¿mH “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI EDİTÖR Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine sahabiler şaşkınlıkla sorarlar: “Ya Rasûlallah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz (s.a.v): “Hayır” der. “Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıya taşınan çer-çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.” Bunun üzerine sahabilerden biri sorar: “Vehn nedir ya Rasûlallah?..” O da buyurdu ki: “Dünya sevgisi ve ölümü sevmemek, ondan nefret etmek.” (Süneni Ebû Davut: 4/111, hn. 4297; Müsnedi Ahmed: 5/278, hn. 22450) Yıl 6 Sayı 70 Temmuz 2011 Dünyayı öne alma hastalığı hepimizi vurdu. Hepimizi derken ümmet-i Muhammed’den bahsediyorum. Bocaladık, halifesiz kaldık, başsız kaldık. Kimin nereye gittiği, kimin ne yaptığı belli değil. Uyku sersemiyiz, mahmuruyuz. Biraz yerin üstünü düşündüğümüz kadar yerin altının hesabını da yapıyor olsak hiçbir şey önümüzde duramayacak. Bölük pörçük olduk. Gücümüz kuvvetimiz yok oldu. “Biz” den “ben”e döndük bir türlü “biz” olamadık. İmanların arasına çekilen sahte sınırlar bizi imandaşlarımızdan kopardı. Fırsat vermemeliydik oysa. Şam ile İstanbul arasına, Kudüs’le Konya arasına sınır koyanlara inat tüm sınırları yüreklerden sökmeliydik oysa. İmana sınır mı olur diye haykırmadık, haykıramadık hâlâ uyku mahmurluğu var üzerimizde. Çirkefliğin ve şerefsizliğin çağında yaşıyoruz. İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden Iraktaki Nur bacının feryadı gibi nice feryadlar yükseliyor. Tunus, Cezayir, Libya, Suriye, Yemen… Say sayabildikçe. Hep ağlayanlar Müslümanlar. Keşmir’den Filipinler’e, Sudan’dan Filistin’e, Çeçenistan’a, Bosna’ya hep yükselen feryatlar Müslümanların feryatları. “Arap baharı” deniyor Müslümanlar can veriyor, başındaki zalimi deviriyor ama öylesine adice bir çark kurulmuş ki ümmetin başına bir türlü o çarktan dışarı çıkılamıyor. Müslümanların medeniyetlerine sahip çıkmamalarının faturasını Müslümanlar bu geçtiğimiz yüzyılda çok pahalı ödedi. Ümit ederiz ki verilen her şehid umursamaz suratlara bir uyanış şamarı ve zalimlerin yüzüne yüreğine bir korku tokadı olur. Zalimlerin dünyayı sömürmek ve elleri altında bulundurmak için çizdiği sahte sınırlara aldırış etmemeliyiz. İmana sınır olmaz. Kalplerimiz hep müminlerle atmalı. Şam’da bir çocuk ağlasa İstanbul’da feryat kopmalı. Keşmir’de bir civan vurulsa dünya başımıza dar gelmeli. Mümin için çarpmayan yürek bir ismi de “Mümin” olan Allah’ın kuluna yakışmaz. Peygamberimiz (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez. Müslüman müslümanı (başına gelen musibette) yalnız bırakmaz.” (Buhari, Mezalim, 3) Tartışmalıyız. İslam birliği, İslam ortak savunma paktı, İslam ortak para birimini tekrar savunmalıyız. Ümmetin birliğini gündeme getirmeliyiz. Bir tek ümmetiz bizler. Üzerimizde oynanan oyunların her birinden sıyrılmak için değerlerimize sıkı sıkıya sarılmalıyız. İmkânlar ölçüsünde değil, imanlar ölçüsünde kardeşlik ve birlik tesisi için çalışmalıyız. Üzerimize örülen her türlü örgüyü yok etmek için “dost ve düşman” kavramlarını iyi öğrenmeliyiz. Kim dost kim düşman iyi bilmeliyiz. Asla ümitsizliğe kapılmamalıyız. Eninde sonunda kazanacak olan İslam’dır, Müslümanlardır. “İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir.” (Fussilet, 49) İnanıyoruz ki bu zulümlerin ve yapılanların hesabı er geç görülecektir. Bizler üzerimize düşen vazifelerin gereğini yerine getirelim yeter. Vazifelerimizin farkında olalım, gerekenleri yapalım. “(Resulüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı) korkudan gözlerin dışarıya fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42) AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 6 Sayı: 70 Temmuz 2011 SAHİBİ Burhan Basın Yayın İÇİNDEKİLER Oluk Oluk Müslüman Kanı Akıyor Müslümanlar Bakıyor 4 Güneş Gibi Gerçekler 8 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Nureddin YILDIZ Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR İslam Dünyasının İçinde Bulunduğu Acıklı Durum 10 Kamil ABDULLAHOĞLU YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR “İslam’ı Nasıl Yok Edelim?” 14 Nihat MORGÜL Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Bu Coğrafyada Artık Birşeyler Değişiyor 18 Hasan BAŞAR Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Müslüman Ülkelerdeki Değişim Rüzgarları 22 Yusuf KARAGÖZOĞLU Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon Birlikte Allah'ın İpine Sarılma Zamanı Gelmedi mi? 24 Fuat TÜRKER Müslümanca Yaşamak İçin Müslümanca Kazanmak… 28 Talha Hakan ALP Mürsel LÜLECİ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL Dinlerarası Diyalog Ve Misyonerlik Faaliyetleri 34 Dr.Ebubekir SİFİL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro “Bana Ne Diyemezsin” 44 Ersan BİLGİN Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Ramazan Işık: “İslam’da Elbette Tatil Vardır.” 48 Röportaj Aydın BAŞAR Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 İbrahim Fahreddin Efendi 50 Ahmet HALİLOĞLU Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 Tahkikî İmanın Önemi 54 Aydın BAŞAR YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Muhabbet Bahçesi 58 Yusuf ELİBOL Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ [email protected] [email protected] www.burhandergisi.com Çoçukların Dini Eğitimleri Okul Sınavları Kadar Önemli Değil Mi? 60 Dört Soru 62 M. Emin KARABACAK Sezgin ÇAKIR BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Bir dostun ardından 64 Enver GENCER YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Burhan Çoçuk 66 Musa KARACA Dostluk Bilinci 68 Sebahaddin TÜZÜN Oluk Oluk Müslüman Kanı Akıyor Müslümanlar 4 Bakıyor Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN İslam Dünyasının İçinde Bulunduğu Acıklı Durum 10 Kamil ABDULLAHOĞLU Birlikte Allah'ın İpine Sarılma 24 Zamanı Gelmedi mi? Fuat TÜRKER Bir dostun ardından Enver GENCER 68 Dostluk Bilinci Sebahaddin TÜZÜN 64 Başyazı ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” OLUK OLUK MÜSLÜMAN KANI AKIYOR MÜSLÜMANLAR BAKIYOR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN z. Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret edip Medîne’de İslâm Devleti’ni kurduktan sonra Mekke müşrikleri boş durmadılar; bu devleti yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları ile bu devleti yıkacaklarını zannettiler ama her seferinde kaybeden taraf müşrikler oldu. Savaştan yana olmayan Hz. Peygamber, Mekkelilerle bir barış yapmak ve bu barış ortamının vereceği imkânla bütün dünyaya açılmak istiyordu; istediği de oldu. Hicretin altıncı yılında (Zilkâde 6/ Mart 628) Mekke müşrikleri ile yapılan Hudeybiye antlaşması Hz. Peygamber’e bu fırsatı verdi. H “Ey insanlar! İstemediğiniz şey, ele geçirmek üzere yola çıktığımız şeydir, yâni şehid olmaktır. Biz, genellikle döğüşmeye alışmış insanlar değiliz. Biz, ancak, şerefimizi yükselten Müslümanlık için savaşıyoruz. Hemen ilerleyelim. Bu sâyede iki güzel neticeden birine erişiriz: Ya gâzî oluruz, ya şehîd!” 4 Hudeybiye antlaşmasının sağladığı barış ortamından istifâde eden Hz. Peygamber, çevresindeki hükümdarları, devlet ve kabîle başkanlarını İslâm’a dâvet mektupları kaleme aldırdı. Bu mektupları, o ülkeyi tanıyan arkadaşları (sahâbîleri) ile ilgili şahıslara gönderdi. Hz. Peygamber’in kendisine dâvet mektupları gönderdiği idareciler, bu mektuplara verdikleri tepkilere göre üçe ayrıldılar: 1-) İslâm’ı kabul edenler, 2-) İslâm’ı kabul etmeyip Hz. Peygamber’in mektubunu ve elçisini iyi karşılayanlar, 3-) Devletlerarası hukuku ayaklar altına alarak ve “elçiye zeval yoktur” ilkesini ayaklar altına alarak Hz. Peygamber’in elçisine kötü davranan ve mektubunu yırtanlar. Şimdiki İran topraklarında o zaman Sâsânî sülâlesi hüküm sürüyordu. Hz. Peygamber, Sâsânî hükümdarı (Kisrâ) Hüsrev Perviz’e sahâbîlerden Abdullah b. Huzâfe’yi gönderdi. Abdullah, Sâsânîler’in başkenti Medâyin’de mektubu Kisra’ya sununca, Kisrâ Hüsrev Perviz mektubu yırttı. Muhammed isminin kendi isminden önce yazılmasını bahane ederek Hz. Peygamber’in mektubunu parçaladı. Durumu geri dönen elçiden öğrenen Hz. Peygamber de yakın zamanda ülkesinin parçalanması için ona bedduâ etti. Yüce Allah, bu bedduâyı kabul etti. Hüsrev Perviz, taht kavgası yüzünden oğlu tarafından öldürüldü; ülkesi de Hz. Ömer’in hilafeti zamanında İslâm Devleti’nin topraklarına katıldı. Hz. Peygamber, dünya hükümdârlarını ve büyük eyâletlerin vâlilerin birer mektupla İslâm dinine dâvet ettiği sırada sahâbîlerinden Hâris b. Umeyr’i de elçi olarak ismi kaynaklarımızda geçmeyen Busrâ vâlisine göndermişti. Hz. Peygamber’in mektubunu yanında bulunduran ve diplomat sıfatıyla seyahat etmekte olan Müslüman elçi, Mûte civarında Bizans İmparatorluğunun buradaki bölge valisi ve Gassâni emîrlerinde Şurahbil b. Amr’ın topraklarından geçerken yol üzerinde durduruldu ve adı geçen emîrin hu- zuruna çıkarıldı. Hâris’in, Hz. Peygamber tarafından görevlendirilmiş Suriye’ye doğru gitmekte olan bir elçi olduğunu öğrenen Şurahbil, Müslüman elçiyi bir iple bağlattı ve sonra da boynunu vurmak suretiyle öldürttü. İslâm peygamberinin öldürülen ilk ve tek elçisi olan Hâris b. Umeyr’e karşı yapılan bu davranış Hz. Peygamber’i son derece üzdü. Şimdiye kadar Hz. Peygamber’in hiçbir elçisi öldürülmemişti. Bu çirkin hareket açıktan açığa Müslümanlara bir saldırıydı. Bu fâciadan çok üzülen Hz. Peygamber, hemen üç bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Kölelikten âzâd ettiği evlatlığı Zeyd b. Hârise’yi bu orduya komutan olarak tayin etti. Bu orduyu Medine’den şu sözlerle uğurladı: “Şâyet, Zeyd savaşta şehid olursa, komutayı Câfer b. Ebî Tâlib alsın. Câfer de şehid olursa, orduya Abdullah b. Revâha komutanlık etsin. O da şehid düşerse içinizden biri idâreyi ele alsın!” Zeyd, Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen emre göre ordusu ile birlikte Mûte’ye kadar geldi. Yine Hz. Peygamber’den aldığı tâlimata göre önce düşmanı İslâm’a dâvet edecek, kabul etmezlerse bu sefer de onları vatandaş olmaya dâvet edecekti. Bunu da kabul etmezlerse işte o zaman iki taraf arasında savaş kaçınılmaz olacaktı. İslâm ordusunun Medîne’den çıkışını duyan Şurahbil, durumu hemen Bizans imparatoruna bildirdi ve ondan yardım istedi. Bir rivâyete göre yüz bin, bir başka rivâyete göre iki yüz bin kişilik bir ordu toplayan Şurahbil, Müslümanları tedirgin etmeye başladı. Komutan Zeyd, savaştan önce bir yüksek danışma meclisi topladı. Yapılan görüşmelerde durumun Hz. Peygamber’e bildirilmesi ve alınacak cevaba göre hareket edilmesi fikri ileri sürülmek üzere iken Abdullah b. Revâha öne atıldı ve şöyle dedi: “Ey insanlar! İstemediğiniz şey, ele geçirmek üzere yola çıktığımız şeydir, yâni şehid olmaktır. Biz, genellikle döğüşmeye alışmış insanlar değiliz. Biz, ancak, şerefimizi yükselten Müslümanlık için savaşıyoruz. Hemen ilerleyelim. Bu sâyede iki güzel neticeden birine erişiriz: Ya gâzî oluruz, ya şehîd!” Medîneli ensârden olan kahraman şâir Abdullah’ın bu sözleri, ordunun mâneviyatı üzerinde büyük etki yaptı. Hep bir ağızdan: “Abdullah b. Revâha doğru söylüyor!” dediler ve harekete geçtiler. Mûte civarında iki ordu karşılaştı. Müslümanlar için şehid olmaktan başka çare yoktu. Zeyd, Câfer ve Temmuz 2011 5 Abdullah aynı gün sırayla şehid oldular. Zaten Hz. Peygamber, onları Medîne’den yolcu ederken şehid olacaklarını müjdelemişti. Üçüncü komutanın şehid olmasından sonra bozgun havasına giren ordumuzu bu havadan yeni Müslüman Hâlid b. Velid kurtardı. Askerin önüne geçti, bozgunun tehlikelerini anlattı ve kaçışı önledi. Herkes, Hâlid’in etrafında toplandı. Bütün mücâhidlerin ittifakı ile Hâlid, komutayı üstlendi ve sancağı eline aldı, akşama kadar çarpıştı. Kendisinin nasıl bir komutan olduğunu gösterdi. O gün, elinde dokuz kılıç parçalandığını bizzat kendisi söylemiştir. Hâlid, ertesi gün ordusuna yeni bir düzen verdi. Sağ taraftakileri sola, soldakileri sağa aldı. Öndekileri arkaya, arkadakileri de öne geçirdi. Düşman birlikleri karşılarında yeni simâlar görünce, İslâm ordusuna yeni yardım kuvvetinin gelmiş olduğuna hükmettiler. Tam bu sırada Hâlid şiddetli bir hücuma geçti ve düşmanı bozguna uğrattı. Hatta düşmana birçok zayiât verdirdi. Aynı zamanda bu durumdan faydalanmayı ihmal etmedi. Askerini hemen geri çekti. Büyük bir bozguna uğratmadan muntazam bir yürüyüşle Medine’ye kadar getirdi. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, savaşın birinci günü Medine mescidinde oturarak savaşı olduğu şekliyle mescitteki ashâbına anlattı ve sözlerinin sonunda şöyle dedi: “Şimdi Allah’ın kılıçlarından bir kılıç sancağı eline aldı ve Allah, mücâhidlere fetih nasib etti.” Saygıdeğer okuyucularım! Ben size, İslâm tarihinin altın sayfalarından bir sayfa sundum. Maksadım, size tarihi olayları okutmak ve sizi ağlatmak değildir. Maksadım sizi düşündürmektir. Bir Müslüman’ın kanı aktığı için, o zamanın süper gücü Bizans’ı arkasında bulunduran bir devlete karşı savaş açan ve bundan hiç korkmayan bir peygamberin ümmetiyiz. Ne oldu bize? Ölü toprağı mı serpildi üzerimize? Bugün oluk oluk Müslüman kanı akıyor, Müslümanlar da bakıyor. Kim, dur diyecek bu zalimlere? Kim, haddini bildirecek bunlara? Zâlimler, ya kendi elleriyle veya Müslümanların başına bela ettikleri kuklalarıyla oluk oluk Müslüman kanı akıtıyorlar bugün. Biz de sadece üzülüyoruz. 6 ŞU MADDELERİ YENİDEN BİR DAHA GÖZDEN GEÇİRELİM: * Dâvet mektubunu parçalayan Kisrâ için bedduâ eden Hz. Peygamber, bu sünneti ile bize hiçbir şey öğretmiyor mu? Çevremizdeki zâlimleri ne zaman Kahhâr olan Allah’a havâle edeceğiz? Bedduâ için ellerimiz ne zaman semâya kalkacak? Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerin hem duâ örnekleri hem de bedduâ örnekleri vardır. Duâ ve bedduâ sadece bizim peygamberimizin değil, bütün peygamberlerin sünnetidir. İhmal ettiğimiz sünnetlerden biri de bu galiba. Tez zamanda sarılalım bu sünnete. *“Elçiye zevâl yoktur.” İlkesini hiçe sayarak Hz. Peygamber’in elçisini öldürenlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmamıştır. Zâlimler yaptıklarının bedelini ağır bir şekilde ödemişlerdir. Ama gelin görün ki, mazlûm ve mağdûr Gazze halkına insânî yardım götüren insanlarımızı şehid eden zâlimlerden kimse hesap sormadı, soramadı. Hz. Peygamber’in, sahâbenin ve evliyânın menkiberini okuyup ağlamak mıdır Müslümanlık? Sünnet denildiği zaman yeme, içme, giyme, yürüme ve oturma şekillerini anlayan çağımızın Müslümanları, Hz. Peygamber’i gerçek hayatıyla ve asıl yüzüyle ne zaman tanıyacaklar? *Dikkat ettiyseniz Hz. Peygamber, bu zâlimleri öylesine küçümsüyor ki, kendisi gitmiyor ordusunun başında; kurmaylarını gönderiyor. Kurmayları da Hz. Peygamber’in eksikliğini hissettirmiyorlar. Yapılması gerekeni en güzel şekilde yapıyorlar. İçinde yaşadığımız bu çağda bütün Müslümanlar, Hz. Peygamber’in kurmayları değil midir? *Mûte savaşında üç değerli komutanımızla birlikte on iki şehid verdik ama İslâm’ın izzetini ve geleceğini kurtardık. İslâm’ın izzeti bizim hepimizin hayatından daha önemlidir. Biz müslümanlar, bizim dünyalığımıza değil, İslâm’a öncelik vermeliyiz. *İki arada bir derede kalan, düşmanın gücünden dolayı geri adım atmayı düşünen ordumuzu harekete getiren, onlara can ve kan aşılayan Abdullah b. Revâha gibilerine ne kadar da çok ihtiyacımız var bugün. Ağzı olup dili olmayan, konuşmaktan çekinen, pısırık, sünepe, pasif insanlarla nereye gidebiliriz ki? Unutmayın, büyük yangınların başlangıcında bir kıvılcım vardır. İşte o kıvılcımı arıyoruz bugün. İslâm dünyasını harekete geçirecek işte o kıvılcımı. Temmuz 2011 HAKEV HACI ŞABAN EFENDİ EĞİTİM KÜLTÜR VE YARDIMLAŞMA VAKFI VAKFIMIZ, RESMÎ GAZETE’NİN 25 HAZİRAN 2011CUMARTESİ, 27975 SAYILI YAYINIYLA RESMEN TESCİL EDİLMİŞTİR. VAKFIMIZIN MÜTEVELLİ HEYETİ İLK MÜTEVELLİ HEYET TOPLANTISINI 23 TEMMUZ 2011 TARİHİNDE CUMARTESİ GÜNÜ İSTANBUL SULTANBEYLİ’DE BULUNAN MERKEZ BİNASINDA YAPACAKTIR. MÜTEVELLİ HEYETİNDE BULUNAN KİŞİLERİN BU TOPLANTIDA HAZIR BULUNMALARI ÖNEMLE RİCA OLUNUR. VAKFIN MÜTEVELLİ HEYETİ ALFABE SIRASINA GÖRE: 1.Ahmet DEMİRÖZ 2. Ali BÜYÜKADALI 3. Arif KAÇMAZ 4. Arif ÖZTÜRK 5. Avni ADIGÜZEL 6. Bahaddin ELÇİ 7. Burhanettin ÇALGAN 8. Engin KORHAN 9. Fatih BURAK 10. Halil ÇALIŞKAN 11. Halil İbrahim TAŞTAN 12. Halit EŞKAN 13. Hami SÖNMEZ 14. Hanefi KILIÇOĞLU 15. Hicabi ZEYBEK 16. Hikmet ÖZTÜRK 17. Hükmü ÖZATA 18. İlhami DEVELİ 19. İsmail YILMAZ 20. Kamil ABDULLAHOĞLU 21. Kemal KARAAHMETOĞLU 22. Şahin YÜCEL 23. Lütfi BÖLEN 24. Mahmut DEVELİ 25. Mihmail BAŞYİĞİT 26. Mehmet ÇAVUŞ 27. Mehmet TEMUR 28. Muhsin DEMİR 29. Murat KUMBASAR 30. Mustafa ANTİKA 31. Mustafa MANGAN 32. Mustafa TEMUR 33. Münir BOZKURT 34. Naci MERT 35. Nazir DUMAN 36. Nurettin BURAK 37. Orhan AKKOYUNLU 38. Salih AKBAŞ 39. Salih BOYLU 40. Sebahattin YAŞA 41. Sezgin ÇAKIR 42. Suat PAMUKÇU 43. Süphi KILBAŞ 44. Şinasi BAŞARAN 45. Veysel KÖKSAL 46. Yılmaz ERTURAL 47. Yusuf DAŞTAN 48.Zeki ÇİFTÇİ NUREDDIN YILDIZ [email protected] GÜNEŞ GİBİ GERÇEKLER 1- Allah azze ve celle KÂDİRDİR, MUKTEDİRDİR. Göklerde ve yerde O’nun kurdeti kesindir, kimse o kudretin önünde var olduğunu iddia edemez. Ve Allah Teâlâ’nın kudreti, sonradan kazanılma bir kudret değildir. Dilemek o kudretin tahakkuku için yeterlidir. Meleklere, cinlere, insanlara ve hayvanlara hatta cemadata o kudreti ile hükmetmektedir Allah. Ne bu zamana kadar ne de bundan sonra hiçbir güç, O’nun iradesine karşı ortaya çıkabilecek bir irade beyan edemeyeceği gibi, O’nun yapmayı dilediğini de engelleyemeyecektir. Çünkü Allah Teâlâ kâdirdir, muktedirdir. Denizlere bakan o kudreti gödüd. Dağlara bakan görür. Bir karıncaya ve bir file bakan o kudreti görür. Kendine bakan insan da üzerinde O’nun muhteşem kudretini görür. ‘Bir göz kıpırdatması’ kadar bir zaman, her şeyin olması veya yokluğu için yeterlidir o kudretin önünde. 2- Allah azze ve celle ALÎMDİR; RAKÎBDİR. Biliyor. Bilmek neyi gösteriyorsa ondan daha çoğunu, öğrenme ihtiyacı olmadan biliyor. Hiçbir şey O’nun bilgisi haricinde olamaz. Ne O’na kulluk edenler ne de ısyan estirenler, O’nun bilgisi dışında değildirler. Her şey O’nun bilgisi ve kontrolündedir; iyi de kötü de, güzel de çirkin de. ‘Sen herhangi bir durumda bulunsan, Kur'an’dan herhangi bir şey okusan ve sizler herhangi bir iş yapsanız, daha siz bir şeye giri- 8 şir girişmez, üstünüzde biz size şahitizdir. Gökte ve yerde zerre kadar bir şey ve ondan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey Rabbinden kaçmaz ve hepsi apaçık bir kitaptadır.’ (Yunus, 61) 3- İnsan acizdir, çaresizdir. Güç ve kuvveti cılızdır. İnsan kendi başına kalsa bir an bile ayakta duramaz. Allah onu korursa o var olabilir. Tam anlamıyla ‘Allah'tan başka güç ve kuvveti olmayan’ bir mahluktur. İnsanın var zannettiği ne varsa o da geçicidir. İnsanın ürktükleri de geçicidir, cılızdır. İnsan cılız olduğu için cılızları büyütür gözünde. Asıl korkulacak olanı unutur da korkulmaya değemzlerden korkar. 4- İnsan, acizliğine rağmen, etrafındaki çemberi kıracak sebeplerle de donatılmıştır. O sebepleri kullanmayı becermesi hâlinde kendisini daraltan, bunaltan çemberi kırabilir. Sebepleri kullanmakla sebeplere tapınmak arasında dengeyi kurabilen insan mü'min insandır. Allah'ın yardımı da onun üzerine gelecektir. Çünkü iyiyi de kötüyü de yaratan ve bir plan üzerinden yeryüzüne yayan Allah Teâlâ, batılın adamlarını ayakta tutarken hakkın adamlarına da adamlıklarını ispat edecek gayretlere girmelerini ve sebepleri iyi kullanmalarını emretmiştir. Denge bu plan üzerinde yürümektedir. Planın işleyişine uymayanların beklenti içinde olamları hakları değildir. Temmuz 2011 5- En büyük kanunlardan biri herkesin kendini değiştirmesi kanunudur. Millet olarak da fertler olarak da bakıldığında Allah, değişeni değiştirecek, değişmek istemeyeni olduğu gibi bırakacaktır. Elbette bu değişme isteği bir dilekçeyle talep edilen bir istekten çok tavırlarla ispat edilen bir talep olarak ortaya konacaktır. Ra’d suresinin on birinci âyeti bu hakikati hiçbir tartışmaya mecal bırakmayacak şekilde anlatmaktadır. Surenin on birinci âyeti bu hakikati beyan ediyor ama biz dokuzuncu âyetinden on ikinci âyetine kadar olan kısmı bir arada görelim ve Kur'an’ın üslubunu da anlamaya çalışalım: ‘O’dur görünmeyeni ve görüneni bilen ve her şeyden ulu, her şeyden üstün olan! Sizden sözü gizleyen de açığa vuran da, gece gizlenen de gündüz belirip ortaya çıkan da, O’nun için birdir. Onları devamlı olarak önlerinden ve arkalarından Allah'ın emriyle takip edip denetleyen izleyiciler vardır. Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe şüphesiz Allah onların durumunu değiştirmez. Ve eğer Allah bir topluma kötülük/helâk dileyecek olursa, onu onlardan kimse uzaklaştıramaz ve onlar için Allah'tan başka bir koruyucu yoktur. Korkuyla ve umutla O’dur şimşeği size gösteren ve ağırlaşmış bulutları üretip yaratan!’ Anlatılacak olan kural şudur: ‘Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe şüphesiz Allah onların durumunu değiştirmez.’ Ama bu bize anlatılırken Allah etala’nın farklı kudret örnekleri arasında anlatılmaktadır. Gökte gördüğümüz şimşekten, üzerimize düşen yağmura kadar her şeye hükümranlığı olan ve her şeyi bilen Allah: ‘Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe şüphesiz Allah onların durumunu değiştirmez.’demiştir. bunu anlamaya mecburuz. Duadan önce bu gelmelidir. Evet, pek çok sebep vardır. O sebepler elde edilecektir ama bizim Allah Teâlâ’dan göreceğimiz yardımın ya da Allah'ın bizim için zafer lütfetmesinin temel dayanağı, bizim değişmek istediğimizi göstermemiz olacaktır. Fert olarak da toplum olarak da değişme heyecanımız, zaferimizin müjdesidir. Temmuz 2011 6- Bizi kuşatan sorunlar kemerinin kırılabilmesi için yük bizim omuzumuzdadır. Biz değişeceğiz ki Allah da değiştirecek. Ve bu değişim isteği, temennileri aşacak günlük hayatımızın bölümleri arasına girecektir. KONUŞAN MÜSLÜMAN, YERİNE İŞ ÜRETEN, ÜRETİLENE KATILAN ALLAH'I VE DİNİNİ HER ŞEYİN ÜSTÜNDE SEVEN, O’NA GÜVENEN, GELECEK ENDİŞESİNİ ‘DİNİN GELECEĞİ, İMANLA ÖLMESİ’ OLARAK ANLAYAN, İNSANLARIN KALBE DÜNYA SEVGİSİNİ BİR PUT OLARAK SOKMAYAN, DÜNYAYI ALLAH'IN GÖRDÜĞĞÜ GİBİ BİR SİNEK KANADI KADAR BİLE ETMEZ GÖREBİLEN, MÜBAHLAR İÇİNDE BOĞULUP KALMAYAN, CİHADI EN ULVİ GÖREV BİLEBİLEN, KAVRAMLARINI HAYAT İLKESİ OLARAK KULLANAN, İNSANLARA VE DÜNYAYA KUR'AN’IN BAKTIĞI GİBİ BAKAN, ALLAH'IN YASAKLARININ TOPLUMDA YER BULMA- SINNDAN UYKULARI KAÇAN OLAN MÜSLÜMAN, DEĞİŞİM TALEBİ MÜSLÜMAN’DIR. Kurtuluş da bu Müslüman neslin elinde biiznillah gerçekleşecektir. 