Eylem Kaftan: “Belgeselin heyecanı, nasıl bir yolculuğa çıktığınızı ve

advertisement
Eylem Kaftan:
“Belgeselin heyecanı, nasıl bir
yolculuğa çıktığınızı ve neyle
karşılaşacağınızı hiç bilmiyor
olmanızdan kaynaklanıyor”
14 Mart Çarşamba günü, Hisar Kısa Film Festivali kapsamında Eylem Kaftan’ın filmleri gösterildi. Filmlerin gösterimlerinin ardından, Eylem Kaftan’la moderatörlüğünü Yamaç
Okur’un yaptığı bir söyleşi gerçekleştirildi. Katılımın yoğun
olduğu söyleşide Eylem Kaftan, filmlerinin hikâyesinden ve
film çekim sürecinden söz etti ve dinleyenlerin sorularını
yanıtladı.
E
ylem Kaftan: Bledi, Burası Bizim Evimiz’i (2006)
Montreal’de yaşarken yaptım. 2000 yıllarıyla 20052006’ya kadar Montreal’de yaşıyordum. İsmi Güzide’yi
(2004) yaparken, Cezayirlilerle ortak yürüttüğümüz bu
projeyi yapmaya başladım. Filipinli bir kadın mülteciyle ilgili bir kısa film yapıyordum. Gene Malcolm Guy’la birlikte. Montrealli küreselleşme karşıtı ve göçmen ve mülteci
haklarını savunan, son derece aktivist bir yapım şirketi
yardımcı oldu. Zaten o deprem filmini ücretsiz olarak orada montajlamama da izin verdiler. Onlarla o vesileyle tanıştık. O mültecilerin hikâyesinde Filipinli kadını dinlerken, Cezayirliler bir anda ayaklanmaya başladılar, filmde
de göreceksiniz. Binlerce Cezayirli sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Tabii ben de göçmen olduğum ve
onların psikolojisini çok iyi anladığım için, kendime en
yakın hissettiğim konuya yöneldim. Bu kadar uzun süreceğini düşünmüyordum ama üç yıl sürdü. Üç yıl boyunca
274
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007
o hareketin bir parçası olarak yapılmış bir film bu. Arada
bir sürü küreselleşme karşıtı ve göçmenlerle ilgili kısa film
de yaptım. Kanada’da çeşitli yerlerde gösterildi. Olaylar,
hiç beklenmedik yerlere gitti, karakterlerimizin başına çok
inanılmaz şeyler geldi. Belgeselin de heyecanı nasıl bir yolculuğa çıktığınızı ve neyle karşılaşacağınızı hiç bilmiyor
olmanızdan kaynaklanıyor.
Belgeseli yeniden sizinle izleyince, oradaki yedi senelik
yaşamıma dönüp tekrar bakma şansına sahip oldum. O
karakterlerin hayatımda oynadıkları rolü hatırlayıp izlerken çok duygulandım. Her cumartesi, toplantılarına giderdik; çocuklarına baktım, birlikte çok şey paylaştık. O insanların değişimlerini gördüm. Cemal’i gördünüz başta,
pırıl pırıl bir insan. İyi bir hayat yaşamış olsaydı olağanüstü yerlere gelebilecek bir insanken harcanmış birisi Cemal
benim için. Cemal’in ne kadar değiştiğini görüyorsunuz.
Muhammed ve Lousie de öyle. O insanların tanışmaları,
âşık olmaları, ayrılmaları, hapishaneye düşmeleri, hepsine
tanık oldum, hepsi yaşamımın bir parçası oldu. O yüzden
hepsi arkadaşlarım aynı zamanda.
Bir şey için on sene mücadele ediyorsunuz ve bir Kanada var kafanızda. “Çocuklarım burada yaşayacak” düşüncesiyle, geleceklerini garantiye almış olmak için savaştan kaçmışsınız.
Göç duygusunun en az savaş kadar travmatik, trajik
bir durum olduğunu düşünüyorum. Benim göçüm o kadar
ağır olmadı tabii. Bir savaştan kaçmadım, benim tercihimdi ama o insanlar sahte pasaportlarla ailecek gidiyorlar.
Titreyerek, polisin karşısında duruyorsunuz, o ulusun dilini bile bilmiyorsunuz.
