Haftalık Bülten 15 Ekim 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Dinimiz İslam'da "gece" kavramı ne ifade etmektedir? Gece ve gündüz ne zaman başlar, ne zaman biter? Kur'an-ı Kerim'de "gece" nasıl bir hususiyet taşımaktadır? ................................4 Hz. Ali, "Namazı gücünüz yettiği kadar kılınız, Allah namaz için hiç kimseye azap etmeyecektir." (Musannef, 3/78) demiş midir? Buna göre, Allah, namaz kılmayanlara azap etmeyecek midir?............................................................................................................................. 6 Oruç neden gündüz tutulmaktadır; gece tutulsa olmaz mı? ......................................................... 9 Hz. Meryem, Hz. Fatıma ve Hz. Ayşe arasındaki derece farkı neden kaynaklanıyor, tam olarak neler farka sebep oluyor? Hz. Meryem daha edepli, daha namuslu denebilir mi? .......11 "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim." (Maide, 5/3) ayeti, Dinin kemale erdiğini bildirirken; "Allah nurunu tamamlayacaktır." (Nisa, 4/174) ayetinde ise nurun daha sonra tamamlanacağı haber veriliyor. Bu ayetler arasında bir zıtlık mı var? .....................................13 Allah’ın izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez! Her kim de Allah´a iman ederse, O onun kalbine hidayet verir...”(Teğabun, 64/11) ayetine göre, musibetlerden sonra imanımızı artırmak nasıl olur?....................................................................................................................... 14 Salli - Barik duaları namazda neden okunur? Hz. Muhammed (asv) ve ailesinin rahmete ihtiyacı var mı da Müslümanlar her namazda Hz. Muhammed (sav) için rahmet manasına gelen bu duayı okumaktalar?........................................................................................................ 16 Maide Suresi 31. ayete göre, Kabil’in Habil’i öldürdükten sonra gömmesi için karganın gönderilmesine ne gerek vardı? Kabil kardeşini öldürmekten pişman olmuyor da nasıl gömeceğini bilmediği için mi pişman oluyor?.............................................................................. 18 Peygamberimiz (s.a.v.) şu an bizi merak ediyor mu, bizden haberdar mı? Çünkü en son zamandayız, ahir zamandayız, bizi izlemeye falan geliyor mudur acaba?................................20 Kuyumcu olan bir kişi nasıl ve ne kadar zekat verir? 14, 18, 22 ayar altınlardan hangisine göre zekat verecektir? Altın, alış fiyatından mı, satış fiyatından mı hesap edilecektir? Hanefi ve Şafii'ye göre açıklar mısınız?.................................................................................................... 21 “Hırs, heva, dine tercih edilen bir dünya ve herkesin kendi görüşünü beğendiği bir dönem gelince, kendi nefsinin çaresine bak ve halkı bırak!” anlamındaki hadisin işaret ettiği zaman, bu zaman mıdır? Ne yapmamız gerekir?..................................................................................... 23 Mevlana'nın babası Sultanu'l-ulema hakkında bilgi verir misiniz, neden sakal bırakmamıştır? Ali Rıza Efendi, onu örnek gösterek Bediüzzamanın sakal bırakmama nedenini nasıl açıklamıştır?................................................................................................................................... 25 Firavun ve askerleri denizde boğulduktan sonra, geride şehirlerde kalan firavun kavminin akıbeti ne olmuştur?....................................................................................................................... 28 Acaba cehenneme gidecek insanların ruhunda, kötü ruh kaynağı gibi bir yerden eklenmiş bir parça olma ihtimali var mıdır? Bu konuda ne diyorsunuz? ....................................................... 29 Yunan mitolojisi ile Kur’an-ı Kerim arasında benzerlik olduğu gerekçesiyle Kur’an-ı Kerim’in Yunan mitolojisinden etkilenmiş olduğunu iddiasının doğruluk payı var mıdır? ....31 Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tövbe edenlerin tövbesini kabul etmeyi üzerine almıştır... (Nisa, 4/17) ayetine göre günah işleyip hemen tövbe etmeyenlerin tövbesi kabul olmaz mı? Ne zamana kadar tövbe edilebilir?............................................................................. 