9 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Kamil ABDULLAHOĞLU İSLAM DÜNYASININ İÇİNDE BULUNDUĞU ACIKLI DURUM irk, zulüm ve Haksızlıklarla dolu bir dünya yaşanıyordu. Hiç kimse ne canından nede malından emindi. Dünyada terör, Haksızlık, adaletsizlik, kadınları ve güçsüzleri ezmek nerde ise doğal duruma gelmişti. Yüce Allah insanlığa merhamet etti de kâinatın güneşi Efendimiz (s.a.v.)i hidayet rehberi olarak gönderdi. Ş Allah Resulü (s.a.v.) bozulmuş bu hayatın tüm eğriliklerini düzeltmiş, toplumlardaki her ferde hak ettiği mevkii verip, hak ermediği bir makama çıkmasına da engel olmuş ve herkesi ancak layık olduğu mevkie yerleştirmiştir. Böylece insanlık tekbir aile şekline bürünmüş, babaları Hz. Adem, O’ da topraktan var edilmiş gerçeğine dönmüştür. İslam, Resulüllah (s.a.v.)in tesis ettiği menhec üzere devam ettiği sürece kalplerdeki nüfuzunu sürdürmüş ve Müslümanları dünyanın efendisi haline getirmiştir. Toplumlarda hiçbir değeri olmayan Salman-i Farisi, Bila-i Habeş-i, Suheyb er-Rumi, Ammar vb. ile, toplumun aristokrasisinde yer alanların arasında takva hariç hiçbir üstünlük farkının kalmadığını net bir şekilde görüyoruz. Tesis edilen bu yüce insanlık değerlerini yıkan ve dünya Müslümanlarının zillete düşmesine sebep olan nedenler üzerinde kısaca durmamızda faide mülahaza etmekteyiz. - İslam’ın tesis ettiği kardeşliğe en büyük darbeyi vuran ve İslam birliğini ortadan kaldıran en büyük hastalık hiç şüphesiz ırkçılık hastalığıdır. İnsanın benliğine kodlanmış olan bu hastalık, imanın zafiyete uğradığı dönemlerde tıpkı habis bir ur gibi ortaya çıkar ve ümmetin birliğine en büyük zararı verir. Allah Resulü (s.a.v.) “Hepiniz Âdemin çocuklarısınız, Âdem de topraktandır. Atalarıyla övünenler bundan vazgeçsin. Vazgeçmeyenler Allah’ın indinde kertenkelelerden daha aşağıdır.”1 “Irkçılığı isteyen onun için savaşsın. Irkçılık uğrunda ölen bizden değildir.”2Bu ve benzeri pek çok sözleriyle tarihte insanlığın çok çektiği bu cahiliye anlayışını yıkmış ve yeniden canlanmaması için de elinden geleni yapmıştır. Ne yazık ki iblisin dini olan bu cahiliye ruhu kâinatın Efendisi (s.a.v.)in vefatından kısa zaman sonra yeniden hayatiyet bulmaya çalışmış. Asr-ı saadet ruhunu ve nebevi anlayışı baltalayan, ümmeti birbirine kırdıran anlayış bu hasta anlayışın sonucudur. Hz. Ali (r.a.)ye karşı çıkıp Arapçılık ruhunu yeniden hortlatan Emevi hanedanının ümmette ne gibi onulmaz yaralar açtığını, sahabe ve tabiinin büyüklerinin öldürülmesine, hatta nesebi Temmuz 2011 tahirenin temsilcilerinden olan Hz. Hüseynin katledilmesine kadar varan anlayışın, bu hasta anlayıştan başka bir şey olmadığını anlamak gerekir. Bu hastalık okadar ileri gitti ki, Emevi saltanatına gelen ve beşinci halife unvanını kazanan Ömer İbn Abdulaziz’in bu görevi kabullenmesinin nedenini oluşturuyordu. O bu nedenleri üç noktada özetliyor ve diyor ki, bu görevi almakla üç temizlik yapmayı amaçlamıştım. Birincisi, ümmetin başında bulunan zalim Haccacı def etmekti. Ben vazifeye başlamadan iki hafta önce öldü ve o pislik paklandı. İkincisi, Cumada hutbelerde Ehl-i Beyte lanet okunuyordu. Bunu kaldırmaktı. Ehl-i Beyt övgüye layık Allah Resulü (s.a.v.)in temiz nesebidir. Onlar övgüye ve saygıya layıktır. Bunu da hallettik. Üçüncüsü de, devlet malına çöreklenmiş Emevi hanedanının ellerini devlet malından el çektirmekti. Tüm yöneticileri toplayarak şöyle söze başladı, öncelikle kendi maaşımı belirlemek isterim dedi ve şöyle devam etti; Dedem Hz. Ömer (Ömer İbn Abdülaziz Hz. Ömer’in ana tarafından yedinci torunu) kendine günlük olarak iki dirhem almaktaydı. Aradan her ne kadar zaman geçti ve enflasyon olduysa da ben yinede O’nun aldığı kadar alacağım dedim. Bunu duyan yönetim kadrosu sessizce dağılıp gittiler ve göreve gelmediler. Zira bu, halife olduğu halde bu kadar alıyorsa bize ne verir düşüncesiyle tuzbuz oldular ve bu meselede kendiliğinden halledildi. Toplumun malını sömürmenin ve insanları ezmenin en güzel şeytani herhalde bu olsa gerek. 11 Aynı hasta düşünce tarihin her devresinde ortaya çıkmış ve bu zihniyete sahip olanlar kendi menfaatleri doğrultusunda insanları ezmekten geri kalmamışlardır. Irakta Saddam’ın oğullarının iğfal etmediği kız ve yağmalamadıkları mal kalmamıştı. Prof. Dr. Suphi Saatçı’nın ifadesiyle, bir bayram sabahı Kerkük’te toplayıp götürdükleri insanlardan 53 ünün cesediyle karşılaştılar. Bu zulmün arkasında hanedan menfaatleri, ırki, mezhebi ya da ideolojik sebepler bulunmaktadır. Bu düşüncelerden biri diğerini tetiklemektedir. Osmanlının yıkılmasının arka planında da bu anlayış yatmaktadır. Fransız ihtilalinde doruk noktaya ulaşan milliyetçilik özellikle İngilizlerin gayretleriyle İslam coğrafyasına sıçramış ve her zaman batı için tehdit unsuru sayılan Müslüman gücünün dağılmasına sebep olmuştur. Osmanlının dağılmasından sonra kurulan milli devletler de hep başkalarının güdümünde aşiret devleti şeklinde olmuştur. Bugün Arap yarımadasında nüfusu milyona ulaşmamış devletlerin varlığı ile yokluğu arasında ne fark olabilir. Müslümanların mallarına çöreklenmiş bir avuç hanedanların arpalığından başka bir şey olmasa gerek. Tabiî ki asıl payı, İslam coğrafyasını bu hale düşüren batılı yamyamlar almaktadır. Şu anda Müslüman Arap toplumlarında meydana gelen olayların arkasında ki asıl neden, toplumların mallarına çöreklenmiş hanedanların sömürü ve zulümleridir. Dış güçlerde küçülmüş bu devletçiklerde sürekli olarak milli, mezhebi ve farklı etnik anlayış ve 12 unsurları kaşımaktadırlar. Afganistan’da Ruslara karşı büyük bir mücadele veren Müslümanlar, kendi içlerindeki milli hisleri yenemediler ve bugün Amerikanın oyuncağı haline geldiler. Bu bahsi Allah Resulü (s.a.v.)in bir sözüyle bitirelim; “Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanında Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takv ailedir.” “Kim hevasına uyarak batıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere ölür.”3 - Müslümanların içinde bulunduğu bu duruma sebep olan nedenlerden bir diğeri dinin siyasetten ayrı olarak telakki edilmesidir. İdareyi ellerine geçirenler din alimleri kadar dine vakıf olmadıklarından ve belkide böyle hassasiyete sahip olmadıklarından dolayı halka karşı zorbalığa kalkıştılar.4 Bu tür devlet adamlarında cahiliye temayülleri baş gösterdi. Dünya zevk ve sefasına daldılar. Kendilerine paralar yetmez oldu. Halka hizmeti unuttular. Vergileri artırdılar. Müslüman görünseler de dini hassasiyet Temmuz 2011 Müslümanların içinde bulunduğu bu duruma sebep olan nedenlerden bir diğeri dinin siyasetten ayrı olarak telakki edilmesidir. İdareyi ellerine geçirenler din alimleri kadar dine vakıf olmadıklarından ve belkide böyle hassasiyete sahip olmadıklarından dolayı halka karşı zorbalığa kalkıştılar. kendilerinde kalmadığından dini ve toplumu temsil kabiliyetleri kalmadı. Allah’ta onlardan heybeti söküp aldı. Gelinen noktada durumu hepimiz müşahede etmekteyiz. - Müslüman yönetiminde bulunanlarla, ilimle iştigal edenler, dünya menfaatini sağlayacak faydalı ve pratik ilimlere de ehemmiyet vermediler. Tarihin belli devrinden itibaren ilim adamlarımız kelami konuları yunan felsefesinin öngördüğü metodoloji ile tartışıp, toplumlara pek de fayda sağlamayan konularla meşgul olurlarken, yönetimde bulunanlarda kendi dünyalarında eğlenip bulundukları konumlarını nasıl koruyacaklarının hesaplarını yapıyorlardı. Gelinen noktada ezilmiş toplumlar, bu şehvetperestlerin saltanatlarını nasıl yıktıklarını görmekteyiz. Yirminci yüzyıl Müslümanlar açısından tamamen kayıp bir asır olurken, yirmi birinci yüzyılda da batı karşısında ezik, terörle başı dertte, açlık ve sefalet içerisinde büyük bir coğrafya. Günlük petrol geliri 3 milyar dolar olan Suudi Arabistan’ın bu gelirleri nereye gidiyor. Müslümanların kutsal şehri Mekke’nin içler acısı durumunu maalesef üzülerek seyretmekten başka çaremiz yok. Ümmetin bu varlığını kimlere nereye ve niçin kullanıyor!!! “Onlara (düşmanlara) gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”5 İlahi fermanı ile “Onlara (düşmanlara) gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın, biliniz ki, güç atmaktır, güç atmaktır, güç atmaktır.”6 Nebevi fermanı yönetenlere, makamlarını koruma pahasına Yahudi ya da Hıristiyan- Temmuz 2011 larla her türlü ilişkileri kurup ümmetin gelirlerini onlarla paylaşmayı mı? Emrediyor? - Müslümanların yaşantılarında sapıklık ve bidatlerin yaygınlık göstermesi; Yaşadığımız çağda Müslümanların tevhid anlayışı ve doğru din telakkileri bozularak, bidat ve sapık düşüncelerin yaygın hale geldiği, iyi ile kötüyü, hak ile batılı ayıracak yapıda olmadıklarından başkalarının kolayca yönlendirmelerine alet olmaktadırlar. Bir asrı aşkın bir zamandan beri İslam toplumları cahil, fakir bırakılarak sürüler haline dönüştürülmüştür. Zorba sistemleri destekleyen Belam kılıklı din adamlarının ekranlarda boy göstermesi de ayrı bir fitne oluşturmaktadır. Hâlbuki Hz. Muhammed (s.a.v.)in getirdiği Kur’an ve Sünnet merkezli din batılın peşinden gitmeyi reddeder. Müminler doğru din anlayışına ve Allah rızasına sahip olurlarsa onları kimse hak yoldan uzaklaştıramaz. “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.”7 Ayeti bu gerçeği ifade eder. Müslümanların geri kalmışlıklarının ve çalkantı içerisinde olmalarının sadece birkaç örneğini sunmaya çalıştık. Başka nedenlerinde mutlaka başkaları tarafından kaleme alınarak istifademize sunulacağı muhakkaktır. Allah Azze ve Celle İslam coğrafyasına sükun ve hayırlar bahşetsin. Amin. .................................... 1)- Tefsir’u-İbn-i Kesir, 7/392 2)- Ebu Davud, Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, 77 3)- Prof.Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-i Sitte, 4/256,257 4)- Nedvi, 108 5)- Enfal, 60 6)- Müslim, İmare, 167 7)- Maide, 16 13 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” “İSLAM’I NASIL YOK EDELİM?” NİHAT MORGÜL [email protected] ıllar önce okuduğum bir kitabın adı tam olarak buydu.Halen kütüphanemde mevcut bu kitap,1 1700’lü yıllarda Osmanlı ülkesinde görevli bir İngiliz ajanın hatıralarını anlatıyor. Bu ajan İngiliz sömürge bakanlığında aynı isimde bir kitap olduğunu söylüyor ve oradaki bazı tavsiyeleri kitabında naklediyor. Y "Hile yoluyla faizli alış-verişte bulunur, sığırların peşine düşer ziraate razı olur ve cihadı da terk ederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar dönmedikçe o zilleti kaldırmaz." Kitapta anlatılanları burada özetleyecek değilim ama başlıklardan bir kaçını zikretmek günümüz İslam coğrafyasını anlamak açısından faydalı olur kanaatindeyim. Kitapta müslümanların güçlenmemesi, onların kolay yönetilmesi için İngiliz hükümetine ajanlar tarafından tavsiye edilen adımlardan çok az bir kısmı özetle şunlar: 1. Müslümanlar arasındaki ihtilafı, fitne ve kargaşayı körüklemek, 2. Müslümanlar arsındaki cehalet ve bilgisizliği yaygınlaştırmak, 3. Tembelliği teşvik etmek, 4. Ekonomik geriliğin, işsizlik ve yoksulluğun yayılmasını sağlamak, 14 5. İslam memleketlerinin yöneticilerini halklarını içki, kumar fuhuş gibi kötülüklere sürüklemek, 6. Müslümanların ırkçı ve milliyetçi duygularını kamçılamak, 7. Din âlimleri ile halk arasında karşılıklı saygı ve dostane ilişkileri bozmak, 8. Kâfirler ile savaş ve cihadın vacip olduğu fikrini sarsıntıya uğratmak, 9. Müslümanlar arasında ‘dinden maksadın sadece İslam olmadığı’ inancını yaymak, 10.Müslümanları ibadetlerden alıkoymak ve ibadetlerde şüphe uyandırmak, 11.İslam’ı kışkırtıcı (terörist) bir din olarak tanıtmak. Bunun kanıtı olarak İslam ülkelerindeki karışıklıkları göstermek, 12.Müslüman kadınların tesettürden vaz geçmesi için olağan üstü çaba sarf etmek, 13.İmamlara ve cemaate yönelik çeşitli ithamlar yayarak cemaatle namazı azaltmak, halkın din adamlarına teveccühünü kırmak, 14.Müslümanların zihinlerine özgür düşünce adı altında sorgulayıcı bir din anlayışını yerleştirmek, 15.İslam öğretilerinin evrensel reddetmek, İslam’ın aslında yerel vurgulamak, olduğunu olduğunu 16.Kuran’ın asıl ve gerçek olduğu konusunda şüpheler uyandırmak, vs. Üç yüz sene önce planlanan ve izahı uzun bu ve benzeri stratejiler meyve vermiş olacak ki İslam dünyası son yüz yıl içinde çok acılar gördü ve hala görmektedir. Neticede Osmanlı parçalandı, İslam birliği bozuldu. Başta Filistin olmak üzere tüm İslam coğrafyası ondan sonra hiç durulmadı. Afrika’nın halkı müslüman devletlerinde ise baskı ve zulmün verdiği bir sessizlik hâkimdi. Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan.. Hepsi Batıya karşı kuzu, halkına karşı kurt yöneticilerle idare edildi. Afganistan, Çeçenistan, Pakistan, Irak, İran, Arabistan, Yemen malum. Neredeyse tüm İslam coğrafyası sadece baskı, zulüm, kan ve gözyaşıyla anılır oldu. Bu baskılar neticesinde bazı ülkelerde gizli kapaklı örgütler ortaya çıktı. Bunlar kendilerince hak aramaya başladılar. Bazılarının yaptığı gerçekten terördü. Bazılarının haklı mücadelesi de terör olarak adlandırıldı. Neticede Temmuz 2011 İslam ve müslümanlar, terör, anarşi, intihar eylemleri ile anılır oldu. Batı, bilerek bu kötü imajı besledi. Batıda hatta kendi ülkemizde yapılan filmlerde müslümanlar uçak kaçıran, adam öldüren, kadınlara karşı hoş görüşüz, medeniyetten uzak, güvenilmez insanlar olarak lanse edildi. İnsanlar İslam’dan ve Müslümandan korkar hale geldiler. İnsanlar korktukları, emin olmadıkları, şüphe duydukları bir düşünceyi, bir inancı benimsemezler. Dolayısıyla bu kötü imaj batıda İslam’ın yayılmasının önüne geçtiği gibi siyasi olarak batılı devletlerin müslüman halklar üzerine yapacakları operasyonların gerekçesi olarak sunuldu. Batı bunu yaparken kendini gayet medeni, gayet insancıl olarak sundu. Oysa batının insancıllığı sadece kendineydi. Geçmişteki haçlı seferleri bir yana, bu yüzyılın başında İslam dünyasını sömürmek için yaptığı işgallerde Afrika’da, Hindistan’da, Ortadoğu’da, Anadolu toprağında yaptıkları zulüm ve işkenceler, daha dün Avrupa’nın ortasında Bosna’da yaptıkları insanlık dışı muameleler unutulmuş değildir. Nasıl unutulsun ki hala Afganistan’da, Irakta ve şimdi Libya’da binlerce sivil insan batılı devletlerin operasyonlarıyla öldürülmekte ve birçokları kadın erkek demeden hapishanelerde işkenceden 15 geçirilmektedir. Bu sivil insanları öldüren batılı güçlerin yaptıkları tek açıklama var; yanlışlıkla oldu!?? Evet, batı bu konuda masum değildir. Fakat müslümanların gördüğü zulüm ve işkencelerin, müslüman coğrafya üzerindeki kan ve gözyaşının tek müsebbibi de sadece onlar değildir. Bu zülüm onların yerli işbirlikçileri eliyle de acımasızca sürdürülmüştür ve sürdürülmektedir. Birleşmek tüm dünya Müslümanlarının aynı işle uğraşması anlamına gelmez. Nasıl ki bir camiyi ayakta tutan sütunlar vardır. Birleşmek adına bu sütünları bir araya getirirseniz cami yıkılır. Önemli olan direklerin farklı yerlerde, farklı ebatlarda olmalarına rağmen hepsinin aynı kubbeye omuz vermeleridir. 2.DEĞİŞİME KENDİMİZDEN BAŞLAMAK EN DOĞRU YERDEN BAŞLAMAKTIR Şimdilerde tüm Ortadoğu’da ve kuzey Afrika’da halkların yönetime karşı isyanıyla beraber gelişen bir isyan, bir değişim ve umut, bir halk hareketi vardır. Birden bire ortaya çıkan ve sadece müslüman ülkelerde gelişen bu değişim rüzgârının sadece masum halk hareketi mi yoksa dış destekli mi olup olmadığı şimdilik ikinci plandadır. Bizim açımızdan temel soru şudur; İslam coğrafyasında zulüm ve gözyaşı ne zaman ve nasıl bitecek? Meseleyi siyasi yönden değerlendirmek mümkün. Ancak biz müslümanlar olarak evvelemirde Kuran ve hadis penceresinden olaylara bakıp ilahi reçeteleri araştırmak, fert ve toplum olarak üzerimize düşen vazifeler varsa onları yerine getirmekle mükellefiz. 1.BİR VE BERABER OLMAK Düşmanlar güçlü değil, fakat biz zayıfız. Zayıflığımızın temelinde ise ihtilafları büyütmek, bir ve beraber olmamak var. Onlar güçlerini bizim aramızdaki ihtilaflardan almaktadırlar. Oysa Allah Teâlâ; “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın”2buyurmaktadır. 16 Bir kişi, bir parti, bir gurup gelecek her şey düzelecek diye beklemek yanlıştır ve kolaycılıktır. Bu anlayış Kur’an’a da aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”3 3.GÜNAH VE İSYANI TERK ETMEK İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhur ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zina yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder."4 4.KİŞİSEL GÜNAHLARIMIZA TÖVBE ETTİĞİMİZ GİBİ TOPLUMSAL GÜNAHLARIMIZA VE HATALARIMIZA DA TÖVBE ETMEMİZ GEREKİR. Kur’an; “Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz”5 buyurmaktadır. Bunun için kendimizin iyi olması yetmez, toplumun dönüşmesi içinde çaba sarf etmek, Temmuz 2011 gayret etmek, vakıflar dernekler cemiyetler kurarak, varsa kurulmuş cemiyetlere destek olarak iyi niyetimizi belli etmek zorundayız. 5.KARDEŞLİK DUYGUSUNU PEKİŞTİRMEK Aramızdaki sanal sınırlara aldırmadan, Suriyeli, Türkiyeli, İranlı, Pakistanlı, Sudanlı demeden hepimizin kardeş olduğunu bilerek hareket etmemiz, ırk, mezhep, meşreb, terikat, cemaat taassubuna düşmememiz gerekir. Müslüman kardeşimizde gördüğümüz hata başkasının değil bizim hatamız olduğunu bilmeliyiz. Kur’an’ın; “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz”6 ikazının hepimize vazifeler yüklediğini unutmamamız gerekir. Çünkü dikkat edilirse ayet ihtilaf durumunda üçüncü şahısları ihtilafın çözümde sorumluluk üstlenmeye çağırmaktadır. 6.MÜSLÜMANLARA KARŞI SEVGİ VE MUHABBET BESLEMEK VE BUNU DAİMA CANLI TUTMAK Müslüman kardeşlerimize karşı tavrımız Kur’an’ın; “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler”7 ikazındaki gibi merhamet ve hoş görü temelli olmalıdır. Bu gün ayet-i kerimenin tersine bazı müslümanların kendi inancını paylaşmayan Hristiyan, Yahudi veya inançsız bir Uzakdoğuluya gösterdiği müsamaha ve hoşgörüyü kendi mezhebinden, kendi meşrebinden değil diye bir müslümana göstermemesi acı bir durumdur. 7.ZALİMDEN YANA TAVIR KOYMAMAK Zalimler, kendilerine arka çıkan, onları destekleyenler veya yapılanlara sessiz kalanlar olmadıkça zulümlerini sürdüremezler. Bedeli ne olursa olsun konumumuz ne olursa olsun ‘zalime karşı, mazlumdan yana’ tavır almak sadece mazlumu değil bizim izzetimizi ve geleceğimizi de ilgilendirir. Başkasına yapılan haksızlığa karşı çıkmayanlar kendilerine haksızlık yapıldığında onları savunacak kimse de bulamazlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim; “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez”8buyurulmaktadır. Evet, zulüm er ya da geç, bumerang gibi döner kendine yardım edenleri vurur. Zalimlerin ilk fırsatta kendi yakınlarını cezalandırdığı çok görülmüştür. hizmetleri ihmal etmemize sebep olabilir. Böyle olunca çevremizdeki kötülüklere duyarsız olabiliriz. Buda bizi toplumsal felaketlere sürükler. Kötülükler çoğalır ve izzetimiz kaybolur. "Resûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Hile yoluyla faizli alış-verişte bulunur, sığırların peşine düşer ziraate razı olur ve cihadı da terk ederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar dönmedikçe o zilleti kaldırmaz."9 Sonuç olarak; İslam’ı yok etme çabaları sürse de muvaffak olamayacaklar. Çünkü onun sahibi Allah’tır. Kur’an’da;“Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır”10buyurulmaktadır. Ne var ki Müslümanların izzet içinde yaşamaları da kendi çabalarına bağlıdır. O çaba, Hazret-i Peygamberimizin ifade ettiği gibi tekrar fert ve toplum olarak hep birlikte dine dönme, çözümü dinde arama çabasıdır. ................................................................... 1)İslamı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları (Hâtırât-ı Hampher), Nehir Yay. Çev. Nevzat Göktaş 2)Ali İmran, 103. 3)Rad, 11, Enfal, 53 4)Muvatta, Cihâd 26, (2, 460). 5)Nur, 31 6)Hucurât, 10 8.DÜNYA İÇİN ÇALIŞMAK FAKAT DÜNYAYI VE DÜNYALIĞI DİNİ GAYRETİN ÖNÜNE GEÇİRMEMEK Dünya hırsı, çok kazanma arzusu, bazen dini Temmuz 2011 7)Fetih, 29 8)Hûd, 113 9)Ebu Dâvud, Büyû' 56, (3462). 10)Saf, 8 17 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” BU COĞRAFYADA ARTIK BİRŞEYLER DEĞİŞİYOR HASAN BAŞAR Batı bazı kavramları kasıtlı olarak kullanıyor. Özellikle de radikal İslam kavramını. Çünkü bu kavram sayesinde zalimler kendi halkına zulmü meşru hale getirmektedir. “Kan, gözyaşı, zulüm, işkence” bizlere ne kadar aşina kelimeler. Müslüman dünyasının içinde bulunduğu durumu ne güzel özetliyor. O kadar kanıksadık ki bu kavramları sanki hayatımızın bir parçası oldu. Etrafımızda, yani Müslüman dünyasında her gün bir yerlerde insanlar özellikle de Müslümanlar ölüyor ve bize gayet doğal bir şeymiş gibi geliyor. Ne kadar acı verici bir şey değil mi? İnsanımızın bir hayvan kadar bile değeri yok. Oysa bizler “bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” anlayışına sahip bir dinin mensubu iken. Müslüman kardeşlerimizin zulmün altında acı çekmesi acı; ama bundan daha vahimi ve daha acısı da biz Müslümanların bunu kanıksaması ve kabullenmesi. Müslüman dünyasının içinde bulunduğu durumu uzun uzun anlatmayacağım. Yazımın başında söylediğim gibi: “ Kan, gözyaşı, zulüm, işkence” her şeyi bütün çıplaklığı ile anlatıyor. Evet, İslam dünyasında durum içler acısı değil. Önce bunu kabul edeceğiz. Ama çok mu 18 BATI KENDİ KAVRAMLARI İLE BİR MÜSLÜMAN İMAJI ÇİZERKEN, KENDİ ÇİZDİĞİ SINIRLARA YERLEŞTİRDİĞİ UŞAKLARIYLA HALKA ZULÜM ETMEKTEDİR. BU SINIRLARI DÜN İNGİLTERE ÇİZERKEN, BUGÜN AMERİKA ÇİZMEYE ÇALIŞMAKTADIR. BU DURUMA BİR DUR DEMEDİĞİMİZ MÜDDETÇE ZALİMLERİN İSMİ DEĞİŞİR AMA ZULÜM DEĞİŞMEZ. kötüyüz? İşte bu noktada ben farklı düşünüyorum. Evet, ekonomik ve siyasi durumumuz kötü olabilir ama kültürel, sosyal ve insani acıdan kötü bir durumda olduğumuza inanmıyorum ve bunu asla kabul etmiyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim ki o övdükleri Batı medeniyeti bu konu da bizim elimize su bile dökemez. Önce sorunun ne olduğu iyi anlaşılmalı ondan sonra çözüm yolları aranmalıdır. Ben diyorum ki Müslüman dünyasında ki sorun ekonomik ve siyasidir. Bu sorunları çözdüğümüz anda o parlak medeniyetin tekrar ortaya çıktığını göreceğiz. Müslüman dünyası fakir çünkü kendi kaynaklarını kendi kullanamıyor. Kötü evlerde oturuyor, kötü elbiseler giyiyor, şehirleri kötü yani halk sefalet içinde. İşte bütün bu manzara da bizleri geri kalmış, cahil bir topluluk konumuna sokuyor. Çünkü dünyaya dayatılan algı bu. Hep dışa bakmamız isteniyor. Öze yani insani olana itibar edilmiyor. Önemli olan elbise ve dış görüntü, içindeki önemli değil. Temmuz 2011 Ben bütün samimiyetimle söylüyorum ki Müslüman’ın en cahili dediğimiz kişi bile Batının entelektüelinden daha insancıldır. Ama maalesef dünya yalana teslim olmuş. Ve daha acısı bizleri de bu yalana inandırmışlar. Kendi medeniyetimizi, Müslümanlığı sorgular hale gelmişiz. Kafamızı, şuurumuzu bulandırmışlar sonra da kurtuluş reçeteleri sunmuşlar bizlere. Kavramları kendileri belirlemişler. Yok, ılımlı İslam, yok radikal İslam, yok normal İslam. Bu kavramların hiçbirisi bize ait kavramlar değil. Batının bizlere çizdiği kavramlardır. Bize göre İslamiyet’in önüne sıfatlar eklemeye gerek yok. İslam İslam’dır o kadar. Bir bakın başka dinlerin önünde bu ve buna benzer sıfatlar var mı? Hiç duydunuz mu radikal Hıristiyanlık, ılımlı Hıristiyanlık ya da radikal Musevilik, ılımlı Musevilik diye. Batı bu kavramları kasıtlı olarak kullanıyor. Özellikle de radikal İslam kavramını. Çünkü bu kavram sayesinde zalimler kendi halkına zulmü meşru hale getirmektedir. Bütün bu zulmü ya- 19 parken ne diyor zalimler: “Ben radikal İslam’la mücadele ediyorum, onun için böyle davranıyorum.” Böylece yaptıklarını halka meşru göstermeye çalışıyorlar. Ama halk artık bu basit numarayı yutmuyor. Bu coğrafyada kanın, zulmün, gözyaşının gitmesi, huzurun, refahın ve kardeşliğin yerleşmesinin birinci şartı Batıdan ve onun uşaklarından kurtulmaktan geçer. Çünkü bu topraklarda kanın, gözyaşının, zulmün sebebi halk değil, ya Batının bizzat kendisi ya da halka zulüm eden zalim idarecilerdir. Yani siyasi irade, devlet yöneticileridir. İp onların elinde olduğu müddetçe bizlere huzur yok. İşimiz kolay mı? Bu petrol kaynakları olduğu müddetçe zor. Çünkü bu kaynağa sahip olan dünyanın efendisidir. Kendisini dünyanın efendisi gören Batı, bu kaynaklardan kolay kolay vazgeçmeyecektir. Peki, biz bu zulmü kabul edecek miyiz? Hayır. Geleceğimiz için, memleketimiz için, çocuklarımız için ve bütün dünyanın saadeti için savaşacağız. Bize biçilen rolü kabul etmeyeceğiz. Yapmamız gereken ilk şey onların uşaklarından kurtulmak ol- malıdır. Kendi milli devletimizi kurduğumuz zaman, kendi devletimizi kendimiz yönettiğimiz zaman göreceğiz ki hiçbir sorun kalmayacaktır. Bir sorunu çözerken önce sebeplerine inmeliyiz. Niye bu hale düştüğümüzü araştırmalıyız. Bu durumun onlarca, yüzlerce iç ve dış sebeplerini sayabilirsiniz. Ama hiç şüphesiz bu durumun yani kan ve gözyaşının en önemli sebebi dış güçler yani Batı ve onların işbirlikçi uşaklarıdır. Hani çocukluğumuzda bir çizgi film vardı çoğumuzun hatırladığı. “Varyemez Amca.” Gözlerinde dolar işareti olan ördek. Gözler fıldır fıldır döner ve sonunda dolar işareti olurdu. Varyemez Amca, bütün dünyaya para gözüyle bakardı. Bugünkü Batıyı düşününce aklıma BU COĞRAFYADA KANIN, ZULMÜN, GÖZYAŞININ GİTMESİ, HUZURUN, REFAHIN VE KARDEŞLİĞİN YERLEŞMESİNİN BİRİNCİ ŞARTI BATIDAN VE ONUN UŞAKLARINDAN KURTULMAKTAN GEÇER. ÇÜNKÜ BU TOPRAKLARDA KANIN, GÖZYAŞININ, ZULMÜN SEBEBİ HALK DEĞİL, YA BATININ BİZZAT KENDİSİ YA DA HALKA ZULÜM EDEN ZALİM İDARECİLERDİR. 