Ama tabii ki, o insanlar da özlüyorlar kendi ülkelerini,
özlemez misiniz? Savaştan kaçmışsınız ama mesela İsmail
“Bir zamanlar ülkemiz çok güzel bir ülkeydi” diyordu. Hakikaten Cezayir çok hoş bir yer, deniz kıyısında o olağanüstü mimarisiyle. Kanada’da –30 derecede 6 ay bitmeyen
bir kış geçiriyorsunuz. Oysa Cezayir nar ağaçlarının ve yasemin kokularının arasında cennet gibi bir yer hakikaten,
ama tabii cehenneme çevrilmiş durumda. Ama orada sizin
yoğunlaştıkları şey, “Ben kâğıdımı alacağım, hayatımı kur-
Eylem Kaftan
275
taracağım, bunca seneyi boşu boşuna geçirmedim” oluyor.
O duygu, çok kötü bir duygu. Doğru dürüst bir işe sahip
olamıyorlar, eğitim hakları yok, hiçbir hakları yok, on yılı
hapishanede geçirmek gibi bir şey. O belirsizlik insanı gerçekten tüketen bir şey.
Üniversitede felsefe okumanın amacı neydi?
E
ylem Kaftan: Felsefe hep vardı kafamda. Sorgulayan,
düşünen bir insanım felsefe de buna çok uygun. Her
şeyden çok soru sormayı öğretiyor. Çok belirsiz bir iklimde
yaşadığımızı düşünüyorum, bir şeylere cevap bulmak çok
zor ama doğru soruları sormak ve soruları kendine ait
kılmak çok önemli bence. Felsefe de böyle bir şey, sinemaya da öyle bir katkısı var. Çünkü kendine ait sorular sorduğun zaman kendi dünyanı oluşturmaya başlıyorsun.
“Ben bu hikâyeyi niye anlatmak istiyorum? Bu karakterler
niye, nereden çıkıyorlar? Benim derdim, tasam, meselem
ne?” gibi soruları sormak gerekiyor ve felsefe bunun için
çok sağlam bir süreç. Çünkü bir sürü şey öğreniyoruz, yıllarca okula gidiyoruz, bir sürü kitaplar okuyoruz ama bütün bu öğrendiklerimizi ne kadar içselleştirebiliyoruz? O
bilgileri ne kadar bize ait kılıyoruz? Felsefe böyle bir şeyi
sağlayabiliyorsa eğer, ne mutlu felsefecilere ama tabii her
zaman öyle olmuyor.
Okul yıllarında sinemayla ilişkin nasıldı?
Sinema kulübüyle başladım. Hep birlikte, yoğun bir şekilde filmler izleyip analiz ediyorduk. Tabii ki o felsefedeki
sorgulama sürecini sinemaya taşıdım. En baştan almak isterdim kamerayı elime ama o zamanlar o kadar güvenmiyorduk kendimize. Kamera da yoktu zaten, biz de oturup
film izleyip tartışıyorduk mecburen. Sağlam bir temel attığımızı düşünüyorum.
Felsefe okuduktan sonra sinema okumak nasıldı?
Aslında bir nevi tembellik sinema okuluna gitmek. Sinema
kurslarına gitmek, öğrenmek, çok film izlemek, bir takım
temel bilgilere sahip olmak önemli. Ama bir de sinema okuluna gidip asıl üretimi ertelemek gibi bir duruma yol açıyor.
276
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007
Aslında en zoru, gidip düşünmek, ondan sonra bir senaryo
yazmak, parayı aramak…
Polis görüntülerini nasıl aldın?
E
ylem Kaftan: Oradaydım tesadüfen, olayların böyle
gelişeceğini hiç düşünmüyordum. Onlarla gitmiştim,
sabaha kadar bekledim, onlar tutuklandılar, sabah mahkeme salonuna alındılar, bekledim, kendi kameramla onları çektim. Ama polis videosunu istedik. Çünkü gazeteciler olarak böyle bir hakkımız var, polisin de bize bunu
vermek yükümlülüğü var. Görüntüyü edit edilmemiş bir
şekilde vermediler, daha vahşi sahneleri çıkartmış olabilirler ama gene de bize birkaç dakikalık bir görüntüyü alabildik.
İki yönetmenli bir proje. Malcolm’la nasıl bir iş bölümü
vardı aranızda?
Malcom’la zaten başka bir proje üzerine çalışmıştık. İkimizde de bir ego problemi olmadı. Malcolm İngiliz asıllı ve
orta yaşlı; çok farklı geçmişlerden geliyoruz ama bir dostluğumuz, arkadaşlığımız vardı.