33 Dinden çıktığını söyleyen erkek kardeşimin yanında başımı kapatmam gerekir mi? Baş başa kalmak halvet oluşturur mu? Benim için yabancı mı sayılır? Onunla uzun yola çıkamaz mıyım? Annem için durum nasıl olur? Ona karşı tavrımız nasıl olmalı?..................................34 2 Bazı ayetlerde müşriklerin Hz. Muhammed (asv)’in şair olduğunu iddia ettikleri belirtiliyor? Kur’an’ın Arapça okunuşunda şiirsel bir yapı var mıdır? Kur’an’ın dili ve üslûbu hakkında belirtilen özellikler nelerdir?......................................................................................................... 37 3 Dinimiz İslam'da "gece" kavramı ne ifade etmektedir? Gece ve gündüz ne zaman başlar, ne zaman biter? Kur'an-ı Kerim'de "gece" nasıl bir hususiyet taşımaktadır? "Leyl" kelimesi Arap dilinde şu anlama gelmektedir: “Gündüzün hemen ardı. Başlangıcı güneşin batmasıdır.” (İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, l-y-l mad., 11/607) Türkçe’deki gece kelimesi de aynı anlamdadır. Ancak halk dilinde gece denilince daha çok karanlığın iyice bastırdığı zamanlar anlaşılır. Akşam kelimesi ise güneşin batmasından sonraki zaman anlamındadır. Buna göre, “Leyl” (Gece) kelimesi güneşin batması ile, sabahleyin fecr-i sadık denilen ikinci fecrin doğuşuna geçen zamanı ifade eder Geri kalan müddette de nehar (gündüz) denir. Kur 'an-ı Kerim'de gündüz (nehar) 57, gece (leyl) 92 kere zikredilir. Gece müddeti, yıllık olarak ele alınınca günün tam yarısı eder Bu nedenle azami ölçüde değerlendirilmelidir Gündüz, imsak ile başlayan, akşam ezanına kadar olan zamandır. Oruç da bu vakitte tutulur. Gece ise, akşam ezanından imsak vaktine kadar olan zaman dilimidir. Nitekim, “... orucu geceye kadar tamamlayın.” (Bakara, 2/187) mealindeki ayette, iftar vakti olan akşam namazı vaktinin girmesi, “leyl” olarak ifade buyurulmuştur. Buhari’de Ömer b. Hattab (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: Allah’ın Resulü buyurdular ki: “Gece bu taraftan geldiği, gündüz şu taraftan gittiği ve güneşin battığı zaman, oruçlu kimse iftar eder.” (Buhari, Savm, 43) Ayet ve hadiste açık bir şekilde görüldüğü gibi gece / leyl, güneşin battığı zamandan itibaren başlatmaktadır. Bir tam gün, gece ve gündüzüyle beraber gündür. Her gece, o geceyi takip eden gündüze aittir. Bu nedenle tam gün, akşamdan başlayıp takip eden gündüzün akşamına kadar devam eder. Örneğin cuma gecesi, perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Aynı şekilde arefe gecesi de, sabahı arefe olan gecedir. Sabahı bayram olan gece de bayram gecesidir. Bu ölçüye göre diğer mübarek geceler belirlenir. “Gece” kavramı İslam'ın çok önem verdiği kavramlardan biridir. Kısaca söylemek gerekirse: Günü yaratan da Allah'tır, geceyi yaratan da. Yüce Kitabı'nda bir sureye "Leyl-gece" adını vererek bu zaman dilimine dikkatimizi çeken de Allah'tır. Kadr suresinde, Kadir Gecesi'nin bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilirken, Kur'ân'ın bu gecede indirildiği haber verilir. Ayrıca Yüce Allah Duhan suresinde bir geceyi "mübarek" olarak tanımlar. Tefsirlerimizde de bu gecenin Berat Gecesi olduğu yorumu yapılır. Peygamberimiz (asv)'in Berat Gecesi'nde uyanık kaldığı, kendi ailesini de uyandırdığı, birlikte ibadet ettiği anlatılır. Miraç Gecesi'ni "İsrâ" olarak isimlendiren Kur'ân, bu gecenin önemini ve değerini dile getirir. Diğer iki gece olan Mevlid, Regaib geceleri ise doğrudan Peygamberimiz (asv)''in dünyaya teşrifiyle alakalıdır ki, O'nun anılması, bu âleme gelişinin kutlanması ve bir bayram havası yaşanmasıdır. Bir de Kur'ân'da "Ve leyâlin aşrin" ifadesi geçer ki, tefsir kitaplarımızda bu "On Gece" Muharrem ayı ve hac mevsimi olan Zilhicce ayının ilk on gecesi olarak belirtilir. Yine bu 4 gecelerin içinde Arafat ve bayram geceleri vardır ki, bizzat Peygamberimiz (asv) tarafından oruç ve ibadetle geçirilmesi tavsiye edilir. Bu kısa tanım ve hatırlatmanın yanında, Kur'ân "gece" kavramına çok anlamlar yükler ve gecenin değerlendirilmesini teşvik eder. Gece, "ve'l-leyli" diye Kur'ân'ın üzerine yemin ettiği bir zaman dilimidir. Gece, Allah'ın varlık ve birlik delili olan bir "âyet"tir. Gece ve gündüz O'nun emrinde bulunan bir "rahmet"tir. Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviren O'dur. Geceyi karartan, gündüzü parlatan O'nun kudretidir. Gece, uyanıp ibadet edilmesi gereken bir "kıyam" dilimidir. Gecenin bir vaktinde ibadet etmek, namaz kılmak, secde etmek, uzun uzadıya tespih çekmek ve dua okumak, gece yarıları kalkıp yalvarmak, yakarmak, niyazda bulunmak, özellikle teheccüd namazı kılmak bir Kur'ân tespitidir ve mü'min olmanın bir işaretidir. Gece hayatı, hayatın anlamını anlayanlar için hayatî fırsatlardır, kabir karanlığını aydınlatacak vesilelerdir. Rabbine en yakın kul olan Peygamberimiz (asv)'in gece ibadetinin adı "ihyâü'l-leyl"dir, yani gecenin canlandırılmasıdır. Yine Kur'ân'ın ifade ettiği gibi, gecenin değerini bilmeyenler, geceyi Yaratan'ı tanımayanlar, O'na isyan edip zulme sapan kavimler hep geceleri helak olmuşlar, izleri ve tozları geceleyin kaybolmuş, bu anlamda gece onlardan intikam almıştır. Bu açıdan geceleri "ihya" etmek gerekir ki, başımıza belalar yağmasın. İlave bilgi için tıklayınız: Gece vaktinin en hayırlı saati seher vakti midir? Bu vakit tam olarak ne zamandır? 5 Hz. Ali, "Namazı gücünüz yettiği kadar kılınız, Allah namaz için hiç kimseye azap etmeyecektir." (Musannef, 3/78) demiş midir? Buna göre, Allah, namaz kılmayanlara azap etmeyecek midir? Hz. Ali (ra)’ye ait olan bu söz, farz ve vacip namazlarla ilgili değildir; nafile namazlarla ilgilidir. Ayrıca bu sözün geçtiği yer ve cümledeki konumu dikkatle incelenirse, “namazı kılmayanın değil, namazı kılanın cezalandırılmayacağı” şeklinde olduğu anlaşılır. Çünkü: Musannef'te Duhâ / Kuşluk Namazı babında yer alan ve İbn Cüreyc’in Cafer b. Muhammed’den, onun da Hz. Ali (ra)’den naklettiği 4865 no’lu mevkuf haberin doğru tercümesi şöyledir: “Hz. Ali’ye, insanların ihdâs ettiği bu namazdan (kuşluk namazından) bahsedilince şöyle derdi: Gücünüz yettiği kadar kılın! Allah, namaz yüzünden (fazladan namaz kıldınız diye) azab etmez (fe innallâhe lâ yüazzibü ale’ssalâti)”. Son cümlenin sıhhatli tercümesinin böyle olması gerektiğine delil, aynı eserdeki 3467 no’lu yine Hz. Ali’ye ait bir diğer rivayettir. (bk. San’ânî, Ebû Bekr Abdü’r-Rezzâk b. Hemmâm, el-Musannef, Beyrut 1403, 3/78; 2/305) Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde; “Namazı kılınız ve zekâtı veriniz..." buyurulur. "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza edin." (Bakara, 2/238). "Şüphesiz namaz, müminlere, vakitle belirlenmiş olarak farz kılınmıştır." (Nisa, 4/103). "Oysa onlar, tevhid inancına yönelerek, dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emr olunmuşlardır. İşte doğru din budur." (Beyyine, 98/5). "Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. O, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır." (Hacc, 22/78). Bu konuda rivâyet edilmiş çok sayıda hadis vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır: "İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır." (Buhârî, İman,1, 2; Müslim, İmân, 19-22). Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurmuştur: "Sen Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk önce Allah'a kulluk etmeğe çağır. Allah'ı tanırlarsa, Allah'ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle…” (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60, Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, I ). Diğer yandan İslâm ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Bir günle gece içinde farz olan namazların sayısı beştir. Yalnız, vitir veya bayram namazları 6 vacib hükmündedir. Bir bedevi ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadis beş vakit farz namaza delildir: "Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir." Bedevî; "Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?" diye sorunca, Allah'ın Resulu (asv) şöyle cevap vermiştir: "Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnadır." Bunun üzerine bedevî: "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur." (Buhârî, İmân, 34, Şehâdât, 26; Müslim, İmân, 8,10,15,17,18; Ebû Dâvûd, Salât, 1). Namazı Terketmenin Hükmü Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her Müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî ve fasık olur. Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik." (Müddessir, 74/40-43). "Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular. Onlar bu taşkınlıklarının cezasını yakında göreceklerdir. Fakat tövbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır." (Meryem, 19/59, 60). "Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler." (Mâûn, 107/4-5). Hz. Peygamber (s.a.s)'de şöyle buyurmuştur: "Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar." (Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461). Namazını unutarak, uyanamayarak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder. Hadis-i şerifte; "Kim uyuyarak veya unutmak suretiyle namazını kılmamış olursa, hatırladığında hemen kılsın." (Ebû Davûd, Salât,11; İbn Mâce, Salât,10; Nesaî, Mevakît, 53) buyurulur. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle namazım vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah'a ayrıca tövbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Cenab-ı Hak, kendisine ortak koşmanın dışında kalan günahları affedebilir. Namazı da içine alabilen bu affın kapsamıyla ilgili çeşitli nasslar vardır: Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: 7 "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder." (Nisâ, 4/48). Ubâde b. es-Sâmit'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar." (Ebû Dâvûd, Vitr, 2; Nesâî, Salât, 6; Dârimî, Salât, 208; Mâlik, Muvatta', Salâtül-Leyl, 14). Ebû Hureyre (r.a)'ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: "Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?" Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır..." (Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvûd, Salât, 145; Nesaî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkame, 202). Bu duruma göre, farz namazların eksisini sünnet ve diğer nafile namazlar tamamlamaktadır. Farz, vacib veya sünnet ayırımı yapılmaksızın ibadetlerin yerine getirilmesi müminin gayesi olmalıdır. Çünkü bu, dünyevî huzur ve mânevî mutluluk kaynağı olması yanında, ahiret için de en büyük hazırlıktır. 8 Oruç neden gündüz tutulmaktadır; gece tutulsa olmaz mı? Orucu gündüz tutmamızın en önemli sebebi, Allah öyle emrettiği içindir. Bunun yanında orucu gündüz tutmanın bir çok hikmeti vardır. Gece tutmakla bu hikmet yerine gelmemiş olur. Çünkü orucun amacı nefis terbiyesidir; bu amaca ulaşılması için gündüz tutulması gerekir. Orucun bazı hikmetleri şöyledir: Cenâb-ı Hak, yeryüzünde insanların istifadesine sunmuş olduğu hesapsız nimetleri için, fiyat ve karşılık olarak, onlardan sadece şükür istemektedir. Şükür ise, bütün nimetleri Allah`tan bilmek, o nimetlere hakikî ihtiyacını hissedip kıymetini tam takdir etmekle olur. İşte Ramazan orucu, hakikî, hâlis, çok büyük ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Zira başka vakitler çok kişi, hakikî açlık duymadığı için, pek çok nimetlerin kıymetini takdir edemez. İnsan nefsi, kendisini hür ve serbest ister, kendisine hiç karışanı olmadan, dilediği tarzda hareket etmeyi fıtrî olarak arzular. Mahiyetindeki âcizlik ve zayıflığı, kusur ve hatâları hiçbir vakit görmeye yanaşmaz. Hadsiz nimetlerle beslenip yaşatıldığını, terbiye olunduğunu asla düşünmek istemez. Üstelik, servet ve iktidarı da varsa, gaflet içinde, ilâhî nimetleri, gâsıbâne ve hırsızcasına hayvan gibi tutar. Âdeta demirden bir vücudu, ölümsüz bir hayatı varmış, gibi bütün varlığıyla dünyaya sarılır, birçok kötü ahlâk ve günahlar içinde yuvarlanıp gider. İşte Ramazan-ı şerîf`te tutulan oruç, en zengininden en fakirine, en gafilinden en mütemerridine kadar herkese, nefsinin gerçek mahiyetini gösterir. Hiç kimsenin kendi nefsine mâlik olmadığını; Allah`ın izni ve emri olmadan hiçbir şey yapılamayacağını hatırlatır. Oruç sayesinde nefsin ne derece zayıf ve âciz olduğu, demirden sanılan vücudun ise, ne kadar çürük ve dayanıksız bulunduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Nefsinin gerçek mahiyetini bu şekilde görüp idrâk eden insan, artık başıboşluğu, serseriliği, nefsine itimat ve gururu bir tarafa bırakarak hakikî vazifesi olan şükür ve kulluk görevini omuzlarına yüklenip; kötü ahlâktan, günah ve sefahetlerden vazgeçer. Oruç, sıhhatın anahtarıdır. Bir yıl çeşitli yemeklerle ve içilen meşrubatla yorulan, yıpranan sindirim organlarımıza dinlenme, toparlanma, güç ve kuvvet kazanma imkânları hazırlar. Devamlı çalışan bir makinanın muayyen zamanlarda nasıl bakıma ihtiyacı var ise, bunun gibi yorulan sindirim organlarımızın da hiç olmazsa senede