20 Temmuz 2011 Varyemez Amca geliyor. Batılı devletler de Ortadoğu ve Müslüman coğrafyaya bakınca petrol kuyuları görüyorlardır. Maalesef içinde bulunduğumuz bu durumun baş aktörleri Batı ve onun işbirlikçi uşaklarıdır. Bu coğrafyayı kafalarına göre bölmüşler, devletleri ele geçirmişler, başlarına da istedikleri gibi kullanabilecekleri kuklalar koymuşlar. Bu kuklalar sayesinde yeraltı kaynaklarını özellikle de petrolü kontrol etmişler, istedikleri gibi sömürmüşler ve hala da sömürmeye devam etmektedirler. Bu arada uşaklarını da ihmal etmemişler, onları da bu sayede zengin etmişler, maddi manevi her türlü desteği sağlamışlardır. Bunlara kukla deyip küçümsediğime bakmayın aslında kendi halkına zulüm eden birer eli kanlı zalimlerdir. “SURDA BİR GEDİK AÇTIK MUKADDES Mİ MUKADDES EY KAHPE RÜZGÂR ARTIK NE YANDAN ESERSEN ES...” Bütün bu olaylar yaşanırken bize düşen en önemli görev bütün ön yargıları ortadan kaldırarak Müslümanların kardeş olduğu gerçeğini kabullenmektir. Bu coğrafyada halkların birbirlerine düşman olduğu ve sevmediği algısı dış güçlerin bir oyunu ve yalanıdır. Sadece bu yalanı bile bozmak bütün oyunları bozmaya yetecektir. Emperyalist güçler ve küresel Karun’lar bu petrol kaynaklarını rahatça sömürebilmek için bu toprakları kan ve gözyaşına mahkûm etmişlerdir. Batı sömüreceği coğrafyayı kafasına göre şekillendirmeyi ve o coğrafyadaki halklar arasına nifak tohumları atarak kendi istediklerini istediği gibi elde etmeyi kendisine bir hedef olarak belirlemiştir. İçinde bulunduğumuz durum tamda onların istediği bir ortamdır. Ve onlar bu durumun devam etmesi içinde ellerinden gelen her türlü oyunu ve hileyi büyük bir maharetle sergilemektedir. Batı kendi kavramları ile bir Müslüman imajı çizerken, kendi çizdiği sınırlara yerleştirdiği uşaklarıyla halka zulüm etmektedir. Bu sınırları dün İngiltere çizerken, bugün Amerika çizmeye çalışmaktadır. Bu duruma bir dur demediğimiz müddetçe zalimlerin ismi değişir ama zulüm değişmez. Ama Müslüman dünyasında ki son yaşanan olaylar özellikle de Ortadoğu’da yaşanan olaylar bende umut ışığı doğurdu. Bu coğrafyada artık bir şeyler değişecek ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Batı olayları kendi lehine döndürmeye çalışsa da ya da kendi yönlendirmeye kalkışsa da kazanan eninde sonunda Müslüman dünyası olacaktır. Plan yapıcılar bütün bu olayları kurgulasalar da olaylara karışan gençler davalarında samimiler. Ve bu samimiyet eninde sonunda meyvesini verecektir. Çünkü onları harekete geçiren mevcut duruma bir isyandır. Müslüman dünyası mukaddes yolda kutlu yürüyüşe başlamıştır ve inşallah eninde sonunda hedefine ulaşacaktır. Necip fazıl’ın dediği gibi: Temmuz 2011 21 YUSUF KARAGÖZOĞLU MÜSLÜMAN ÜLKELERDEKİ DEĞİŞİM RÜZGARLARI ütün Arap dünyasını ve Ortadoğu’yu kasıp kavuran halk ayaklanmaları yıllardır ülkelerinde ahtapot misali iktidarlara çöreklenen despot, halktan kopuk saraylarında müsrifce yaşayan, petrodolar alemi yapan şeyh yada kraliyet ailesinden gelme zevatın işlediklerine karşı verilen aşırı reaksiyon patlamasıdır. Tabii ki, bunun yanında yoksulluk, işsizlik, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, siyasi yozlaşma, baskı ve istibdat, kötü ve ağır yaşam koşulları vb. başta gelen nedenler arasında sayılabilir. Bugün yerüstü ve yer altı zenginliğine sahip birbuçuk milyarlık İslam alemi faklı ülkelere bölünmüş, bu ülkelerin her birindeki kukla liderler BM, NATO VE ABD gibi emperyalist güçlerin güdümünde ülkelerini felaketin eşiğine getirdiler. Leş arayan bir karga misali sömürgeci güçler Müslüman Ülkelerin üzerinde hedef stratejisi kuruyorlar. Daha sonra gözüne kestirdiği ülke üzerinde komplo teorileri kuruyor; ardından demokrasi, özgürlük ve insan haklarıgetireceğiz yalanlarıyla dünya kamuoyunu uyutuyorlar. Halbuki fesattan, bozgunculuktan, her yeri tarumar etmeden başka getirecekleri bir şey yok. “Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiğinde, biz sadece ıslah edicileriz derler. Onlar gerçekten bozguncular değiller mi? Fakat bunun farkında değillerdir” (Bakara/ 11-12) Sömürgeciler aynen bir avcı misali avını yakalıyorlar ve dünya seyrediyor bunu. Irak’ta ve Afganistan’da bunu yaptılar ne yazık ki, hem de biz müslümanların gözü önünde. Geçmişi emperyalizm, kan, zulüm ve gözyaşıyla dolu ABD'nin Irak'ta, Afganistan'da yaptığı vahşeti, işkence ve katliamları, Ebu Garib'de yaşattıklarını hafızalarımızdan nasıl unutabiliriz? Şu bilançoya bakarmısınız Amerika, Irak'ta 6.5 milyon çocuğu babasız bıraktı... Yaklaşık 150 bin kadına tecavüz ve ve işkence edildi 2.5 milyon kadın dul B 22 kaldı, 60 bini psikolojik tedavide halen 600'e yakın çocuk gözaltında ve hangi şarlarda bulunduğu bilinmiyor. BM Çocuklara Yardım Fonu'nun Mayıs'ta yayınladığı verilere göre ülkedeki işkencenin boyutu tahmin edilmiyor. Afganistan'da da her gün onlarca sivil katlediliyor. Düğün konvoylarını ve evleri gözünü kırpmadan savaş uçaklarıyla bombalayan işgal kuvvetlerinin vahşeti aralıksız sürüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü, sadece 2004 yılında 5 bin sivilin öldürüldüğünü belirttti. Örgüte göre, 2007 ve 2008'de öldürülen insan sayısı 4 kat arttı. Afgan hükümet temsilcilerine göre 5 yılda 30 binden fazla sivil hayatını kaybetti. ABD; Bush döneminde zirveye çıkan vahşeti, başarılı bir halkla ilişkiler çalışması sonucu tüm dünyada estirmeyi başardığı Obama rüzgarı ve 'ilk siyah başkan' figürüyle unutturmaya çalışıyor. Özgürlük ve demokrasi sloganıyla Ortadoğu coğrafyasını parça parça bölerek kan gölüne çeviren ABD; kirli ellerini, Demokrat Obama'nın 'değişim sabunu' ile temizleme kampanyası başlattı.1 Bugün aynı oyun Libya’da oynanıyor. NATO güçleri ülkeye müdahale etti. Üstelik ülkemizi de yanına alarak, bir Irak benzeri durum yaşanacak gibi görünmektedir. Libya’nın petrol ülkesi olması emperyalist ülkelerin bu ülke üzerinde oyun oynamaları için yeterlidir. Libya’ya yönelik bu saldırılar sonrasında oturup analiz yapıldığında, ortaya çıkan tablonun Vietnam, Afganistan ve Irak’tan farklı olmadığı görülecek. Emperyalistler sürdürdükleri savaşlarla, Müslüman topraklarını işgal ederken, Müslümanların kanını da akıtmaktadırlar. Ortadoğu’da dün savaş vardı, Temmuz 2011 bugün de savaş var. İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Çekiç Güç, Somali Operasyonu ve Irak’ın işgali hep petrolcüler tarafından çıkarılan savaşlardır. Batı islam dünyasının zenginliklerine gözünü dikmiş, yeri ve zamanı gelince bir yolunu bulup operasyonlarla Müslümanların ellerindeki kaynaklara hakim olup hegemonya kurmak isterler. 'İslâm Dünyası; dünya petrol rezervlerinin % 65’ne sahiptir. İslâm Ülkeleri, diğer madenler yönünden de zenginliklerle doludur. Dünyadaki maden üretimine göre; uranyum üretiminin % 39’u, kalay üretiminin % 52’si, pamuk üretiminin % 21’i, fosfat üretiminin % 41’i İslâm Ülkeleri’nin elinde bulunmaktadır. Ancak ne acıdır ki, Müslümanların sahip olduğu bu kadar ekonomik zenginlik, Batılı sömürgeci güçlerce tarumar edilmekte ve sömürülmektedir. '2 Uyuyan İslâm Dünyası artık acı günleri geride bırakıp bir intifada meşalesi ile yavaş yavaş her tarafa yayılıyor. Bu küçük kıvılcım dalgasında halklar, insanca yaşam taleplerini yani bireyin hak ve özgürlüklerinin elinden alınmadığı, müreffeh ekonomik asgari geçim standardının olduğu, baskı ve şiddetin olmadığı, sosyal güven ortamının oluştuğu şartları istiyorlar. Artık kukla rejimlerin zamanı geçmiştir. Mustazaf ve mazlum halklar bir direniş muştuyla, bir kıyam türküsüyle aydınlık günlerin fecrine doğru yürüyorlar. Bu müstekbir yöneticilerin, çağdaş firavunların, tağutların, nemrutların alaşağı olup saltanatlarının sonuna işaret ediyor. “ Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir. ”(Şuara /227) Müslüman Halk ayaklanmaları önce Tunus’ta başlayan daha sonra Cezayir, Mısır, Libya, Ürdün, Yemen, ve son olarak Suriye’ye sıçramıştır. Bu isyan post modern Arap Halklarının isyanıdır. Bu rüzgar şuan bazı ülkelerde meltem olarak eserken, Tunus ve Mısırda rüzgara ve kasırgaya dönüşüyor. Zulümler elbette payidar olmaz. Devletler asla zulümle ayakta duramaz; ancak adaletle ayakta durur. Uzun süreden beri halkalrına işkence eden, baskı kuran ve arkasına süper güç devletlerin desteğini alan diktatörler birer birer düşerek ortadan kaybolmaktadırlar. Tunus’ta başlayan zulme ve diktaya başkaldırı yangını, Mübarek’i de yaktıktan sonra şimdi Kaddafi’nin paçasını sarmış durumda.Tağut Zeynel Abidin Bin Ali. 23 yıllık Tunus iktidarı yaklaşık iki ay süren gösterilere dayanamadı. Soluğu Arabistan‘da aldı. Tunus‘ta Bin Ali‘yi deviren halk diğer halklara da örnek teşkil etti. Artık Arap halklar da kendi güçlerinin farkına varmaya başladı. Firavun Hüsnü Mübarek 30 yıllık dikatörlük dönemi halkının isyanı ile noktalandı.Mübarek’in de Arabistan’a gittiği sanılıyor. İsyanın sembolü haline gelen Kahire‘nin ünlü Tahrir Meydanı‘nı Mısırlılar 18 gün boyunca boş bırakmadılar. 1969‘dan beri Libya‘yı yöneten Muammer Kaddafi, Libya’da İslam ilkelerine dayanan yeşil sosyalizmi kuracaktı! Şimdi Temmuz 2011 kendi halkını bombalıyor. Kaddafi’ye karşı isyan bayrağı açan Libyalılar bir çok şehri ele geçirmesine rağmen, Kaddafi birlikleri geri almayı başardı. Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu’da olup bitenleri anlayabilmek için, ABD tarafından sekiz yıl önce devreye sokulan Büyük Orta Doğu Projesi’ni bilmek gerekiyor. İsrail ve ABD tarafından yürütülen projeyle ılımlı İslam yani Amerikancı İslam, bölgeye hakim olacak suya sabuna karışmadan güle oynaya yaşayan hissetmeyen düşünmeyen liberal demokrat Müslüman modeli üretmek. Türkiye’nin de eş başkanlığını yürüttüğü ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile beş temel hedefi vardı: 1- Orta Doğu’nun kontrolünü ele geçirmek. 2- İsrail’in güvenliğini garanti altına almak. 3- Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimini sağlamak. 4- Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik zenginliklerden uzak tutarak, rekabette öne geçmek. 5- Var olduğunu iddia ettiği “İslâmi terör”ü bitirmek…3 Toplumların eceli, yani yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık süre için öne alınmayacağı gibi, geriye bırakılmayacağı da bildirilir. Sürelerini dolduran ümmetler ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. “Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah’ın takdir ettiği vakitte yok olup giderler).” (7/A’râf, 34) Bu zulümler sadece, zalimleri ve avanelerini sorumlu tutmaz. Bu zulümleri engellemek adına hareket etmeyen tüm Müslümanları da sorumlu kılar. Bakın Rabbimiz bu konu hakkında bizleri nasıl uyarıyor: “Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının ve bilin ki Allah, azabı çetin olandır.” (Enfal 25) Zulümden sahici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adalete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adaletle en temel hakları lütfetmiş bulunan Allah (c)’ın hükümlerine dayalı bir anayasayla ve İlâhî vahyi esas alan bir sistemle mümkündür. Umarım inşallah bu ayaklanmalar Afrika’da ve Ortadoğu da esen rüzgârlar; bağımsızlığın, tevhidin, adaletin, özgürlüğün rüzgârı olsun. Bütün ülke halklarını barışa esenliğe götürsün. KAYNAKLAR 1)Vahşete Kara Örtü / Muhacirin.blogcu.com 2)Petrol Politikası, İslâm Dünyası ve Türkiye / Şevki Çobanoğlu 3)Bin Ali, İn Aliİ, Cin Ali..,.Ortadoğudaki gelişmeler/Ahmet Kalkan 23 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” BİRLİKTE ALLAH'IN İPİNE SARILMA ZAMANI GELMEDİ Mİ? FUAT TÜRKER [email protected] ur'an'da, “fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın...” (Enfal Suresi, 39) buyrulurken, bizler Allah'ın dinine ne kadar yardım ediyoruz? K Müslümanlar arasında mezhep, görüş ve uygulama anlamında çeşitli farklılıklar olabilir. Ancak bu farklılıklar, Kur'an'da bildirildiği gibi “tanışıp kaynaşmaları” içindir. Farklı olmaları birbirlerinin din kardeşi olduğu gerçeğini değiştirmez. Vicdanlı Müslümanlara düşen, Kur’an ahlakı gereğince bu kardeşliği korumak ve güçlendirmektir. Allah, İslam'ın hakimiyetini ve Kendi nurunu tamamlayacağını, "Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saf Suresi , 8-9) ayetiyle vaad ederken, bizim buna vesile olmak için bir çabamız var mı? Allah, samimi müminleri yeryüzünde varis kılacağını, "İşte (yeryüzünün hakimiyetine ve ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır. (Mü'm i nun Suresi , 10) ayetiyle müjdelerken, bizler bu müjdeyle müjdelenenlerden olmak için ne kadar gayret ediyoruz? 24 “İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73) İnkar edenler ve kötülükleri örgütleyip düzenleyenler çıkarları gereği nasıl birlikte hareket ediyorlarsa, Müslümanlar da birlik olmalıdırlar; ittihad zorunludur. İslam dünyasında yıllardır yaşanan acılar ve dökülen kanlar, “İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73) ayetiyle ifade edildiği üzere birlik olmayıp parçalanmanın getirdiği sonuçlardan biridir. Kan ve gözyaşının durması, acıların ve fitnenin sona ermesi, insanların huzuru için İslam aleminin birlik olmasının önemi çok açıktır. İslam ahlakının hakimiyetinin en önemli aşamalarından biri, İttihad-ı İslam'ın sağlanmasıdır. Allah'ın buyruğu, Peygamberimiz (s.a.v)’in vasiyetidir İttihad-ı İslam. Müslümanlar'ın namaz, oruç gibi ibadetleri farz kabul edip, "Allah'ın ipine hepiniz sım- Temmuz 2011 sıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın... (Al-i İmran Suresi, 103) ayetini ve birliği emreden benzer ayetleri göz ardı etmesi ne büyük yanılgı. Hakkı, iyiliği, barışı hakim kılmak için birleşmek ve "bir bina gibi saf bağlayarak" birlikte mücadele etmek tüm Müslümanlar üzerinde sorumlulukken, İslam ahlakının dünya hakimiyetini ütopya olarak görebilir miyiz? Allah bu dini, Kitabı, Peygamber (sav)'ini hakim olsun diye göndermişken, İslam birliğinden yana olmayan insan, Müslümanlardan yana olur mu? Bir Müslümanın bunu dile getirmemesi ve arzu etmemesi büyük hata değil mi? Günümüz dünyasında yönetimdeki ve ekonomideki aksaklıklar, savaşlar, baskıcı yönetimler insanların açlık, yoksulluk, parasızlık çekmelerine neden olmaktadır. Zor koşullarda ya da ağır şartlarda yaşayan, imkanları olmayan insanlar yardıma muhtaçtırlar. Kur'an zayıf bırakılanlar için neden mücadele etmediğimizi, 25 “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75) ayetiyle sormaktadır. Evet bize ne oluyor?.. Umursamaz, kayıtsız, kendini kurtarma peşindeki bir yaklaşım Müslümana yakışmaz. Dünyanın herhangi bir köşesinde bir Müslümana gelen zarardan tüm Müslümanlar sorumluluk hissetmelidirler. Bir Müslüman, acı içindeki masum insanlar, tecavüze uğrayan kadın ve çocuklar için yapabileceği birşey olmadığını düşünüyorsa zulme ortak demektir. Çünkü Müslümanlar, "... haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura Suresi, 39) Ve eğer gerçekten elinden hiçbir şey gelmiyorsa kişi bu yönde samimi dua edebilir. Müslümanlar arasında mezhep, görüş ve uygulama anlamında çeşitli farklılıklar olabilir. Ancak bu farklılıklar, Kur'an'da bildirildiği gibi “tanışıp kaynaşmaları” içindir. Farklı olmaları birbirlerinin din kardeşi olduğu gerçeğini değiştirmez. Vicdanlı Müslümanlara düşen, Kur’an ahlakı gereğince bu kardeşliği korumak ve güçlendirmektir. İslam Birliği, 'İslam kültürü' temeli üzerine inşa edilen, üye ülkelerin bağımsızlıklarını ve milli sınırlarını korudukları bir birlik olmalıdır. Son dönemde, Müslüman ülkelerin ileri gelen devlet adamlarının konuşmalarında birliğe yö- Umutsuzluğu, ürkekliği, teslimiyetçiliği ve korkaklığı bırakmalıyız; korkulacak tek güç Yüce Allah’tır. Küresel güç edebiyatı yapan, Amerika ile korkutan ve Müslümanları pasifize etmeye çalışanları kaale almamalıyız. Çünkü İslam alemini dayanaksız "öcü" lerle korkutmaya çalışanlar, şeytanın etkisinde ve bu konuda görevli olan kişilerdir. 26 Temmuz 2011 nelik mesajlar verilmektedir. Uluslararası toplantı ve konferanslarda, İslam dünyasının yaşadığı karmaşanın üstesinden gelmenin tek yolunun İslam ülkelerinin ittifakından geçtiği yönünde açıklamalar yapılmaktadır. İslam dünyasındaki tüm politika ve yönetimlerin, birlik ve beraberliği arttırmaya yönelik olması gereği vurgulanmaktadır. K ORKU E DEBİYATI Umutsuzluğu, ürkekliği, teslimiyetçiliği ve korkaklığı bırakmalıyız; korkulacak tek güç Yüce Allah’tır. Küresel güç edebiyatı yapan, Amerika ile korkutan ve Müslümanları pasifize etmeye çalışanları kaale almamalıyız. Çünkü İslam alemini dayanaksız "öcü" lerle korkutmaya çalışanlar, şeytanın etkisinde ve bu konuda görevli olan kişilerdir. Kur'an ahlakının dünyaya hakimiyeti gerçekte çok kolay olduğu halde zor gösteren şeytandır. Bazı kişiler, Müslümanları ümitsizliğe sevk etmek için şeytanın sözcülüğünü yapmaktadırlar. İslam'ın tüm dünyadaki önlenemez yükselişi gözler önündeyken bu kimseler "İslam asla hakim olmaz" demeyi sürdürmektedirler. Onların yaygaraları arasında İslam çığ gibi büyümekte, Kur'an ahlakının insanı ısıtan sıcaklığı tüm dünyayı sarmaktadır. Kur’an ahlâkının yeryüzü hakimiyeti, Allah'ın Kur’an'da haber verdiği bir vaadi iken bazı Müslümanların bu konuda ümitsiz ve karamsar olmaları hata olur. Ümitsizlik insanın, din ahlâkını şevk içinde yaşamasını engelleyen en önemli unsurlardandır. Allah, inananlara hiçbir olay karşısında ümitsizliğe kapılmamalarını, Kendisine dayanıp güvenmelerini emreder. S ONUÇ O LARAK ; Peygamberimiz (sav), "Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça asla dalalete düşmeyecek ve sapmayacaksınız; Kur’an ve sünnetim" hadis-i şerifiyle Müslümanlara uymaları gereken yolu gösterir. Bizlere düşen, O'nun aydınlattığı yola uymak ve Allah'ın şu buyruğunu unutmamak: Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103) Bir Müslüman’ın gönlündeki en büyük istek Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır; Kur'an ahlakının dünyaya hakim olmasıdır. Müslüman Asr-ı Saadet Müslümanlığını ister. Dileğimiz, insanların korku duymadan, güvenle ve barış içinde yaşadıkları bir dünya. Bu, Allah'ın dilemesiyle gerçekleşecek olan bir olay. Bolluğuyla, bereketiyle, insanlara sağlayacağı refah ve huzur dolu ortamıyla her Müslüman’ın ulaşmak isteyeceği ve hayal ettiği bu yaşamla müjdelenmek, kuşkusuz tüm Müslümanlar için üstün bir şeref. Allah Saffat Suresi'nde, “Ve şüphesiz; bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır." buyurarak zaferin, Saff Suresi'nde ise yakın bir fethin müjdesini verir: Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah'tan 'yardım ve zafer (nusret)' ve yakın bir fetih. Mü'minleri müjdele. (Saff Suresi, 13) Temmuz 2011 27 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” MÜSLÜMANCA YAŞAMAK İÇİN MÜSLÜMANCA KAZANMAK… TALHA HAKAN ALP [email protected] eden sâlih ameller konusunda gevşek ve istikrarsız oluyoruz? Neden camilere, vaaz ve sohbetlere karşı ilgi ve heyecanımız az? Neden Allah’a, kitaba, peygambere ve ahirete dair sözleri, nasihatleri dinlemeye bu kadar tahammülsüzüz? Bir hoca konuşmaya başladığında neden gözümüz hep saattedir? Neden hep camilere girişte değil de çıkışta izdiham yaşanır? N Allah Yahudilere lanet etsin [Üç kere]. Allah onlara hayvanların iç yağlarını haram kıldı. Onlar da iç yağını tüketmediler ama alım-satımını yaptılar, parasını yediler. Şüphesiz Allah bir şeyin yenmesini haram kıldığında onun satış bedelini de haram kılmıştır.” Bu ve benzer sorular, bugün Müslümanlığımızı çeken iplerin ne kadar inceldiğine, adeta pamuk ipliğine döndüğüne işaret ediyor. Bu sorulara verilecek tek bir cevap yok şüphesiz. Havasını soluduğumuz ortam, içinde yaşadığımız hayat Müslümanlığımızla o kadar ilintisiz ve hatta o kadar çelişik ki, bu sorulara cevap bulmak için neresini ele alsanız size bir yazı, belki bir kitap oluşturacak malzeme sunabilir. Meseleyi nazarî örgüye dolandırmak ve işin retoriğini yapmak niyetinde değilim. Doğrudan sadede gelmek ve görünen açık ve etkin sebebe-illete temas etmek istiyorum. Bu sadette kazanç-sâlih amel ilişkisi 28 üzerinden tatmin edici cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. [Araya girip bu satırları yazarken yaşadığım(ız) bir sıkıntıyı paylaşmak isterim. Yazınızda sık sık “Sâlih amel” terkibine atıf yapmak zorundaysanız, “Sâlih” kelimesini sadece özel isim olarak hatırlayan unutkan bir dilin azizliğine uğramak, döne döne ilk harfi küçültmek zorundasınız demektir. Özel isimlerini, inancının sıfatlaştırdığı isimlerden seçen bir milletin, sıfatları unutup/yitirip özel isimleriyle iktifa ettiği sığ zamanlarda yazı araçları bile sıfatları kabul etmez oluyor… İşin mütehassısı birileri şu ofis programlarına dilimizi hatırlatabilse ne güzel olur!] Malum Kuran-ı Kerim “tayyibattan/helal ve temiz olandan yiyin ve sâlih amel işleyin” (Müminun: 51) buyurur. Birçok âlim bu ayet-i kerimeden helal ve temiz kazanç ile sâlih amel arasında sebepsonuç ilişkisi çıkartmaktadır. Sâlih amelin ancak helal ve temiz kazancın sonucu olabileceğini, dolayısıyla kazancı helal ve temiz olmayan kimsenin sâlih amele muvaffak olamayacağını ısrarla ifade ederler. Bu denge sadece sâlih amelle alakalı da değildir üstelik. Duaların kabulü de kazancın helal ve temiz olmasına bağlıdır. Meşhur bir hadis-i şerif açık ve dokunaklı bir tasvirle bunu aklımıza kazır: «Bir kimse uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir hâlde ellerini semaya kaldırarak: Yâ Rabbî, yâ Rabbî! diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Haramla beslenmiş birinin duası nasıl kabul edilir?!»(Müslim, Zekât, 19.) Helal ve temiz kazanç nedir? Nasıl elde edilir? Şartları nelerdir? Bunlar ve benzer sorular tabiatıyla sâlih amel derdinde olan müslümanın hayati sorularıdır. Fıkıh, muamelat bahsiyle bu sorulara biraz teknik de olsa detaylı ve sistemli cevabı bulabileceğimiz alanın adıdır. Ne var ki, dili ve problemi ele alış tarzı biraz teknik olduğu ve biraz da örnekleri bugüne tam tekabül etmediği için okuyucuyu kadim fıkıh kaynaklarına yönlendiremiyoruz. Mesela Mülteka tercümeleri var, oradan Kitabü’l-büyu’u (alış-verişler bahsi) okuyun, öğrenin demek mümkün olmuyor. Kadim fıkıh kaynaklarına, ihtisası olan âlimlerimiz, hocalarımız müracaat etsinler. Helal kazancın şartlarını, prensiplerini ilgili kaynaklardan beslenerek -dil ve üslup bakımından- günümüz şartlarında uygulanabilir maddeler halinde bize anlatsınlar. Çok şükür birçok hocamız bu hizmeti imkânların ve şartların el verdiği nisbette yapmaya çalışmış. Allah emeklerini zayi etmesin. Bu meyanda ticaret ilmihali ya da helaller ve haramlar gibi isimlerle neşredilen birçok kitap var. Detaylı ve kaynaklı bilgi isteyenler bu kitaplarda aradıklarını bulurlar. Burada temas etmek istediğim, helal ve temiz kazanca dair İmam Gazzali’nin getirdiği formülasyondur. Genel olarak İmam Gazzali’ye neden ayrıcalıklı bir ilgi duyulursa, “Gazzalî acaba bu konuda ne diyor?” sorusu da onun için ayrı bir önem taşır bizim için. Malum İmam Gazzali, hususi bağlamı ve ait olduğu alan her ne olursa olsun meseleleri en temelde nefis terbiyesi gündeminde ve Allah’a yakınlaşabileceğimiz ipuçlarını tespit hassaslığında ele alır. Gerek meselenin nasıl anlaşılacağı konusunda gerekse pratiğimize nasıl taşıyacağımız hususunda Gazzali’nin dilinde hep bu tecessüsü görürüz. İmam Gazzali fakih kimliğinin yanında sufi kimliğiyle de temayüz etmiş bir âlimdir. Bu temayüz ona kazandırdığı birçok meziyetin yanında özellikle soyutteorik meseleleri somuta ve yaşanan hayata uyarlama konusunda apayrı bir maharet kazandırmıştır. Bu bakımdan o dinin her bir prensibini sadece inceleyip teorize etmekle kalmamış, ayrıca ruh dünyasında Temmuz 2011 29 hazmedip günlük hayattaki açmazlara doğrudan temas edecek biçimde formüller de geliştirmiştir. İhya bilhassa pratik hayata kolayca taşınabilecek formülleriyle bizim için apayrı bir yere sahiptir. Bu durum, Müslümanlar neden yüzyıllar boyunca İhya okumuş, onu başucu kitabı saymıştır, sorusuna da bir nebze cevap teşkil ediyor olsa gerek. İmam Gazzali İhya’da helal ve temiz kazanç prensibini de işte böyle bir formülleştirmeye giderek pratiğimize taşıyor. İhya’dan anladığımız o ki, Müslümanın helal ve tayyib kazanç için özellikle şu dört şarta riayet etmesi gerekiyor: 1- Sıhhat 2- Adalet 3- İhsan 4- Dinde şefkat. Birinci şartı oluşturan sıhhat kazanç faaliyetlerinin haram-helal, sahih-fasid ölçülerine uygun olması demektir ve ağırlıklı olarak teknik anlamıyla fıkhî bir konudur. Diğerleri daha çok kişinin ahlaki ve vicdanî yapısıyla alakalıdır. Gerek teknik boyutuyla gerekse vicdan ve ahlak boyutuyla iş bu formülasyon kazancı helal ve temiz kılabileceğimiz kuşatıcı bir prensipler listesi sunuyor bize. 1-) Ticaret sıhhatli/sahih olacak: Kazancın sahih olması Allah Resulü’nün helal kazanç için getirdiği fıkhî ölçülere bağlıdır. 