AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ kasım 2015 | yıl 21 | sayı 245 “Siyasetçiler korku körükleyip oy hesabı yapmak yerine daha sorumluluk sahibi bir dil benimsemeli.” s. 18 Dönüşümün Tetİkleyİcİsİ: Azınlık 9 772195 547004 08 Etkİsİ İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl Tanımlanıyor? s. 26 “Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini Aktaracağı Kurbanlar Arar.” s. 36 Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık: Myanmar s. 48 Üniversitelilere ve 25 yaş altı gençlere özel fiyatlar Çocuklu ailelere eğitmenler eşliğinde kreş hizmetleri 55 yaş üstü emeklilere belirli tarihlerde özel fiyatlar Almanca ve Fransızca rehberlik eşliğinde müstakil kafile İslam Toplumu Millî Görüş - Hizmette Öncü Kuruluş Türkiye Temsilciliği| Hennes Tour T +90 332 3515055 (Konya) T +90 212 6355593 (İstanbul) T +90 312 3113130 (Ankara) [email protected] Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH Boschstraße 61-65 D-50171 Kerpen T +49 2237 9746-0 F +49 2237 9746-19 www.igmgreisen.com igmgreisen Selamların en güzeli ile A Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar zınlık denildiğinde genellikle etnik ya da dinî anlamda içinde yaşadığı çoğunluk toplumuna kıyasla daha farklı ve ufak bir grup gelir akıllara. Oysa hepimiz her gün farklı bağlam ve ortamlarda “azınlık” konumuna düşeriz: Karşımızda 50 kişi ortak bir kanaate sahipken farklı bir fikri savunduğumuzda, kalabalıkların sesine zıt bir görüş dillendirdiğimizde ya da herhangi bir yerde öylece sürüp giden akışı sorguladığımızda… Siyasi anlamda “azınlık” tanımını bir kenara bıraktığımızda aslında içinde yaşadığımız çağda azınlık konumuna çok sık düştüğümüzü görürüz. Bu manada azınlık olmak ise bazı soruları beraberinde getirir: Çoğunluğun cezbedici ve ezici gücü karşısında azınlık her zaman uyum sağlayıp itaat etmeye mi mahkûmdur? Çoğunluğun tanımlama, yön verme, tayin etme tekeli karşısında azınlıkların elinde kendi istek ve pozisyonlarını sürdürebilme konusunda ne tarz araçlar bulunmaktadır? Bireyin düşünme süreci, bakış açıları, karar ve davranış biçimleri çoğunluk karşısında bir değişime maruz kalmak zorunda mıdır? Azınlık kalabalıkları dönüşüme nasıl ikna edilebilir? Hangi araç ve üsluplarla mevcut azınlık konumunun beraberinde getirdiği dezavantajlı durum bertaraf edilerek ortaya otantik, yeni ve dönüştüren bir pozisyon konulabilir? Avrupa’da Müslümanların oldukça dezavantajlı konumda bulunduğu bir azınlığa mensup oldukları göz önünde bulundurulduğunda bu soruların cevaplandırılmasının önemi de gün yüzüne çıkıyor. Biz de bu sorulardan hareketle bu sayımızda dinî ya da etnik azınlık vurgusundan bağımsız olarak azınlıkları sosyal dönüşümün tetikleyicisi olarak ele aldığımız bir dosya hazırladık. Dosyada “sosyal etki” denilen fenomenin yönünü ve azınlık ile çoğunluğun birbirini etkileme potansiyelini sosyal psikolojik bir açıdan ele aldık. Bu kapsamda Prof. Dr. Hans Peter-Erb, itaat ile inovasyon arasında azınlıkların etki potansiyelinin küçümsenmemesi gerektiğine dikkat çekti. Mevlüt Uyanık, azınlığın etki potansiyelinin araçlarından biri olan sivil itaatsizliğe değindi. Filistinli psikanalist Gehad Mazarweh ile azınlık olmanın kimlik ve insan psikolojisi üzerindeki etkisini, Avusturya’dan müzisyen Gernot Galib Stanfel ile ise azınlık içinde azınlık olmayı konuştuk. Gündem kategorimizde Maurizio Albahari küresel mülteci krizini ve Türkiye’nin bu krizdeki rolünü ele alırken, M.A. Ibrahim Birleşik Krallık’ta Müslüman kadınlara yönelik artan saldırıları ele aldı. Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel Sekreteri Selman Çalışkan ile Almanya’da mülteci yurtlarına yönelik artan saldırıları ve toplumda sadece aşırı sağ çevrelerde değil, merkezde de konumlanan ırkçılık hakkında konuştuk. Mohamed Saif, 1. Dünya Savaşı’nın ardından “cihat” kavramının Alman kamuoyunda nasıl bir dönüşüm geçirdiğini örneklerle ele alırken Avusturya’da uzun süre şiddetli tartışmaların odak noktasında bulunan İslam Yasasıyla ilgili mevcut durumu hukukçu Ümit Vural ile konuştuk. Dünya kategorimizde 8 Kasım seçimleri öncesinde Myanmar’da Rohingyaları oldukça olumsuz etkileyen ırkçı yasaları Cennet Yılmaz, Yemen’deki Suud müdahalesini ise Mareike Transfeld ele aldı. Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere. Kalbî selamlarımla, » Bekir Altaş 18 GÜNDEM / SÖYLEŞİ GÜNDEM “Almanya’nın Ciddi Bir Irkçılık Problemi Var.” Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi. Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı. © 12 Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında Türkiye, AB ve Sivil Toplum Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V. İçindekiler 22 GÜNDEM Özgürlük ve Ayrımcılık Arasında Tarafsızlık İlkesi: Yargıda Başörtüsü Yasağı GÜNDEM Kapak Fotoğrafları Aung San Suu Kyi © Flickr.com/Northern Ireland Office GÜNDEM İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl (Yeniden) Tanımlanıyorlar? 30 GÜNDEM / SÖYLEŞİ Siyasi Yansımalar, İtirazlar ve Avusturya İslam Yasası Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 | www.igmg. org | E-Mail: [email protected] | Herausgeber/Yayıncı: Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Haber-Yorum dergisi Kasım 2015 November 2015 yıl / JG.: 21 nr. / sayı: 245 Ümit Vural Ekim 2015’te Londra Başkent Polisi’nin yayımladığı istatistiklere göre geçtiğimiz on iki ay içerisinde Müslümanlara yönelik nefret suçlarında yüzde 70’lik bir artış gözlemlendi. Londra’da bu yıl temmuz ayına kadar olan on iki aylık süreçte 816 İslam düşmanlığı ile ilgili suç kaydedildi; önceki on iki ay içerisinde ise bu rakam 478 idi. 26 © 16 İngiltere’de Müslüman Kadınlara Yönelik Saldırılar Artıyor Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das General Sekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel Sekreterlik | Vertreten durch den Vorstand/Yönetim adına: Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan • Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter • Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yardımcısı | Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar, Elif Zehra Kandemir Redaktion/Redaksiyon: Ali Mete, Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, Rabia D O S YA Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar © Flickr.com/Alexander Junghans 32 36 D O S YA / S Ö Y L E Ş İ © Flickr.com/SnoRkel “Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini Aktaracağı Kurbanlar Arar.” 38 D O S YA Azınlığın Etki Potansiyeli ve Sivil İtaatsizlik 42 D O S YA “Hepsi Yanılıyor Olamaz” Mı? D Ü N YA 52 Söylemler ve Karşı Söylemler: Yemen’de Suud Müdahalesi Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel gelişmelerin gölgesinde kalırken ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor. İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın gelmeyeceğinin de bir göstergesi. ÜMMET MOZAĞİ 56 Sancılı Bir Coğrafya: Dünya gündemine sık aralıklarla tekrarlanan savaş, ayrımcı politikalar ve işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları daha derinden bir incelemeyi hak ediyorlar. Filistin halkı ve bu coğrafyada cereyan edenler ancak bu tarz derinden bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek gibi gözüküyor. 1 S O R U / 3 C E VA P © Flickr.com/Rajesh_India 65 Akıl Azınlıkta Mı? 44 D O S YA / S Ö Y L E Ş İ “Mühtedi Olmak, Sizi Güçlü Olmak Zorunda Bırakıyor.” 48 D Ü N YA Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık: Myanmar Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa, azınlık içinde var olur. Akıl popüler olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler olabilir; ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde olacaktır.” der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz? Akıl gerçekten de azınlıkta mı? Önsöz İçindekiler, Künye Okuyucu Mektupları Basında Öne Çıkanlar Gündemden Kısa Kısa Portre Kitap Tanıtımı Şanlıalp, Rahime Söylemez, Şeyma Karahan • T +49 221 942240-46/47 • F +49 221 942240-21 • E-Posta: [email protected], [email protected] Design/Tasarım • Druck/Baskı: 99names communication GmbH • Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. / IGMG için, 99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. • Merheimer Straße 229 • D-50733 Köln • T +49 221 942240-20 • F +49 221 942240-21 | Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den ­Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage/Tiraj: 15.000 | Anzeigenservice/İlan Servisi: T +49 221 942240-0 | F +49 221 942240-119 • E-Posta: [email protected] | Abonnement/Abonelik: IGMG Mitgliederbetreuung/Üye Abonelik Hizmetleri: Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Posta: [email protected] | Jahresabonnement/ Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. Okuyucu Mektupları Perspektif 244/2015 AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ “Batı bu diktatör rejimleri destekleyerek affedilmez ahlaki, insani, siyasi ve tarihî hatalar işlemektedir.” s. 22 EYLÜL/EKİM 2015 | YIL 21 | SAYI 244 İthamlar ve Beklentiler Arasında: Avrupa’da MÜSLÜMAN GENÇ 9 772195 547004 08 Olmak NSU’da Neler Oluyor? s. 16 “Müslüman Gençlerin Olumlu Katkıları Göz Ardı Ediliyor.” Suriyeli Mülteciler: “Keşke Herkes Onları Benim Gibi Görebilse…” s. 44 s. 38 bölgelerine gidip yardıma en çok muhtaç olan insanlara ve çocuklara faydalı olmak istiyorum. Bu anlamda biz gençlere yaptıkları güzel işlerle örnek ve motivasyon teşkil edecek insanların hikâyelerine sayfalarınızda daha çok yer ayırabilirseniz çok memnun olurum. Safiye Ağır, Ankara Dosya konusu olarak Avrupa’da Müslüman gençleri ele aldığınız için teşekkürler. Gerçekten Avrupa’daki biz ikinci ve üçüncü nesil Müslümanlar toplumsal hayatta daha aktif olduğumuz için ebeveynlerimize nazaran başka ve aşılması güç sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu dosyada Müslüman gençlerin okulda, işte ve kamusal alanda tecrübe ettiği daha somut problemlerden bahsedileceğini düşünmüştüm, fakat maalesef dergide bu içeriği bulamadım. Bence artık dışarıdakiler tarafından nasıl algılandığımıza kafa yormayı bir kenara bırakıp karşılaştığımız problemlerimizin çözümüne konsantre olmalıyız. Nilüfer Yemiş, Utrecht İmha Edilen Dosyalar ve İstihbaratın Rolü: NSU’da Neler Oluyor? Gündem Avusturya İçin Bir Utanç Kaynağı: Traiskirchen Gündem Avusturya İçin Bir Utanç Kaynağı: Traiskirchen Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor. JACQUELINE AREFIE* Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti; daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalabalık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle bu alan medyanın da odak noktasında. Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin bu mülteci kampına girmeleri yıllardır yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili. Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda, aralarında çocukların da bulunduğu 2 bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da 10 kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hakları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakında bulunan camide veya Schwechat nehrinde yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amnesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda. “Hoş Geldiniz” Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sayan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yardım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve istekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır, kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını seferber ederek daha fazla bağış toplamayı hedefleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadırlar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma içinde ve elinden geldiğince onların yanın- da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri tarafından “Burada yeterince eşya var! Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!” denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki Selimiye Camii ramazan ayı boyunca her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıttı. Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi. Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhassa sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri tarafından işten çıkarılanlar bile var. Benim Küçük Katkım Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde desteklemek adına internette bir bağış kampanyası başlatıldı. İnternette yer alan resimler benim için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimdeki huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz” çağrısına katıldım. Hemen annemi, babamı ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz” paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle beraber Traiskirchen’e doğru hareket ettiğimizde oldukça heyecanlıydım. Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülte- ci kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Traiskirchen’de yaşayan kayınvalidem acaba ne düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hissedecekti? Bu mekân, bende birçok farklı soru ve düşüncenin de önünü açtı. Mülteci kampının bulunduğu sokağa dönmeden biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2 binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük. Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım, burada bu saatten itibaren akşam yemeği için mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış. Park yeri ararken mülteci kampının yanından geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok dokunmuştu. Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyüşü geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek yıpratıcıydı. Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başına ne geldiğini bilmiyorlar. Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramayı, yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülkeye gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bütün sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskirchen’deki acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor. * Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi almaktadır. P E R S P E K T İ F • S AY I 244 • E Y LÜ L / E K İ M 2015 E Y LÜ L / E K İ M 2015 • S AY I 244 • P E R S P E K T İ F Mülteci krizinde sadece Avusturya değil pek çok Avrupa devleti sınıfta kaldı. Bilhassa Traiskirchen’deki görüntüler Avrupalıların tanımıyla bir üçüncü dünya ülkesini anımsatıyor. Bu krizin en az hasarla atlatılmasında ve mültecilerin yaralarının sarılmasında sivil toplum olarak bizim üzerimize düşen çok şey var. Her şeyi devletten beklemenin kolaycılıktan başka bir açıklaması yok. Tabii ki bir vatandaş 11 olarak devletten sınırlarımızı bu insanlara açmasını ve onlara daha yaşanılır şartlar sunmasını talep edecek ve bu konuda kamuoyu oluşturmaya çalışacağız. Fakat herkesin bu konuda bireysel olarak yapabileceği bir şeyler var. Biz Müslümanlar çoğu Müslüman olan mültecilere yardım ederken bilinçli veya bilinçsiz olarak dinî ve kültürel bağlarımızdan gelen bir saikle hareket ediyoruz belki ama, beni en çok etkileyen ve duygulandıran şey yazar gibi Batılı vatandaşların gösterdiği yardımlaşma örnekleri. Allah böyle güzel insanların sayılarını artırsın. Ayşe Göktürk, Hamburg Adres Perspektif Merheimer Strasse 229, D-50733 Köln Telefon +49 221 942 240 – 46 / 47 Fax +49 221 942 240 21 [email protected] 6 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor. JACQUELINE AREFIE* Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti; daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalabalık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle bu alan medyanın da odak noktasında. Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin bu mülteci kampına girmeleri yıllardır yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili. Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda, aralarında çocukların da bulunduğu 2 bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da 10 Dünya/Söyleşi Suriyeli Mülteciler: “Keşke Herkes Onları Benim Gibi Görebilse…” Avustralya asıllı sağlık gönüllüsü Profesör Annie Sparrow uzun yıllar Avustralya ve Londra’da çocuk sağlığı alanında çalıştıktan sonra 2000’li yılların başında mültecilerle çalışmaya karar verdi. Bugüne kadar Afganistan, Haiti, Somali, Kenya ve Sudan gibi pek çok kriz bölgesinde görev yapan Sparrow 2014’ten bu yana Suriyeli mültecilere yönelik çalışmalar yürütüyor. Hâlâ New York Icahn Mount Sinai Tıp Okulunun küresel sağlık departmanında profesörlük görevini yürütmekte olan Sparrow ile Suriye’de sağlık alanındaki mevcut durumu ve tecrübelerini konuştuk. Çatışma bölgelerinde sağlık aktivisti olarak çalışmaya karar vermenize ne sebep oldu? Kariyerimin ilk on yılında Londra ve Perth’te yoğun bakım çocuk doktoru olarak çalıştım. Sığınmacıların korkunç şartlarda tutuldukları Avustralya’daki Woomera ıslahevinde gönüllü olarak çalışmaya başladığımda kariyerimdeki yön de değişmeye başladı. Bir yandan hastalıklarını tedavi edip, bir yandan da sığınmacıların hangi şartlarda tutuklu kaldıklarını görmezden gelemezdim. Böylece insanları sadece fiziken tedavi eden bir doktordan halk sağlığı uzmanlığına geçiş yaptım. Halk sağlığı alanında ek bir eğitim aldım ve halkın sağlığının en fazla tehlikede olduğu savaş ve kitlesel katliam bölgelerinde çalışmaya başladım. New York Review of Books’ta yer alan makalenizde hapsedilmiş, işkence görmüş, öldürülmüş doktorlar, yerle bir edilmiş hastaneler ve hedef alınan ambulanslardan bahsediyorsunuz. Suriye’de sağlık sektörü ne durumda? Cenevre Sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları anlaşmalarının ilk ilkelerinden biri tıbbi yardım sağlayan kişilerle tesislerin mutlak şekilde korunması gerektiğidir; bu tıbbi yardım savaşçılara sağlanıyor olsa bile! Ne var ki Esad rejimi silahlı muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde sağlık çalışanları ile sağlık kurumlarını kasıtlı olarak hedef aldı. Muhalif bölgelerde sivillere tıbbi yardım verdikleri için doktorlar kelimenin tam anlamıyla suçlandı, hapsedildi ve öldürüldü. Bu, rejimin muhaliflerin ele geçirdiği bölgelerde ayrım gözetmeksizin sivilleri öldürmesi, sivil kuruluşları hedef alması, o bölgelerdeki nüfusun azaltılması ve diğer Suriyelilere muhalifleri kendi bölgelerinde ba- 44 P E R S P E K T İ F • S AY I 244 • E Y LÜ L / E K İ M 2015 rındırdıkları takdirde başlarına nelerin geleceğini göstermek amacıyla yürüttüğü kapsamlı bir strateji. Bariz bir şekilde savaş suçu olan bu stratejinin muhaliflerin kontrolündeki bölgelerdeki sağlık yardımı üzerinde de korkunç etkileri oldu. Esad’ın yüksek hasar kapasiteli misket bombalarına maruz kalmamak için birçok hastane ile tıbbi birim kelimenin tam manasıyla yer altına inmeye zorlandı. Tıbbi bakım savaştan önce Suriye’deki nispeten daha gelişmiş sağlık şartlarıyla kıyaslandığında oldukça yetersiz. Bunun sonucu olarak da pek çok insan normal şartlarda tedavi edilebilen hipertansiyon, kalp ve böbrek hastalıkları gibi hastalıklardan ölüyor. Aynı zamanda kızamık, çocuk felci, tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıklar yayılıyor. Yalnızca bu sene sulardan bulaşan tifo ve hepatit A gibi on binlerce vaka var. Bakteri ve mikroplar için uluslararası sınırlar hiçbir anlam ifade etmez, dolayısıyla Türkiye ve diğer komşu ülkeler de ciddi bir tehlike altında. Diğer yandan ciddi bir doktor açığı mevcut. Örnek vermek gerekirse Kasım 2012’den beri kuşatma altında olan Doğu Guta’da 500 bin civarı nüfusa hizmet veren yalnızca 50 doktor var. Bu, oradaki pek çok doktorun 1000 günden daha fazla bir süredir aralıksız mesai yaptığı anlamına geliyor. Her yere demokrasi götürme sevdasındaki Batı’dan maalesef Suriye söz konusu olunca çok cılız sesler çıkıyor. Annie Sparrow gibi örnekler insana moral veriyor. Ben de inşallah tıp eğitimimi tamamladıktan sonra kriz “Hoş Geldiniz” Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sayan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yardım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve istekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır, kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını seferber ederek daha fazla bağış toplamayı hedefleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadırlar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma içinde ve elinden geldiğince onların yanın- Benim Küçük Katkım Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde desteklemek adına internette bir bağış kampanyası başlatıldı. İnternette yer alan resimler benim için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimdeki huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz” çağrısına katıldım. Hemen annemi, babamı ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz” paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle beraber Traiskirchen’e doğru hareket ettiğimizde oldukça heyecanlıydım. Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülte- P E R S P E K T İ F • S AY I 2 4 4 • E Y LÜ L / E K İ M 2 0 1 5 Redaksiyondan Not: Rejimin sağlık çalışanları ve kurumlarına kasıtlı saldırılarının amacı ne? Esad yönetimi savaşı “topyekün harp” hâline getirmiş durumda. Dünya üzerinde Cenevre Sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları anlaşmaları kabul edilmeden önce de bu topyekün harbe rastlanıyordu. Yaralı savaşçılara da yardım edecekler korkusuyla sağlık çalışanlaE Y LÜ L / E K İ M 2 0 1 5 • S AY I 2 4 4 • P E R S P E K T İ F kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hakları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakında bulunan camide veya Schwechat nehrinde yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amnesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda. da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri tarafından “Burada yeterince eşya var! Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!” denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki Selimiye Camii ramazan ayı boyunca her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıttı. Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi. Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhassa sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri tarafından işten çıkarılanlar bile var. ci kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Traiskirchen’de yaşayan kayınvalidem acaba ne düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hissedecekti? Bu mekân, bende birçok farklı soru ve düşüncenin de önünü açtı. Mülteci kampının bulunduğu sokağa dönmeden biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2 binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük. Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım, burada bu saatten itibaren akşam yemeği için mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış. Park yeri ararken mülteci kampının yanından geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok dokunmuştu. Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyüşü geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek yıpratıcıydı. Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başına ne geldiğini bilmiyorlar. Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramayı, yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülkeye gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bütün sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskirchen’deki acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor. * Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi almaktadır. E Y LÜ L / E K İ M 2 0 1 5 • S AY I 2 4 4 • P E R S P E K T İ F Bu Anayasayı Koruma Dairesi gerçekten ne işe yarar? Kuruluş amacı nedir? Görev alanı nedir? Anayasayı mı yoksa aşırı sağcıları mı koruyor? Eğer bu katiller bir Alman polisine kurşun sıkmasaydı devlet acaba bildikleri ama engel olmadıkları bu cinayet serisini sessizce izlemeye devam mı edecekti? Kassel’deki cinayet mahallinde bir Anayasa Koruma Dairesi çalışanının bulunup olayla ilgili şahitlik yapmayı reddetmesinden beri kesinlikle ne devlet kurumlarına ne de polisine güvenim kalmadı. Devlet artık görmezden geldiği sağcı terörü ciddiye almalı. Hasan Acar, Wetzlar Suriyeli Mülteciler: “Keşke Herkes Onları Benim Gibi Görebilse…” Yazı İşleri, gelen mektupları kısaltma ve değiştirme hakkına sahiptir. Okuyucu mektupları, dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır. Bize görüşlerinizi bildirmek için: Avusturya İçin Bir Utanç Kaynağı: Traiskirchen 45 Perspektif’in 244. sayısında yayımlanan Prof. Dr. Hannes Schammann söyleşisinin fotoğraflarının telifi Isa Lange’ye, Annie Sparrow söyleşisinin fotoğraflarının telifi ise Benedict Kurzen’e aittir. Geçtiğimiz sayıda tasarım aşamasında fotoğrafçıların isimlerinin eklenmemiş olması sebebiyle hatırlatmayı borç biliriz. 11 Basında Öne Çıkanlar Almanya İngiltere Anti-extremism drive puts British values at risk, says police chief* © The Guardian | 19.10.2015 *Polis şefi: “Aşırılıkla mücadele İngiliz değerlerini tehlikeye düşürüyor.” Angegriffene Spitzenkandidatin ist außer Lebensgefahr* © David Cameron ve Theresa May’in ekim ayı içerisinde açıkladıkları aşırılıkla mücadele stratejisi Müslümanların da aralarında olduğu pek çok çevrenin tepkisini çekiyor. Manchester Emniyet Müdürü Sir Peter Fahy hükûmetin yeni terörizmle mücadele stratejisinin çok hassas bir denge gözetilerek uygulanmaması hâlinde Müslümanları yabancılaştırarak din ve ifade özgürlüğü gibi İngiltere’nin temel değerlerine darbe vuracağı uyarısında bulundu. Avusturya “Gesetzesverstoß”, wenn Asylwerber ohne Obdach sind* © Faz | 17.10.2015 * Saldırıya uğrayan başkan adayının hayati tehlikesi ortadan kalktı Köln bağımsız belediye başkan adayı Henriette Reker, Braunsfeld semtinde seçim çalışmaları yürüttüğü sırada bir saldırgan tarafından bıçakla yaralandı. 44 yaşında ve aşırı sağcı gruplarla ilişkisi olduğu belirtilen saldırganın bilinçli olarak Reker’i hedef aldığı ve siyasi bir motivasyonla saldırıyı gerçekleştirdiği sanılıyor. Başarılı bir operasyonla hayati tehlikeyi atlatan Reker, yerel seçimleri kazanarak Köln’ün belediye başkanı oldu. Reker mültecilere verdiği destek ve göçmenlerin entegrasyonuna yönelik projeleri ile tanınıyor. Der Standard | 18.10.2015 *Mültecilerin barınacak yerinin olmaması kanuna aykırı Avusturya’ya sığınan mülteciler için yeterli sayıda barınak olmaması Traiskirchen’e ulaşan pek çok mültecinin Almanya’ya geçecek mülteciler için hazırlanan acil durum barınaklarına yönlendirilmesine neden oluyor. Diakonie Mülteci Hizmetleri Direktörü Christoph Riedl, Traiskirchen’e ulaşan pek çok mültecinin kalacak yer bulma konusunda kaderlerine terk edildiğini ve birçoğunun sokaklarda yaşamak zorunda kalıp ancak gönüllülerin yardımlarıyla ayakta kalabildiğini belirtti. Riedl ayrıca AB ve Avusturya yasal düzenlemelerine göre mültecilerin hukuki olarak korunma haklarının olduğunu ve bunun gerektiği gibi sağlanmamasının kanunlara aykırı olduğunun altını çizdi. Hollanda Aanhoudingen na bestorming noodopvang Woerden* De Telegraaf | 10.10.2015 © * Woerden mülteci barınağına yapılan saldırı ardından tutuklamalar Danimarka Flygtninge dropper islam og får asyl* Berlingske Tidende | 09.10.2015 © * İslam’dan çıkan sığınmacılara iltica hakkı veriliyor. Danimarka’da oturum izni alabilmek için her yıl pek çok Müslüman mültecinin din değiştirerek Hristiyan olduğu belirtiliyor. Bu yıl görülen 55 oturum davasında oturum alma hakkı kazanan 42 mülteciden 31’ini daha önce oturum talebi reddedilen fakat sonra Hristiyanlığa geçen Müslüman mülteciler oluşturuyor. 2013 yılından bu yana Danimarka’da çoğu Afgan ve İranlı 106 mültecinin din değiştirerek oturum aldığı belirtilirken Kopenhag Vesterbro’daki Apostel Kilisesi papazı Niels Nymann Eriksen, din değiştirmek isteyen mültecilerin en az 8 ay gözlemlendikten sonra Hristiyanlığa kabul edildiklerini ve Hristiyan olarak ülkelerine gönderilmeleri durumunda can güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle daha kolay oturum izni aldıklarını ifade ediyor. Ekim ayında yüzleri maskeli yaklaşık 20 kişilik bir grup Hollanda’nın Woerden şehrinde çoğu Suriye ve Eritreli mültecilerin geçici olarak sığındığı spor salonuna saldırdı. Polisin verdiği bilgilere göre yaşları 19 ile 35 yaş arası değişen saldırganlar havai fişek ve yumurta fırlatarak binaya girmeye çalıştı. Saldırganların bir kısmı yakalanırken, söz konusu olayın Hollanda’da bu anlamda yaşanan ilk büyük saldırı olduğu belirtiliyor. Perspektif’i sosyal /perspektifeu medyada takip edebilirsiniz! k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 7 Gündem © Flickr.com/dieterzirnig.com Gündemden kısa kısa 8 Viyana’daki Seçimler ve Aşırı Sağın Yükselişi Gençler Yabancı Düşmanlığından Endişeli 11 Ekim 2015’te Avusturya’nın başkenti Viyana’da gerçekleşen eyalet ve belediye seçimleri Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağın etkisini giderek artırdığını gösteriyor. Seçimlerde aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) oyların yüzde 31’ini alarak her üç kişiden birinin tercih ettiği parti olurken, Türklerin yoğun olarak yaşadığı iki ilçede de yönetimi FPÖ kazandı. Uzmanlar bu sene nisan ve haziran ayları arasında 17.395 iltica başvurusunun yapıldığı ve bu sayının sene sonuna kadar 80 bini bulabileceği Avusturya’da FPÖ’nün göçmen karşıtı popülist politikalarının hükûmetin mülteci politikalarından memnun olmayanları cezbettiğini belirtiyor. Aşırı sağın oy oranlarıyla ilgili durum diğer AB ülkelerinde de farklı değil. Macaristan’ın aşırı sağcı partisi Jobbik ve Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Cephe Partisi (FN) yükselişe devam ederken, Almanya’da bugün seçim olduğu takdirde yabancı karşıtı politika ve söylemleriyle tanınan AfD’nin yüzde 7 civarında oy alacağı tahmin ediliyor. Shell firması tarafından Almanya’da dört senede bir yaptırılan ve bu sene 17.’si gerçekleştirilen gençlik araştırmasının sonuçları yayımlandı. Almanya çapında 12 ve 25 yaş arası 2.558 genç ile gerçekleştirilen araştırma gençlerin göçmen akımından değil yabancı düşmanlığının artmasından endişe duyduklarını gösteriyor. Almanya’ya göçmen akımının kısıtlanmasını isteyenlerin oranı yüzde 58’den yüzde 37’ye gerilerken, yabancı düşmanlığının artmasından endişelenenlerin oranı bir önceki araştırmaya göre yüzde 40’dan yüzde 48’e yükseldi. Araştırma ayrıca gençlerde geleneklere yöneliş olduğunu belirtirken bunun dinden ziyade ulusal bir aidiyet duygusundan kaynaklandığı belirtiliyor. Gençlerdeki dindarlık olgusunun da mercek altına alındığı araştırmada, dinin yaşamda önemli yer tuttuğuna inanan Protestan ve Katolik gençlerin oranında önceki senelere göre önemli bir düşüş gözlemlenirken, göçmen gençlerin ise dinî bağlarının daha güçlü olduğu ve Müslüman gençlerin yüzde 76’sının, Ortodoks Hristiyan gençlerin ise yüzde 64’ünün Tanrı inancını önemli buldukları belirtiliyor. P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Shutterstock.com/thomas koch © Flickr.com/İHH İnsani Yardım © İsrail Sokak İnfazlarına Devam Ediyor AB-Türkiye Mülteci Anlaşması Yahudi yerleşimciler ve İsrail askerlerinin sivillere yönelik saldırılarına her geçen gün yenisi ekleniyor. Filistin’in El-Efule kentinde 18 yaşındaki bir genç kız işgalci İsrail askerlerinin Hedil el-Heşlemun kontrol noktasından geçmek isterken İsrail askerleri tarafından vurularak öldürülmüştü. Bundan çok kısa bir süre önce ise El-Halil kentindeki bir kontrol noktasında bir genç kıza İsrail askerleri tarafından kısa mesafeden ateş edilmiş, askerlerin müdahale edilmesine izin vermediği genç kız yarım saat yerde bırakıldıktan sonra kaldırıldığı hastanede hayatını yitirmişti. Cinayetlerle ilgili olarak İsrail askerleri genç kızların kendilerine bıçakla saldırmaya çalıştığını iddia etmiş, fakat görgü tanıkları ve olay görüntüleri bu iddiaları yalanlamıştı. Kudüs’te ise 19 yaşındaki Mustafa Allun ırkçı Yahudilerden kaçarken İsrail polisi tarafından vurularak öldürülmüş, olay Filistinli gencin bir Yahudi’yi bıçakladıktan sonra kaçarken vurulması şeklinde basına yansımıştı. AB ve Türkiye arasında imzalanması planlanan mülteci eylem planı için prensipte anlaşmaya varıldı. AB ülkeleri mülteci sorununa kalıcı bir çözüm bulabilmek için Türkiye’nin yardımını hayati görürken, Türkiye ise Avrupa’ya mülteci akınını kontrol altına alması karşılığında AB’den Türkiye’ye vize serbestisinin hızlandırılıp 2016 yılı içerisinde hayata geçirilmesi, AB’nin mülteciler için Türkiye’ye tahsis ettiği fonun 3 milyar Euro’ya çıkarılması, AB üyeliği müzakere sürecinin hızlandırılarak yeni başlıkların açılması ve Türkiye’nin yeniden “üyelik müzakereleri yapan ülke” olarak AB zirvelerine davet edilmesi gibi taleplerde bulunuyor. Türkiye bunun karşılığında göçmen kaçakçılığı yapan çeteler ve adlarına sahte kimlik düzenlenen göçmenlerle mücadelede AB üye ülkeleriyle sıkı bir iş birliği yürüterek bu hususlarda bilgi ve istihbarat paylaşımını yoğunlaştıracak ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen ve mülteci statüsünde bulunmayan göçmenlerin geri kabulünü gerçekleştirecek. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 9 Gündem/Söyleşi Gündem 10 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Macaristan, Budapeşte: Budapeşte’de polisin Keleti İstasyonunu kapatıp birkaç gün sonra açmasının ardından yüzlerce sığınmacı istasyona akın etti. Batı’ya giden herhangi bir trende boş bir yer arayan birçok sığınmacı nereye gittiğini bilmedikleri trenlere girmeye çalıştılar. k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 11 Gündem Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında Türkiye, AB ve Sivil Toplum Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi. Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı. P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 © 12 Flickr.com/Michael Gub MaurIzIo AlbaharI* Flickr.com/campact © BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor. Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan, Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak, Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda kendisini hissettiriyor. Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke konumunda. AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro tutarında finansal destek vaadinde bulundu. AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini kontrol altına alması. Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine engel olduğunu belirtmekte yarar var. Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor. Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda olsun? Neden mülteciler için alınması gereken küresel sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri topraklarında daimi olarak ağırlamaya niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir konu. Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin daha çok tercih edilen bir rota olmasına neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güçk a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 13 © Flickr.com/Michael Gub Gündem 2 Ekim 2015‘te polisler tarafından Macaristan‘da mültecilere kapatılan Bicske Tren İstasyonu‘nda bekleyen bir anne ve bebeği lendirdi. Slovenya ve Avusturya belli aralıklarla sınırlarını Suriyeli ve diğer mültecilere açıyor. Mülteciler koca bir domino etkisiyle karşı karşıya kalsalar da birçok sığınmacı, insan yapımı bu bariyerleri aşmayı başarıyor. Avrupa topraklarındaki sınır karakolları, tren istasyonları, otobanlar ve çamurlu tampon bölgelerde yaşanan bu insanlık krizi Avrupalı hükûmetlerin işlevsel olmaktan uzak mülteci politikalarının bir ürünü. Tel örgüler bir işe yaramadığı gibi bu politika birçok aileye ve zaten güçsüz olan insanlara ilave bir zorluk ve sıkıntı getiriyor. AB ve Schengen Bölgesine dâhil olmayan Türkiye, Makedonya, Sırbistan ve Hırvatistan’ın da içinde bulunduğu ülkeler istemeyerek de olsa kendilerini AB ve diğer geçiş ülkeleri adına eşik bekçiliği yapan bir konumda buluyorlar. Fakat gerçek şu ki, yanlış veya doğru, mülteciler Avusturya, Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İsveç ve daha başka Avrupa ülkelerine ulaşmayı kafalarına koymuşlar ve büyük ihtimalle de bir şekilde bunu başaracaklar. Slovakya ve Macaristan gibi ülkelerin önde gelen bazı siyasi yetkilileri hiç çekinmeden kapılarının Müslüman mültecilere açık olmadığını belirtmişken, mültecileri istenilmedikleri bu yerlerde kim tutabilir? Siyasi liderler ortak bir iltica politikası ve hâlihazırda Avrupa sınırlarında bulunan mültecilerin paylaşımı konusunda standart bir yaklaşım geliştirmeyi düşünse de bu konuda pek çok politik engel var. Örneğin Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in “120 bin mülteci mi? Problemin büyüklüğü karşısında bu çok gülünç (bir rakam). Acaba Lübnan ve Ürdün neden bah- 14 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 settiğimizin farkında mı?” ifadeleri gibi… Uluslararası organizasyonlar ve insani yardım örgütleri denizlerdeki ölümleri azaltacak ve mültecilerin geçici veya devamlı olarak kalacakları AB ülkelerine usulüne uygun bir şekilde ulaşmalarına yardımcı olacak, Türkiye’de iş piyasasına yasal erişimlerini sağlayacak çeşitli düzenlemeler öneriyor. Bu düzenlemelerin bir kısmı hâlihazırda ulusal ve AB mevzuatının bir parçası fakat daha etkin bir uygulama gerektiriyor: Aile birleşimi, öğrenci vizeleri, geçici koruma, iltica karar komitelerinde personel artışı gibi… Aynı şekilde iş piyasasındaki ve Avrupa’nın yaşlanan toplumlarındaki ihtiyacı yansıtan (ve mevcut işçi haklarının gözetildiği) gerçekçi bir işçi göçü kotası da mülteci komisyonlarının iş yükünü hafifletmek adına yararlı olacaktır. Fakat bunlar politikanın alanı olan konular. Ya Avrupa sivil toplumuna düşen görev nedir? Bilhassa, değişmekte olan Avrupa’nın bir parçası olan göçmenlerin, diasporaların, seküler ve dinî toplulukların rolü nedir? Napoli’den Hamburg’a, yani yaşadığımız şehirlere her gün yeni mülteciler varıyor. Gelenlerin sosyal, ekonomik ve politik entegrasyonu ise mahallî bazda devletin, yerel kurumların ve şahısların destekleriyle gerçekleşiyor. Söz konusu yerdeki yerleşik topluluklar ise bu konuda kritik bir rol oynuyor. Örneğin tek başına gelen yüzlerce sahipsiz genç sosyal hizmet görevlileri ve öğretmenlerin olağandışı bir çaba göstermesini gerektiriyor. Acil olarak ihtiyaç duyulan şey gönüllülerin yanı sıra yeni öğretmen ve sosyal hizmet görevlilerinin yetiştirilmesi. Bu aynı za- demokrasilerde toplumsal hayata aktif bir katılım sağlayarak iyi bir Avrupalının ne demek olduğunu, nasıl olması gerektiğini yeniden tanımlıyor olacağız. Peki, Avrupalı liderlerin entegrasyonun tek taraflı bir asimilasyon anlamına gelmediğini anlamaları daha ne kadar sürecek? Mülteci akınının engellenmesi gerektiğini söylerken buna ikna edici bir neden sunmak zorunda oldukları gerçeğini ne zaman görecekler? Zira buna bir gerekçe sunmakta aciz kalındığı takdirde göçmen kökenli Avrupalı gençler kendileri gibi insanların, ebeveynlerinin, kuzenlerinin, nişanlılarının, işverenlerinin, çalışanlarının, komşularının veya arkadaşlarının da etnik kökenleri nedeniyle istenmediği çıkarımına varacaklar. Pek çok insan Avrupa yönetimlerinden mülteciler için daha fazla şey yapmalarını istiyor, fakat esasında bu konuda yönlendirici güç sivil toplum. Cemiyetler mültecilerin günlük yaşamlarının kolaylaştırılması ve ortak bir paydada buluşmak için onlarla birlikte çaba göstermekte. Karar alıcılar bocalarken, toplum kendi içerisinde yeni kent vatandaşlığı ve ulusaşırı dayanışma biçimleri/anlayışları geliştiriyor. Eylül ayının başında binlerce mülteci Macaristan ve Avusturya arasındaki otobanda AB bayrağının arkasında yürüyordu. Önlerine konan ayrımcı sınırları geçip yolculuklarına devam ederken bir özgürlük ve hak arayışındaydılar. Diğer yanda Akdeniz’in akıntıları arasında hâlâ insan kaçakçılarının ve kurtarma ekiplerinin merhametine terk edilmiş insanlar var. Bu insanların güvenli bir liman arayışıyla yaptıkları yolculukta talep ettikleri tek şey insan onuruna yakışır bir hayat ve adalet. © Flickr.com/ linksfraktion manda çift dilli, birden çok kültürü tanıyan ve toplumda bir fark yaratmak isteyen herkes için eşsiz bir fırsat. Yeni gelen her bireyin onurlu bir yaşam sürdürebilmesi fiziki şartların yanı sıra onlarla birlikte inşa edilecek adaletli sosyal ilişkilere de bağlı. Binlerce insan kalacak bir yere ihtiyaç duyarken vatandaşlar yerel belediyelerle iş birliği hâlinde evlerini mültecilere açarak kalabalık mülteci barınaklarına alternatif sunarken, misafir ettikleri mültecilerin yaşadıkları çevreye entegrasyonunu da kolaylaştırıyor. Kültürel, sportif ve Berlin‘de açlık grevi yapan mülteciler dinî kuruluşlar ise yeni gelenlere ulaşmak için aktif bir çaba gösteriyor. Geniş yurtlarda kalıyor olsalar bile öğretimden mesleki eğitime ve dinî pratiklere kadar günlük yaşam aktivitelerine katılımlarının artırılması adına yapılabilecek çok şey var. Bu şekilde mültecilerin bilhassa çocuklarının karşısında yaşayabilecekleri hukuki belirsizlikten kaynaklanan çaresizlik ve can sıkıntısının da önüne geçilebilir. Bu anlamda her türlü fikir ve yardıma ihtiyaç var. Bununla birlikte mülteci yurtlarına yapılan saldırıların devam edeceğinin farkındayız. Almanya’da sadece bu sene 200 saldırı gerçekleşti. Bu provokasyonların devamı da gelecek. Fakat sözde “vatanseverler” kaybettikleri ayrıcalıkların yasını tutarken, bizler içerisinde yaşadığımız *Albahari Pensilvanya Üniversitesi Yayınları’ndan yeni çıkan “Crimes of Peace: Mediterranean Migrations at the World’s Deadliest Border” isimli kitabın yazarı. ABD’de Notre Dame Üniversitesinde Antropoloji alanında dersler veren Albahari’nin Avrupa’daki göç akımı ile ilgili yorumları Fox News, History News Network ve CNN gibi yayın organlarında yer buldu. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 15 Gündem İngiltere: Müslüman Kadınlara Yönelik Saldırılar Artıyor Ekim 2015’te Londra Başkent Polisi’nin yayımladığı istatistiklere göre geçtiğimiz on iki ay içerisinde Müslümanlara yönelik nefret suçlarında yüzde 70’lik bir artış gözlemlendi. Londra’da bu yıl temmuz ayına kadar olan on iki aylık süreçte 816 İslam düşmanlığı ile ilgili suç kaydedildi; önceki on iki ay içerisinde ise bu rakam 478 idi. M.A. IbrahIm* *Ibrahim Birleşik Krallık’ta gazetecilik yapmaktadır. 