hakkın huzurunda
ümmetinin afvı için secdeye varan sevgili peygamberimiz, cennetin nimetlerini gördüğü halde gözü
onlara kaymamış ve Rabbin huzurunda " Ya rabbi
Ümmetimi isterim" demiştir.
tediğimiz gibi her cenaze namazında da ölen kişi
için namazda Allah'tan af talebinde bulunuruz.
Bu da bizim bu dünyada aracılık görevini üstlenmemizdir.
İyi işlerde aracı olursanız ahirette Allah sizi
aracısız bırakmaz.
Rabbimizde Allah'a ortak koşmadan ölenlerin şefaata nail olacaklarını veya bir rivayete göre
"Kur'an'ın hapsetmediklerini yani Kur'an'ın, onlar
hakkında ebedi cehennemliktirler" demediği Müslümanlar için şefaat edeceğini haber vermiştir. (Bak
Buhari, Sahih, bab 36, Müslim, Sahih, iman bab 85, hadis no: 327)
"La ilahe illallah" diyenlerin, şirk koşmadan
Allah'ın huzuruna varanların şefaata nail olacaklarını sevgili peygamberimiz bize bildirmiştir. (Buhari,
Cenaze namazlarının ardından namazı kıldıran zat, "Nasıl bilirsiniz bu Adem'i?" der.
Cemaattan tanıyanlar da bildiklerinin iyi olanlarını söylerler.
Bilmeyenler de "Allah rahmet eylesin" deyiverirler.
Sahih, Enbiya bab 5, hadis 3162, Tefsir bab 3, hadis no: 4206, 4435, 6197, Tevhid
Sevgili peygamberimiz de "Hiçbir Müslü-
7002, Müslim, sahih 1/447)
man bir adam yoktur ki, öldüğünde Allah'a
İşte bu hadislerle şefatin sınırı çiziliyor.
ortak koşmayan kırk kişi onun cenaze namazını
kılsın da Allah onların o adama şefaatini kabul
İnkarcılarla Kur'an'ın "Onlar ebedi cehennemliktir" dedikleri şefaatin içine giremezler.
etmesin" buyurmuş. (Müslim, sahih, Cenaiz, bab
Sevgili peygamberimiz, şehidin altı özelliğini
sayarken birinin de ailesinden yetmiş kişiye şefaat
edeceğini bildirir. (Tirmizî, sünen, fezaliüssahabe bab 25, hadis no 1663;
Bu konuda en meşhur ve en sağlam hadislerden biri olan "Şefaatî, li ehlil kebairi min üm-
İbn Mâce, Sünen, Cihad, bab 16, hadis no: 2799)
günah sahiplerinedir" hadisi yeterlidir. (Ebu
19, hadis no: 948)
metî/ Benim şefaatim, ümmetimden büyük
davud, sünen Şefaat, bab 23, hadis no: 4739, Tir-
Dünyada iken Allahla kulların arasını bulmak
için çalışan ve arabozanlarla mücadele ederken
canını veren er kişilerin ailesi şehidi kaybetmiyorlar,
şehit o imanlı ailesinden yetmiş tanesinin cennete
kavuşmasına Allah'ın izni ile vesile oluyor.
İnsanın insanla olan ilişkilerini düzenleyen,
insanın tabiatla münasebetlerini ayarlayan, insanın
Rabbiyle olan halinin sınırını belirleyen Kur'an-ı Kerim'in de şefaatçi olacağını sevgili peygamberimiz
haber vermiş ve buyurmuş: "Kur'an'ı okuyunuz.
Çünkü Kur'an, kıyamet gününde şefaatçi olarak
gelecektir..." (Müslim, Sahih, Müsafirin, bab 42, hadis no: 802)
mizi sünen, sıfatül kıyamet, bab 12, hadis no:
2437)
Büyük günah işlemeyip de küçük günahları
olanlar ne olacak sorusunu da ayet cevap veriyor:
"Eğer siz yasaklandığınız günahların büyüklerinden kaçınırsanız, biz de sizin kötülüklerinizi
örter ve sizi değerli bir yere yerleştiririz." (Nisa suresi ayet 31)
Bu dünyada ara bulucu olalım ki ahirette hem
şefaat eden, hem şefaat edilenlerden olalım. Sevdiğimiz Allah bizi görüyor inancı içinde hareket ede-
Her namazımızın son oturuşunda anamıza,
babamıza ve bütün Müslümanlara Allah'tan af is-
lim ve ona isyan sayılacak işlerden uzak duralım.