30 Kazanç temini için gerçekleştirilen her türlü ticaret ve ortaklık sözleşmelerinde özde Allah Resulü’nün beyanatına dayanan bir kısım şartlar vardır. Bunlar temelde iki hakkı gözetmek üzere tanzim edilmiştir. Birincisi Allah hakkıdır. İkincisi kul hakkıdır. Allah hakkının muhafazası için sözleşmeye konu olacak eşya veya emtianın helal kılınan şeylerden olması lazım. İçkinin ve bilumum haram işler için üretilmiş malların ticareti haramdır. Allah’ın, yenmesini, tüketilmesini haram kıldığı bir şeyin Müslümanlar tarafından üretimi de yapılamaz. Keza üretici ile tüketici arasındaki hizmetleri de üstlenilemez. Bu sadette Allah Resulü içki üreten, içki taşıyan, içki sektörünün herhangi bir biriminde yer alan müslümanın lanetlik olduğunu ifade etmiştir. Faiz de böyledir. Faiz alan, veren, aracılık eden, yazışmasını ya da şahitliğini yapan ve faizli muameleye kıyısından köşesinden adı geçen herkesin lanete muhatap olduğunu bildirmiştir. Keza Allah Resulü şöyle buyurur: “Allah Yahudilere lanet etsin [Üç kere]. Allah onlara hayvanların iç yağlarını haram kıldı. Onlar da iç yağını tüketmediler ama alım-satımını yaptılar, parasını yediler. Şüphesiz Allah bir şeyin yenmesini haram kıldığında onun satış bedelini de haram kılmıştır.” (Buhari, Enbiya, 51.) Dinimiz bir kötülüğü yasakladığında o kötülüğün köklerini kazımayı da hedefler ve bunu Müslümanlara bir vazife olarak yükler. İslam “tavşana kaç, tazıya da tut” demez. Böyle bir anlayışı da doğru görmez. Kuran-ı Kerim, “iyilik ve takva üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” (Maide: 2) buyurur. Ve kötülüğün sadece işlenmesinin önüne geçmez, üretim aşamasından lojistik aşamasına kadar bir şekilde tedavülüne imkân verecek yolları da tıkar. Keza iyilik ve kötülük İslam’da kolektiftir. İyilik sadece uygulayıcısının işi değildir, o bir toplum hareketidir. Bunun için İslam iyiliğin fertlerin dünyasına hapsolunmasına fırsat vermez. Seküler bir toplum yapısını asla hoş görmez. Dileyenin dilediğini yapabildiği, kanunlarını, kamusal normlarını beşerin özgürce düzenlediği bir toplumda İslam’ın haram ve helalleri fertlerin kişisel dünyalarında mahpus kalır. Toplumsal koşullarla yürek arasında, hayat pratikleriyle inanç arasında gerilim başlar ve sonunda toplumsal koşullar yüreklere, hayat pratikleri inanca galip gelir. Bu bakımdan seküler toplum düzeni her ne kadar ferd olarak dinin hayatını sürdürmesine karşı nötr dursa da beslediği dindışı toplumsal düzen ferdi hayatı da di- Temmuz 2011 zayn etmeye başlar. Bu inançla hayat arasındaki geçişken ilişkiden kaynaklanır. İnandığı gibi yaşayamayan insanlar, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya itilirler. Fıkıh, kazanç faaliyetleri sadedinde yapılan sözleşmelerde taraflar arasında fırsatçılığa meydan verecek ve zamanla tarafları birbirlerine düşürecek boşluklara, belirsizliklere karşı tedbirler almıştır. Bunlar fıkıh kitaplarının muamelat bölümünde akit şartları nevinden genişçe anlatılır. Genel olarak akitlerin, yani sözleşmelerin veya ticari muamelelerin tarafların birini diğerine ezdirecek şartlardan uzak olmasını şart koşar. Mesela bir ev satıyorsunuz, akde bir şart ekliyorsunuz. Bu şart size bir yarar sağlıyor. Bu alışverişi geçersiz sayıyor fıkıh. Mesela evimi satıyorum ama sözgelimi üç ay veya altı ay içinde ikamet etmem şartıyla. Bunu şart olarak ileri sürmeyi meşru saymıyor fıkhımız. Nitekim alışverişin mantığına ve amacına da aykırı bir şarttır bu. Ödediği bedele karşılık müşterinin, elde ettiği mülkten faydalanamaması, kendi mülkünde bir başkasının -muvakkat da olsa- hak iddia etmesi gibi tezat bir durumdur. Sözleşmenin sağlam ve açık ifadelere dayanması gerekir. Yarın bir gün taraflar arasında anlaşmazlığa meydan vermemek için gözetilmesi gereken şartlardır bunlar. Fıkıh kitaplarında akitler için belli ifade kalıplarının vazedildiği, geçmiş zaman kipinin kullanılması gerektiği bunun için ifade edilmiştir. Bunu insanlar garipsiyorlar ama akdin net ve sağlam olması için gereklidir. Temmuz 2011 Bunun gibi haksız kazanç, havadan para kazanmak, piyasada tekel oluşturmak gibi avantacılara da meydan vermemek için bu şartlara riayet gereklidir. Mesela miktarı, mahiyeti, türü ve vasıfları belli olmayan malın alım-satımını da geçerli saymamıştır fıkıh. Böyle bir alım-satım taraflardan birinin hayal kırıklığına yol açabilir. Keza arada bir kırgınlığa ve anlaşmazlığa meydan verebilir. Yarın mal eline ulaştığında seni bir sürpriz bekliyordur. Bu kumar gibi bir şeydir. Keza teslimi sözkonusu olmayan ya da çok güç olan şeylerin de alım-satımı yasaklanmıştır.Havadaki kuşun, sudaki balığın alım-satımı böyledir. Burada havadan para kazanmak ve tarafların umduğunu bulamaması ve anlaşmazlığa düşmesi gibi sakıncalar sözkonusudur. Keza garar, yani alış-veriş vb. akitlerin riskli bir mahiyet arz etmesi de sakıncalı görülmüştür. Henüz olgunlaşmamış ya da çiçeğindeki meyvenin satışı böyledir. Bunların olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli değildir. Belki afet olacak, belki de meyveler büyümeyecek. Yine Allah Resulü kişinin elinde olmayan malı satmasını da yasaklamıştır.Teslim almadığın malı bir başkasına satamazsın. Satarsan karşı tarafa mahcup olabilir, sözünü tutamayabilirsin. Teslim almadığın mal eline ulaşmayabilir ya da ulaştığında umduğun ve müşterine anlattığın gibi çıkmayabilir. Bu durumda sadece sen değil, müşterin de mağdur olur ki bu zararın zincire bağlanması demektir. İslam bunu zincire bağlanmadan kesmek ister. Bunun için henüz elinize geçmemiş malı satamazsınız.Şu da var ki, günümüzde 31 gerek iletişim araçlarının gerekse üretim teknolojilerinin gelişmesi hasebiyle bazı riskler, yanlış anlamalar ve haliyle niza sebebi olabilecek arızalar eskiye göre azalmış olabilir. Bu bakımdan işbu prensibin uygulanmasında günümüz şartları da değerlendirilmelidir. Konuya has yeni fıkıh araştırmalarında bu sadetteki bazı gelişmeler, ilgili prensibin uygulama alanı ve sınırları konusunda bize farklı ufuklar açmaktadır. Muhyiddin Ali el-Karadâğî’nin bey’ul-madum/olmayan malın satımı konusundaki araştırması buna bir misal sayılabilir. Keza alışverişlerde muhayyerlik, vazgeçme hakları vardır. Müşteri satın aldığı bir malı eğer baştan belirtmişse üç gün içinde iade edebilir. Satıcı geri almak zorundadır böyle bir şart baştan gündeme getirilmiş ve akde geçmiş ise. Görmediği ama vasıflarını ve türünü anlatım üzerinden öğrendiği bir malı da gördükten sonra iade hakkı vardır. Keza malda bir kusur gördüğünde bunu da iade hakkı vardır. Keza yalan söyleyerek, malın ayıp ve kusurunu gizleyerek, malı olduğundan üstün göstererek yapılan satımlar da haramdır. Bugün reklam sektörü büyük oranda yalan üzerine kuruludur. Yer yer tanıtım-reklam broşürlerinde de böyle bir aldatmaca var. Broşürde son derece kaliteli veya büyük görünen ürün gerçekte ne o kadar göz alıcı, ne o kadar kaliteli ne de o kadar büyüktür. Çok basit bir misal, lokanta, pide ve kebapçıların el broşürlerinde sıkça karşılaşılan bir durumdur bu. 32 Keza din istismarı da haramdır. Din istismarı sadece siyasette olmuyor. Çıkar beklentisi güdülen her alanda oluyor. Bunların başında da ticaret geliyor. Birçok satıcı dindar bir müşterisi geldiğinde bir anda ağzı zikrullahla doluyor. Peyniri keserken bismillah diyor, meyveyi tartıya yerleştirirken elhamdülillah diyor. Müşterilerle onların duygu ve düşüncelerine göre iyi ilişkiler kurma politikası gereği dindarla dindarlık, sekülerle sekülercilik oynuyor adeta. Bunlar haramdır. Tüccar velilerden Yunus b. Ubeyd’in yanında çalışan bir genç, kumaşı müşteriye açarken “Allah’ım bize cennet nasip et” demiş. Yunus b. Ubeyd, dindar şahsiyet iması üzerinden malın kalitesine dair güven tedaisi yapacağından korkarak işçisine malı yerine geri koy, demiş ve malı satmamıştır.( İhya, 2, 75) Ticarette din istismarına çok hassas bir örnek… Pazarlamacılar genelde yalan karıştırıyorlar işin içine. Ürünün eksiğini, zayıf noktalarını, daha önce şikâyet konusu olan hususları bile bile gizliyorlar. Bir adet daha fazla satmak ve daha fazla prim almak için bunu yapıyorlar. Ticarette yalanın en çok karıştığı yerlerden biri de malın sermayesine, maliyetine dair yapılan açıklamalardır. Vallahi bu mal bana şu kadara maloldu, bana gelişi şu kadar vs. sözlerle müşteriyi ikna etme çabaları yalana karşı bizi zayıf düşürüyor. 2-) Ticaret adil olacak:Muhtevasında haksızlık bulunmayacak. Karaborsacılık, haksız rekabet Temmuz 2011 bunun en açık örnekleridir. Darda kalan adamın malını yok pahasına satın almak da böyledir. Bu hususa dikkatimizi çekmeyen yaygın bir adaletsizlik olarak şu örneği verebiliriz: Fıkıhtasatıcı malı teslimle, alıcı da bedeli teslimle mükelleftir. Satıcı malın teslimi için gerekli masrafları üstlenir, alıcı da bedeli teslimle ilgili masrafları üstlenir. Aksine bir anlaşma olmadıkça bu böyledir. Müşteri çek verdiğinde provizyon masrafını hesaba katmalıdır. Değilse kul hakkına girer. Provizyon masrafı bedelin tesliminden kaynaklanan bir masraftır ve bu masraf müşteriye aittir, satıcıya değil. Bu noktada şöyle bir fıkhî mülahaza yapılabilir: Artık bu durum örf halini almıştır. Mecelle kaidesi gereği örfte yeri olan, açıktan şart koşulmuş, üzerinde anlaşılmış gibi kabul edilir. Dolayısıyla satıcı çeki kabul ettiğinde provizyon masrafını da kabullenmiş demektir. Bu mülahaza yerinde olmakla beraber şurası unutulmamalıdır: Uzun ve katı pazarlık neticesinde düşük bedelli bir satıştan sonra satıcının eline çek tutuşturulabiliyor. Piyasa şartları ve haksız rekabet ortamında müşteriyi kaçırmamak adına satıcı bunu kerhen kabul ediyor, ama gönlü razı olmuyor. Alan-veren razı olmadığında da kazanç bulanıklaşır, tayyib olmaz. Kadim âlimlerimiz alacağın tahsili için alacaklının değil, borçlunun ayağa gitmesini gerekli görmüşlerdir. Alacağın tahsilinde külfet alacaklıya değil, borçluya aittir. Çünkü borç alacaklıya değil, borçluya tanınmış bir kolaylıktır, faydası alacaklıdan çok borçluya dönüktür. Külfet nimetlenenin omuzlarınadır. Günümüzde alacaklısını ayağına çağıran borçlular meseleye sadece ekonomik bir mesele olarak değil, bir de iyiliğe şükran gözüyle ahlaki boyutundan yaklaşmalılar. 3-) Ticarette ihsan olacak:İhsan, en genel anlamıyla iyilik demektir. Ticaretimize iyilik duygusunun hâkim olması gerekir. Müslüman ticaretinde cömert olacak, hasis olmayacak. Müslüman ticaretinde katı ve ısrarcı olmayan, gereksiz detaylarla muhatabını bunaltmayan, hakkını ararken ya da bir kazanç planlarken müsamahalı ve paylaşmacı olandır. Meşru olsa bile fazla kar payı uygulamayacak. Alacaklısına ya da borçlusuna karşı iyilik düşünecek. Vadesi dolmadan borcunu ödemeyi düşünebilecek, vadesi geldiği halde ödenmemiş alacağı için de ek süre tanıyacak. Buhari ve Müslim’de bir hadis-i şerif var Huzeyfe (radıyallahü anh) kanalıyla gelen: “Melekler önceki ümmetlerden bir adamın ruhunu kabzetmeye gelirler. Adama sorarlar: hiç hayır işledin mi bugüne kadar? Adam: işlediğim bir hayır bilmiyorum Temmuz 2011 der. Melekler iyi bak, bir düşün derler. Adam düşünür ve der ki, bildiğim bir hayrım varsa o da ticarette müsamahakâr olmamdır. Muhatabımın durumu müsait değilse alacaktan vazgeçerdim. Durumu müsait olanı da daraltmaz, rahatlatırdım. Ve Allah onu bu sebeple cennete koydu.” (Buhari, Enbiya, 51) “İnsanların en hayırlısı kazası/ödemesi en güzel olanıdır…” (Buhari, Vekalet, 6) 4-) Dinde şefkat olacak: Harıl harıl dünya için çalışmayacak Müslüman, ahretini de düşünecek. Alacak-verecek hesabı yanında sevap-günah hesabı da yapacak. En az iyi bir ev, iyi bir araba umudu kadar cennet umudu da taşıyacak. İflas korkusu kadar cehennem korkusu da duyacak. Kendisini mesai disiplinine kaptırıp nafilelerini unutmayacak. Çalışmasına ara verecek, abdest alıp namaz kılacak, Kuran-ı kerim okuyacak, zikredecek, tefekkür ve muhasebede bulunacak. Akşama kadar rakamların zihin ve ruh dünyasını karartmasına fırsat vermeyecek, zikrullahla, ölüm muhasebesiyle ruhuna mavera ufukları açacak, kendine gelecek. Kulluğunu düşünecek, dünyalık adına ahretliğini ezdirmeyecek… Müslümanca kazanmanın neliği ve nasıllığı konusunda işbu 4 madde somut bir adım kabul edilebilir… 33 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” DİNLERARASI DİYALOG VE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ DR.EBUBEKİR SİFİL [email protected] zellikle son yıllarda ülkemizin değişmez gündem maddeleri arasında kendisine sağlam bir yer edinen dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetleri, orta ve uzun vadede ülkenin geleceği üzerinde kalıcı ciddi etkiler yapabilecek tabiatı dolayısıyla, karşı karşıya bulunduğumuz handikaplar listesinin başlarına, hatta en başına yerleştirilmelidir. Ö Diyalog faaliyetlerinin "İslamî", hatta "İslam'ın emri" olduğunu ileri sürmekle, hal-i hazırda diyaloğu bir "politika", içeride (ve hatta belki "dışarıda" da) yaşanan sıkıntılardan bir "çıkış yolu" olarak görmek birbirinden farklı şeylerdir. Zira söz konusu faaliyetler, ülkemizi ve insanımızı "din" ve "kültür" gibi temel varoluş alanlarında zayıflatmayı, kuşatmayı ve son tahlilde teslim almayı hedeflemekte, bu hedefe ulaşabilmek için başta siyaset ve ekonomi olmak üzere birçok enstrümanı etkin biçimde kullanmaktadır. Bu bakımdan dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetleri yürütülürken ön plana çıkarılan "hoşgörü, barış, çoğulculuk, farklılıklara tahammül, İbrahimî dinlerin birliği..." gibi kavramsal gücü olan "masum" ve "sivil" tabirlerin, bu meyanda yalnızca birer "maske" işlevi gördüğünü tesbit etmek durumundayız. Elbette bu kanaatimiz sadece bu iki faaliyetin AB süreci ile birlikte büyük bir ivme kazandığı vakıasından 34 kaynaklanmıyor. Bu faaliyetlerin maksadına, yürütülüş biçimine, aralarındaki ilişkiye ve yürütenlerine atfedilecek yüzeysel bir nazar bile, özellikli bir tarihin ve özellikli bir coğrafyanın çocukları olarak bizleri bu faaliyetler hakkında başkalarından daha hassas olmaya icbar ediyor. İlerleyen paragraflarda ilgili dokümanlardan iktibasen göreceğimiz gibi "diyalog" ve "misyon(erlik)", en azından Vatikan için birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülemeyecek iki kavramdır. Vatikan için bir yerde diyalog varsa, orada perde gerisinde misyon(erlik) vardır ve bir yerde misyon(erlik) varsa orası daha önce diyalog faaliyetleri tarafından "uygun zemin" haline getirilmiş demektir. Bu, en azından II. Vatikan Konsili'nden sonra kesin olarak böyledir. Bu itibarla bu tebliğde dinlerarası diyalog faaliyetleri ile misyonerlik faaliyetleri birbirinden bağımsız olarak ele alınmamış, bu iki olguya aynı bağlamın birbirini bütünleyen cüzleri olarak itibar edilmiştir. DİYALOG FAALİYETLERİNİN TARİHÎ ARKAPLANI Dinlerarası diyalog faaliyetlerine ülkemizden iştirak edenler tarafından geliştirilen, "diyaloğun yeni değil, insanlık tarihi kadar eski olduğu, zira insanın bulunduğu yerde mutlaka diyaloğun da mevcut olacağı, İslam'ın da başından beri diyaloğu fiilen gerçekleştirmiş bir din olduğu"... gibi, aslında "anakronizm"den başka bir şey olmayan söylem tarzı, diyaloğun bir kavram olarak ne ifade ettiği konusunda serapa manipülatiftir. Zira Vatikan tarafından ortaya atılana kadar "diyalog"un en azından Temmuz 2011 kavramsal ölçekte bu yaygınlıkta kullanımda olmadığı açıktır. Şu halde bu kavram hakkında objektif olabilmek için onu teori ve pratiğiyle ortaya koyan II. Vatikan Konsili'ne bakmak durumundayız. Vatikan'ın 1962-1965 yılları arasında düzenlediği "II. Vatikan Konsili"nin diğer konsillerden[1] farkı sadece katılımın en yoğun olduğu konsil olması değildi şüphesiz. Diğer Hristiyan mezhepleri ve özellikle de diğer dinlere karşı o zamana kadar görülmemiş bir açılımı öngörmesi, bu konsili diğerlerinden ayıran en önemli unsurdur. Hristiyan dünyanın bölünmüşlüğü sebebiyle Kilise'nin kendi görevlerini yapmada yaşadığı sıkıntılar bu konsilin toplanmasındaki önemli etkenlerden biri ise de, asıl temel etken, modern dünyada Kilise'nin, misyonunu arzu edilen seviyede gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyduğu açılımlar olarak tesbit edilebilir. Dolayısıyla II. Vatikan Konsili, Katolik Kilisesi'nin, klasik misyon anlayışını terk ederek diğer din mensuplarıyla, hatta diğer Hristiyan mezheplerle diyalog suretiyle iletişim kurma talebini, misyonu bu iletişim zemini üzerinden gerçekleştirme öngörüsünü ve bunun teolojik temelini ifade ettiği bir konsildir. Nitekim açış konuşmasında Papa XXIII. John'un kullandığı "aggironamento" kelimesi, Konsil'in hedef ve amaçlarını ifadede anahtar konumundadır ve "Kilise'yi günümüze taşımak ve onu, çağdaş misyonunu yerine getirmede daha etkili hale getirmek" anlamına gelmektedir.[2] Bu konsil sürecinde alınan kararlar hemen her dereceden dokümanda ifade edilmiştir: - Kilise hakkındaki dogmatik yasa (Lumen Gentium), - Kilise hakkındaki pastoral yasa (Gaudium et Spes), - Nostra Aetate, Ad Gentes, Diginitatis Humanae gibi deklarasyon ve kararlar, - Eclesiam Suam isimli genelge bunlardan başlıcalarıdır. Burada dikkat çekici olan, Konsil öncesi diğer din mensupları ve bilhassa Müslümanlar, kategorik olarak "kötü" iken, Konsil sonrası bir tavır değişikliğine gidilmiş ve "kötü"ler, bu yeni süreçte "Hristiyanlığa aday" olarak tavsif edilmiştir. Hemen belirtelim ki Katolik Kilisesi'nin bu konsilde aldığı kararlar ne Kilise dogmalarına aykırı, ne de geleneklere tersdir. Kilise'nin burada bütün yaptığı, dünya çapında hızla yayılmakta olan Kilise'den uzaklaşma tavrına karşı ve Kilise'nin kaybetmekte olduğu prestij, nüfuz ve etkinlik alanlarını yeniden kazanabilmek adına yöntem ve söylem belirlemekten ibarettir. II. Vatikan Konsili'nde Katoliklik dışındaki Hristiyan mezhepleriyle diyalog konusunda alınan kararlar ilgi alanımızın dışında olduğu için, burada diğer dinlerle ve bu arada İslam'la ilgili olarak Konsil sırasında ve sonrasında Kilise resmî dokümanlarına geçen hususlara kısaca değineceğiz. İLGİLİ KAVRAMLAR 1. DİYALOG Katolik Kilisesi, diğer dinler hakkındaki görüşünü ve bu dinlerin 35 mensuplarıyla diyaloğa girme isteğini Konsil'in "Nostra Aetate" isimli deklarasyonunda ifade etmiştir. Bu deklarasyon, Kilise'nin, diğer dinlerle ilişkisi konusunda müstakil olarak hazırlanmış bir belge olması dolayısıyla son derece önemlidir. Deklarasyon, Katolik Kilisesi'nin diğer dinlerle diyaloğa girme isteğini şöyle ifade etmektedir: "… Bu yüzden Kilise, evlatlarını, diğer dinlerin mensuplarıyla basiret ve yardımseverlik içinde görüşmeye ve işbirliğine davet eder."[3] Esasen Nostra Aetate'de mevcut, diğer dinlerle diyaloğu öngören ifadeler, diğer Konsil dokümanlarına göre üslupta bir farklılık arz etse de, teolojik temeller açısından aralarında herhangi bir uyumsuzluk söz konusu değildir. "Lumen Gentium" isimli dogmatik yasa, Kilise'nin diğer dinlerle ilişkisini belirlerken, diğer din ve kültürlerle bunların mensuplarında, düzensiz ve bütünlük arz etmekten uzak olsa da bir takım iyi unsurlar bulunduğuna işaret etmektedir. Bu "iyi unsurlar" onların sadece kalp ve düşüncelerinde değil, ayin ve geleneklerinde de mevcuttur. Bu unsurlar, Kilise'nin misyoner faaliyetleri vasıtasıyla sadece muhafaza edilmekle kalmayacak, aynı zamanda saflaşacak, yücelecek ve mükemmel hale gelecektir.[4] "Nostra Aetate"de de bu husus teyit edilir ve şöyle denir: "Katolik Kilisesi, bu dinlerdeki (Hristiyanlık dışındaki dinler) gerçek ve kutsal olan hiçbir şeyi reddetmez. Kendi öğretisinden birçok yönden farklı olmakla birlikte, bütün insanlığı 36 aydınlatan ilahî gerçeğe ait bir parça ışık yansıtan doktrin, ahlakî kural, hareket ve hayat tarzlarına büyük saygı duyar. Yine de Kilise, gerçek yol, ilahî hakikat ve doğru hayat olan Mesih'i ilan etmeye mecburdur."[5] Burada, "Acaba bu "iyi unsurlar" Hristiyanlık dışındaki dinlerde nasıl olup da yer bulabilmiştir?" gibi bir soru akla gelebilir. Bu soruya da II. Vatikan Konsili'nin misyoner faaliyetleri hakkındaki "Ad Gentes" isimli kararı cevap vermektedir. Bu kararda, söz konusu "iyi unsurlar"ın Kutsal Ruh tarafından onlara saçıldığı ve bunların adeta Hristiyanlığa dönüşün zeminini teşkil eden birer "nüve" olarak görüldüğü dikkat çekmektedir.[6] Öyle de olsa, diğer dinlerdeki bu "gerçek" ve "kutsal" şeyler, müntesiplerini kurtuluşa götürmek için yeterli olamaz mı? Cevap yine "Ad Gentes"den: "Tanrı'nın insanlığı kurtarma planı, bir tür gizlilik içinde sadece bir kişinin ruhunda gerçekleşmez. Sadece insanların Tanrı'yı bulmak için körü körüne araması ve çok yönlü çabalarla gerçekleşmez. Çünkü bu teşebbüsler, İlahî İnayet'in müşfik çalışmaları vasıtasıyla aydınlatılmaya ve saflaştırılmaya muhtaçtır. Bu teşebbüs veya iyi unsurlar zaman zaman gerçek Tanrı hakkında bir eğitim veya İncil'e bir hazırlık olarak hizmet edebilirler."[7] Yukarıda zikredilen "Nostra Aetate" isimli deklarasyon, Katolik Kilisesi bakımından diğer dinlerin konumunu şöyle belirlemektedir: Hristiyanlar'la özel bir bağı olan Yahudiler Katolik Kilisesi'ne en yakın olan kimselerdir. İkinci sırada, mono- teist bir inanca sahip olan ve Hz. İbrahim'i örnek alan Müslümanlar vardır. Daha sonra münzevi yaşantı, derin meditasyon ve Tanrı'ya güven ve sevgiyle yönelmek suretiyle kurtuluşu arayan Hindular ve kendilerine özgü çabalarla aynı amaca yönelmiş bulunan Budistler gelmektedir.[8] Bunlar dışındaki dinlerden ise genel olarak bahsedilmiştir. Burada Yahudiler'e tanınan ayrıcalıklı konum hemen dikkat çekmektedir. Bu durum Yüce Kitabımız'ın "Ehl-i Kitap" diye kategorize ederek aralarındaki "özel" yakınlığa dikkat çektiği[9] bu iki kesim hakkındaki haberlerine ve vakıaya da mutabıktır. Burada Papa XXIII. John'un Yahudiler'e olan özel ilgisi ile Yahudiler'in II. Vatikan Konsili resmî dokümanlarına girebilmek için kullandığı bireysel ve kurumsal her türlü inisiyatifin etkisi açıktır.[10] Hatta Hristiyan olmayan dinlerle ilişkiler hakkındaki "Nostra Aetate" isimli genelge, sözünü ettiğim ilgi ve etki sebebiyle başlangıçta sadece Yahudiler'le ilişkileri düzenleyen bir belge olarak tasarlanmıştı. Arap ülkelerindeki Hristiyan azınlıkların zarar görmesine yol açabileceği endişeleri dile getirilince ya diğer dinlerden de bahsedilmesi veya hiçbirisinden bahsedilmemesi gündeme gelmiş, uzun tartışmalar sonucunda bugün elde bulunan metin ortaya çıkmıştır.[11] Dolayısıyla Müslümanlar ve diğer din mensuplarıyla diyalog meselesi, "Yahudiler sayesinde" Vatikan belgelerine girebilmiştir demek yanlış olmayacaktır. Mezkûr deklarasyonda Müslümanlar'la ilgili ifadeler şöyledir: Temmuz 2011 "Katolik Kilisesi Müslümanlar'a da büyük bir saygıyla bakar. Onlar tek, diri, mevcut, bağışlayıcı ve Kadiri Mutlak, Cennet'in ve yeryüzünün yaratıcısı, insanlara seslenmiş olan Tanrı'ya taparlar. Onlar, inancıyla kendi inançları arasında kuvvetli bir bağ kurdukları İbrahim'in kendisini Tanrı'nın planına adadığı gibi Tanrı'nın gizli emirlerine çekinmeden boyun eğmeğe çalışırlar. Her ne kadar Tanrı olarak kabul etmeseler de İsa'yı bir peygamber olarak yüceltir, O'nun bakire annesine hürmet eder ve hatta zaman zaman onu samimiyetle anarlar. Dahası Müslümanlar, hüküm gününü ve ölümden sonra tekrar dirilişi takiben Tanrı'nın vereceği karşılığı beklerler. Bu sebeple onlar, dürüst yaşamaya oldukça önem verir ve Tanrı'ya özellikle dua, sadaka ve oruç vasıtasıyla ibadet ederler."[12] Acaba bu ifadeler diğer dinlerin ve özellikle İslam'ın insanları kurtuluşa götürücü özellikte olup olmadığı konusunda nasıl anlaşılmalıdır? Şurası unutulmamalıdır ki, II Vatikan Konsili'nden ne önce ne de sonra Kilise, diğer dinlerin böyle bir özelliğe sahip olduğu konusunda herhangi bir şey söylemiştir. Hatta mezkûr konsili toplayan fakat faaliyetler devam ederken vefat eden XXIII. John'un yerine geçerek konsil faaliyetlerini devam ettiren Papa VI. Paul, bu süreçte yayımladığı "Eclesiam Suam" adlı genelgesinde şöyle demiştir: "Biz her ne kadar Hristiyan olma yan dinlerin manevî ve ahlakî değerlerini tanıyor, onlara saygı gösteriyor, kendileriyle diyaloğa hazırlanıyor ve din hürriyetini savunmak, insanlık kardeşliğini tesis etmek, kültür, sosyal refah ve sivil iradeyi oluşturmak gibi hususlarda diyaloğa girmek istiyorsak da, dürüstlük bizi, gerçek kanaatimizi açıkça ilan etmeye mecbur etmektedir: Yegâne gerçek din vardır, o da Hristiyanlık'tır."[13] Temmuz 2011 Bütün bu ifadelerde dikkatli bir göz için kaçırılması mümkün olmayan bir incelik bulunmaktadır: Metinler diyalog bağlamında "İslam"dan değil, "Müslümanlar"dan bahsetmektedir. Bu, son derece önemli bir inceliktir. Zira Thomist çizgideki Hristiyan teologlardan Gadret ve Anawati gibi isimler, bid !"din" olarak İslam'la diyaloğun mümkün olmadığını, bu faaliyetin ancak "Müslümanlar"la gerçekleştirilebileceğini söyler.[14] :Bu düşüncenin, Konsil metinlerinde benimsendiği, hatta hayli etkili olduğu görülmektedir. Bu ifadeler, dinlerarası diyalog faaliyetleri ile misyonerliğin niçin birbirinden ayrı telakki edilemeyeceği sorusunun da cevabını oluşturmaktadır. O halde buradan diyalog-misyonerlik ilişkisine geçebiliriz: 2. MİSYON Öncelikle şu hususu kesin bir hakikat olarak tesbit edelim: Kilise, yapısı gereği misyonerdir ve bu, Kilise'den asla ayrı düşünülemeyecek bir özelliktir. Zira Kilise kendisini İsa Mesih'in biricik temsilcisi olarak görmekte, onun getirdiği mesajı, onun bıraktığı yerden bütün insanlığa ulaştırma sorumluluğunun muhatabı olarak telakki etmektedir. Eğer Kilise dışında kurtuluş yoksa, ki Kilise'ye göre yoktur, misyonerlik faaliyetleri de insanlığı kurtuluşa çağırmanın biricik vasıtası olarak elbette devam edecektir. Kilise'nin kendisine tanıdığı merkezî rol öylesine vazgeçilmezdir ki, Katolik teolojisine göre Kilise İnciller'den doğmamış, aksine İnciller Kilise'den doğup zuhur etmiştir.