Kurgu sana mı ait? Kamerayı kim kullanıyordu?
Kamerayı önce ben kullandım. Malcolm bir süre yoktu,
başka bir şeyler çekiyordu. 6 ay ben kendi kendime bir
şeyler çektim. Küçücük bir kamerayla çektim, o yüzden
görüntü iyi değil o kadar. Sonra profesyonel görüntü yönetmenimiz, Ali Regap devreye girdi. 1 yıl falan bütçesiz
çektik, sonra televizyon devreye girdi, bütçeli olarak çektik, Cezayir’e gittik. 300–350 bin Kanada doları kadar bir
bütçeyi Quebec televizyonu verdi. Zaten Quebec, Kanada’nın diğer bölgelerinden daha ilerici göçmenler konusunda. Bir de Fransızca konuşan bir topluluk olduğu için
daha sıcak bakıyorlar.
Bu tarz, aktivist belgesel diyebileceğimiz projelerde çalışmanın zorlukları nelerdir?
Bu filmin, onlar için çok önemli bir film olduğunu düşünüyorum. En azından verdikleri mücadelenin bir karşılığı
Eylem Kaftan
277
gibi oldu bu film. Çok yoğun bir eğitim ve bilgilendirme çalışmasının bir parçası oldu. Benim için de çok anlamlı oldu o süreç. O insanların güvenini kazanmanız gerekiyor
onların içine girebilmek için. Onların arasına girdiğim zaman Fransızca bile bilmiyordum. Elime kamerayı alıp gittim, beni aralarında istemediler. Zaman aldı, sık sık toplantılarına gittim. Onlarla dayanıştığınızda size güveniyorlar ve hayatlarını açıyorlar. Gene de o mahremiyetlerini ve
dünyalarını çok da açmadılar, çünkü Cezayir toplumunun
biraz daha muhafazakâr bir tarafı var.
Aslında İsmi Güzide’den daha önce başladın Bledi’ye?
Neredeyse aynı anda ama diğeri için bütün bütçeyi toparlayıp parayı bulup yolculuğa çıktık. Üç hafta içerisinde yoğun bir çalışma oldu. İsmi Güzide için Diyarbakır’a gittik,
çektik, döndük, montajladık. Ama bu çok farklı oldu, olaylar akıyordu, olayların akışının bir parçası olmak zorundaydık ve böyle yüzlerce saat çektik. Ne çektiğimizi, ne işe
yarayacağını, nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz çok zaman oldu. Ama olayların bir parçası olmak zorundaydık ve
dediğim gibi onların böyle şiddete maruz kalacaklarını,
hapishaneye düşüleceğini, kiliseye sığınılacağını hiç bilmiyorduk, öngöremezdik. O anlamda her ikisi de farklı süreçleri olan filmler. İkisi de çok daha farklı anlatım tarzları
olan filmler.
Biz döndüğümüzden bu yana Leyla’nın hayatında çok
büyük bir değişiklik yok, okula gidemiyor ama arkadaşları
okuma-yazma öğretmeye devam ediyorlar fırsat buldukça.
Berdel olayının gerçekleşme riski oldu geçenlerde. Leyla’nın abisini onların akrabası olan bir başka ailenin kızıyla evlendirmek istemişler, çocuk da istiyormuş kızla evlenmek fakat karşı taraf bu evliliği berdelle gerçekleştirmek istedikleri için Leyla’nın babası vazgeçmiş. Bir yere
kadar onların gerçekliklerini izleyebiliyorsunuz ama filmin
bir etkisi olduğunu gördüm en azından. En azından Şakir
ve Leyla’nın ilişkisi açısından.
278
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007
Dinleyici Soruları
Bir akrabamın başına böyle bir hadise gelseydi, hangi
soruları sorardım kendime diye merak ediyorum. Seni
biraz tedirgin, biraz çekingen gördüm. Kadınlara mesela töre cinayetlerine dair ne düşündüklerini, böyle bir
olay karşısında verdikleri tepkileri sormak gerekir.
Töre cinayetleriyle ilgili filmlerin iki tanesini izledim.