bir ay dinlenmeye ve bakıma ihtiyacı vardır. Bunu da en iyi şekilde oruç ibâdeti yapmaktadır. Oruç, maddî ve manevî bir perhiz ve bu itibarla önemli bir, ilaçtır. Nitekim Allah Resulü (asv) "Sıhhat bulmak için oruç tutun." buyurmuştur. (Orucun sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerine ve özellikle karacığere, damar sertliğine, böbreklere, kan yapısına, strese olan olumlu tesirleri için bk. Dr. Halûk Nurbâkî, Diyanet Gaz. Sy. 327, s. 6) Oruç vücudun açlığa, susuzluğa karşı mukavemetini de arttırır. İnsana dayanıklılık ve tahammül gücü kazandırır. "Her şey`in bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtı da oruçtur." Yani, zekâtı vermek, nasıl malı ve malın pisliğini giderip temizliyorsa, oruç da vücudu temizleyip vücuttaki zehirleri, fazlalıkları bertaraf eder; insanı hastalıklardan kurtarır. Oruç, Allah`ın nimetlerini hatırlayarak O`na olan teşekkür borcunu ödemektir. Çünkü her zaman her istediğini yiyebilen insan, oruç tutmakla: "Bu nimetler benim mülküm değil, ben bunları yiyip içmekte hür değilim, başkasının malıdırlar, yemek için O`nun emrini bekliyorum" demiş ve manevî bir şükür yapmış olur. Oruç zenginlere fakirlerin durumunu hatırlatmak; böylece sosyal dayanışmayı, yardımlaşmayı, sevişmeyi ve toplum düzenini kolaylaştırmak demektir. Zira başka yolla "zengin fakirin halinden bilmez." Bu yüzden Mısır`in kıtlık yıllarında, Hz. Yusuf (as)'ın bütün 9 zahire ve erzak ambarları elinde olduğu halde, üç günde bir yemek yediği ve sebebini soranlara; "Benim karnım tok olursa, zahire almaya gelen zavallılara acıyabilir miyim?" dediği nakledilir. (Risâle-i Hamidiyye,127; (Sifâ`dan nakil), Sabûnî, Ravâi` I/218) Zenginle fakir arasında tam bir yardımlaşmanın temini ve karşılıklı hürmet, merhamet ve sevgi bağlarının te`sisi şarttır. Zenginlerin ve imkân sahiplerinin, fakir-fukaranın yardımına koşması ise, ancak onların acınacak hallerini ve açlıklarını, imkânsızlıklarını yakînen bilmeleri, bir nebze olsun yaşamaları ve hissetmeleri ile mümkündür. Bu da en iyi şekilde oruçla gerçekleşir. Bu faydalar orucun binlerce hikmetinden bir kaç tanesidir. İnsanlar gece vaktinin büyük bir kısmını uyku ile geçirdiklerinden normal zamanlarda da bu vakitte yeme ve içme durumu söz konusu değildir. Dolayısıyla saydığımız hikmetler yerine gelmemiş olur. 10 Hz. Meryem, Hz. Fatıma ve Hz. Ayşe arasındaki derece farkı neden kaynaklanıyor, tam olarak neler farka sebep oluyor? Hz. Meryem daha edepli, daha namuslu denebilir mi? Evvela Hz. Meryem, Hz. Fatıma ve Hz. Ayşe arasındaki derece üstünlüğünü gösteren farklı ifadeler vardır: Bir hadis-i şerife göre, Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Cennet kadınlarının en faziletlileri; Huveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fatıma, İmran’ın kızı Meryem ve Muzahim’in kızı (Firavun’un karısı) Asiye'dir.”(bk. Heysemî, Zevaid, 9/223). Ahmed b. Hanbel, Ebu Yala, Taberanî’nin rivayet ettiği bu hadisin senedindeki bütün raviler sikadır / sağlamdır.(bk. a.g.e). Bu sahih hadisteki sırlamaya göre, Hz. Fatıma, Hz. Meryem’den daha üstündür. Diğer bir rivayete göre Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: “Cennet halkının hanımefendileri; sırasıyla önce İmran’ın kızı Meryem, sonra Muhammed’in kızı Fatıma, Hatice, sonra da Firavun’un karısı Asiyedir.” Ancak bu hadis rivayeti zayıftır.(bk. a.g.e). İçinde Hz Ayşe (r.anha)’nin de geçtiği başka bir rivayet ise şöyledir: "Erkeklerden pek çokları kemâle ermiştir. Kadınlardan ise İmrân’ın kızı Meryem, Firavun’un karısı Asiye, Huveylid’in kızı Hatice ve Muhammed’in kızı Fâtıma’dan başka kimse kemâle ermemiştir. Hz. Ayşe’nin kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yiyeceklere üstünlüğü gibidir.” (Buhari, Enbiya 45; Müslim, Fezâuilu's-Sahabe 70) Kim üstün olursa olsun, bunun gerekçesini “Daha edepli, daha namuslu” olarak algılamak son derece yanlış ve İslamî terbiye ve edebe aykırıdır. Bunlardan hangisinin daha takvalı olduğunu söyleme imkânımız yoktur. Her birinin Allah’a karşı saygı ve sevgilerinin yüksek boyutta olduğunda şüphe yoktur. Yalnız şu değerlendirme yapılabilir ki, Hz. İsa gibi bir pegamber-i zişanın annesi olmak, Hz. Cebaril’in üflemesiyle -babasız olarak- bir peygamber dünyaya getirme şerefine nail olmak, Hz. Meryem’i