[15] Kilise'nin ontolojik mahiyeti hakkındaki bu tesbit, Hristiyanlık üzerine konuşurken daima hatırda tutulmalıdır. Kilise'nin misyonerlik faaliyetleri hakkındaki kararı "Ad Gentes"de şöyle deniyor: "Kilise tabiatı gereği misyonerdir. Bu misyon, ona sonradan ilave edilmiş bir özellik olmayıp, bilhassa onun özünden kaynaklanır. Çünkü o, Baba'nın istek ve kararıyla Oğul'a tevdi edilen ve Kutsal Ruh'la desteklenen bir misyondur."[16] Şu halde diyalog faaliyetleri ile misyonerlik faaliyetleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmak hayatî derecede önemlidir. 1974 yılında Roma'da yapılan bir toplantı bu noktada ayrı bir önem arz etmektedir. Dünyanın birçok yerinden gelen Kilise temsilcilerinin iştirakiyle yapılan Dünya Piskoposlar Toplantısı'nda dinlerarası diyaloğun Kilise misyonundaki yeri enine boyuna tartışılmıştır. Bu toplantıda dinlerarası diyalog, Hristiyan misyonunun ayrılmaz bir bölümünü oluşturan "Evangelizasyon"un tabii bir parçası olarak tarif edilmiştir. Yine bu toplantıda şöyle denmiştir: "Diyaloğun temel amacı, Mesih'in yüklediği temel sorumluluk gereği, Hristiyanlar'ın bütün insanlara hizmet etmek ve sevgi duymak isteğine şehadette bulunmaktır. Bu sebeple diyaloğa giren her Hristiyan, bir taraftan samimi ve açık kalpli iletişim vasıtasıyla diğerlerinin dinî tecrübeleri hakkındaki değerlendirmelerini genişletirken, diğer taraftan kendi inancını keyifle takdim etmelidir. Diyaloğun temel kuralı, Hristiyan olmayanların dinî ve kültürel kimliklerine saygı duymaktır. Bunun sebebi, Tanrı'nın herkesi Mesih'in imajında 37 yaratması ve herkesin aydınlığa kavuşmasını istemesidir."[17] Bu toplantının sonunda yapılan kapanış duasında da şöyle denmiştir: "Kutsal Ruh, misyonunu ve sevgisini bütün Hristiyan olmayanlara götürme konusunda uyanık ve şuurlu olan bütün Kilise'yi hassasiyetle desteklemeye devam etmektedir."[18] Bu noktada bir hususun altını çizmek istiyorum: Yeni Papa XVI. Benedict'in dinlerarası diyaloga soğuk bakan birisi olduğu söylenerek bu sürecin bitebileceğinin ileri sürülmesi bana göre doğru değil. Zira II: Vatikan Konsili'nde misyonerlik için belirlenen yeni yöntem, yani diyalog, şu an için Katolik dünya bakımından herhangi bir risk içermiyor. Kilise misyondan vaz geçemeyeceğine ve şu an için misyona diyalogdan daha elverişli bir zemin bulunmadığına göre, yeni Papa'nın tavrını amiyane tabirle biraz "naz yaparak" konumunu muhafaza etme ve belki diyalogun diğer taraflarından biraz daha taviz koparma siyaseti olarak okuyabiliriz. 3. EVANGELİZASYON Süreç içerisinde diyalog-misyon ilişkisi çeşitli Kilise metinlerinde şu veya bu şekilde ifadelendirilmiş, ama en önemli sarahatini müteveffa Papa II. John Poul'ün "Redemptoris Missio" (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde bulmuştur. Bu genelgede Kilise'nin kuruluşu, misyonu ve bu misyonun bütün insanlara yönelik olduğu belirtildikten sonra şöyle denir: "Dinlerarası diyalog, Kilise'nin, bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Karşılıklı bilgilenme ve anlayışı zenginleştirme vasıtası ve metodu olarak 38 diyalog, misyona zıt değildir. Esasen misyonla ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ vardır. Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendisine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir. (…) Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih'ten geldiği ve diyaloğun evangelizasyondan ayrılmadığı gerçeği göz ardı edilmemiştir."[19] Burada geçen "Evangelizasyon" kavramı son derece önemlidir. Bu kavramın mana ve muhtevası, Papa VI. Paul'ün "Evangelii Nuntiandi" isimli genelgesinde açık biçimde ifade edilmiş ve Kilise'nin "evangelizasyon" için var olduğu vurgulandıktan sonra şöyle denmiştir: kilde ifade edilen hususlar arasında şunu görüyoruz: "Diyalog, Kilise'nin kurtuluşun tabii yolu olduğu kanaatiyle yönlendirilmeli ve ikmal edilmelidir."[21] Söz konusu genelgenin dinlerarası diyalogla ilgili bölümü şu ifadelerle sona ermektedir: "Çok iyi bilmekteyim ki, birçok misyoner ve Hristiyan cemaat Mesih'e samimi şehadette bulunmak ve diğer dinlerin mensuplarına cömertçe hizmet sunmaktan dolayı kendilerini zorluk içinde ve sık sık diyaloğun yanlış anlaşılmış tarzı içinde bulmaktadırlar. Onları, gayretleri iyi anlaşılmayan yerlerde bile inançlarında ve sevgilerinde sebat göstermeye teşvik etmek istiyorum. Diyalog, Tanrı'nın Krallığı'na doğru bin yoldur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse de, mutlaka sonuç verecektir."[22 ] "Bu yüzden Kilise için evangelizasyonun anlamı, "iyi haberler"i insanlığın bütün tabakalarına götürmek, bunun etkisiyle insanlığı içten değiştirmek ve onu yenilemektir. Fakat her şeyden önce eğer vaftizle yenilenmiş ve İncil'e göre yaşayan yeni insanlar yoksa, insanlık da yoktur. Bu yüzden evangelizasyonun amacı bu iç değişikliği gerçekleştirmektir…"[20] Yine aynı genelgede evangelizasyonun, Kilise tarafından ilan edilen İncil mesajını işitenlerin Kilise'ye girmesiyle tamamlanacağı, bu sebeple Kilise'nin, Hristiyan olmayan kültür ve cemaatlerin arasına dikilmesinin evangelizasyona dahil olduğu vurgulanmıştır. Müteveffa Papa II. John Paul'ün yukarıda adı geçen genelgesine dönecek olursak, orada diyalog-misyon ilişkisi konusunda sarih bir şe- Buradaki "Tanrı Krallığı"nın, Hristiyan teolojisinde, kıyametten önce Mesih'in yeryüzüne tekrar gelerek Tanrı'nın egemenliğini ilan ve bütün insanlığı huzur ve esenliğe vasıl edeceği zaman dilimi olduğunu hatırlayalım. 4. İNKÜLTÜRASYON Yine mezkûr genelgenin, "Hristiyan Olmayan Halkların Kültürlerinde İncil'in Tecessümü" başlıklı bölümünde "İnkültürasyon"un Kilise misyonundaki öneminden bahsedilmektedir. "Hristiyan mesajının ve hayat tarzının, dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan cemaatlerin sahip olduğu çeşitli kültürlere uygun hale getirilerek sokulması ve canlandırılması" olarak tarif edilen bu kavram[23] diyalog-misyonerlik ilişkisi bağlamında merkezî yer tutan ikinci kavramdır. Temmuz 2011 Papa II. John Paul bu kavramla ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştır: "Kilise'nin Hristiyan olmayan kültürlere girme süreci oldukmça uzun bir yoldur. Bu, sadece dışarıdan bir adaptasyon meselesi değildir. Çünkü İnkültürasyon, hakiki kültürel değerlerin Hristiyanlıkla bütünleşmek suretiyle aslî bir değişime uğraması ve Hristiyanlığın çeşitli insan kültürlerine sokulması anlamına gelir. Kilise, İnkültürasyon vasıtasıyla İncil'i çeşitli kültürlerde canlandırır ve aynı zamanda insanları kendi kültürleriyle Kilise cemaatine sokar. Kilise bu insanlara kendi değerlerini aktarır ve aynı zamanda onlarda mevcut olan iyi unsurları alır, onları içten tekrar yeniler. İnkültürasyon vasıtasıyla Kilise'nin ne olduğu, neyin işareti olduğu daha iyi anlaşılır ve bu suretle Kilise, misyonunda daha etkili olur."[24] 5. PROCLAMATİON II. Vatikan Konsili ile birlikte resmî Kilise belgelerine giren bir diğer kavram da "proclamation"dur. Mesih'in ve İncil'in, bütün insanlara açık ve doğrudan, minnet ve övgü ile ilan edilmesi anlamına gelen bu kavram da, diğer üç kavramla iç içedir. Birbirini bütünleyen bu kavramları gereği gibi tanımadan ve aralarındaki ilişkiye vakıf olmadan dinlerarası diyalog faaliyetlerine nüfuz etmek mümkün değildir. DİYALOG FAALİYETLERİ VE İSLAMİ ARGÜMANLARI Buraya kadar söylenenler, II. Vatikan Konsili'nden itibaren Katolik Kilisesi'nin diğer din mensupları ve bahusus Müslümanlar'la ilişkiler konusunda izlediği tutumu sağlıklı bir okumaya tabi tutabilmek için bilinmesi gerekenleri özetlemektedir. Temmuz 2011 Bir de meselenin "bizim cenahımız dan" arz ettiği durum var ki, diyalog meselesi söz konusu edildiğinde mutlak surette ele alınıp tahlil edilmesi gerekir. Bu cümleden olarak ülkemizde diyalog faaliyetlerini yürütenler tarafından, bu faaliyetlerin "meşruiyetini", hatta "elzemiyetini" ifade ettiği ileri sürülen argümanlara kısaca atf-ı nazar etmek istiyorum. EHL-İ KİTAP'LA ARAMIZDAKİ "ORTAK KELİME" Diyalog faaliyetlerine Kur'an'dan zemin teşkili için "(Resulüm) de ki: "Ey Ehl-i Kitap! Sizinle aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah'tan başkasını mabud tanımayalım, O'na hiçbir şeyi ortak kılmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın…" mealindeki 3/Âl-i İmrân, 64. ayetinin sıkça kullanıldığı dikkat çekiyor. İleride ele alacağım "mübâhale ayeti"nden hemen sonra yer alan bu ayetin diyalog faaliyetlerine delil yapılmasının tam bir "el çabukluğu" örneği olduğunu söylemek zorundayız. Zira ayetin ne mantuk ne de mefhumu, bugün müşahede ettiğimiz tarzda bir "diyalog"a geçit vermektedir. Önce ayetin "mefhum"undan başlayalım: Eğer "Allah'tan başkasını mabud tanımamak, O'na hiçbir şeyi ortak kılmamak ve insanları ilah edinmemek" Müslümanlar ile Ehl-i Kitap tarafından herhangi bir farklılık arz etmeyecek tarzda kabul gören ortak bir kelime ise ayet niçin "hasılı tahsile" çağırsın? Bir başka şekilde söylersek; ayette dile getirilen bu üç temel nokta Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında aynı tarzda benimsenip bağlanılmış hususlar olsaydı, "gelin bu hususlar üzerinde birleşelim" demenin elbette hiçbir anlamı olmazdı. Şu halde burada, Ehl-i Kitab'a, çarpıttıkları, tahrif ettikleri bir gerçek hatırlatılıyor olmalıdır ki, kitaplarının ve bütün ilahî dinlerin esasıdır. Nitekim –Allahu a'lem– 66. ayette dile getirilen husus da bu noktaya işaret ediyor olmalıdır ki, orada Ehl-i Kitab'ın, "hakkında bilgi sahibi oldukları hususlarda tartıştığı" dile getirilmektedir. Yani ayetin ilk muhatapları olan Ehl-i Kitap, mezkûr üç nokta üzerinde yapılan tahrif faaliyetinin bilincindedir ve meselenin aslından haberdardır… Ayetin mantukuna gelince, dikkat edilirse burada Ehl-i Kitab'a bir çağrı var: "Gelin" diyor ayet. Yani Efendimiz (s.a.v)'e bir noktada sabit durması ve Ehl-i Kitab'ı da o noktaya çağırması emir buyuruluyor. Elbette İlahî Kelam'ın hiçbir kelimesi hatta harfi için "abes" söz konusu değildir. Buradaki "Gelin!" çağrısı, ayetten, biraz bizim gitmemiz, biraz onların gelmesi suretiyle bir "ortak nokta"da buluşulması tarzında bir diyalog çıkarılmasını kesinlikle engellemektedir. Öyleyse eğer bu ayetten hareketle dinler arasında bir diyalog faaliyeti başlatılacaksa, Müslümanlar'ın, muhataplarına öncelikle ayette ifade buyurulan çağrıyı, Tevhidî konumlarını muhafaza ederek yapmaları gerekir. Yani diyalogun zeminini bizim durduğumuz yer ve mezkûr üç temel nokta teşkil etmelidir. Burada dinlerarası diyalog faaliyetlerinin içini, "tanıma ve anlama" kelimeleriyle doldurmaya ve diyalogun başka bir anlamı bulunmadığını söylemeye çalışanlara da bir uyarı bulunduğunu söyleyebiliriz: Bu ayet- 39 ten anladığımız odur ki, Müslümanlar'la diğer din mensupları arasındaki ilişki, onları tanıma ve anlama gayesine matuf ve bundan ibaret bir "diyalog" değil, "tebliğ" zemininde yürütülmelidir. Üstelik Yahudiler'i ve Hristiyanlar'ı tanımak ve anlamak için dinî metinlerimiz ve tarihsel tecrübemiz hangi noktalarda yetersiz kalmıştır ki, bugün böyle bir diyalog sürecine ihtiyaç duyulmaktadır? "Ehl-i Kitap hakkındaki ayetler günümüzde yeni bir bakış açısıyla ele alınmalıdır" diyenlerle Kur'an'ın "tarihsel bir metin" olduğunu söyleyenler arasında nasıl bir fark vardır? EFENDİMİZ (S.A.V)'İN TEBLİĞ FAALİYETLERİ Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İslam'ı tebliğ maksadıyla çeşitli kabilelere gitmesi, Ebû Cehil gibi müşriklerin ayağına kadar defalarca gitmekten imtina etmemesi de dinlerarası diyalog faaliyetlerine dayanak yapılmaya çalışılan hususlar arasında bulunuyor. Oysa bu ve benzeri hususların, Tevhid'i tebliğ amacına yönelik olduğu ve esasen bir peygamber olarak Efendimiz (s.a.v)'in en temel görevinin tebliğ olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu argüman kendiliğinden buharlaşacaktır. Eğer bugünkü diyalog taraftarları "Tevhid'i tebliğ" maksadıyla hareket ettiklerini söyleyecek olurlarsa, "tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemini nereye terk ettiklerini sormak gerekir. Ve yine sormak gerekir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğ maksadıyla gittiği yerlerde muhataplarını "tanıma, anlama ve hoşgörme" tavrında olduğunu gösteren bir belge var mıdır? NECRAN HEYETİ MESELESİ Bir diğer argüman da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Necran hristiyanları ile görüşmesi ve kendilerine ibadet et- 40 meleri için Mescid-i Nebi'yi tahsis etmesi olayıdır. Necran hristiyanlarını Medine'ye getiren eğer Hz. Peygamber (s.a.v)'in onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise, olay daha başından diyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış demektir. Zira burada da "tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemi ile taban tabana zıtlık teşkil eden bir durumun mevcudiyetini teslim etmek zorundayız. Akabinde Necran heyeti Medine'ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki ipek giysiler ve altın takılar sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendileriyle konuşmayı reddetmesini "diyalog ve hoşgörü"nün neresine yerleştirebiliriz? Hz. Peygamber (s.a.v)'in, herhangi bir Ehl-i Kitap grup ile –bugün yapıldığı tarzda– kendilerini İslam'a çağırmaksızın "sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum" tavrıyla diyalog kurduğunu gösteren bir belge var mıdır? Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle Efendimiz (s.a.v) arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz. İsa (a.s)'a geldiğinde 3/Âl-i İmrân, 59-61. ayetleri nazil oldu. Necran heyeti "mübâhale"yi kabulden imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak bu ayetlerin muhtevasına bakalım: "Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı; sonra ona "Ol!" dedi ve (o da) oluverdi. (Bu), Rabb'inden gelen bir gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma! Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara, "Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim" de." İmdi, Hz. İsa (a.s) hakkında muhataplarına Kur'an'daki sarahati ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar edemeyen diyalogcuların Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi ne kadar tutarlıdır? Bir de olaya şu açıdan bakalım: Necran heyeti, öyle görünüyor ki Medine'ye İslam'ı kabul etmek üzere değil, "bir orta yol bulabilme ümidiyle" gelmiştir. Bu niyetle başlayan macera, sonunda en temel anlaşmazlık konularından biri olan Hz. İsa (as.)'nın kimliği/kişiliği noktasına gelip dayanmıştır. Bu noktada inen yukarıdaki ayetler, Efendimiz (s.a.v)'e –aralarında kendisinin Hak Peygamber olduğunun farkında bulunanlar da olduğu halde–, bu heyet hakkında "diyalog, tanıma, anlama ve hoşgörü"yü değil, "karşılıklı lanetleşme"yi, yani köprüleri atmayı emretmektedir, neden? Nihayet "mübâhale ayeti"nin gereğini icra etmek için Efendimiz (s.a.v), yanına torunları, Hz. Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden razı olsun) bulunduğu halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı. Ancak durumun vehametini sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük belayı savuşturmak için Hz. Peygamber (s.a.v)'e "anlaşma" teklif ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası arasında kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir. Bu teklif üzerine Efendimiz (s.a.v)'in yazdırdığı anlaşma metni şöyle: "Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların bütün mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında Resulullah'ın hükmü, Temmuz 2011 onlara ihsanda bulunmaktır. Bin adet Recep, bin adet de Safer ayında olmak üzere ikibin adet elbise verecekler; her bir elbise kırk dirhem (bir okiyye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve okiyyelerden eksilen olursa, hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar, atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır. "Necranlılar elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve olay vuku bulursa otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef olanlar tazmin edilmek suretiyle Necranlılar'a geri verilinceye kadar elçimin kefaleti altındadır. Necranlılar'ın canları, dinleri, vatanları, malları, burada bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri ve onlara bağlı olanlar, Allah'ın himayesi ve Peygamber Muhammed'in emanı altındadırlar. Şu an içinde bulundukları hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiçbir şey değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip rahipliğinden, ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır. Ellerinde bulunan az ya da çok her şeyleri kendilerinindir. Artık ne geçmişten dolayı bir töhmet, ne de kan davası vardır. Onlar savaş için çağırılmayacak, mahsullerinden de ondabir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir. Kim hakkını isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir. "Bundan sonra kim faiz alırsa benim emanımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları yükümlülükleri yerine Temmuz 2011 getirip iyi hal üzere devam ettikleri sürece bu sayfada yazılı olan hususlar Allah'ın emri gelinceye kadar Allah'ın himayesi Resulullah Peygamber Muhammed'in emanı altındadır." İSLAM'A DAVET MEKTUPLARI Efendimiz (s.a.v)'in, çeşitli kişilere hitaben yazdığı, literatüre "İslam'a davet mektupları" olarak geçmiş bulunan mektupların dinlerarası diyalog faaliyetlerine "meşruiyet" gerekçesi yapılması, en hafif tabiriyle "çarpıtma"dır. Eğer bu mektuplar diyalog faaliyetlerine gerekçe yapılmaya uygunsa, bu faaliyetleri yürütenlerin, muhataplarına bu mektupların muhtevasında gördüğümüz tavrı aynen takınması, yani evvelemirde onları Tevhid'e çağırması gerekir. Yoksa bu mektupları diyaloğa referans olarak takdim etmenin kabul edilebilir bir yanı olamaz. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, herhangi bir Ehl-i Kitap grup ile –bugün yapıldığı tarzda– kendilerini İslam'a çağırmaksızın "sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum" tavrıyla diyalog kurduğunu gösteren bir belge var mıdır? Şurası açık ki, bu mektupların muhtevasında tebliğden mücerret (soyutlanmış) bir diyalogdan eser bile bulmak mümkün değildir. Temel görevi "tebliğ" olan peygamberlerin, insanları Hakk'a çağırmaksızın, onları oldukları hal üzere kabullendiğini söylemek, görevlerini yapmadıklarını söylemekten farksızdır! Eğer "tebliğ eşittir diyalog"sa, dinlerarası diyalog faaliyetlerinin üzerine inşa edildiği "tanıma, anlama, hoşgörme" gibi temel söylemler arasında niçin "tebliğ"e yer yok? Yıllardan beri yürütü- len bu faaliyetler meyanında "tebliğ" anlamına gelebilecek bir tavra niçin tesadüf edilmiyor? Eğer "tebliğ eşittir diyalog" değilse, Tevhid'e davetten başka hiçbir anlama gelmeyen bu mektupları niçin "tebliğsiz diyalog" faaliyetlerine gerekçe olarak kullanıyorsunuz?.. Denebilir ki "tebliğ, doğası gereği diyalogla bağdaşmaz; diyaloğun ilk şartı, tarafların birbirini "olduğu gibi" kabullenmesidir." O zaman biz de deriz ki, diyalog faaliyetlerine kitleler nazarında meşruiyet kazandırmak –hatta belki daha önce kendinizi ikna etmek!– için tebliğ maksatlı/muhtevalı Nebevî söz ve davranışlara sığınmaktan vaz geçin!.. MEDİNE VASİKASI Medine vesikasına gelince; Her şeyden önce bu vesikanın, daha önce merkezî bir yönetime sahip bulunmayan Medine ahalisi için yepyeni bir sistem inşa ettiğini görüyoruz. Bu sistemde Hz. Peygamber (s.a.v) ve Müslümanlar "metbu" (tabi olunan), diğerleri ise "tabi" konumundadır. Bu o kadar böyledir ki, –Muhammed Hamidullah'ın da vurguladığı gibi– bu vesika, Yahudi kabilelerini kesinlikle müstakil varlıklar olarak tayin ve tavsif etmemekte, aksine Müslüman Arap kabileleri ile müttefik olan Yahudi kabilelerinin birtakım hak ve sorumluluklarından söz etmektedir. Hatta Yahudiler'in özellikle siyasî bağımsızlıklarını kısıtlamıştır. Dolayısıyla Yahudiler'in bu vesikada, Müslümanlar'la eşit konumda olduğunu söylemenin imkânsız olduğu açıktır… Bütün bunlar bir yana, Yahudiler'in, mezkûr vesikanın iki madde- 41 sinde geçen "Allah'ın Resulü Muhammed" (s.a.v) tabirini kabul etmiş olmaları dahi bu vesikanın diyalog faaliyetlerinin meşruiyetine delil olarak kullanılmasının "akla ziyan" bir iş olduğunu ortaya koymaya yeterlidir! Yine bu meyanda mezkûr vesikada zikredilen kimseler arasında vuku bulabilecek bütün anlaşmazlıklarda veya öldürme hadiselerinde konunun "Allah'a ve Resulü'ne götürülmesi"nin hükme bağlanmış olması, altı çizilmesi gereken hususlar arasında bulunmaktadır. Bugüne kadar izlediği seyir ve katılımcı tarafların konumları itibariyle dinlerarası diyalog faaliyetlerinde bu vesikanın muhtevasıyla refere edilebilecek herhangi bir husus var mıdır? Öyle görünüyor ki, diyalog faaliyetlerinin Medine vesikasına dayandırılması çabası, bu vesikada Yahudiler'in dinî hayatlarına karışılmayacağının hükme bağlanmış olmasından kaynaklanıyor. Tarih boyunca İslam devletlerinin tebaası durumunda bulunan Gayrimüslimler'in dinlerine ve kimliklerine dokunulmamış olması da aynı maksatla öne sürülen hususlar arasında bulunuyor. Ancak yukarıda da söylediğim gibi burada İslam'ın, "tabi (Gayrimüslimler) ile metbu (Müslümanlar)" arasındaki ilişkiyi düzenleyen hükümleri bahis konusu- 42 dur. Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin yürütüldüğü konjonktür için ise (reel durumda Müslümanlar'ın metbuiyetinden söz edilemeyeceğine göre) iki şıktan biri geçerlidir: Ya esasen böyle bir "tabi-metbu ilişkisi" yoktur veya bu ilişki bugün için tersinden yürümektedir; yani Müslümanlar tabi, Gayrimüslimler metbu durumundadır. Bu şıklardan hangisini kabul ederseniz edin, dinlerarası diyalog faaliyetlerinin taraflarının şu anki konumları Medine vesikasındaki durumu yansıtmaktan uzaktır. Şu halde bu vesika da diyalog faaliyetlerine dayanak teşkil etmeye elverişli olmamalıdır… Bu vesika sonrasında Medine Yahudileri ile Müslümanlar arasındaki ilişkinin nasıl bir seyir izlediği ise ehlinin malumudur… Hasılı, Dinlerarası diyalog faaliyetlerini yürütenlerin, yaptıkları işin meşruiyetini (hatta "zaruretini"!) isbatlamak amacıyla ortaya attıkları sözümona "delil"lerin, maksadı hasıl etmekten uzak olduğu açıktır. SONUÇ OLARAK 1. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin "İslamî", hatta "İslam'ın emri" olduğunu ileri sürmekle, hal-i hazırda diyaloğu bir "politika", içeride (ve hatta belki "dışarıda" da) yaşanan sıkıntılardan bir "çıkış yolu" olarak görmek birbirinden farklı şeylerdir. Bunlardan ilki, yapılan işin "mahza emr-i ilahî" olarak nitelendi- rilmesi sebebiyle, diyaloğun İslam'ın "olmazsa olmazı" olduğunu ileri sürmek anlamına gelirken, ikincisi, –ucu yine Din'e dokunmakla birlikte– belli bir oluşumun sübjektif anlayış ve politikası sınırında tutulması ve anlaşılması gereken bir faaliyet olarak hadiseyi lokalize eder. Diyalog faaliyetlerini yürütenler, meseleyi ilk nokta-i nazardan ele aldığı ve dahi sonuçları da umumi olacağı için, önümüzde, bütün Ümmet-i Muhammed (s.a.v)'i ilgilendiren bir durum var demektir. Bu gerçeği meseleye bakışımızın temel hareket noktası yaparak devam edersek: 2. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin İslam'ın onayladığı biçimde yürütülüp yürütülmediği konusunda diyalogcularla aramızda görüş ayrılığı bulunduğuna göre, meselenin bizim baktığımız pencereden arz ettiği görünümü dile getirmek bizim için hem bir "hak", hem de "sorumluluk"tur. Şimdi şu ikileme bir bakın: Bir yanda Ümmet-i Muhammed (s.a.v), diğer yanda Ehl-i Kitap ve diğerleri. Diyaloğun "İslam'ın emri" olduğunu söyleyenler, nedense bunun, öncelikle Müslümanlar'a yönelik olarak yerine getirilmesi gereken bir emir olduğunu düşünmüyor, dillendirmiyor; onları olduğu gibi kabul edip kanaatlerine saygı duymuyor, hatta canları sıkıldığında Müslümanlar'ı türlü olumsuz sıfatlarla tavsif etmekten geri durmuyor. Temmuz 2011 Peki aynı kesimin Ehl-i Kitap ve diğerleri hakkındaki tavrı nasıl? Siz şimdiye kadar bu kesimin politikalarını belirleyenlerden, Ehl-i Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik her türlü ithamat ve hücümatını tenkit mahiyetinde bir satır okudunuz ya da duydunuz mu? Bütün kesimleriyle Ehl-i Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik olarak her sahada yürüttüğü "kuşatma" politikalarına inat ve ısrarla sessiz kalınırken, Müslümanlar'ın uyarı ve eleştirilerine tahammülsüzlük gösterilmesi belki diyalog zemininin zedelenmemesi kasdıyla ya da kendilerine yönelik eleştirilere haklılık payı kazandırmama düşüncesiyle açıklanabilir; ama bu tavrın "meşru/dinî" bir izahı yapılamaz! 