Perspektif DEZEMBER / ARALIK 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sayı: 192 İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı Son vahyin 1400. Yılında KUR’AN-I KERİM EDİ TÖR Hicrî Yılbaşı kutlu olsun! Hac ve Kurban, Hicrî Takvim’in 12. ayı ve aynı zamanda adı da “Hac ayı” olan Zilhicce ayına geliyor. Zilhicce ayı, Hac ve Kurban dışında, yeni Hicrî yılı ve Aşure Günü’nü de müjdeliyor. Bu vesile ile yeni Hicrî yılbaşınızı ve Aşure Günü’nüzü de tebrik ederiz. Bu yıl, kitabımız ve son vahiy Kur’an-ı Kerim’in inzalinin 1400. yılı. Bu vesile ile, Açık Cami Günü için hazırladığımız TOM Magazin ile başlayan, Kur’an-ı Kerim ile ilgili yazılarımızı geçen sayımızda devam ettirmiştik. Bu sayımızda da Kur’an-ı Kerim ile ilgili üç ayrı yazıya yer veriyoruz. Bunun için kapak konumuz olarak, bu üç yazının ele aldığı Kur’anı Kerim’i seçmiş bulunuyoruz. Gündeme gelince... Yakın dönemde Almanya’da yoğun bir terör uyarısı yaşandı. Ancak, teröre karşı alınacak tedbirler, yeni problemleri de gündeme getirecek gibi görünüyor. Mesela Arapça veya bilinmeyen bir dille konuşanlarla, camilerdeki fanatiklerin ihbar edilmesi gibi öneriler, Müslümanlar hakkındaki önyargıları pekiştirecek türdendi. Nitekim, Münster Üniversitesi’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre Almanlar, komşu ülkelere oranla, daha çekingen, hoşgörüsüz ve İslam’ı basma kalıp önyargılarla değerlendiriyorlar. Bu yüzdendir ki, teröre karşı alınacak tedbirlerin, İslam ve Müslümanların bir güvenlik prob- lemi imiş gibi gösterilmesine yol açmaması için politikacıların, halk arasındaki önyargıları daha da pekiştirecek açıklamalardan kaçınmaları gerekiyor. Bu arada, Avusturya elçisi Sayın Kadri Ecvet Tezcan’ın “Die Presse” gazetesinde yer alan, Müslüman göçmenlere karşı yapılanları eleştirdiği ve kamuoyunda uzun süre tartışılan açıklamalarını da bu sayımızda değerlendirdik. Dikkat çekici olan taraf, eleştirilerin, Sayın Tezcan’ın söylediklerinin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine değil de, sözkonusu kişinin “diplomat” olması noktasında yoğunlaşması idi. Öte yandan, Wikileaks adlı internet sitesinin ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gizli bilgilerini yayınlaması da, önemli gelişmeler arasında yer aldı. Almanya da, özellikle FDP çevresinde bir fırtına oluşurken, ABD’nin Berlin Büyükelçisinin gönderilmesi istendi. Türkiye’de de ABD’nin eski büyükelçisi hakkında dava açılıp açılamayacağı tartışılıyor. Öyle görülüyor ki, Wikileaks diplomasiyi de değiştirecek bir yayın yaptı. Şimdi, herkesin ABD’li diplomatlarla konuşurken ne adar ketum kalabileceği konuşuluyor. Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun. Perspektif Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected] ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected] Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten HESAP NO · BANKVERBINDUNG: BANK AUSTRIA: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW IGMG AYLIK YAYIN ORGANI DEZEMBER / ARALIK 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 192 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: [email protected] YAYINCI · HERAUSGEBER Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR 6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR: Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P) DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg • Oğuz ÜÇÜNCÜ İÇİNDEKİLER 5 6 8 6 10 12 Okul ve İslâm 14 IGMG Sosyal Yardım Derneği Kurban Kampanyası başarıyla tamamlandı 17 Hac tamamlandı; Umre hazır 18 Teröre tedbir alma acziyeti Viyana Büyükelçisi ve diplomasinin dili Hollanda’da aşırı sağın yükselişi 20 22 24 28 27 30 “Adalet için mücadeleye…” 32 34 36 32 38 12 Aşırı sağa yönelik bir araştırma: “Krizdeki Merkez” Kur’an-ı Kerim - İnsanlığa inen son vahiy Almanca Kur’an tercümeleri tarihi Ümmet Kamboçya’da İslam Sinema ve siyasî coğrafya Dünyada İslam Mimarisi, Sahaflar, Hamamlar „Tretet für die Gerechtigkeit ein…“ Der Koran in Deutschland Unfähige Terrorabwehr 36 g ünd e m Teröre tedbir alma acziyeti erör saldırısı olacak mı, olmayacak mı sorusuna cevap arayan Almanya, alınacak tedbirlerle ilgili olarak emniyetimizden sorumlu içişleri bakanlarının tutumlarının güvenilirliliğini haklı olarak tartışıyor. Haftalardır süren tartışmalar, nihayetinde, bu ülkede huzur içinde yaşamayı hedefleyen Müslümanların günah keçisi olarak gösterilmesi ile sakinleşmiş gibi görünse de doğru rayına oturmadı. Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Die Zeit’ın da “Hayalet Avı” olarak nitelendirdiği gelişmelerin kamuoyuna yansıtılması, terör eylemleri fiilen gerçekleşmedi ise bile, teröristlerin ülkede korku salma amacını da gerçekleştirmiş oldu. Teröristin hedefi, olabildiğince korku salmak olduğuna göre, ilgili emniyet birimlerinin toplumda oluşacak olan korku ve panik havasını azaltacak açıklamalarda bulunması gerekirdi. Toplumda oluşan panik havasının aza indirgenebilmesi için ise, Federal Meclis Adalet Komisyonu Başkanı CDU’lu Siegfried Kauder’in önerdiği gibi basın özgürlüğünün kısıtlanması ile giderilmesi mümkün değil. Zira medyaya, bilgi veren ve zaman zaman da kamuoyu ile paylaşılması gerekmeyen bilgileri sızdıranlar arasında, güvenlik güçlerinin en başında bulunan Federal İçişleri Bakanı’nın olduğu görülüyor. Şükür ki, panik havasını ilk sezenler arasında bulunan Emniyet Genel Müdürü Jörg Zierk, Federal Meclis binası ile ilgili terör alarmı üzerine, ülkede panik havası oluşturulmaması gerektiği uyarısında bulundu. Aynı şekilde Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maizière de daha sonra bu uyarılara katılsa da, Bakan de Maizière’in belirli özgürlüklerin kısıtlanmasını mümkün kılacak yasaların çıkarılması için Adalet Bakanlığı’na baskı uyguladığı bilgileri geliyor. Bilindiği gibi, Yemen’den, Atina’dan gönderilen bombalı paketlerin akibeti bilinmezken, Namibya’nın başkenti Windhouk’tan Almanya’ya hareket edecek olan bir uçağa deneme amaçlı olarak, yerleştirilmek istenen bomba düzeneğinin tesbit edilmesi ve hemen arkasından ülkenin önde gelen dergilerinden birisinin “İslamcı teröristlerin Federal Parlamento binasına saldırı düzenleyeceği” istihbarat bilgisini duyurması, ülkede görülmemiş bir terör alarmı verilmesine yolaçmıştı. T Terörün şakası olamayacağı için, emniyet kuvvetlerinin bu iddialar karşısında gerekli önlemleri alması çok normal bir görev bilinci olarak değerlendirilebilinir. Zira, emniyet güçlerinin bu iddialar karşısında gerekli önlemleri almamaları halinde görevlerini ihmal etmiş olacakları ortadadır. O zaman terör tehditlerine karşı hepimizin güvenliği için alınan bu tedbirlerin yanlışlığı nerdedir? Yanlışlık bu tedbirlerde değil, aksine, tedbirleri alırken kamuoyunun bilgilendirilmesinde yatıyor. Doğru olsa bile, bu tür istihbarat bilgilerinin halkı paniğe sevkedecek şekilde kamuoyuna sunulması, teröristleri daha da cesaretlendirmekte ve ciddî bir eylem yapmasalar da her gün yeni tehdit usülleri geliştirmelerine yardımcı olmaktadır. Terörle mücadele ile ilgili bilgilendirmedeki eksen kayması ise, ülkede yaşayan Müslümanların doğrudan hedef olarak gösterilmesinde görülüyor. Berlin Eyalet İçişleri Bakanı Erhart Körting’in, terör saldırılarına karşı halkın uyanık olmasını isterken, halkın mahallelerde, “farklı görünen insanları farkettiklerinde, arapça ya da bilinmeyen bir lisanla konuştuklarında hemen ihbarda bulunmaları” çağrısında bulunması, teröre karşı bir mücadele şekli olamayacağı gibi, Aşağı Saksonya Eyalet İçişleri Bakanı Uwe Schünemann’ın da, Müslümanların oturduğu bölgelerde polislerin artırılması teklifinde bulunması, Müslümanların toptan zan altında bırakılmasından başka bir şey değildir. Körting bu uyarısı dolayısıyla sonradan özür dilese de olaylara bakış açısının bu olduğu da gerçek. Aynı bakış açısını Hristiyan Birlik Partileri Entegrasyon Sözcüsü ve Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Federal Meclis Grubu Başkanı Stefan Müller’in önerilerinde de görüyoruz. Müller, ülkedeki camilere “Kendi saflarındaki ‘fanatikleri’ tesbit edip ihbar etmeleri” çağrısında bulunarak, kamuoyu nezdinde, muhtemel saldırıların kökeninde camilerin bulunabileceği havasının uyanmasına yardımcı oluyor. Teröre karşı alınacak tedbirlerde ürkütücü olan, görev yapan polislerin yoğun bir şekilde ilgili mekânlarda görünmesi değil, siyasetçilerle bakanların kamuoyunu yönlendirmedeki acziyetleridir. DEZEMBER / ARALIK 2010 /5/ g ünd e m Viyana Büyükelçisi ve diplomasinin dili Temel insan haklarını deklare etmede öncü olan bir kısım Avrupa ülkeleri, niçin kendi evlerinde göçmenlerle olan ilişkilerini bu haklar doğrultusunda yürütmede eksik kalıyor, daha fazlaca ulusalcı yaklaşımları öne çıkarıyorlar? Nasıl oluyorda Fransa, kurucusu olduğu Avrupa Birliği ile Romenlere karşı uyguladığı yurt dışı etme politikasından dolayı karşı karşıya geliyor? İlhan Bilgü • [email protected] ir başka ülkenin en yüksek diplomatik temsilcisi olan bir “Büyükelçi”nin sözlerine “Sorularınızı bir diplomat olarak mı cevaplamamı istersiniz, -ki bu sıkıcı olacaktır- yoksa bir yıldan beri Viyana’da yaşayan ve buradaki 250 bin Türk ile pek çok teması olan biri olarak mı?” şeklinde başlayarak röportajı yapan gazetecinin de “İkincisini tercih ederim,” diyerek yolu açmasının diplomatik krize yolaçmayacağını garanti etmediğini Viyana’da yaşadık. Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Sayın Kadri Ecvet Tezcan’ın Die Presse gazetesine verdiği demeçten bahsediyoruz. “Avusturya’daki Türklerin entegrasyonunda ters giden nedir?” sorusunu cevaplandıran Tezcan, daha söze başlamadan “can sıkıcı” şeyler söylemek istediğini bildirmek istiyordu sanki. Sayın Tezcan, “can sıkıcı” ama birilerinin söylemek durumunda olduğu konuları gündeme getirirken, “Bir yıldan beri Viyana’da yaşayan ve buradaki 250 bin Türk ile pek çok teması olan biri olarak” ülkedeki Türkiye kökenlilere ilişkin olumsuz ha- B /6/ IGMG • PERSPEKTİF vayı, temsilcisi olduğu topluma karşı yüklendiği görev sebebiyle diplomatlık sıfatının gerektirdiği “diplomasi dili”nin sınırlarını aşmak durumunda kaldı. Ankara-Viyana arasında diplomatik ilişkilerin kesilmesinden tutun da, Büyükelçi’nin “persona non grata / istenmeyen kişi” ilan edilerek geri gönderilmesine kadar bir çok seçeneğin gündeme gelmesine yol açan bu açıklamaların, iki ülke arasında diplomatik probleme dönüşmesine rağmen, sadece Avusturya’da değil pek çok Avrupa ülkesinde de tartışılması şu sihirli “entegrasyon” kavramının ne kadar da derin bir zihniyet fırtınası oluşturduğunu da gösteriyor. Türkiye kökenli göçmenler arasında, Büyükelçi Kadri Ecvet Tezcan “aslında çok az şey” söyledi diyenlerin sayısının çok olması, diğer taraftan yerli toplumların temsilcilerinden bu sözlere karşı duranların da Tezcan’ın diplomatik şahsiyetini öne çıkarması probleme çözüm üretmiyor. Müslüman göçmenlerin büyük çoğunluğunu “entegre olmamakta direnenler” şeklinde yaftalayarak anlamsız ve uygulama imkanı olmayan tedbirler alınmasını isteyen politikacılar, perdenin öbür tarafına geçerek ürettikleri siyasetin ne kadar gerçekçi olduğunun derin bir muhasebesini yapmak durumundadır. Büyükelçi Tezcan’ın da işaret ettiği gibi, entegrasyon tartışmasının mağdurları diyebileceğimiz göçmen kitlesinin de kendi hata ve eksikliklerinin bir muhasebesini yaparak yerli toplumlara güven sunmaları gerekiyor. Tüm haklılığına rağmen Büyükelçi Kadri Ecvet Tezcan’ın isim vererek, bulunduğu ülkedeki bakan ve partiler hakkında yorumda bulunması diplomasinin gelenek ve teamüllerine aykırı olduğu için büyük bir tepki toplamış olabilir. Fakat, yüzbinleri aşan bir göçmeni kabul eden, önemli bir kısmını vatandaşlığına dahi kabul eden bir ülkenin de, o insanlara karşı aynı diplomatik nezaketi de göstermesi gerekir. Özellikle kültür, din ve gelenek alanlarında göçmenlere karşı uygulanan ayrımcılık, aşağılama ve haklarının kısıtlanması gibi uygulamaların, diplomatik nezakete, insanî g ünd e m davranışlara yakışmadığı ve yürürlükteki kanunlara uymadığı gözönüne alınırsa, Tezcan’ın diplomasi dili sınırlarını aşmasındaki tutumundan ziyade bu konuların tartışılması gerektiği ortaya çıkacaktır. İki ülke arasında meydana getirdiği krize ve diplomatik eleştirilere rağmen Büyükelçi Tezcan’ın, sözlerinin yanlış anlaşıldığı, ya da, yanlış aksettirildiği gibi bir yola baş vurmayarak diplomatik dil yönünün değil de konunun tartışılmasına devam edilmesini istemesi, Türkiye kökenli göçmenlerden büyük takdir topladı. “Benim, Die Presse gazetesinde yayınlanan mülakatı vermekteki hedefim; kimseyi incitmek, kimseyi üzmek ya da kimseyi suçlamak değildi,” diyen Tezcan, eleştiriler üzerine yaptığı açıklamada şunları söylemişti: “Ben bu mülakatı burada yaşayan Türk insanını ve burada yaşayan Avusturyalıları her iki tarafında lehine olabilecek bir sağlıklı tartışmayı başlatmak için böyle bir beyanatta bulundum. Umarım ki bunun sonunda her iki taraf için bütün toplum için çok güzel, çok onurlu, fevkalade huzurlu bir sonuç çıkar ve uyum dediğimiz şeyi hakiki manada yaşarız diye düşünüyorum.” Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Kadri Ecvet Tezcan Büyükelçi Tezcan’ın en çok eleştiri alan sözleri, Avusturya İçişleri “Strache’yle bir araya geldim. Entegrasyonla ilgili hiçbir Bakanı Maria Fekter, Avusturya Özgürlükçüler Parkonuda hemfikir olmadığımız noktasında fikir birliğine tisi-FPÖ lideri Heinz-Christian Strache, Avusturya vardık. Strache’nin dünyanın nasıl geliştiği konusunda bir Sosyal Demokrat Partisi ve Federal Almanya Başbaf ikri yok. Bir de bu ülkedeki gibi bir sosyal demokrat parkanı Angela Merkel ile ilgili sözleriydi: “Bayan Fekti hayatımda görmedim. Normalde sosyal demokrat parter, kendini liberal addeden halkçı bir partide. Yoksa yantiler, kökeni ne olursa olsun insanların haklarını savunurlar. lış mı biliyorum? Savunduğu düşünce, liberal ve açık bir Burada sosyal demokratların bana ne dediğini biliyor muzihniyete uygun düşmüyor. Esasen, aynısı Almanya Başsunuz? ’Bu konuda bir şey söylersek, Strache daha fazla bakanı Angela Merkel için de geçerli. İki hafta önce çok oy alır.’ Bu inanılmaz.” kültürlülük anlayışının başarısızlığa uğradığını ve AlAynı şekilde, Türkiye kökenli göçmenlerle ilgili olamanya’nın bir Hristiyan toplum olduğunu söylediğinde rak söylediği şu sözlerde de haklı Büyükelçi Kadri Ecöyle şaşırdım ki! Bu nasıl bir mentalite? Bunu 2010 yıvet Tezan: “Türk ebeveynlerin çoğu, çocuklarının mükemmel lında, sözde hoşgörünün ve insan haklarının merkezi olan Almanca ve Türkçe bildiğini sanıyor. Ben de onlara, 500 Avrupa’da işitmek zorunda kaldığıma inanamıyorum. Bu kelimeyle hiçbir dile hakim olunamayacağını, çocuklarıdeğerleri, başkaları sizden öğrendi, sizse şimdi bu değernın ne Almanca’yı ne de Türkçe’yi iyi bildiğini söylüyolere sırtınızı dönüyorsunuz. Yine de göçmenlerin hiç harum.” ta yapmadığını söyleyemem.” Görülüyor ki, problem sayın Tezcan’ın söyledikleTezcan, bir diplomat olmasaydı bu eleştiriler teprinin yanlışlığında değil. Konuşması gereken dilin sıki alacağına belki de alkış alırdı. Meselâ FPÖ lideri Stracnırlarını aşıp diplomat olarak gerçek dünyanın dili ile he ve sosyal demokratlar ile ilgili söylediği şu sözlere konuşmasında. parti taraftarları haricinde kim karşı çıkabilir ki? DEZEMBER / ARALIK 2010 /7/ g ünd e m Hollanda’da aşırı sağın yükselişi Prof. Dr. Özcan Hıdır ile söyleşi İlknur Melekoğlu • [email protected] ollanda’da Haziran ayında yapılan seçimlerde sağ partiler önemli bir başarı elde etti. Liberal Parti (VVD)’nin ilk, İşçi Partisi (PVDA)’nın ikinci sırada tamamladığı seçimlerde en dikkat çekici gelişme, İslam ve yabancı karşıtı tutumuyla ünlenen ve siyasi yelpazenin en sağında yer alan Özgürlük Partisi (PVV )’nin milletvekili sayısını 9’dan 24 çıkararak üçüncü parti konumuna yükselmesi olmuştu. Hollanda’nın Rotterdam kentinde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Özcan Hıdır ile ülkedeki siyasî gelişmeleri ve Müslümanların durumunu konuştuk. H – Hoşgörü ülkesi olarak tanınan Hollanda gittikçe bu konumundan uzaklaşıyor. İslam karşıtlığıyla prim yapmaya çalışan aşırı sağcı Wilders’in yükselişi bunun bir göstergesi. Hollanda’da yaşayan bir kişi olarak son seçimlerle birlikte ülkede şekillenen yeni atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz? – Öncelikle teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Evet, “hoşgörü ülkesi” olarak anılagelen Hollanda’da son senelerdeki İslam ve Müslümanlar dolayımındaki genellikle “olumsuz” gelişmeleri anlamlandırabilmek aslında kolay değil. Sizin sorunuza da farklı açılardan cevap vermek mümkündür. Ancak sizin daha ziyade Müslümanlar ve yabancılara yönelik bakış açısından yani entegrasyon politikaları anlamında sorduğunuzu tahmin edebiliyorum. Bu açıdan Hollanda “Avrupa’nın en toleranslı ülkelerinden biri” konumunda iken, son 7-8 yıldaki tartışmalarla belki de Avrupa’nın tolerans eksikliği olan ülkeleri konumuna doğru hızla ilerliyor. Bu noktaya gelinmesinde Batı’nın yeni düşman olarak İslam’ı zikretmesi ve 11 Eylül hadisesi gibi global planda da pek çok etkenin rolü var, kuşkusuz. Ancak lokal anlamda da Theo van Gogh adlı, İslam’a yönelik oldukça negatif tutumuyla tanınan Hollandalı film yapımcısının Faslı bir Müslüman tarafından öldürülmesinin bu konuda dönüm noktasını oluşturduğu genel kabul görüyor. Tabiatıyla şu anki Hollanda Koalisyon Hükümet’ini dışarıdan destekleyen “Özgürlükler Partisi /8/ IGMG • PERSPEKTİF (PVV)”nin lideri İslam karşıtı politikacı Geert Wilders’in söylem ve eylemlerinin de bu konuda etkisi çok büyük. Dolayısıyla günümüzdeki durum itibariyle Hollanda’da özellikle yabancılar ve daha özelde de Müslümanlarda bir “korku ve kaygı” hakimdir. Müslüman kurum ve kuruluşlar endişelidir. Her ne kadar yeni kurulan hükümet bu konuda endişeleri giderecek bazı söylemlerde bulunsa da, koalisyon protokolündeki entegrasyona dair bazı ifadeler, muğlaklığını korumakta ve bu da geleceğe yönelik endişelere yol açmaktadır. – Hollanda’da siyaset alanını sağ söylemin kapladığını gözlemliyoruz. Sol ve liberal söylemler adeta kayboldu, ülkedeki bu dönüşümü neye bağlıyorsunuz? – Şu an Avrupa’da daha ziyade sağ söylemler prim yapıyor. Belki bunu genellemek doğru değil ama halihazırda Avrupa’nın pek çok ülkesinde Hristiyan ve aşırı sağ partiler yükselişte. Bu durumu sadece konjonktürle açıklamak mümkünse de, benim kanaatim bunun arka planında farklı başka etkenlerin de rol oynuyor olabileceği yönünde. Mesela “İslam korkusu ve karşıtlığı”, “ekonomik kriz”, “Kıta Avrupa’sının Anglo Sakson ülkeleri ile Amerika’da olduğu çokkültürlü toplum yapısı konusunda yeterli deneyime sahip olmaması”, “Hristiyanlığın özellikle de Protestanlığın güç kaybetmesi ve dolayısıyla da kiliselerin boşalması” ve “Bütün negatif eylem ve söylemlere rağmen İslam’a olan ilginin artarak devam etmesi” gibi pek çok neden sayılabilir. Yani bütün bunlara tepki olarak “Hristiyan kimliğini”, “Avrupa kimliğini”, “İslam korkusunu” öne çıkaran parti ve gruplar prim yapıyor. Adeta “Wilderscilik” virüsü hemen hemen bütün Avrupa’yı sarmış durumda. Her ülkede Wilders türü politikacılar daha gür sesle ortaya çıkıyor. Dünya çapındaki son ekonomik krizle meydana gelen Avrupa’daki iktisadi daralmanın da bunda çok önemli etkisi var. Bu daralma neticesinde işini kaybetme korkusu yaşayan Avrupalı ilk tehdit olarak yabancıları ve özellikle de Müslümanları gözüne kestiriyor. Bunlara sol siyasetçilerin ekonomik, sosyo-kültürel anlamda alternatif üretememelerini de eklememiz gerekiyor. Zira sol partiler iktidara geldiklerinde kapitalist politikaları halka dayatıyorlar. Bu ise halkta genelde diğerlerinden farklarının olmadığını hatta kimlik anlamında diğer sağ partilerin öne çıktığı izlenimini uyandırıyor. Bu bağlamda, İngiltere Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair’in geçenlerde, “Sosyalist Enternasyonal” toplantıları g ünd e m bağlamında, artık bu örgütün “sosyalist” kelimesini kullanmasının anlamını yitirdiğini söylemesi dikkat çekiciydi. – Yeni oluşan aşırı sağ destekli hükümete ülkedeki göçmen kuruluşları başta olmak üzere sivil toplum kuruluşları tepki gösterdi mi? – Hollanda’da yeni kurulan koalisyon hükümetine ülkedeki göçmen kurum ve kuruluşlarından tabiatıyla tepkiler oldu. Ancak bu tepkiler pek de ulusal medyada duyulmadı. Tepkiler daha ziyade daha önceki hükümette de başbakanlık yapan J.P. Balkanende’nin partisi Hıritiyan Demokrat Merkez Parti (CDA)’ya yönelikti. Zira bu parti halihazırdaki koalisyon hükümetinde de başrol oynadı. Tepkiler sebebiyle parti içerisinde çalkantılar olduysa da, koalisyon hükümetine girildi. – Hollanda’nın diğer ekonomik ve sosyal iç sorunlarının bu gelişmelerde ne gibi etkisi var? – Az önce de kısmen belirttiğim gibi, bu gelişmelerin arkasında ekonomik, sosyal, kültürel, yabancı karşıtlığı, Avrupa kimliği tartışmaları, İslam’ın yükselişi, dünyadaki güç dengelerinin Asya’ya kayışı ve dolayısıyla Avrupa’nın artık yavaş yavaş güç merkezi olma özelliğini kaybetmesi gibi pek çok etkenin rolü var. Hollanda hacmi küçük olsa da, dünyanın onyedinci büyük ekonomisine sahip bir ülke. Kıta Avrupası’ndan etkilenmekle beraber Anglo Sakson siyaset izleyen, oradaki gelişmelerden birebir etkilenen bir ülke. Ayrıca İslam karşıtlığı konusunda da son yıllarda özellikle öne çıkan bir ülke. Adeta bu anlamda son yıllarda “pilot ülke” konumunda. Bu durumdan rahatsız olan pek çok Hollandalı var elbette. Zaman zamanki görüşmelerimizde tarafımıza da bu durumdan şikayet ediyorlar. Ancak ulusal politikadaki şu anki söylemler arasında sesleri de pek çıkmıyor. – Bu hükümetle beraber göçmen politikası hangi yöne doğru gelişecektir? – Entegrasyon tabiatıyla Avrupa’nın son yıllardaki en önemli sorunlarından biri. Yukarıda söylediğimiz bütün bu etkenler sebebiyle göçmenlere yönelik politikalarda da birtakım değişikliklere gidiliyor. Daha önceden verilmiş bazı haklar ellerinden alınıyor. Yasalarda mevcut haklar, genellikle Müslümanlar söz konusu olunca çifte standartlı ve dolayısıyla aleyhte yorumlanıyor. Avrupa’nın –özellikle de Almanya, Fransa ve Hollanda’nın başını çektiği Kıta Avrupası’nın- göçmenler ve Müslümanlar konusunda ye- ni bir paradigma değişikliğine yönelmek istediği aşikâr. Bunun en temel göstergelerinden biri, “entegrasyon” politikalarında son dönemlerde yapılan değişikliklerdir. Buna göre ne kadar yerleşik hâle gelirlerse gelsinler, Avrupa’da Müslümanlar hiç bir surette aslî vatandaşlar olamayacak, son tahlilde hep “entegre olmaya namzet kimseler”, “ötekiler”, “ikinci sınıf vatandaşlar”, “yabancılar” olarak muamele göreceklerdir. Bu hükümetin getirdiği göçmen politikası da arka planında bu anlayışa sahiptir. Ancak bunun son tahlilde işleyip işlemeyeceği, bu hükümetin devamlılığı ile de yakından alakalıdır. Son günlerde Wilders’in Partisi’ne mensup bazı milletvekillerinin adlarının, küçük yaştakilere yönelik cinsel taciz gibi skandallara karıştığının ortaya çıkması Wilders’i ve Partisi’ni de çok zor durumda bıraktı ve kamuoyundan özür dilemek zorunda kaldı. Buna parallel olarak kamuoyu yoklamalarında partisinin düşüşe geçtiği gözlendi. Bütün bunlar, zaten bir oy gibi bıçak sırtı çoğunluğa sahip bu hükümetin fazla uzun vadeli olamayacağının göstergeleri. Ancak Hollanda’nın göçmen politikası kanaatimce çok da hükümetlerle kaim değil, bir devlet politikası olarak gelecekte devam edecek. – Ülkenin geleceğine yönelik tahminleriniz, öngörüleriniz nelerdir? Özellikle Müslümanları neler bekliyor? – Hollanda’da halhazırdaki Wilders destekli koalisyon fazla kalıcı gözükmüyor. Burası açık. Ancak ülkenin Müslümanlar açısından geleceği veya Müslümanların ülkedeki geleceği o kadar açık değil. Yani –geleceği Allah bilirancak elde mevcut verilerden hareketle Müslümanları çok da iyi bir gelecek beklemiyor, Hollanda’da ve bütün Batı’da. Bu geleceğin açık ve güçlü hale gelmesi, aslında biraz da Müslüman kurum ve kuruluşlara bağlı. Kendilerini geleceğe yönelik hazırlamalarına, buna yönelik ekonomik ve insan gücü donanımına sahip olmalarıyla ilgili. Aralarındaki dayanışmayı arttırmaları, asgarî müştereklerde beraber hareket etmeleriyle yakından ilgili. Müslümanlara ait temel meseleleri tespit edip o alanlarda noktasal çalışmaları ve politikaları geliştirmeleriyle ilgili. Kendilerinin bulundukları ülkelerde haklarının neler olduğunu bilmeleri ve bunu kanuni yollardan elde etmeye çalışmalarıyla ilgili. Bunların hepsinden daha da önemlisi kanaatimce, Batı’da yaygın olan Müslümanlara ait genelde negatif imajı giderecek İslami ve insani çalışma ve faaliyetler ortaya koymaları gerekiyor. DEZEMBER / ARALIK 2010 /9/ g ünd e m Aşırı sağa yönelik bir araştırma: “Krizdeki Merkez” Merkezde yer alan bireylerin aşırı sağcılığı ne kadar benimsediklerini tespit için araştırmanın ikinci bölümünde bireylere yöneltilecek soru kategorileri geliştirilir. Bu kategorilerde sağ otoriter diktatörlüğün benimsenmesi, vatansever şövenizm, Yahudi ve yabancı düşmanlığı, Hitler rejiminin olağan-sıradan görülmesi ve sosyal darwinizm, yani güçlünün zayıfı yenmesi doktrini, aşırı sağ düşünce eğilimini ele veren formatlar olarak tayin edilir. Ünal Koyuncu • [email protected] ‘‘Toplumu araştıran çalışmalar ne işe yarar?’’ sorusuna farklı açılardan cevap vermek mümkündür. Ticari işletmeler bu tür araştırmalarla üretilen malın pazarlanmasını hedeflerken, siyasetçiler mümkün olduğunca fazla seçmene ulaşmayı hesaba katarlar. Her iki durumda da insanların hayat şartları, biçimleri ve düşünce dünyaları keşfedilir ve böylelikle onların nabzı tutulur. Friedrich-Ebert-Vakfı tarafından yapılan ‘‘Krizdeki Merkez. Almanya’da aşırı sağ tutumlar 2010’’ (*) başlıklı araştırma da toplumun düşünce dünyasını keşfeder mahiyettedir. Almanya toplumunun aşırı sağ eğilimleri hakkında nabız tutan araştırma, bu eğilimlerin toplumsal merkezde de görüldüğü tespitiyle, kamuoyunda ses getirmişti. Ancak araştırma, sadece elde ettiği sonuçlar nedeniyle değil, aşırı sağı tanımada ortaya koyduğu yorum ve yöntemler açısından da kayda değerdir. Zira ‘‘merkez’’ , ‘‘kenar’’, ‘‘aşırılık’’, ve ‘‘aşırı sağ’’ gibi soyut, göreceli ve tartışmalı kavramları, kabül görmüş bir bakış açısından hareketle somut ve kullanılır hale getiren tanımlamalara yer vermekte, toplumsal realiyeti buna göre ölçmektedir. / 10 / IGMG • PERSPEKTİF Aşırı sağcılık ve toplumsal merkez Aşırı sağ olgusuna ve dünya görüşüne yoğunlaşan çalışmalar ele alınırken, akla öncelikle, toplumun belirli bir kesiminin niçin sorun haline getirildiği sorusu gelmektedir. Söz konusu araştırmanın gerekçesini, bu soru doğrultusunda izah etmek kolaydır. Zira ortada birlikte yaşamı tehdit eden bir gelişme vardır. Farklı hayat biçimlerinin aynı siyasi yapı içerisinde var olmalarını sağlamak ve bu yapıya karşı olan gelişmeler hakkında kamuoyundaki hassasiyeti canlı tutmak, sivil toplumun sorumluluğunda olan bir görevdir. Bir sivil toplum kuruluşu olan Friedrich-EbertVakfı da bu sorumluluğunu yazımızın konusu olan araştırmayla yerine getirmekte, incelemede yer alan bir tanımlamayla, ‘‘ırkçı veya insanların ırka dayalı sosyal eşitsizliğinden hareket eden, halkların etnik homojenliğini talep eden, insan hakları deklarasyonlarında yer alan eşitlik ilkesini reddeden, toplumun bireyden önce geldiğini vurgulayan, vatandaşın devlet iradesine boyun eğmesi gerektiğinden yola çıkan, liberal demokrasideki değerler çoğulculuğunu reddeden ve demokratikleşmeyi geriye götürmek isteyen, organize olmuş ya da olmamış tutum, davranış türleri ve aksiyonların tümü’’(s. 14-15) anlamına gelen aşırı sağcılığın toplumsal yansımasını irdelemektedir. Burada söz konusu olan, bu düşünce kalıbının toplumun genelinde veya herhangi bir kesiminde görülüp görülmediği değil, ‘‘toplumsal merkezin’’ aşırı sağ düşünce vasıflarını ne kadar içselleştirdiğidir. Dolayısıyla yaşam şartları ileri seviyede olan grupla alt seviyede bulunan grup arasında duran ve üst seviyeye çıkma şansıyla alt seviyeye düşme riskini barındıran ‘‘toplumsal merkez’’, araştırma sahasını teşkil etmektedir. Ülke toplumunun çoğunluğunu oluşturması nedeniyle bu sosyal katman hakkında bilgi vermek, bir bakıma toplumun çoğunluğuna değinmekle eş anlamlıdır. Merkezde yer alan bireylerin aşırı sağcılığı ne kadar benimsediklerini tespit için araştırmanın ikinci bölümünde bireylere yöneltilecek soru kategorileri geliştirilir. g ünd e m Bu kategorilerde sağ otoriter diktatörlüğün berinde durmak gerekmektedir, ki aşırı sağ eğilimlerin nimsenmesi, vatansever şövenizm, Yahudi ve yabangelişmesi ve yaygınlaşmasında ekonomik ve siyasal krizcı düşmanlığı, Hitler rejiminin olağan-sıradan görülmesi ler, çevre tarafından kabül görme ve yaşam memnunive sosyal darwinizm, yani güçlünün zayıfı yenmesi doktyeti anahtar rol oynamaktadır. Bu faktörlerle düşünrini, aşırı sağ düşünce eğilimini ele veren formatlar ce dünyası arasında kurulan ilişki, sorunun daha iyi olarak tayin edilir. Bu formatlar içerisinde yer alan anlaşılmasını sağlayacaktır ki, ilişkilendirme netice‘‘Normalde Almanlar diğer halklardan doğal olarak üssinde elde edilen sonuç, ekonomik şartlar itibariyle tündür’’, ‘‘İşyerleri azaldığı takdirde yabancılar memletoplumsal merkezde yer alan fakat alt sınıfa düşme ketlerine gönderilmelidir’’, ‘‘Nasyonalsosyalizmin iyi riski yaşıyan fertlerde aşırı sağ eğilimlerin fazlaca götarafları da vardı’’ ve ‘‘Doğada olduğu gibi toplumda da rüldüğüdür. hep güçlü kazanmalıdır’’ gibi cümlelerin kabul dereMücadele yöntemleri beş ana başlık altında sıracesi, kişinin eğilimini göstermektedir. Bu bağlamda lanmaktadır: Katılımın teşvik edilmesi, eğitim ve eğitoplumdaki İslam düştim kurumlarının desmanlığını tespit için de teklenmesi, medyanın iki soru şekillendirilayrımcı habercilikten miştir: uzak durması, siyasi so‘‘Bazı kişilerce Araplarumluların ekonomik girın hoş görülmediğini iyi andişata adil refah dağılımı lıyorum’’ ve ‘‘Almanya’dadoğrultusunda egemen ki Müslümanların dinî olmaları ve son olarak hayatı kısıtlanmalıdır.’’ sivil toplumun güçlenDIE MITTE IN DER KRISE İnsan hakları kriterdirilmesi. Her ne kadar da lerinden hareketle ele bu yöntemlerin köklü alındığında tüm bu soçözümler üreteceği tartıRechtsextreme Einstellungen rular hayret vericidir. şılır olsa da, maddelerin in Deutschland 2010 ‘‘Hala bu tip düşüncede olan merkezini teşkil eden insanlar var mı?’’ sorusu ‘‘bireyin katılımı’’ meseakla gelirken, araştırma lesi demokratik düzende Oliver Decker Marliese Weißmann sonuçlarının, aşırı sağ anahtar konumdadır. Bu Johannes Kiess düşüncelerin partiler üsaçıdan bakıldığında kaElmar Brähler tü bir şekilde her kesimde tılımı teşvik için bireyin görülebildiğinin altını siyasi, ekonomik ve sosçizmesi, bu eğilimlerin ne yal donanımını destekkadar yaygın olduğunu lenmeli, onun reel hagöstermektedir. yattaki eğitimine, çeyParti, sendika ve kilireyle uyumuna ve ekose üyeleri arasında bu tip nomik gelir düzeyine yaFES G E G E N düşünceleri tasdikleyen tırım yapan unsurlar teşRECHTS insanlar vardır. İslam düşvik edilmelidir. Bütün EXTREEMISMUS Forum Berlin manlığını tespit için forbunları yaparken sorummüle edilen cümlelerin lu medya ülkede dayaaraştırmaya katılan kişinışma kültürünün yaylerin yüzde elliden fazlası tarafından desteklenmesi, ‘topgınlaşmasını sağlamaya çalışmalıdır. lumda İslam düşmanlığı yaygındır’ tezini güçlendirir türBu tespitlerle noktalan ‘‘Krizdeki Merkez’’ araştırdedir. ması, Federal Almanya’nın kuruluşundan bu yana temel sorunu olan aşırı sağcılık olgusunu yeniden günAşırı sağa karşı mücadele deme taşımış, temel insan haklarına aykırı bu düşünce kalıbının miladi 2011’e yaklaştığımız şu günlerde topAraştırmanın sonunda aşırı sağa karşı mücadelelumun merkezinde varlığını koruduğu tespitiyle bir yade takip edilmesi gereken yöntemler üzerinde duranın halâ iyileştirilmemiş olduğuna işaret etmiştir. rulmaktadır. Altı çizilen öncelikli husus, sadece fikriyatın geçersizliğini rasyonel düzeyde izah ederek ve (*) Oliver Decker u.a.: Die Mitte in der Krise. Rechtsextreme Einsolgulara işaret ederek başarıya ulaşmanın mümkün oltellungen in Deutschland. Berlin 2010, http://library.fes.de/pdffiles/do/07504.pdf madığıdır. Sorunun kökenine inmek ve nedenleri üze- DEZEMBER / ARALIK 2010 / 11 / g ünd e m Okul ve İslam Bir okul rehberi eleştirisi Çalışma grubları arasında “İslâm ve Okul” isimli bir çalışma grubu bulunan Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatörü’nün, öğretmenlerin Müslüman gençlerle kuracakları ilişkiye rehber olabilecek nitelikte bir kitapçık hazırlatmış olması takdire şayandır. Ali Mete • [email protected] erlin’de muhtelif milletlerden müteşekkil olmak üzere yaklaşık 220.0001 Müslüman yaşıyor. Bu durum – dinî ve kültürel çeşitliliğin yanında – eğitim hayatı için bazı görev ve zorlukları da beraberinde getiriyor. Bilhassa Müslüman gençler, – nedenleri çeşitli, sonuçları da karmaşık olan – çok sayıda çetrefilli meselelerle karşı karşıya kalıyorlar. Eğitim hayatında ise dil sorunlarından kurumsal ayrımcılığa kadar beraberce üzerine gidilmesi gereken onlarca mesele bulunuyor. Çalışma grubları arasında “İslâm ve Okul” isimli bir çalışma grubu bulunan Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatörü’nün, öğretmenlerin Müslüman gençlerle kuracakları ilişkiye rehber olabilecek nitelikte bir kitapçık hazırlatmış olması takdire şayandır. Bununla beraber kendi keyiflerine göre İslâm yorumları tesis edilir, fikirler birbirine karşı kızıştırılır ve Müslümanların desteği, sadece onlara muhtaç olunduğunda aranırsa; Müslumanların ellerinden kendi dinlerini yorumlama ve aslına uygun biçimde yaşama hakkı ve şansı alınmış olur. Maalesef mezkur bu kitapçığı da Müslümanları disiplin altına almak isteyen ve kendi ölçülerine göre bir İslâm anlayışı tesis etmek isteyen girişimler sınıfına dahil etmek zorunda kalıyoruz. 