eşsiz bir konuma koymaktadır. Buna mukabil, Hz. Muhammed (a.s.m)’in kızı, Hz. Ali (ra)’nin eşi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’in annesi, İslam dininin en büyük hamelesi olan Ehl-i beytin mahzeni, ekser tarikat kutuplarının ve özellikle de Hz. Mehdi’nin nenesi olması haysiyetiyle Hz. Fatıma (r.anha)’nın da eşsiz bir konumda olduğunu göstermektedir. Hz. Ayşe (r.anha), Hz. Muhammed (a.s.m)’in Hz. Hatice'den sonra en çok sevdiği ve bakire olarak aldığı tek eşi Ayşe'dir. Bir rivayete göre Cebrail, bir kez Hz. Muhammed'e, Ayşe biçiminde, yeşil giysili bir kız getirip, "Bu, senin dünya ve ahiret eşindir." demiştir. (İbn Hacer, Üsdü'l-ğâbe, 5/503) Hz. Ayşe (r.anha), Mustalik Oğulları Savaşı'na katılmış, savaş dönüşünde İfk Olayı vukubulmuş ve Nur Suresi'nin 11-26'ncı ayetleri inerek Hz. Ayşe (r.anha)'nin masumluğunu 11 vurgulamıştır. Hz. Ayşe (r.anha), son derece zeki, derin din bilgisine, tıbba ve edebiyata vakıf olan Hz. Peygamber (asv)'den en çok hadis rivayet edenlerin başında gelir. Buna göre denilebilir ki, Hz. Meryem kendi dönemindeki kadınların hanımefendisi, Hz. Fatıma ise, kendi döneminin (İslam ümmetinin) kadınlarının hanımefendisidir. Hz. Ayşe de kendi döneminin kadınlarının en hayırlı hanımefendisidir. (Allah onlardan razı olsun) 12 "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim." (Maide, 5/3) ayeti, Dinin kemale erdiğini bildirirken; "Allah nurunu tamamlayacaktır." (Nisa, 4/174) ayetinde ise nurun daha sonra tamamlanacağı haber veriliyor. Bu ayetler arasında bir zıtlık mı var? Hayır, bu ayetler arasında bir zıtlık yoktur. Kur’an’da tamamlanması söz konusu olan Nur, Kur’an’dır, İslam’dır. Bu sebeple her iki ayette de aynı hakikate vurgu yapılmıştır. Nitekim, “Ey insanlar! İşte size Rabbinizden kesin bir delil geldi, size açık bir nûr indirdik.”(Nisa, 4/174) mealindeki ayette Kur’an-ı kerim “NUR” olarak adlandırılmıştır. Soruda yer alan “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”(Maide, 5/3) mealindeki ayette, vahyin / Kur’an’ın tamamlandığına işaret edilmiştir. “Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah nûrunu tamamlayacak."(Saff, 61/8), “Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar! O’dur ki Resulünü, bütün dinlere üstün kılmak için hidâyetle ve hak din ile gönderdi. Müşrikler isterse hoşlanmasınlar!”(Tevbe,9/32-33) mealindeki ayetlerde ise, Kur’an’ı, Hz. Peygamber (a.s.m)’i, İslam’ın hakikatlerini inkâr edip yalanlayanlara, İslam güneşini üflemekle söndürmeye çalışanlara hitaben, vahyin nurlu mesajlarının dünyanın her tarafına ulaştırılacağına, Hz. Peygamber (asv)'in geliş maksadının hak din olan İslam’ı bütün dinlere üstün kılmak olduğuna ve bu güneşin kıyamete kadar devam edeceğine ve hiç kimsenin onu söndüremeyeceğine işaret edilmiştir. 13 Allah’ın izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez! Her kim de Allah´a iman ederse, O onun kalbine hidayet verir...”(Teğabun, 64/11) ayetine göre, musibetlerden sonra imanımızı artırmak nasıl olur? “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”(Teğabun, 64/11). Ayette mealen yer alan “Kim Allah’a iman ederse...” ifadesinin manası şudur: Kim Allah’ın varlığına ve birliğine iman ederse ve dolayısıyla başına gelen musibetin de Allah’ın bir takdiri olduğuna inanırsa, “Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar.” Artık o kimse başına gelen musibetin bir sebebi olarak nefsini görmekle beraber, musibetin yaratıcısı olan Allah’ın kendisi hakkında yaptığı bu hüküm ve takdirinin âdil olduğunu, bu musibetin eski günahlarına bir kefaret, yeni doğrular bulmasına bir işaret olduğunu idrak eder ve “Kadere iman eden kederden kurtulur.” sırrına mazhar olur. Öz benliğiyle, “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!”(Bakara, 2/155) mealindeki ayetin sırrına kulak verip; “Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musîbet geldiğinde, “Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” derler.”(2/156) mealindeki ayeti lisan-ı kal ve lisan-ı haliyle okumaya devam eder ve şu ilahî müjdeyle bütün musibetlerin üstesinden gelir: “İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.”