3. Diyalog faaliyetlerinin, "yeryüzünde barış ve adaletin tesisi" söylemiyle gerekçelendirilmesi de inandırıcı olmaktan hayli uzaktır. Zira yeryüzünde barış ve adaletin tesisinin önündeki en büyük engelin bizzat Ehl-i Kitap olduğunu görmemek için ya aşırı saf veya maksatlı olmak gerekir. Diyelim ki bu gerekçeye samimi olarak inanıyorlar. Peki bugüne kadar "diyalog ve hoşgörü" adı altında düzenlenen organizasyonlar bu amacı gerçekleştirmeye ne kadar hizmet etmiştir? Dünya çapında Alayı vala ile yapılan 200'ün üzerinde organizasyondan geriye kalan nedir? 4. Bunu da izninizle ben söyleyeyim: Bu organizasyonlar Müslüman milletimizin hafızasını silici, Tevhidî hassasiyetini zedeleyici ve kültürel/toplumsal dokusunu tahrip edici bir işlev görüyor. Özellikle son yıllarda ortaya atılan "İbrahimî/semavî dinler", "dinlerin aşkın birliği" gibi kavramlar, İslam'la Yahudilik ve Hristiyanlık Temmuz 2011 arasındaki "temelli" ihtilafları buharlaştırıcı bir etki yapıyor. Gayrimüslimler ile aramızda "geriye dönük" ortak noktalar ihdas etmeyi hedefleyen bu kavramların yanı sıra, bir de "hakikati" buharlaştıran bir kavram kullanımda: "Dinsel çoğulculuk." "… Ancak ne yazık ki günümüzde Müslümanların çoğunluğu Allah tarafından kabul edilebilir ol- ride kaldığını, artık "izafiliğin" kabul edilmesi gerektiğini söylüyoruz!.. Aynı garabet, ülkemizde ve pek çok coğrafyada "Geleneksel İslam'ın Bayraktarı" ünvanıyla göklere çıkarılan bir isimde, Seyyid Hüseyin Nasr'da da görülüyor: Hz. İsa (a.s)'ın, tanrısal bir varlık olarak kabul edilmeyi insanlara asla öğretmediğini, bu anlayışın Kilise'nin ürünü olduğunu ve artık terk edilmesi gerektiğini söyleyen Hristiyan bilim adamı John Hick'e itiraz eden Nasr, bu doktrini Hristiyanlar için Tanrı'nın murad ettiğini, bu doktrini kabul etmenin bir hata olmadığını ve Hristiyanlar'ın da buna böyle inanmaları gerektiğini söylüyor![26] Alemlerin Efendisi (s.a.v) ne buyurmuştu: "Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna uyacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz…" ------------------------------------[1] Hristiyan dünyada 325 yılındaki I. İznik Konsili'nden itibaren 1962'ye kadar 21 büyük konsil toplanmıştır. Bu konsillerde, mayı sadece Hz. Muhammed'in mesajını yani kurumsal İslam'ı izleyenlerle sınırlayarak tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları gibi kendilerinin dışındakilere karşı dışlayıcı bir tutum takınmaktadır. Bunu yaparken de Hz. Muhammed'in misyonunun ne yeni bir din kurmak ne de Yahudi ve Hıristiyanlık gibi diğer dinsel geleneklere hakkıyla tabi olanları kendi izleyicisi yapmak olmayıp bilakis Hz. İbrahim'in dinine uymak, onu tamamlamak ve kendinden önce gelen peygamberleri tasdik etmek olduğu gerçeğini unutmaktadırlar…"[25] Hristiyanlığın iç meseleleri, İsa Mesih'in tabiatı, ikonların kutsal değeri, Kilise-Devlet münasebetleri, Papa'nın seçilme usulü, yanılmazlığı, piskoposlarla ilgili çeşitli meseleler ve Protestanlığın zuhuru, Aydınlanma'nın zorladığı açılımlar gibi içe, Haçlı seferleri, Moğol istilası, Kudüs'ün Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi, Grek saldırıları, Osmanlı fütuhatı... gibi dışa dönük meseleler görüşülmüştür. Bkz. Mehmet Aydın, Hristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsili, 15 vd. [2] Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, 88.[3] NA, 2. (Bu yazıda Vatikan belgelerine yapılan atıfların tamamı bir önceki paragrafta mezkûr çalışmadan alınmıştır.)[4] LG, 17. [5] NA, 2. [6]AG, 9 vd. [7] AG, 3. [8]NA, 2 vd. [9]Bkz. 2/el-Bakara, 135; 3/Âli İmrân, 72,3; 5/elMâide, 18... [10] Geniş bilgi için bkz. Güngör, 90 vd. [11] Güngör, 94 vd.[12] NA, 3. [13] Güngör, 209. [14] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, 369-70. [15] Yıldırım, 133. [16] AG, 2. [17] Güngör, 171. [18] Güngör, 172. Bir müslümanın kaleminden dökülen bu satırlar, bu ülkeyi misyonerlik için "verimli bir alan" haline getirmek dışında bir fonksiyon icra edecekse eğer, hiç şüpheniz olmasın, o, "ebedi hüsran"dan başka bir şey olmayacaktır. Zira Kur'an, İslam'dan gayrı bir din arayanın bu çabasının hüsran olduğunu vurgularken bizler "hakikatin mutlaklığı" döneminin ge- [19] RM, 55. [20] EN, 18. [21] RM, 55. [22] RM, 57. [23] Güngör, 180. [24] RM, 52. [25] Mahmut Aydın, Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, 99. [26] Mahmut Aydın, İsa Tanrı mı? İnsan mı?, 170. Nasr'ın bu bağlamda "izafi mutlak" kavramını kullanmasının sebeb-i hikmetini öğrencisi İbrahim Kalın'a sorduğumda, farklı dinlere mensup heterojen kitlelere hitap ettiğini; onları ürkütmemek için böyle bir dil kullanmak zorunda olduğunu söylemişti. Acaba Tevhid'e kendi ayağıyla bu kadar yaklaşmış bir Hristiyanı "Tanrı böyle istiyor" diyerek Teslis'in kucağına iteklemeye çalışmanın sebeb-i hikmeti ne ola ki?! 43 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” “BANA NE DİYEMEZSİN” Ersan BİLGİN Rabbimiz buyuruyor: -“Asra yemin olsun ki, insanlık hüsrandadır. Ancak ve ancak hakkıyla iman edenler, Salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler felaha-kurtuluşa ermiştir.” (Asr 1,2,3) “Sen, (insanları) Rabbi’nin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.”(Nahl,125) - “İnsanları Allah'a davet eden, Salih ameller (dünya ve ahiret için iyi işler) yapan ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimselerden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) - “Ya ümitsizsiniz. Ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz. Ya da çare sizsiniz.” - “Kendini Hak ile meşgul etmezsen, batıl seni işgal eder.” (İmâmı Şâfîi) - Kendinle beraber başkalarının saadeti için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer erdemli bir hayattır. - “Allahım! Hakkı hak olarak bize göster ve hakka tabi olmakla bizleri şereflendir. Batılı da batıl olarak 44 bize öğret ve batıldan uzak durmakla bizleri kıymetlendir.” Amin. (Hadis-i Şerif) - Gerek şahsî işlerimizde gerekse ibadet ve İslamî hizmetlerde, çalışmalarda muvaffak mı olmak istiyoruz? Öyleyse: Önemseyecek, Benimseyecek, Planlayacak, Uygulayacak, Fedakarâne çalışacağız. Sabırlı olacağız. Daima Rabbimiz’e sığınacağız. Peygamberimiz aleyhisselam byuruyor: “İsrailoğulları arasında zulüm yaygınlaştığı dönemlerde, bir kimse diğerini günah işlerken görünce evvela onu bu yaptığından sakındırırdı. Fakat (daha sonraları) ertesi gün onunla oturup kalkabilmek ve yiyip içebilmek için kötülükten sakındırmaz oldular. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kalblerini birbirine benzetti ve haklarında: “İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve Meryem'in oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (Maide,78-79) ayetlerini indirdi. Evet, siz de ya zalime engel olup onu, hakka çekersiniz, ya da bu durum sizin başınıza da gelir.” (Tirmizi) - Kainat’ın Efendisi (sav) buyuruyor: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki siz ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ya da Allah (cc) kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.” (Tirmizi) Temmuz 2011 - Hz. Lokman, oğluna şu nasihatte bulunuyor: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman,17) - “(Ey Rasulüm)De ki: İşte benim yolum budur; ben sizi (körü körüne değil) basiret üzere Allah'a davet ediyorum.” (Yusuf,108) - İnsanlığın önderi ve örneği Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “Mazluma da zalime de yardım edin.” soruluyor. “Mazluma yardımı anladık da zalime nasıl yardım edebiliriz?” “Onun zulmüne engel olmaya çalışın, bu da ona bir yardımdır.” (Tirmizî, Fiten/68, 2255) Zalime yardım edin, yani zulmüne engel olmaya çalışın ki başkasına daha fazla zulmetmesin. Ona yardım edin ki kendine de daha fazla zarar vermesin. Öyle ya, zulmüne devam ettikçe Allah’ın lâneti, mazlumların ahı ve bedduası onun peşini bırakmayacaktır. Hem bu dünyada, hem de ötede fitil fitil burnundan gelecektir. Yaptığı haksızlıkların karşılığını mutlaka görecektir. Siz yine de merhametli olun, ona engel olmaya çalışın. Zalime asla prim vermeyin, yüz vermeyin, destek vermeyin… Müslümanlar her yönden güçlü olacaklar, otorite Müslümanların elinde olacak, zalime zulüm yapacak fırsat tanınmayacak, zalimin eline imkan geçmeyecek. Müslümanlar güçlü olduğu kadar cesur 45 veremez...” (Mâide: 5/105) âyetini okudular. Sonra da bunu şöyle tefsir ettiler: “Allah Teâlâ içlerinde işlenmekte olan fenalıklara ve kötülüklere engel olmaya gayret etmeyen ve bunlara nefret gözüyle bakmayan toplumlardaki tüm insanları cezalandırdığı gibi onların dualarını da kabul etmez.” Hz. Ebubekir Sıddîk bunları söyledikten sonra iki parmağını iki kulağına sokarak “Eğer ben bunları dosttan işitmemişsem şu iki kulağım sağır olsun” dedi.[Hayat’üs Sahabe] - Hz. Ebubekir şöyle buyurmuştur: “Kendilerini engelleyebilecek kadar güçleri olduğu halde ümmet, içlerinde Allah’a isyan edenlere engel olmaz ve onlara karşı çıkmazsa Allah üzerlerine bir bela indirir. Sonra bu belayı da onlardan uzaklaştırmaz.” Müslümanın gayesi, bütün insanların dünya ve ahiret mutluluğu ve saadeti için çalışarak Yüce Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her Müslüman, Yüce Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade, his, ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en büyük ibadet sayar. Her Müslüman, kendi mutluluk ve saadetinin toplumun ve insanlığın mutluluk ve saadetinden geçtiğinin şuurundadır. olacak, bir ve beraber olacak, alimleri önde olacak ki zalim diz çöksün… Her Müslüman; Doğru ile yanlışı ayırır ve Doğrunun hakim olması için, -İyi ile kötüyü ayırır ve İyinin hakim olması için, Hz. Ebubekir’in; “Siz Kendinizi Korumaya Bakın!” (Mâide 5/105) Ayetini Tefsir Etmesi… - Hz. Ebubekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde minbere çıkarak Allah’a hamdettikten sonra şunları söyledi: “Ey insanlar! Sizler ‘Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete (yanlışa ve sapıklığa) gitmesi size bir zarar veremez...’ (Mâide: 5/105) âyetini okuyor fakat doğru yorumlayamıyorsunuz. Ben Hz. Peygamber’in (sav); “İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder” buyurduğunu işittim” [Kenz II/138] - Ebubekir Sıddîk, Allah Rasûlü’nün Halifesi ünvanını aldığı gün Hz. Peygamber’in minberine çıktı. Allah’a hamd ü senâlar ettikten, Hz. Peygamber’e salât u selam getirdikten sonra ellerini, Hz. Peygamber’in hayatlarında iken oturmakta oldukları basamağa koyarak şunları söyledi: “Bir keresinde dost (Hz. Peygamber as) şuraya oturdular ve “Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete gitmesi size bir zarar 46 -Faydalı ile zararlıyı ayırır ve Faydalının hakim olması için, -Adalet ile zulmü ayırır ve Adaletin hakim olması için canla başla çalışır. Çünkü mutluluk ve saadet; doğrunun, güzelin, iyinin, faydalının ve adaletin hakim olması ile mümkündür. - Milli Görüş Liderimiz Merhum Prof. Dr. Muhterem Necmettin ERBAKAN Hocamız, bizlerin diğer insanlar üzerindeki sorumluluğunu şu veciz örnekle anlatıyordu: “Örneğin sen şurada masada oturuyorsun. Bir adam elinde baston gözleri ama karşıdan tık tık geliyor. Onunla senin aranda üzerinde 500 bin volt eletrik bulunan bir çıplak kablo var, adam bassa yanacak. O kablo senin masanda bir düğmeye bağlı. Sen o düğmeye basarsan elektriği kesip adamı ölmekten kurtarabilirsin. Ancak öyle yapmaz da -Efendim bu adamı buraya ben mi çağırdım? -Efendim kabloyu ben mi döşedim?, -Elektriği de kabloya ben vermediğime göre bana ne? derse, Allah Teala o kimseyi yargılar. “Be adam sen odun musun, Temmuz 2011 taş mısın, gözünün önünde adam ölüyor sen seyrediyorsun.” - Efendim ben tam basacaktım ceketim kancaya takılmış, - Tam basacaktım ki 5 kişi kolumdan tuttu… Gerekirse ceketin yırtılacak, o beş kişiyle mücadele edip kolunu kurtaracaksın ve düğmeye basacaksın. Çünkü o kimsenin yaşamı senin ceketinden de beş kişiyle mücadele etmenden de çok daha mühimdir. Asla bana ne diyemezsin. İnsanlar şuurlansın, Hakkı üstün tutan bir düzen kurulsun amacıyla yapılan hizmetler bu düğmeye basmak gibidir. Bizim yolumuz ikna yoludur. Tatlı dildir, güleryüzdür.” - Dr. H. İbrahim KUTLUAY Hocamız bir yazısında şöyle haykırıyordu: “Bugün İslâmî bir duruşa, İslâmca, Kur’anca, müslümanca duruş’a muhtacız. Bugün böyle bir duruşa şiddetle ihtiyaç var. Olayları, kişileri, tarihi, coğrafyayı, siyaseti, ekonomiyi, bilimi, hayatı, geçmişi ve geleceği değerlendirirken İslâmî bir duruş bekleniyor, bizden.. Duruşumuz onurlu, kararlı, istikrarlı, ilkeli kısaca gerçek anlamıyla İslâmî bir duruş olmalı; ama tavizsiz ve korkusuz bir duruş olmalıdır. Tavrımız, her vesileyle gönlümüzdeki iman ve ihlası, sevgi ve şefkati ortaya koyduğumuz samimî bir tavır olmalıdır. Arkadaş!.. Yıllardır bu dâvâya hizmet ettiğini söyleyen sen.. Şu anda nerede ve hangi konumdasın?.. Bana “Dâvâ, kimsenin umurunda değil, herkes menfaat peşinde”, deme.. Arkadaşım, bizden sadece konuşan, suçlayan, eleştiren değil; icraat sergileyen, inandığını yaşayan, kendine has imanî duruş’unu ortaya koyan mü’min olmamız isteniyor. Soruyorum… Arkadaşım!.. Ne yaptın, Allah için?!. Ne yapıyorsun, Allah için?.. İslâm’a, müslümanlara hizmet etme noktasında planın, programın ne?.. Düşündün mü?!.. Hangi meslekte olursan ol, dâvâna ve dinine hizmet edebilirsin. Yeter ki azimli, gayretli ve ümitli ol!.. Seni pasifize ve nötralize eden, söz ve tavırlara aldırma.. Yerli veya yabancı din, iman, vatan düşmanları… Planlı ve programlı çalışırken senin onlardan daha düzenli, daha sistemli, daha planlı ve daha programlı çalışman gerekmez mi? İslâm dâvâsına karşı bu ilgisiz, kayıtsız ve duyarsız duruş’un ne zaman sona erecek, Allah aşkına? Kardeşim… Dünkü samimî ve ihlaslı duruşunu tekrar kazanmaya çalış. Başkasından bekleme, sen gayret et… Sen çalış... Fedakâr ve vefakâr ol. Sevgi ve şefkat elçisi ol. Sen hikmetle ve basiretle yürürsen mutlaka senin arkandan gelenler olacaktır. Önce sen, her şey seninle başlıyor.. Uyan, kendinle barış ve uyandır, insanlığı.. Ayağa kalk, artık ve samimî bir gönülle koşmaya başla!. Kum feenzir!..(Kalk ve uyar!..) (Müddessir, 2)” - Allah Teala buyuruyor: “Sen, (insanları) Rabbi’nin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.” (Nahl,125) - Sevgili Peygamberimiz (sav), sadece ve sadece İslam’a davet amacıyla gittiği, pek meşakkatli Taif yolculuğundan, oradaki insanların düşmanlığı sonucu elleri ve ayakları kanlar içinde dönerken Rabbimiz’e şöyle yalvarıp yakarıyordu: “İlahi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat Sen’in lütuf ve ihsanın, benim için daha geniştir. İlahi! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına duçar olmaktan Sana sığınırım… İlahi! Sen razı olasıya kadar affını diliyorum. Bütün kuvvet ve her kudret ancak Sen’dendir, Ya Rabbi!” (İbn-i Hişam) Temmuz 2011 47 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” RÖPORTAJ AYDIN BAŞAR RAMAZAN IŞIK: “İSLAM’DA ELBETTE TATİL VARDIR.” amazan Işık Hoca kelimenin tam anlamıyla bir Arapça sevdalısı… Genç yaşından itibaren Arapça’dan tercümeler yapmaya başlamış... Arabistan’da ve Irak’ta bulunmuş. Muhammet Es Sabuni ve Mahmut es Savaf gibi âlimlerin derslerine katılmış. Kitaplarını her yerde bulmak mümkün... Lafı fazla uzatmadan “sözü ve sohbeti tatlı güzel bir alim” diyerek özetleyelim onu... Ayrıca www.sumbulefendicamii.com adresindeki vaazını dinlemenizi tavsiye ederiz. Kendisiyle yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünü okurlarımızın istifadesine sunuyoruz. R Bir müddet yurt dışında bulunduktan sonra İmam Hatip Lisesi’nde idarecilik ve öğretmenlik yaptınız. Nasıl bir öğretmendi Ramazan Hoca? Mesela sıfırlarınız bol muydu? Kesinlikle ben kimseye zayıf vermedim. Üçlük talebeye dört, dörtlük talebeye de beş vermişimdir. Zayıf vermek caydırıcı olabilir, talebelere çeki düzen vermek ve onları kitaba bağlamak için faydalı olabilir. Ama o zayıfla talebeyi dersten soğutacaksanız, notun 48 bir kıymeti kalmıyor. Amaç hâsıl olmadıktan sonra o zayıf neye yaradı? Ben âcizane bunu tüm öğretmenliğim müddetince uyguladım ve hamdolsun güzel şeyler oldu. Talebelerim de beni hakikaten hiç üzmedi. Genç meslektaşlarınıza tavsiyeleriniz var mı? Efendimiz sallalahü aleyhi ve sellem; “Ben muallimim” buyuruyor. Efendimiz nasıl bir öğretmendi? Biz buna bakacağız ve kendimize ayar vereceğiz. Ne yaptı Peygamberimiz? Gitti sahabelerin arasına oturdu. Demek ki öğrencilerden kaçmayacağız… Onların arasına gireceğiz. En başta talebeyle iletişimiz güçlü olacak… Talebe istediği zaman gelip sorusunu soracak, sıkıntısını paylaşacak, çekinmeyecek. İyi bir öğretmen öğrencilerine nasıl davranmalıdır? İnsan tabiatı güzelliklere uygun yaratılmıştır. Bu yüzden iyi bir öğretmen talebelerine tebessüm etmeli, güler yüz göstermelidir. Bu şekilde eğitilirlerse çocuk- lar; zorla değil de bir telkinle anlayacak kıvama gelirler. Bir şeyleri zorla yaptırmanın talebeye bir menfaati olmaz. Malumunuz yaz tatilindeyiz. “Müslüman’ın tatili olmaz” diye bir söz var. Sizce bu söz doğru mu? Hayır, doğru değil. Hadis-i şerifte; “Men la tatile lehu la tahsile leh…” yani; “Tatili olmayanın tahsili de yoktur” buyruluyor. Kafasını dinlendirmeyenin, tatil yapmayanın tahsil durumu olmaz deniliyor. Tatil, burada boş durmak, yan gelip yatmak anlamında değil… Çalışmalarımıza biraz daha hız verebilmemiz için, dinlenmek, deşarj olmak anlamında… Tatil yapacağız ki daha verimli çalışalım. Arapçadaki “tatil” bizim anladığımız anlamda mı? Tabi… Mesela “taattalatil medarisu” diyoruz. Yani okular kapandı, yani son verildi demek. Bir işi geçici olarak bırakmak, ara vermek söz konusu. Okullar kapanınca derslere ara verilmiş oluyor. Bu ibret konusunu biraz açalım mı? Tabiatı seyrederken ne düşünmeliyiz? Onun Allahü Telala’nın kevni ayeti olduğunun bilinciyle onu seyretmeliyiz. Kur’an bize nasıl Allah’ı anlatıyorsa, tabiat dediğimiz kevni ayetler de bize O’nu anlatıyor. Yani, tabiat bize bir ders veriyor. Allahü Teala “Yerlerde göklerde nice ayetler vardır” buyuruyor. Buradaki “ayetler” Allah’ın varlığını birliğini izhar eden işaretler anlamındadır. Yeryüzüne bakıyorsunuz size bir meyve ikram ediyor. O da size şifa kaynağı oluyor. Her birisinin ayrı tadı, ayrı lezzeti var… Her birinde ayrı vitaminler var… Bunları ağaçlardan sarkıtan kim? Kim bu ziyafet sofrasını önümüze serdi? Demek ki bu güzel bitkileri çıkartan toprağa emrini geçiren bir Zat var. Sonra gökyüzüne bakıyorsunuz, kuşları görüyorsunuz. Allah kuşları öyle yaratmış ki onların kemiklerinin içi boştur, hafiftir… Onlar bu sayede rahat uçabiliyorlar. İşte bunları ibret nazarıyla düşünüyorsunuz. Allahü Teala kainattaki bu uyumu, bu düzeni insanlar görsünler diye yaratmıştır. Ama gafil insan ne yapıyor? Kuşlara bakıyor: “Aaa ne güzel Dinimizde tatil yapmayla ilgili bir sıkıntı yok anlaşılan… Adam yıl boyu çalışıyor, zihnen ve bedenen yoruluyor, yıpranıyor. Yazın birkaç hafta ağaçlar olan, ırmaklar olan bir yerlere gidiyor. Bunda ne mahsur olacak? Hatta dinimiz bunu tavsiye de ediyor. Allahü Teala Kur’an-ı Kerim’de “essayihun” buyurarak “seyahat edenler”i övüyor. Önemli olan bu seyahatin meşru dairede olmasıdır. Yani tatil yapıyorum diye farzları terk ederse, ibadetlerinden, namazından, Kur’an’ından uzak kalırsa o tatil, tatil olmaz… Ağaçlar, çiçekler, deniz veya bir göl kıyısı ve ferah bir rüzgâr… Bu güzellikleri görmeliyiz diyorsunuz öyle mi? Allahü Teala denizler, nehirler, dağlar, ormanlar yaratmış… Bunların hepsi de insanın hoşuna giden şeyler. Demek ki Allah insanoğlunun huzurlu yaşaması için ne lazımsa ortaya koymuş. İnsan bu nimetlerden neden istifade etmesin? Mesela biz İstanbul’da yaşıyoruz. Her şey İstanbul’da bulunamayabilir. Bazı yerler var ki insanın ibret nazarını celp ediyor, öyle mesajlar veriyor ki hayretini artırıyor… Temmuz 2011 kuş” diyor. Oysa asıl onu yaratan Allah güzeldir; o kuşu yaratmış ki onu Yaratan’ı bilesin diye. İbretle bakmanın eğitimi olabilir mi? Yani bu öğretilebilen bir şey mi? Allahü Teala her yere ibret levhalarını yerleştirmiş. Onu görmeyi bilmektir mesele… Mesela Eminönü’nden vapurla karşıya geçerken bakıyorsunuz bir anne martılara ekmek atıyor, martılar gelince de çocuklarına seyrettiriyor. İşte size güzel bir eğitim. Çocuğa ibretle bakmayı öğretiyor anne… Soruyor; “evladım bu martı kuşlarının ayakları neden perdelidir?” Sonra şu cevabı almaya çalışıyor; “Suda yüzmesi için böyle yaratılmış.” Demek ki Allah martıları denizde seyahat edenler ibret alsınlar diye yaratmış… Allah razı olsun bize vakit ayırdığınız için… Allah cümlemizden razı olsun. 49 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” İBRAHİM FAHREDDİN EFENDİ AHMET HALİLOĞLU [email protected] alvetiyye; Osmanlı coğrafyasında neşvü nema bulan; kök saldığı yerlerde sökülmeyen Ehl-i Sünnet çınarı bir vuslat yolu. Bizim coğrafyamızda pek çok alt şubeye ayrılan Halvetiliğin; en önemli kollarından birisi de Ramazaniyye’den Hazreti Pir Nureddin Cerrahi vasıtasıyla müstakil bir meşrebe tebdil edilen Cerrahilik. Karagümrük’teki Cerrahi Asitanesi Devlet-i Aliyye’nin sultanları dahil pek çok kişiyi tenvir etmiş; insan üstü insan olma yollarını öğretmiş kutlu bir ocak… Bu ocağın en önemli hususiyetlerinden birisi de Batılılaşma rüzgarının tarumar ettiği onca tekkeye karşın Cerrahi Asitanesinin bugün dahi dimdik ayakta olması.. Bunda en büyük pay sahibi kuşkusuz Asitanenin Osmanlı’dan miras şeyhi İbrahim Fahreddin Şevki Efendi Hazretleridir. H 1940’ların en zorlu günlerinde bile tekkenin kapısına kilit vurmaz, vurdurtmaz. Pek çok tekke ve dergâh yıkılırken Cerrahi Asitanesi İbrahim Fahreddin Efendi’nin olağanüstü gayretiyle zikir halkasını tatil etmez. İbrahim Fahreddin Efendi; 1886’da asitanede dünyaya teşrif buyurur. Babası asitanenin şeyhi Mehmed Rıza Efendi’dir. Daha yürümeyi doğru düzgün öğrenmeden ilim meclisleri ile tanışır, zikir halakalarına karışır. Bir yandan ulum-u diniyye tahsili ile meşgul olur, ardından Canfeda Hatun Mahalle Mektebine 50 başlar. Fahreddin Efendi dokuz yaşına bastığında; dergahın postnişini olan amcasına intisap eder. On bir yaşındayken Piri Muazzam Nureddin Cerrahi’nin tertip ettiği virdi okuma müsaadesi alır. On iki yaşındayken amcasının terk-i dünya etmesi üzerine babası Mehmed Rıza Efendi’ye intisap eder. Artık ulvi iklimlere yolculuğa başlar. Bugün dervişlik kolay iş ama o devrede dervişlik ancak er kişilerin işidir. Şeyhinden “Himmet dede” diyerek yardım isteyen dervişe “Hizmet evlat” denildiği zamanlardır. Bu yüzden İbrahim Fahreddin Efendi’ye şeyh-zade olması hasebiyle babası ve mürşidi Mehmed Rıza Efendi Hazretleri müsamaha göstermez. Dergâhın hizmetine başlar. Önce kahve nakipliğine getirilir. Rüşdiye’de okurken Fatih Dersiamlarından Hafız Fazıl Efendi’den Arapça dersleri alır. Filibeli Ahmet Efendi’nin rahlesinin önüne diz çöküp mürekkep yalar. Hat dersleri alır. İki hat çeşidinden icazet alır. Birisi sülüstür, diğeri nesih. Makamı yükseldikçe hizmet mesuliyeti de artar. Asitanenin çerağcılığına terfi eder. Matbah-ı asitanede aşçı yamaklığı ile dervişlerin çorbasını pişirir. Pişirdiği çorbalar nur olur. Hizmetteki son makamı ise türbedarlıktır. Eriştiği şerefin büyüklüğüne bakın. Hazreti Pir Nureddin Cerrahi Hazretlerinin makamında O’na hizmet şerefine nail olur. Türbedarlık yaparken Melami Temmuz 2011 Şeyhi Abdulkadir Belhi Hazretlerinin talebelerinden Fazlullah Rahimi Efendi’den Farsça öğrenir. 1901 yılında babasından hilafet alır. Yol bitmiş ama hizmet bitmemiştir. Mevlana’nın buyurduğu gibi halka hizmet hakka hizmettir denir ve hizmetin en zorlusuna gönderilir. 1905 yılında Rumeli’nde Koçana (bugün Makedonya sınırları içinde) Cerrahi Tekkesine tayin edilir. Rumeli’nin kargaşa dönemidir ama Koçana’da onlar gönül uyandırır, yüzlerce cana hizmet eder. Koçana hizmeti bitince İstanbul’a geri döner ve Üsküdar Mehmed Arif Dede Dergahında canları uyandırır. Nice gönül çerağını tutuşturur. 