24 sayfalık bu broşürde ilk olarak Berlin’de yaşayan Müslümanlarla alakalı (s. 2-3) kısa malumat ve İslâm di- B / 12 / IGMG • PERSPEKTİF nine (s. 3-5) dair temel bilgiler verilmiş. İkinci kısımda ise bayramlar, oruç, namaz, başörtüsü, diğer din mensupları ile münasebetler, spor ve yüzme dersi, cinsellik eğitimi, sınıf gezileri, karşı cinsi tanımlama kalıpları ve dinî kökenli gibi gözüken homofobi şeklinde sıralanan “dinî gibi görünen çatışmalar” (s. 6-19) için bazı çözüm önerileri yer alıyor. Şiddet temayülü, Antisemitizm ve “İslamizm” gibi meselelerin de mercek altına alındığı ve daha kısa tutulan üçüncü kısım ise “şiddet ve politik ideolojiler” (s. 2022) başlığını taşıyor. Son bölümde ise velilerle iletişim halinde olmanın önemine değinilmiş ve onları da sürece dahil etmenin mümkün yolları gösterilmiş. Hemen başlangıçta entegrasyon politikası açısından marjinalleşmiş göçmenlerin ve çocuklarının sosyal yapıya göre teksiflerinin iç mahallelerde – sıklıkla İslâm bağlamında algılanan – bazı problemler meydana getirdiğine işaret edilmiş (s. 2) ve dinin radikalleşme ve tecrit olma tehlikesini gizlediği, aşırı dinî inancın entegrasyonun önündeki engel olduğu (s. 2) değerlendirmelerinden hareketle şu tavsiyelere yer verilmiş: 1. “Şehirde dinî çeşitlilikle yaşamanın teşviki ve ıslahı” 2. “Müslümanlarla ve onların organizasyonları ile; eşitliğin, ferdî hürriyetin, demokratik değerlerin ve normların (Müslümanların Müslümanlar tarafından dinî açıdan dışlanmasını engellemek de dahil olmak üzere) kabulü gibi meselelerde gözüpek bir yüzleşme” 3. “İslamcı çabalar ile yerinde mücadele” (s. 3). Tek tek bütün konuların işlenilmesi bu “politik üç adımın” (s. 2) etki alanında kalıyor. Bundan dolayı bu büroşür, değişik ve karmaşık konularda ancak farklı ölçüde dengeli ve isabetli sonuçlara ulaşabiliyor. Kitapçık, şu örnekte olduğu gibi kısmen de olsa, şaşırtıcı derecede dengeli ve akıllı tasarı ve çözümlere sahip. Meselâ, isabetli olarak şöyle bir tespit yapılıyor: “Okul arkadaşlarının ve öğretmenlerin karalanması dinî bir düşünceden ziyade, perspektif yoksunluğunun, ergenlerin kabul görme ihtiyacının ve – daha çok delikanlılarda görülen – otoriteye karşı çıkmanın bir ifadesidir.” (s. 12) Müslüman kızların yüzme dersine katılmama oranının kamuoyu tartışmalarının verdiği intibanın çok daha altında olduğu da gerçeğe uygun bir tespit. (s. 14) Yüzme ve spor derslerinin kız-erkek ayrı yapılması önerisi zaten bir çok eyalette uygulanmakta. Bunu göz önün- g ünd e m de bulundurursak, öteyandan, Eğitim ve Bilim Sendikası’nın (GEW) bunun uygulanmaya müsait bir teklif olmadığı, dünyaya ve gerçekliğe uzak bir tutum olduğu yönündeki eleştirisi tutarsız kalıyor. Öğretmenler için hazırlanan bu kitapçığın diğer kısımları ise su götürür hatta şaşkınlığa düşürücü ifadelerle dolu ve kitapçıkta bir temel argüman sürekli olarak ön plana çıkıyor. Önsözde senatör Prof. Dr. E. Jürgen Zöllner şunları söylüyor: “İslâm’ın esnek biçimde okunup yaşanabileceği bilgisi; içerisinde okul ve Müslümanların –hem veliler hem öğrenciler – başgösteren meselelere, – yani “İslamî olarak görülen norm ve değerlerin okulla çatıştığı durumlarda” – pragmatik cevap bulabileceği alanlar meydana getirmektedir.” Senatör bunun özellikle geleneğine ve dinî inancına değer veren Müslümanlar için geçerli olduğunun da altını çizmiş. (s. 1) Burada bariz bir alternatif yorum özlemi kendisini gösteriyor. Bu alternatif yorum çabası, İslâm geleneğinden hareketle şekillendirilmiş bir anlayış arama çabası olarak degerlendirilebilir. Çünkü, burada yaşayan Müslümanların kendi dinlerini kendilerinin tanımlama haklarının sadece onlara muhtaç kalındığında gündeme geldiği görülmektedir. Meselâ, bayram günlerinin tespiti hususunda (s. 67) böyle bir yaklaşım gündeme gelmekte. Aslında, öğrencilerin bu günlerde okuldan muaf oldukları yasa ile kayıt altına alınmıştır. Müslümanlar Koordinasyon Konseyi (KRM) Almanya’daki Müslüman topluluklar için Ramazan ve Kurban Bayramlarının tarihini tespit eden bir düzenlemeyi zaten yapmış bulunuyor. 2 Bu durumda bu günlerin neden bir problem teşkil ettiği ve Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatosu Konseyi’nin bu iki bayram gününü önceden tespit etme serbestliğini nereden aldıkları sorusu akıllara geliyor. (s. 7) Kitapçıktaki başına buyruk İslâm yorumlarından bir tanesi de okulda tutulan oruçla3 alakalı tavisyeler. Broşürün tavsiyesine göre, tarafsız kişiler orucun, okulun işleyişine, ayrıca çocukların sağlık ve performansına nasıl etki ettiği hususunda veli ve öğrencileri aydınlatabilir; imamlar ve organizasyonlar kuralların körükörüne taklit ile uyulmasının sorgulanması ile alakalı bir hareket gösterebilir. Senato nihayet şu “fetvayı” veriyor: “Ziyan edilmiş bir matematik dersi gibi, zarar gördüğü durumlarda her Müslüman, oruca ara verme hakkına sahiptir”. (s. 9). Kitapçık Cuma namazı hususunda da Almanya Müslümanları Merkez Konseyi’nin (ZMD) en azından üç haftada bir öğrencilere Cuma namazı kılma imkânının verilmesi yönündeki tavsiyesini reddediyor. Yayına göre, Müslüman organizasyonlar, Cuma namazının kaçırılmasını günah olarak görmemeliler. Kitapçıkta, bu hususuta bazı camilerde uygulanan Cuma namazının sonradan kılınması ve yine bu meyanda namazların cem edilmesi imkânına dikkat çekiliyor. Kitapçığın bu ve benzeri politik kökenli problemli girişimleri ve bu yayının yürürlüğe konulması ile ilgili sorumlu kişilerin kitapçığın şekillendirilmesine olan etkisi bağlamında varlığı tartışılmaz meselelere ne kadar çözüm bulunabileceği hususu bizi kuşkuya düşürmektedir. Bunu sağlamak isteyen bir yayın, politik ve ideolojik güdümlerle hareket etmek yerine sağlam ve kapsamlı bir empirik zemine oturmalıydı. Zira,kendileri ile alakalı dinî meselelerde tanımlama ve belirleme hakkı Müslümanların olmalıdır. Son tahlilde, öğrencilerin meseleleri ne “İslamîleştirilmeli” ne de abartılı bir kültür relativizmi penceresinden tarassut edilmelidir. Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin Kaynaklar: 1 http://www.statistik-berlin-brandenburg.de/Publikationen/ Stat_Berichte/2010/SB_A1-5_hj2-09_BE.pdf 2 http://www.igmg.de/tr/haberler/yazi/2008/12/03/kurban-bayraminin-ilk-guenue-8-aralik-2008.html?.html. html.html/phprojekt/lib//include/lib.inc.php= 3 Konuyla ilgili İslam Konseyi’nin değerlendirmesi: http://www.igmg.de/ tr/haberler/yazi/2010/08/07/okulda-oruc-islam-konseyinindegerlendirmesi.html DEZEMBER / ARALIK 2010 / 13 / te ş k il at Pakistan Endonezya IGMG Sosyal Yardım Derneği Kurban Kampanyası tamamlandı Bu yıl 53 ülke ve bölgede kurban kesimini gerçekleştiren IGMG Sosyal Yardım Derneği, kurban kesimine katılan 253 gönüllü ile; Pakistan’da 14.490, Türkiye’de 6.349, Etyopya’da 5.127, Somali’de 4.550, Sudan’da 3.514 ve Filistin’de 2.904 adet olmak üzere toplam 97.448 adet kurbanı ihtiyaç sahiplerine ulaştırarak 2010 yılı Kurban Kampanyası’nı başarıyla tamamladı. Kampanya’da 85 bin 474 toplanmıştı. Pakistan’a 14.490 kurban Pakistan’da bu yaz meydana gelen sel felaketi ülkenin beşte birini doğrudan etkiledi. Yaklaşık 2 bin insanın hayatını kaybettiği felakette 300 sağlık merkezi, bir milyon ev yıkıldı ve 20 milyon insan mağdur konumuna düştü. Felaketin hemen sonrası oluşturulan ilk yardım ekibi Ağustos ayında selzedelere yönelik gıda yardım çalışmalarını gerçekleştirdi. IGMG Sosyal Yardım Derneği yönetimi, 2010 Kurban Kampanyası’nda ağırlığı Pakistan’a vermiştir. Almanya, İngiltere ve İtalya’dan gelen kurban kesim görevlilerin kontrolünde Keşmir, Swat, Peşawar, Pencab ve Sindh bölgelerinde 14.490 kurbanın kesimi gerçekleştirildi. İngiltere’den Ufuk Seçgin’in koordinatörlüğünde, İtalya’dan Hasan Bıyıklı, Almanya’dan Nihat Turan, Hasan Özdemir, Habip Demir, İsmail Özdemir, Sezer Ceylan, Göksal Tunca, Ali Kıvanç, Hakkı Dursun, Ahmet Koç, Halil Yılmaz ve Aydın Dulkadir Pakistan’da kurban gönüllüsü olarak hizmet etti. Türkiye’de 54 ilde kurban dağıtımı İkinci olarak yoğun kurban kesiminin yapıldığı ül- / 14 / IGMG • PERSPEKTİF ke Türkiye oldu. Türkiye’nin 54 ilinde, 55 gönüllü nezaretinde dağıtımlar gerçekleştirildi. Diyarbakır ve Ankara’da modern mezbahanelerde kesilen kurbanlar soğutucusu olan araçlarla bayramın ikinci günü diğer illere ulaştırılarak ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı. Dortmund’dan Özcan Kuri İstanbul’da, Mönchengladbach’dan Yunus Yiğit Batman’da ve Berlin’den Menderes Singin Muş’da dağıtım sorumlusu olarak hizmet ettiler. Menderes Singin’in Diyarbakır izlenimleri: “...Özcan kardeşimiz, üzerindeki kurbanların vekaletini mezbahanedeki kesim görevlisine verdikden sonra kesim işlemi başladı. 150’ye yakın insan çalışıyordu. Her şey bant üzerinde yapılıyor, kesim işlemi kazasız devam ediyor, bir saatte 50 büyükbaş hayvan kesiliyordu. Bende bir yandan kesim işlemlerini makinemle resimliyordum. Bayram günü gece 24’de kadar kesim devam etti. 450 büyük baş hayvan kesilmişti. Geri kalanına bayramın ikinci günü devam ettik. Biz kesime o kadar dalmışız ki bayramı bile unuttuk. Kesim işleminin bir an önce bitmesini dört gözle bekliyorduk. Çünkü kesilen kurbanlar soğutucularda bekletiliyor ve oradan da Türkiye’nin 54 vilayetine gönderilmek üzere tırlara taşınıyordu. Her şey yolunda gidiyor, her ilde bekleyen Avrupa’dan gelen kurban gönüllülerine etler bir an önce ulaştırılıyor, kurban etleri Tekirdağ’dan Kars’a kadar TIR’larla dağıtılıyordu.” Türkiye’nin Aksaray ilinde de IGMG Sosyal Yardım Derneği gönüllüleri mahalle mahalle dolaşarak önceden tesbit edilen ihtiyaç sahiplerine kurban etlerini ulaştırdı. Kars ve Ardahan’da yapılan çalışmalar da yüz- te ş k il at Hindistan lerce fakir ve ihtiyaç sahibini sevindirdi. Buradaki dağıtımlara Ludwigshafen’den Yaşar Cimşit gönüllü olarak katıldı ve kurban eti dağıtımı, mahalle muhtarlarının muhtaçları tesbitine göre ev ev dolaşılarak yapıldı. Endonezya IGMG Sosyal Yardım Derneği, Endonezya’da 1750 adet kurban kesimi yaptı. Holland’dan katılan Kurban gönüllüsü Adnan Şahin’in izlenimlerini aktarıyoruz: “Papua Adası’nda çalışma yapacağımız kasaba Manokwari’nin en büyük camii olan Rıdwanul Bahri Camii’ne vardığımızda cami çoktan dolmuş ve camiyi defalarca dolduracak kadar cemaatte dışarıya taşmıştı. Ve biryandan da Müslümanlar akın akın gelerek boş buldukları yerlere ellerindeki seccadelerini serip oturuyorlardı. Kadınlar, çoluk çocuk camiyi doldurmuşlar. Erkek cemaatin arka tarafında yerlerini almışlardı. Ve sayılarının da küçümsenmeyecek çoğunlukta oluşu ayrıca dikkatimizi çekiyordu. Yaşadıkları Manokwari kasabasında nüfusun sadece %40’nın Müslüman olduğunu söyleyen imam, bugün kılınan namazı yaklaşık 6 bin Müslüman’ın kıldığını söyledi. Biz kendimizi tanıtıp Avrupa’daki kardeşlerinin kendilerine kurban ve selamını getirdiğimizi söyleyince gözleri parlayarak çok memnun olduğunu dile getiren imam Nijerya “buraya çok sayıda misyoner gelir. Ancak şimdiye kadar hiç Müslüman ziyaretçimiz olmamıştı. Bizi çok mutlu ettiniz. Allah’da sizleri mutlu etsin” diyerek duygularını dile getirdi. Buradaki çalışmalarımız en son Wasior bölgesinde meydana gelen sel felaketinde evsiz kalan ve buraya sığınmacı olarak gelen insanlara yönelik olacaktı. Ve öyle yaptık... Yağmur altında kesimler yapılıp hazırlandıktan sonra etleri alarak mülteci kampına vardık. Son tsunamide canlarından gayrı hiçbir şeylerini kurtaramamış olarak bu kampa sığınan insanlara sadece barınabilecekleri boş bir oda verilmiş tüm aile fertleri için tek bir oda.İçinde ne oturabilecek bir kanepe var ne yemek yapabilecek bir ocak. Nereden bakarsan bak içler acısı bir durum. Biz karınca kararınca yapacaklarımızı yapıp ayrıldık. ” Gine-Bissau Osnabrück’den Zekeriya Soydemir’in izlenimleri: “Atlantik Okyanusu’nun kıyısındaki görkemli palmiyelerle ve çeltik karıklarıyla dolu bu güzel ülkede 1,5 milyon kişi yaşıyor.Burada hayat şartları çok çetin, birçok insan geçimlerini yevmiyecilik ve organizasyonların yardımları ile sağlıyorlar. Cumhurbaşkanı Malam Bacai Sanhá’yı ziyaretimiz esnasında Gine Bissau’ya gerçek manada nasıl yardım edilebileceğini de öğrendik. Fakirlik, işsizlik ve kirli su ülkenin temel meseleleri arasında bulunuyor. IGMG Sosyal Yardım Derneği’nin Almanya ve Avrupa’dan topladığı bağışlarla kurbanlıkları satın aldık. Bunlar ülkenin değişik bölgelerinde kesildi ve ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı. Wuppertal’den Yüksel Köse, Gelsenkirchen’den Erol Yıldızhan ve Osnabrück’ten Zekeriya Soydemir’den müteşekkil ekip olarak insanlara yardım edebilmenin ve Kurban Bayramı neşesini onlarla paylaşmanın derin hazzı içerisindeyiz. ” Kamboçya 700 adet kurbanın kesildiği Kamboçya’ya Osnabrück’den Ali Osman Sert, Württemberg’den Kudret Ulusal ve Siegen’den Ali Mete’den oluşan gönüllü ekibi gitti. Ali Me- DEZEMBER / ARALIK 2010 / 15 / te ş k il at Kamboçya Türkiye te’nin izlenimlerini şöyle oldu: “İlk olarak ‘Killing Fields’ adlı, Phnom Penh yakınlarında bulunan soykırım müzesine çevrilmiş eski bir okulu ziyaret ediyoruz. Bu şehirde onyıllar önce, kısa süre içerisinde milyonlara varan insan işkence görmüş ve öldürülmüş. Pol Pot ve Kızıl Kımerler insanları soykırıma tabii tutmuş, 400 000’i Müslüman yaklaşık 2 milyon kişi öldürülmüş. Al- Makmur Camii imamı tüm camiler gibi bu caminin de o dönemde domuz ahırı olarak kullanıldığını belirtiyor. İmam bölgede 600 Müslüman ailenin yaşadığını, bu nedenle bizden burada dağıtmayı planladığımız kurbanın arttırılmasını rica ediyor. Kamboçya’da Müslümanların dini hayatı İslam Din İşleri Kurulu tarafından organize ediliyor. Kamboçya’da bu kurumun başkanı olan müftü, kurumun görevinin ülkede sayısı 800’ü bulan caminin bakımı, yapılması ve ayrıca dini eğitim, sosyal yardım projeleri olduğunu ifade ediyor. Sonrasında yetimhaneye yapacağımız ziyaret için çarşıya uğruyor, oradaki çocuklar için okul malzemesi ve şekerleme alıyoruz. Aldığımız hediyeleri öğretmenleri ve bakıcılarla beraber dağıtıyor ve çocukları sevindiriyoruz. Son hazırlıkların tamamlanmasının ardından ekibimiz ayrılarak her biri Kamboçya’nın bir başka bölgesine gidiyor. Kamboçyalıların yüzde 70’i kırsal kesimde hayatını sürdürüyor. Amacımız dünyanın her tarafındaki Müslüman kardeşlerimize Avrupa’daki kardeşlerinin selamlarını iletmek. Bu sebeple Kamboçya’nın ücra köşelerinde bulunan köylerine