(Milli Gazete)
59
Ekim 2009
Hasan BAŞAR
NASİHATTE BAŞARI
ÜSLUBA BAĞLIDIR
“Oğulcağızım! Âlimlerin sohbetinde bulun. Hikmet sahiplerinin
sözlerine kulak ver. Zira Allah Teala,
bol yağmurla ölü toprağa can verdiği gibi, hikmetli sözlerin nuruyla
ölü kalpleri diriltir. Onlara hayat
bahşeder.” (Lokman Hekim)
Tatlı dil ve güler yüzle verilecek
bir nasihatin tadına varmalıyız. Yürekleri fethetmenin en güzel ve etkili yolu
nasihattir. Din nasihattir hadisi-i şerifi
nasihatin dini hayatımızda ne kadar
önemli bir yer tuttuğunun kanıtıdır. Nasihatten amaç karşı tarafın iyiliğini,
hayrını istemektir. Ona iyiliği duyurup
hatırlatmak gayesi vardır. Nasihatten
murat kalp kazanmak, gönül almaktır.
İnsanları doğruya ulaştırmaktır. Nasihatin içerisinde samimiyet vardır. Dinine samimi duygularla bağlı olanların
yapacağı bir şeydir nasihat. Nasihatte
Ekim 2009
60
karşı tarafın iyiliğini istemek vardır.
“Nasihat” kelimesi; insanları iyiye
ve güzele sevk etmek için yapılan
güzel konuşma vaaz, öğüt verme, tavsiye etme, ihtar etme, ibret verici ders
gibi ifadelerin yerlerine de kullanılmıştır. Bizim dilimize de sadece bu anlamı
ile geçmiş ve 'nasihat edilen kimsenin
hayrını istemek' diye ifade edilmiştir.
Nasihat kelimesi sözlükte; nush, öğüt
manasına gelir.
İbnü'l-Esîr'in "en-Nihaye" adlı
eserinde "nasihat" kelime¬si¬nin
Arapçadaki aslî manası; kendisine nasihat edilenin hayrını istemek demektir. Nasihat, lügatte öğüt vermek, iyi ve
hayırlı işlere davet etmek, kötü ve şer
olan şeylerden nefyetmek, bir işi sadece Allah rızası için yapmak gibi, birçok manayı ifade etmektedir.
Nasihatte bulunmak deyimi vardır ki insanların yanlış yapmalarını engellemek uyarmak anlamını taşır. Mesela yanlış yapan idarecilerin
uyarılması onlara nasihatte bulunularak yapılabilir.
metine sunmaktadır. Oysa günümüz gençliği bu
deneyimden yoksundur. Çünkü toplumun en akil
insanları her anlamda hayatımızın dışına atılmıştır. Yani ya gerekli saygıyı görmüyorlar ya da huzur
evlerinde kaderlerine terk ediliyorlar.
Nasihat verecek kişinin karakteri çok önemlidir. Nasihati yapacak kişinin akil olması ve saygı ile
karşılanması gerekir. Nasihatte ne söylendiğinden
önce, kimin söylediği önemlidir. Öğüt verecek kişinin her anlamda kendisini ispatlaması lazımdır.
Bilgi ahlak bakımından yeterli donanımda olması
gerekir.
Sadece aile hayatımızda değil toplumsal hayatımızda da durum böyledir. Eskiden çevremizde
saygın aksakallı bir büyüğümüz olurdu. Herkes
onun sözünü dinler başı sıkıştığında gider deneyimlerinden faydalanılırdı. Bu aksakalı kişiler aynı
zamanda otorite kişilerdir. Bir anlaşmazlıkta son
Toplumda geniş aileden çekirdek aileye geçiş
sözü söyler ve problemin mümkün olduğu kadar
bireylerin eğitimine ve olgunlaşmasına ket vur-
ortadan kalkmasını sağlardı, olayların daha fazla
muştur. Modernleşen birey olgunlaşma evresinden
büyümesini engellerdi.
mahrum kalmaya başlamıştır. Bunun en önemli nedeni dede ve nine dediğimiz ailenin yaşlı bireyleri-
Büyük âlimlerin ve devlet adamların hayatı in-
nin hayatımızdan çıkarılmasıdır. Bu ve buna
celendiğinde karşımıza hep ona yol gösteren bir
benzer akil ve aksakallı güzel insanlarımızın haya-
zatı muhteremle karşılaşırız. Onlara yol gösteren,
tımızdan çıkarılması bizim ve toplum için büyük bir
fikri ve ruhi olgunluğa erişmesini sağlayan bir bilge
kayıptır. Yaşlılarımız yılların deneyimlerini olgun-
kişi. Öğrencisini bir sanatçı titizliği ile ilmek ilmek
laşmış dünya görüşü ile birleştirip gençlerin hiz-
işleyen bilge kişi. Ferdin olgunluğa erişmesini sağ61
Ekim 2009
larken nasihat etmektedir. Nasihat ederek kişilerin
olgunlaşması sağlanmıştır. Nasihatten amaç bilgi
vermek değildir. İnsanların olgunlaşmasını sağlamaktır. Başkalarının bilgi ve deneyimlerini yeni nesillere aktarılması sayesinde bireyler daha sağlıklı
bir birey olarak yetiştirilmektedir. Bireylerin kendilerini iki cihanda da mutlu hissetmelerini sağlayacak bilgi ve deneyimler yeni nesillere aktarılmalıdır.