Onlarda hep cinayetin peşinden gidiliyordu, erkeklerle
konuşuluyordu, kınayan erkekler konuşuyordu, bu ferdi bir yaklaşım. Arkadaşın eleştirdiğinden daha fazlası
var; “Benim sözüm geçer” diyen erkek var ama bir de
acı çeken erkek var. Aslında çok sakin bir şekilde cephesel yaklaşmamışsınız, susarak olayın içine girmişsiniz. Bu filmin konuyla ilgili yapılmış diğer filmlerden
farkı olduğunu düşünüyorum.
E
ylem Kaftan: Film yaparken bir süreçten geçiyorsun,
bir şeyleri yaparken çok rasyonel kararlar vererek
yapmıyorsun. Tabii ki, “Tavrım nasıl olmalıydı, nasıl sorular sormalıydım?” gibi birtakım düşünceler vardı aklımda
ama yolculuğa çıktığımda, kendi sezilerim, kendi içgüdülerim ve o andaki hissiyatımla soruları sorup insanlarla ilişki kurdum. Evet, belki fazla yumuşak ve fazla naif bir tarafım vardı, doğru. Şu anda olsaydı belki daha farklı olurdu. Çünkü 1 yıldır Türkiye’deyim ve çok daha öfkeli bir insan haline geldim. Yani Türkiye’de yaşayan bir insan bu
filmi yapmış olsaydı, farklı olurdu. Benim genel tarzımdır,
sinirlenmem, sinirlenince de çok sinirlenirim. Orada da
mesela şoförle olan olayda, böyle algılandığında, senin dediğine benzer şeyleri söyleyenler oldu. Feministlerden “Ben
olsam onu öldürürdüm, böyle laf denir mi” diyenler oldu.
Ama ben bir ay geçirdim o adamla, bizim şoförümüzdü,
aşk hikâyelerini anlattı. Biz kadınlardan oluşan bir ekiptik
ve bizim onun üzerinde bir iktidarımız vardı, onun duyduğu başka eziklikler, başka duygular vardı. Ben onunla ilgili, beni tehdit eden, üzerimde iktidar kurmaya çalışan bir
adammış gibi bir hissiyata kapılmadım ki. Orada, kameraya söylüyor onu, bana söylemiyor. Onun kendi gerçekliğine dair insanlara vermeye çalıştığı bir mesaj var. Bu sakin
Eylem Kaftan
279
tavrım, bilinçli ve rasyonel bir seçim olmamasına rağmen
filmin genel başarısı; filmin insanlar tarafından beğenilmesindeki en büyük rolün bu olduğunu çok daha sonraları
fark ettim. Çünkü ben çok içinde olduğum için filmi tam
algılayamıyorum. O insanlara dair ötekileştirme gibi bir
şey çok sık yapıldığı için bu film farklı ve Kürtler tarafından da çok seviliyor. Çünkü onlarda hep ötekileştirme hissiyatı olduğu için bu filmi kendilerine tutulmuş bir ayna
olarak görüyorlar. Genelde böyle olduğunu söylüyorlar, bir
de bu belgesel olduğu için kurmacadan farklı, orada gerçek bir şey oluyor, gerçeklik yansıtılıyor. Ötekileştirmeyi
engellediğini de düşünüyorum bir anlamda o tavrın. Hangisi daha kabahatli, onun tartışmasını yapmak ne kadar
makul bilmiyorum ama gerçekten de o insan toplum tarafından mahkûm ediliyor. Yani Kürtlerde “mahkûm” diye
bir şey var, kan davası olduğu zaman “bir şeye mahkûm
olmak” gibi bir şey var. Bu böyle.
Namus söz konusu olduğu zaman adam kahveye gidemiyor.”Namussuz adam, aramıza nasıl girersin?” diyorlar. Esnaf onunla alışveriş yapmıyor, insanlar selamı kesiyorlar. Böyle bir gerçeklik var, o insanın ötesinde, o insanın üstünde başka bir sistem var. Ben onu yansıtmaya çalıştım.
Bu yüzden dediğim gibi diğer etkenlere bakmak gerekiyor, ekonomik etkenlere bakmak, göçe bakmak gerekiyor. Onlar filmde çok fazla yansımamış ama o zaman da
filmin ekseni kayardı. Bazen bunu söylemek bile yeterli
oluyor: Yüzde yetmiş işsizlik, erkeklerin çoğu kahvehanede
oturuyor, sokaklarda çocuklar çalışıyor. Yani bu bilgiyi
bilmek bile töre cinayetlerine dair bir bilinç sıçraması yaratmalıdır bence.