ulaşmaya çalışıyoruz. Bayram namazını farklı yerlerde kılıyoruz. Partner kuruluşumuz ile beraber büyük baş kurbanlıkların kesimi ve etlerinin 33 şehir ve köyde dağıtılmasını sağlıyoruz. Söylemesi kolay fakat yapması zor bir iş bu, çünkü köyler çoğunlukla birbirinden uzak ve yolları çok bozuk. Arabanızın yolda kalması ve gece yarılarına kadar yollarda geçirmek zorunda kalma ihtimalini gözönünde bulundurmanız gerekiyor. Buradaki Müslümanlar kendilerine gösterilen bu yardımdan çok memnunlar. Kamboçya yüzyıllar önce İslam ile tanışmasına rağmen, İslam’a bilinçli bir yönelmenin tarihi çok da eskilere gitmiyor. Bu açıdan bakıldığında dünyanın bu ve benzeri bölgelerinde Müslümanlarla bağlantıya geçmek daha da önem kazanıyor. ” Tanzanya / 16 / IGMG • PERSPEKTİF te ş k il at Hac tamamlandı; Umre hazır IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH bu yılki Hac hizmetlerini tamamladı ve gelecek senenin hazırlıklarina başladı. Hacca gitmek için yapılan başvuruların yoğunluğu sebebiyle, müracaatların erkenden yapılmasını isteyen IGMG Hac-Umre Seyahat Şirketi Genel Müdürü Hakkı Çiftçi şimdiden bazı kafilelerin dolduğuna dikkat çekti. “Bu sene bazı müracaatları gelecek seneye aktarmak durumunda kaldık. Müracaatların erkenden yapılması hem vize işlemlerini kolaylaştırıyor hem de bize, hizmetleri daha da iyi organize edebilme imkanı tanıyor” diyen Çiftçi, uygulanan kota dolayısıyla önce yapılan müracaatların işlemlerine hemen başladıklarını söyledi. IGMG Hac-Umre Seyahat Şirketi ile Hac ibadetini yerine getiren hacıların dönüşü de tamamlandı. Hac ibadetini yapan hacılar, Mekke, Arfat ve Mina’daki hizmetlerle birlikte Medine’deki hizmetleri büyük bir takdirle anıyorlar. Sağlık ve diğer rehberlik hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi için gereken tedbirleri uygulayan organize, Suudî yetkililerinden de teşekkür aldı. IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan da şirket Genel Müdürü Hakkı Çiftçi ile birlikte hacılara eşlik etti ve yürütülen hizmetleri yerinde denetledi. Umre programlarına da yoğun bir ilgi olan ve bu sene yaklaşık 5 bin hacıya hizmet sunan IGMG Hac-Umre Seyahat Şirketi, 2011 yılı Umre programlarının hazırlıklarını da tamamladı. Paskalya tatili ile başlayacak olan umre programlarına özellikle yaz ve Ramazan ayında oldukça ilgi gösteriliyor. Almanya başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinden ayrı ayrı kafileler halinde yürütülecek olan umre programlarının fiyatları ise en kısa zamanda açıklanacak. DEZEMBER / ARALIK 2010 / 17 / i sl a m ve hayat “Adalet için mücadeleye…” Adaletli olma yükümlülüğüne başkalarının adaletten istifade etmesinin sağlanması da dahildir: “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) ….” (Hud Suresi, [11:113]). Mustafa Yeneroğlu • [email protected] ur’an, bazen örnek almamız, bazen de amellerinden ve düşüncelerinden ibret almamız için bizlere geçmiş kavimlerden haberler verir; bize, bu dünyada yaşadığımız hayatın bir hüsran ve pişmanlığa dönüşmemesi için takip etmemiz gereken yolları gösterir. Bu nedenle Şifa, Hak, Rahmet, Hikmet, Hidayet, Habl (kendisine sıkıca tutunulması gereken ip), Nur ve Furkan (hakkı batıldan tefrik eden) gibi isimlerle de anılır. Kur’an, hayatın tamamına bir mâna yükler, insana varlık meratibinde kendisinin ve diğer yaratılmışların yerlerini tanıyabileceği bir mihenk taşı verir. Kur’an’ın temel öğretilerinden birisi de adalet ve zulmün birbirinden ayırt edilmesidir. Kur’an her bir kula adalet ilkesine uygun bir şekilde hareket etmesini emreder. Ancak kul sadece adil davranmakla değil, aynı zamanda kendisinin ve -ırk ve din ayrımı gözetmeksizin – başkalarının uğradığı haksızlıklara karşı aktif bir biçimde mücadele etmek, adaletin ve iyi- K / 18 / IGMG • PERSPEKTİF liğin tarafında bulunmakla de mükelleftir: “… zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur....” (Bakara Suresi, [2:193]). “…İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir. …” (Maide Suresi, [5:2]). “…Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. …” (Bakara Suresi, [2:148]). Adaletli olma yükümlülüğüne başkalarının adaletten istifade etmesinin sağlanması da dahildir: “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) ….” (Hud Suresi, [11:113]). Kur’an, mütemadiyen adaletin her zaman ve her yerde muhafaza edilmesini hatırlatır: “İşte bunlar, Allah’ın, sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.” (Ali İmran Suresi, [3:108]). İnsan her davranışında adalet prensibine göre hareket etmelidir: “….Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. ” (Nisa Suresi, [4:29]). “…Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın.” (İsra Suresi, [17:35]). “De ki: Rabbim adaleti emretti.….” (Araf Suresi, [7:29]) “… Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi, [16:90]). Bu çaba ile kastedilen sadece adil kalmak değil, aynı zamanda Müslümanın faal olmasıdır. Adalet yolunda çaba göstermek, hayırda yarışmak gibi hasletler Mü’min için ekstra faziletler değil, fiil ve amellerinin hayatın bütün alanlarındaki temelleridir. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten i sl a m ve hayat kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Suresi, [4:135]) “… Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir..” (Maide Suresi, [5:8]) Özü itibariyle bütün dinler insanı adil olmaya ve adil bir dünya için çaba göstermeye davet eder, hiçbir külltür adaletten feragat etmemiştir. Bütün devletler anayasalarında insanın beraber yaşamasının temel normu olan adalete yaslanırlar. Buna rağmen elimizdeki tarihe ve insan tabiatına dair elde ettiğimiz bilgilerin ışığında savaşın, açlığın, insani ve doğal kaynakların sömürülmesinin olmadığı bir dünya sadece bir illüzyondan ibarettir. Ancak insanın buna olan öz- uğrayan, açlıktan ölen ve haksızlığa uğrayan insanlardan ahirette mesul tutulacaklardır. Buna göre her Müslüman imkânları ölçüsünde daha adil bir dünya için çaba göstermek zorundadır. Bilhassa Avrupa’da yaşayan Müslümanlar daha yüksek bir refah düzeyine sahip olmakla, tüketimde sürekli artan aşırılığa kaçmak ve dünyevi arzularına kul olmak, bu suretle de Allah’a ve diğer mahlûklara olan sorumluluklarını yerine getirememek gibi bir tehlike ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Bu yüzden “adalet” Müslüman için bir laf-ı güzaf değildir. Adalet için mücadele etmenin İslam’ın en önemli emirlerinden birisi olduğunun ve bunun da bir davet olduğunun daima şuurunda olmalıyız. Adalet idealimizi ve vizyonumuzu dünyamızın meselelerinin halli için somutlaştırmak ve dünya genelindeki savaş, açlık, zulüm ve haksızlıklara karşı ortaya koymalıyız. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Suresi, [4:135]) lemi ve talebi de aynı derecede güçlüdür. Bilhassa Müslümanlar adaletin tesis edilmesi için çaba göstermeye ve ahlaki yükümlülüğü kendi şahsi çıkarları için feda etmemeye davet edilmektedirler. Müslümanların “….hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder…” (Casiye Suresi, [45:24]) diyenlerden olmamaları emredilmektedir. Onlar hayatlarını bir belirsizliğe ve mânasızlığa feda etmemeli, hayrın ve adaletin tesis edilmesi için bilfiil mücadele etmelidirler. Aksi takdirde hayatları Kur’an’ın buyurduğu üzere israf edilmiş olurlar. Müslümanlar bu dünya hayatının bir imtihan olduğu bilinci ile mütevazı, müsamahakâr, ölçülü ve minnettar olmalıdırlar. Onlar hakkı tavsiye edip haksızlığa karşı mücadele etmelidirler, zira –dinleri ve dünya görüşleri dikkate alınmaksızın- bu dünyada zulme Dünya ekonomisinin getirdiği meseleleri, iklim değişimi, demografik gelişmeler, sosyal adalet konuları ve eğitim eşitliği, hatta gelecek nesiller için adalet gibi konular daha bilinçli ve ciddi bir şekilde hemhal olmamız gereken meseleler arasında. Bu nedenle sosyal ve siyasi meseleleri hakkında bilinç sahibi olmak sorumluluk sahibi her Müslüman’ın hayatında önemli bir yer tutmalıdır. Bu faaliyetler sadece dini yapılanmaların değil, aynı zamanda sosyal ve insani yardım derneklerinin, bir siyasi partinin, bir insan hakları örgütünün ya da bir çevre gönüllüleri oluşumunun çatısı altında da yürütülebilir. Hayatlarının sonunda sadece “İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar.” (Enam Suresi, [6:82]) şeklinde tavsif olanlar ebedi saadete erişip bahtiyar olacaklardır. DEZEMBER / ARALIK 2010 / 19 / te ş k il at Kur’an-ı Kerim İnsanlığa inen son vahiy Kur’an metninin muhafazası için diğer bir yol da Efendimizin Cebrail (a.s) ile her Ramazan ayında o ana kadar vahyedilmiş olan bütün ayetleri okuması idi. Hatta Efendimizin vefat ettiği sene bu mukabele iki kere gerçekleşmiştir. Kevser Erol • [email protected] llah peygamberlerini ve vahyi rehberlik etmeleri için insanlığa göndermiştir ve son vahiy Allah’ın, vahiy meleği Cebrail (a.s) aracılığıyla ilk olarak miladî 610 yılında kulu ve resulü olan Efendimiz’e (s.a.v) göndermeye başladığı Kur’andır. Efendimize de, kendisinden önce gönderilen seçilmiş insanlar olan Musa, İsa ve Davud peygamberlere olduğu gibi, Allah’ın tebliğini çevresine ve tüm insanlığa ulaştırması için vahiy gelmiştir. Müslümanlar Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberlere iman ederler ve onların arasında fark gözetmezler. Kur’an’da şöyle buyurulur: „De ki: „Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ona teslim olanlarız.”“ (Âli İmran Sûresi, 84) Nebiler silsilesinin son halkası olan Efendimiz kırk yaşından itibaren vahyi dar-ı bekaya irtihallerine kadar geçen 23 sene zarfında sürekli olarak almıştır. Va- A / 20 / IGMG • PERSPEKTİF hiy „Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak” dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.“ (Alâk Sûresi, 1-5) ayetleri ile başlamış ve „Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.“ (Maide Sûresi, 3) ayeti ile nihayete ermiştir. Mushafın muhafazası ve yazılması Efendimiz’e (s.a.v) her vahiy geldiğinde onu derhal etrafındakilere aktarır ve vahiy kâtiplerinden birine –bunların arasında Zeyd b. Sabit de bulunmaktaydı- deri, kemik, yassı taş, hurma yaprağı yahut papirüs gibi malzemeler üzerine yazdırırdı. Namazda da kıraat edildiği için yeni gelen ayetler Müslümanlar tarafından hemen ezberlenirdi. Kur’an metninin muhafazası için diğer bir yol da Efendimizin Cebrail (a.s) ile her Ramazan ayında o ana kadar vahyedilmiş olan bütün ayetleri okuması idi. Hatta Efendimizin vefat ettiği sene bu mukabele iki kere gerçekleşmiştir. Ahiret gününe kadar hükmü devam edecek olan Kur’an’ın muhafazasına en büyük kefil ise onu bizlere gönderen Allah‘tır. Bir ayet-i kerîmede şöyle buyurulur: „Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.“ (Hicr Sûresi, 9) Efendimizin ebedî aleme irtihallerinde, vahyin yazılmış olduğu materyaller dağınık bir biçimde bulunmaktaydı. Vahiy, 23 sene zarfında ve tedrîcen geldiği için yekpâre toplanması mümkün olmamıştı. İlk halife Hz. Ebubekir, Zeyd b. Sabit’i, hafız diğer sahabelerle beraber ilk mushafın oluşturulması ile vazifelendirdi. Hz. Ebubekir’in vefatı ile bu mushaf Hz. Ömer’e ondan da, onun kızı ve Efendimiz’in (s.a.v) zevcesi olan Hafsa validemize verildi. Üçüncü halife Hz. Osman zamanında ise mushaf istinsah yolu ile çoğaltılarak o dönemin İslâm dünyasının merkezlerine gönderildi. Bu sâyede Arapçanın te ş k il at hususî yapısı ile alâkalı olarak gündeme gelen kıraattaki ve yorumlamadaki farklılıkların da üstesinden gelinmek isteniyordu. Kur’an Avrupa’ya, 1143 senesinde Orta Çağ‘ın önemli merkezlerinden birisi olan Toledo’da (Tuleytula) Hristiyan mütercimler Hermannus Dalmata ve Robertus Ketenensis tarafından Latince’ye yapılan tercümesi ile ulaştı. İlk baskı ise 1543 senesinde Basel’de yapıldı. Almanca’ya ilk çeviri ise Salomon Schweigger tarafından 1616 yılında yapılmıştır. Bununla beraber muhtelif mütercimler tarafından yapılmış çok sayıda nüsha bulunmaktadır. Önceki vahiyler çerçevesinde Kur’an Kur’an son vahiy olduğu gibi tahrif edilmeden bize kadar ulaşabilmiş tek vahiy olma özelliğini de taşımaktadır. Efendimiz, tek peygamber olmadığı gibi elbetteki Kur’an da tek vahiy değildir. Kur’anı daha ziyade vahiylerin son kitabı gibi anlamak lazımdır. Ondan önce Allah Hz. Musa’ya Tevrat, Hz. İsa’ya İncili ve Hz. Davud‘a da Zeburu göndermiştir. Kur’an’da da bu vahiylere işaret edilmektedir: „Bu Kur’an, Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmamıştır. Fakat o kendinden öncekileri doğrulayıcı ve Kitabı (Allah’ın levh-i mahfuzdaki yazısını) açıklayıcı olarak, indirilmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. (O) âlemlerin Rabbi tarafındandır.“ (Yûnus Sûresi, 37) Kendisine daha önce kitap gönderilmiş olanlara ehli kitap denilir. Bundan kasıt ise kendilerine Hz. Musa vasıtası ile Tevrat gönderilen Yahudiler ile Hz. İsa ile İncil gönderilen Hristiyanlardır. Ehli kitap vahiy zincirinde bir halka olmak sıfatıyla İslâm akaidinde ve tarihinde hususî bir yere sahip olagelmiştir. Burada söz konusu olan şey sadece tarihi değil aynı zamanda muhtevayı da kapsayan bir bağdır. Allah, Kur’anı sadece yeni bir vahiy olarak değil aynı zamanda kendinden önceki kitapları da tasdik edip doğrulayan ve tamamlayan bir kitap olarak gönderdi. Şu ayet-i kerîme bunun delili olarak gösterilebilir: „(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp ta onların arzularına uyma…“ (Maide Sûresi, 48) Bütün vahiylerin özü tek olan Allah’a iman mânasına gelen tevhiddir. Bunun yanında tek tanrılı dinler ahiret gününe, meleklere, peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine iman etmek hususlarında birleşirler. Ayrıca bütün tek tanrılı dinlerin ortak bir ahlâkî zemini vardır. Bu dinlerin hepsi Allah’a inanıp, takdis eden inançlı kişinin doğru ve samimi bir hayat sürdürmesini talep ederler. Bu değişmez inanç esaslarının yanında aynı zamanda ibadet dediğimiz bazı ritüeller yer alır. İbadetlerin şekli İslâm dini gönderilene kadar zamana ve mekâna bağlı olarak sürekli değişmiştir ve İslâm ile son halini almıştır. Bu şekilde diğer tek tanrılı dinlerde de namaz, oruç ve zekât şekil olarak çok farklı hale gelmiş olsalar da mevcudiyetlerini devam ettirmişlerdir. Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin DEZEMBER / ARALIK 2010 / 21 / i sl a m ve hayat Almanca Kur’an tercümeleri tarihi Kur’an, Avrupa’da ilk olarak İspanya’da, Cluny Başrahibi Petrus Venerabilis’in (öl. 1156) yaptırdığı Latince tercüme ile tanınmaya başlandı. Meryem Özmen • [email protected] ur’an, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) 23 yıllık bir süre zarfında gönderilmiş bir kitaptır. Peygamberimizin dili olan Arapça dilinde indirilmiştir. O halde Kur’an’ın getirdiği mesajın Arap olmayan toplumlar tarafından anlaşılması ihtiyacı Kur’an’ın farklı dillere tercüme edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu çerçevede Avrupa kıtasında da değişik nedenlerle İslam ve getirdiği mesaja ilgi duyulmuştur. Kur’an, Avrupa’da ilk olarak İspanya’da, Cluny Başrahibi Petrus Venerabilis’in (öl. 1156) yaptırdığı Latince tercüme ile tanınmaya başlandı.1 Petrus, Arapçadan matematik ve astronomi eserlerini tercüme eden Robert von Ketton’a, Kur’an’ı Latinceye tercüme ettirme konusunda başarılı oldu. Birçok eksiğine rağmen tercüme büyük bir başarı elde etti. Bunun sebebi ise bu tercümenin neredeyse beşyüz yıl boyunca Batı Hristiyanlığı’nın Kur’an bilgisinin kaynağını oluşturması ve diğer Avrupa dillerine tercüme edilmesinin başlangıç noktasını oluşturmasıdır. Kur’an’ın Arapça’dan Fransızca’ya doğrudan ilk tercümesi ise Andre Ryer tarafından 1647 yılında gerçekleştirilmiştir. Mütercim, tercümeyi yaparken, Müslümanların Kur’an tefsirlerinden de istifade etmiş, bu durum tercümenin Robert von Ketton’un tercümesinden iyi olmasını sağlamıştır. Avrupa’nın etkili ve en çok K / 22 / IGMG • PERSPEKTİF okunan yazarlarından biri olan Voltaire de bu tercümeden etkilenmiştir; öyle ki 1753 yılında yayımlanan “Essai sur les moers et l´esprit des nations” (Milletlerin ruhu ve gelenekleri hakkında bir deneme) başlıklı eserinde Kur’an’a daha adil bir şekilde yaklaşmıştır. Kur’an’ın, Salomon Schweigger tarafından İtalyanca’dan yapılan ilk Almanca tercümesi ise 1616 yılında Nürnberg’te yayımlanmıştır. Kur’an’ın David Friedrich Megerlin (1772) tarafından doğrudan Arapça’dan yapılan ilk Almanca tercümesi ise “Türk İncili veya Kur’an” adı ile yayınlanmıştır. Quedlinburg Saray Vaizi Friedrich Eberdhard Boysen’in kaleminden çıkma Kur’an tercümesi ise 1773 yılında yayımlanmıştır. Bu tercümeyi, Orientalist Samuel Friedrich Günther Wahl, 1828 yılında gözden geçirip yeniden yayımlamıştır. Johann Christian Wilhelm Augusti, 1773 yılında bir bölümünü tercüme ettiği Kur’an’ın orijinal halinin şiirsel etkisini yakalamaya çalışmıştır. Kur’an’daki ruhaniliği farkeden ve onu öven Katolik İlahiyatçısı Johann Adam Möhler (ö. 1838) olmuştur ki, kendisi, Hz. İsa ile Hz. Muhammed ilişkisinin Kur’an’a göre karşılaştırmasını yaptığı bir makalesinde, “kendine has bir dindarlık, etkileyici bir yakarış ve tamamen kendine has dini bir şiirsellik yansıyor. Bunun yapma ve zorlama birşey olması mümkün değil” demektedir. Kur’an’ın bir bölümünü tercüme eden Friedrich Rückert’in bu tercümesi ise çok rağbet gördü. Bunun sebebi ise tercümenin Kur’an’ın şiirsel boyutunu aktarmaya çalışması idi. Akademik çevrelerde daha çok tavsiye edilen, Rudi Paret (1966) ve Hans Zirker (1999) tercümeleri ise daha çok dilsel kusursuzluğu gaye edinmişlerdi. Kelimelerin anlamından uzaklaşmama çabasını beraberinde getiren bu kusursuzluk anlayışı, geç antik dönem dini ihtilaflara ilgi duymayan okuyuculara Kur’an’ın itici gelmesine neden oluyordu. İslam’a büyük bir sempati besleyen Johann Wolfgang von Goethe’ye göre ise Kur’an, “Kendisi ile ne kadar ilgili olursak o kadar bıktıran fakat yinede kendine çeken, şaşırtan ve sonunda da saygıya zorlayan bir” 2kitaptır. i sl a m ve hayat Berlin Cami İmamı Mevlana Sadreddin ise 1939 yılında Kur’an’ın bir Müslüman tarafından yapılan ilk Almanca tercümesini yayımladı. Anadili Almanca olan birisi tarafından yapılan Kur’an’ın ilk tam tercümesi ise 1996 yılında Ahmed von Denffer’in gayretiyle ortaya çıktı. Fakat Arapça bir kavramın Almancada farklı birçok karşılığını vermeye çalıştığı için bu tercümenin okunması zordur. Arapça orjinal metnin yanı sıra, her bir ayet için Almanca’ya tercüme edilmiş önemli tefsirlerden bölümler alan bir Kur’an tercümesi de, Fatima Grimm başkanlığında bir grup Müslüman bayan tarafından hazırlanarak 1997 yılında “Kur’an’ın Anlamı” başlığı ile yayımlandı. 20. Yüzyılda yayımlanan bilimsel Kur’an tercümeleri ise Max Henning (1901), Rudi Paret (1966) ve Adel Khoury (1999) tarafından hazırlandı ve yayımlandı. 2009 yılında Ahmad Milad Karimi, Arapça orijinalin ifade gücü ve güzelliğini o dili bilmeyenlere de hissettirmeye çalışan yeni bir Kur’an tercümesi yayımladı. Karimi, bu tercümesinde amacının“Müslümanların dindarlığını temelden belirleyen” Kur’an’daki “estetik ve şiirsel tecrübe”yi aktarmaya çalışmak olduğunu ifade etmiştir. 2009 yılınd ayrıca Leopold Weiss’ın – Müslüman olduktan sonraki adı Muhammed Esed - “The Mes- Yeni Kur’an tercümeleri sage of the Qur‘an”’ın Ahmed von Denffer ve Yusuf Kuhn tarafından yapılmış Almanca tercümesi yayımlandı.3 Esed’in hazırladığı bu eser, birçok yerinde tefsirde içermesi nedeniyle sadece bir tercüme olarak görülmemelidir. 2000 ile 2010 yılları arasında yeni bir Kur’an tercümesi üzerinde çalışan Hartmut Bobzin’in bu yeni tercümesi, ki tefsir şeklinin de yayımlanması da plan dahilindedir, 2010 yılında yayımlandı. Mütercim sadece dil açısından değil, estetik açıdan da Arapça orijinali uygun bir şekilde Almanca’ya yansıtmak istediğini belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında Rückert’in tercümesi, Kur’an’ın şiirselliğini “duyurma” açısından Bobzin’in aşması gereken bir tercüme olarak görülüyor. Şiirsellik noktasından bakıldığında Karimi ile benzer hassasiyet taşıdıkları söylenebilir. Ancak hem Bobzin hem de Karimi, tercümenin “ anlama” üzerine kurulu olması gerektiği konusunda hemfikirler. Kur’an’ın Almanca tercümelerinin çokluğu esasen “mütekamil” bir tercümenin mümkün olmadığını da gösteriyor. Tercümelerin her birinin güçlü yanları olduğu gibi, zayıf yanları da mevcut. Hangi amaç için hazırlandıkları ve ne için kullanılacaklarına bakılarak, tercümelerin biri diğerine tercih edilebilinir. Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş Kaynaklar: 1 Hartmut Bobzin: Der Koran. C.H.Beck, 2006 Katharina Mommsen: Goethe und der Islam. Insel, Frankfurt am Main 2001 3 Ahmad Milad Karimi: Der Koran. Herder, Freiburg, 2009 2 İlk dönemlerde Kur’an “Türk İncili” olarak tercüme edilmişti DEZEMBER / ARALIK 2010 / 23 / i sl a m ve hayat Ümmet “O gün her ümmeti/toplumu (Allahın huzurunda) toplanmış görürsün. Her ümmet, kendi (amelleri tescil edilmiş) kitabına çağrılır: Bu gün yapmış olduklarınızın karşılığı verilecek.” (Câsiye Suresi, [45:28]) Prof. Dr. Saffet Köse • [email protected] mmet kelimesi tekil ve çoğul şekliyle (ümem) Kur’ân-ı Kerîm’de 64 defa geçmekte olup1 hadislerde de oldukça sık yer almaktadır.2 Bu temel kaynaklarda kelimenin herhangi bir dinin veya zamanın ya da mekânın bir araya getirdiği topluluk anlamı ağırlık kazanmıştır. Bu birliktelik bir inanç etrafında toplanmış bulunan insanlar grubunda olduğu gibi irâdî / ihtiyârî olabileceği gibi kuşlar, karıncalar, böcekler vb.’lerinde olduğu gibi3 gayr-ı irâdî yani yaratılış gerçekliğine bağlı da olabilir.4 Kelime anlamı itibariyle arada fark yoktur. Ümmet, taife, cemaat, topluluk, halk gibi kelimelerle zaman zaman eş anlamlı olarak kullanılır. İslami ilimlerde ümmet kelimesi daha çok bir peygamber veya bir dine mensup olan topluluk anlamında kullanılmıştır. Kısaca ümmet bir peygambere tabi topluluk demektir. Bir ümmet içerisinde farklı özellikleri sebebiyle oluşan topluluklar da ümmet olarak isimlendirilebilir.5 Mesela iyiliği hakim kılmak kötülüğü engel- Ü 1 M. Fuâd Abdülbâkî, el-Mu‘cemü’l-müfehres, “ümmet” md. Wensinck, Concordance, “ümmet” md. 3 En‘âm Suresi, [6:38]; Müslim, Selâm, 148; Ebû Dâvûd, Edâhî, 22; Tirmizî, Sayd, 16, 17; Nesâî, Sayd, 10; İbn Mace, Sayd, 2 4 Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 27 2 / 24 / IGMG • PERSPEKTİF lemek amacıyla Muhammed ümmeti içinden seçilmiş grup kelime anlamıyla da bağlantılı şekilde ümmet olarak anılmaktadır.6 Her toplumun / ümmetin kendisine özgü inançları ve kutsallarının bulunduğu bir gerçektir. Kur’ân-ı Kerîm toplumsal kabullerin ve ona dayalı yaşam biçiminin psiko-sosyal açıdan gücünü “her ümmete amelini süsledik” ayetiyle belirtir. Bu sebeple bir topluma hakim olan yaşam biçiminin o toplumun bireyleri üzerinde önemli bir etkisi vardır. Zamanla geleneksel hale gelen bu kabuller toplumun kınama, dışlama, hafife alma gibi yaptırımları sayesinde kök salar ve nesilden nesle geçerek varlığını sürdürür.7 Doğan Cüceloğlu’nun tespitiyle insan davranışının biçimlendirilmesinde bireyin içinde büyüyüp yaşadığı toplumun gelenek ve görenekleri, kültürü önemli bir rol oynar. Kültür belirli türden davranışları istenen, uygun, beğenilen davranışlar olarak pekiştirir, belirli sosyal değerler sistemi içinde bunları ödüllendirir; bazı davranışları da yerer, aşağılar, yine belirli sosyal değerler sistemi içinde cezalandırır ve zamanla söndürür. Böylece, belli değerleri koruyan bir toplum düzeni kurulur veya kurulmuş olan toplum düzeni kendi değerlerini korur.8 Bir topluluk içindeki insanların birbirlerini etkileyerek aynı dünya görüşünü, aynı duyguları ve yaşam biçimini benimsemiş olmaları sebebiyle de amel defterlerini benzer eylemler şekillendirir. Bu sebeple “O gün her ümmeti/toplumu (Allahın huzurunda) toplanmış görürsün. Her ümmet, kendi (amelleri tescil edilmiş) kitabına çağrılır: Bu gün yapmış olduklarınızın karşılığı verilecek” (Câsiye Suresi, [45:28]) ayetindeki “her ümmet, kendi (amelleri tescil edilmiş) kitabına çağrılır” ifadesinin toplumsal etkileşim sebebiyle benzer amellerle gelecekleri için kullanılmış olma ihtimali yüksektir. Dolayısıyla böyle bir toplumsal gerçekliği kabul eden Kur’an-ı Kerîm: “Onlar hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar” (Maide 5 A‘râf Suresi, [7:164] Âl-i İmrân Suresi, [3:104] 7 bk. Zuhruf Suresi, [43:22-23] 8 İnsan ve Davranışı, İstanbul 1991, s. 154, 155 6 i sl a m ve hayat Suresi, [5: 54]) ayetiyle gerçek karşısında toplumsal baskılara boyun eğilmemesini ister ve bu konuda Hz. İbrahim’in Hakk’a yönelen, Allâh’a itaat eden tek başına bir ümmet olduğunu9 yani Allâh’a kullukta bir topluluğun yerini tutabilecek bir özelliğe sahip olduğunu10 hatırlatır. Kur’ân-ı Kerîm başlangıçta bütün insanların tek bir ümmet olduğunu, Allâh’ın dileseydi insanlığı (iman bakımından) bir ümmet olarak bırakacağını ancak tek olan ümmetin daha sonra ayrılarak farklı ümmetlere bölündüğünü ve her birine peygamber gönderildiğini belirtir.11 Hz. Muhammed de bütün insanlığa gönderilmiş olan son peygamberdir.12 İnsanların kabileden millete, cemaatten ümmete varıncaya kadar farklı topluluklara ayrılmış olması onların birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları içindir.13 Renkleri, dilleri, dinleri ayrı da olsa bütün insanlar Âdem ve Havvâ’nın çocuklarıdır ve her şeyden önce kardeştirler. Birbirleri üzerinde de bu kardeşliğin doğurduğu haklar vardır.14 İnsan da şerefini insaniyetinden alır.15 İşte bu gerçek, her bir insanın temel ihtiyaçlarının, karşılaştığı problemin ya da uğradığı haksızlığın onun kimliğine ve inancına bakılmaksızın16 bütün insanlığın bir bütün halinde sorunu olmasını da gerektirir. Söz gelimi dünyanın herhangi bir bölgesinde açlıktan ölen her hangi bir insandan bütün insanlar kendilerini mesul görmek zorundadır. İşte bu temel, küresel sorunlara birlikte çözüm aramanın, toplumların birbirleriyle hasmane değil iyi niyete dayalı ilişkiler kurmalarının zeminini oluşturur. Bu ilke, İslam hukukunun uluslar arası ilişkilerde temel aldığı esaslardan birisidir. Muhammed Ümmeti Makalenin baş tarafında verilen ümmet tanımına uygun olarak Muhammed ümmeti veya İslam ümmeti kavramı Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dinine mensup insanlar anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in Muhammed ümmeti için belirlediği bazı özellikler ve bunlara dayanarak biçtiği önemli roller vardır. Bunlardan birincisi vasat ümmet tanımlamasıdır.17 Bu da dosdoğru yol, Kur’ân ve sünnetteki ifadesiyle sırât-ı müstakîm üzere olan, söz ve eylemlerinde her türlü aşırılık ve sapıklıktan uzak, fıtrat çizgisinde kalmayı başaran, insani değerleri temsil eden, sağduyulu, ölçülü, adaletli, din ve dünya dengesini sağlıklı biçimde kurabilen (ruhbanlıktan uzak) bir yaşama biçimine sahip, orta yolu tutmuş erdemli toplum demektir. Bununla da bağlantılı olan ikinci özellik ise Muhammed ümmetinin insanlar üzerinde şahit oluşudur.18 Bu da şu anlamı ifade eder. İslam toplumu vasat ümmet çerçevesindeki vasıfları itibariyle diğer ümmetlerin dikkatini çeken, imrenilen, örneklik teşkil eden ve gerçek insanlığın nasıl olması gerektiğine canlı şahit/kanıt niteliği taşıyan, taklit eden değil başkalarına model olan bir özelliğe sahiptir. Bu konuda İslam ümmetinin modeli de peygamberleri Muhammed’dir.19 Bunun Muhammed ümmetine yüklediği sorumluluğun sonucu ise model kişiliklere belirlenen karşılıkta ortaya çıkmaktadır. Bu da işlenen kötülüğün azabının iki kat, erdemli davranışın ecrinin iki defa oluşudur.20 Özellikle gayr-ı Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar, eylemlerinin karşılığını bu esasa göre alacaklarından çok daha dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü yaptıkları her bir davranışın hesabı İslâm’a fatura edilmektedir. Muhammed ümmeti ile ilgili üçüncü özellik insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olmalarıdır. Onlara bu vasfı kazandıran da mensuplarının iyiliği hakim kılmak ve kötülüğü engellemek için çalışmalarıdır.21 Bu ayet, az önce geçtiği üzere bir Müslüman’ın hem iyiliğin modeli olmasını / iyilik merkezli yaşam biçimine sahip olmasını hem de iyilik uğrunda çaba sarfetmesini öngörmektedir. Hz. Peygamber’in hadisinde belirttiği 14 9 Nahl Suresi, [16:120] 10 Râgıb, el-Müfredât, s. 28 11 Bakara Suresi, [2:213]; Maide Suresi, [5:48]; En‘âm Suresi, [6:42]; Yûnus Suresi, [10:19, 47]; Hûd Suresi, [11:118]; Ra‘d Suresi, [13:30]; Nahl Suresi, [16:43, 63, 93]; Fâtır Suresi, [35:24] 12 A‘râf Suresi, [7:158]; Sebe’ Suresi, [34:28] 13 Hucurât Suresi, [49:13] Nisâ Suresi, [4:1] İsrâ Suresi, [17:70] 16 Bakara Suresi, [2:272] 17 Bakara Suresi, [2:143] 18 Bakara Suresi, [2:143] 19 Bakara Suresi, [2:143] 20 Ahzâb Suresi, [33:30-31] 21 Âl-i İmrân Suresi, [3:110] 15 DEZEMBER / ARALIK 2010 / 25 / i sl a m ve hayat üzere bir Müslüman bulunduğu yerde gücü oranında ma‘rûfu (iyilik) hakim kılmak ve münkeri (kötülük) engellemekle yükümlüdür.22 Hatta Kur’ân-ı Kerîm, sırf bu iş için ümmet içinden bir ekibin tahsis edilmesini talep etmektedir.23 Kur’ân-ı Kerîm diğer ümmetlerle ilişkilerde hassas bir konu ile ilgili Muhammed ümmetine bir uyarıda bulunur ve Müslümanlardan kendileri dışındaki insanların inanç değerlerini o din mensuplarını rencide edici bir dille ve kendi dinlerine düşmanlığı arttırıcı biçimde eleştiri konusu yapmamalarını ister.24 İslam dinini entelektüel kesime ikna edici bilgi (hikmet) ile, halka güzel öğüt ile yapılmasını ve tartışmaya düşkün olanlarla da en güzel şekilde tartışarak, barışçı bir üslupla yapılmak esastır.25 Kabul edenler Muhammed ümmetine dahil olurlar, kabul etmeyenlere ise maddi veya manevi en küçük bir baskı ve şiddet uygulamasında bulunulamaz. Herkesin irade sahibi bir varlık olarak tercihi ve bundan dolayı Allah katında sorumluluğu kendisine aittir, inancıyla baş başa bırakılır.26 Ümmet ve sorumluluk Kur’ân-ı Kerîm sorumlulukta şahsilik ilkesinin yani hiçbir kimsenin bir başkasının işlediği suçun sorumluluğunu taşımayacağı ve bu yüzden yargılanamayacağı, cezalandırılamayacağı27 ilkesinin ümmetler için de geçerli olduğuna şu şekilde vurgu da bulunur: “Onlar bir ümmetti. Gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Onların yaptıklarından siz sorumlu tutulmayacaksınız.” (Bakara Suresi, [2:134, 141]) Kur’ân’da iki yerde geçen bu ayetin ifade ettiği bazı önemli hususları şöyle özetlemek mümkündür: Sorumsuzluk hali eylemlerin kendisiyle sınırlı olduğu durumlarla ilgilidir. Daha sonraki takipçilerinin etkilendiği uygulama ve kabullerinden dolayı kötü örnek olmaları sebebiyle onlara da yüklenen bir sorumluluğun bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, “Hayır! Sadece biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz” (Zuhruf Suresi, [43/22]) ayetiyle ümmetin, geçmişini gözü kapalı olarak taklit etmesini kabul etmez.28 İşte Kur’ân-ı Kerîm, geçmişe körü körüne bağlılık sebebiyle suçu geçmişe atarak ateşe düşen ümmetlerin öncekilere lanet edeceklerini ve kendilerini etkile- yerek yoldan çıkarmaları sebebiyle azaplarının iki kat olmasını isteyeceklerini hatırlatır.29 Tersinden okunduğunda erdemli davranışları devam ettirilen ve bu yönüyle örnek alınan ümmetlere de verilecek mükâfat açısından da benzer durum söz konusudur. Hz. Peygamber’in “Kim güzel bir sünnet / adet başlatırsa hem o davranışının hem de kıyamete kadar onu örnek alarak devam ettirenlerin sevabı verilir. Kim de kötü bir adet başlatırsa hem o davranışının hem de kıyamete kadar onu örnek alarak devam ettirenlerin günahı yazılır” 30 şeklindeki hadisi bunu teyit eder. Hatta Hz. Peygamber kardeşi Habil’i öldürerek ilk cinayeti başlatan Kâbil’e bu tür eylemler sebebiyle bir günah yazıldığını bildirir.31 Zikredilen ayet herhangi bir soydan gelmenin bir üstünlük sebebi olamayacağını mesela seçilmiş kavim anlayışının doğru olmadığını, büyük peygamberlerin soyundan gelmiş olmanın azabı kaldırmayacağını32, üstünlük ölçüsünün Allâh’ın emir ve yasaklarına saygı (takvâ) olduğunu33 ifade eder. Hatta Kur’ân-ı Kerîm sadece bir peygamber yakını mesela çocuğu ya da babası olmanın inanmadıktan sonra kendilerine bir fayda sağlamayacağı sonucunu Hz. Nuh ve Hz. İbrahim örnekliğinde açıklar. Peygamberlerin onlara olan duasının bile bir yarar sağlamayacağına özellikle vurguda bulunur.34 Suç-cezanın şahsiliğini öngören bu ayetin yanı sıra herkesin kendi eylemlerinin hesabını bizzat kendisinin vereceğini bildiren bir dizi ayet35 ile her doğanın tertemiz bir fıtratla doğduğunu belirten hadis36 asli günah / ilk günah inancının (peccatum originis) doğru olmadığına işaret eder. Ayetin dikkat çektiği diğer bir husus da geçmiş ümmetlerin başarısının ya da sahip oldukları erdemlerin onun soyundan gelenleri motive edici bir özellik taşısa da kendilerine ait olduğunu, bunları örnek alarak geleneği sürdürme yerine sadece bir övünç vesilesi yapmanın sonrakilere bir yarar sağlamayacağına işaret etmesidir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in: “Amelinin geri bıraktığı kimseyi nesebi / soyu ileri götüremez” hadisi37 aynı gerçekliği teyit eder. Ümmet kavramı oldukça geniş kapsamlıdır ve bir çok boyutu vardır. Bütün yönleriyle ele alınması bu yazının çerçevesini aşacaktır. O sebeple bazı yönleri dikkate alınmıştır. 