Uzun yıllar sonucunda elde edilen kültürel,
dini ve ahlaki bilgiler nesilden nesile aktarılması nasihat sayesinde olmaktadır. Nasihatte deneyim vardır. Tecrübeler sayesinde elde edilen bilgilerdir
nasihatin içeriği. Kendi hayatımıza uygulamadığımız bilgi ve tecrübeleri başkasına tavsiye etmenin
kıymeti olmaz. Ona değer veren deneyimlere dayanmasıdır. Aslında nasihat sayesinde biz hayata
ve olaylara daha hazırlıklı oluruz. Ama bu tek başına yeterli değildir. Onun tecrübe edilmesi gerekir. Atalarımız bu konu da çok güzel söylemiştir: “bir
musibet bin nasihatten iyidir.” Nasihat sayesinde
bilginin farkına varırız ama tecrübe sayesinde içselleştiririz.
tesiri olmaz. Yumuşak yere sert ve kaba konuşan
fitneye sebep olur. Kuranı Kerim’de Firevun’a yumuşak şekilde nasihat edilmesi emredilmiştir. "Ey
Musa ve Hârun! İkiniz de Firavun'a gidin.
Çünkü o çok az¬dı. Öğüt alacağını veya korkacağını umarak ona yumuşak sözler söyleyin."
(Taha -23)
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle
çağır! Onlarla en güzel şekilde tartış!” [Nahl 125])
Üslubun yumuşak olması gerektiğini belirten
birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir:
“İlim öğretirken sert davranmayın.” [Beyheki]
“Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever ve
yumuşak olana verdiğini, sert olana vermez.”
[Müslim]
“Şu kimselere Cehennem haram olur. Kibirsiz, yumuşak, cana yakın ve sert olmayan.”
[Beyheki]
Kimlerin sözü dinlenir. Bu konuda Ziya Paşa’nın şu sözü bizi aydınlatacaktır: “Aynası iştir kişinin lafına bakılmaz.” Kendi deneyimlerden
beslenmeyen bilginin başka insanlar üzerinde tesiri olmaz. “İnsanları iyiliğe teşvik edip de kendinizi unutur musunuz? Niçin kendi
yapmadıklarınızı başkalarına söylersiniz.” (Bakara
44) Ayeti kerime de Allah ölçüyü koymuştur. Ölçü hayatımıza uygulamaktır. Evet önemli olan hayatımıza uygulamaktır, ama bu demek değildir ki
hayatımıza uygulamadığımız şeyleri de söylemeyelim. Evet söyleyebiliriz ve söylemeliyiz. Ama
unutmayalım ki insanlar üzerinde pek tesiri olmaz.
Nasihatte başarıya ulaşmak, amaca nail
olmak istiyorsak üslubu da dikkat etmeliyiz.
“Yumuşak huyluluğa dört elle sarıl. Sertlikten uzak dur.” [Buhari]
“Emr-i maruf ve nehy-i münkeri, ancak rıfk
ve hilm sahibi fakihler yapar.” [İ.Gazali]
Allahü Teala’nın en çok sevdiği kimse çok nasihat edendir. (İ.Ahmed)
Bütün bu nasihatle ilgili ayetlerde ve hadislerde vurgulanan en önemli unsur üsluptur. Çünkü
doğru yöntem ve teknikle yapılmayan nasihatlerin
başarıya ulaşması mümkün değildir. Aksine hiç istenmeyen şekilde de neticelenebilir. Çokbilmiş
edası ile yapılan bir nasihatin yararından çok za-
Peki, üslubumuz nasıl olmalıdır. “Emr-i maruf
yapan yumuşak ve şefkatle yapmalıyız.” (İ. Gazali)
Yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olmalıyız. Kızılarak nasihatte bulunmak kadar gülünç bir durum
yoktur. Söylediğimiz şey ne kadar kıymetli olursa
olsun güler yüzlü ve yumuşak olmadıkça sözlerin
Ekim 2009
rarı olur. Özellikle gençlerin nasihatten hoşlanmadığını hepimiz biliriz. Onun için nasihat etmek için
nasihat etmemelidir. Ataların söylediği gibi “Demir
tavında dövülür.” Yeri ve zamanı geldiğinde nasihatte bulunmak daha yararlı olur. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkarabiliriz.