16 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 İnsan hakları gözlemci grupları, İngiltere’deki Müslüman kadınların nefret suçlarına maruz kalma ihtimalinin dünya üzerindeki herhangi bir yerden daha fazla olduğunu bildiriyor. Örneğin İngiltere merkezli Müslüman karşıtı saldırıları izleme grubu olan Tell MAMA’nın raporlarına göre sokaklarda gözlemlenen nefret suçlarının yaklaşık yüzde 60’ı kadınlara yönelik. Organizasyon yetkilileri nefret suçlarına maruz kalan kadınların, işleri daha da kötüleştireceğinden korktukları için saldırıları çoğunlukla polise bildirmekten kaçındıklarını söylüyor. Müslüman Kadınlara Yönelik Taciz Vakaları İslam karşıtı saldırılar konusundaki en güncel istatistiklere dayalı bir rapora göre İngiltere’deki Müslümanlar, dünya genelinde gerçekleştirilen terör saldırılarına duyulan öfkeden kaynaklanan nefretin hedefi hâline geliyor. Teesside Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre henüz on yaşındaki çocuklar bile saldırılara maruz kalırken; nefret suçlarının faillerinin yaş ortalaması 40’in üzerinde. İngiltere Müslüman Kadınlar Ağı, Müslümanlara yönelik nefret suçlarının yalnızca Londra’da değil, tüm Birleşik Krallık’ta yükselişe geçtiğini bildirdi. Müslüman kadınlar, özellikle de başörtüsü takan Müslüman kadınlar ırkçıların bariz hedefi hâline gelmekle birlikte nefret suçlarına daha fazla maruz kalıyor. Kurum ayrıca çarşafları yırtılan, tekmelenen, peçeleri zorla çekilip çıkartılan, saldırıya uğrayan, itilen ve çakmak gazıyla tehdit edilen kadınların olduğunu belirtiyor. İngiltere merkezli eşitlikçi organizasyon Inspire ise, bir kadının kafasına köpek dışkısı fırlatıldığı, otobüs durağında beklerken müzik dinleyen başörtülü bir kadının bir adam tarafından yumruklanıp yüzünde morlukların oluştuğu benzeri vakaları kaydediyor. Raporlara göre başka bir İslam karşıtı saldırıda saldırganlar Müslüman bir kadının üzerine alkol dökerlerken trendeki diğer yolcular bu saldırıyı sessizce izledi. Bu olay Birmingham Şehir Üniversitesi’nden kriminolog Imran Awan ve Nottingham Trent Üniversitesi’nden Dr. Irene Zempi’nin araştırma- Flickr.com/Metropolico.org © sında yer alıyor. Tell MAMA organizasyonu tarafından onaylanan rapor 13 Ekim 2015’te Parlamento’ya sunuldu. Araştırma sonuçları Müslümanların maruz kaldığı şiddetli korku, tehdit ve gözdağı vakalarını gözler önüne sererken, Müslümanların reel dünyada fiziksel tehditlerle karşı karşıya kaldıklarında kamuoyundan destek bulamamaları ve sanal dünyadaki tacizlere karşı sosyal medya platformlarından tepki gelmemesi raporda yer alan diğer konular arasında. İslam’ıseçenSarahisimlibirkadındamedyadaki IŞİD bağlantılı eylemler sonrasında tacize uğradığını söyleyenler arasında: “Müslüman olup başörtüsü takmaya başladığımda çirkin bakışlara, tehditlere ve tacize maruz kaldım. Bunlar hergün yaşadığım şeyler, özellikle de Beyaz İngiliz Müslüman olduğum için. Herkesin önünde tacize uğradığımda insanlar ya geçip gidiyor, ya da yalnızca izliyorlar... Alışveriş yapmak için dükkânlara girdiğimde insanlar bana ‘Neden başını kesmiyoruz ki?’ diye bağırıyorlardı. Müslüman karşıtı nefret ne yazık ki sıradanlaştı.” İngiltere Müslüman Konseyi’ne göre ise taciz ve tehdit vakalarının sayısı gerçekte olduğundan daha yüksek. Pek çok Müslüman saldırıları bildirmekten çekinirken, şahitlerden de yeterli destek bulamıyorlar. Müslüman Kadınların İşyerinde Karşılaştığı Ayrımcılık İngiltere’de bir meclis raporuna göre başörtü takan kadınlar istihdam için fazla tercih edilmiyor; ayrıca Müslüman kadınlar istedikleri işte çalışabilmek için kıyafet ve dış görünüşlerini değiştirmek zorunda hissediyorlar. Bunun yanı sıra raporda sık sık tekrarlanan diğer bir husus, kadınların yalnızca “bazı” roller ya da işlere indirgenmiş hissetmeleri; örneğin Müslüman gazetecilerden sık sık “Müslüman” haberleri yapmaları isteniyor; Müslüman avukatlar belirli topluluklara ulaşabilme amacıyla istihdam ediliyorlar. Çok sayıda kadın, kimliklerinin yalnızca taktıkları başörtüsüne ve insanların kendileri hakkındaki varsayımlarına indirgendiğini hissediyor. Staj yapmak zorunda olan kadınların, sü- pervizörlerinin kendileri hakkında ne düşüneceği konusunda duydukları kaygı, bu kadınları ön yargılara daha da açık hâle getiriyor. Örneğin bazılarına “müşteri dostu” görünmeleri için giyim tarzlarını ya da başörtülerinin rengini değiştirmeleri söylenmiş. Bazılarına ise başörtüsü takmaya devam edip etmeyecekleri sorulmuş. Bunlardan stajyerlerin başörtülerinin başvurdukları işlerin önünde büyük bir engel olduğu sonucu çıkıyor. Tell MAMA yöneticisi Fiyaz Mughal’a göre bunlar istisna değil: “Müslüman cemaat işe alımlardaki ayrımcılığın çok yaygın olduğunu tecrübe ediyor.” Tell MAMA’nın raporuna göre kadınların özgüvenli olmaları çok önemli; Mughal’in sözleri de bunu destekler nitelikte: “Ayrımcılıklara dair mevcut durum, kadınların kendi gelecekleri açısından bir özgüven eksikliğine sebep oluyor.” Genç kadınların çalıştıkları yerlerde ayrımcılıkla karşılaştıklarında pasif kalmaları ilerleyen zamanlarda iş bulmada zorluk çekmelerine de sebep oluyor. Pakistanlı ve Bangladeşli ailelerin fakirlik sınırında yaşadıkları gerçeği dikkate alındığında ya da siyahi ve azınlık etnik grupların kamu sektöründe sadece belirli alanlarda çalıştığı düşünüldüğünde ekonomik kesintilerden en fazla etkilenecek olanlar da bu gruplar oluyor. Ayrıca medyada Müslüman kadınların pasif kurbanlar olarak gösterilmesi işverenlerin Müslüman kadınları işe almalarını zorlaştırıyor. Avukat Sultana Tafadar, bazı iş sektörlerinde başörtüsü takan kadınların daha az becerikli ve müşteriler tarafından daha fazla yargılanacak biri olarak görüldüğünü söylüyor. Hizmet sektöründe çalışan kadınlar takım arkadaşlarına uyum sağlayabilmek için ekstra çaba göstermek zorunda kalıyorlar. Yıllardır insan hakları gruplarından gelen aralıksız baskılar ve İngiltere’deki Müslümanlara yönelik nefret suçlarının aralıksız artması nedeniyle İngiltere Başbakanı David Cameron Ekim 2015’te bir açıklamada bulundu. Açıklamasında İngiltere ve Galler’de hükûmetin daha fazla polis gücüne ihtiyaç duyduğunu, İslam karşıtı nefret suçlarının kaydedileceğini ve antisemitist saldırılar gibi ciddiyetle müdahale edileceğini bildirdi. Bu konuda hükûmetin tutarlı tavrını önümüzdeki zaman gösterecek. k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 17 Gündem/Söyleşi “Almanya’nın Ciddi Bir Irkçılık Problemi Var.” Almanya’da camilere ve mülteci yurtlarına saldırılar artarak devam ediyor. Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel Sekreteri Selmin Çalışkan, Almanya’nın ırkçılıkla imtihanına dair sorularımızı yanıtladı. Cami duvarlarına gamalı haçların çizilmesi ve mülteci kamplarının kundaklanması maalesef nadir vakalar olmaktan çıktı. Almanya’da ırkçılık ne boyutlarda? Almanya ciddi bir ırkçılık sorununa sahip. Bu durumu Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) cinayetlerinin araştırılması esnasında güvenlik güçlerinin ihmalleri, mülteci kamplarının önünde yapılan protestolar ve şiddete varan ırkçı saldırılar ortaya koyuyor. Bu saydıklarım mevcut sorunun aşırı sağcılığın sınırlarını aşarak toplumun merkezine kadar ulaştığını gözler önüne seriyor. Artık yüksek bir eğitim seviyesine sahip olmak ırkçı ön yargılardan korunmak için yeterli değil. Bu durum da hükûmetimizin ve siyasetçilerin “yabancılaşma” ve terör saldırılarına yönelik korkuyu körükleyip oy hesabı yapmak yerine daha sorumluluk sahibi bir dili benimsemek zorunda olduklarını gösteriyor. Siyasetçiler ayrımcılık yasağı ve din özgürlüğü gibi yasalarla garanti altına alınmış 18 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 insan haklarının Almanya’nın temel değerleri olarak muhafaza edilmesi için çaba sarf etmeli ve kendileri de bu değerleri benimseyerek topluma örnek olmalılar. Öte yandan Almanya’da birçok kişi mültecileri geldikleri tren garlarında karşılayan ve onlara yardımcı olmaya çalışan çeşitli inisiyatifler kuruyor. Birçok kişi mültecilerle dayanışma hâlinde olduğunu gösterip onları ırkçı şiddetten korumak için siper oluyor. Irkçı saldırıların Almanya’da ciddiye alınmaması veya bu saldırıların peşine düşülmemesi temel bir sorun. Bu durum özellikle ırkçı şiddet mağdurlarına destek veren kuruluşlar ve yerel inisiyatifler tarafından da eleştiriliyor. Çoğu eyalette bu tür saldırılara dair güvenilir istatistikler yok; dolayısıyla devlet verilere dayanarak sorunla mücadele önlemleri de alamıyor. Mağdurların ve sivil toplum örgütlerinin danışabileceği ayrımcılıkla mücadele ofislerinin sayıları da ihtiyacı karşılayacak oranda değil. Aynı zamanda Federal Alman Polisi’nin ayrımcı kontrolleri gibi uygulamalar ırkçı ön yargıları meşrulaştırıyor. Bu kontroller siyahi insanlar, tesettürlü veya “güney ülkelerinden geliyormuş gibi görünen” insanların “yasa dışı” olduklarına ve Almanya’ya ait olmadıklarına dair bir izlenim ortaya koyuyor. Bu gruba Müslümanlar da dâhil. Bu tür bir tutum sözde “farklı” olana bakışı da etkiliyor ve toplumdaki ötekileştirme eğilimini besliyor. Almanya’daki İslam düşmanlığının PEGIDA’nın da maharetiyle toplumun her kesiminde giderek arttığı malum. Bu durum ırkçılığın sadece aşırı sağa dair bir olgu olmadığı anlamına mı geliyor? PEGIDA, Müslüman karşıtı ırkçılığın ve ön yargıların toplumun her kesiminde rastlanan bir durum olduğunu gösterdi. Üstelik bunun için bir şehirde gerçekte ne kadar Müslümanın ya da mültecinin bulunduğu da fark etmiyor. Fakat Müslüman karşıtı ırkçılık dışındaki başka gelişmelere baktığımızda da ırkçılığın aşırı sağcılıkla sınırlı olmadığını görüyoruz. Irkçı ön yargılar ve klişeler toplumun farklı tabakalarında çok yaygın. Irkçı şiddetin yükselmesi siyasete bu ön yargılarla mücadele konusunda bir sinyal vermeli. Irkçılığa karşı siyasetin girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizzat mültecilerin aleyhinde propaganda yapan ve temel bir hak olan ilticayı sorgulayan siyasetçiler var. Bu bağlamda uluslararası hukuk çok açık. Uluslararası hukuk mültecileri ve göçmenleri özellikle korunmaya muhtaç bir grup olarak tanımlıyor ve siyaseti, onları ırkçı kışkırtmalardan ve şiddet içerikli saldırılardan korumaları konusunda mecbur tutuyor. Almanya gibi bir ülkede siyasetçilerin sorumluluklarını yerine getirip mültecileri korumak yerine “kapasitelerini aştıklarını” öne sürmeleri k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 19 Gündem/Söyleşi utanç vericidir. Dünya çapında artan mülteciler karşısında siyaset çözüm üretme potansiyelini artırmalıdır. İnsanların ellerindekini kaybetme korkusu elbette önemli. Bu korku kendileri yerine mülteciler için harcanan maddi imkânlar veya “farklı” olan insanlar tarafından tehdit altında olma hissinden kaynaklanabilir. Toplumun sürekli bir değişim içerisinde olduğunun artık farkına varmalıyız. İnsanların bundan sonra da iltica nedeniyle ya da daha iyi bir perspektif ve iş imkânları için Almanya’ya gelmesi belki güvensizliğe yol açacaktır, fakat bu durum aynı zamanda büyük fırsatlara da gebedir. Burada hangi Almanya’da yaşamak istediğimiz sorusu önem taşımaktadır. Mevcut durumu imkâna çevirmek ve çoğulcu bir toplum içerisinde beraberce yaşamamız için insan haklarına dayanan bir vizyon geliştirmek hükûmetimizin görevi. İbadethanelere veya mülteci kamplarına düzenlenen saldırıların daha da artmaması için hangi değişiklikler yapılmalı sizce? Mültecilerle özel korunmaya muhtaç bir grup olarak ilgilenilmesi gerek. Zaten savaştan kaçarken travmalar geçirmiş, bir de üstüne mülteci kampları önündeki yürüyüşler ve nefret propagandaları ile karşı karşıya kalan, kundaklama ve saldırı 20 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 tehdidi altında yaşayan veya güvenlik personellerinden kötü muamele gören erkek, kadın ve çocukları devlet korumalı. Devletin bu görevi medeni cesaretleri ile kendilerini hedef tahtası hâline getiren sivil gruplara bırakması kabul edilemez. Siyaset ve adli makamların sorunu ciddiye almaları ve ırkçılığın sadece aşırı sağla kısıtlanamayacak toplumsal bir sorun olduğunu anlamaları gerek. Siyasetçiler kendi üsluplarını gözden geçirip kendi saflarındaki polemikleri daha açık bir biçimde eleştirmeli. “İlticanın kitlesel istismarı” ya da “güvenli ülkeler” tartışmaları ile siyaset şiddete teşebbüs edenlere argüman sunuyor. Aynı zamanda bireylerin adil iltica hakları tehlikeye düşürülüyor ve Sırbistan veya Bosna Hersek gibi ülkelerde Romanlara karşı uygulanan yapısal ayrımcılıklar gibi haklı iltica sebepleri göz ardı ediliyor. Siyaset ayrıca bilhassa polis teşkilatı içerisinde, öğretmenlerin eğitimlerinde ve okullarda ırkçılıkla mücadele hakkında düzenli bilgiler sunmak gibi kapsamlı insan hakları eğitimleri tesis etmeli. Benzer şekilde sivil toplum inisiyatiflerinin, ayrımcılıkla mücadele ofislerinin ve devlet kurumlarının göçmen kökenli insanlar için açılımlarının da desteklenmesi gerek. Esra Lale sordu. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 21 © Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V. Gündem Özgürlük ve Ayrımcılık Arasında Tarafsızlık İlkesi Yargıda Başörtüsü Yasağı Alman Anayasası, devletin her türlü inanç ve dine karşı tarafsız olması gerektiğini belirtiyor. Yargı personeline yönelik başörtüsü yasağına da temel oluşturan bu ilke birçok farklı tartışmayı da beraberinde getiriyor. Burak Altaş* 22 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Tarafsızlık ilkesi sıkça dışlayıcı, bir şeyleri müdafaa edici, koruduğu özne ile muhatapları arasında mesafe oluşturucu vasıflarla tanımlanır. Bu anlayışa göre bir tarafta devlet, diğer tarafta dinler ve dinî cemaatler konumlanır. Bu iki taraf arasındaki mesafe aynı zamanda devletin ne kadar tarafsız kaldığı sorusunun cevabına da dayanak teşkil eder. Diğer grupla girişilen her temas devlet tarafsızlığı açısından tehlike arz etmektedir. Bu denli basite indirgenmiş bir düşünce kalıbı içerisinde, tarafsızlık ilkesinin “tüm dinleri devletten aynı oranda uzak tutmak”1 olarak nitelenmesi şaşırtıcı değildir. Dışlayıcı etkisi ön planda tutulan böyle bir tarafsızlık ilkesinin kişisel hakları ve bilhassa din özgürlüğünü kısıtlayıcı sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Almanya Anayasa Mahkemesinin son başörtüsü kararından sonra2 dikkatler yine bu konu üzerinde yoğunlaştı. Karara yönelik menfi eleştirilerin satır aralarında tarafsızlık ilkesinin giderek laiklik ilkesine yakınlaşmasını talep eden seslerin daha gür çıktığı gözlemleniyor. Oysa 2004 yılında Almanya’da dönemin Cumhurbaşkanı Johannes Rau, “Fransız komşu ve arkadaşlarımızın laikliğini benimsememizi gerektiren bir durum göremiyorum.” demişti. Rau, dinlerin kamusal bir karaktere sahip olduklarını ve kamusal alanda faaliyet gösterip toplumda etkin olmalarının arzu edildiğini belirtmişti.3 Tartışmaların bu denli zıt yürütülmesinden de anlaşılacağı gibi tarafsızlık ilkesinin doğru anlaşılması için üzerindeki muğlaklığın kaldırılması gerekiyor. İhtilafın Odak Noktası: Kamusal Hizmet Bireysel din özgürlüğü ile tarafsızlık ilkesi arasındaki çekişme bilhassa kamusal hizmet alanında kendini gösteriyor. Almanya’da kamu alanı dinden arındırılmış bir alan olarak telakki edilmiyor, ancak devletin hizmetinde çalışan bir personelin dinî sembolleri görünür biçimde taşıması devletin tarafsızlığı açısından soru işaretlerine yol açıyor. Bu durum bilhassa yargı için geçerli. Adliye ve yargının devletin en temel organlarından biri olması münasebetiyle burada daha sıkı bir tarafsızlığın tatbik edilmesi gerektiği kanısı hâkim. Bu değerlendirme neticesinde normalde dinden arındırılmış kamusal alan tanımayan Almanya, istisnai olarak yargıyı dinî sembollerden arındırıyor. Tarafsızlık İlkesinin İkircikli Yapısı Yargının bağımsızlığı ilkesine dayanarak tarafsızlığın mesafe koyucu olması gerektiği görüşünün karşısında tarafsızlığın tersine açıklık ve şeffaflık ile sağlanması gerektiği görüşü var. Bu konsepte göre devlet tarafsızlığını kendini dine kapayarak değil açarak sağlıyor. Çeşitli inanç ve ideolojileri benimsemeyen ama onlara inkişaf alanı tanıyan devlet, tarafsızlığını eşit davranmakla sağlıyor.4 20 yıl önce Anayasa Mahkeme- si Alman Anayasasındaki tarafsızlık ilkesinin laiklik olarak algılanmaması gerektiğinin altını çizmişti. Mesafe koyucu tarafsızlığın laik ülkelerin tipik özelliği olduğu düşünüldüğünde bunun Alman hukuk sistemine yabancı bir bakış açısı olduğu anlaşılıyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı da anayasanın “din ve devleti kati bir şekilde ayırmadığını, devletin dinî cemaatlerle kooperasyonda bulunduğunu” söylüyor.5 “Anayasanın Etik Temeli” Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1975 senesinde tayin ettiği yön bellidir: “Anayasanın etik standardı dünya görüşleri ve inançların çoğulculuğu karşısında açıklık temeline oturur.”6 Bu karar Anayasa Mahkemesinin 27.01.2015 tarihli başörtüsü kararında da yinelendi. Hâkimler tarafsızlık ilkesinin mesafe koyucu ve “devlet ile kiliseyi” kati şekilde ayrıştırıcı nitelikte olmadığını, tersine açıklık ve kapsayıcılık temelli anlaşılması gerektiğini ve bütün inançlar için din özgürlüğünü garanti edici özelliğe sahip olduğunu belirtti. Devlet kurumlarının tüm vatandaşlar için “yuva” (Alm. “Heimstatt aller Staatsbürger”) olmalarından ötürü toplumdaki dinsel çoğulculuğu da yansıtmaları gerektiğinin altı çizildi. Bu izahlar ışığında devletin kendisi için geçerli olan “kendini bir din ile özdeşleştirme yasağı”nı (Alm. “Identifikationsverbot”) vatandaşlara ve hatta memurlara uygulama hakkı yok. Şahısların kıyafet noktasında tarafsız kalmaları sadece dış görünümleri devlete mal edildiği takdirde talep edilebilir. Kişinin memur dahi olsa dış görünümünün neden devlete mal ediliyor oluşu ise izaha ihtiyaç duymaktadır. Bunlara rağmen Almanya’da ısrarla adliye ve yargıda yukarıda izah edildiği şekliyle açıklık ve hoşgörü temeline oturan tarafsızlık anlayışından istisnai olarak daha katı bir tarafsızlık ilkesinin tatbik edilmesi gerektiği savunuluyor. Başörtüsü karşıtları bu görüşlerini temellendirmek için hâkimlerin tarafsız ve bağımsız olmaları gerektiğine atıfta bulunuyorlar. Bu görüşe göre kamu nezdinde yargının güvenilirliğinin zedelenmemesi ve halkın yargıya itimat etmesi için bu güveni sarsabilecek faktörlerin engellenmesi gerek. Güven, mahkeme kararının sadece doğru ve adil olması ile değil, bilhassa yargıya mensup şahısların k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 23 Gündem tarafsızlıklarını şüpheye düşürecek bir görünüme sahip olmamaları ile mümkün sayılıyor. Başörtüsünün bu tarafsızlığı zedeleyen bir sembol olduğu ön yargısıyla tesettürlü bir hâkimin devletin tarafsızlığını tehlikeye attığı iddia ediliyor ve bu nedenle yargıda başörtüsü yasağı talep ediliyor. Bu gerekçelendirmeye göre başörtüsünün tarafsızlığı tehlikeye atan bir sembol oluşu objektif kriterlerle değil, mahkeme kararına muhatap kişinin sübjektif algısıyla delillendiriliyor. Eğer hâkimin karşısına çıkan bir şahıs başörtüsünü tehlikeli buluyorsa, bu durum otomatikman o şahsın güvenini sarsıyor ve böylece devletin tarafsızlığı zedelenmiş oluyor. Yani tesettürlü bir bayanın insan hakları, başörtüsüne karşı ön yargı besleyen bir kişinin şahsi değerlendirmesiyle hiçe sayılıyor. Cevaba muhtaç olan şu soru ise cevaplanmıyor: Başörtüsü neden devletin tarafsızlığını tehlikeye atan bir sembol olarak değerlendiriliyor? Hâkimler – Şahıs Mı, Nesne Mi? Öğretmenlerle ilgili verdiği kararda Anayasa Mahkemesi başörtüsünün bizatihi anayasal değerlere aykırı bir sembol olduğu zannını reddedip başörtüsünün değil, olsa olsa bazı davranış biçimlerinin anayasaya aykırı olabileceğini söyledi.7 Öğretmenler için verilen bu net ve açık mesajın hilafına hâkimler ve hukuk stajyerleri için başörtüsünün siyasileştirilmesi ve ideolojik kavgalara alet edilmesi kabul edilebilir bir durum değil. Başörtüsünü siyasi bir angajman ile kıyaslamanın tutarsız olduğu anlaşılmalı. Siyasi aktivitelerde kişi belli bir dünya görüşünü ve kendi şahsi kanaatini faal bir şekilde dış dünyaya aktarır. Bu gibi faaliyetler bu sebepten ötürü çok daha yoğun bir fikir beyanı içerir. Aynısını başörtüsü hakkında söylemek için tesettürlü kişinin pasif bir biçimde başörtüsü takmasının dışında faal duruma geçmesi ve anayasaya aykırı söylem ve davranışlarda bulunması gerekir. Nitekim bu durum sadece tesettürlü bayanlar için değil, kamuda çalışan her şahıs için geçerlilik arz eder. Hâkim, devletin kişiselleşmiş hâli değildir. Bütün benliği ile devlet gücünü temsil etmez. Mesai esnasında dahi kendi şahsiyetini yansıtan anlar olabilir. Bir davranışın veya dış görünümün devlete mal edilebilmesi için o davranışa veya 24 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 görünüme devletin sebep olması gerekir. Söz gelimi eğer devlet başörtülü bir üniformayı zorunlu kılıyorsa o başörtüsü devlete mal edilebilir, ancak kıyafet serbestisi varsa takılan hiçbir sembol devleti temsil etmez, çünkü o sembolü taşımak devletin değil kişinin iradesinden hasıl olmuştur. Kendi hâkimiyet alanında herhangi bir sembolü tolere eden devlet ise sadece tolere etmekle o sembolü içselleştirmiş sayılmaz.8 Aksi takdirde şahısların dış görünümünün devletin kendini sunuş biçimi (Alm. “staatliche Selbstdarstellung”) olarak sayılması gerekir ki, bu da kişinin kamu binalarının dekorasyonu, yemin metinlerinin formülasyonu, devlet törenlerinin organizesi gibi maddi ve formel bir takım seremonilerle eşdeğer sayılması gibi absürt bir sonuca götürür. Bu gibi devlet törenlerinde ferdiyete yer yoktur, devlet bizatihi kendisi boy gösterir. Hâkimlerin böyle değerlendirilmeleri insan şahsiyetinin zenginliğini ve derinliğini göz ardı eder ve kişiyi nesneleştirir. Sonuç olarak mahkemelere karşı duyulan güven, şahısların dış görünümleriyle değil mahkeme kararlarının doğruluğu ve adaleti tahsis kabiliyeti ile ölçülür. Doğru ve adaletli bir karar verildiğinde başörtüsünün devletin tarafsızlığını zedelemesi düşünülemez. Hukuk Stajyerlerinin Durumu Almanya’da hukuk eğitimini tamamlamak için zorunlu staj döneminde başörtülü stajyerlere zaman zaman sıkıntı yaşatıldığı vaki. Aslında hukuk stajyerleri için başörtüsü yasağı hâkimlere kıyasla yukarda belirtilen sebeplerin yanı sıra başka nedenlerden dolayı da hukuka aykırı. Mahkeme kararlarına göre bazı davalarda oluşturulan jüri heyetinde başörtülü jürilerin bulunması yasal bir durum.9 Bu kişiler hukukçu olmayıp genellikle sıradan vatandaşlar arasından seçiliyorlar ve bu görevi gönüllü olarak yürütüyorlar. Gönüllü olarak mahkemede bulunan bir kişinin başörtüsü serbestken, eğitimini tamamlamak amacıyla orada bulunmak mecburiyetinde olan bir stajyere başörtüsünün yasaklanması tezat oluşturuyor. Ayrıca stajyerlere başörtüsünün yasaklanması meslek özgürlüğünü ihlal ediyor. Meslek eğitiminin bazı kısımlarında başörtüsü yasaklandığı ve bu yasağın ihlal edilmesi durumunda not değerlendirmesinin menfi manada etkilendiği takdirde stajyerin hukuk eğitimini tamamlaması zorlaştırılıyor. Hukukta eğitim tekelinin devlette olmasından dolayı bu yasak mağdur kişi açısından bir meslek yasağı ağırlığını taşıyor. Böyle bir yasak ise orantısız olduğu için yasalara aykırı kabul ediliyor. Başörtüsü Yasağı: Tarafsızlık Değil Ayrımcılık Bazı eyaletlerde memurlara başörtüsü yasağı Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı. En yüksek hukuki merci olarak Anayasa Mahkemesi, tarafsızlık ilkesini ayrıştırıcı değil açık ve kapsayıcı bir biçimde tanımladı ve ayrıca adliye için istisnai bir tanımlamada bulunmadı. Bundan dolayı başörtüsünü ve dinî sembolleri dışlamayan bu tarafsızlık anlayışı adliye ve yargıda da geçerli. Hâkimlere ve stajyerlere karşı uygulanan başörtüsü yasakları mevcut hukuki duruma aykırılık arz ediyor. Dışlayıcı ve mesafe koyucu biçimde kavranan diğer tarafsızlık anlayışı, tarafsızlık adına bütün bir dine mensup kişileri birçok meslekten uzak tutucu ve ihraç edici etkiye sahip. “Mesafeli tarafsızlık” prensibinin tatbikatı, devletin dindarlarla arasındaki mesafenin dindar olmayanlarla arasındaki mesafeden daha yüksek olduğunu işaret ediyor. Böylece sözde tarafsızlık ilkesiyle eşitsizlik ve adaletsizlik tesis ediliyor. Tarafsızlık, ayrımcılık ile eşdeğer manaya sahip olmamalı. Aksine tarafsızlık, kişiyi devlet eliyle tatbik edilen ayrımcılıktan koruyan ve bireysel özgürlüklere alan tanıyan özellikleriyle ön plana çıkan bir prensip olarak yorumlanmalı. *Münster Üniversitesi hukuk öğrencisi ve FAIR international e.V. çalışanı Kolat, Dilek, Berliner Zeitung: „Neutralität bleibt unsere Staatsmaxime“ http://www. berliner-zeitung.de/berlin/gastkommentar-zum-kopftuchverbot-neutralitaet-bleibt-unsere-staatsmaxime,10809148,31377476.html 2 BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10. 