KAMER diye bir kuruluş var ama onlar da sadece bir
avuç kadına ulaşıyor, bu da bir gerçeklik. Kadınlar zaten
komşusunun evine bile gidemiyor. Öyle bir kız tanıdım,
çok güzel olduğu için komşunun evine yollamıyor babası,
aynı köyde. Bırakın okula ya da KAMER’e gitmesini!
Kürtler nasıl görüyorlar filmi?
280
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007
E
ylem Kaftan: Filmden ya Kürtler nefret edecek ya
Türkler diye çok korkuyordum. Bir sürü Kürt film festivallerine gittim, genelde çok beğeniyorlar. Erkeklerin,
“Bizi kötü gösteriyorsunuz” diye düşüneceklerini sanıyordum ama genellikle kendilerine tutulmuş farklı bir ayna
olarak algıladıklarını söylüyorlar.
Zaten empati yapmamız gerekiyor. Filminde o empatiyi bir bedende somutlaşmış, öyle bir şansın var. Baban
orada büyümeni istememiş, o açıdan bir erkek ajan var
yine bir kadına farklı bir yol çizme olağanı veren. Bütünü de, kurguyu da çok tutarlı buldum.
Evet, çok zor oldu kurgulamak. Zaten ben onlara ”Ya siz
niye böyle yapıyorsunuz? Ben olsam böyle yapardım” gibi
davranmadım, o zaman bana açmazlardı dünyalarını. Biraz da benim tavrımdan dolayı bu kadar rahat olabildik.
Yoksa çok zor bir konu, hem töre cinayetleri ve namus gibi
bir şey tartışılıyor, hem de ben orada bir yabancıyım. Ama
Diyarbakır hiç öyle değildi, sanıyorum hem benim tavrımdan hem de Kürtlerin genel olarak ihmal edilmiş hissetmelerinden dolayı. “Tamam, gel, bizi anlat. Biz de zaten böyle
bir fırsat bekliyorduk” gibi bir şey de vardı.
Türkiye de son 5–10 yıldır sivil hakların daha fazla
gündeme gelmesiyle beraber kadın meselelerine dair
aslında cinsellikle ilgili birçok filmler üretilmeye başlandı, namus ve töre cinayetleri gündem oluşturuyorlar, haber oluyorlar, bu konuda kampanyalar düzenleniyor. O törenin namusun ne olduğunu, bu insanların mesela şoförün- niye böyle barbarca bir şeye soyunduğu meselesine çok fazla yaklaşamıyoruz. Belki de önyargılı bir şekilde onları da oraya hapsediyoruz. Özellikle töre cinayetlerine eğilen filmlerde bir kapalılık
söz konusu. Meseleyi çözmeye dair de bir pratik çaba
yok.
O kadar büyük bir kavram kargaşası var ki zaten buna
dair. Bu ‘töre cinayeti’ kavramının kendisi çok problemli.
Biz de bilmiyoruz töre nedir, ne değildir? “Evet, bu insanlar farklı insanlar ve bir töreleri var ve böyle bir şey yapı-
Eylem Kaftan
281
yorlar” demek bizi rahatlatıyor. Çünkü bu töre nedir diye
sormaya başlasak onun arkasından bir sürü soru geleceği
için bu bizi huzursuz ediyor.
Bunun Araplardan, Ortadoğu’dan geldiğini söyleyenler var. Son yüzyıl içerisindeki imamlarla birlikte, iyice
yozlaştığı söyleniyor. Yani İslamiyet’le ilişkisini kuranlar
var ama İslamiyet’e baksan, bir zina meselesi söz konusu
olduğu zaman zinanın kanıtlanması gerekir. Gerçekten İslamiyet’i uygulamaya kalksalar zina için 4 şahit falan gerekecek. Namus kirlendi gibi bir söylenti olması yetiyor zaten o kadını öldürmeye. Bir şeyi kanıtlamak gerekmiyor.
Oraya sosyologların, sosyal bilimcilerin gidip saha araştırmaları yapması gerekiyor. Biz bir yere kadar bir şeyler
yapıyoruz ama sinemacılar, belgeselciler olarak biz hikâye
anlatıyoruz daha çok. Henüz saha araştırmaları falan çok
fazla yok.