1912’de yılında babası ve mürşidi Mehmed Rıza Efendi Hazretleri hakk’a yürüyünce asitanenin postnişinliğine Meclisi Meşayıh tarafından tayin edilir. Devir Osmanlı devridir, bugünkü gibi kendi başınıza şeyh olamazsınız. Mürşidinizin hilafetname vermesi yetmez, kemalatınızı mürşitlerin oluşturduğu Meclis-i Meşayıh tasdik etmezse irşat edemezsiniz. İşte böyle zorlu bir geçişten sonra postnişin olarak irşad vazifesini üstlenir. Birinci Dünya Savaşının ardından Dersaadet işgal edilir. Herkes gibi İbrahim Fahreddin Efendi’nin 51 de içi kan ağlar ama çaresizdir. İşgale sessizce direnirler. Yapabilecekleri bir şey yoktur. Yerli Rumlar ve Ermenilerin şımarıklığı bir yandan, işgalci İngiliz ve Fransız askerlerinin taşkınlığı diğer yandan Dersaadet halkını kahreder ama çaresiz susmak zorunda kalırlar. Ama bir gün Haydarpaşa Garında şahit olduğu manzaraya dayanamaz. Sohbeti baldan tatlı, yüzü nurdan parlak Allah dostu şahlanır. İşgalci Fransız subayı; muhtemelen esaretten gelmiş, harbin bin bir çilesini görmüş garip bir Osmanlı erini çağırır. Yüksek sesle tabii Fransızca bağırmaya, el kol hareketleri ile de niye selam vermediğini sorar. Ama garibim Osmanlı Askeri Fransızca’yı ne bilsin. Yıl 1920’dir ve Osmanlı’nın harp çilesi 1911’de başlamış dokuz yıl geçmesine rağmen bitmemiştir. 1911’de evinden çıkanlar Libya’dan Rumeli’ne koşmuşlar, iki Balkan Harbinde terhis görmeden Birinci Dünya Savaşına girmişlerdir. Şehit olmayanları esaret günlerini yaşamışlardır. Osmanlı Askerinde bu hali pür melalde Fransızcamı kalır? Zaten işgalci Fransız Subayının niyeti başkadır. Birkaç kelamdan oluşan bağırmadan sonra basar zavallı ere tokadı. Er çaresiz ne yapsın, iki damla gözyaşı döker gözünden, karşılık verememenin acısı ile eğer başını önüne… 52 Olayı karşıdan seyreden İbrahim Fahreddin Efendi bu manzara karşısında dururmu? Hamiyet-i diniyesi şahlanır. Zaten işgalcilerin tutumunda ötürü bıçak kemiğe dayanmıştır. Eliyle gel diye işaret eder ve çağırır Fransız subayını yanına. Fransız subay; Fahreddin Efendi’nin nur çehresinin heybetine kapılır koşa koşa gelir. Nefti yeşil Cerrahi tac-ı şerifi ile, simsiyah cübbesi ile adeta nuranileşmiş bir çehre karşısında basireti bağlanır Fransız Subayın, selam vermeyi unutur. Az önce subayın Osmanlı askerine yaptığı el kol hareketlerini tekrarlar Fahreddin Efendi ; hal diliyle “Hani Selam” der. Ardında da bir Osmanlı tokadı akşeder ki yeniçerilerin talimlerinde mermere attıkları tokat gibidir. Haydarpaşa Garı tokadın şiddetinden inler. Fransız subayı; Osmanlı tokadı ile bir seksen iki doksan uzanır kalır yere. Manzarayı gören işgalci askerler bir şey yapamazlar, döner arkasını gider İbrahim Fahreddin Efendi. İşgal günlerinde İngilizlerin alimlerden ve meşayıhtan çekinip pek ilişmemeleri nedeniyle Anadolu’ya direnişe katılmak isteyen pek çok subaya yardımcı olur. Kimisi cübbesinin altında silah kaçırır, kimisi subayların Anadolu’ya geçmesine yardımcı olur. İbrahim Fahreddin Efendi de pek çok subaya yardım Temmuz 2011 edenler arasındadır. Hoş işgalden kurtulduktan sonra yeni düzen şeyhleri gözden çıkarır ya orası da ayrı bir konu. 1921 yılında tüm yokluklara rağmen Nureddin Cerrahi Asitanesini aslına uygun olarak tamir ettirir. Miladi 1925 yılı Anadolu’ya bir karabasan gibi çöker. Binbir bahane ile medreseler ve tekkeler kapatılır. Bin yıllık irfan yuvaları bir kalemde silinir, atılır. Arapça’nın, Farsça’nın en fasih usullerinin öğretildiği, mantıkta İsmail Gelenbevi gibi bir kametin yetiştirildiği ilim ve hikmet mektepleri gözden çıkarılıverir. Tekkelerin harem kısımları şeyh efendilere lojman adı altında verilir ama tevhidhaneler ile selamlık kısımları ya mühürlenir ya da kiraya verilir. İşte böyle bir ortamda bir gün Nureddin Cerrahi Asitanesinin de kapısı çalınır. Gelen gariban bir memurdur. Asırlardır devran meclislerinin ruhları cuşu huruşa kaldırdığı tevhidhanenin camına kiralık levhasını asmaya gelmiştir. İbrahim Fahreddin Efendi; gelen gariban memur emir altındadır diye önce mutedil davranır, kalbini kırmak istemez. Yaptığı işin vebalini anlatmaya çalışır. Ama laftan anlamayacağını görünce; memuru yaka paça dışarı atar. “Ben sağken o levhayı buraya asamazsın” diyerek inanılmaz bir direniş gösterir. Ardından da bağırır :” Seni gönderen; o levhayı karısının alnına assın.” O dönemin zor şartlarında bile tekkeyi kapattırmamak içinden gelen uğraşı verir. Kolay değildir, İstanbul’un en çok bilinen tekkelerinden birisinde üstelik Fatih gibi büyük bir merkezde vazifeye devam etmek. Ama tabiri caizse kelle koltukta hizmete devam eder. Hak aşıklarını Maşuklarına erdirmek için gecesini gündüzüne katar. Bütün bu hengâme arasında 1941 yılında tekkeyi bir kez daha tamir ettirme şerefine nail olur. Muhibbi Sefer Dal olmak üzere on dört insan-ı kamili yetiştirmeyi başarır. Ardında on dört mürebbi-i rabbani bırakır. 1940’ların en zorlu günlerinde bile tekkenin kapısına kilit vurmaz, vurdurtmaz. Pek çok tekke ve dergâh yıkılırken Cerrahi Asitanesi İbrahim Fahreddin Efendi’nin olağanüstü gayretiyle zikir halkasını tatil etmez. Baskılara rağmen Allah Allah sesleri susmaz. Envar-ı zikrullah Arş-u Ala’dan Karagümrük’teki Cerrahi Asitanesine katre katre değil adeta oluk oluk yağar. Günah ve masiyetlerden kararmış kalpler zikrullah ile, zikir halakasının rahmetinden İslam’a karşı yumuşar. Rüya tabirinde ehil olan Fahreddin Efendi; 1966 yılında başucunda halifesi Sefer Efendi Hazretlerinin okuduğu evrad-ı Cerrahi ile Hakk’a yürümüştür. Sefer Efendi ve Kemal Efendi’nin su dökmesi ile mübarek naşı Kitapçı Hacı Muzaffer Efendi tarafından yıkanmıştır. Anne ve baba tarafından seyyid olan Fahreddin Efendi’nin vasiyeti üzerine gözlerinin üzerine Kerbela toprağı konulur. Fatih Camii’nde on binleri bulan muazzam bir katılımla cenaze namazını Hacı Muzaffer Efendi kıldırır. Cerrahi Asitanesine getirilen naaşını Sefer Efendi Hazretleri ebedi istirahatgahına indirir. Son kez Efendisinin yüzünü görmek için kefeninin açan Sefer Efendi; Fahreddin Efendinin gözlerinin üzerindeki Kerbela taşından yapılmış tabletleri kaldırmaya uğraşır ama bir türlü kaldıramaz ve o hal üzere sırlanır. Envâr-ı Hazret-i Nûreddîn-i Cerrahî, Sualname ve Tarikatname isimli üç tane eser telif etmeye vakit bulabilen İbrahim Fahreddin Efendi, ikisi kendisinden sonra postnişin olan Sahaflar Şeyhi Muzaffer Özak ve Kendisinden sonra irşad postuna ve Cerrahi Asitanesinin postnişinliğine halifesi Muzaffer Efendi Hazretleri geçmiştir. Allah cümlesinin haliyle bizleri hallendirsin, şefaatlerine nail eylesin. Temmuz 2011 53 AYDIN BAŞAR TAHKİKÎ İMANIN ÖNEMİ Aliya İzzet Begoviç “Doğu Ve Batı Arasında İslam” adlı eserinde “Ey Allah’a teslimiyet! Senin adın İslamiyet’tir” diyerek İslam’ın “teslimiyet” anlamına dikkat çekmiştir ki esasında bu tanım Hz Ali’ye isnat edilir. Bediüzzaman Said Nursi de; “İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.” (Mektubat, Dokuzuncu Mektup) diyerek İslam’ın “teslimiyet” anlamına geldiğini ifade etmiştir. Yani demek ki Müslümanlığın özünde “teslimiyet” kavramı bulunmaktadır. İslam’la imanın iç içe geçmiş olduğunu düşündüğümüzde, İslam olmadan iman olamayacağına göre demek ki teslimiyet olmadan da iman olmamaktadır. Günümüzde “teslimiyet” mefhumu zaafa uğradığından dolayı, insanlar dinî meselelere bile 54 genellikle şüphe ile yaklaşır olmuşlardır. Böyle bir ortamda inkâr akımları karşısında kendisini savunamayan ve bir takım aklî izahlarla inkârın oluşturduğu şüphe bulutlarını dağıtamayan bir iman, zayıflamaya ve hatta yok olmaya mahkum olacaktır. İman hakikatlerini delilleri ile bilmek, ondaki hikmetleri sezmek ve bu meseleyi iyice kavramak imanın muhafazası noktasında hayati bir öneme sahiptir. İman mefhumunda ise “kabul etmek” olgusu ağır basmaktadır. İnsan derinlemesine fikir sahibi olduğu bir şeyi de kabul edebilir, üzerinde hiç kafa yormadığı bir şeyi de kabul edebilir. Onun bu kabulü sorgusuz sualsiz, körü körüne bir taklide dayanıyorsa; bir düşünce serüvenine dayanmıyorsa; İslam’ın içeriğine vakıf olunmadan Temmuz 2011 tabiri caizse babadan görüldüğü şekliyle bir kabul ise buna “taklidi iman” denilmiştir. Bu kabul bir özümseme evresinin neticesinde, hikmetine vakıf olunarak oluşmuşsa; yani “nedeni, niçini” tatmin edici bir izah ile açıklığa kavuşmuş bir kabul ise buna da “tahkiki iman” denilmiştir. Kelam kitaplarında imanî meseleler uzun uzaya tartışılmıştır. İslam kelamcıları kitaplarında Allah’ın varlığına iman meselesini çok çeşitli delilerle ispat etmişlerdir. Mesela bu ispatlardan bir tanesi şu şekildedir: Bir insan, bir resmin ressamı olmadan, bir heykelin de heykeltıraşı olmadan kendiliğinden oluştuğunu iddia edemez. “Boyalar tesadüfî olarak bu tabloya sıçramıştır ve bu orman resmi böylece oluşmuştur” diyemez. Resmi görüp de o resmi yapanı inkar etmek nasıl mümkün değilse, kainattaki muazzam sanatın Sanatkar’ını inkar etmek de öyle mümkün değildir. Nasıl bir arabanın parçaları kendiliğinden bir araya gelip bir araba oluşamıyorsa, kainat ve içindeki bin bir türlü mahlukat da kendiliğinden oluşamaz. Bu örnekte “Allah’ın varlığına iman” konusu aklî bir metotla ispat edilmiştir. Diğer imanî meselelerle ilgili de kelam kitaplarında çeşitli izahlar yapılmıştır. Hatta denilebilir ki kelam ilmi şüpheleri ortadan kaldırmak ve imanı tahkikî düzeye ulaştırmak için vardır. Kelam ilminde amaç bu olsa bile -temel meseleleri bir tarafa bırakırsakkelam alimlerinin geçmişte tartıştığı konularla bugünkü tartışılan konular farklılıklar arz etmektedir. Geçmişte kelamcılar kendi dönemlerindeki insanlarının aklına takılan meseleler üzerinde tartışmışlardır. “Allah’ı görmek mümkün mü?” veya “Kur’an yaratılmış mıdır?” gibi konular bunlardan bazılarıdır. Bu konuda Prof. Dr. Süleyman Uludağ’ın tespitleri şöyledir: “Artık bugünkü kelamcı ruyetullah caiz midir değil midir, onun üzerinde tartışmayacak; kimse onu konuşmuyor zaten; Halkul Kur’an meselesi de artık geride kaldı, bugünkü insanın problemi değil. Aktüel problemi bırakıp, bin sene evvel konuşulan meseleleri konuşmak çağın dışına gitmek olur. Bunun kimseye bir faydası yok. Teorik olarak bilmek lazım, düşünce tarihimizi bilmemiz gerekiyor. Bir komünizm, bir ateizm, bir pozitivizm gibi bugün toplumu tehdit eden veya etkileyen Temmuz 2011 “EĞER DALÂLET CEHALETTEN GELSE İZALESİ KOLAYDIR. FAKAT DALÂLET, FENDEN VE İLİMDEN GELSE, İZALESİ MÜŞKİLDİR” şeyleri konuşmak gerekir.” (Tasavvuf Akademisyenleri İle Konuşmalar 1, Ankara, 2003, s. 61) Bugün günümüz insanını imanî açıdan tehdit eden unsurlar neler ise o unsurlar üzerinde durmamız faydalı olacaktır. Nitekim Muhyittin İbni Arabi’nin de dediği gibi en güzel iman küfrün menşei, kaynağı görülerek vücuda gelen imandır. Günümüzde iman çeşitli felsefi akım ve ideolojilerin saldırısına maruz kalmaktadır. Pozitivizm, materyalizm, ateizm ve daha nice hastalıklı felsefe bir şekilde bilimsellik maskesi ile insanlara sunulmaktadır. Bu felsefelerin açtığı yaralar ancak iman hakikatlerinin yayılması ve tahkiki imanın kalplere yerleşmesi ile onarılabilir. Bediüzzaman Said Nursi; “Eğer dalâlet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalâlet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir” derken bilim perdesi arkasından yapılan yıkımın kolay kolay tamir edilemeyeceğini ifade etmiştir. 55 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri Malik b. Dinar (ra) anlatır; “Benim arkadaşım vardı. Allah adına yemin ederim ki irfan sâhibi zâtlardan biriydi. Bir gün hastalandığını duydum ve ziyaretine gittim. Semaya doğrulmuş şu duayı ediyordu: “Seni sevdiğimi biliyorsun. Sana vuslatı bana nasip eyle!” duasını tamamlar tamamlamaz ruhunu teslim etti.” Biri rüyasında Malik b. Dinar (ra)’ın tarife sığmayan bir güzelliğe sahip olan semada asılı duran bir sarayda oturduğunu görür. Ona “Allah, sana nasıl muamele etti?” diye sorunca Malik şu cevabı verir: “Rabbim beni, gördüğünüz bu köşkte ağırladı. Her ne vakit istersem, cemalini seyretmeme izin verdi. Alemlerin rabbine hamd olsun!” Efendim Şeyh Mansur (ra) vefat etmek üzereydi. Biz etrafında ağlaşıyorduk. Bir ara baygınlığından ayıldı ve şu şiiri söyledi: “Aşığın ölümü, sonu olmayan bir hayattır. Öyle bir topluluk öldü ki kendileri tüm insanlar için hayattır.” Bu şiirin ardından, kelime-i şehadet getirdi ve ruhunu teslim etti. Allah ondan ve sâlih kullarının cümlesinden razı olsun Peygamberlere selam olsun. Alemlerin Rabbine hamd olsun… Amin. Abbas b. Abdulmuttalip (ra) Resulullah (sa) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Rab olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı, Peygamber 56 Temmuz 2011 olarak ta Hz. Muhammed (sa)’i seçen kişi imanın tadını tadabilir. Hadis-i Şerifte bahsedilen zevk, razı olmanın (seçmenin) neticesinde elde edilen marifettir. Marifet, Allah Zü’lcelal Hazretlerinin sevdiği kullarının kalbine yerleştirdiği bir nurdur. (O’nun nazarında) bu nurdan daha yüce ve değerli bir şey yoktur. Marifetin esas manası ise; “… ölü iken dirilttiğimiz…” ayeti sırrınca, kalbin el- Muhyi, yani dilediğine hayat veren Yüce Allah ile hayat bulmasıdır. Allah Teala, Kur’an’ı Kerim’de; “Hayatı (aklı, duygusu) olanı (gafletten) uyandırması için..” “…ona hoş bir hayat yaşatacağız…” “…sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah ve Resulü’nün davetine icabet edin…” buyurmuştur. Kem nefsini öldürürse, dünyası ondan uzaklaşır. Kimde kalbini öldürürse, Mevla’sı ondan uzaklaşır İbn-i Semmak’e; “Kul marifetin özüne erdiğini ne zaman anlar? Diye soruldu. Veli zât, şöyle cevap verdi: “Kul Hakk’ı ayn-ı itibar eder ile gördüğü zaman marifete erer. O’ndan (Hakk’tan) gayri ne varsa gözünden silinir, yok olur.” Bazı büyükler marifet hakkında şunları söylemişlerdir; “Marifet, (kulun nazarında) Allah Teala’dan gayri ne varsa, bir hardal tanesinden daha değersiz hale gelerek önem ve kıymetini kaybetmesidir.” rini yayarak yeryüzüne doğması gibi, ilahi yardımını sürdürmesiyle olur. Siz, gönlünüzü arındırmaya bakın. O’nun iltifatının muhatabı ve sırrının meskeni gönüldür. Allah’ı hakkıyla tanıyan (arif) O’ndan başkasını gönlüne yar seçmez” buyurmuştur. Bir hadis-i şerifte; “Allah Teala, insanları bir karanlık içerisinde yarattı. Sonra üzerlerine nurundan bir tutam nur serpti. Saçılan bu nurdan kendisine isabet eden hidayete erdi, nurdan alamayan insanlar yolunu şaşırıp sapıttı.” Buyrulmuştur.” Bu nur, Hakk’ın ihsan otağından çıkar, kalbe gelip yerleşir. fuad onunla aydınlanır. Nur huzmeleri ceberut alemine kadar yükselir. Ceberut ve Melekut âlemlerinin perdeleri kalkar, bütün sırları ayan olur. Bu tecellilere mazhar olan kul, artık tepeden tırnağa nur kesilir. Oturması-kalkması, yemesi-içmesi velhasıl tüm filleri hal ve tavrı sözü sohbeti, her arzusu nura dönüşmüştür. Hayat ve ölüm, ikisi de onun için birdir, her halükarda nurlar içindedir. “Allah göklerin ve yerin nurudur… Allah dilediğini nuruna eriştirir..” Sufilerden biri bu makamda, şöyle bir şiir okumuştur: “Benimle olmasan da, zikrin her an benimledir. Gözüm seni görmesem de, kalbim seni her an görür.” Yahya b. Muaz (ra) marifet hakkında şunları söyler; “Marifet, kalbin yakın olana (Allah’a) yakınlığıdır. Ruhunun sevgiliyi murakabe etmesi düşüncesini O’nun üzerinde yoğunlaştırmasıdır. Her şeyden uzaklaşarak, Mucip olan Sultan’a kendisinden bir şey talep edenlerin isteklerini geri çevirmeyen Allah’a yönelmesidir. ............................ 1)-“Zevk; Arapça; “bir şeyi tatmak anlamına gelir. Tasavvufi manada bir hali zevk ede- Allah Teala, “… Allah de sonra onları bırak” buyurmuştur. Allah’a gönül veren; ne dünya ya iltifat eder, ne de ahirete. Ârifin gönlünün güneşi, gündüzün güneşinden daha parlak ve göz kamaştırıcıdır. Marifet nurlarının kaynağı olan arifin gönlünden şu beyitler taşar: bilme, ancak bütün ilgi ve engellerden kalbi arındırmakla mümkündür. Tatma duyusu, (zahiri ve batıni anlamda) bütün tatlardan arınmadığı sürece, herhangi bir tadı idrak edemez. 2)-En’am Suresi (6) 122 3)-Yasin Suresi (36) 70 4)-Nahl Suresi (16) 97 5)-Enfal Suresi (8) 24 Geceleyin doğar aşının güneşi, Hiç batmadan, öylece parlar durur. Geceleyin batar gündüzün güneşi, Gönüllerin güneşi asla batmaz. 6)-Ayn-ı itibar, ibret gözüyle görmek demektir. Görünenden görünmeyene, görünmeyenden görünene geçmektir. 7)-En’am Suresi (6) 91 8)-Fuad; Kalp Gönül. İlahi tecellileri seyretme mahalli. 9)-Ceberut alemi, maddi alem (görünür alem) ile manevi alem (gayb ya da melekut Zünnun-u Mısri Hazretleri; “Allah’ın bazı sırları aydınlatması (açığa çıkarması) güneşin ışık huzmele- Temmuz 2011 alemi) arasında bulunan orta alem. İki alemin de bazı özelliklerine sahiptir. 10)-Melekut alemi, Gayb alemi, Allah’ın vasıtasız baktığı alemdir. 57 Muhabbet Bahçesi ADAMIN ÖNEMİ Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sordu: - Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz? Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim diye" dedi. Bir başkası, "Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine yararlı olayım diye" dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e sordu: - Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi: - Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye. BÜREYDE B. HUSAYB (....-63/682) Eslemoğullarının Sehm kolundandır. Hicret sırasında Sevgili Peygamberimizin başına konulan muazzam ödülü alabilmek için 70 kişilik bir süvari birliğiyle peşlerine düşer. Mekke ve Medine arasındaki Amim bölgesinde Efendimizle karşılaşır. Fakat Efendimizi şahsen tanımadığı için farkedemez. Büreyde, Efendimizin tatlı dili ve güler yüzünü görüp hayran kalır. Arkadaşlarıyla oracıkta müslüman olurlar. Yatsı namazını birlikte kılarlar. Bu sırada Meryem suresinin ilk ayetlerini bizzat Efendimizden öğrenir. Sabah olunca başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağına 58 Yusuf ELİBOL bağlar ve "izin verirseniz önünüzde ilk bayraktarınız olayım" diyerek Eslem arazisinden çıkana kadar refakat eder. Böylece İslamın ilk bayraktarı olur. Efendimiz, Büreyde'nin bu samimiyetine karşılık ona şu müjdeyi verir; "Sen, Zülkarneyn aleyhisselamın inşa ettirdiği bir şehre gideceksin ve kıyamet gününde doğu ülkesinin nuru ve rehberi olacaksın." Uhud'tan itibaren Efendimizin bütün savaşlarına katılır. Hayber'in fethinde surlarda açılan gedikten içeri ilk dalan sahabedir. Efendimiz vefatlarına yakın hazırladıkları Üsame komutasındaki Suriye Ordusunun sancaktarıdır. Sevgili Peygamberimizin katipliğini de yapan Büreyde, Süleymoğullarına yazılan mektubu kaleme almıştır. Kendisinden 164 hadisi şerif nakledilmiştir. Süleyman ve Abdullah isimli iki oğlu bilinmektedir. Efendimiz bir konak yerinde bazı eşyaları Büreyde'nin sırtına yüklerler ve ez Zâmile / yük devesi diye latife ederler. Büreyde, bu hatırasını sık sık anlatır ve şerefle naklederek; "At sırtında düşmana saldırmaktan daha güzel bir hayat şekli yoktur" derdi. Hazret-i Ömer döneminde ordu komutanı olarak görev yapar. Basra şehri kurulunca buraya yerleşir. Hazret-i Osman döneminde Horasan'ın fethine katılır. Yezid b. Muaviye döneminde 62/681 şehid düşer. Horasan bölgesinde en son vefat eden sahabidir. Merv şehrinde defnedilir. Türkmenistan sınırları içerisinde bulunan kabri, bugün de Türkler tarafından daima ziyaret edilmektedir. Ziyaretine gidenler Onu, doğunun Eyüp Sultanı olarak isimlendirirler. Temmuz 2011 AŞERE-İ MÜBEŞŞERE’YE BENZEMEK Hazreti Ali (kerremallahü vechehu) hurma bahçesinde akşama kadar çalışmış, akşam da devesinin üzerine bir çuval hurma yükleyerek evinin yolunu tutmuştu. Devenin yuları yardımcısı Kamber'in elinde kendisi de önde gidiyordu. Medine'nin içine girdiklerinde yolun kenarından bir ses geldi. Yoksulun biri elini açmış sızlanıyordu: aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi. Behlül açıkladı: - Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış. DERVİŞ KAŞIKLARI - Ne olur Allah rızası için!... diyordu. İşte bu sırada sesi duyan Hazreti Ali (ra) ile arkadan deveyi getiren Kamber arasında şu konuşma geçiyor. Hazreti İmam soruyor: - Kamber ne istiyor bu yoksul? - Hurma istiyor Efendim! - Ver öyleyse!... - Hurma çuvalda Efendim! Bir gün sormuşlar ermişlerden birine. "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. - Çuvalla ver öyle ise!... - Çuval da devenin üzerinde!... - Deveyle ver öyle ise!... Emri yerine getiren Kamber der ki: - Devenin ipi de benim elimde, demekten korktum. Çünkü beni de deveyle birlikte yoksula vermekte tereddüt etmeyebilirdi. ÇARŞI PAZAR AĞALIĞI Behlül Dana birgün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çolukçocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül birşey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap Temmuz 2011 Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe" Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. "İşte" demiş ermiş. "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman..." 59 E KARABACAK ÀÍYjºA M.ÄjºA A ÀnI MİN ÇOÇUKLARIN DİNİ EĞİTİMLERİ OKUL SINAVLARI KADAR ÖNEMLİ DEĞİL Mİ? ir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz. Ömer (r.a): B - “Yavrum ne oldu niye acele acele camiye koşuyorsun?” der. Bu soruya karşılık çocuk da: - “Efendim, namaza gidiyorum.” der. Hz. Ömer (r.a): -“Yavrum, sen daha küçüksün, sana namaz farz olmamıştır” Çocuk da: -“Ya Emirel Müminin! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu? Benden daha küçük bir çocuğu dün mezara koydular.” der. Bu cevaba çok duygulan Hz. Ömer (r.a) gözyaşlarını tutamaz. Allah’ın bir emaneti olarak verilen bu çocuklar, anne babalar için de birer imtihandır. Çocukları en güzel şekilde yetiştirip büyütmek, anne babaların en başta yer alan görevlerinin arasında bulunmaktadır. “Allah anne babasına bağışlasın” diye dua ettiğimiz bu çocuklar, bu dünyada anne babalar için vazgeçilmezlerin en başında yer almaktadır. Çocuklar için canlarını vermeye hazır olan anne babalar için de fedakârlık boyutunu göstermektedir. 