3 Johannes Rau’nun Gotthold Ephraim Lessing’in 275. doğum yıl dönümünde yaptığı konuşma: http://www. bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Johannes-Rau/Reden/2004/01/20040122_Rede.html 4 Böckenförde, Ernst-Wolfgang, Bekenntnisfreiheit in einer pluralen Gesellschaft und die Neutralitätspflicht des Staates, in: Berghahn, Sabine/ Rostock Petra (Hrsg.), Der Stoff aus dem Konflikte sind, Bielefeld 2009, S. 183 f. 5 Bundesministeriums des Innern (BMI): „Anders als in laizistischen Staaten sieht das Grundgesetz allerdings keine strikte Trennung von Staat und Religion vor. Der Staat wirkt mit Religionsgemeinschaften zusammen (...)“ http://www.bmi.bund.de/DE/Themen/ Gesellschaft-Verfassung/Staat-Religion/Religionsverfassungsrecht/religionsverfassungsrecht_node.html 6 BVerfG, Beschl. v. 17.12.1975 – 1 BvR 63/68. 7 BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10. 8 BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10. 9 KG Berlin, Urt. v. 09.10.2010 – Az. (3) 121 Ss 166/12 (120/12). 1 k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 25 Gündem İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl (Yeniden) Tanımlanıyorlar? Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında. Mohamed SaIf* Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının ya da kullanılmamasının her zaman toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir. “İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50 yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz. Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından “molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”, “İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında “İslami terörün tehlikeleri“, “İslami terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir. İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez. Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçim- 26 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 leri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır. Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya başlar. Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan “cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat” kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart 1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız. Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz size düşman gibi davranmak istemiyoruz; sizi misafirlerimiz olarak görüyor ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz. Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize ve âdetlerinize uygun bir kamp kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin hükümlerine uygun yaşayabilmeniz için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler dininizin şartlarına uygundur. Şu anda yüksek minaresinden peygamberinize itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır. Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam başlamaktadır!”1 Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi. Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında İslam dünyasının ayaklandırılması konusunda çalışmalar yapan Şark İstihbarat Birimi’nin (Alm. “Nachrichtenstelle für den Orient”) merkezi. © Zeller, Joachim; Zimmerer, Jürgen: Das Oberkommando der Schutztruppen in: Zeller, Joachim; Von der Heyden, Ulrich: Kolonialmetropole Berlin - eine Spurensuche. Berlin-Edition. Berlin 2002. Lizenz k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 27 Gündem tarafında da “Cennet, kılıcın gölgesi altındadır.” anlamına gelen bir Arapça atasözüne yer verilmiştir. Gazetedeki bu metin aynı zamanda “dost” ya da “düşman” şemalarının aktörlerin birbirleriyle ilişkileri etrafında yeniden nasıl tanımlandığını da göstermektedir. Dahası aynı metin, “cami” ve “minare” gibi kelimelerin o tarihteki ve günümüzdeki kullanımları arasındaki farkı da göstermektedir: Bugün bilhassa İsviçre’deki cami inşaatı veya minare yasağı ile ilgili tartışmaları göz önüne getirdiğimizde bu farkı daha iyi anlayabiliyoruz. Hitler rejimi zamanındaki aktörler de İslam’a dair günümüzden farklı bir konuma sahiplerdi. O dönem Müslümanlar olası müttefikler olarak görülüyordu. Uzun, yoğun ve giderek şiddetlenen savaş nedeniyle “her imkânı Alman kanından tasarruf edilmesi için kullanmaya” yönelik çabalar Korgeneral Ralph von Heygendorff tarafından desteklenmiş ve “bizim yanımızda bizimle beraber savaşacak her savaşçının kabul edileceği” tasdik edilmiştir. Bu bakış açısına göre o zaman İslam, Alman savaş hedefleri ile bir çelişki içerisinde bulunmuyordu. Ayrıca dinin yaşanması için herhangi bir insan ve materyal kaynağına ihtiyaç duyulmuyor, dolayısıyla Müslümanların dinlerini yaşamaları teşvik ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru İslam’ın, Alman savaş stratejisinin bir propaganda silahına dönüştürüldüğü görülür. Stalin tarafından kapatılan veya tahrip edilen camiler 1942 yılında tekrar hizmete açılmıştır. Müslüman lejyonerlere bayramlarda ve Cuma günleri öğleden sonra izin alma ve mümkün olan her zaman oruç tutma imkânı sunulmuştur. Asker mezarları Mekke yönüne çevrilmiş, Kur’an nüshaları basılıp askerlere dağıtılmış ve Göttingen Üniversitesi ile beraber ünlü Şarkiyatçı Bertold Spuler idaresinde imamlar için ileri eğitim kurumları tesis edilmiştir. Bu girişimlerden savaş hedeflerine ulaşılması için din özgürlüğünün bir araç hâline getirildiği anlaşılmaktadır. O zamanki aktörlerin İslam’a ve Müslümanlara karşı gösterdiği özel ilgi de “İslam” ve “Müslümanlar” gibi ifadelerin kullanımını etkilemiştir. Siyasi aktörlerin siyasi tutumları “eski Muselman”ları “Muselgerman”lara dönüştürmüş, Müslümanlar hakkındaki tablo da zamanın tartışmalarında siyasi çıkarlara uygun olarak olumlu bir şekilde yeniden düzenlenmiştir. Öte yandan sadece aktörler arasındaki ilişki dil kullanımını etkilemez; daha ziyade aktörlerin bir olaya yönelik konumları da bu bağlamda 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin savaşa girmesinin ardından Şeyh’ül-İslam’ın halka seslenişi 28 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 kullanılan ifade araçlarını büyük ölçüde etkiler. 1979 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı başlayan Afganistan Savaşı sırasında Türkçesi “mücahit” olan “Mudschahed” (çoğulu Mudschaheddin) kavramı Alman kamuoyunda sıkça kullanılmıştır. “Mudschaheddin” kavramı ile o tarihte Afganistan ve İslam ülkelerinden gelen Müslüman direniş gruplarına işaret edilmekteydi. ABD ve Batı o zamanda Sovyet işgaline karşı bir konum almaktaydı. Aktörlerin Sovyet işgaline karşı bu siyasi konumları “Mudschaheddin” kavramının kullanımını da etkiledi. O tarihte Almanya Federal İstihbarat Servisinin çalışanları “Afgan Mudschaheddin ile iş birliği hâlinde cephedeki riskli görevler hakkında” raporlar hazırlıyorlardı. Takip edilen strateji ise, “ABD gizli servisinin de beklentisine göre karşı tarafı, yani Mudschaheddin birliklerini, silah, donatım ve eğitim ile destekleyerek Sovyetler Birliği’ne bir ‘Vietnam deneyimi’ dersi vermek.”2 şeklindeydi. O tarihte yazılan metinlerden örnekler “Mudschaheddin” kavramının bilhassa Sovyet saldırısının ilk aşamasında tarafsız, kimi zaman da olumlu yansıtıldığını kanıtlar. Bu bağlamda “Mudschaheddin” birliklerine karşı gösterilen büyük toplumsal desteğe, onların kötü eğitim ve organizasyonlarına rağmen dayanıklı olduklarına yer verilmekteydi: “Halkın neredeyse yüzde doksanı direnişçilere destek veriyor. Bu yüzden kötü organize olan ve yetersiz donanıma sahip Mudschaheddin birlikleri dayanabilmiş ve hatta yavaş yavaş operasyonlarının vurucu gücünü artırabilmişlerdir.”3 “Farklı grupların birbirlerine rakip olmaları askerî bir dezavantaj değildir; Mudschaheddin birlikleri birleşmiş güçleri ile Sovyet saldırılarına karşı koyabildiklerini kanıtlamışlardır.”4 “Kızıl Ordu üç gün boyunca taarruzda bulundu, fakat piyade birlikleri kayda değer bir görev üstlenemediler. Dört veya beş kişilik küçük gruplarda hareket eden Mudschaheddin birlikleri direnebildiler. Nihayetinde Sovyetler Birliği eli boş geri dönmek zorunda kalan taraf oldu.”5 “Mudschaheddin” kavramının bu yöndeki kullanımı devamlılık gösterememiş ve sadece 1979 yılındaki Afganistan savaşının ilk aşaması için geçerli olmuştur. Günümüzde “Mudscha- İslami kavramlar dinî bağlamlarından uzaklaştırılmakta ve bu işlem sırasında lügat anlamlarını yitirmektedir. Bu da onları siyasi dil kullanımında isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği içi boş kılıflar mesabesine indirmektedir. heddin” kavramından değil de daha ziyade “cihatçı” veya “din savaşçısı”ndan bahsedilmektedir. Fakat “Mudschaheddin” kavramının tam tersine bu kavramlar küçük düşürücü çağrışımlara sahiptir. Oysa hem “Mudschaheddin” hem de “cihatçılar” kavramları “cihat” kelimesinden türemekte ve anlamsal olarak aynı içeriğe sahip olup “cihat yapanlar” anlamına gelmektedir. Buna rağmen “Mudschaheddin” ve “cihatçılar” kamuoyunda farklı siyasi veya ideolojik yönelimlere bağlı olarak farklı yorumlamalar kazanmaktadır. Bahsi geçen örnekler ile İslami kavramların kamuoyunda nasıl kullanıldığını görmek mümkündür. Bilhassa Alman kamuoyunda bu kavramlar ağırlıklı olarak siyasi toplumsal çelişkiler ve yurt dışında ve yurt içindeki çatışma durumları ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır. Bu durum da bu kavramların kamuoyunda siyasallaşmalarına yol açmaktadır. Böylece İslami kavramlar dinî bağlamlarından uzaklaştırılmakta ve bu işlem sırasında lügat anlamlarını yitirmektedir. Bu da onları “siyasi dil kullanımında isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği, aslında anlamsız, içi boş kılıflar” mesabesine indirmektedir. *Dil bilimci olan Saif, İslami kavramların Alman dilindeki kullanımı ve bu kullanımın kültürlerarası iletişime etkisini araştırmaktadır. 1 2 http://www.eslam.de/begriffe/e/el_dschihad.htm Die Welt 06.10.13 Die Zeit, 31.12.1982 3,4,5 k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 29 Gündem/Söyleşi Siyasi Yansımalar ve İtirazlar Avusturya İslam Yasası © Ümit Vural Geçtiğimiz sene Avusturya’da oldukça tartışılan İslam Yasası, 31 Mart 2015’ten beri yürürlükte. Yasaya dair Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurularını ve yasanın kabulünden sonra yaşanan süreci Avusturya İslam Toplumu (IGGiÖ) Hukuk Departmanı yöneticisi avukat Ümit Vural ile görüştük. Avusturya İslam Yasası Bakanlar Kurulu’ndan geçtikten sonra ne tarz gelişmeler kaydedildi? İslam Yasası 10.12.14 tarihinde Bakanlar Kurulu’ndan geçtikten sonra Meclis’e gönderildi. Oradan da Anayasa Komisyonu’na havale edildi. Ardından IGGiÖ Şura Meclisi parlamento zemininde görüşmeler yürütmek üzere beni bir komisyon kurmak ile görevlendirdi. İçlerinde Dr. Metin Akyürek, Mouddar Khouja ve Prof. Dr. Richard Potz’un da bulunduğu 4 kişilik bir komisyon kurduk ve parlamentoda milletvekilleri ile görüşmeler yürüttük. Özellikle Meclis Anayasa Komisyonu’nda bulunan üyeler ile görüştük. Zira Meclis Anayasa Komisyonu’nun kanun tasarısını değiştirme yetkisi vardı. Bu görüşmelerde temel olarak hukuki bir çerçevede kalmayı hedef aldık, zira konuyu siyasi zemine taşıdığımızda hiçbir neticeye ulaşamayacağımızı biliyorduk. Müzakere için bir tasarı hazırladık ve bütün görüşmeleri onun üzerine şekillendirdik. Şubat ayına kadar takriben 40 görüşme yaptık. Netice olarak Meclis Anayasa Komisyonu kanun tasarısında bizim istediğimiz hukuki düzeltmelere dair olumlu bir kanaat geliştirerek mecliste oylamaya sundu. Bu düzeltmelerin en temelinde Viyana Üniversitesinde İlahiyat Fakültesinde görev alacak öğretim üyelerinin Müslüman olması şartının kanun metninde yer alması vardı. 25 Şubat 2015’te Meclis’te kanun oylamaya sunuldu. Ardından kanun Cumhurbaşkanının onayı ile 31 Mart 2015’te yürürlüğe girdi. Yasa parlamentodan geçip yürürlüğe girdikten sonra Avusturya’daki Müslüman cemaat ne tarz adımlar attı? Benim gözlemlediğim kadarıyla İslam Yasası 30 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Ümit Vural © bu sürecin ardından gündemden düştü. Hararetli tartışmaların yerini sakinlik aldı. Böylece herkes yeni İslam Yasasının getirdiği sorumluluklar ve düzenlemeler üzerine yoğunlaşmaya başladı. IGGiÖ yine bir komisyon kurmak ve IGGiÖ tüzüğünü yeni İslam Yasasına adapte etmek için beni görevlendirdi. Şu an bizim başkanlığımızda IGGiÖ’nün yeni tüzüğünü yazıyoruz. 31 Aralık 2015 tarihine kadar IGGiÖ’nün Başbakanlığa yeni İslam Yasasına adapte edilmiş tüzüğünü teslim etmesi gerekiyor. Yasaya dair Anayasa Mahkemesi’ne bazı itirazlar da gerçekleştirildi. Bunlar hakkında bilgi verebilir misiniz? Medyaya da yansıdığı üzere iki büyük kurum, Viyana İslam Federasyonu ve ATİB İslam Yasasına karşı Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet haklarını kullandılar ve şikâyetlerini Anayasa Mahkemesi’ne bizim aracılığımız ile ağustos ve eylül aylarında ilettiler. Şu an bu şikâyetlerin neticesini bekliyoruz. Bu iki kurum dışında bizi avukat olarak görevlendiren başka dernekler de var. Muhtemelen kasım ayının başında daha fazla dernek Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş olacak. Bu itirazların başarıya ulaşma şansı nedir? Bu konuda net bir şey söylemek ya da herhangi bir tahminde bulunmak tabii çok güç. Lakin hukuki bir perspektiften bakılırsa olumlu sonuçlanma ihtimali gayet yüksek diye düşünüyorum. Bu konunun ister istemez hukuki bir değerlendirmeyi aşan, toplumsal derinliği olan bir mesele olduğunu görmemiz gerekiyor. İslam Yasası’nın siyasi anlamda da farklı yansımaları var. İtirazlarla ilgili bekleyip sonucu hep birlikte göreceğiz. İtiraz başvuruları kabul edilirse süreç nasıl devam edecek? Şu an yapılan itiraz özellikle derneklerin kapatılması maddesini ihtiva ediyor (31 Abs 3 IslamG). İtirazda diğer dinî cemaatlere kıyasla bir eşitsizliğin söz konusu olduğunu ve bu maddenin devletin bir dinî cemaatin iç işlerine müdahale etmesi anlamına geldiğini izah ettik. Eğer itiraz başarılı olursa, Mart 2016 tarihine kadar İslami alanda hizmet veren derneklerin kapatılmasına dair madde yasadan kaldırılmış olacak. Bu madde daha yürürlüğe girmedi çünkü. Yasadaki bu maddeye göre Mart 2016 tarihine kadar derneklerin tüzüklerinde İslami hizmet sunduklarına dair ifadeleri çıkarmaları gerek; aksi takdirde İçişleri Bakanlığı o dernekleri kapatacak. Diğer taraftan dernekler İslami hizmet verebilmek için IGGiÖ’nün çatısı altında bir yapıya bürünmek zorundalar. Yasa geçtiğimiz sene gündemden hiç düşmedi, şimdi ise kamuoyunda bir sessizlik hâkim. Bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Benim kanaatime göre meselenin medyatikleştirilmesinden olumlu bir netice çıkmadı. Ama mevcut durumda hukuki süreç başladı. Şu an bütün İslami dernekler IGGiÖ tüzüğünün değişmesi ile anayasanın öngöreceği şartlarda IGGiÖ çatısı altında yerlerini almayı bekliyor. Elif Zehra Kandemir sordu. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 31 Dosya Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar Azınlık ve çoğunluk ilişkisinde “sosyal etki”, yani hangi grubun kimi hangi oranda etkileyeceği Avrupa’daki Müslümanlar açısından heyecanla takip edilebilecek bir alan. Zira azınlık olmak, hem uyum sağlama ve itaat etme durumunu beraberinde taşırken hem de sosyal dönüşümü başlatabilecek büyük bir potansiyeli içinde barındırıyor. Hans-Peter Erb* 32 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Flickr.com/castgen © Herkesin sizden farklı bir görüşü savunduğu bir tartışma ortamında kendi fikrinizi nasıl dikkatle, hatta biraz da şüpheyle dile getirdiğinizin farkına varırsınız. Başka bir ortamda üye olduğunuz spor derneğinin mensupları planlanan yaz şenliğinin detayları hakkında tartışırlar ve üyelerin çoğu birlikte mangal yapmak isterken birkaç üyenin folklor akşamı düzenlemeye dair istekleri göz ardı edilir. Veya parlamentoda muhalefetin bir yasa tasarısının oylamasında iktidar partileri çoğunluğa sahiptir, inisiyatif başarısız kalır. Bu örnekler çoğunluk ve azınlık görüşlerinin karşılaşma durumlarını ortaya koymaktadır. Günlük hayatta yaşanan, bazen düşük bazen yüksek oranda önem taşıyan bu örnekler hepimize kendi tecrübelerimizden tanıdık gelir. Bunun dışında sosyal etkinin çok belirsiz bir şekilde kendisini gösterdiği ve bizlerin farkına bile varmadan etkilendiğimiz başka örnekler de mevcuttur. Örneğin banka çalışanları koyu mavi bir takım elbisenin üstüne dikkat çekmeyen bir kravat takmak üzere aralarında önceden sözleşmiş gibidirler. Ya da bilmediğiniz bir havaalanına giden yolda levhalar yerine diğer arabaları –yani çoğunluğu- takip ettiğiniz için yolunuzu kaybettiğiniz zamanlar olmuştur. Bu tür fenomenler uzun süredir “uyum” ya da İngilizce tabirle “conformity” başlığı altında araştırılıyor. Henüz 19. yüzyılın sonunda Le Bon ve Tarde gibi sosyologlar kişinin çevreye uyma davranışı hakkında temel pozisyonlar ortaya koydular. 20. yüzyılın ortalarından bu yana önemli sosyal psikolojik teoriler geliştirildi ve 80’li yıllardan beri hangi koşullar altında çoğunluğun sözünü geçiremediği ve azınlığın sosyal değişim ve yeniliğin öncüsü olabileceği soruları araştırılıyor. Grup Aidiyeti Bağlama Göre Değişir “Çoğunluk” denildiğinde bir grup veya toplum için ortak tanımlayıcı özelliğe sahip insanların çoğunluğu kastedilir. Örnek olarak Almanya’da Almanlar veya Hristiyanlar çoğunluğu oluştururken, Türkler veya Müslümanlar azınlığı oluştururlar. Genelde “çoğunluk” sosyal güç ve yüksek statü ile ilişkilendirilirken, “azınlık” kolayca ön yargılara ve bunlara bağlı ayrımcılıklara maruz kalmaktadır. “Sosyal etki” alanındaki araştırmalar çoğunluk ve azınlık arasındaki ilişkide şu iki ihtimale dikkat çeker: Çoğunluğa intibak etmek “uyum/conformity” olarak nitelendirilirken, azınlığın etki alanını genişletmesi ise “sosyal yenilik/inovasyon” olarak nitelendirilir. Bununla birlikte “çoğunluk” ve “azınlık” kelimeleri sadece belirli bir topluluk bağlamında anlaşılmalıdır. Yani “çoğunluk” ya da “azınlık” atfını oluştururken kişiler değişken bir zeminde bulunurlar. Örneğin “Müslüman” özelliği Almanya’da yaşayan bütün insanlar ele alındığında bir azınlık niteliği olarak görülürken, Almanya’da yaşayan Türk kökenli insanlar açısından ele alındığında “Müslüman olmak” bir çoğunluk özelliği olarak kabul edilmektedir. Yani kişilerin kendilerini atıfta bulunacakları k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 33 Dosya grubun taşıdığı önem, bu kişilerin içinde bulundukları bağlama ve bu bağlamdaki öznel bakışlarına da bağlıdır. Örneğin “Almanlar” Almanya’da kendilerini genelde Alman olarak hissetmezlerken Türkiye’de tatil yaparken kendilerini tam anlamıyla “Alman” olarak hissedebilirler. Demek ki çoğu kez “bağlam” bir gruba aidiyet bilincini de daha güçlü bir şekilde ortaya çıkarabilmektedir. Bu durumda grup aidiyeti söz konusu olduğunda azınlık olmanın (“Almanya’daki Türkler”) çoğunluk olmaktan (“Almanya’daki Almanlar”) daha fazla önem taşıyor olması da anlaşılabilir bir durumdur. “Sosyal Etki” Kişinin kendisini atıfta bulunacağı grubu ve böylece azınlık-çoğunluk ilişkilerini tanımlaması bir dizi psikolojik süreci de tetikler. Klişeleştirme, ayrımcılık, mağdurların sosyal kimliklerinde değişim gibi süreçlerin yanı sıra çoğunluk ve azınlık arasında bir “sosyal etki” de gerçekleşir. Peki, nedir bu “sosyal etki”? Sosyal etki, bireylerin düşünme süreçlerinin, bakış açılarının, karar ve davranış biçimlerinin diğer insanların varlıkları sebebiyle değişmesi sürecine denir. Bu etkinin kasıtlı veya kasıtsız bir şekilde uygulanması ya da bu etki altında kalan kişinin etkilendiğinin farkında olup olmaması tamamen önemsizdir. Çoğunluğun sosyal etkisi bir dizi faktöre dayanır. Her insan kendisi için önem arz eden bir “çoğunluk”la kendi görüşlerini paylaşma ihtiyacı duyar. Bu görüşler paylaşıldığında “çoğunluk”la birey arasında fikir örtüşmesi mevcutsa olumlu bir sosyal kimlik oluşur. Bu fikir uyuşması kişiyi “normal” davranıştan sapmaktan veya görüş farklılığı sebebiyle grup içinde belirli yaptırımlara maruz kalmaktan korur. Burada bahsedilen kanaat ya da düşüncenin doğru veya yanlış olması ikincil bir öneme sahiptir. Ön planda daha ziyade sosyal ilişkiler yer alır. Bilhassa birey ile topluluk arasındaki ortak görüşün, bahsi geçen topluluğun (örneğin siyasi partinin ya da dinî cemaatin) tanımlayıcı özellikleri ile ilgili olması önemlidir. 