62
Ne Yapsın
Hayat sır perisi ati muamma,
Ufuk sisli her yer her yön belirsiz.
Tedebbürsüz aklın yoluna kanma,
Bir çift göz ne yapsın nurdan nasipsiz.
Ne yapsın dil dudak el ayak parmak,
Yamuk yürek yamuk verir işaret.
Vahyin çağrısına bigane kalmak,
Ne büyük aldanış ve büyük gaflet.
Her yerde rastlanır Hak’tan bir ize,
Varlık belge belge her şey bir hitap.
Hala arıyorsa insan mucize,
İnkâr sahnesinde ne yapsın kitap.
Görünen tepemi yoksa höyük mü?
Tersinden bakışa ne yapsın hikmet.
Kalbi akletmeyen insanın hükmü,
Bir yığın kemiğe giydirilmiş et.
Ne yapsın ne yapsın koca kâinat,
Bir çınara gebe tohum ne yapsın.
Şefkat eli bazen vururken tokat,
Uyanmaz uslanmaz kula ne yapsın.
Sebahaddin TÜZÜN
21.09.2009
(1) Çok eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş
halidir. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok evreli yerleşim yeri
birikimleridir.(İbret ve hikmete işarettir)
63
Ekim 2009
Hicret OSTA
BAYRAM VE
ÇOCUKLAR
Mübarek Ramazan ayının nihayete erdiği günlerdeyiz. Haklı bir mutluluk kaynağı olarak bayram bizi
karşılamaktadır. Gidilecek ve kabul
edilecek ziyaretler, bunlara dair yapılan hazırlıklar vs. derken, yoğun bir
temponun bizi kuşatacağı malum. Bu
yoğunlukta kaybolmamak, daha da
iyisi bu süreci çocuklarımıza kazandırabileceğimiz pek çok güzelliğe vesile
kılmak elimizde. Hem bizim hem de
çocuklarımızın istifade edebileceği bir
bayram için, hayata geçirebileceğimiz
birkaç hususu inceleyelim.
1- Bayram coşkusunu çocuklara yaşatmak:
Samimi anlamda yaşamadığımız
bir duyguyu, muhatabımıza (bu kişi
küçük bir çocuk bile olsa) hissettirmek
olanaksızdır. Bu sebeple, bayram sevincini ebeveyn olarak önce bizim derinden duymamız gereklidir. Sevincin
getirdiği heyecan muhakkak davranışEkim 2009
64
larımıza olumlu manada etki edecektir.
Bayrama özel bir önem atfedildiğini ve
bunun anne – babasını mutlu ettiğini
gören çocuk, bu duruma kayıtsız kalamayacaktır. Eve genel bir şenlik havasının hâkim olması, aile üyelerinin
birbirlerine duydukları sevgiyi kökleştirecek, bağlarını kuvvetlendirecek, iletişimlerini kolaylaştıracaktır.
2- Bilincinde olunan bir bayram:
Bayram için duyulan sevincin,
coşkunun, mutluluğun önemi büyük.
Ama gözden kaçırılmaması gereken
bir nokta, bu hislerin altlarının doldurulmasıdır. Bunu sağlamak adına bayram öncesi, aile üyelerinin katıldığı
küçük bir toplantı tertiplenebilir. Bayramı ve bayramın bize sunduğu imkânları konuşmak, çocuklara işin
ehemmiyetini kavratacaktır. Böylece
bu günleri, çocuklar daha bilinçli bir
şekilde yaşayacaklardır.
3- Dini vecibelere çocukların dikkatini çekmek:
Dini vecibeler çocuklara sevdirici bir şekilde
sunulursa gerçek manada karşılığını bulur. Bayramlar bunun için kaçırılmaz birer fırsattır. Baba ile
kılınan güzel bir bayram namazı, camii cemaatiyle
bayramlaşma, Peygamber Efendimiz’in çocuklarla
geçirdiği bayram sohbetlerini anımsatma, aile büyüklerinin kabirlerini ziyaret etme gibi sayabileceğimiz pek çok ibadet, çocuğun din ile irtibat
kurmasını kolaylaştıracaktır.
4- Çocuklarla bütünleşmek:
Maişet temini nedeniyle günün büyük bir kısmını iş ortamında geçiren babalar, çocuklarıyla ilgilenecek zamanı pek bulamazlar. Hâlbuki erkek
çocukların bu konudaki ihtiyacı büyüktür. Rol
model olarak babalarını görmeleri, onlarla bütünleşmeleri gerekmektedir. Bayram günlerinde babayla gerçekleştirilecek faaliyetler, bu anlamdaki
ihtiyaçları karşılamada yardımcı olacaktır.