22 30 23 31 Müslim, Îmân, 78; Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, Îmân, 17 Âl-i İmrân Suresi, [3:110] 24 En‘âm Suresi, [6:108] 25 Nahl Suresi, [16:125] 26 En’am Suresi, [6:104]; Tevbe Suresi, [9:129]; Yunus Suresi, [10:43-44, 108]; İsrâ Suresi, [17:15]; Neml Suresi, [27:92]; Kâfirûn Suresi, [109:6] 27 En‘âm Suresi, [6:164]; Fâtır Suresi, [35:18]; Necm Suresi, [53:38] 28 ayrıca bk. Lokman Suresi, [31:21] 29 A‘râf Suresi, [7:37-38] / 26 / IGMG • PERSPEKTİF Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64 Buhârî, Cenâiz, 32, İ‘tisâm, 15, Enbiyâ, 1; Müslim, Kasâme, 27 32 Bakara Suresi, [2:80-82] 33 Hucurât Suresi, [49:13] 34 Hûd Suresi, [11:42-43, 45-46]; Meryem Suresi, [19:47]; Şu‘arâ Suresi, [26:86]; Mümtehine Suresi, [60:4]; Tahrîm Suresi, [66:10] 35 Tûr Suresi, [52:21]; Necm Suresi, [53:39]; Müddessir Suresi, [74:38] 36 Buhârî, Cenâiz, 79-80, 92; Müslim, Kader, 22-25; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17 37 Ebû Dâvûd, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17 d ü nya Kamboçya’da İslam Ali Mete • [email protected] amboçya normalde bize çok birşey çağrıştırmaz. Belki Güneydoğu Asya’nın en uzun nehri Mekong akla gelebilir. Bazıları da Pol Pot ve Kızıl Khmerler adlarını duymuş olabilirler. Ülkede gelişen bir Müslüman toplumunun varlığı ve çok eskilere giden kültürleri hakkında çok az kişinin bilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Kamboçya Krallığı Tayland, Laos ve Vietnam arasındaki Tayland Körfezi’nde yer alıyor. Phnom Penh, 15. Yüzyılın başından beri ülkenin başşehri. Kamboçya çoğunlukla düzlüklerden oluşmakla beraber, kısmen dağlarla çevrili bölümleri de mevcut. Batıda yer alan Tonle Sap gölü ve dünyanın en uzun 10 nehirinden olan Mekong ülke için çok önemli bir konuma sahip. Tarihte krallık olarak başlayan Kamboçya, bugün de monarşi ile yönetiliyor. Bir Güneydoğu Asya devleti olan Kamboçya, yüksek devrini 9. ila 15. Yüzyıl arasında yaşamış olan Kambuja İmparatorluğu’ndan K neşet etmiştir. Khmer Krallığı’ndan arta kalanlar, özellikle de Angkor, bugün halen görülebilmektedir. Gezmek için bir günden fazla zaman ayırmanız gerekecek kadar büyük bir tapınak olan “Angkor Wat”, bugün UNESCO dünya kültür mirası listesinde yer alıyor. Etnik açıdan bakıldığında Kamboçya Güneydoğu Asya’nın en homojen toplumudur. 14,5 milyon kadar olan yerli halkın resmi rakamlara göre yüzde 8590’ı Khmer halkına mensup. En büyük azınlık grubu yüzde 5 ile Vietnamlılar oluşturuyor. Cham (Şam veya Çam diye okunur) asıllı Müslüman grup tahminen yüzde 3 ila 5 oranında iken, yüzde 1 oranında da Çinliler mevcut. Khmer halkı bir dağ topluluğu olan Mon’lar ile akrabalar. Mon’luların şimdiki nesilleri bugün çoğunlukla Tayland’da pirinç tarımı ve balıkçılık yapıyorlar. Mon devletleri kültürel olarak Hindistan’dan çok etkilenmişler, bu nedenle erken denilebilecek bir dönemde Budizm ve Brahmanizmi kabul etmişler ve bu dinler kendi aralarında yayılmış. Dilleri olan Khmer dilinde, mimari ve edebiyatlarında da Hindistan etkisi görülüyor. Bugün Kamboçya’nın resmî dini Budizm’dir. Khmerlerin geçmişi Cham tarihi ile yakından bağlantılı. Tam istatistikler mevcut değilse bile Kamboçya DEZEMBER / ARALIK 2010 / 27 / d ü nya toplumunun yüzde 4 ile 7 arasındaki bölümünün Müslüman olduğu tahmin ediliyor. Müslümanların çoğunluğu Champa Krallığı’nın varisleri olan Cham halkına mensuplar. Champa hükümdarları en nihayetinde 1607’den itibaren Müslümanlığı kabul etmişler, ancak ondan önce de Müslümanların varlığı biliniyor. Hinduizm’in etkisinde olan bu büyük ve eski imparatorluğun mensupları, Arap tüccarlar sayesinde İslam ile tanışmışlar. Cham halkının çoğu bu dönemde yani 17. Yüzyılda İslam’ı kabul ettiler. 17. Yüzyılın sonunda Vietnam, Champa emirliklerinin bir kısmını hükmü altındaki topraklara ekledi. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ise hem Kamboçya hem de Vietnam Fransız sömürgesi haline geldiler. 1953 yılında Fransız sömürgesinden kurtulmalarının ardından onyıllarca süren bir iç savaş yaşandı. Halktan birçok insan ölürken, ekonomik açıdan da büyük zarara uğranıldı. Bakıldığında Chamların kendi dillerini korudukları görülüyor, aynı zamanda kendi alfabelerini kullanıyorlar. 1960 yılından beri Chamlar etnik olarak Khmer olmamalarına rağmen “Khmer İslam” olarak adlandırılıyorlar, bunun sebebi ise – Çinliler ve Vietnamlıların tersine – Kamboçya vatandaşı olduklarını vurgulamak. Kamboçya tarihinde Pol Pot dönemi (19751979) büyük bir kırılmaya vesile oldu. Sadece bir kaç yıl içerisinde Kızıl Khmerler olarak adlandırılan ve 1951 yılında kurulan komünist partiden doğan bu hükümet, yaklaşık 2.2 milyon insanı işkenceye tabi tutarak katletmiş. Pol Pot’un özellikle eğitimli insanlara karşı bir katliama yöneldiği belirtiliyor. Zulüm ve işkenceler o durumda gelmiş ki, 1978 yılında Kı- / 28 / IGMG • PERSPEKTİF zıl Khmer hükümeti devrildiğinde ülkede sadece 50 doktor kalmış. Pol Pot döneminde katledilenler arasında binlerce Müslüman da yer alıyordu. Kızıl Khmer hükümetinin devrilmesinden sonra bir süre devam eden kritik iç savaş döneminin ardından, hali hazırda onyılı aşkın bir zamandır ülkede istikrarın hakim olduğu söylenebilir. Kurban Kampanyası 2010 çerçevesinde Kamboçya toplumunu gözlemleme, şehirlerinde ve ücra köylerinde Müslümanlarla müzakere yapma imkanına sahip olduk ve karşılıklı olarak tecrübelerden faydalanılabileceğini gördük. Bu anlamda Kamboçya’daki Müslümanların, Avrupa’dakinler ile ortak birçok sorunları mevcut olduğu tespit edilebilir. Din, kültür ve dilleri bağlamında bakıldığında onlar da bir azınlık teşkil ediyor. Kızıl Khmerlerin devrilmesinden sonra gerekli yapıları kendileri (yeniden) kurmuşlar ve sürekli temelleri sağlamlaştırma çabası içindeler. Kamboçya’da Müslümanların hayatı İslam Din İşleri Kurumu tarafından organize ediliyor. Onun yanında sosyal, insani yardım ya da eğitim alanlarında faaliyet gösteren iyi teşkilatlanmış Müslüman organizasyonlar da var. Camilerini yapıyorlar, dini ve kültürel hayatı organize eden faal sosyal çalışmalar içerisindeler. Müslümanlar toplumun tüm katmanlarında temsil edildikleri izlenimini veriyorlar. Kamboçyalı Müslümanlar, yapıyı sağlam bir şekilde kurup şumüllü bir biçimde Müslümanlığı yaşayabilmek, Müslüman kimliğini sağlamlaştırma ve toplumda saygın bir konumda olmak çabası içerisindeler. Kızıl Khmerlerin devrilmesinden sonra Müslü- d ü nya manları durumu da iyileşmiş durumda. Ancak eğitim konusunda ise yavaş ilerleyen bir iyileşme sözkonusu. Pol Pot’un tüm okulları kapatması (bazıları işkencehane olarak kullanılmış), öğretmenleri öldürmesi ya da sürmesi sonucunda eğitim sistemi tamamen çökmüş. Bu dönemde tüm yazılı ürünler de yok edilmiş, bu nedenle Kamboçyalı Müslümanlar da çok az dini neşriyata sahipler. Diğer bir sorunu ise, burada din konusunda cemiyet çalışmalarına yön verebilecek ve dini anlatabilecek yeterli ve yetkin kişilerin olmaması teşkil ediyor. İslam’ın buraya çok uzun yıllar önce gelmesine rağmen kısmen çok yüzeysel olarak anlaşıldığı görülüyor. Bu anlamda Kamboçya’daki İslam’ın Budizm ile karma izler taşıdığı dikkat çekiyor. Bu karma anlayışın örnekleri, buradaki Müslümanlar tarafından tasvip edilmeyen bazı küçük yerleşim yerlerinde halen devam ediyor. Mesela ezan yerine, davul çalan grup- lar mevcut. Besmele ile başlayan, fakat kendi dillerinde devam eden ama eksik bazı Kuran nüshaları var. Eksik bu “Kuranlar” esas Kuran ile uyuşmayan ayetler içeriyor. Çözüm olarak, bu ve diğer dini “eksiklikler”i aşmak için daha sonra din öğretmeni olarak istifade etmek üzere Malezya ve Endonezya’ya burs yoluyla öğrenci gönderme yoluna gidiliyor. Bunular beraber Kamboçya’da Müslümanların kültür ve dinlerini açıkça gösterme ve yaşamaları bir sorun teşkil etmiyor. Diğer dinlere olduğu gibi – öncelikle Budizm – İslam’ın da özgürce yaşanması sağlanıyor. Ülkedeki din özgürlüğünden Müslümanlar ve Budistler memunlar. Kamboçya Başbakanı Hun Sen 2008 yılındaki dinlerarası bir toplantı münasebetiyle yaptığı konuşmada bazı medya kurumları tarafından dinlere yönelik sorumsuz suçlamalar hakkında şunları söylüyor: ““Diğer ülkelerle ilgili fazla bir bilgiye sahip olduğumu düşünmüyorum, ancak araştırdım ve gözlemledim ki, Müslümanların herhangi birşeye neden olduğu yönündeki sözlerden kaçınmalıyız, diye düşünüyorum. Meselâ, iki Hindu’nun sebeb olduğu belli bir çatışma nedeniyle, yaklaşık 1 milyar insanın yaşadığı Hindistan’daki tüm Hinduları, bundan ötürü suçlamalı mı, suçlamamalı mıyız? Üç Hristiyan’ın yol açtığı bir çatışmaya ne demeli? 1 milyardan fazla Hristiyan bunun için suçlanmalı mı?”1 Kamboçya’daki durum Avrupa’daki Müslümanların perspektifi ve sorunları ile karşılaştırıldığında şaşırtıcı şekilde büyük benzerlikler görülüyor. Burada ve orada zihinleri meşgul eden benzer konular mevcut. 11 Eylül sonrasında oluşan baskı ortamında bu uzak ülkedeki Müslümanlar dahi açıklama yapma ve suçsuz olduklarını ispat etme konumuna getirildiler. Diğer benzer konulara örnek ise ülkede öğretmenler için başörtüsüne ancak bir kaç yıl öncesinde izin verilmesi, ezana müsaade edilmesine rağmen, birçok yanlış anlaşılmanın var olması gibi durumlar gösterilebilir. Herşeye rağmen buradaki Müslümanlar – Kamboçya’da öncelikle Cham toplumu – dinlerini yeniden keşfetme, kültürlerini yaşama, dillerini canlandırma gayreti içindeler. Bunda da belli ölçüde başarılı olmuş durumdalar. Pol Pot rejiminin yıkılmasının ardından Kamboçya’nın yeniden kurulmasına sağladıkları katkılar, toplumda saygın bir konum elde etmelerini sağlamış. Fakat bu durum ancak dinî ve kültürel özgürlüklerin tanınması ve karşılıklık güvenin oluşturulması ile mümkün olabilmiş. Yapılacak olan bu yolda devam etmek. Onlara bu hususlarda yardımcı olabilir ve birbirimizden birşeyler öğrenebilirsek kendimizi talihli addedebiliriz. Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş 1 s. 15, „Cambodian Muslim Development Foundation“ (CMDF) tarafından 2008 yılında Phnom Penh’de basılan Başbakanın konuşması DEZEMBER / ARALIK 2010 / 29 / d ü nya Sinema ve siyasî coğrafya Necati Anaz • [email protected] inemanın doğuşundan bu yana, işlenen konu ve izleyicilerini etkilemesi anlamında sinema gerek kültürel, gerek siyasal konuların tartışma alanı olagelmiştir. Sinemanın bilinen ilk propaganda malzemesi olarak kullanımı Hitler döneminin Almanya’sına rastlar. Kitleyi etkileme ve onlara moral depolama anlamında sinema, görsel medyanın en etkileyici araçlarından biri oluverir. Soğuk savaşın başlamasıyla iki kutuplu dünyanın sıcak savaşı sanal alemde de başlar ve tüm gücüyle devam eder. 1940’larda kurulan ve 1950’lerin sonlarına kadar sinema ve akademi dünyasını etkisi altına alan Amerikan Karşıtı Aktiviteleri İzleme Komitesi (House Un-American Activities Committee) bu bağlamda birçok Hollywood çalışanını ve film şirketini kara listeye (blacklist) almış ve cezalandırmıştır. McCartyism de yine bu dönemde etkisini artırmış bir siyasal cezalandırma mekanizması olmuştur. Öyle ki, bu dönem filmlerinde doğrudan olmasa bile dolaylı yönlerden kapitalizmin ve birey özgürlüğüne dayalı (Hıristiyan-Demokrat) bir sistemin doğallığı hep vurgulanagelmiştir. Bunun yanında soğuk savaşın sosyo-psikolojisine münhasır iki-kutuplu dünya temaları da bu dönem filmlerinin temel konusu olmayı sürdürmüştür. Mesela, Walk East on Beacon (1952), Rus casuslarının çok-gizli (top-secret) bilimsel projeleri ele geçirmelerini konu alan iki süper gücün casusluk savaşlarını konu edinir. The Man from Planet X (1951) ve Invaders from Mars (1953) gibi filmler de, ecnebi kılığına girmiş Rusların dünyayı nasıl istalaya çalıştıkları ve dünyalıları nasıl kolonileştirmek istediklerini konu edinir. Rusların ecnebilere benzetilmesiyle seyirciye komünizm, insan fıtratına aykırı ve tek gayesi insanlığı kolonileştirip despotizmi ve köleliği yaymak olan bir sistem olarak lanse edilir. Diğer bir ifadeyle, Hollywood filmleri Amerika’nın dış politikasına endeksli aynı düzlemde ve gayede bir korku atmosferi üretmeye çalışır. Sinema yardımıyla izleyiciler doğru ile yanlışı, düşman ile dostu daha kolay ayırt edebileceklerdir. Durum, 1960 larda ve daha sonrasında da pek değişmeyecektir. James Bond serisinin işlediği konular tarihsel boyutuyla S / 30 / IGMG • PERSPEKTİF iyi irdelendiğinde görülecektir ki, dünya siyasî tarihinin jeopolitiksel konumu değiştikçe, James Bond’ın vazifesi ve misyonu da değişecektir. Soğuk savaşın en sıcak dönemlerinde Bond, Rusya ve ona bağlı komünist devletlerin veya karanlık örgütlerin yıkıcı planlarını etkisiz hale getirmek için çalışırken, soğuk savaş sonrası değişen dünya jeopolitiğine parallel olarak Bond, yeni düşmanlarına karşı mücadele eder. Bond’ın yeni düşmanı artık karanlık terör organizasyonları ve illegal faliyetlerle servet kazanmayı gaye edinmiş, uluslararası bağlantıları olan, gelişmemiş ülkelerin şirketleridir. Bakıldığında görülecektir ki, 23 adet olan James Bond serilerinin herbiri, birer siyasî coğrafya tarihinin sinemasal dille, dünya seyircisine sunulmuş halidir. Yani eğlence argümanları kullanılarak dünya jeopolitiğinin sinemasal yazıldığı bir ders kitabıdır adeta James Bond filmleri. Filmler; gerek doğrudan savaş, kahramanlık, veya ulusallık konularında yapılmış olsun, gerekse bu konularla doğrudan bağlantılı olmasın, herzaman siyasal bir mesaj verme veya varolan kültürün sosyo-politik yapısını kuvvetlendirme açısından ciddî bir rol oynamaktadır. Bir taraftan Batı eksenli bir ekonomik yapının devamını ve alternatifsizliğini pekiştirirken diğer taraftan da, Batı eksenli ekonomik yapının öncelediği kültürel ve sosyal yapının dünya insanı için olmazsa olmazlığını kuvvetle vurgulamaktadır. Yine James Bond serilerinde hemen göze çarpacağı gibi, kadın artık, erkekleri savaş sonrasında eğlendirmeye yarayan seks metası olmaktan öteye gidemeyecektir. Modern dünyanın insanlığa sunduğu sun’î rüyaların insanlığın sahip olması gereken yegâne talepler olması gerektiği mesajları da, yine sinemanın dolaylı yönden şırınga ettiği ideolojiler arasında olacaktır. Bunun yanında, sinemanın, hitab ettiği toplumlarda sınıf oluşturma veya var olan toplumsal sınıfların statükosunu pekiştirici roller oynaması, yine ayrı bir özelliğidir. Bu çerçevede her hafta arkası kesilmez televizyon dizilerinin izleyicilerine sunduğu kimlik ve aidiyet politikaları da son derece ciddîye alınması gereken olgulardır. Bu bağlamda imaj-politika-coğrafya etkileşimi son derece önemlidir. Filmlerde (veya televizyon dizilerinde) olușturulan muhayyel mekanlar (mise an scene) o filmlerin anlatımlarıyla birleştirildiğinde ve parça parça değil de bir bütün, tamamlanmış hikaye olarak seyirciye sunulduğunda karşımıza çıkacak olan şey, d ü nya sinemanın coğrafî gerçekliği olacaktır. Bu gerçeklik aslında takdim edilenin, asıl olan coğrafyanın gerçekliğiyle bir ilgisinin olmadığı, ancak algılanmak ve tanımlanmak istenen dünya siyasal konjektürüne de uygun bir coğrafya olduğu