34 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Çoğunluğa İtaat ve Uyum Çoğunluğa muhalif olmak itici bir şey olarak algılanır ve çoğu zaman kişinin kendi düşüncesini değiştirmesi ve çoğunluğa ayak uydurması ile sonuçlanabilir. Buna bağlı olarak çoğunluk ile muhalefete düşmek kişiyi bu çatışmaya dair sosyal çıkarımlar yapmaya sevk eder ve çoğu kez çoğunluk tutumunun sorgulanmadan ve yüzeysel olarak kabul edilmesine yol açar. İtaat (İng. “compliance”) olarak adlandırılan bu durum sosyal çatışmayı ortadan kaldırır ve birey kendisini kendi grubunun kucağında yeniden güvende hisseder. Bu şekilde bir itaatin, değiştirilen görüşün çoğu zaman sadece kısa vadeli olması ve samimi bir inanca dayanmaması gibi dezavantajları da vardır. Fakat çoğunluk başka psikolojik mekanizmalar ile de etki edebilir. Çoğunluğun tutumunun doğru olduğu inanışında etkili olan başka basit bir kural da şu düşüncedir: “Bu kadar çok sayıda insan benden farklı düşündüğüne göre bu yanlış olamaz.” Tüketim ürünlerinin reklamlarında da aynı prensip geçerlidir: Mümkün olduğu kadar fazla tüketicinin üründen memnun olduğu belirtildiğinde “bu kadar çok insanın” aynı ürünü tavsiye etmesi etkili bir reklam stratejisi olarak kendisini gösterir. Çoğunluk, kişinin kendi görüş ve pozisyonlarıyla uyumlu argümanlar öne sürdüğünde bunlar “doğru” olduğu için kişinin daha çok ilgisini çeker. Öte yandan aynı konuya dair farklı yorumlar da gerçekte olduğundan daha olumlu karşılanır. Böylece çoğunluğun etkisi, sadece çoğunluk ile hemfikir olarak değil, aynı zamanda çoğunluk Flickr.com/Alexander Junghans © pozisyonunun azınlık görüşünden daha doğru görülmesine dayalı bir mekanizma aracılığıyla da kendisini gösterir. Şunu belirtmekte fayda var: Eğer bütün insanlar çoğunluğun etkisine yenik düşseydi, sosyal değişim imkânsız olurdu. Bilindiği gibi çevre hareketi ya da kadın hakları hareketi gibi tarihî sosyal değişimler çoğu zaman yalnızca birkaç “öncü”ye dayanır, yani azınlık hareketi olarak bilinirler. Azınlık Çoğunluğa Nasıl Etki Edebilir? Sosyal değişime öncülük eden azınlıklar farklı düşünenleri cezalandırma gücüne ya da kendi görüşlerinin “doğru” olduğunu hissettirecek çoğunluğa sahip olmasalar da başarılı bir “etki alanı” oluşturabilirler. Azınlıkların başarılı bir şekilde etki edebilmeleri için aradaki farkı dengeleyecek değişik mekanizmalar söz konusudur. Bir azınlık sahip olduğu zayıf durumu, kendi pozisyonunu sürekli ve tekrar tekrar savunarak (örneğin istikrarlı bir şekilde sosyal bir çatışmayı körükleyerek) telafi edebilir. Bu tür bir etkiye maruz kalanlar bu dayanıklılık ve istikrardan dolayı azınlığın kendi tutumundan çok emin olduğu sonucunu çıkartırlar ve azınlığın istikrarı sebebiyle azınlığın haklı olup olmadığı hakkında daha teferruatlı bir düşünmeye sevk edilirler. Uzun vadeli olarak azınlığın çoğunluğa uyum sağlamasından (İng. “compliance”) daha uzun ömürlü ve dayanıklı bir fikrî değişimi içeren bu tür “dönüşüm”lere sıkça rastlanır. Fakat çoğunluğun fikirlerindeki bu tür değişimler genellikle kamusal düzeyde gerçekleşen toplu bir dönüşüm olmaktan ziyade sadece özel hayatta vuku bulur. Bu değişim, farklı görüşlere sahip azınlıklara kamusal algıda olumsuz nitelikler atfedildiği sürece sadece özel hayatta gerçekleşmeye devam eder. Öte yandan azınlıkların “etki” edebilmesi için illa da kendi zayıf pozisyonlarını telafi edici unsurlara başvurmaları gerekmeyebilir. İnsanların bir “azınlık görüşü”nü kabul ederek “eşsiz olma ihtiyacı”na sahip oldukları bilinen bir durumdur. Bu ihtiyaç kapsamında insanların “ait olmak” istemedikleri, bunun tam aksine daha ziyade bireysellik ve başkalarından farklılık aradıkları anlar da kendisini gösterebilmektedir. Bu aranan farklılık gerçekleşmediğinde kişi kendisini silik ve alelade bir insan gibi hisseder ve bu nahoş durumdan kurtulmak için çaba sarf eder. Bunun için de kişi hem kendisine hem de sosyal çevresine benzersiz olduğunu ve kitlenin silik bir parçası olmadığını göstermek adına azınlıkta olan bir fikri/bir azınlık fikrini kabul edebilir. Bu şekilde “azınlık” bir sosyal motifi karşılar ve azınlığın pozisyonu sadece çok az sayıda insan tarafından paylaşıldığı için ilginç ve cazip bir hâle gelir. Öte yandan azınlıklar sosyal bir risk ile de karşı karşıyadırlar. Sadece az sayıda insanın savunduğu bir “doğru” yüksek derecede takdire yol açabilir. Fakat azınlığın uygulama ve söylemlerinin yanlış olduğu ortaya çıkarsa aynı durum aşırı derecede bir aşağılamaya da yol açabilir. Buna karşın çoğunluk görüşü daha güvenli bir seçenektir. Birey çoğunluktan farklı bir pozisyonu kabul ederek hem olumlu hem de olumsuz açıdan aşırı değerlendirmelere maruz kalmayı göze alır ve böylece sosyal bir risk üstlenir. Buna paralel olarak risk almak isteyen insanların azınlık pozisyonlarını benimsemeye daha meyilli oldukları tahmin edilmektedir. Bütün bu anlatılanları ele aldığımızda bazı önemli soruların cevaplandığını görürüz: Öncelikle çoğunluğun etkisini tamamen bertaraf etmek imkânsız gibi görünmektedir. Bireysel açıdan “bir gruba ait olma”, görüş farklılığından kaynaklanan yaptırımlardan kaçınma ve çoğunluk tarafından savunulan fikrin doğru olduğu inancı da kişiler üzerinde oldukça etkilidir. Fakat bu durum, toplumda yaygın olan görüşün değişemeyeceği anlamına gelmez. Sosyal dönüşümler azınlıklar tarafından başlatılır ve tarihten örneklerin gösterdiği üzere gerçekten başarılı olabilirler. Bu açıdan azınlık ve çoğunluğun sosyal etkisi karşılıklıdır. Hangi görüşün nihayetinde kabul edileceği, kimin gerçekten haklı veya haksız olduğundan ziyade, toplumsal “gerçek”lerin kişisel olarak nasıl tasarlandığına bağlıdır. *Prof. Dr. Erb, Hamburg Helmut-Schmidt Üniversitesi’nde Sosyal Psikoloji dalında eğitim vermektedir. k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 35 Dosya/Söyleşi “Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini Aktaracağı Kurbanlar Arar.” Filistinli bir psikanalist olan Gehad Mazarweh 1962 yılından beri Avrupa’da yaşıyor. Schwarzwald’daki muayenehanesinde hastalarına hizmet veren Mazarweh şu an dil sebebiyle Almanya’da travmatize olmuş mülteciler konusunda en çok aranan doktorlar arasında. Mazarweh ile azınlık ve çoğunluk ilişkileri üzerine konuştuk. Siz de ülkesini terk etmiş birisiniz. Ne tarz tecrübeleriniz oldu? 1962 yılında Basel’e geldim. İsviçre’nin oldukça düzenli, tarafsız, insan haklarına saygı gösterilen bir ülke olduğu düşüncesi ile yola çıkmıştım. İltica etmemin sebebi İsrail’de Filistinlilere karşı sergilenen ayrımcılıktı. Bugüne dek sadece Yahudilerin yaşadığı bir ülke utkusu etrafında Filistinlilere uygulanan zulüm acımasızcaydı. Yabancı bir ülkede olmak benim için başta oldukça sorunluydu. Yemek kültürünün farklılığından başlayıp, insanlarla iletişime geçme zorluğuna kadar aşılması gereken birçok engel vardı. Bir Filistinli olarak İsrail’de sosyalleşmek nasıl bir tecrübeydi? Ben Filistin’de, henüz bir İsrail devletinin olmadığı bir zamanda dünyaya geldim. Savaş başladığında Haifa ve Jaffa’daki evlerinden kovulmuş mültecilerin güvenli bir yer bulabilmek umuduyla bize gelişlerine tanık oldum. İnsanların en basit alışkanlıklarının ve güvenli hayatlarının nasıl sistemli bir şekilde yok edildiğini gördüm. Büyüdüğümde doğum yerim İsrail devletinin bir parçası olmuştu. Orada ilişkiler oldukça açıktı: “Onlar” bizi istemiyorlardı, “biz” de onları! Nefret, milliyetçilik ve ayrımcılığın hüküm sürdüğü bu ortamda yetiştim ve özgürlük arzusu karakterimde büyük bir iz bıraktı. Hiç kimse ikinci sınıf insan olarak yaşamamalı; ben bunu yaşadım ve hissettim. Buna ar- 36 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 tık tahammül edemediğimde ise aileme doğup büyüdüğüm topraklardan gideceğimi söyledim. Zulme uğrayan bir halkın parçası olup işgalcilerle aynı ülkede yaşayan biri neler hisseder? Bu her şeyden önce insanın kişiliğini değiştirir. Ayrımcılıkla karşılaşan kişi, merkezinde insan hakları olan bir birlikte yaşama dair inancını kaybeder. Benim doğduğum topraklarda da böyle oldu. İngiliz sömürgeciler tarafından yapılan ayrımcılık daha sonra İsrailliler tarafından devam ettirildi. Bu durum Filistinlilerin kendilerini “daha az değerli” hissetmelerine neden oldu. Oysa bizlerin yeni bir kılıfa değil, aksine restore edebileceğimiz yeni bir iç dünyaya ihtiyacımız var. Azınlık-çoğunluk ilişkisine dönelim: “Azınlık psikolojisi” ibaresinden neyi anlamalıyız? Öncelikle anlamamız gereken sadece çoğunluğun azınlık üstünde etkisi olmadığı, aynı zamanda azınlığın da çoğunluğu etkileme potansiyelinin bulunduğu. Fakat bu ikisi arasında bir fark var: Çoğunluğun etkisi hissedilebilir bir oranda açıkça olurken azınlığın etkisi yavaş yavaş ve dikkat çekmeden ilerler. Öte yandan “azınlık-çoğunluk” düşüncesi zamanla giderek azalacaktır. Bu ikisi birleşip kaynaşacak, bu birleşmeden ortaya kreatif bir şey çıkacaktır. Farklı ve yabancı olan unsurlar zamanla yeni ve güzel bir kokuya bürünür ve toplumda yer edinirler. Medyada Müslüman gençlerin “suça meyilli ve tehlikeli” olarak gösterilmesi onları nasıl etkiliyor? Çoğunluk toplumu belli yansıma alanlarına ihtiyaç duyar; bu sosyal psikolojinin yüz yıllardır bildiği bir gerçek. Çoğunluk toplumu kendisine dair kötü resimleri ve fiilleri bertaraf edebilmek ve bunları “başkası”na aktarabilmek için bir kurban arar. İslam’a karşı duyulan güvensizlik de bu anlamda yeni değil. Çoğunluk toplumunun bu refleksine karşı bizler çocuklarımızı sağlıklı bir öz bilinç ile eğitmeliyiz. Peki, ırkçılık tecrübesi insan psikolojisini nasıl etkiler? Karşısındakini aşağılayan, aslında kendisini aşağılamaktadır. Irkçılık da benzeri bir cehaletle bağlantılı. Irkçılar aşırı aşağılık duygularına sahipler. Öte yandan ayrımcılık ya da ırkçılık tecrübesi buna maruz kalan insanda korku ve geri çekilmeye sebep olur. Sonuçta güvensizlik, kendisini soyutlama ve agresyon ortaya çıkar. çoğunun tek ve son tesellisi dinleri ve Allah’a olan inançları. Geçenlerde Lampedusa’da eşini ve üç çocuğunu kaybeden bir kadınla görüştüm. Onların boğulmalarını seyretmek zorunda kalmış. Bu kadın her şeyini yitirdikten sonra hayatın anlamını sorguluyordu. Ayrıca istismar edilen ve tecavüze uğrayan kadınların hikâyeleri de üzücü bir şekilde artıyor. İbrahim Yavuz sordu. Çoğunluk toplumu kendisine dair kötü resimleri bertaraf edebilmek ve bunları başkasına aktarabilmek için bir kurban arar. Avrupa’daki mültecilerin şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanlar ölümden ve katliamlardan korkarak sadece canlarını kurtarmak için vatanlarını terk ediyorlar. Güncel mülteci akınını tartışırken bu durumu genelde göz ardı ediyor, insanlar hakkında tartışmak yerine rakamlar hakkında tartışıyoruz. Lübnan, Ürdün ya da Türkiye’nin bütün Avrupa’dan daha çok mülteci aldığı bu tartışmada dile getirilmiyor bile. Oysa bir insanın yaşamaya, bağımsızlığa, özgürlüğe ve insan onuruna dair hakları kimse tarafından gasp edilemez ve bu haklar tartışma konusu da yapılmamalıdır. Birçok mülteci muayenehanenize geliyor. Genelde hangi şikâyetleri gözlemliyorsunuz? Kimse vatanını güle oynaya terk etmez. Zira vatan ruhun bir parçası, bize değer veren ve bize sevebileceğimiz bir şeyin olduğunu gösteren bir unsurdur. Birçok mülteci için de vatanlarında yaşadıklarını ya da oradan kaçarken tanık olduklarını atlatabilmek kolay değil. Birçoğu travmatize olmuş ve günlük hayatlarını tek başına idame ettiremeyecek durumda. Korkuları, depresyonları ve psikosomatik şikâyetleri var. Birk a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 37 Dosya Azınlığın Etki Potansiyeli ve Sivil İtaatsizlik Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çoğunluk toplumu karşında kendi talep ve arzularının “azınlık” durumunda kalmaması için neler yapabilirler? Değerleriyle çelişen kanun, yönetmelik ve olası yanlış uygulamalar karşısında etki güçlerini nasıl artırabilirler? Bu sorulara cevaplar arasında “sivil itaatsizlik” kavramı ve bireysel direniş önemli bir yer tutuyor. Mevlüt Uyanık* Avrupa’daki Müslümanlar kendilerini “azınlık” olarak görmek yerine toplumun asli unsurlarından biri olarak görülmeyi temin için sivil örgütlenmelere gitmektedirler. Müslüman cemaatin hâlâ “azınlık” olarak görülüp ötelenmesi durumunda ise Müslümanların otoriteye/ çoğunluğa karşı sivil ve eleştirel bir bilinç elde edebilmelerinin imkânını araştırmak ve tarihsel temellere gönderme yaparak örgütlü ve sivil direniş kodları bulmak gerekir. Müslümanlar iktidardan gelecek temel ilke ve değerlerine yönelik olası bir yanlış uygulamada grup/cemaat merkezli örgütlerle direnebilirler. Peki, grup/cemaat merkezli bu sivil örgütlenmelerle yapılan mücadelelerin, kanun ve yönetmeliklerle (hukuksuz) uygulamalara karşı direnişlerde başarı oranı nedir? Burada istenilen hedefe 38 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 ulaşılmadığı, yani yasal yollar tükendiği zaman ne yapılabilir? Bu gibi durumlarda Müslümanlar “sivil itaatsizlik” ile yani şiddete başvurmadan, üçüncü şahısların haklarını ihlal etmeden, kamuoyuna açık ve hesabı verilebilir eylemlerle direnebilirler. Bireysel hak ve özgürlük merkezli bir direniş olduğundan dolayı grup ve cemaat zihniyetini de aşarak temel ilkeler adına yaşadıkları ülkelerdeki “değerlerin çoğulculuğu”na katkı sağlayabilirler. Böylece Müslümanlar dünyanın her yerinde göç ettikleri toprakları nasıl bir inanç ve ruhla “yurt”laştırdıklarını, oraya nasıl bir “aidiyet” duygusu beslediklerini de gösterebilirler. Ülkelerinde azınlık olarak görülmek yerine toplumun asli unsurlarından biri olarak değerlendirilmeleri imkânı bu şekilde sağlanabilir. Kamu Yönetimi ve Sivil Toplum Demokratik yönetimlerde iktidar, çeşitli grup ve kurumlar arasında dağılmış olarak bulunur. Siyasi otorite karşısında bireylerin özgürlüğünün güvence altına alınması için başka bir alan gerekir. Sivil toplum, devletin müdahaleci olmayan koruması altında özgürce gelişen alana denir. Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin sağlanması ve birinin diğerine feda edilmeksizin var olması yönetim ve sivil toplum ilişkisinin tutarlılığına bağlıdır. Liberal demokrasilerde iktidar ve/veya muhalefeti oluşturan birimlerin temel amacı, ülkelerindeki dinî/ırki/ kültürel farklılıkların değer çoğulculuğu içinde yaşayabilecekleri bir aidiyeti temin edecek politikalar üretmektir. Bu aidiyetin temel dinamiklerine yönelik muhtemel bir kırılmanın ortaya çıkaracağı bireysel ve toplumsal sorunların ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerini en aza indirgemek ve çözüme kavuşturmak için sivil itaatsizlik etkili olabilir. Bunun olabilmesi de alt dinî grup ve cemaatlerin, birer sivil toplum kuruluşu şeklinde örgütlenmesi ve cemiyet hâline gelerek iktidar-halk arasındaki ilişkilerin düzenlemesinde etkin olmasıyla mümkün olacaktır. Burada kastedilen Avrupa’daki “Müslüman cemaat” örneğinde “dinî cemaat statüsü” şeklinde tezahür eden hukuki kavram değildir. Kaldı ki bu yazının hedefi, bu terimin de zorunlu olarak “azınlık” kavramını içerdiğine işaret ederek, hak taleplerinin kolektif değil, bireysel hak ve özgürlükler bağlamında olması gerekliliğidir. Çünkü Müslümanların göç ettikleri ve artık yerleşik hâle geldikleri toprakları yurt edinmeleri, onları olası bir çatışma için “gerekli bir öteki” konumuna düşerecek grup/kolektif haklar bağlamında mücadele etmek yerine bireysel hak ve özgürlükleri temel alarak direniş kültürü oluşturmalarından geçmektedir. Mescitlerin bile ayrı olduğu, farklı dinî tasavvurların ve yaşam biçimlerinin her birinin “hakikatin biricik temsilcisi” olarak sunulduğu alt cemaat/grup yapılanmaları, Müslüman cemaate yönelik hak ve hukuk taleplerinde hukukun gerektirdiği “sivillik” içinde ne kadar etkin olabilir? Çözüm herkesin kendi mezhebi/tarikatı/ cemaati, yani kolektif bağlamında yeterli görülürse, diğer alt grupların durumu ne olacaktır? Burada vurgulanması gereken şudur: Avrupa ülkelerinde Müslümanlara yönelik şiddetin artması ve İslam düşmanlığının güçlenmesini sadece “kolektif haklar” bağlamında ele almak Müslümanları “gerekli bir öteki” ve “azınlık” konumuna düşürür. Bunun yanında “bireysel hak ve özgürlükler” merkezli bir direniş kültürü oluşturmak gerekir ki, burada anahtar kavram sivil itaatsizliktir. Sivil itaatsizlik, üçüncü şahısların belirli zümrelerin hakkını çiğnememelerinin yollarını araştırır, bunun için muhtelif eylemler hazırlar. Böylece hem devletin kolayca tahrip edemeyeceği bir kamu alanının varlığı devam ettirilir; hem de toplumun hiçbir kesimi diğeri üzerinde demokrasi aracılığıyla da olsa tahakküm tesis edemez. Niçin Sivil İtaatsizlik? Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve muhalefetin örgütlenmesine ideolojik çoğulculuk adı altında müsaade edilmesi demokrasinin temel özelliğidir. Muhalefet, örgütlü veya örgütsüz çeşitli gruplar, topluluklar veya bireyler tarafından yasal, bazen de yasal olmayan yollarla yapılabilir. Siyasal ya da sosyo-ekonomik yapıya yönelik radikal veya kısmi reformlar şeklinde taleplerde bulunulabilir. Bu bağlamda muhalefet (parti, sendika, STK) bazı somut ideolojik amaçları veya manevi değerleri gerçekleştirmek için özellikle siyasal iktidarı etkilemeye yönelik faaliyetler sergileyebilir. Eğer daha demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir siyasal hayat arzu ediyor, temel insan hakları ve özgürlüklerini içeren pozitif hukuk Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin sağlanması yönetim ve sivil toplum ilişkisinin tutarlılığına bağlıdır. k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 39 Dosya uygulamalarının ortaya konmasını istiyorsak, hukuk devleti idesiyle çelişen durumlarda kamu düzeninin bozulmaması ve hizmetlerin aksamaması şeklinde bir kaygımız varsa, yaşanan (hukuki) kırılmaların tashihi için şiddetsiz, aleni ve kamuya açık, barışçıl bir eylem tarzı olarak sivil itaatsizlik öncelenebilir. Pasif muhalefet ya da sivil itaatsizlik; “içinde yaşanılan sistemi meşru kabul etmekle beraber yapılan haksız ve adaletsiz uygulamalara karşı yasal imkânların tükendiği noktada şiddete başvurmadan vicdani bir şekilde ortaya konulan, yani siyasi ve ahlâkî motivasyonu olan; bununla birlikte sistemin yasalarına aykırı ve düşünülerek bir plan dâhilinde gerçekleştirilen hareket” şeklinde tanımlanabilir. Sivil itaatsizlik, sistemin bütününe değil; bireysel haksızlıklara karşı çıkış demektir. Kötülüğü karşı bir kötülükle ve şiddet kullanarak değiştirmeyi ret unsuru, aynı zamanda pasif muhalefeti, “isyan”, “direniş”, “devrim”, “ihtilal”, “başkaldırı” gibi hareketlerden farklı kılar. Bu nedenle hak ve hürriyetlerin korunmasında ve kazanılmasında oldukça etkili olarak kullanılmakla beraber, uygulanması hiç de kolay olmayan; aksine son derece çetin bir yoldur. Zira baskı ve şiddet karşısında barışçı direniş, şiddete şiddetle karşı koymaktan çok daha fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık, moral ve güç ister. Bu anlamda yeni bir hukuk ve devlet düzeni tipinde çağdaş bir tavır olarak ortaya çıkan sivil itaatsizlik, içinde gerçekleştiği uygarlığın, kültürün, temel insan haklarının ve hukukun koruyucusu ve savunucusudur. Yönetimin/iktidarın “doğru” tasavvuruna, iki temel öncül ile sivil direniş gösterilir: “Bir kişiye yapılan haksızlık bütün insanlığa karşı yapılmıştır.” “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma!” İslam siyasi tarihine baktığımızda, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” ilkesini şiar edinen Hasan el-Basrî ve Ebu Hanife’nin direniş kodlarının bu tarz bir muhalefetten oluştuğunu görebiliriz. Hasan el-Basrî, “irade hürriyeti” anlayışıyla mevcut siyasal yapının yanlış uygulamalarına karşı bireysel ve olumlu muhalefetin temellerini ortaya koymuş, fikrî ve siyasi bağımsızlığını koruyarak mevcut Emevi devletinin icraatlarını halka benimsetmek için dayattığı cebr öğretisini reddet- 40 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 miş, Haricilerin tekfir ideolojisini benimsememiş, imamet mitolojisinde yok olmuş Rafizileri eleştirmiş, tarih yapıcı, sivil/bireysel ve barışçıl bir muhalefet anlayışı geliştirmiştir. Ebu Hanife ise devlet görevlilerinin eylem ve işlemlerinden sorumlu tutulması, bireylerin devlet gücüne karşı korunması hususları üzerinde önemle durmuş, dinî/fıtri yapıya ve hukuka aykırı bir düzenlemeye rıza göstermemiş ve devlet başkanının yaptırımına meşruiyet sağlayacak hiçbir davranış içinde bulunmamıştır. Bu âlimlerimiz insanın zulüm ve baskıya karşı şiddete başvurmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Sivil İtaatsiz Duruş ve Avrupa’daki Müslümanların Çıkmazı Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da grup ve cemaat yapılarının etkinliğini sürdürdüğü malumdur. Oysa liberal demokrasilerde anayasa ile güvence altına alınan temel haklar birey merkezlidir. Burada yaşanılan kırılmalarda da mücadelenin kolektif hak talebi şeklinde olması iki açıdan sorun çıkarabilir. İlkinde cemaat ve/ya grup içi baskılar artarak, bu durum yeni mekânın yurtlaştırılmasına ve yeni aidiyetin oluşmasına engel olabilir. İkincisi buna bağlı olarak iktidar, “Avrupalılık” kimliğinin oluşmasına bir tehdit olarak görerek, bu cemaat ve gruplara yönelik baskısını artırabilir, etkilerini azaltmak için onları birbirine düşürecek politikalar geliştirebilir. Baskı ve şiddet karşısında barışçı