5- İnsani değerlerin çocuklara kazandırılması:
Maddi ve manevi paylaşım, yardımlaşma,
dargınları barıştırma, akraba / komşu ilişkilerini
kurma ve geliştirme gibi insani değerler, diğer günlere nazaran bayramda daha rahat çocuklara kazandırılabilir. Tabii öncelikle bu değerleri bizim
benimsememiz, davranışa dökmemiz gereklidir.
Bayram, bu anlamda birçok tatbikat alanına vesile
olmaktadır. Huzurevi, yetimhane ziyaretleri, yoksullar için ayırdığımız fitre sadakalarının dağıtımı,
akraba birlikteliğinin güçlendirilmesi, eş – dost için
hazırlanan hediyelerin verilmesi gibi davranışlara
bizzat çocuğun iştirak etmesi, onun yaşamında bu
konularda söylenen birçok sözden daha etkili olacaktır. Sadece acıma değil yardım, sözde akrabalık değil gerçek ilgi çocuk zihninde yer bulacak,
topluma duyarlı olma noktasında hassasiyetleri gelişecektir.
6- Bayramın verimini artıracak küçük bir
plan:
Bayram günlerindeki hareketlilik, yoğunluk
çocuğun belirsizlik yaşamasına yol açabilir. Hâlbuki
aile içinde karara bağlanan küçük bir plan mevcut
olursa, çocuk bir adım ötesinde ne olacağını bilmenin rahatlığında olacaktır. Elbette bu plan sadece yetişkinlerin düşüncelerinden oluşan
‘yapılacaklar listesi’ haline dönüşmemelidir. Aile
üyelerinin (özellikle çocukların) tümünü hesaba
katan bir plan olmalıdır. Ziyaret edilecek yerler, uygulanması doğru ya da yanlış davranışlar gibi açıklamalar olmakla beraber çocuk, ergen, yetişkin gibi
tüm bireylerin beklentilerini içeren ortak bir plan,
bugünlerde çok işimize yarayacaktır. Üstelik bu yoğunlukta dahi fikirlerinin alındığını gören çocuk
ihmal edilmediğini, kendisine kıymet verildiğini düşünecektir.
7- Bayram harçlıkları:
Son olarak, çocuklarımızın bayram harçlıklarına değinelim. Öncelikle anne – baba bu konuda
asla müdahaleci olmamalıdır. Elbette faydalı olduğuna inanılan önerilerde bulunmak güzel bir davranıştır. Fakat zorlamak, çocuk adına ne
yapılacağına karar vermek doğru değildir. Çocuğumuzu, para harcama konusunda israfkar görüyor isek, bu problemin geniş bir zaman diliminde
çözümlenebileceğini unutmamalıyız.
65
Ekim 2009
Ayşe BAĞCİVAN
KÜÇÜK BİR NİYET
Çoğumuz görevlerimizden yaşantımızdan
sıkılınca dalarız ya hani hayallere “eğer böyle
olmasaydı şöyle yaşamak isterdim..”diye.Evet
bunu çok kere yapmışızdır.Kendi yaşantımızın
daha farklı olmasını çok kez hem kalple hem
de dille istemişizdir.Dört odalı bir ev değilde
şöyle 8 odalı ,dubleks,bahçesi deniz manzaralı
olan ,içinde çok büyük bir salonu olan,hizmetlilerin etrafımızda döndüğü bir ev ….. Kim istemez ki?
Belkide çoğunuz böyle bir eve sahipsiniz.
Lakin bu seferde isteğiniz dahada farklı. İnsanız elbette ki hep kendi yaşantımızdan daha
farklı yaşantılar hayal eder isteriz.
Bazen büyükler derler ya “Her kadın kendi
evinin sultanıdır, hanımıdır, kraliçesidir” ne kadarda haklı ve yerinde söylenmiş bir laftır. Her
ne kadar evimizde uşaklarımız, hizmetçilerimiz
çalışmasada biz kendi evimizin hanımıyız. Eşimizin gönlünün sultanıyız. İsterse evimizin saEkim 2009
66
dece iki odası olsun ya da bir odası olsun ne farkederki o evin hanımı biziz. Yemekmiş, bulaşıkmış, çamaşırmış, ütüymüş neden zor gelsin ki
yapmak. Eşimiz için evimiz için yapmak neden
zor olsun ki… Hemde bizi Yaratanımıza Allah’a
yakınlaştıracakken.. “aman canım alt tarafı bir
bulaşık insanı nasıl Allah’a yakınlaştırır” diyorsanız bakınız şöyle ki: Varsayalım akşama çok
misafiriniz gelecek biran önce hazırlık yapmalısınız. Bunu alelacele mi yapmayı tercih edersiniz
yoksa Allah’a yakınlık kurarak mı? Cevabınız “elbette ki Allah’a daha yakın olarak”ise: Yemek
yapmaya başlamadan önce niyet edin mesela:
“Allah’ım niyet ettim ilk önce senin engin rızan
için bu yemeği yapmaya. Yiyen her kişinin sıhhat bulması için, evlerinde ki huzurun, rızkın,
mutluluğun artması için, kalplerine iman vermesi
için, seni anmaları için, yiyenlerin maddi ve manevi hastalıklarını gidermesi için bu yemeği yapmaya” gibi… Üstelik öyle zamanımızı da almaz
bu kısacık Allah’a bulunduğumuz nida.