görülecektir. Lawrence of Arabia (1962), Midnight Express (1978) ve Rambo filmleri sadece bunlardan birkaç örnek olarak gösterilebilir. Bu filmlerdeki sahne için oluşturulmuş lokasyonlar/mekanlar aslında sinema yapımcısının ve genelde de Batı dünyasının hayal dünyasını oluşturan, betimleyen Arap, Türk veya Uzak Doğu hayalî coğrafyalarıdır. Arap dünyasının canlandırıldığı hangi filme bakarsanız bakın, o filmlerde göreceğiniz coğrafya çölümsü, kurak ve şehirleşmemiş, şahit olacağınız siyasal düzen ‘düzensizlik’, karşılaşacağınız insan tipolojisi dağınık, şehvetine düşkün, göbekli ve tüylü olacaktır. Eğer filmin konusu muhtemel bir güvenlik konusu ise, Araplar genelde hep kötü rolleri oynayan, sürekli düzensiz ama elleri silahlı, bağırıp çağıran, gruplar halinde dolaşan ve konuştuklarında da bütün exotic ve barbarlığıyla anlaşılmaz Arapçayı veya aksanlı İngilizceyi kullanan sinemanın bedevîleri olacaklardır. Sonuçta sinema izleyicilerinin zihninde, hizaya gelmez Arap, işkenceci Türk, batıya başkaldırmış komunist uzak doğulu imajları oluşturmaktır . Çünkü, yeni dünya düzeni bunu öngermektedir. Medenî, zekî ve insan haklarına saygılı Arap veya bir başka “öteki”, batının tasarladığı ‘iki-kutuplu’ dünya siyaset açılımına ters düşecektir. Bu halde sinema, düşman kıtlığı çekecektir ki bu durum sinema ekonomisine tezattır. Film yapımcılığının baş döndürücü bir hızda yaygınlaşan küresel dağılımı ve sinemanın seyirciler tarafından ulaşılabilirliliğinin yükselmiş olması, tüm dünyada toplum-mühendislerini ve devletlerini harekete geçirmiş ve sinemayı (televizyon dizileri de dahil) toplumları dönüştürme, eğitme, asimile veya hizaya getirme aracı olarak kullanmaya başlamalarına neden olmuştur. Hareket eden imgelerin verdiği etkileme gücü ile her ulusdevlet, sinema ve televizyonu kendi ulusal kimliğini tanımlama ve ‘kendi ‘ olmayan ‘ötekiler’i ayırdetme aygıtı olarak kullanmaya başlamış ve bu noktada da ciddî bir başarıya ulaşmıştır. Mesela sıradan bir Amerikan aksiyon filminde genellikle siyahlar veya diğer azınlık grupları suç işleyen kişilerin, beyaz polisler ise adaletin ve nizamın koruyucusu rolünü oynayacaklardır. Bu tür senaryolar genel izleyiciyi hiç bir şekilde rahatsız etmemekle birlikte aslında sıradan Amerikalıların siyahları soyguncu, uyuşturucu satıcısı veya toplumun genel ahlâkını bozucu parazitler olarak içselleştirmiş olmalarının beyaz perdeye yansımasından başka bir şey ifade etmeyecektir. Sebeb-sonuç ikileminde hangi olgunun hangisini önce etkilediği sorusu bu bağlamda hiçbir önem arzetmemekte ve anlamsız kalmaktadır. Önemli olan sinemanın toplumları doğrudan etkiyemese bile dolaylı yönden (içselleştirme/sıradanlaştırma yoluyla) insanların bilinç altlarında iz bırakabilme etkisinin varlığının tartışılmaz olmasıdır. Bu çerçevede sinemayı psiko-analitik açıdan incelemeye alan çalışmalara bakmak faydalı olacaktır. Aslında vaziyet Batı ülkeleriyle sınırlı değildir. Mesela, Türkiye’de 2003’ten beri ekranlarda olan Kurtlar Vadisi ve onun yan ürünleri hemen hemen bir Hollywood yapımı kadar günahkârdır. En basitinden, Kurtlar Vadisi yapımlarının toplumsal olayları sahneye uyarlarken beraberinde ‘iyi mafyacılık’, ‘devletin bekâsı ve kutsallığı’, ‘erkeğin üstünlüğü’ ‘kazanmak için kavganın kaçınılmazlığı’, ‘iyi Kürd’’ün ancak bir sıradan Türk’e eşit olabileceği’, Türkiye’nin sürekli dış güçlerin satranç oyununun konusu olduğu’ ve ‘Türkiye’nin etrafının düşmanlarla çevrili olduğu’ gibi kavramları ön plana çıkardığı ve bu kavramları milyonların beynine işlendiği argümanlarla doludur. Hâkezâ, yakın zamana kadar devam eden Avrupa Yakası dizisinin oluşturduğu coğrafi tiplemeler ‘Adanalı’ (Dilber), ‘Trabzonlu’ (Dursun), ‘Nişantaşılı’ (Burhan), ‘ev kızı (Makbule) ve diğer karakterler her ne kadar Türk toplumunun bir çeşit numunesini mizahî tarzda sunmaya çalışsa da, dizi başka bir cihette Türk insanının zihnine Türkiye’nin sınıflandırılmış kültürel haritasını da çizmektedir. Bir diğer ifadeyle, Trabzon Dursun gibi olmalı, Adanalı soslu ve kokulu yemekler yemeli, ev kızı Makbule ise anlama-kavrama yeteneğinden yoksun olmalıdır. Ne zamanki bu coğrafî atıflar Türk insanının hayalindeki resimle uzlaşır, o zaman o seyredilen yapıt da o kadar gerçekliğini korumuş ve izleyicinin beğenisini kazanır olacaktır. Bu, Makbule kıvrak zekadan daha uzun bir süre yoksun kalmaya mahkum olacak demektir. Yine ifade edildiği gibi, Makbule mi dizileşmiş yoksa dizi mi Makbule’yi meydana getirmiştir, bu (şimdilik burada) anlamsız bir tartışmadır. Elbette sinemanın politik ve kültürel anlamda izleyicisini etkileme gücünün herkesin varsaydığı kadar çetin olup olmadığı veya bu etkinin ne derece büyük olduğunu ölçmek o kadar da kolay olmayabilir. Her bireyin bir sinema yapıtıyla etkileşimi o kişinin eğitim düzeyinden tutun da, yaşadığı coğrafyanın konumuna göre değişmektedir. DEZEMBER / ARALIK 2010 / 31 / k ül t ür Dünyada İslam Mimarisi, Sahaflar, Hamamlar Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları İlknur Melekoğlu • [email protected] slam mimarisinin pek çok unsuru esir alınan sanatçılar vasıtasıyla Avrupa’ya ulaşmıştır. Romanesk üslup ta İspanya’daki ve kutsal topraklardaki Müslümanlara karşı ilk mücadelelerin başladığı zamana rastlar. Lalys de esir alınanlardan biriydi ve İngiliz Richard de Grandville için 1129’da Güney Galler’de Neath Manastırı’nı dizayn etmiştir. Lalys 5 yıl sonra 1. Henry’nin mimarı olmuştur. Bir fetih dalgası sonunda Avrupa’yı boydan boya geçerek 1066’da İngiltere’yi işgal eden Normanlar (Vikingler olarak da bilinirler), İngiliz mimarisine çok şey getirmişlerdir. Sicilya’yı da işgal eden Normanlar Müslümanlarla ilişki içindeydiler ve burada onların barbarlıkları dinmiş, yıkıcılıkları yerini büyük yapıcılıklara bırakmıştır. BBC’nin Avrupa’da İslam Tarihi programının sunucusu Rageh Omar’in dediği gibi: “ Mimari bakımından Sicilya’da Müslümanlardan çok az şey kalmıştır ve İslami tarzda görünen binalar aslında Müslümanlarca yapılmamıştır. Bu binalar 11.yy’da Arap kültürüne hayran olan işgalci Normanlar tarafından yapılmıştır. Özellikle 12.yy Norman Kralı II. Roger Müslüman mimarisine tutkundu, iyi derede de Arapça biliyordu.” Daha sonradan Avrupa’nın inşa edilmesinde öncülük edenler mimari açıdan “İslamlaştırılmış” bu Normanlardı. Gotik mimari tarzı da Norman Kralları devrinde gelişmiştir. I. Edward, İran’ı ele geçiren ve Müslümanların düşmanı olan Moğollarla ittifak etmek için elçi göndermişti. 1292 yılındaki bu misyon bir yıl sürdü ve misyona katılanlardan olan Robertus Sculptor’un kaş kemerler (sivri kemerler) gibi bazı fikirleri beraberinde getirerek daha sonra 14.yy’da İngiliz mimarisine tanıttığı düşünülmektedir. II. Edward da İran’la iyi ilişkiler kurmuştur, Haçlı Seferi deneyimi ve Kastilyalı Elenor’la evliliği de Müslüman İspanya ile ilişkilerini daha ile- İ / 32 / IGMG • PERSPEKTİF ri düzeye taşımıştır. Müslümanlarla kurulan temaslar Tudor mimarisine dolayısıyla da, Windsor’daki VII.Henry kulesinde ve buradaki ayin odasının pencerelerindeki yıldız poligona ve bugün Tom Tower olarak adlandırılan Oxford’daki büyük Wolsez kapısının kulelerinin oluşmasına öncülük etmiştir. İrlandalı sanatçılar Simon Simeon ve Hugh the Illuminator 1323’de kutsal toprakları ziyarete giderken Mısır’dan geçmişler ve Kahire’deki Mustafa Paşa Türbesi’ni görmüşlerdir. Bu türbe İngiltere’de Gotik mimarisinin ortak özelliği olan Müslümanlara ait şakuli dekorasyonları içerir. 1118’de Kudüs’te Fransız şövalyeler tarafından yapılan “Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın ayin odaları Kudüs’teki Kubbetüs-Sahra Camii’nden esinlenilen merkezleyici form ile inşa edilmiştir. Bu kilise formu daha sonra Batı’da yaygınlaştı, örneği ise 1185’de Londra’da yapılan Tapınak Kilisesi’nde görülebilir. Çoğu kimsenin İslam mimarisine ait olduğunu anlamadığı bir diğer ünlü eser de Hindistan’da Mümtaz Mahal anısına yaptırılan Taç Mahal’dir. Kript odasında merkezin dışındaki sultan türbesi hariç Taç Mahal tamamen simetriktir. Kurtuba’daki Katedral Camii ve Granada’daki Elhamra Sarayı İslam mimarisinin hayret verici eserlerindendir. Bunların hepsi de insanları halâ büyüler. Taç Mahal’i yılda 3 milyon, Elhamra Sarayı’nı ise yılda 2.2 milyon kişi ziyaret eder. Elhamra Sarayı, Taç Mahal’den sonra en çok ziyaret edilen yerdir. Sahaflar 10.yy’da yaşamış Sahaf İbn Nedim’in dükkanı geniş bir binanın üst katındaydı ve buraya gelen alıcılar yazma eserleri incelerken, fikir alışverişi yapma ve birşeyler yeme içme imkanına da sahiptiler. İslam dünyasında bundan 1000 yıl evvel büyük kamusal ya da özel kütüphanelerin yanısıra büyük sahaflar da vardı. Bir sahafta ortalama 700 eser bulunurken büyük sahaflar çok daha fazlasını sunuyordu. İbn Nedim’in sattığı kitapların kataloğu olan Fih- k ül t ür rist(Al-Fihrist)’te sınırsız sayıdaki konuda 60.000’in üzerinde eser adı bulunuyordu. Fihrist’in ilk kısmı Çince’yi de içeren farklı yazı stillerine, kağıt kalitelerine “Hattatlıktaki mükemmellik” ve “Kitapların mükemmelliği”ne ayrılmıştı. Bundan sonraki kısımlarda ise; dil ve güzel yazı eserleri, Hristiyan ve Yahudilerin kitapları, Kur’an-ı Kerim ve şerhler, dilbilim çalışmaları, tarih ve soyağacı kitapları, biyografiler, astronomi, matematik gibi çok farklı konularda eserler sıralanmıştı. Arapça’da “varak” demek olan kağıdın bulunmasıyla “verrak” mesleği ortaya çıkmıştır. Verrak ünvanı; kağıt satıcıları, yazarlar, tercümanlar, kopyacılar, kitap satıcıları, kütüphaneciler ve tezhipçiler için kullanılmıştır. Kağıt yapımının başlamasından kısa bir süre sonra “Verrakin” mesleğinin ortaya çıktığına inanılmaktadır. Verraki kitapçıların ortaya çıktığı ilk büyük şehir, büyük ihtimalle Bağdat’tı ve kağıdın yayılmasıyla birlikte İslam dünyası genelindeki sahafların sayısında büyük artış olmuştur. Fas’ta kitap ciltleyen ya da satan kişilere kutubiyyin denirdi ve bunlar sahaflarını, kütüphanelerini ya da matbaalarını 12.yy’da Fas Merakeş’te belirli bir yerde toplamışlardı. Bu kesim, her iki tarafında da ellişerden toplam 100 sahaf ya da kütüphanenin bulunduğu bir caddeydi. Bu faaliyetler kitap basımı ve okunmasını sürekli teşvik eden Yakup Mansur döneminde zirveye ulaşmıştır. Hamamlar Roma’nın çöküşüyle birlikte Romalılara ait konfor da ortadan kayboldu. Romalılarda hamamlar ayrıntılı bir bina kompleksi içindeydi ve hamamda orta sıcaklıkta oda, sıcak buhar odası ve soğuk havuz bulunuyordu. Daha büyük hamamlarda ise soyunma odaları bulunan ayrı bölümler ve spor alanı ve okuma odası vardı. Ancak bu tedavi merkezleri sadece zenginler ve siyasi elit tabaka içindi. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra bakımsız kalan bu hamam geleneğini Roma İmparatorluğu yönetimi altında yaşayan, Suriye gibi ülkelerdeki Araplar sürdürdü. İslam’ın hijyen, temizlik ve sağlığa verdiği önem nedeniyle Araplar ve Müslümanlar hamamlarda Romalılarda olduğu gibi durağan su kullanmadılar. Hamamlar sosyal alanlardı ve hayatta önemli bir yere sahiptiler. Hamamlar zarif desen ve dekorasyonlarla kaplıydı, özellikle Memluklular ve Osmanlı dönemlerinde zengin tasarım ve lüks desenlere sahip hamamlarda güzel çeşmeler ve süs havuzları bulunuyordu. Hamamlarda, erkeklerin peştamal giymesi, kadınlarla erkeklerin hamamı aynı anda kullanmamaları gibi belirli kurallar vardır. Bu konuda çok sayıda eser kaleme alınmış olup, bir tanesi de 9.yy’da Ebu İshak İb- Tac Mahal rahim bin İshak el-Harbi’nin yazdığı “Hamam ve Adabı”dır. 14.yy’da Bağdat’taki hamamlarda özel bölümlerde yıkanılıp, üç ayrı havlu kullanılıyordu öyle ki, İbn Batuta “Bu kadar ayrıntıyı Bağdat’tan başka hiç bir yerde görmedim” demiştir. Avrupa’da Romalılar zamanında bilinen hamamlar Romalıların çöküşüyle birlikte kullanılmaz olmuştur. Yüzyıllar sonra Kudüs ve Suriye’de Müslüman hamamlarını gören Haçlılar, hamamları yeniden keşfetmiştir. Ancak hamam adabına uyulmayıp, ahlâka aykırı şekillerde kullanılması ve hastalıkların artması nedeniyle, Kilise hamamları yasakladığı için hamamlar Avrupa’da varlığını sürdüremedi. 17.yy’da Avrupalıların Türk hamamlarıyla tanışmasıyla hamamlar yeniden keşfedilerek, doğu hamamlarının ve lavanta çiceklerinin kullanılması moda oldu. Banyo olarak adlandırılan ilk Türk hamamı 1679 yılında Londra’da Bath Street (Hamam Sokağı) olarak bilinen Newgate Street’de Türk tüccarlar tarafından açıldı. İskoçya’nın Edinburg şehrinde de Türk hamamları inşaa edildi. John Burnet 1882 yılında ünlü Drumsheug hamamlarını tasarladı. Hamamların dünyada hızla çoğalan sağlık ve dinlenme merkezlerinin atası olduğuna inanılır. Terleme vücuttaki zararlı maddelerin atılmasına ve yağların erimesine yardımcı olur. Buhar ve sıcak su, kan dolaşımını artırır, metabolizmayı hızlandırır. Hamamdaki gevşeme süreci de vücudu dinlendirerek daha önceki yapılan işlemlerden fayda görülmesini sağlar. Hamamdaki sosyal iletişim ortamı da insana faydalıdır. Kaynak: • 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S AlHassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisation DEZEMBER / ARALIK 2010 / 33 / i sl a m und l e b e n „Tretet für die Gerechtigkeit ein…“ Mustafa Yeneroğlu • [email protected] er Koran berichtet von vergangenen Gemeinschaften, damit wir sie uns zum Vorbild nehmen oder eine Lehre aus ihrem Handeln und Denken ziehen. Er leitet uns an und zeigt uns Wege auf, auf dass wir nicht zu denen gehören, die ihr diesseitiges Leben bereuen werden. Die Offenbarung beschreibt sich als „Heilung“ (Schifâ), „Recht“ (Hak), „Barmherzigkeit“ (Rahma), „Weisheit“ (Hikma), Wegweiser zur Rechtleitung (Hidâya), „Seil“ (Habl), „Licht“ (Nûr) und als das Rechte vom Unrechten Trennende (Furkân). Der Koran weist dem gesamten Leben einen Sinn zu. Genauer: Er gibt dem Menschen die Maßstäbe in die Hand, mit denen er seinen und den Platz aller Dinge und Geschöpfe erkennen kann. Eine zentrale Botschaft der Offenbarung ist die Unterscheidung zwischen Gerechtigkeit (Adl) und Ungerechtigkeit (Zulm). Der Koran fordert den Menschen auf, jegliches Handeln nach dem Postulat der Gerechtigkeit auszurichten. Dabei soll der Mensch nicht nur gerecht handeln, er soll sich auch aktiv gegen Ungerechtigkeiten, die ihm und anderen Menschen – ohne Unterscheidung von Ethnie und Religion – widerfahren, zur Wehr setzen und sich damit für das Gute und Gerechte einsetzen: „… Es gibt keine Feindschaft, außer gegen die, die un- D / 34 / IGMG • PERSPEKTİF terdrücken …“ (Sure Bakara, [2:193]). „… Solidarisiert euch im Guten und in der Verantwortung vor Gott, nicht in der Sünde und der Feindschaft…“ (Sure Maide, [5:2]). „… Und jeder hat eine Richtung (religiöse, weltanschauliche) nach der er sich kehrt, wetteifert daher miteinander in guten Werken …“ (Sure Bakara, [2:148]). Zur Gerechtigkeit gehört es auch, anderen Menschen Recht und Gerechtigkeit zukommen zu lassen: „Und neigt euch nicht denen zu, die Unrecht begehen, sonst erfasst euch das Feuer….“ (Sure Hûd, [11:113]). Unermüdlich erinnert der Koran, dass immer und überall Gerechtigkeit zu wahren ist: „Dies sind die Verse Allahs. Wir verkünden sie dir in Wahrheit. Und Allah will keine Ungerechtigkeit, wo auch immer in aller Welt“ (Sure Âli Imrân, [3:108]). Der Mensch soll jegliches Handeln an der Gerechtigkeit orientieren: „….Und gebt volles Maß, wenn ihr messt, und wägt mit richtiger Waage.“ (Sure Nisâ, [4:29]). „…Treibt aber (ehrlichen) Handel nach gegenseitiger Übereinkunft“ (Sure Isrâ, [17:35]). „Sprich: „Mein Herr hat Gerechtigkeit geboten….“ (Sure Âraf, [7:29]). „… Siehe, Allah gebietet, Gerechtigkeit zu üben, Gutes zu tun …. Und Er verbietet das Schändliche und Unrechte und Gewalttätige. Er ermahnt euch, euch dies zu Herzen zu nehmen“ (Sure Nahl, [16:90]). Dieses Bemühen ist jedoch nicht nur auf die Bewahrung von Gerechtigkeit ausgerichtet, sondern fordert geradezu den Einsatz des Muslims. Das Streben nach Gerechtigkeit, das Wetteifern im Guten sind keine freiwilligen oder zusätzlichen Tugenden eines Muslims, sondern die Grundlage seines Handelns und Denkens in allen Lebensbereichen. „O ihr, die ihr glaubt! Tretet für die Gerechtigkeit ein, i sl a m und l e b e n wenn ihr vor Gott Zeugnis ablegt, und sei es gegen euch selber oder eure Eltern und Verwandten. Handele es sich um arm oder reich, Allah steht euch näher als beide. Und überlasst euch nicht der Leidenschaft, damit ihr nicht vom Recht abweicht. Wenn ihr (das Recht) verdreht oder euch (von ihm) abkehrt, siehe, Allah weiß, was ihr tut.