direniş, şiddete şiddetle karşı koymaktan çok daha fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık, moral ve güç ister. Kolektif haklar, nitelikleri gereği bireysel hak ve tercihleri kısıtlayıcı bir potansiyel taşırlar. Çünkü farklılık ve bireysellikler değil; onlara rağmen var kılınan etnik, dinî ve kültürel kimliklerin baskınlığı öne çıkar. Alt gruplar/cemaatler, temsil ettikleri hayat tarzlarıyla birlikte diğerleri için anlamlı ve öğretici deneyimler içerebilir; ama grup veya cemaatlerin mensuplarının bireysel tercihlerini bastırmaları da mümkündür. Bu da totaliter kimliklerin inşası demek olup, siyaset zemininde gruplar arası çatışmaları tetikleyebilir. Ayrıca liberal/bireyci, çok kültürlü/ çoğulcu toplum yapısının cemaat çoğulculuğuna dönüşme ihtimali de ortaya çıkar. Durum böyle olunca, bireylere cemaat/grup içi baskıların yanında siyasal gücün cemaatlere baskı ihtimali de belirir. Ya da doğrudan iktidar, cemaat ve grupları kolektif haklar bağlamında birbirine çatıştırarak etki oranlarını azaltma politikası güdebilir. Bu çatışmalarla Müslümanların kendi aralarında politik ve inanç bölünmüşlüğü artınca bireysel hak ve özgürlük taleplerinin karşılanması zorlaşacaktır. Azınlık statüsü ve karşılanmayan bireysel hak ve talepler Müslümanlarda bir bilinç kaybına ve içinde yetiştikleri ortama yabancılaşmalarına neden olabilecektir. Oysa bilinçlilik durumu ve düşünmek, aslında daha çok toprakla yurtluk özdeşliğini kurmaktır. Bu özdeşlik ise devlete ve topluma içkinlik düzlemi sergilemeyi, yani bir aidiyeti gerektirir. O hâlde kişiliğimizi ve kimliğimizi şekillendiren değerlerimizi yeniden ele almalı ve güncel değerler karşısında bunları yeniden yorumlamalıyız. Bu değerlere yönelik haksız bir uygulamada sivil toplum kuruluşları bazında bireysel hak ve özgürlükler için yasal yollardan direniş gösterilebilir. Bunun da etkili olmaması hâlinde kamuya açık, hesap verilebilir ve şiddetsiz direniş tarzları olan sivil itaatsizlik eylemleriyle üst bir duruş sergilemek çözüm üretebilir. Bu yeni bilinçlilik Avrupa toplumlarında Müslümanların bireysel hak ve özgürlükler bağlamında mücadelesinin aşamalarını göstermesi ve azınlık olmadıklarını, mevcut yapının ana unsurlarından biri olduklarını göstermesi açısından önemlidir. *Prof. Dr. Mevlüt Uyanık Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 41 Dosya “Hepsi Yanılıyor Olamaz” Mı? Çoğunluk ile azınlık arasındaki etkileşimin yönü hep azınlıkların aleyhine midir? Aynı fikre sahip bir kalabalık karşısında fikirlerimizi neden değiştirme ihtiyacı hissederiz? Toplum tarafından kabullenilmek uğruna aslında benimsemediğimiz kanaatleri neden benimser gibi görünürüz? Bu ve benzeri sorular, Avrupa’daki Müslümanlar tarafından da cevap verilmesi gereken sorular arasında. Meltem Kural* “Sosyal etki”, “çoğunluk ve azınlığın karşılıklı etkisi”, “sosyal dönüşüm” gibi konular uzun senelerdir sosyal psikolojinin alanında yer alıyor. ABD’li psikolog ve sosyal psikolojinin öncülerinden Solomon Asch’ın çoğunluğun azınlık üzerindeki etkisini ortaya koyan meşhur deneyi, bu alanda yapılmış en önemli çalışmalardan biri. 1951’de yapılan deneyde bir psikoloji deneyine katılmak üzere bir grup genç bir masanın etrafında toplanmıştır. Katılımcılardan sadece biri gerçekten denektir ve bundan haberi yoktur. Diğer katılımcılar ise Asch tarafından belirlenmiş ve ne cevap vermeleri gerektiği önceden kendilerine tembih edilmiştir. Katılımcılara görsel değerlendirme testine tabi tutulacakları söylenerek önlerine bir çift kart konur. Kartların birinin üzerinde tek bir dikey çizgi vardır. Diğer kartta ise farklı uzunluklarda üç dikey çizgi bulunmaktadır. Katılımcılardan ikinci kartta resmedilen çizgilerden hangisinin boyut olarak birinci karttaki çizgiye benzediği sorulur ve hepsinin yüksek sesle cevap vermeleri istenir. Aynı tarz sorular farklı kartlarla 18 kez tek- 42 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 rarlanır. Gerçek denek, grup içerisinde en sona oturtularak kendisinden önceki cevaplardan ne derece etkileneceği ölçülmek istenmektedir. Deneyi yapan profesör tarafından ayarlanan katılımcılar ilk sorularda doğru cevabı verirken daha sonraki sorularda yanlış olan cevabı tekrarlarlar. Herkesin aynı cevabı verdiğini gören ve en son kendisine sıra gelen gerçek denek ise tereddütlü bir ifade ile grubun verdiği yanlış cevabı tekrarlar. Deneye katılan deneklerden üçte biri çoğunluğun verdiği yanlış cevaplara katılır. Asch bu sonuçlarla toplumda mantıklı genç insanların çoğunluğa tabi olma eğilimlerinin ne derece yüksek ve rahatsız edici boyutta olduğunu ortaya koyar. Deney sonrası kendileriyle verdikleri cevap hakkında konuşulan deneklerin pek çoğu sadece diğerleri tarafından dalga geçilmemek veya tuhaf karşılanmamak için bile bile yanlış cevabı tekrarladıklarını söylerken, küçük bir kısmı ise çoğunluğun verdiği cevabın doğru olduğuna inandıkları için o cevabı tekrarladıklarını belirtmiştir. Asch deneyinde gerçek denekten, cevaplarını diğerleri gibi yüksek sesle Flickr.com/SnoRkel © vermek yerine kendisine verilen kağıda yazması istendiğinde çoğunluğa tabi olma eğiliminin 3’te 2 oranında azaldığı gözlemlenmiştir. Deney kişinin “dışlanmamak” adına gruba uyum sağladığını, bariz olarak yanlış olduğunu düşündüğü durumlarda bile çoğunluğun görüşlerini benimseyebildiğini ortaya koyması açısından ilginçtir. İnsanlardaki uyum eğilimine neden olarak iki gerekçe gösterilmektedir. Bunlardan biri normatif sosyal etki (İng. “normative social influence”) diğeri ise bilgisel sosyal etkidir (İng. “informative social influence”). Birincisi sadece grup tarafından kabullenilme isteğiyle gerçekleşirken (“Gruptan dışlanmamalıyım.”), ikincisi ise diğerlerinin kendisinden daha bilgili olduğu kanısından kaynaklanan bir uyumdur (“Herkes yanlış biliyor olamaz.”). Öte yandan uyumla alakalı pek çok deney, azınlığın çoğunluğa tabi oluşunu mercek altına alsa da Rumen asıllı Fransız sosyal psikolog Serge Moscovici azınlığın da çoğunluk üzerinde bir etkisinin söz konusu olduğunu savunur. Moscovici bu noktada uyum ve tabi olma (İng. “compliance”) ile dönüşüm/dönüştürme (İng. “conversion”) arasında bir ayrım yapar. Moscovici’ye göre Asch’in deneyinde olduğu gibi çoğunluğun cevabına uyan katılımcılar aslında içlerinden bunu reddetmektedir. Yani aslında azınlık o fikri benimsememiş, sadece sivrilmemek ve dışlanmamak adına fikri benimser gibi görünmüştür. Dönüşüm ise azınlığın çoğunluğu etkilediği durumlarda gerçekleşir. Bu durum çoğunluğun azınlığın fikirlerinin doğru olduğuna ikna edilmesi ile başlar. Bunun gerçekleşebilmesi için azınlığın savunduğu fikir ve sergilediği davranışta istikrar ve tutarlılık göstermesi önemlidir. Bu tutarlılık esnasında ortaya konulan orijinal argümanlar ve belli bir fikirde sebat etmek çoğunluğu etkiler. Moscovici’ye göre çoğunluk etkisi, azınlık üzerinde yasal veya toplumsal bir baskı söz konusu olabildiğinden daha çok normatif sosyal etkiyle gerçekleşirken, azınlık etkisi ise böyle Dönüşüm azınlığın çoğunluğu etkilediği durumlarda gerçekleşir. Bu durum çoğunluğun azınlığın fikirlerinin doğru olduğuna ikna edilmesi ile başlar. bir baskının söz konusu olmaması nedeniyle büyük toplumsal dönüşümlerin öncüsü olabilir. Bunun en somut örneklerinden biri 20. yüzyılın başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de ortaya çıkan ve “Süfrajet Hareketi” olarak tarihe geçen kadın hareketleridir. Kısmen küçük bir grup orta sınıf kadın hakları savunucusunun kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması için başlattığı ve zamanla etkisini genişleten bu hareketin talepleri hem söz konusu kadınların açlık grevi ve benzeri eylemlerinde gösterdikleri devamlılık hem de savundukları şeyde gösterilen tutarlılık nedeniyle zamanla çoğunluk tarafından da kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu örnek, “doğru” ya da “yanlış”, “iyi” ya da “kötü”, “gerekli” ya da “gerekli değil” olarak çoğunluk tarafından benimsenen normlardaki değişikliklerin azınlıklar tarafından değiştirilebileceğinin örneklerinden birisidir. Avrupa’da nüfus ve nüfuz olarak çok da etkin bir konumda olmayan ve helal kesim, erkek çocuklarının sünneti, karma yüzme dersleri, başörtüsü sorunları gibi sıkıntılarla sıkça yüz yüze kalan Müslüman azınlıkların bu taleplerini benimsetebilmesi sorunsalı, sosyal psikolojinin bu heyecan verici deneyleri ışığında yeniden okunabilir. * Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) yüksek lisans eğitimini tamamlayan Meltem Kural, Perspektif dergisi yayın kurulunda yer almaktadır. k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 43 Dosya/Söyleşi “Mühtedi Olmak, Sizi Güçlü Olmak Zorunda Bırakıyor.” Gernot Galib Stanfel, Avusturya’nın Pressbaum kentinde yaşıyor ve 20 seneden fazla bir süredir müzikle uğraşıyor. Eski doğu müziğiyle müzik terapisi ve farklı atölye çalışmaları yapan, sonradan Müslüman olmuş Stanfel ile azınlık içinde azınlık olmayı konuştuk. Avusturya’da azınlık olan bir dinin üyesi olarak günlük hayatta hangi tecrübeleri yaşıyorsunuz? Bana kalırsa Avusturya toplumunda “dindar olmak” başlı başına azınlık olmak anlamına geliyor. Devletin yapısı dine göre değil, laik ve seküler bir anlayış çerçevesinde oluşturulmuş durumda. Din daha ziyade özel alana ait, sadece orayı düzenleyen bir şey olarak görülüyor. Bu durumda insanın kendi kararlarını dinî inancına dayanarak aldığını söylemesi bile başlı başına bir azınlık olmaya yetiyor Avusturya’da. Bence bizim ülkemizde en bariz zıtlık her türden inançlılarla inançsızlar arasında gerçekleşiyor. Bir de buna benim Müslüman olmamla “azınlık içinde azınlık” olmam gerçeği ekleniyor; zira inançlılar arasında Müslümanlar da farklı bir azınlığı oluşturuyorlar. Genelde insanların kararlarına baktığımızda dinî inançlardansa diğer nedenlerin daha baskın bir rol oynadığını görüyoruz. Çevre, insanların kendi kararlarını dinî inançlarına dayanarak 44 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 almasını anlayamıyor. Örneğin dışarı çıktığımda benim Avusturyalı çevremde cinsellik konusunda benimle diğerlerinin davranışlarının arasında farklar olduğu, benim için evlilik dışı bir ilişkinin mümkün olmayacağı ortaya çıkıyor. Bu durumda sanki bu davranışınız modern değil ya da geri kafalı bir tavırmış gibi yapayalnız kalıveriyorsunuz. Biraz somutlaştıralım: Diyelim ki bir ortamda 8 kişi de bir rengin siyah olduğunu, 2 kişi ise beyaz olduğunu söylüyor. Ve söz konusu renk gerçekten de beyaz. Bu durumda insan ne yapar? Bu durumda insan ya da kişinin savunduğu fikir o ortamdan dışlanıyor. Bu tarz durumlarda insanın kendi fikrinde sebat edebilmesi için çok güçlü bir karaktere sahip olması gerek. Ben –her ne kadar bu kavramı sevmesem debir “mühtedi” olarak “başka” bir şeye karar vermiş bir insanım, bu da verdiğiniz karar konusunda sizi güçlü olmak zorunda bırakıyor. Meslek hayatınızda azınlık-çoğunluk arasındaki “farklılıklar” nasıl kendisini gösteriyor? Meslek hayatında farklar çok da belli değil, çünkü iş arkadaşlarım örneğin benim dindar bir insan olduğumu biliyor. Bu durum da benim Caritas’ta verdiğim müzik terapilerinde sorun olmuyor, herkes bu durumu kabulleniyor. Dindar oluşum örneğin noel zamanlarında sorun olabiliyor. Arkadaşlarım ya da ailem beni noel için davet ettiklerinde elbette seviniyorum. Genelde alışıldığı üzere bir şişe şarap hediye verilirken benim için sorular başlıyor: Şarabı başkasına mı hediye etmeliyim? Edebilir miyim? Böylece ihtilaflar oluşuyor. 20’li yaşlarımdan da bir örnek verebilirim. Dışarıya Müslüman olduğumu ve İslam’da karar kıldığımı söylediğimde insanlarla ilişkilerimde bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. O zamana kadar bir genç olarak akşamları dışarı çıkar, Avusturya’da âdet olduğu üzere bir bardan diğerine giderdim. Daha sonra bu durum biraz daha zorlaştı, çünkü arkadaşlarımla birlikte gidiyor, fakat içki içmiyordum. Onlar da İslam’a karşı bir garezleri olduğu için değil, ama benimle bir şey yapamadıkları, daha önceki yaşamımızı idame ettiremedikleri ve ben bir kenarda portakal suyumla oturduğum için garip bir durum ortaya çıkıyordu. Peki, olumlu örnekler de var mı? Evet, örneğin oruç. Bazen oruçla ilgili anlayışsızlıkla karşılaştım, insanın yemekten feragat etmesinin anlamsız olduğu gibi ifadeleri dinledim. Ama oruç tutmanın aslında o kadar da zor olmadığını, o esnada oruçlu olduğumu söylediğimde, “Yani dayanabiliyorsunuz?” tepkisini alıyordum. Bu gibi durumlarda dinî nedenlerle bir günde bu kadar fazla bir disiplinin sergilenmesi bir hayranlık ve büyük oranda saygı oluşturuyor. Ölüm sonrası yaşam gibi temel inanç farklılıkları söz konusu olduğunda neler yapıyorsunuz? Şimdi burada farklı inançlardan insanlar arasındaki ilişkilere dair bir yaşam tavsiyesi veremem elbette. Fakat şunu söyleyebilirim: Bazı din kardeşlerimiz kendi kapılarının önünü hiç süpürmemelerine rağmen daima diğerleri için Bence bizim ülkemizde en bariz zıtlık her türden inançlılarla inançsızlar arasında gerçekleşiyor. neyin iyi olduğunu bildiklerini iddia ediyorlar. Ben insanın biraz daha münzevi olmasının, biraz daha arka planda kalmasının daha iyi olduğunu düşünüyorum. Hangi dinden olursa olsun birisinin gelip benim burnuma bir şeyler dayatması beni korkuturdu. Bizim toplumumuzda bunun bir karşılığı da yok. Kişi iç huzuru ve ruhsal tatmine ulaşmak için bunu kendi isteğiyle yapmalı. Bunun yerine insanı zorlamak, olumlu etkiden ziyade daha da sinir bozmaya neden oluyor. Genel olarak toplumumuzda Müslümanların örneğin domuz eti yememesi gibi temel bilgilerin eksik olduğunu görüyorum. Bence insanın diğer inançlara dair temel bir bilgisi ve dinler arasındaki farklara dair az da olsa fikri olmalı. Bu bence dindarlararası iletişimden daha ziyade eğitimin bir sorunu. Bu genel kültür eksikliği de iletişim sorunlarına neden oluyor. Azınlık-çoğunluk ilişkileri “kimlik”leri de yakından etkiliyor. Siz gençlerin “kimlik” konusundaki gelişimini nasıl gözlemliyorsunuz? Avusturya’da bu konuya dair pozitif bir yaklaşımın eksikliğini duyuyorum. Örneğin çok dilliliğin büyük bir potansiyel olduğunu ve olumlu gözlemlendiğini göremiyoruz. Herkesin Almanca konuşması gerektiğine dair talep abartılı bir şekilde dile getiriliyor. Elbette ben de herkesin Almanca konuşabilmesini isterim. Örneğin Müslüman öncülerimize ve onların dil yetkinliklerine baktığımda tatsız bir hisse kapılıyorum. Fakat öte yandan Avusturya’daki 400.000 Müslüman’ın çok büyük bir kısmının çift dilli olduğunu ve bunun müthiş bir potansiyel anlamına geldiğini görmek gerekiyor. Modern zamanlarda “insan”dan ziyade “insan sermayesi”nden bahsediyorsak eğer, dilin de büyük bir sermaye olduğunu anlamamız gerek. “İyi” ve “kötü” diller var mı sizce? Kesinlikle var. Çok dilliliğin olumlu yanları özellikle Müslümanlarda göz ardı ediliyor ve k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 45 Dosya/Söyleşi bu çok anlamsız. Oysa en basitinden sadece ekonomik açıdan bakıldığında bile Türkiye’nin büyük bir ekonomiye sahip olması bu bakış açısını değiştirmeli. Kendinizi bir “azınlık üyesi” olarak nasıl hissediyorsunuz? “Çok kimliklilik” konseptini benim için oldukça uygun buluyorum. Müzisyenim, Müslüman’ım, Pressbaum’luyum… Bu farklı düzlemler üzerinden insan farklı gruplara aidiyet besliyor ve bu grupların üye sayısı bazen büyük bazen küçük olabiliyor. Burada ulus aidiyeti biraz daha ikinci planda kalıyor. Öte yandan Avrupa’da ortaya çıkan ve Avrupa’ya büyük zararlar veren ulusçuluğun büyük ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Bugünkü gelişmeleri izlediğimizde milliyetçi hareketler daha çok geçmişe öykünen, marjinal protesto hareketleri olarak göze batıyor. Günümüzde bazı güçlerin dini bölgeselleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Bugün Müslümanların “geldikleri yere geri dönmeleri”, Hristiyanların da Batı’da kalmaları gerektiğine dair sesleri yeniden duymaya başladık. Bunlar aslında az ya da çok 46 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 tedavülden kalkmış düşüncelerdi. Bununla birlikte mültecilerin Balkanlar üzerinden kullandıkları rota ile Osmanlıların Viyana’yı fethetmeye gelirken kullandığı rotanın aynı olmasını ilginç buluyorum. Bu sayede eski şablonlar –belki de bilinçsizce- yeniden güncel hâle getiriliyor, insanlar korku ve endişeye kapılıyorlar. Azınlık-çoğunluk arasındaki fikir farklılıklarını aşabilmek için kişinin kendi inancını daha açık bir şekilde ortaya koyması hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben insanların örneğin göstere göstere namaz kılması taraftarı değilim. Açıkça söylemek gerekirse bu tarz şeyler hoşuma gitmiyor, zira bu ilk etapta benimle Allah arasında. Bu gösterişsel dindarlığın beraberinde getirdiği baskının çok fazla işe yaramadığını düşünüyorum. Baskı, karşı baskı oluşturur. Temiz, namazın asaletine uygun ve estetik duygularımızın da eşlik edebileceği bir mekânda namaz kılınır, ama daha fazlası aranmamalı bence. İbrahim Yavuz sordu. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 47 Dosya Dünya Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık: Myanmar 48 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Flickr.com/Rajesh_India © Myanmar’da azınlıklara yönelik uygulanan ve radikal yasalarla desteklenen politika Budist olmayanların, özellikle Rohingya olarak bilinen Müslüman azınlığın hayatını zorlaştırmaya devam ediyor. 8 Kasım seçimleri de Rohingyalar açısından umut vadetmiyor. Cennet YIlmaz* k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 49 Dünya Rohingyalara yönelik “sessiz soykırım”ın bir ayağı da bu senenin Ağustos ayında kendisini gösterdi: Irkçı Myanmar Vatanseverler Birliği (kısa adıyla Ma Ba Tha) rahiplerinin desteklediği yasalar Devlet Başkanı Thein Sein liderliğinde onaylandı. Müslüman azınlığa yönelik ırkçı tutumuyla bilinen Budist Ma Ba Tha rahipleri tarafından meclise sunulan ve kabul edilen dört maddelik yasa “Irk ve Din Yasaları” olarak biliniyor. Ülke dinini ve ırkını koruma adına oluşturulduğu savunulan yasa farklı dinden insanlar arasındaki evlilikleri ve Budist olmayanların çocuk sahibi olmalarını sınırlıyor. Getirilen kısıtlamalarda Budist olmayan erkeklerin Budist kadınlarla evlenmelerinin yetkili makamlarca kontrol edilmesi, yine Budist olmayan erkeklerin Budist eşlerini din değiştirmeye zorlamaları durumunda 2 yıla kadar hapse mahkûm edilmeleri ve para cezasına çarptırılmaları öngörülüyor. Çocuk sahibi olma yönünde getirilen sınırlamada ise Budist olmayan kadınların doğum yaptıktan sonra 3 yıl beklemeleri zorunlu hâle getiriliyor. Açık bir ırkçılığı, ayrımcılığı ve din düşmanlığını tetikleyen bu yasalar insan hakları örgütleri, dinî ve siyasi liderler tarafından eleştirilmelerinin yanı sıra uluslararası basında da yer aldı. Myanmar Katolik Başpiskoposu Charles Maung Bo parlamentoda kabul edilen tasarıyı azınlıklara yönelik bir nefretin sonucu ve zehirlenen demokrasinin yansıması olarak adlandırdı. İnsan Hakları İzleme Örgütü ise Myanmar’da “din ve ırkı korumak adına” onaylanan tasarının başta Rohingyaları hedef aldığını ve bu yasaların ileride endişe verici neticeler doğuracağını işaret ediyor. Siyasi otoritenin Rohingya Müslümanlarına en temel insan haklarını geri vermesi yönünde çağrıda bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü Asya temsilcisi Brad Adams, Myanmar yönetiminin Rohingyaların temel haklarını sistematik olarak ihlal ettiğini belirtiyor. ABD Başkanı Barack Obama da Myanmar yönetiminin azınlık politikasına duyarsız kalmayıp insan hakları ihlali devam ettiği takdirde Myanmar rejimine yönelik baskılarını arttıracağını kaydederken, 2014 senesinin sonunda Birleşmiş Milletler Konseyi Myanmar yönetiminin ırkçı azınlık politikasını eleştirmiş ve azınlık haklarının geri verilmesi 50 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 yönünde benzer bir çağrıda bulunmuştu. Bu çağrılara rağmen geçtiğimiz yıllarda marjinal Budist çeteler tarafından Müslüman köylere saldırılar düzenlenmesi, Rohingyaların evlerinin ateşe verilmesi ve binlerce Müslüman’ın katledilmesiyle dünya gündemine düşen Myanmar rejimi bütün sahteliğiyle dünyaya gülümsemeye devam ediyor. Batılı siyasetçiler Myanmar’a resmî ziyaretlerinde ülkenin demokrasisini ve ekonomik piyasasındaki gelişimleri methedip ülkede azınlıklara uygulanan şiddet ve katliamlara sağır ve dilsiz kalırken, rejimin övgü toplayan demokrasisi farklı etnik ve dinî grupları sessizce yok etmeye devam ediyor. Bu gidişatla Myanmar Batı dünyasının “barış” ve “demokratik” gelişimlerine gıpta ettiği ve sadece Budistlerin yaşadığı, turizmin gözdesi bir ülke olacak. Günden güne sindirilen, göçe zorlanan ve katledilen Rohingyaları ise hatırlayan olmayacak. Oysa gerçekte Myanmar’da neredeyse milyonu aşan Müslüman nüfus sessizce ve yasalar aracılığıyla meşrulaştırılan bir soykırıma maruz. Myanmar’ın batısında yasa dışı sığınmacılar olarak kamplara yerleştirilen Rohingyalar yıllardır en temel haklarından mahrumlar. Bulundukları kamplarda şiddete maruz kalan, ne sağlık ne de çalışma ve eğitim hizmetlerinden yararlanabilen ve nesillerdir yaşadıkları Myanmar topraklarında vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar sonunda insan kaçakçılarıyla temas kurup farklı ülkelere göç ediyorlar. Çoğu Rohingya çevre ülkelere bırakılırken, birçoğu da açık denizlerde ölüme terk ediliyor. Nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ı Budist olan Myanmar’da nüfusun yüzde 4’ünü oluşturan Müslüman Rohingyalar ülkenin ulusal güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle açıkça yok edilmek isteniyor. Myanmar Parlamentosu’nda Rohingya meselesine değinilmediği gibi ne mevcut rejim, ne ana muhalefet partisi National League for Democracy (NLD), ne Myanmar’daki demokrasi yanlıları, ne de insan hakları savunucuları “Rohingya meselesi”ni çözecek siyasi iradeye sahip değil. Bilhassa 1991 Nobel ödülüne layık görülen NLD Genel Başkanı Aung San Suu Kyi, Rohingyalar’ın durumu karşısında sessiz. Ülkede demokrat ve barışçıl profiliyle rol model olan Suu Kyi, Rohingyalara yönelik ırkçı tutumun aktörlerinden biri; k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f NLD Genel Başkanı Aung San Suu Kyi 51 © *Bielefeld Üniversitesi’nde Sosyoloji eğitimini tamamlayan Yılmaz, sosyolojik teoriler ve toplum analizleri konularıyla ilgilenmektedir. Flickr.com/Northern Ireland Office sadece onun ırkçılığı mevcut rejim ve Ma Ba Tha örgütünün ırkçılığından biraz daha hafif. 