Bu şekilde hazırlayacağınız her yemek
hem yiyenler için gerçek manada afiyet olur
Hemde sizi âlemleri yaratan Allah’a daha da yakınlaştırır. Kul yaptığı her işini Rabbisini anarak
yaparsa elbette ki ecri ve muhabbeti dahada
artar. Bu sadece yemek için değil. Aklınıza gelen
her şey için geçerli. Hatta uyumak için bile geçerli. Mesela yatağınıza yatmak için uzandınız.
Bir normal bir şekilde uyumak var birde vücudunuzdaki tüm hücrelerin sabaha kadar hakkı zikretmesi var. Mesela yatağınıza girdiğinizde
uyumadan önce “niyet ettim Ya Rabbi ilk önce
senin rızan için uyuyup, yapacağım ibadetlerim
için vücudumu dinlendirmeye, uyurken bile seninle olmaya, seni anmaya. Allah’ım sen uyuduğumda dahi vücudumu biran olsun seni
anmaktan alıkoyma.”Dediğinizde elbette ki uykunuz daha hayırlı olur. Kulun bir kere “Allah’ım”diye seslenişinde Allah’ın yüz kere “buyur
kulum”diye seslenişi gizlidir. Âlemleri ve tüm insanları yaratan Allah biz kullarına “buyur
kulum”diyor. Müminleri seven Veli Allah, müminlerle dost olan Vedud Allah bizimde bu niyetimize
bu nidamıza elbette ki “buyur kulum”diyecektir
inşallah.
Böyle her an Allah’la konuşma içindeyken
kim şikâyet ederki kadınlık görevlerinden. Kim
usanır, kim bezginlik duyar ki… Evet, kadınların
ev işleri zordur ancak alacakları mükâfat yanında bu yorgunluk hiç kalır. Bakınız gönüller
sultanı âlemler rahmeti Efendimiz bir hadisinde
şöyle buyuruyor: “kadınların kendi evlerindeki
yaptıkları bir iş, mücahitlerin yaptığı cihat sevabını kazandırır” .Ayrıca kadının evinde yaptığı
her iş sadaka hükmündedir. Ne büyük bir lütuf
öyle değil mi? Görevimizi yerine getirirken bile
cömertlilerin en cömertlisi olan yüce Allah bunu
sadaka hükmünde sayıyor.
Evet, isterseniz yine bunaldığınızda farklı
hayaller kurabilirsiniz. Yada daha farklı isteklerde
bulunabilirsiniz. Lakin gelin bu gün daha farklı bir
şey yapın. Evinizin boyutu ne olursa olsun evinizin hanımı siz olun ve yapacağınız her işe içinizden gelen güzel niyetlerle başlayın.
Yapacağınız her işi Allah’ın kadınlara verdiği ecri
düşünerek yapın. Ozaman hiçbir görevinizden
yorgunluk duymaz aksine huzur duyarsınız...
67
Ekim 2009
GÖNÜLLER SULTANI HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİNİ
Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin hayatı, sözleri, resimleri ve türbesinin resimleri bulunan sunum
büyük bir beğeni ile izlendi.
Bu sunumdan sonra Konuşmacılardan dergimiz yazarı Kamil Abdullahoğlu hocamız “Kur’an ve
sünnette veli- velayet kavramı ve Hacı Şaban
Efendi” konulu konuşmasını yaptı.
Burhan dergimizin düzenlediği anma gecesine yoğun bir katılım oldu. Sunuculuğunu yazarlarımızdan Yusuf Elibol beyefendinin yaptığı
geceye Hafız Semih Durmuş’un okuduğu Kur’an’ı
Kerim tilavetiyle başlandı. Daha sonra Hacı Şaban
Efendi Hazretlerinin hayatıyla ilgili bir slâyt sunuldu.
Ekim 2009
68
VEFATININ 17. YIL DÖNÜMÜNDE RAHMETLE ANDIK
Eski milletvekili Avkt.
Bahaddin Elçi “Sözleşme
ve mümin” konulu kısa,
veciz bir konuşmasını kime
nasıl itaat sorularının cevabıyla sonlandırdı.