“ (Sure Nisâ, [4:135]) „… Der Hass gegen (bestimmte) Leute verführe euch nicht zu Ungerechtigkeit. Seid gerecht, das entspricht mehr der Verantwortung vor Gott. Und fürchtet Allah. Siehe, Allah kennt euer Tun.“ (Sure Mâida, [5:8]) Alle Religionen rufen die Menschen im Grunde dazu auf, gerecht zu handeln und sich für eine gerechte Welt einzusetzen. Keine Kultur möchte auf Gerechtigkeit verzichten. So berufen sich alle Staaten in ihrer Gesetzgebung und Rechtsprechung auf diese Grundnorm menschlichen Zusammenlebens. Dennoch scheinen im Anbetracht historischer Erkenntnisse und der menschlichen Natur Ideale wie rer Religion und Weltanschauung –, die im Diesseits unterdrückt werden, hungern müssen und Unrecht erleiden im Jenseits (Âchira) zur Verantwortung gezogen. Demzufolge ist jeder Muslim verpflichtet, sich im Rahmen seiner Möglichkeiten für eine gerechte Welt einzusetzen. Gerade die in Europa lebenden Muslime erfahren Wohlstand und stehen somit vor der immerwährenden Gefahr, sich dem endlosen Konsum herzugeben, ihre Wünsche zu ihrem Gott zu machen (Sure Dschâthiya, [45:23]) und ihre Pflichten in Verantwortung vor Gott und den Geschöpfen zu vernachlässigen bzw. zu vergessen. So darf Gerechtigkeit für Muslime keine Worthülse sein. Wir müssen uns im Klaren sein, dass der Einsatz für Gerechtigkeit zu den obersten Geboten des Islams gehört und damit einen Anspruch darstellt. Wir sind dazu aufgerufen, unsere Gerechtigkeitsideale und Visionen im Wettbewerb um Lösungen „Und neigt euch nicht denen zu, die Unrecht begehen, sonst erfasst euch das Feuer….“ (Sure Hûd, [11:113]) eine gerechte Welt ohne Kriege, ohne Hunger, ohne die Ausbeutung humaner und natürlicher Ressourcen illusionär. Umso stärker ist die menschliche Sehnsucht und Forderung danach. Insbesondere Muslime sind dazu aufgerufen, sich immer und überall für Gerechtigkeit einzusetzen und diese moralische Pflicht nicht dem eigenen Vorteil und Profit zu opfern. Sie sollen nicht zu denen gehören, die sagen, „….Es gibt nur unser irdisches Leben. Wir sterben und wir leben, und nur der Zeitablauf macht uns zunichte…“ (Sure Dschâthiya, [45:24]). Sie sollen ihr Leben nicht der Beliebigkeit und Sinnlosigkeit opfern, sondern für den Einsatz im Guten und Gerechten. Ansonsten wäre ihr Leben nach koranischem Verständnis „Isrâf“, also reine Verschwendung. In dem Bewusstsein, dass das Leben im Diesseits eine Prüfung ist, orientieren sie sich an den Prinzipien der Bescheidenheit, Toleranz, Mäßigung und der Dankbarkeit. Sie gebieten das Rechte und wehren sich gegen das Unrechte (Sure Âli Imrân, [3:110]) und werden für alle – ohne Beachtung ih- für die Probleme unserer gemeinsamen Welt zu konkretisieren und uns den weltweiten Problemen, den Kriegen, dem Hunger, der Unterdrückung und Entrechtung entgegenzustellen. Weltwirtschaftliche Probleme, Klimawandel, demografische Entwicklungen, Fragen der sozialen Gerechtigkeit sowie der Bildungsgerechtigkeit in unserer Gesellschaft und auch die nach Generationengerechtigkeit sind Herausforderungen, denen wir uns bewusster und ernsthafter stellen müssen. Deshalb sollte soziales und gesellschaftspolitisches Engagement für jeden Muslim ein wesentliches Element eines verantwortlichen Lebens sein. Ob in einer sozialen, humanitären oder karitativen Einrichtung, in einer Gewerkschaft oder politischen Partei, bei Menschenrechtsvereinen oder Umweltschutzverbänden und nicht zuletzt in Religionsgemeinschaften. Am Ende des Lebens eines jeden Muslims werden nur diejenigen zu den Rechtgeleiteten zählen und zuversichtlich sein, die „glauben und ihren Glauben nicht durch Ungerechtigkeit verdunkeln.“ (Sure An’âm, [6:82]) DEZEMBER / ARALIK 2010 / 35 / i sl a m und l e b e n Der Koran in Deutschland Im Jahr 1616 erschien in Nürnberg die erste deutsche Übersetzung des Korans aus dem italienischem, welche Salomon Schweigger anfertigte. Eine erste deutsche Übersetzung direkt aus dem Arabischen erstellte David Friedrich Megerlin (1772) unter dem Titel „Die türkische Bibel, oder der Koran“. Meryem Özmen • [email protected] er Koran ist das Buch, welches dem Propheten Muhammad (saw) über 23 Jahre hinweg herabgesandt wurde. Er wurde auf Arabisch, also der Sprache des Propheten offenbart. Die Rezeption der islamischen Botschaft von nichtarabischen Völkern führte unweigerlich zu unterschiedlichen Übersetzungen des Korans in andere Sprachen. Auch auf dem europäischen Kontinent interessierte man sich aus den verschiedensten Gründen für den Islam und dessen Botschaft. In Europa wurde der Koran erst durch die lateinische Übersetzung bekannt, die der Abt von Cluny, Petrus Venerabilis (gest. 1156), in Spanien anfertigen ließ.1 Petrus konnte den Engländer Robert von Ketton, der damals an der Übersetzung mathematisch-astronomischer Werke aus dem Arabischen arbeitete, dafür gewinnen, den Koran ins Lateinische zu übersetzen. Trotz vieler Mängel in der Übersetzung ist sie ein erstaunlicher Erfolg geworden. Denn länger als ein halbes Jahrtausend war sie die wichtigste Quelle für die Korankenntnis in der westlichen Christenheit und Ausgangspunkt für weitere volkssprachliche Übersetzungen in andere eu- D / 36 / IGMG • PERSPEKTİF ropäische Sprachen. Die erste direkte Übersetzung des Korans aus dem Arabischen ins Französische erschien 1647 von Andre du Ryer. Der Übersetzer zog für seine Übersetzung auch islamische Korankommentare heran, wodurch er zu einem besseren Verständnis als Robert von Ketton gelangte. Voltaire, einer der meistgelesenen und einflussreichsten Autoren wurde von dieser Übersetzung so beeinflusst, dass er in seinem erstmals 1753 erschienenen „Essai sur les moers et l´esprit des nations“ (Versuch über die Sitten und den Geist der Nationen) dem Koran eine größere Gerechtigkeit zukommen ließ. Im Jahr 1616 erschien in Nürnberg die erste deutsche Übersetzung des Korans aus dem italienischem, welche Salomon Schweigger anfertigte. Eine erste deutsche Übersetzung direkt aus dem Arabischen erstellte David Friedrich Megerlin (1772) unter dem Titel „Die türkische Bibel, oder der Koran“. 1773 kam die Übersetzung des Quedlinburger Hofpredigers Friedrich Eberhard Boysen heraus, die 1828 vom Orientalisten Samuel Friedrich Günther Wahl überarbeitet wurde. Daraufhin versuchte Johann Christian Wilhelm Augusti 1773 in dem von ihm herausgegebenen Auszug aus dem Koran die poetische Wirkung des Originals zu erhalten. Die dem Koran innewohnende Spiritualität zu erkennen und zu würdigen, blieb jedoch dem katholischen Theologen Johann Adam Möhler (gest. 1838) vorbehalten, der sich in einem Aufsatz, in dem er das Verhältnis von Jesus (as) zu Muhammad (saw) nach der koranischen Lehre behandelt, wandte. Möhler schreibt, dass „uns häufig eine ganz originelle Pietät, eine rührende Andacht und eine ganz eigentümliche religiöse Poesie entgegentritt. Dies kann unmöglich etwas Erkünsteltes und Erzwungenes sein.“ Friedrich Rückert verdiente mit seiner (Teil)-Übersetzung große Anerkennung. Denn diese Übersetzung hat das Poetische am Koran zu übertragen versucht, während die im akademischen Bereich empfohlene Übersetzung von Rudi Paret (1966) und jüngere von Hans Zirker (1999), die sich um weitestgehende philologischer i sl a m und l e b e n Exaktheit bemühen. Dass sie dabei nicht zu stark vom Wortsinn abzuweichen versuchen, schreckt den Leser, der kein Interesse an spätantiken Religionsdisputen hat, eher von der Lektüre ab. Für Johann Wolfgang von Goethe, der dem Islam große Sympathien entgegenbrachte, war der Koran ein Buch, „das uns, so oft wir auch daran gehen, immer von neuem anwidert, dann aber anzieht, in Erstaunen setzt und am Ende Verehrung abnötigt.“ 2 1939 veröffentlichte Mawlana Sadr-ud- Din, Imam einer Berliner Moschee, die erste von Muslimen angefertigte Übersetzung ins Deutsche. Der erste Muslim deutscher Muttersprache, der den Koran 1996 vollständig übersetzte, war jedoch Ahmad von Denffer. Er versucht mehrere deutsche Entsprechungen eines arabischen Ausdrucks aufzuzählen, weshalb seine Ausgabe schwer lesbar ist. Eine Übersetzung, die auch den arabischen Text und gleichzeitig zu jedem Vers eine Auswahl aus wichtigen, auf Deutsch übersetzten Kommentaren bringt, wurde 1997 von einer Gruppe deutschsprachiger Musliminnen unter Leitung von Fatima Grimm unter dem Titel „Die Bedeutung des Koran“ herausgegeben. Wissenschaftliche Übersetzungen wurden im 20. Jahrhundert unter anderem von Max Henning (1901), Rudi Paret (1966) und Adel Khoury (1999) veröffentlicht. 2009 legte Ahmad Milad Karimi eine vollständige Neuübersetzung des Koran vor, in der er versucht, die Sprachgewalt und Schönheit des arabischen Originals für alle, die kein Arabisch können, spürbar zu machen. Hierbei geht es Karimi um die Vermittlung jener „ästhetisch-poetischen Erfahrung“, die „die Religiosität der Muslime grundlegend bestimmt.“3 Ebenfalls 2009 erschien eine Übersetzung des „The Message of the Qur’an“ (1980) von Muhammad Asad alias Leopold Weiss ins Deutsche, die von Ahmad von Denffer und Yusuf Kuhn angefertigt wurde. Neben der Übersetzung hat Asad auch zahlreiche Kommentare angefügt, weshalb das Werk über eine Übersetzung hinausgeht. Von 2000 bis Anfang 2010 arbeitete Hartmut Bobzin an einer neuen Koranübersetzung. Die Neuübersetzung, zu der als Ergänzung noch ein Kommentarband geplant ist, erschien im Jahr 2010. Der Übersetzer möchte nicht nur philologisch korrekt, sondern auch ästhetisch angemessen das arabische Original in deutscher Sprache wiedergeben. So gilt für ihn wohl auch der Versuch der Rückertschen Koranübersetzung als Herausforderung, die Poesie des Koran „hörbar“ zu machen. Damit verfolgt er ein ähnliches Interesse wie Karimi. Sowohl Bobzin wie Karimi machen jedoch deutlich, dass Übersetzung auf das „Verstehen“ angelegt sein muss. Die Vielfalt der deutschsprachigen Übersetzungen zeigt, dass eine „endgültige“ Übersetzung schlichtweg nicht möglich ist. Alle Übersetzungen haben ihre Stärken als auch ihre Schwächen. Je nachdem mit welchem Anspruch und für welchen Gebrauch die Übersetzung dienen soll, kann die eine der anderen bevorzugt werden. Fußnoten: 1 Hartmut Bobzin (Übers.): Der Koran. C.H.Beck, 2006 Katharina Mommsen: Goethe und der Islam. Insel, Frankfurt am Main 2001 3 Ahmad Milad Karimi (Übers.): Der Koran. Herder, Freiburg, 2009 2 Deckblatt der Koranübersetzung von Friedrich E. Boysen DEZEMBER / ARALIK 2010 / 37 / a k t ue l l Unfähige Terrorabwehr Während in Deutschland darüber diskutiert wird, ob es zu Terroranschlägen kommen könnte, wird zurecht gefragt, wie angemessen die Haltung und die Äußerungen der für unser aller Sicherheit verantwortlichen Politiker ist. Die seit Wochen andauernde Diskussion scheint mit der Fixierung auf Muslime als Sündenböcke abgeebbt zu sein, doch hat sie noch zu keinem sinnvollen Ergebnis geführt. Die von der ZEIT als „Jagd nach dem Phantom“ bezeichnete Entwicklung hat dazu geführt, dass Angst und Schrecken verbreitet wurden. Da dies die Absicht terroristischen Vorgehens ist, sollte doch die Aufgabe der Sicherheitsbehörden darin bestehen, dieser Angst und Panikmache vorzubeugen. Jedoch kann das nicht durch die Beschneidung der Pressefreiheit erreicht werden, wie es etwa der Vorsitzende des Rechtsausschusses des Deutschen Bundestages Siegfried Kauder (CDU) vorgeschlagen hatte. Vor allem das Innenministerium gehört allemal zu jenen Ministerien, denen die Presse von Zeit zu Zeit Informationen entlockt, welche eigentlich nicht für die Öffentlichkeit bestimmt sind. Glücklicherweise hat der Präsident des deutschen Bundeskriminalamts (BKA) Jörg Zierk als einer der ersten die Panik, die in der Luft lag, wahrgenommen und vor Panikmache gewarnt. Auch wenn sich der Bundesinnenminister Thomas de Maizière dieses Bedenken zu teilen angab, ist bekannt, dass er das Justizministerium dazu drängte, Gesetze auf den Weg zu bringen, durch die Möglichkeiten eröffnet werden sollten, bestimmte Freiheiten einzuschränken. Während die Absicht hinter den Paketbomben aus dem Jemen und Athen ungewiss bleibt, hat die zu Versuchszwecken in ein Flugzeug aus der Hauptstadt Namibias Windhuk nach Deutschland platzierte und später entdeckte Bombenattrappe eine führende deutsche Zeitschrift dazu veranlasst Alarm zu schlagen und die Öffentlichkeit vor einem vermeintlichen islamistischen Terroranschlag auf das Bundesparlament zu warnen. Da mit der Bedrohung durch Terroranschläge nunmal nicht unbedacht umgegangen werden darf, erscheint es angesichts der Lage verständlich, wenn die Sicherheitsbehörden zu Maßnahmen greifen. Sie wür- / 38 / IGMG • PERSPEKTİF den ihrer Aufgabe nicht gerecht, wenn sie nichts unternehmen würden. Was ist dann aber falsch an diesen Maßnahmen, die ja zu unser aller Sicherheit dienen? Falsch sind nicht die Maßnahmen an sich, sondern die Inkenntnissetzung der Öffentlichkeit. Auch wenn sie wahr sind, ist es nicht richtig Geheimdienstinformationen an die Öffentlichkeit zu bringen. Die verständlich ängstliche Reaktion der Bevölkerung ermutigt Terroristen nur umso mehr und führt angesichts des Erfolgs dazu, dass andere Mittel der Panikmache entwickelt und eingesetzt werden. Der neue Ansatz der Terrorabwehr lässt sich an der direkten Fixierung auf die muslimische Bevölkerung festmachen. Jedoch kann es nicht als ein Mittel der Terrorabwehr akzeptiert werden, dazu zu ermutigen, fremd erscheinende Menschen, die arabisch oder eine andere unbekannte Sprache sprechen den Behörden zu melden, wie der Berliner Innensenators Erhart Körting vorschlug, während er zu erhöhter Aufmerksamkeit aufrief. Genauso dient es keinem anderen Zweck als der pauschalen Verdächtigung von Muslimen, wenn der Innenminister Niedersachsens Uwe Schünemann überlegt, die Polizeipräsenz in Vierteln mit hoher muslimischer Bevölkerung zu erhöhen. Auch wenn Körting seine Äußerungen später zurückgenommen hat, eröffnen sie uns einen Blick aus seiner Perspektive. Dieselbe Perspektive erkennt man auch bei Stefan Müller (CSU), Parlamentarischer Geschäftsführer der CSU-Landesgruppe im Bundestag und Vorsitzender der Projektgruppe Integration. Müller rief die Muslime dazu auf, die „Fanatiker“ in den eigenen Reihen zu ermitteln und sie bei den Behörden anzuzeigen. Damit erweckt und festigt er den Gedanken, die Moscheen seien vermeintliche Planungszentren terroristischer Anschläge. Das Abschreckende an den vorbeugenden Maßnahmen zur Terrorabwehr ist nicht die erhöhte Präsenz von Sicherheitskräften an entsprechenden Orten, sondern die Unfähigkeit der Politik im Umgang mit der Öffentlichkeit. (Aus dem Türkischen von Ali Mete) IGMG Sosyal Yardım Derneği “Mazlum ve mağdurlarla el ele” teşekkür Mazlum, mağdur ve muhtaçların sevindirilmesi için bu sene organize etmiş olduğumuz Kurban Kampanyası çerçevesinde 85.474 kurban bağışı sağlanarak başta Türkiye olmak üzere 53 ülkede, 253 Kurban gönüllüsü nezaretinde 97.448 Kurban’ın kesim ve dağıtımı gerçekleştirilmiştir. Dünya Müslümanlarının kaynaşması, kardeşlik şuurunun inşaası, mazlum, mağdur, muhtaç ve yoksulların sevindirilmesi için 2010 yılı Kurban Kampanyamıza emeği geçen ve bağışlarıyla katkıda bulunan siz kardeşlerimize teşekkür ederiz. Rabbimiz, kurbanlarınızı kabul eylesin. Merheimer Str. 229 · 50733 Köln • Tel.: (02237) 942 42 13 • www.igmg-hilft.de • E-Mail: [email protected] En acılı gününüzde y anınızdayız 7 gün 24 saat COMNUNAUTÉ ISLAMUQUE DU MILLÎ GÖRÜŞ Cenaze Fonu 28 boulevard Poissonnière • 75009 PARIS Tel.: 01 42 46 04 44 • Cep : 06 13 92 63 88 Faks: 01 42 46 04 14 • Email: [email protected] www.cenazefonu.fr