60 Eskilerin tabiriyle ceketini satıp bu çocuğu okutmak isteyen günümüz anne babalarının da çocukları için ellerinden geleni fazlasıyla yapmaya çalıştıklarını görmekteyiz. Çocuklar büyüyüp okul çağına gelmeye başlayınca anne babaları da tatlı bir telaş sarmaktadır. Anne babalar çocuklarını en iyi okul ve en iyi öğretmene verebilme gayreti içine girmektedirler. Bu konuda gerekirse adres değişikliğine giden anne babaların hedefi de çocuklarına en iyi eğitimi verdirebilmedir. Bunun dışında ekonomik durumu iyi olan aileler ise durumlarına göre çocuklarını, bulundukları yerin en iyi özel okuluna vermeye çalışacaklardır. Çocukların yaşıyla birlikte sınıfları da büyümeye başlayınca aileler, bu sefer de çocuğun eğitimine dışarıdan takviyeler yapmaya çalışacaklardır. Çocuklarının geleceklerinin iyi bir eğitimden geçeceğini bilen bu anne babalar, imkânlar ölçüsünde bu çocuklara özel dersler aldırmaya veya özel dershanelere göndermeye çalışacaklardır. Çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak amacıyla onları en iyi lisede okutarak eğitim aldırmaktır. Yine bu anne babalar, çocuklarının eğitimi için fedakârlıklarını Temmuz 2011 lise öğrenimi ve üniversite öğrenimi için de aynen devam ettirmeye çalışacaktırlar. olmadığı için bu da yaz dönemlerinde açılan iki aylık yaz kurslarında yapılmaya çalışılmaktadır. Çocuklarının geleceği için her fedakârlığı yapmaya çalışan bu anne babalar; aslında önemsemedikleri ya da ikinci plana attıkları bir gerçeği akıllarına getirmek istememektedirler. Yaz dönemlerindeki kurslara da çocukların devam etme ve ders çalışma konusunda gereken hassasiyeti göstermemelerinden sağlıklı bir Kur’an öğretimi yapılmasının önüne geçmektedir. Bunun yanında ailelerin yaz kurslarına gereken önemi vermemeleri, tatil planlarını kurs programlarına göre yapmadıkları için çocukların dini eğitimleri de hep eksik kalmaktadır. Bu durumu Cenab-ı Hakk Kuran-ı Kerim de şöyle buyurmaktadır: “Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan aracından başka bir şey değildir. Büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (Enfal Süresi:28) Çocuklarının bu dünyada rahat edebilmeleri için her şeyin en iyisini ve bu konuda her fedakârlığı da yapmaya hazır olan bu anne babalar, çocuklarının dini eğitimleri söz konusu olunca çok fazla önemsememekteler ve bunu ciddiye almamaktadırlar. Çocukların dersleri ve sınavları için özel ders aldırtıp, özel dershanelere gönderen bu anne babalar, dini eğitimleri için aynı hassasiyeti göstermemektedirler. Okulların tatil olduğu yaz dönemlerinde çocuğuma en iyi Kur’an ve dini eğitimi nasıl verdirtirim diye düşünme yerine; çocuk için en iyi yaz okulu nerede ya da ailece nereye gitsek diye tatil hesabı yapmaktadırlar. Oysa aynı anne babalar, çocuklarının okul hassasiyetlerine gösterdiklerini Kur’an öğretimi ve din eğitimi konusunda da gösterselerdi; bu çocukların hem bu dünyası hem de öbür dünyası için hayırlı bir iş yapmış olacaklardır. Çocuklar içinde en hayırlısı hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadırlar: “ Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.” (Tirmizi) “Çocuklarınızı şu üç edep üzerine yetiştirin; Peygamberini sevmek, onun aile halkını, dost ve yakın arkadaşlarını sevmek, Kur’an okumak.” (Tabarani) Yine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v): “Çocuklarınız güzel davranıp iyilik ve ikramda bulunuz. Onları en güzel şekilde terbiye ediniz.” (İbni Mace) buyururlar. Eskiden çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra bir veya iki yıl Kur’an Kurslarına gider; orada Kur’an öğretimini ve dini konularını öğrendikten sonra öğrenimine devam ederdi. Oysa şimdi ise böyle bir imkân Temmuz 2011 Çocukların dersleri ve sınavları konusunda gereken hassasiyeti gösteren aileler, aynı duyarlılığı çocukların Kur’an öğrenimi ve dini eğitimleri konusunda da gösterselerdi yaz tatillerinde Kur’an öğretimi ve dini eğitimi nasıl alması gerektiği konusunda kafa yorarlardı. Gerekirse ingilizce, matematik gibi dersler için aldırdığı özel dersler gibi bu konuda çocuklarına özel ders dahi aldırmayı düşünürlerdi. Yine bu aileler; çocuklarının okul döneminde sınavlarına çalışma konusunda gösterdikleri hassasiyeti Kur’an öğretimi için de göstermiş olsalardı bu çocuklar; yazılıya hazırlanır gibi dini bilgiler için çalışır, sınavlar için her gün en az 100 soru çözer gibi günde en az Kur’an-ı Kerim’den 100 ayet okurlardı. Çocukların daha yaşı küçüktür kafası karışır, derslerini engeller diye geciktirilen Kur’an öğretimi normal çocuğun okula geç gönderilmesi kadar sakıncalıdır. Nasıl ki ilköğretimi bitirmiş ergenlik çağındaki bir çocuğu sanayiye vermek zorsa; Kur’an öğretimi de bu çocuklara hem zor gelecek hem de ailelerin karşısına bir problem olarak çıkacaktır. “Çocuklarınız yedi yaşına gelince namaz kılmasını öğretin…”(Tirmizi) Resulullah’a bundan (namazın çocuğa ne zaman emredileceğinden) sorulmuştu: “Çocuğun sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin.” buyurdu. (Ebu Davud) Peygamber Efendimizin (s.a.v) yukarıdaki hadiste de buyurdukları gibi yedi yaşın en önemli özelliği çocukların somut zekâdan soyut zekâya geçiş döneminin başlamasıdır. Öğrendiklerini hayalinde canlandırabildiği ve öğrenmenin en uygun yaşı olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak okul çağı dönemi dediğimiz 6-15 yaşları çocukların Kuran öğretimin yapılabileceği en uygun bir dönemdir. Onun içindir ki bu dönem çocukların Kur’an öğrenmesi için ideal dönemdir. Atalarımızın “demir tavında dövülür ve ağaç yaş iken eğilir” sözü bunu bize çok güzel anlatmaktadır. 61 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Sezgin ÇAKIR [email protected] DÖRT SORU ziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, Azizdir.” (Hac süresi, 74) A Yaşantıda, kabul ve retlerde, helal ve haramda geçerli söz Allah’ındır. Siyasette hüküm, ekonomide mülk, kültürde söz Allah’ındır. Canınızın istediği gibi yaşayamazsınız Rabbimizin istediği gibi yaşamak zorundasınız. Allah’ın istediği gibi yaşamayıp canımızın istediği gibi yaşamak “hevaya tabi” olmaktır. Bu ise gerçek müminlik değildir. Allah ile ilişkimizi secdeyle sınırlayamayız. Hiç kimsenin Allah’a alan belirleme hakkı yoktur. Yeri göğü ve bütün âlemleri yaratan O’dur ve bu mülkün sahibi olan Allah mülkünde yegâne söz sahibi olandır. Günde beş kez ezan-ı Muhammediyye bu söz sahipliğini haykırır bütün dünyaya. Allahu ekber demek yerde gökte onun gibi bir hükümran-ı mutlak yoktur. Söz onundur. İstediğini istediği gibi yapar kimse O’na karışamaz, kimse O’na hesap soramaz, kimse O’nun iradesinin üstüne irade koyamaz demektir. Biz buna Tevhid diyoruz. 62 Allah’a bağımlı, birlikte, barışık yaşamak zorundayız. Allah’ın ve Allah yolunun delisi olmalıyız. Bizi Allah’tan uzak düşürecek her ne ise mutlaka o şeyi hayatımızdan çıkarmalıyız. Eğer Allah’la beraber değilseniz, kimin desteğini alırsanız alın yine de yalnızsınız. O bizimleyse korkumuz yok, yeter ki o bize vekil olsun, kefil olsun. “O kuluna yeter.” Eğer Allah’ı teğet geçiyorsak bu gidiş nereye. Bir 28 Şubat oldu müthiş bir savruluş yaşadık. Kimilerimizi mescidlerden, sohbetlerden, dergâhlardan topladılar ve sakallar kısaldı, hanımlar tesettürden çıkartıldı. Dava, cihad, tesettür, tebliğ gibi kavramlar rafa kalktı. Bu tür kavramları konuşmadığımız gibi konuşanları da yadırgar olduk. Zamanı mı şimdi? Dedik. Bir 28 Şubat daha olursa korkarım ki bizleri hiç ummadığımız yerlerden toplayacaklar. Bizi silkeleyecek kendimize getirecek sohbetlerimiz var mı? Bizi uyaracak, yol gösterecek kardeşlerimiz var mı? Bizi sırf “Allah rızasına sevk eden” dostlarımız var mı? Bizi Rabbimize taşıyacak secdelerimiz var mı? Bizi kendimize getirecek iki damla göz- yaşımız var mı? Yani tüm mesele hayatın yoğunluğu içinde Allah’a yoğunlaşabilmek! Allah için yaşamak… Soru bir: Kimin için yaşıyorsunuz? Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Ey inananlar, Allah'tan nasıl sakınmak lâzımsa öyle sakının ve ancak Müslüman olarak can verin.” (Ali imran, 102) Takva, Allah’ın dur dediği yerde durmak, ol dediği yerde olmak, öl dediği yerde ölmektir. Kişi kendini, Rabbini, hesabını, haddini bilecek. Takva, şeytana ve avanelerine karşı direniş, Allah’ın emir ve yasaklarıyla da diriliş içeriyor. Takva müminin iman, amel ve ahlak noktasında Rabbinin istediği gibi olması veya olmaya gayret göstermesidir. Takva, aklını Kâinatın Serveri’nin (s.a.s) getirdiklerine kurban edip rahata ermektir. Takva derdi olmayanları bir fetva derdi almış gidiyor. Yapıp ettiklerine hoca hoca kitap kitap gezip gönlünü rahatlatma derdi. Rızık telaşı ki her tarafı kaplamış. Rızık telaşı olanın ilk önce “kulluk” telaşı olmalı! Bir insanın unutamadığı elbiseleri vardır: evleneceği gün giydiği elbise, hacca gidenlerin giydiği ihram ve ölenlerin kefeni. Bütün bunların en güzeli de takva elbisesidir. Soru iki: Üzerimizdeki elbise hangi elbise? Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hac süresi 78) Tevhid, takva, cihat, zikir. Birileri cihatla terörü eşleştirmeye kalkıştı. Artık kimse kolay kolay cihat ayetlerini gündemine almaz oldu. Sadece cihat üzerinden slogan bizi kurtarmıyor. Cihadın hakkını vermek lazım! Cihad savaşla anlamı kısıtlandırılamaz. Cihad bir yaşam tarzıdır. O zaman cihadla cinayeti ayıracağız. Sadece cihadı konuşmak yetmez, topyekûn bugünün cihadı nedir, bunu da bilmek lazım. Bazı kavramlara sansür uygulanıyor gündemden düşüyor. Cihat, Allah yolunda mücadele hazzı ile hayatın her anını bu bilinçle yaşamak. Zikir, Allah’ı sürekli gündemde tutmak, hiç unutmamak. Cihad, zikrettiğimiz Allah’ın hukukunun yerine getirilmesi için sürekli mücadele halinde olmaktır. Yani cihadsız zikir, zikirsiz cihad olmaz. Bir mümin iki kanatlı kuş gibidir. Bir kanadı cihad, bir kanadı zikir kanadıdır. İki kanattan biri olmazsa yol alamaz. Soru üç: Hangi kanadınız kırık acaba? Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara 121) Hafızamızdaki kuran bizi kurtarmayacaktır, hafızamızdaki ve hayatımızdaki kuran bizi kurtaracaktır. Hayatın merkezindeki Kur’an hayat vericidir ve kurtarıcıdır. Bedevi'yi medeni yapan Kur’andı! Kuranın sayfasını açmamız yetmez biz de kendimizi kurana açmamız gerek. Hira dağında efendimize inen Kur’an’ın bizim hayatımıza inmesi lazım. Yüreğe indikten sonra yürürlüğe girmesi lazımdır. Kuranla hayat bulmalıyız ama önce Kur’an hayatımızda hayat bulmalı. Kur’an’la hayat bulmamız içinde O’nu hayatımıza tebliğ eden efendimizin hayatıyla hayatımızı buluşturmak zorundayız. Bu ise O’nun sünnetine uymakla mümkündür. Sünnet Kur’an’ın pratiğe geçirilmiş halidir. “Onun ahlakı, hayatı Kur’an’dı” sözü bu hakikati beyan ediyor. Soru dört: Hayatınız kimin hayatına benziyor? Temmuz 2011 63 ENVER GENCER BİR DOSTUN ARDINDAN RUFAİ DERGÂHINDAN BİR SUFİ GELDİ GEÇTİ eçtiğimiz yıl (16.06.10) tarihinde elim bir trafik kazası sonucu kaybettiğimiz H. Nuri abimizi ve kendisiyle birlikte rahmet-i Rahmana uğurladığımız yakınlarını rahmet ve özlemle anıyoruz. Koca bir yıl nasıl da geçti H. Nuri babasız anlayamadım. Âcizane haddim olmayarak H. Nuri abi ile olan bir anımı anlatmak istiyorum. G H. Nuri abimiz çok hızlı bir şekilde mesafe kat ederek gönüllerimizi fethedip ebedi âleme öylece göçüp gitti. Kendisine bir gün “Hacı abi senin Rufai meşrebine çok uygun bir mizacının var olduğunu görüyorum. Gel sende bizim gibi Rufai meşrebine intisap ette beraber olalım” dediğimde “Ben zaten sizin zikirlerinize ve hocaefendinin sohbetlerine geliyorum, benim yakamı bırakın” derdi. Fakat daha önceden Bayburt’ta, kayınbiraderi olan Veyis abinin halinden çok etkilenmiş olmalı ki kendisini sanki Rufai gibi görürdü. Bir gün “Hadi Allaha ısmarladık, ben falanca şehre falanca şeyhin ziyaretine gidiyorum, bana dua edin” dedi. Biz de “Git ama sen bir Rufai’sin, biz seni öyle görüyoruz” dedik. Yola çıktıktan sonra H. İlhami, H. Hasan, H. Talip ve ben devamlı onu yolculuğunda arayarak, “yolculuk nasıl geçiyor” diye ikide bir soruyoruz. Onunla birlikte yolculuğa çıkan ziyaretine gittikleri şeyh efendinin bağlılarından bir kardeşimiz beni arayarak “Yahu Nuri Babanın yakasını bırakın tam ders alacağım derken biriniz bırakıp, biriniz arıyorsunuz, ne hikmetse etkinizden kurtulamıyor” dedi. Bilmiyordu ki bizim elimizde olan bir şey değildi. Dolayısıyla oraya bağlanmak nasip değilmiş. adabına riayet edin” dediğini duyuyor ve hemen bunu bir başkasına naklederek ve ayakkabılarını çıkışta yere yavaşça bırakarak “ben bunu yeni öğrendim, buna riayet etmiyormuşuz” demesi onun böyle bir konuda bile ne kararlılıkla öğrenme ve amel etme noktasında olduğunu göstermesi açısından manidardır. Ziyaret dönüşünde bize gelip şunu söylemesi bizim de şaşırmamıza neden oldu. Onun tabiriyle “Hacı Enver, o İlhami’yi de bul, beni çabuk Hocaefendiye götürün ders alacağım.” dedi. Fakat söyleyiş tarzını bir görseniz; bu H. Nuri babanın ne acelesi var dersiniz. H. Nuri abimizin, ders alıp bağlandıktan sonra hiç teheccüd namazını terk etmediğini, hasta babasını adeta bir bebek nazıyla baktığını, bir an babasının yanından ayrılsa “babam beni bekler” deyip hemen babasının yanına koştuğunu, infak hususunda çokça cömert olduğunu, öğrendiğiyle hemen amel etme hususunda acele ettiğini, Medine-i Münevvere’den bahsedilince gayr-i ihtiyari olarak başının öne eğilip gözlerinin yaşardığını, en çok “Medine yoluna vardım, can Muhammed’i aradım” ilahisini söyleyip ağladığını, ihvanlarının ona kısa sürede iyi hallerinden dolayı “Nuri Baba” dediğini, Mürşidinin kendisi için “gerçekten derviştir” buyurduğunu biliyoruz ve bizlerde kendisi için “iyilerden olduğuna” şahitlik ediyoruz. İstişarelerimizi vs. yaptıktan sonra hemen H. İlhami, H. Talip kardeşi de alıp düştük yola, doğru Rufai dergâhına Sultanımın yanına. Sonunda güzel ve derunî bir ortamda Rufai tarikatının beş şartı üzerine H. Nuri abimiz dersini aldı. Bu arada sürekli mürşidinin sohbetlerine ve zikirlere devam ediyordu. Mürşidi Hocaefendi hazretlerinin ve diğer hocaların sohbetlerini adeta bir süngerin suyu çekmesi gibi içselleştiriyor ve aldıklarını birebir uygulamaya azami bir gayret gösteriyordu. Sohbetlerden çok etkileniyor, sohbetten sohbete koşuyor ve duyup öğrendikleriyle birlikte hayatında gözle görülebilecek değişiklikler oluyordu. Bir gün bir hocaefendinin camideki sohbetinde “camiden çıkarken ayakkabılarınızı yere sertçe vurup toz kaldırmayın, ses, gürültü yapmayın, mescid Kısa bir süre denecek bir zaman aramızda kaldı. Tanıyan herkesin tabiriyle “bir geldi, pir geldi” ama bizlere güzel dersler vererek gitti. Cenab-ı Allah sevdikleriyle birlikte kılsın orada inşallah. H. Nuri abinin şahsında rahmeti Rahmana kavuşan bütün kardeşlerimizin ve Ümmeti Muhammed’in mekânları cennet, kabirleri nur olsun. Ruhları için el Fatiha. (Amin) Musa KARACA [email protected] KARDEŞLİK Sevgili arkadaşlar, bugün sizlerle “Kardeş olun, o senin kardeşin, kardeşlik böyle mi olur?” gibi sıkça duyduğumuz “kardeşlik” kelimesi üzerinde durmak istiyorum. Sizce kardeşlik nedir? Şöyle biraz düşünmenizi istiyorum. Çok farklı tanımlar akla geliyor değil mi? Doğru, bu kelimenin tek anlamı yok. Ama asıl anlamı şu olsa gerek: “Kardeşinin sevinciyle sevinmek, üzüntüsünü paylaşmak, sıkıntısını gidermek, onun yanında kendini güvende hissetmek, ayrılığında ise eksikliğini hissetmek, kendisi için istediğini başkası için de istemek, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkası için de istememek, komşusunun açlığını hissetmektir kardeşlik.” Böyle bir kardeşliğin olduğu yerde hiç hüzün olur mu? Tabiî ki olmaz tam aksine mutluluk olur. Böyle zamanlar “Mutluluk çağı” diye anılır. Mutluluk çağında (Asr-ı saadet) bu kardeşliği Mekke’den hicret eden muhacirlerle Medine’nin yerlisi ensar arasında görüyoruz. Allah (c.c) ve Rasulullah’a muhabbetinden başka her şeylerini Mekke’de bırakan Muhacirler Medine’ye geldiklerinde ne yiyecekleri bir şeyleri, nede barınacakları yerleri vardı. Hepsini Mekke’de bırakıp gelmişlerdi. Rasulullah (sav) Medineli yardımsever Ensar’la, hicret eden Mekkeli müslümanları bir araya toplayarak kardeş ilan etmişti. Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Muhacirlerden bir aileyi yanına alacak, mallarını onlarla paylaşacak, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı. Dünyaya örnek olacak bu kardeşlikte aynı anne babadan olmayan, önceden hiç tanışmadıkları halde sadece din kardeşliğinden dolayı gösterdikleri samimiyet tüm insanlığa örnek olmalıdır. Medineli Sa’d bin Rebi (r.a.), muhacir olan Abdurrahman bin Avf’a (r.a.): "Ben mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım." demiştir. İnsanlık tarihinde böyle bir kardeşliğe başka yerde şahit olunmamıştır. Bu kardeşlik neticesinde Medine’de muazzam bir kuvvet doğmuş ve kısa zaman içerisinde bütün Arabistan’ı bu kuvvete boyun eğmek mecburiyetinde bırakmıştır. Şimdi İslam coğrafyasındaki yaşanan savaşlar, zulümler, akan gözyaşlarını görünce insan düşünmeden edemiyor, acaba bu kardeşlik bozulduğu için mi bu zulümler oluyor. "Doğudaki bir Müslümanın ayağına diken batsa, batıdaki Müslüman onun acısını kalbinde duyacaktır." buyuruyor Hz. Peygamber (s.a.v). Yeniden bu kardeşlik duygusunu geliştirebilirsek o zaman yeniden bir kuvvet oluşmuş olur ve İslam coğrafyasında yaşanan işkence ve zulümler ortadan kalkar. Bu kardeşlik duygusuna ulaşabilmek temennisiyle. 66 Temmuz 2011 ANTRENÖR DURSUN Boksör Temel iri yapılı rakibi ile maç yapar.1.rauntta rakibi temeli epey haşlar, raunt sonunda Temel köşesine gider. Antrenörü Dursun moral vermek için Temel’e “Sen dövüyorsun devam et” der. 2.ve3. rauntlarda da aynı şeyler olur.4. rauntta kaşı ve gözü patlamış olan Temel, raunt sonunda güç bela köşesine gider. Dursun yine “Aslanım Temel, adamı parçaladın.” der. Temel güç bir şekilde Dursun’a bakarak: “Ben mi dövüyorum?” der. Dursun: “Evet sen dövüyorsun.” Temel: “Öyle ise etrafa iyi bak, başka birisi beni fena halde dövüyor!” ÜLKE BULMACA 1- Rus’lara karşı yapılan savaşı kazanan, 2001 yılından itibaren ABD tarafından işgal edilen başkenti “Kabil” olan İslam ülkesi. 2- Balkanlarda başkenti “Tiran” olan ülke 3- Başkenti “Bakü” olan soydaş ülke 4- Güney Asya kıtasında, resmi dini islam, başkenti “Dakka” olan İslam ülkesi. 5- Kuzey Afrika’da bulunan Arapça’da “adalar” anlamına gelen başkenti “Cezayir” olan ülke. 6- Kuzey Afrika’da başkenti “Rabat” olan ülke 7- İsrail işgali altında olan İslam ülkesi 8- Kuzeybatı Afrika ülkesinde başkenti “Conakri” olan ülke. 9- Arap yarımadasında tek komşusu Suudi Arabistan olan, başkenti “ Doha” olan İslam ülkesi. 10- Orta Asya ve Doğu Avrupa’da toprakları olan, yüz ölçümü ile dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesidir. Müslüman ülkelerin ve Türk devletlerinin yüz ölçümü bakımından en büyüğü başkenti “ Astana” olan ülke 11-Başkenti “Kahire” olan İslam ülkesi. 12-Kuzey Afrika’da bulunan başkenti “Trablus” olan İslam ülkesi 13-Orta Doğu’da yer alan başkenti “Bağdat” olan komşumuz. 14-Güneybatı Asya’da başkenti “Tahran” olan komşu İslam ülkesi. 15-Ortadoğu'da ırak ve Türkiye ile komşu olan başkenti “Şam” olan komşu ülke. 16-Güney Asya’da bulunan başkenti “İslamabad” olan İslam ülkesi 17- Afrika'nın en büyük yedinci ülkesidir. Başkenti “ Bamako” olan ülke Cevaplar: 1-Afganistan 2- Arnavutluk 3- Azerbaycan 4- Bangladeş 5- Fas 7- Filistin 8- Gine 9- Katar 10- Kazakistan 11- Mısır 12- Libya 13- Irak 14- iran 15- Suriye 16- Pakistan 17-Mali Temmuz 2011 67 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” DOSTLUK BİLİNCİ SEBAHADDİN TÜZÜN ivayet edilir ki Aziz ve Celil olan Allah Hazreti Musa’ya “Ey Musa! Benim için ne yaptın?” diye sorar. Hazreti Musa (AS) “ Rabbim! Senin için oruç tuttum, namaz kıldım, cihad ettim vs..” şeklinde cevap verir. Allah (C.C) “ Ey Musa! Oruç senin kabir karanlığındaki ışığın, cihad cehennem azabına karşı kalkanın, namaz sırattaki bineğindir. Bunların hepsi senin için, Benim için ne yaptın?” diye sorar. Hazreti Musa(AS) “Rabbim! Senin için yapılması gereken amel nedir?” diye sorunca Allah(C.C) “ Ey Musa! Dostlarıma dost, düşmanlarıma düşman olursan benim için ibadet etmiş ve bu cihetle dostluğumu kazanmış olursun” şeklinde cevap verir. R “Onlar öylesine halis, öylesine has müminler ki gösterdikleri asil duruştan dolayı Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar kâfirlere karşı yalçın dağlar gibi dik ve diri, birbirlerine karşı alçak gönüllü ve toprak gibidirler. Ve onlar bu duruşu sergilerken hiç kimsenin kınamasından etkilenmez, kalplerini yalnızca Allah’a odaklarlar” 68 Anlaşılıyor ki Allah’a dost olmanın ölçüsü O’nun için sevmek ve yine O’nun için buğzetmektir. Kul olmakla dost olmak ayrı iştir. O’nun emir ve nehiylerini bihakkın yerine getirmek kulluk vazifesidir. Ama bununla birlikte O’na daha fazla yaklaşma iştiyak ve gayreti dostluğun pekiştirilmesine matuf bir ameliyedir. Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’nın biricik eşine hi- taben “Ey Aişe! Çok şükreden bir kul olmayayım mı?” Sözündeki mana dostluğa ilişkindi. Evet, geçmiş ve gelecek bütün günahlardan arî olmasına rağmen bu ıstırabın bu tedirginliğin bu iştiyakın nedeni muhabbetti. Yani dostluk hassasiyetiydi. “Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlar ise babalarınız ve kardeşleriniz dahi olsa onları dost edinmeyin. Aksi davrananlar nefislerine zulmetmiş olurlar. ” (Tevbe/23) Ve yine Maide suresinin 51.ayetinde Mevla’mız olan Allah (CC)“ Siz ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse o da onlardan olur. Şüphesiz ki Allah zalim bir topluma asla yol göstermez ve rehberliğini bahşetmez” şeklinde uyarıda bulunur. Burada çok ince bir ayırım vardır. Bu ayetlerin manası iman etmeyenler ile sosyal siyasal politik ekonomik vs. tüm ilişkilerin kesilmesi amaçlanmaz, bilakis onların kazanılması için bu tür ilişkiler teşvik edilir. Rabbimizin meramı açık ve nettir. Dostluk sırdaşlık müttefiklik ve gönüldaşlıktır. Çünkü dostluk bir gönül işidir. Gönül yaratılışı gereği kendine bir mecra arar. Eğer doğru bir mecraya kanalize olmaz ise yanlış mecralara akar. Doğru olan mecra fıtrata uygun olandır. Rabbimizin bu dostluktan bir kazancı yoktur. Bu işi sever ama ihtiyacı yoktur. Zira O akla gelebilecek her şeyden uzak ve tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah(CC) kullarının iki dünyalık saadetini istediği için bunu emreder. Allah(CC) İnsanın ne kendi cinsine ne de eşyaya kul olmasını istemediği için bunu emreder. Onun iki dünyalık saadet ve kurtuluşunu teminat altına almak ister. Kalplerimizin doktoru Hazreti Muhammed Mustafa(sav) “La ilahe illallah deyin ve kurtulun” derken bu sözün ne denli bir kurtuluş reçetesi olduğunu biliyordu. Mademki gönül bir kapıya adanacak gerçek ve baki olana adanmalıdır. Sahte ve eğreti olana değil. “ALLAH iman edenlerin dostudur. O dostlarını karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura çıkarır. Kâfirlerin dostu ise tağuttur(şeytani güç odakları) O da kendi dostlarını aydınlıktan çıkarıp karanlığa sürükler…” Bakara/257 Allah İbrahim’e dostum diyordu. Onu candan bir dost kabul etmişti. Çünkü O bütün benliğini Allah’a teslim eden, daima O’nun için iyilik yapan ve her tür batılıdan yüz çeviren Halil bir dosttu. Çünkü O sevdiğini de sevmediğini de Mevla’sına göre tanzim etmişti. Hazreti İbrahim “Allah kâfirleri, zalimleri, hainleri, münafıkları, dönekleri, cimrileri, müsrifleri vs. sevmez” diye sevmiyordu. Yine O “Allah mü’minleri, muhsinleri, sadıkları, doğruları, cömertleri vs. sever” diye seviyordu. Bundan dolayı Efendimiz(sav) “İlahi! Kalbime sevgini ihsan et. Sevdiklerinin sevgisini ihsan et. Ve Sana yaklaştıran amel ve nesnenin sevgisini ihsan et” diyordu. Çünkü dostluğun gereği buydu. Âşık maşukunun sadece zatını değil fiillerini de, sevdiklerini de sevmeliydi. Aynen Mecnun gibi. O müthiş bir muhabbetle bir köpeğin başını okşarken dudakları şu “İLAHİ! KALBİME SEVGİNİ İHSAN ET. SEVDİKLERİNİN SEVGİSİNİ İHSAN ET. VE SANA YAKLAŞTIRAN AMEL VE NESNENİN SEVGİSİNİ İHSAN ET” Temmuz 2011 69 sözleri terennüm ediyordu. “Demek sen Leyla’nın mahallesinden geldin ha!” Dostluk böyle bir şey işte. Gülü seven dikenini de seviyor. Katlanmak mı? Ona karşılıklı ve pazarlıklı sevgi denir. Allah müminlerin dostluk bilincini vahiy ve O’nun mümtaz ve muazzez elçisi eliyle inşa etti. Razı olduğu mümin ve müslüman profilini mealen şöyle tarif etti. “Onlar öylesine halis, öylesine has müminler ki gösterdikleri asil duruştan dolayı Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar kâfirlere karşı yalçın dağlar gibi dik ve diri, birbirlerine karşı alçak gönüllü ve toprak gibidirler. Ve onlar bu duruşu sergilerken hiç kimsenin kınamasından etkilenmez, kalplerini yalnızca Allah’a odaklarlar” Sahabeden biri içki içtiği için sık sık Resulullah’ın yanına getirilerek kendisine had cezası uygulanırdı. “Allah bu adama lanet etsin ne de çok içiyor” diye serzenişte bulunan başka bir sahabeye “ O’na lanet etme! Zira o Allah ve Resulünü çok seviyor” diye çok sert tepki verdi Rahmet Peygamberi. Hâlbuki “içki bütün kötülüklerin anasıdır” sözüyle her türlü mel’anetin içkiden neş’et ettiğini söyleyen yine O idi. Ölçü bu. Ölçü Allah’ın mukaddes sözü. Ölçü müberra Peygamberin örnek hayatı. Gerçek dost Allah’tır, O’nu temsil eden peygamberler ve ona tabi olanlardır. Bunun için Rabbimiz mealen “Ey iman edenler! Allah ve Melekleri Peygamberini vahiy ile destekler. sizde fiili ve kavli dualarınız ile O’na destek olun. Hem getirdiği risalete teslim olun hem de O’nu içten bir muhabbetle devamlı anın” derken sürekli dost- 70 luk bilincimizi yineler. Çünkü bu bilinç inşası bir kurtuluş reçetesidir. Hatırlatır ve devamlı hatırda tutmamızı emreder. “Allah’ı ve ahireti devamlı hatırda tutanlar için” sözüyle tasavvurumuza hassas ayar yapar. Çünkü hak ile meşgul olmayan kalbin batıl tarafından işgal edileceğini bilir. Her kalbe bir Leyla’nın musallat olacağını, her kalbi bir Leyla’nın meşgul edeceğini bilir. Âlemlerin efendisi bize bu yönde de ebedi bir miras bıraktı. O son demlerini yaşarken mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu “Allah’ım beni yüce dostlarının arasına kat. Ya Allah, ya İlahi! Er Rafiku’l-A’la ” Aslında bu söz bir ömür Fatiha suresinde okuduğumuz dua ayetinin tam karşılığıydı. “Rahman ve Rahim olan! Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” Peki kendilerine nimet verilenler kimlerdi? Bu sorusunun cevabını merak edenlere ise Mevla Nisa suresinin 69. ayetini gösteriyordu. Bunlar Allah’ın dostluğuna nail olmak için bir ömür cihad eden ve gönlü Allah’tan başkasına kör olan Nebiler, sadıklar, şehitler ve salihlerden başkası değildi. Bu manada Nebevi haber ebedi saadetimize ilişkin “kişi ahirette sevdiği ile beraberdir” uyarısını yapar. Ukbadaki dostluğun ancak bu dünyada iken kurulabileceği gerçeğini hatırlatır. Yani ahirette salihler ile beraber olabilmenin yolunun dünyadan geçtiği hakikatini bildirir. Aksi durum gönlü Hüseyin’den ama kılıcı Yezid’den yana bir dostluk olur ki bu dostluktan Allah’a sığınır ve Efendiler Efendisinin söylediğini söyleriz. “Rabbim! Sevdir bize sevdiklerini, yerdir bize yerdiklerini” Âmin… Temmuz 2011