Gecenin son konuşmacısı olan Avkt. ve eski
milletvekili M.Orhan Akkoyunlu
ise
Hacı
Şaban
Efendi Hazretleriyle birlikte
geçirdiği elli yıla yakın ömründen
hatıralar
sundu.
İlme bakışı, sünnete bağlılığı, Allah’tan başka kimseden
korkmaması
üzerinde
durdu.
vs.
Hacı
Şaban efendinin yardım
etme, infak etme anlayışından örnekler vererek O’nun
kerametlerinden de bazılarını anlattı. Doğrusu ifadelerinde ki “O canlı sünnetti”
sözü gecenin özeti mahiyetindeydi.
Bu
konuşmadan
sonra ilahi grubu ve İsmail
Beyhan beyin ilahilerine geçildi.
Manevi
atmosferi
yoğun olan gece seslendirilen ilahilerin etkisiyle gözyaşlarıyla sulandı.
Okunan hatm-i şeriflerin duasını ise katılımcıların “âmin”leriyle birlikte Kamil Abdullahoğlu hocamız yaptı. Gönüllerde manevi bir tat bırakan
gece, gelecek yıllarda daha geniş, daha organizeli
olması temennileriyle son buldu.
69
Ekim 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
ZARARDAN KURTULMAK İSTER MİSİNİZ
Oyunda hep kaybettiğiniz anda bir arkadaşınız çıkagelse ve size; “ Kazanmanın yollarını
öğrenmek ister misin?” diye sorsa ne cevap verirdiniz? Büyük bir dikkatle onu dinler söylediklerini
uygulamaya çalışırdınız değil mi? Çünkü kaybetmek kimsenin hoşuna gitmez.
Peki hayatınızda zarara uğramayacak bir formül öğrenmek ister misiniz? Bir oyunu kaybeden
diğer oyunda kazanabilir. Fakat zamanda zarara uğramanın telafisi mümkün değil. Dolayısı ile
bence bu formül daha önemli. Ne dersiniz? Sizinde aynı düşündüğünüzü duyar gibiyim. Öyleyse
hemen öğrenelim.
Sevgili peygamberimiz; “ İki günü eşit olan zarardadır” buyurmaktadır. İlmini geliştirmeyen,
ibadetlerindeki ihlası arttırmadan iki günü eşit olan zarardadır. Öyle ise zarara uğramamak için ilim
öğrenmeliyiz. Öğrendiklerimizden faydalanmalıyız.
Allah-u Teâlâ “De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurmaktadır. Tabi ki bir olmaz,
bilen ve bilgisiyle amel eden her zaman değerlidir. Bilgi insanın süsüdür. Ne kadar iyi olmak
istiyorsak o kadar bilgili olmalıyız. Şimdi hep birlikte okuma planları yapalım mı? Ben yaptım bile ya
siz?
BESMELENİN GÜZELLİĞİ
Yüce Allah, insan için dağların arasından tatlı sular akıtmıştı. Dallara lezzetli meyveler takmıştı. Dünyayı insana süslü bir beşik yapmıştı. Sayılamayacak kadar çok güzelliği insana hediye
etmişti. Bunun karşılığında da sadece kendisinin anılmasını istemişti. Bunun için sevgili peygamberimizin dilinden Allah’ın adı hiç düşmezdi.O,verdiği bütün nimetler için her fırsatta Allah’a teşekkür ederdi.
O, her işinde Allah’ı anıyordu. Onun adını anmadan hiçbir iş yapmıyordu. Bir işe başlayacağı
zaman: “Bismillah” diyordu. “Bismillah” demeden ağzına lokma koymuyordu; bir yudum su bile içmiyordu. “Bismillah” demeden uyumuyordu. Her sabah yatağından “Bismillah” diyerek kalkıyordu.
Evden dışarı çıkarken ve eve girerken yine “Bismillah” diyordu. O, yaratıcıyı bir an bile unutmuyordu. Onun adını anmaktan sonsuz mutluluk duyuyordu. Müslümanlarında böyle yapmasını istiyordu.
Çünkü her şeyin sahibi, yüce Allah’tı. Her şeyi veren O’ydu. Sürekli bizi gözeten O’ydu. Nefeslerimizin sayısını bilen O’ydu. Bunun için onun adını anmak, ona şükretmek gerekiyordu.
Sevgili peygamberimiz insanlara en güzel örnekti. Onun bu incelik dolu davranışları Müslümanları çok etkilemişti. Onlar da peygamberimiz gibi yaptılar. “ Bismillah” demeden yemek yemediler;
su içmediler; uyumadılar; gezmediler. Bunun için yeni din islam’a girenler kısa sürede çok ince, çok
anlayışlı, kibar insanlar oldular. Daima Allah’a şükrettiler. Birbirlerine teşekkür etmeyi öğrendiler.