(2/157). Musibetzede, Allah’a imandan gelen bir şuurla O’nun kaza ve kaderine gösterdiği bu teslimiyetin bir mükâfatı olarak Allah kendisine yeni ufuklar açar, kalbini sadakat ve yakîn ile itminana kavuşturur. O da artık hayatı boyunca, “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.” sırrına vakıf olarak her türlü musibetin yüzüne gülmeyi başardığı gibi, her türlü nimet karşısında da asla şımarık olmaz, tevazuyu elden bırakmaz. Çünkü, o artık şunu iyi bilir ki, her şeyin dizgini Allah’ın elindedir, her şeyin anahtarı onun yanındadır. Her hükmü âdildir, verdiği her nimet şımarıklığı değil şükrü gerektirir. (bk Taberî, Razî, Beydavî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri). Mealini verdiğimiz aşağıdaki şu iki ayetin ifadeleri de bu konuda bize ışık tutmaktadır: “Ne yerde (kıtlıklar, seller, tufanlar, kasırgalar, hayvanların ölmesi, ekinlerin yok olması gibi umumî felaketler), ne de kendi canlarınızda (hastalıklar, musibetler, aile fertlerinin, yakınlarının, dostlarının ölmesi, hasta olması gibi hususî musibetler cinsinden) meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki bizim onu yaratmamızdan önce bir kitapta yazılı olmasın. Bu, Allah’a göre elbette pek kolaydır. (Başınıza gelecek olayları, önceden bir Kitaba yazdık) Ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allâh'ın) size verdiğiyle aşırı sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allâh, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.”(Hadid, 57/22-23). 14 Aşağıdaki sahih hadisten de önemli dersler çıkarmak mümkündür: Suhayb'den naklen rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: “Mümin’in durumu ne kadar şaşırtıcıdır / güzeldir. Gerçekten onun bütün işleri kendisi için hayırdır. Bu durum, müminden başka hiç kimse için söz konusu değil; Kendisine -memnun olacağı- güzel bir şey / bir nimet gelse şükreder, bu onun için hayır olur; başına bir sıkıntı gelse sabreder, bu da onu için hayır olur.”(Müslim, Zühd 64). Bu hadîs-i şerîfte kâmil bir müminin nasıl hareket etmesi lâzım geldiğine işaret edilmiştir. Mümin Allah’ın inayetiyle servet sahibi olup nimetlere mazhar olursa, şükredecektir. Bu şükür, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde hayat sürmek, servetinin zekâtını vermek, muhtaçları gözetmek vs. hayır-hasenat yapmakla gerçekleşir ve bu şükür kendisi için hayır olur. Mümin, dara düştüğü zaman da sabredecektir. Zira sabrın sonu selâmettir. Muvakkaten sıkıntıya duçar olan mümin bir imtihan geçiriyor demektir. Bu imtihanda muvaffak olmanın sırrı sabırdır. Ve sabrın da elbet mükâfatı vardır. Böylece müminin her işi kendisi için hayır olmuş olur. 15 Salli - Barik duaları namazda neden okunur? Hz. Muhammed (asv) ve ailesinin rahmete ihtiyacı var mı da Müslümanlar her namazda Hz. Muhammed (sav) için rahmet manasına gelen bu duayı okumaktalar? Peygamberimiz (asv)'e salavat getirilmesini Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de emretmektedir. Ahzab suresinin 56. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O'na tam bir teslimiyetle salat ve selam edin!" Çünkü Allah ve melekleri Peygamberi hep salat eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile, melekler istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygambere daima ikram etmektedirler. Bu sayede yukarda "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır." (Ahzab, 33/43) buyurulduğu üzere, müminlere ilâhî feyz inmektedir. "Ey iman edenler! Sizler ona salat ve selam getirin, selamlayarak teslim olun." gibi dualarla onun üzerine Allah'ın salavatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin. Ve selam vererek ona hürmet edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin. Bu âyet gösterir ki Peygamber (asv)'e salavat getirmek farzdır. Ancak tekrarına değinilmemiştir. Sahih olan budur ki, ismi zikrolundukça vacip olur. Bu hususta birçok hadisler rivayet olunmuştur. Resûlullah şöyle buyurmuşlardır: “Yanında adım zikrolunup da bana salavât getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün.”