8 Kasımda ülkede yapılacak Genel Seçimlerde vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar seçmen olamadıkları gibi, seçim öncesi Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden adaylıklar Myanmar Seçim Komisyonu yetkililerince reddedildi. Çoğunluğunu Müslüman üyelerin oluşturduğu Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden seçimlere katılmaya hazırlanan 18 üyeden 17’sinin adaylığının “vatandaş olmadıkları” gerekçesiyle kabul edilmediği açıklandı. Anayasaya göre seçimlere katılabilecek ve meclise girebilecek bir partinin en az 3 üyesinin aday gösterilmesi gerektiği için Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi de böylece seçim listelerinden elenmiş oldu. Oysa 2011 yılında askerî cunta ile başa getirilen Thein Sein’in Birlik, Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) özgür ve tarafsız bir seçim sözü vermesine rağmen, ordu ve Ma Ba Tha baskısının ağırlığı seçim öncesi verilen ani kararlar ve onaylanan yasalarda kendisini belli ediyor. İktidar partisi USDP üyesi Shwe Mann, ana muhalefet partisi NLD ile birlikte çalışabileceği ve gelecek dönemde Devlet Başkanı olabileceği yönündeki açıklamalarının ardından Genel Başkan Sein tarafından azledilmişti. Seçimlerde kimlerin devlet başkanlığına aday olacağı bilinmiyor. Ana muhalefet partisi NLD’nin iktidar olması durumunda Suu Kyi anayasal düzenlemeye göre akrabalarının yabancı uyruklu olması nedeniyle devlet başkanı olamayacak. USDP’deki görevinden azledilen Mann’ın NLD’ye katılıp devlet başkanı olması da olası. Bu karmaşık seçim sistemi hangi partinin zaferi ile sonuçlanırsa sonuçlansın Rohingyalara karşı beslenen ırkçı tutumun ve hak ihlallerinin süreceği kesin. Ülkede ordunun siyaseti ve ekonomiyi kontrol etmesi, Ma Ba Tha rahiplerinin din ve ırklarını “muhafaza etme” adına halk tarafından seçilmiş parlamentoya müdahil olmaları ve Myanmar rejiminin Müslümanlara karşı ayrıştırıcı, ırkçı ve soykırım yanlısı tutumu değişmediği sürece Rohingyaların hakları her hâlükârda ihlal edilmeye devam edecek. Dünya Söylemler ve Karşı Söylemler: Yemen’de Suud Müdahalesi Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel gelişmelerin gölgesinde kalırken ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor. İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın gelmeyeceğinin de bir göstergesi. MareIke Transfeld* 52 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Shutterstock.com/Dmitry Chulov © Suudi Arabistan’ın Yemen’de ciddi savaş suçları işlemekte olduğuna dair birçok medya kurumu ve gözlemci insan hakları organizasyonlarının iddiaları, krallığın Yemen’de aslında “meşruiyeti savunduğu” ve ülkeye istikrar getirdiği gibi düşünceleri mesnetsiz bırakıyor. Suudi Arabistan’ın Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’ne kabulü ve Hollanda tarafından gündeme getirilen Yemen’deki savaş suçlarının tarafsız şekilde araştırılması teklifini başarılı şekilde bloke etmesi, Suud Krallığının Yemen’deki askerî müdahalesinin uluslararası anlamda kabul gördüğünün de göstergesi. Nitekim Suud Krallığının Husi hareketini sürerek Yemen’deki İran nüfuzunu sınırlamaya çalışması ve Ekim 2014’ten itibaren bu bölgelerdeki kontrolü ele geçirmesi Batılı karar mercileri tarafından da biliniyordu. Bu bağlamda Suudi Arabistan bölgedeki istikrar için Batılı siyasetçiler tarafından önemli bir partner olarak görülüyor. Suud Krallığı’nın Yemen’deki meşru hükûmeti savunduğu argümanı Batı’nın da desteğiyle kabul gördü. Aynı söylem, Yemen’in Körfez İşbirliği Konseyince başlatılan ve BM’nin maddi destekte bulunduğu başarılı bir geçiş sürecinden geçtiği söyleminin uzantısıdır. Bu bakış açısına göre Husiler’in devlet kurumları ve bölgeleri üzerinde hâkimiyet sağlaması meşru hükûmete karşı bir darbe niteliğinde olup Yemen’in bölge için barışçıl bir model olarak yansıtıldığı bu geçiş sürecini sabote etmektedir. Yine bu mantığa göre Suudi askerî müdahalesinin amacı Husileri kendi bölgesel kalelerine geri püskürtmek, Sana’a’da bir geçiş hükûmetini göreve getirmek ve ideal olarak da geçiş sürecinde olumlu ilerlemeler kaydetmektir. Ne var ki bu söylemin yanında bir de Yemen’deki durumu anlatan farklı bir gerçeklik var. Yemen halkına göre ülkedeki sorunları çözmek için hayata geçirildiği iddia edilen geçiş süreci pek çok faktör nedeniyle başarısızlığa uğramaya zaten mahkûmk a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 53 Dünya du. Örneğin 2011’de sokaklara dökülüp, adam kayırmacılığını, fakirliği ve işsizliği protesto edenler toplumun büyük bir kısmını oluşturmasına rağmen sözü edilen anlaşma, yalnızca siyasi sistemin içerisinde yer alan ve Sana’a’daki rejimle bir şekilde bağlantısı olan siyasi partileri muhatap kabul etmekteydi. Ayrıca bu plan, Husiler ve ayrılıkçı güney hareketi Hirak gibi taban örgütlenmelerinin Aralık 2011’de kurulan geçiş hükûmetinin bir parçası olmasını engelliyordu. Bunun yerine kurulan hükûmet eski yönetim ve muhalefet partilerinden oluşmaktaydı. Bu da geçiş sürecinin yalnızca eski elit tabakayla sınırlı kalması anlamına geliyordu. İkinci olarak, eski başkan Ali Abdullah Salih ve adamlarına sağlanan dokunulmazlık, eski rejimden geri kalanların siyasette faal olmasına ve geçiş sürecinin baltalanmasına zemin hazırladı. Bu iki faktör de eski elit tabakasını güçlendirdi. Böylece yaygın yolsuzluk ve iltimas siyaseti gibi protestolara neden olan siyasi dinamikler değişmeden aynı kaldı. Bu da, Körfez İşbirliği Konseyi İnisiyatifinin yapıcı bir şekilde yürütülmesine engel teşkil eden elit ittifakları oluşturdu. Üçüncü olarak, Ulusal Diyalog Konferansı Yemen’deki iç çatışmaları çözemedi ve konferansta yürütülen mü- 54 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 zakerelerde somut bir ortak karara varılamadı. Bir yandan da geçici hükûmetin pasif kalmasıyla somut herhangi bir reform yapılmadı ve işsizlik oranı düşmedi. Sık elektrik kesintileri ve hızla yükselen petrol fiyatları halkın çektiği sıkıntılara yenilerini ekledi ve sonuç olarak da hem ekonomi hem de güvenlik şartları kötüleşti. Yemen halkının büyük çoğunluğu, artık inancını kaybettiği bu geçiş sürecinin sonuçlarını beklemek yerine halkın kendi gerçeklerine dayanan birçok taban hareketi oluşturdu. Husi hareketi, Ulusal Diyalog Konferansı’ndaki yapıcı tutumuna paralel olarak milisleriyle birlikte Saada’daki ana üslerinin de ötesine ilerleyerek daha fazla bölge üzerinde hâkimiyet kurdu. Ulusal Diyalog Konferansı’nın başarısızlığı ve hükûmetin giderek azalan meşruiyeti göze alındığında Husiler kuzey Yemen’de geniş halk desteğini kazandı; bununla birlikte barışçıl protestolar ve şiddetli saldırılardan oluşan stratejileriyle başkent Sana’a’nın kontrolünü ele geçirdiler. Husiler her ne kadar şiddet kullanmış olsalar da bu şiddeti devletin meşru güç kullanım tekelinin olmadığı bir zamanda kullandılar. Dahası bazı aşiretler ordudaki eski Başkan Ali Abdullah Salih taraftarlarıyla birlikte bu silahlı hareketi des- © Flickr.com/ Ibrahem Qasim tekledi; hareketin devletle yakın temasları oldu ve hatta kendilerini devletin bir parçası olarak görmeye başladılar. Bu bakış açısından bakıldığında Suudilerin askerî müdahalesi ülkedeki meşruiyetini çoktan kaybetmiş bir devlet başkanının çağrısıyla gerçekleşen ve ulusal egemenliğe yöneltilmiş bir saldırı olarak görülmektedir. Bununla birlikte Husiler’in merkez ve güney Yemen’de eski başkan Salih’in de desteğiyle şehirleri işgal ederek ilerlemesi ülkede istikrarı yeniden inşa etme çabası ve El Kaide’ye karşı verilen mücadelenin bir uzantısı olarak lanse edildi. Önceki yıllarda El Kaide, Hadramut ve Abyan gibi bazı güney bölgelerde kendi kalelerini oluşturmuştu. Fakat bu gelişmeler hakkında kullanılan söylem, güney Yemen’de mevcut olan hâkim inanışın tam tersini yansıtmaktadır. Zira Körfez İşbirliği Konseyi İnisiyatifi, ülkenin tek ve birlik içinde olması gerektiğini açıklamış, ayrılıkçı güney hareketi ise en başından beri geçiş sürecinde yer alma konusunda isteksiz olmuştur. Bu hareketin Ulusal Diyalog Konferansı’na katılması da sadece bir görüntüden ibarettir. Ulusal Diyalog Konferansı’nın, güneyi iki federal bölgeye bölme çözümü, hem ayrılıkçı hareket hem de güneylilerin çoğu tarafından reddedildi. Husi hareketine benzer olarak güneydeki Hirak ve diğer gruplar Ulusal Diyalog Konseyi’nin başarısızlığını önceden tahmin ederek konsey daha bitmeden kamuoyu yaratmayı başardılar. Yerel halk tarafından kuzeyli işgal rejimi olarak kabul edilen yönetimin temsilcilerini kovmak için pek çok güç kendilerine ait bir güney bölgesi oluşturmak için birlikte çalıştı. Bu bölgelerde eski başkan Salih’e sadık ordular tarafından desteklenen Husi saldırıları, kuzey hâkimiyetini tamamıyla yeniden inşa etme teşebbüsleri olarak görüldü. Mart 2015’te, Aden ile merkez ve güney Yemen’deki diğer şehirleri savunmaları için sivil halk silahlanmaya zorlandı; Suud askerî müdahalesi ise kuzeyli milislerin saldırılarının önlenmesinde tek yol kabul ediliyordu. Suud müdahalesine bu denli desteğe karşın Yemen’de Başkan Hadi’ye ya da BM tarafından desteklenen geçiş sürecine çok az destek bulunmaktadır. Siyasi elitler halk arasında güvenirliğini tamamen kaybetmiş; içlerinde farklı pek çok siyasi grup arasında köprü görevini üstlenebilecek ve sağlam bir diyalog sürecine öncülük edebilecek pek az potansiyel aday kalmıştır. Bir taraftan da, IŞİD ve El Kaide gibi aşırı gruplar bu müdahaleden en kârlı çıkan taraflar olmuştur. Bu gruplar daha geniş alanlarda kontrolü ele geçirmişler; Aden’de geçici hükûmete ve hükûmetin Körfez’deki destekçilerine saldırılar düzenlemişlerdir. Suud müdahalesinin başarılı olması ya da eski başkan Salih’in desteğindeki Husiler’in Suud saldırılarına karşı koymaları bir yana bırakıldığında devam etmekte olan savaşın, Yemen toplumunda hâlihazırda mevcut olan anlaşmazlıkları daha da derinleştirdiği görülüyor. Savaş, devletin alt yapısını ve ekonomisini tahrip etmekle kalmayıp geçmişte belli bir noktaya kadar birlikte yaşamayı başarmış halkın toplumsal dokusuna da zarar veriyor. Böylelikle istikrar getirmekten çok bu askerî müdahale güvenliğin ve ekonominin daha da kötüleşmesine sebep olup, reel bir siyasi diyaloğun mümkün olmadığı bir ortam yaratıyor. *Siyaset bilimci olan Transfeld’in uzmanlık alanları rejim meşruiyeti, otoriterizm ve Yemen’dir. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 55 Ümmet Mozaiği Sancılı Bir Coğrafya: © Flickr.com/dierk schaefe Filistin Kudüs, Kubbetü’s-Sahra Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi Rabia Şanlıalp Filistin, insanları dünyanın dört bir yanına dağılmış, kan ve gözyaşının bitmezmiş gibi algılandığı topraklar. Dünya gündemine sık aralıklarla tekrarlanan savaş, ayrımcı politikalar ve işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları daha 56 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 Flickr.com/dierk schaefe © Flickr.com/dierk schaefe © 2014 Lozan’da Filistin’le dayanışma gösterilerinden Flickr.com/dierk schaefe © Flickr.com/imke.stahlmann © Kudüs’ün doğusundaki Zeytin Dağı’ndaki mezarlar derinden bir incelemeyi hak ediyorlar. Filistin halkı ve bu coğrafyada cereyan edenler ancak bu tarz derinden bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek gibi gözüküyor. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 57 58 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 EG Shutterstock.com/OLEGOLEGOL Filistin yaklaşık üç çeyrek asırdır acı, kan ve gözyaşıyla hatırlanan sancılı bir coğrafya. 1948, hatta daha öncesine uzanan İsrail işgali altında hakları, toprakları ve özgürlükleri günbegün yağmalanan bir halk Filistin halkı. Sadece mallarına ve canlarına değil aynı zamanda, belki de daha çok, insanlık onurlarına ve manevi değerlerine kasteden bir rejimin daimi gölgesinde bütün anormalliklere rağmen normal bir hayat sürmeye çalışmanın adı Filistinli olmak. Her gün aile fertlerinden biri veya birkaçının ölüm haberini duyma endişesiyle yaşamak zorunda kalmanın, sabah terk ettiğin evine akşam dönememe ihtimaline kendini herhangi bir yerdekinden daha yakın hissettiğin topraklar Filistin toprakları... Filistin sadece toprak olarak değil yönetim olarak da bölünmüş bir kimliğe sahip. Bugün uluslararası düzeyde tanınan Mahmud Abbas başkanlığındaki Filistin Yönetimi, 1994’te İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (PLO) arasında gerçekleşen Oslo Barış Görüşmelerini müteakip kurulan Filistin Ulusal Yönetimi (PNA)’nin devamı niteliğinde. PNA Batı Şeria ile Gazze’yi kapsayan Filistin topraklarında özellikle dış işleri konusunda tamamen işgalci İsrail yönetimine bağlı özerk bir yönetim olarak kuruldu. Ancak 2006’daki seçimleri İslami Direniş Örgütü HAMAS’ın kazanmasıyla İsrail ve Batılı devletlerin seçim sonuçlarını tanımadıklarını açıklamaları ve akabinde yaşanan gelişmeler üzerine Filistin yönetimi ikiye bölündü. Bugün Gazze’de HAMAS ve Batı Şeria’da Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi FATAH idaresinde olmak üzere 2007’den bu yana Filistin toprak- © Ümmet Mozaiği nciler Beytüllahim sokaklarında dolaşan kız öğre Beytüllahim şehir merkezi larında iki ayrı yönetim bulunuyor. Can güvenliği sebebiyle anonim kalmak isteyen Filistinli bir aileyle konuşuyoruz. Ailenin annesi Nur, 48 yaşında, doğma büyüme Filistinli, ortaöğretimini bitirmiş. Liseyi bitiren eşi oturdukları şehirde elektrikçi olarak çalışıyor. 31 senelik evliliklerinden 5 çocuğa sahipler: En büyük oğulları 31 yaşında ve zihinsel engelli. Onun ardından biyoloji lisansını yapıp bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışan 25 yaşında evli bir kızları var. Ardından 21 yaşlarında ikiz evlatları geliyor. İkizlerden kız olan kimya, oğlan ise tıp eğitimi görüyor. Ailenin en küçük bireyi ise 11 yaşındaki kızları. Nur’un ailesi Kudüs’ün kuzeyinden 14, İsrail işgali altındaki Ramallah’tan ise 2 kilometre uzaklıktaki Kofor Akab adlı küçük bir kasabada ikamet ediyor. Aile geçimini büyük oranda emlakçılıktan kazanıyor. Fakat Filistin’de hayatlarını iyi koşullarda sürdürebilmek için hayatlarının bir dönemini Amerika’da geçirmek zorunda kalmışlar. Böylelikle orada yeterince para biriktirip, Filistin’de iş kurup, aynı zamanda kendi vatanlarına yatırım yapmaları da mümkün olmuş. Nur, “Filistin’in bu talihsiz ekonomisinden dolayı belki de böyle büyük bir aileyle ve bu ailenin ihtiyaçlarıyla kendi vatanımızda yaşamımızı sürdürmek imkânsız olabilirdi. Eğer bunu yapmış olmasaydık, Filistin’de nasıl yaşayabilirdik, ne yer ne içerdik, hiç bir fikrim yok.” diyor. İstatistikler de Nur’u tasdikler nitelikte: 2014 yılında Filistin topraklarındakilerin yüzde 45’i bir işe sahipken, işsizlik oranı ise yüzde 27’ye yakın. Bu sayılar ve işsizlik durumu özellikle Gazze Şeridinde çok daha vahim bir seyir takip ederken Batı Şeria’da ekono- © Beiler Shutterstock.com/Ryan Rodrick © EG Shutterstock.com/OLEGOLEGOL © ielcastromaia Shutterstock.com/ dan tinli nde zeytin ağacıyla ilgilenen bir Filis Beytüllahim’in Al Kader isimli bir köyü Bütün anormalliklere rağmen normal bir hayat sürmeye çalışmanın adı Filistinli olmak. Kudüs’te bir Müs lüman mahallesin • • • İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 700 binden fazla Filistinliyi evlerinden sürüp pek çok sivili katlettiği 14 Mayıs 1948 tarihi Al Nakba, yani “büyük felaket” olarak 1998’den beri her sene dünyanın pek çok yerinde anılmaktadır. Filistin topraklarında para birimi olarak İsrail’in para birimi olan Yeni İsrail Şekeli ve Ürdün Dinarı kullanılmaktadır. Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni kapsayan Filistin topraklarında nüfusun yüzde 88’ini Arap Müslümanlar, yüzde 2.4’ünü Rum Ortodoks, Roma Katolik ve Protestan gibi farkı mezheplerden Hristiyanlar, yüzde 9.6’sını ise Yahudiler oluşturmaktadır. de kurulan pazar mik durum Gazze’ye kıyasla kısmen daha iyi. Nur, evde günlük yaşamın sabah namazıyla başladığını söylüyor. Evin babası işe gitmeden önce ailenin büyükleri olan babaanne ve dedenin ihtiyaçlarını karşılıyor ve ancak ondan sonra iş yerine doğru yola koyuluyor. Anne ise ev halkının ihtiyaçlarını karşılamak için didinen bir ev hanımı. Öğle vaktine doğru aile bir araya gelip öğle yemeğini yiyor; ibadetlerin ve Arap ülkelerinde sünnete dayalı yaygın bir gelenek olan öğle istirahatinin ardından yine herkes işlerinin başına geçiyor. İş dönüşünde ise dışarda gezmek veya aile ve arkadaş ziyaretleri ile vakit geçiriyor. Nur, boş vakitlerde Arap dünyasında olup bitenlere dair haberleri ya da belgesel, sinema gibi programları izlediklerini anlatıyor. İsrail’de Araplara yönelik haftanın belirli saatlerinde Arapça yayın yapan kanallar olsa da Filistinliler bu yayınlara İsrail propagandası yapıldığı gerekçesiyle pek iltifat etmiyor. Bununla birlikte İsrail, Filistin bazlı ve İsrail kontrolünde olmayan hiçbir Arap kanalına da sıcak bakmıyor. Geçen yaz Filistin Yönetimi’nin desteğiyle Batı Şeria’dan yayın yapmaya başlayan Palestine 48 adlı televizyon kanalı hakkında İsrail hükûmeti tarafından “İsrail’in bağımsızlığına zarar verdiği” gerekçesiyle kapatma kararı alınmıştı. İsrail’in daha önce de Gazze’de yayın yapan bir kanal binasını bombaladığı biliniyor. Dünya genelinde toplamda 12 milyon Filistinli yaşıyor. Bu 12 milyonun çok büyük bir kısmı İsrail işgalinin ardından vatanlarını terk etmek zorunda kalmış ve İsrail tarafından vatanlarına geri dönme hakları da gasp edildiği için dünya geneline yayılmış durumda. Toplam Filistinli nüfusun sadece k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 59 Ümmet Mozaiği © Shutterstock.com/badahos Beytüllahim’in tarihî şehir merkezi © Shutterstock.com /badahos 5 milyona yakını Filistin topraklarında ikamet ediyor. 4.6 milyon Filistinliden 2.8 milyonu Batı Şeria’da, 1.8 milyonu ise Gazze Şeridi’nde bulunuyor. Bunun dışında İsrail vatandaşlığına sahip Filistinliler de var ve İsrail nüfusunun hiç de azımsanmayacak beşte birlik kısmını oluşturuyorlar. Bu durum, birçok Filistinli için dünyanın pek çok farklı bölgesine dağılmış akrabalara sahip olmak demek. Nur’un ailesi de boş zamanlarında sosyal medya ve yeni iletişim teknolojileri üzerinden uzakta oturan aileleriyle irtibata geçtiklerini belirtiyor. Genel olarak zihinlerde Filistinliler ve İsrailliler arasında gerilim ve öfke yüklü bir ilişkiden başka bir ihtimal yokmuş ya da bu iki millet asla birbiriyle sağlıklı bir diyalog sürdüremezmiş gibi bir algı var olsa da Nur daha farklı bir bakış açısı ortaya koyuyor: “Biz insanlarla sağlıklı bir ilişki 60 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 kurabilmek ve bu ilişkiyi dengede tutabilmek için çaba sarf ediyoruz. Bunun için herkese sevgi dolu yaklaşabilmek gerekiyor. Gayrimüslim arkadaşlarımız ve komşularımız var ve onlarla ilişkilerimiz gayet normal ve saygı dolu. Yani din, dil, ırk ayırt etmeden bir arada yaşayabiliyoruz. Bazıları için bu garip ve düşündürücü olabilir, ama aynı insanlığı paylaşıyorsak neden böyle olmasın ki?” Bununla birlikte ailesinin Müslümanlarla olan ilişkisinin daha düzenli olduğunu da ekliyor. Nüfusunun büyük bir bölümünü Sünni Müslümanların teşkil ettiği Filistin topraklarında Müslümanlar farklı mezheplerden Hristiyanlar ve Yahudilerle bir arada yaşıyor. Filistin toprakları, tüm dünyanın dikkatini çeken ve on yıllardır süren bir sorunun yaşandığı bir coğrafya olunca insan Filistinlilerde daha farklı bir şeyler arıyor belki; oysa Nur’un da kendi evlat- Nur’un endişeleri dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan annelerin endişelerinden farklı değil. ları için endişeleri dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan annelerin endişelerinden farklı değil: “Her ebeveynin hayal ettiği gibi biz de evlatlarımızın üniversitelerini bitirmelerini, mutlu ve bağımsız bir hayat sürdürmelerini istiyoruz.” Fakat bu “sıradan” isteklerin yanı sıra 1948’den sonra Filistinlilerin giderek daralan yaşam alanları, illegal yerleşimcilerin artışı, ayrımcı politikalar, ırkçı bireysel saldırılarla sıkça patlak veren savaşın Filistinlilerin karşısına çıkardığı bir gerçek var: İşgal Filistinlilerin tüm yaşam alanlarına nüfuz ediyor. Bilhassa Batı Şeria’da Filistin köy ve şehirlerini birbirinden ayıran kontrol noktaları yüzünden çocuklar okullarına, yetişkinler işlerine, çiftçiler tarlalarına ve hastalar hastanelere ulaşabilmek için her gün onur kırıcı muamele ve kontrollere tabi tutuluyorlar. Kontrol noktalarındaki uzun bekleyişler nedeniyle © Shutterstock.com/badahos Batı Şeria’da bir barikat © Shutterstock.com/posztos İsrail ve Filistin arasında kurulan utanç duvarlarından geçen insanlar işine zamanında varabilmek için insanlar sabahın 2’sinde kapılarda kuyruk olmaya başlarken, yapılan bir araştırmaya göre 2000 ve 2007 yılları arasında hastaneye ulaşmak isteyen 69 kadın İsrail askerlerinin geçişlerini engellemesi nedeniyle askerî kontrol noktasında doğum yapmak zorunda kaldı. Bu bebeklerden 35’i, annelerden ise 5’i hayatını kaybetti. Nur şiddet eylemlerinin çirkinliğine vurgu yapmaktan geri kalmıyor: “İnsanların kolayca cinayete kalkışabilmesini izlemek o kadar korkunç ve iç karartıcı