Çünkü teşekkür, yapılan iyiliği bilmek demekti. Allah’ın adını anmak ve ona teşekkür etmek mutlulukların en güzeliydi.
Not: Bu yazı Timaş Yayınları “365 Günde Sevgili Peygamberim” kitabından alınmıştır.
Ekim 2009
70
DİNİ BİLGİLER
Arkadaşlar bu soruları cevaplara bakmadan cevaplamaya çalışın. Her bir soru 20 puan. Yüz
puan üzerinden kaç puan alacaksınız bakalım. Var mısınız?
1- İslam nedir? 2- İman Nedir? 3- Allah'ın sıfatları nelerdir? 4- Allah'ın zati sıfatları nelerdir?
5- Peygamberimiz nerede doğdu ve şimdi nerede bulunuyor?
Şimdi de kabri Medine'de "Ravza-i Mutahhara" da bulunmaktadır.
5- Peygamber efendimiz (s.a.v) Mekke'de doğdu. Elli yaşından sonra Medine'ye hicret etti.
Kıyam binefsihi : Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmamak.
Vahdaniyet : Bir olmak, Muhâlefetun-lil - Havadis: Sonradan yaratılmışlara hiç benzememek,
4- Vücüd : Var olmak, Kıdem : Varlığının başlangıcı olmamak, Beka : Varlığının sonu olmamak,
3- Allah'ın sıfatları iki gruba ayrılır.1) Zati sıfatları, altıdır. 2) Sübuti sıfatları, sekizdir.
2- Hz. Peygamberin, Allah'tan getirdiği hükümlerin doğruluğunu kabul ve tasdik etmektir.
1- Peygamber Efendimizin tebliğ ettiği hükümleri kabul edip yaşamaktır.
CEVAPLAR
GÜLMECE
Temel asansöre binmiş başlamış beklemeye. Bir müddet sonra Dursun binmiş bakmış
Temel bekliyor
o da beklemiş. Bu arada biri daha binmiş ve neden beklediklerini sormuş
Temel hemen cevap vermiş :
- "Uşağum görmey misun ha burda dört kişiliktir yazayı"
Bir gün çocuk saçını yıkamadan şampuan sürmüş. Annesi “ Oğlum saçını yıkamadan
şampuan sürülür mü?”
Çocuk; ama anne şampuanın üzerinde kuru saçlar için yazıyor, demiş.
H
A
Y
A
T
A
N
R
S
Z
C
M
B
O
T
E
K
V
İ
N
Ö
Sevgili arkadaşlar,
P
Ş
İ
R
A
D
E
Allah-u Teâlâ’nın
B
T
L
Ç
L
C
P
Sübûtî Sıfatlarını bulalım.
A
U
İ
D
K
F
R
S
E
M
İ
İ
G
S
A
Ü
Y
Ğ
H
H
Ş
1- HAYAT
5- SEMİ
R
V
K
E
L
A
M
2- İLİM
6- BASAR
Ö
O
N
M
K
I
T
3- İRADE
7- KELAM
K
U
D
R
E
T
U
4- KUDRET
8- TEKVİN
71
Ekim 2009
SEYYİDU-L İSTİĞFAR
Şeddad bin Evs’den (RA) rivayete göre Nebiyy-i Ekrem (SAV) şöyle buyurmuşlardır:
Allahümme ente rabbî lâ ilâhe illâ ente halâktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve
va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûuleke binı’metike aleyye, ve
ebûu bizenbî fağfir lî, feinnehu lâ yağfirüzzünûbe illâ ente birahmetike yâ
erhamerrâhımîn.
“Ya Allah (CC)! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın ve
ben Senin kulunum. Ve ben iman ve ubudiyyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misakın
üzereyim. Ya Rabbi (CC)! Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım: Ve Senin bana inam ve
ihsan etdiğin nimetleri ikrar ve itiraf ederim. Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve itiraf
ederim. Ya Rabbi (CC)! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zira Senden başkası günahları afv ü
mağfiret edemez.”
Bir kimse bu Seyyidül-istiğfarı ihlâs ve
yakin itikadıyla gündüz okur da o günde
akşam olmadan evvel vefat ederse o
kimse ehl-i cennettendir. Ve eğer bu duayı
yakin itikadıyla gece okur da sabah
olmazdan evvel vefat ederse yine ehl-i
cennettendir.”
[Buhari Deavat, 1; Tirmizi, Deavat, 15; Nesei, İstiaze, 57; İbn Hanbel, Müsned, 4/122.]
Ekim 2009
72
Download