Ama bu töre cinayeti meselesi son dönemde, yükselen
milliyetçilik, yükselen faşizm, yükselen ayrımcılıkla birlikte o kadar onların işine yarayan bir şey haline geldi ki, bizim onlardan nefret etmemiz için çok güzel bir sebep çıktı.
Bu meseleye, kadına yönelik şiddet olarak bakmak gerekiyor ama töre cinayeti dediğinizde hakikaten ötekileştiren
bir tavırla karşılaşıyoruz. Ertuğrul Özkök’le Ahmet İnsel
arasında bir tartışma olmuştu ve Özkök, “Benim ailem de
o kadar eğitimli değil ama bizde töre cinayeti yok. Dolayısıyla bu bir eğitim meselesi değil, bu bunların doğasında
olan bir şey” gibi bir şey yazmıştı. Ahmet İnsel ona çok güzel bir karşılık vermişti. Bu, ırkçılığı, ayrımcılığı tetikleyen
o büyük medya kesiminin çok işine yarayan bir şey haline
geldi. O yüzden basın bunu bir provakasyon malzemesi
olarak kullanılıyor.
Ben bu filmi izlerken yepyeni bir coğrafyayla da karşılaştım. Cidden ülkemizi tanımıyoruz. İlk belgeselinizde
oryantal müzikler vardı, bu benim tüylerimi diken diken ediyor. İster istemez oryantal bağı kuruyor, sürekli doğuyu ve batıyı telaffuz ettiğimiz için sürekli bir
karşıtlık kuruyoruz. Bu karşıtlığı kurmamamız lazım.
Benim ricam bu belgesele de açıklayıcı bir üst ses
282
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007
metni koymanız. Çünkü erkekliğin ya da namusun nereden çıktığını anlatmalıyız.
E
ylem Kaftan: Kesinlikle katılıyorum. Bu film 50 dakikalık bir televizyon filmi. Bir uzun metraj olmalıydı
belki. Aslında yaptığım her şeyde sorularımı olabildiğince
derinlemesine sormayı ben de çok tercih ediyorum. Ama
belki de bu bir kitabın konusu ve benim hayatım da iktidar alanlarını sorgulamakla geçiyor. Bunu sürdürmek lazım, film bittikten sonra başka bir şey gelir, başka bir alan
olur, başka bir mücadele alanı olur. Bu hayatımızın sonuna kadar daima yapmamız gereken bir şey.
İsmi Güzide’de, Güzide’nin eksikliğini hissedenler erkeklerdi. Erkeklerin hiçbiri mutlu değildi filmde. Bir
de o insanlar Güzide’yi tanımlarken erkek gibi tanımlıyorlar. Onun eksikliğini hissediyorlar değil mi?
Zaten o kadar zor bir şey ki erkeğin kadını algılaması. Bu
batıda bile hala çok zor, kadın korkulan bir şey. Ama orada özellikle güçlü kadına bir yandan hayran kalıyorlar, bir
yandan da onu var etmelerinin tek yolu onu yok etmek onlar için. Yani onun gerçekliğini kabul edemiyorlar. Güçlü
kadından hakikaten korkuluyor o çok sorgulayan, korkusuz, güçlü, iktidar sahibi kadınlarla baş etmek zor.
Oradaki yaşanan töre cinayetlerini olumlayan kadınlar
var mıydı?
Vardı, mesela o pamuk tarlasındaki kırmızı eşarplı kadına,
“Böyle bir şey olsa sence bu kadını öldürmek doğru mudur?” diye sormuştum, “Doğrudur” demişti. Onlar da inanılmaz içselleştirmişler bu söylemi. Çünkü içselleştirmedikleri takdirde onlar da ‘namussuz’ yaftasını yiyebilirler
Eylem Kaftan
283
Eylem Kaftan Kimdir?
İstanbul doğan Eylem Kaftan, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe
bölümünden 1998 yılında mezun oldu. Bilgi Üniversitesi’nde
ve Toronto’da York Üniversitesi’nde sinema eğitimi aldı.
1999 yılında belgesel sinema üzerine çalışmaya başladı.
Eylem Kaftan, belgesel projeleri dışında pek cok kısa filme
yönetmen ve editör olarak imza attı. Yönetmenliğin yanı sıra
öykü, roman, senaryo ve şiir yazıyor. 2006 yılından beri
İstanbul’da yaşıyor.
Başlıca Filmleri
Bledi, Evimiz Burası (2006)
İsmi Güzide (2005)
Bak Devlet Baba (2002)
Download