ki!..” Nur’a göre yaşadığı topraklarda insan hayatının kıymeti yok: “Filistin’de can almak kolay gibi görünüyor, ama insanlar bir gün kendi canlarını da teslim edeceklerini çok kolay unutuyorlar.” Birçok Filistinli kendilerini kendi vatanlarında, hatta evlerinde savunmasız ve çaresiz hissediyor Nur’a göre. Bu çaresizlik hissi karşısında Filistin’i terk etmek de bir çözüm değil: “Ülkeyi terk etme düşüncesi her gün biraz daha olası hâle geliyor. Hatta buraları terk etmek kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bu düşüncelerle daha önemli bir soru gün yüzüne çıkıyor aslında: Biz Müslüman olarak her yerde zulme uğruyoruz. Burayı terk edelim, tamam, ama ondan sonra nereye gidelim?” Nur’a göre asıl çaresizlik burada başlasa da o bu çaresizlikten çok kısa bir süre içerisinde silkeleniyor: “Allah’a olan inancımız bizim bir gün kurtuluşa ve daha güzel günlere erişeceğimize dair tek ümidimiz ve sığınağımız.” Onun sığınacak limanı olan inancın Müslüman toplumda giderek silindiğini gözlemlendiğini de ekliyor Nur: “Müslüman toplumun Allah’tan, Kur’an’dan, sünnetten bu kadar uzaklaşmaları kıyamet alameti olsa gerek. Filistin’deki gençlerin birçoğunun hipnotize olmuş gibi sadece dünyalık ya- şamlarının peşine düştüğünü görüyorum.” Yaşadığı topraklarda siyasi sorunların var olduğunu, ama gençliğin dinî, ahlaki ve ilmî çöküşünü izlemenin de en az işgal kadar iç karartıcı olduğunu belirtiyor. Ona göre gençlerden başlayarak tüm İslam toplumu dinî ve manevi değerleri ile ünsiyetlerini geri kazanmalı. Filistin’de siyasi sorunlardan etkilenip umutsuzluğa kapılan Müslüman bireylerin silkelenip bu doğrultuda faaliyete geçmeleri aynı ölçüde önemli. Filistin’de yaşayan Müslümanların ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda en sıkıntılı günlerini yaşadıklarını belirten Nur, çizdiği bu oldukça kötümser tablonun dışına çıkıp Filistin’deki bayramlardan bahsediyor: Ülkede ramazan ve kurban bayramları cömertlik ve misafirperverliğin zirveye çıktığı zamanlar. Çocuklar için bayram neşe dolu geçerken Nur’a göre büyükler bayramı biraz daha buruk yaşıyorlar. Zira yetişkinlerin birçoğu son bayramlarıymış gibi bir halet-i ruhiye içinde yaşıyor bu zamanları… Bu durum da aslında Filistin’de Müslüman olmayı özetliyor. “En sevinçli zamanların arasına serpiştirilmiş burukluk”: Filistinli olmak, biraz da bu anlama geliyor. k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 61 Portre Bir Mevlana A ş ığı: Eva de Vitra y Meyerovitch Fark lı k ıta ve kollardan geç erek umman rek Mevlana a k av u ş a n n e ile buluşan H hirler gibi, fark a v v a H zaman k arşıla anım’ın k arşıl lı dil ve dinle ştığımız öyle a rden geçe ştığı gerçek le m e r sajlar ve işare merak etmey zen hissederi tl e değer. Çoğ er vardır k i, on z. Öyle mesajl u ları bazen gö ar da vardır k i, sayfalara dizil rü ete kemiğe b r, bazen yaşar, ir. Bek lenmed ürünür insan b aik bir zaman nışmamız be diliyle görünü v e m ek ânda k arşım lk i görünüşte r, in ci gibi tesadüfle baş ıza çık an bu m İşte Eva de Vit lar, hayranlık la e s a jl a ray Meyerovic rl a olan tasürer, hik met th’in Mevlana ve hak ik atle s buluşması da onuçlanır. böyle bir me sajla gerçek le şmiştir. » Prof Dr. Abd *Selçuk Üniv ersit ve Havva Han esi Beyşehir Ali Akkanat Turizm Fakü ım’ın manevi ltesi dekanı oğludur. olan Öztü rk, Fransız D ili ve Ed 62 P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 ebiyatı Bölü ullah Öztürk * mü öğretim üyesi Havva Hanım, 5 Kasım 1909 yılında Paris’in Bou- Ali’ye dua edersin.” Havva Hanım da “âmin” diyerek logne Bölgesi’nde dünyaya gelir. Aristokrat ve dindar kabul eder. Bunun üzerine şoför ücretin yarısını almabir ailenin kızıdır. İlk zamanlar elit ailelere mensup yı kabul eder. Havva Hanım Paris’e döner. Paris’te Müslüman Yaöğrencilerin gittiği bir rahibe okuluna gider. Ama anılarında o dönemden ve rahibelerden pek memnun ol- zarlar Derneği kurulur ve Havva Hanım derneğin genel madığını söyler. Sonra Hukuk Fakültesi’ne girer, aka- sekreteri seçilir. Daha sonra bu yazarlar hep beraber demik kariyer yapar ve kitaplara sığmayacak başarılara hacca giderler. Havva Hanım hac mahallini görünce imza atar. Daha sonra Fransa’nın en büyük araştırma çok şaşırır ve onu mahşere benzetir. Kendini başka bir merkezi, İlmi Araştırmalar Millî Merkezi’nde Fizik Bö- dünyada hisseder ve her şeyi unutur. Ne evlatları, ne lümü Daire Başkanlığı’na atanır. Bu kurumda 1935 yı- kocası, hiç kimse aklına gelmez. Ama Arafat’a çıkar çıklında nükleer fizik dalında Nobel ödülü alan Fréderic maz İstanbullu taksi şoförü Ali’yi hatırlar ve ağlayarak Joliot ve eşi Irene’nin laboratuvarında yönetici olarak Ali’ye dua eder. Havva Hanım kendisine de ilginç gelen çalışır. Bu yıllarda, Muhammet İkbal’in Mevlana hak- bu olayı Paris’teki dostlarına anlatırken gözlerinden kında İngilizce yazdığı “İslam’da Dinî Düşüncenin yaşlar akar, “İslam kardeşliği böyle bir şey.” derdi. Bir ara Mısır Ezher Üniversitesinde felsefe hocaYeniden İnşası” adlı eserine rastlar ve onu okuyunca Mevlana’dan haberi olur; âdeta dünyası değişir. Kendi lığı yapan Havva Hanım, dostlarına sık sık şu gerçeği tabiriyle, “Ya şimdiye kadar okuduğum Yunan felsefe- vurgulardı: “Ne gariptir ki ben de dâhil, Roger Garaudy sinin söyledikleri, ya da Mevlana’nın söyledikleri doğ- gibi birçok Fransız filozof İslam felsefesini tanımadan rudur.” der. Fransızca yazılmış kaynak bulamadığı için Sorbon Üniversitesinde felsefe doktorası yaptık.” Paİkbal’in İngilizce yazılmış kitaplarını Fransızcaya çevi- ris Sorbonne Üniversitesinde lisans, yüksek lisans ve rir. O yıllarda başladığı “Eflâtun’da Simgeler” adlı dok- doktora yapmış eski bir öğrenci ve hâlâ o üniversite tora çalışmasını bırakarak “Mevlana Celalettin Rumi, ile irtibatı olan bir öğretim üyesi olarak ben de bu gerMistik Düşünce ve İslam’da Şiir” konulu doktorasına çeği doğruluyorum. Fransa’daki üniversitelerin felsefe başlar ve bitirir. Bu çalışmadan sonra İslam’a girmeyi programları incelendiğinde, İslam felsefesi kürsüsü düşünür. Ancak bu Fransa gibi bir ülkede kolay değildir. veya dersi olmadığı görülür. Bu gerçeği iyi bilen ve Akşamları ihtida etmeye karar verir, gündüzleri vazge- yaşayan Havva Hanım, Mevlana anlayışıyla Batı’daki çer. Bir gün, “Ey Tanrım! İslam’a gireyim mi girmeye- İslam karşıtlığını yıkmaya çalışır. Batılılar için yazdığı yim mi? Bana bir işaret ver.” diye samimi bir dua eder. “İslam, l’autre visage” (İslam’ın Güler Yüzü) bu eserlerinden biridir. O gece rüyasında mezar taşında Eva adının Arapça “Ben bir Konyalıyım, kendimi de Türk hissediyorum.” “Havva” olarak yazıldığını görür. Sabah uyandığında ise Müslüman olur. Rüyasını anlattığı kişilere, “Anladım ki diyen Havva Hanım, bir gün Konya’dan Paris’e dönerken bana, “Ne olur ben ölünce Konya’da Mevlana’nın Allah Fransızca da biliyor.” diye espri yapardı. Müslüman olduktan sonra İslam ülkelerine geziler arkasında mütevazı bir mezarlığa defnedilmemi sağla.” yapmaya başlayan Havva Hanım Türkiye’ye gelir. İs- diye vasiyet etmişti. Ama kendisine ve İslam’a ters dütanbul’da Halil Can isminde bir neyzenle tanışır. Ha- şen oğulları yüzünden sağlığında bana yazılı bir vasilil Can onu Galata Mevlevihanesi’ne götürür. Orada yet verememişti. Muhtemelen onları kırmak ve onlara gözü mezarlığa takılır ve tüyleri diken diken olur: “Bir anlamsız gelen böyle bir teklifle ailede sorun çıkarmak baktım, üç yıl önce rüyamda gördüğüm mezar taşımın istemedi. “Sen de benim manevi oğlumsun. Ne fark aynısı orada.” Sözünü ettiği mezar Havva isminde bir eder, bir yolunu bul sen götür, gönülden iste, Allah yokadına aittir. Mezarlık ise Mevlevi hanımların mezar- lumuzu açar.” demişti. Ben de belki bir belge ve bilgi lığıdır. Çok duygulanır, ağlar ve kendi kendine “Sen olarak işe yarar diye, 1989 yıllarında Selçuk Üniversitesinde yaptığı bir konuşma sırasında, basın önünde Mevlevi olacaksın.” der. Bir başka gün yolu Eyüp’e düşer. Orada abdest alıp, Konya’da gömülmek istediğini sözlü olarak beyan etnamaz kılar. Onu Eyüp Sultan’a götüren şoför de na- mesini sağladım ve böylece bu isteği yerel gazetelere maz kılar. Sonra geri dönerler. Havva Hanım borcu- yansıdı. Yıllar sonra nasip oldu, izin alabilmek için nu ödemek üzere parayı uzatır. Şoför ise para almak oğullarına yazdığım ikna mektuplarında bu beyanları belge olarak kullandım. istemez. Sonrasında “Ben uzatıyorum, o almıyor. Bu Yalnız yaşayan Havva Hanım’a Fransa’da Ayşe Şaşı inanılmaz bir şey. Hiçbir ülkede bunu yaşamazsınız.” diyecektir. İsmini sorduğunda şoför “Ali” der. “Bak Ali! isminde bir Cezayirli bakıcılık yapıyor ve onunla kaBu benim için haram. Bende para çok, sen de bebe çok.” lıyordu. Bir gün Havva Hanım rahatsızlanmış. Sonra der. İnatlaşma sürerken Ali, Havva Hanıma dönerek, hastalığı ilerlemiş, yatağa düşmüş. On gün doktor olan “Hac?” der. Havva Hanım da “İnşallah bir gün.” der. büyük oğlunun çalıştığı hastanede kalmış. Kocası daha Şoför iki elini dua eder şekilde yüzüne sürer ve ona: önce ölen Havva Hanım’ın evli iki oğlu vardı. Büyüğü “İnşallah sen bir gün hac yapar, Arafat’ta taksi şoförü 14. Paris’teki bir hastanede tıp profesörü, küçüğü de 16.63 Portre Paris’te oturan önemli bir avukattı. Ayşe Hanım onların annelerine olan ilgisizliğinden şikâyette bulunurdu. Ama onun oğullarını aratmayan ve kendisini yalnız bırakmayan yüzlerce yerli ve yabancı Mevlana dostu vardı. Mesnevi çevirisini tamamladıktan birkaç yıl sonra, yaşlılığı ve rahatsızlığı yüzünden bilimsel çalışmalarına ara vermiş ve yatağa düşmüştü. Nihayet o da her fani gibi, 24 Temmuz 1999 tarihinde, 72 Rue Claude Bernard Paris 5’teki apartmanın beşinci katındaki dairesinde Hakkın rahmetine kavuştu. Bakıcısı Ayşe Hanım’ın anlattığına göre ölüm anı çok güzel geçmiş. Kendisini muayene eden ve onu çok seven Hıristiyan doktorunu beklerken bizleri, Konya’yı, Mevlana’yı, anmış. Gülümseyerek, “Ayşe seni çok seviyorum, hep beraber olacağız.” demiş ve şahadet getirerek hayata gözlerini yummuş. Havva Hanım’ın ölümüne gidemedik. Daha sonra Paris’te onu tanıyan Türk dostları bana, “Hocam mezarında bir mezar taşı bile yok. Mezarına bir taş dikebilir miyiz? Burada kimse ilgilenmiyor.” dediler. Ben, “Gerekirse Konya’da yaptırır göndeririz.” dedim. Sonra bir aylık bir araştırma izniyle Paris’e gittim. Onu tanıyan, Yıldız Ay ve Aziz Kaya gibi bazı Türk dostları beni Orly Havaalanı yakınındaki mezarlığa götürdüler. Her ülkeden insanların olduğu bir mezarlıktı. Müslümanların bulunduğu sade, gösterişsiz bir alan vardı. Mezarlıktaki yerini bulduk. Ama Havva Hanım’ım mezarında ismi yazılı bir mezar taşı yoktu. Mezarını da görevlilerin verdiği numaralardan arayarak bulmuştuk. Ben mezarı görünce çok kötü oldum. Bir anda aklıma vasiyeti geldi. Her şey gözümde canlandı. Olanlar karşısında içine düştüğümüz çaresiz ve ümitsizlik duygular içinde kıvranırken, bir an kıbleye döndüm, ellerimi semaya açarak, “Ya Rabbi, eğer bu kadın hakikaten samimi idiyse ne olur bunun vasiyetini yerine getirmemize yardımcı ol! Onu vasiyeti doğrultusunda Konya’ya Mevlana Türbesi’nin karşısında bulunan Üçler Mezarlığına nakledelim.” diye dostlarla ağlayarak dua ettik. Bu teşebbüsümüzün asıl sebebi orada mezar defterine bakan Fransız görevlinin bize aktardığı acı bir gerçekti: Havva Hanım’ın on yıllık mezar süresi bir yıl sonra dolacak ve bir on yıllık mezar ücretinin ödenmemesi hâlinde cesedi “Fosse Commune” (Ortak Çukur) denilen kimsesizlerin cesetlerinin atıldığı büyük bir çukura atılacaktı. Sonra oğullarına mektup yazdım. Çok uğraştık, çok zorlandık, ama sonunda Allah’ın izniyle mezarını Konya’ya getirdik… Havva Hanım Hz. Mevlana’yı dünyaya tanıtan çok önemli bir isim. Mevlana’nın dev eseri Mesnevi’yi ve diğer birçok eserini Fransızcaya çevirerek Mevlana’yı tüm dünyaya tanıtmıştır. Fransızca yazdığı, eşim Melek Öztürk ile Türkçeye çevirdiğimiz “Konya ve Kozmik e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 64Raks” Polarak Ankara’da yayınlanan eseri Havva Ha- nım’ın Konya tarihi ve semaya verdiği önemi yansıtır. Yine Fransızlar için yazdığı ve imzalayarak Türkçeye çevirmemizi istediği başka bir eseri de “Mevlana ve Tasavvuf” eseridir. Bu eseri çevirip yayına hazırladık. Yayın için bir sponsor bulduğumuz an onu da yayımlayacağız. Cemal Aydın dostumuzun yine Fransızcadan çevirdiği “İslam’ın Güler Yüzü” Havva Hanım’ın İslam’ı Batılılara tanıtmak için yazdığı diğer önemli kitaplardandır. Mevlana’nın hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya çeviren Havva Hanım’la ne zaman bir araya gelsek, şu dört soruyu tartışır, onlara cevap arardık. Batılıların bize en çok sorduğu sorular bunlardı. Mevlana’yı anlamak ve anlatmak istetenlere bu dört soruya cevap bulmasını öğütlerdik: “Sizler Mevlana’da ne buldunuz? Batılılar onda ne buluyor? Mevlana’yı Batılı düşünürlerden ayıran nedir? Mevlana’nın mesajları 21. asır insanının sorunlarına hangi cevapları verebilir?” Eğer Havva Hanım gibi Mevlana’yı bilimsel olarak çeşitli dillerde Batılılara veya yabancılara tanıtmak istiyorsak mutlaka bu sorulara cevap bulmamız gerek. Mirasyedi Müslümanlar olarak belki biz bu cevaplara ihtiyaç duymayız. Ama o zaman da Mevlana törenlerinde Mevlana’yı tanıtıyoruz diye Konya’ya gelen yabancılara sadece çizgi film seyreder gibi sema seyrettirir, göndeririz. “Peygamberler bizim soyumuzdan geldi, dini de en iyi biz biliriz.” diyenler gibi biz de, “Mevlana bizimdir.” der; Mevlana diyarında sağır gezer, kör bakarız. Zaman zaman Mevlana’ya akın eden kalabalıkları görünce Mevlana’yı hatırlar, ev sahibi olarak yabancı kalmamak için beylik sloganlarla “Mevlanamız en şöyle, en böyle” diyerek nutuklar atarız. İnşallah kendi değerlerinin farkında olan yeni gençler ve araştırmacılar bir gün bu eksikliklerimizi telafi edecek ve sahip olduğumuz değerleri ortaya çıkarıp insanlığın hizmetine sunacaklar. Bugün dünyamızın Mevlana’nın evrensel mesajlarına daha çok ihtiyacı var. Zira bugün dünyamız “Varsa yoksa benim ailem, benim ülkem, benim insanım!” diyen lider, düşünür ve entellerle dolu. Bunlardan evrensel barış ve huzur çıkmaz. Mevlana değerlerini Havva Hanım vasıtasıyla tanıyanlar, Mevlana ile birlikte Havva Hanım’ın da mezarını ziyaret edip dua ediyorlar. Maalesef onu ziyaret etmek isteyen yerli ve yabancılar yol üzerinde veya Üçler Mezarlığında hiçbir yönlendirici işaret olmadığı için onu bulamıyorlar. (İlgililere duyurulur.) Sağlığında yaptığı bilimsel çalışmalarıyla Hz. Mevlana’nın tüm dünyada tanınmasına yardımcı olan Havva Hanım, Konya’da Mevlana’nın yakınına defnedilerek ölümünden sonra da Mevlana’nın tanınmasına devam etmektedir. Kendisine Yüce Allah’tan rahmet diler, hayat öyküsünün bizim gibi İslam’ı hazır bulan Müslümanlara ibret olmasını temenni ederiz. 1 Soru/3 Cevap Akıl Azınlıkta Mı? Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa, azınlık içinde var olur. Akıl popüler olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler olabilir; ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde olacaktır.” der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz? Akıl gerçekten de azınlıkta mı? Kendi duygularımız, akıl ve izan arayışımızın önüne geçmemeli. Allah bize akıl ve vicdan vermiş, İslam’ın yükseliş zamanlarında İslam insanlığa dair yeni keşifler ortaya koymuştur. Biz kendi kültürümüzü, kendi geleneklerimizi ve kendi duygularımızı; ilim, akıl ve izan arayışımızın önüne koyduğumuz müddetçe hangi dine ait olursak olalım ve ne kadar dindar olursak olalım Goethe bu cümlelerinde her zaman haklı olacaktır. Ne yazık ki! Denise Amal, Hijabiblog’un sahibi ve Basma Dergisi yazarı Akıl günümüzde kitleleri harekete geçirmeyen, sıkıcı bir şey olarak görülüyor. © Özcan Coşar/Fatih Iltas Photography_Germany, Stuttgart Goethe’ye katılıyorum, akıl popüler olmak için çok “sıkıcı” ve kitleleri harekete geçirmiyor. Bunun için her yerde asılı duran moda reklamlarını göz önüne getirebiliriz: Akıl daha ziyade arka planda var. Aklı siyasette de görmüyoruz aslında; eğer siyaseti akıl idare etseydi savaşlar olmazdı. Dinde de benzer bir şey var: İslam’a atıfla manşetlere taşınan terör haberlerini saymazsak toplumumuzda din de “sıkıcı” bir şey. Musevilik, Hristiyanlık ya da İslam fark etmeksizin “inanç” arka plana atılıyor ve önemli bir rol oynayamıyor. Oysa bana göre inanç büyük, büyülü ve zekice bir şey ve ben bu derin duyguları yaşayabildiğim için müthiş bir minnettarlık duyuyorum. Mahdiya Tatjana, tatjana-rogalski.de isimli bloğun sahibi Duygularla hareket etmek, akılla hareket etmekten daha kolay. Goethe’ye tamamıyla katılıyorum. Günümüzde insanlar mantık ve akıl ile hareket edeceklerine daha çok duygularıyla hareket ediyor. Bunun en basit misali Almanya’daki Pegida: Bu insanların dayandıkları duygunun adı korku! “Almanya’nın İslamlaşması” ya da “iş yerlerinin Müslümanlar tarafından kapılması” korkusu bu insanlara yön veriyor. Oysa bu insanlar akıllarıyla hareket etmiş olsalardı yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu anlarlardı. Ama bu genel bir sorun: Duygularla hareket etmek, insanoğlu için mantıkla hareket etmekten daha kolay. Özcan Coşar, komedyen k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f 65 Kitap Tanıtımı Azınlık Etkisi ve Yenilik (İng. “Minority Influence and Innovation: Antecedents, Processes and Consequences”) Dili: İngilizce Robin Martin & Miles Hewstone Psychology Press Bir toplumda çoğunluğu teşkil eden grubun diğer bireylerin olaylara bakış açısı ve davranışları üzerindeki belirleyici/şekillendirici etkisi yadsınamaz. Peki ya azınlığı oluşturan toplumsal grupların çoğunluk üzerindeki benzer bir etkisinden söz edilebilir mi? Bu kitap çoğunluk etkisinin yanı sıra aynı zamanda toplumun ufak bir bölümünü teşkil eden grupların da toplumsal değişimlere neden olan ve adına azınlık etkisi diyebileceğimiz bir olgunun varlığından bahsediyor. Kitap ayrıca azınlık etkisinin hangi şartlar altında toplumda var olan kalıpları/yerleşik düzeni değiştirip özgün düşünceye sevk edecek şekilde üstün gelebileceğini açıklamaya çalışıyor. Barış Suçları Eva de VitrayMeyerovitch Şule Yayınları Katolik ve üst tabakaya mensup Fransız bir aileden gelen profesör Eva de Vitray Meyerovitch dünya çapında tanınan bir ilim insanı olmasının yanı sıra geçirdiği manevi dönüşüm ile de oldukça ilgi çekici bir şahsiyet. Onun ilmî yolculuğu önce İkbal sonra Mevlana ile kesişince yazar İslam ile tanışıyor. Müslüman olduktan sonra Havva adını alan yazar İkbal ve Mevlana’nın hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya çevirmiş. Kendisiyle yapılan söyleşiden oluşan bu kitapta yazarın İslam’a yolculuğu ve yaşadığı manevi tecrübelerin yanı sıra Mevlana ile ilgili düşünceleri de bulabilirsiniz. Myanmar’da Azınlık Politikası (İng. “Crimes of Peace: Mediterranean Migrations at the World’s Deadliest Border”) Dili: İngilizce University of Pennsylvania Press Bugün yaşadığımız mülteci krizi de gösteriyor ki Akdeniz belki de dünyanın en ölümcül sınırı. 2000’li yılların başından beri Avrupa kıyılarına ulaşmak isteyen 25 bin kişi bu sularda boğularak can verdi. Bugün hâlâ binlerce göçmen ve mülteci hayatlarını tehlikeye atma pahasına bu umut yolculuğuna çıkmaya devam ediyor. Maurizio Albahari Akdeniz’in neden dünyanın en tehlikeli doğal sınırı olduğunu irdelerken aynı zamanda kişisel tecrübeler, görgü tanıklarının ifadeleri, resmî belgeler ve medyada çıkan haberlerden yararlandığı belgesel niteliğindeki çalışmasında Avrupa Birliği ülkelerinin mülteci krizindeki kolektif sorumluluğunun altını çiziyor. 66 İslam’ın Güleryüzü P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015 (Alm. “Minderheitenpolitik in Myanmar: Möglichkeiten politischer Artikulation?”) Dili: Almanca Kerstin Schiele epubli GmbH 1948’de bağımsızlığını ilan eden çokkültürlü Myanmar’da çoğunluk toplumu ile etnik azınlıklar arasındaki çatışmaların sonu gelmiyor. Uluslararası medyaya sadece askerî rejim ve muhalifler arasındaki çatışmalar boyutu ile yansıyan Myanmar’daki mevcut siyasi rejimin azınlıklara yönelik tavrı ise ihmal ediliyor. Yazar bu anlamda bir açığı kapatan kitabında mevcut çatışmaların sonlandırılmasında azınlıkların müdahil olmadığı hiçbir siyasi çözümün düşünülemeyeceğini belirtiyor. Kitap Myanmar’da azınlık politikasının nasıl şekillendirileceği ve etnik azınlıkların siyasi hayata katılımlarının nasıl sağlanabileceği sorularına cevap arıyor. BİZ, EN ACILI GÜNÜMÜZDE 300.000 KİŞİYİZ IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR 300.000 HERKES ÖLECEK YAŞTADIR DER TOD KENNT KEIN ALTER BELGE URKUNDE RESMÎ İŞLEMLER BEHÖRDENGÄNGE DİNÎ VECİBELER RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN NAKİL ÜBERFÜHRUNG TESLİM ÜBERGABE IGMG Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri IGMG Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG) Boschstraße 61-65 | D-50171 Kerpen | T 0049 2237 97930-11 | F 0049 2237 97930-30 | [email protected] | www.igmgukba.org Amtsgericht Köln VR 17651 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33 IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. | IGMG Sosyal Yardım Derneği T +49 2237 92942-17 | F +49 2237 92942-42 www.hasene.org | [email protected] | haseneorg — Havale için banka bilgileri: Hesap Sahibi: IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. Banka: Kreissparkasse Köln IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 | BIC: COKSDE 33 Amaç: Destekçi No veya [Adresiniz], 0002353 Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele YE T İ M E AYLIK DESTEK Dani mark 3 a 00 DKK | İsve 3 ç 50 SEK | 35 € *Not: Ay lık sa yetime d dece 35 € ile bir estek ola bilirsiniz ! Norv eç 300 NOK | İngi Yetimi Yetim Bırakma! ltere 40 £ | İsv içre 65 CHF | IGMG Sosyal Yardım Derneği Yetim Projesi Avus tralya 55 AUD | Kana da 55 5 yıl CAD