(Tirmizi, Daavat 110). “Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât edendir.” (Tirmizi, Salât 327), “Gerçek cimri, yanında anıldığım hâlde bana salavat getirmeyendir.” (Tirmizi, Daavat 110) Hanefi mezhebine göre namazda Peygamberimiz (asv)'e salavat getirmek sünnettir. (edDurrul Muhtar, I, 478) Şafiilere göre ise farzdır(Muğni'l Muhtaç, I, 173). Namazların son oturuşunda "Allahümme salli ve barik dualarının okunması hadisle sabittir. Ashab-ı kirâm, Hz. Peygamber'e; "Biz sana nasıl selâm getireceğimizi biliyoruz, fakat nasıl salât getireceğiz? bunu bilmiyoruz." deyince, Allah elçisi bu duayı, öğretti." (bk. Buhârî, Enbiyâ, 10 , Müslîm, Salât, 65, 66, 69; Nesâî, Sehv, 49, 50-54). Peygamberimiz (s.a.v) için getirilen salavat, sadece Salavata olan ihtiyaç olarak değerlendirilmemesi gerekir. Allah Teâlâ’nın, elçisinin kendi katındaki değerini artırması için bir dua niteliği taşımaktadır. Ona duyulan saygıyı ifade etmemiz ve Cenâb-ı Hakk’ın bize bundan dolayı mükâfat vermesi, bize şefkat ve merhamet göstermesi ve bizlerden Hz. Peygamber (asv)’e saygımızı ortaya koymamız içindir. Teşehhüdde Hz. Peygamber (asv)’e bütün mahlukatın salavat ve selamlarını kendi hesabına Yüce Rabb’imize hediye edip Resûl-i Ekrem (asv)’e selam etmekle, ona karşı olan bağlılığımızı yenilemiş ve aynı zaman da onun bize olan emirlerine itaatimizi izhar etmiş oluyoruz. Yine Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar bütün ümmetin salâtları, Resûlullah (asv)’ın 16 duasına devamlı surette bir amin demektir ve umumî bir iştiraktir. Hatta ona getirilen her bir salavat dahi, onun duasına birer amindir ve ümmetinin her bir ferdinin, namazlarında ona salât ve selam getirmeleri, onun ebedî saadet hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmîndir. Hz. Peygamber (asv)’e getirilen salât ve selâmda, ümmetinin ona karşı bir teşekkür borcunu yerine getirmesi anlamı da vardır. Zira ümmetine karşı son derece düşkün olan ve onlara dünya-ukbâ saadetinin yolunu gösteren biri olmanın ötesinde Zât’a karşı bir cümlelik salât u selam çok görülmemelidir.(Doç. Dr. Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) Netice itibariyle, salât ve selam getirme, müminlerin Resûlullah (asv)’a karşı yapmaları gereken en önemli görevlerden birisidir. 17 Maide Suresi 31. ayete göre, Kabil’in Habil’i öldürdükten sonra gömmesi için karganın gönderilmesine ne gerek vardı? Kabil kardeşini öldürmekten pişman olmuyor da nasıl gömeceğini bilmediği için mi pişman oluyor? İlgili ayetin meali şöyledir: “Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (Maide, 5/31) O zamana kadar herhangi bir adam ölmemiştir. Bu sebeple ölen bir kimsenin cesedinin ne yapılacağına dair ortada bir görgü, bir bilgi yoktu. Katilin öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilmemesi son derece normaldir. Allah kıyamete kadar ölen insanların gömülecek yerleri olan toprak altını gösterecek şekilde bir karganın rehberlik yapmasını ön görmüştür. Habil’i öldüren Kabil, kardeşinin cesedini ne yapacağını bilmediği için şaşkınlık içinde kaldığı bir sırada, söz konusu karga kendi kardeşlerinden olan bir kargayı gömmek için toprağı eşmiş ve ölüsünü oraya gömmüştür. İşte Kabil, bu yepyeni usulü -kargadan öğrendiği için- ve bir süre zarfında bir şey yapamadığından, “karga kadar da mı olamadım” deyip hayıflanmıştır. Mesele, bir toprağın kazınması değil, bir cesedin nereye gömüleceğini bilmeyen bir aceminin mezar formülünü bulma sorunudur. Kur’an’da, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesinden dolayı pişman olup olmadığından bahsedilmez. Pişman da olabilir... Onun için “Kardeşini öldürmekten pişman olmuyor da nasıl gömeceğini bilmediği için mi pişman oluyor?” şeklindeki karşılaştırma isabetli değildir. İbn Âşûr, görünen çirkin şeylerin örtülmesini istemek kabilinden olan bu büyük sahnenin, insanlığın medeniyet yolunda attığı ilk adımı temsil ettiğini, aynı zamanda taklit ve tecrübe yoluyla kazandığı ilk bilgi olduğunu kaydeder. Ona göre bu olay insanın kendisinden daha zayıf varlıklardan bilgi edindiği sahnelerin de ilkidir. Nitekim (daha sonra) insanlar güzel görünmek için de hayvanlara benzemeye çalışmışlar; renkli, güzel deri elbiseler edinmişler, çiçeklerle, kıymetli taşlarla ve renkli tüylerle süslü taçlar giymişlerdir. (Tahrir, ilgili ayetin tefsiri). Neden Karga? Öldürülen bir insanın toprağa gömülmesi, vahiy yoluyla değil de bir karga marifetiyle bildirilmiş ve başka bir canlı değil de karganın gönderilmesi üzerinde durulmuştur. Bu hususta bize ışık tutacak iki önemli nokta olabilir: Birincisi, bilginin bir sebebi ilâhî vahiy ise, bir diğer sebebinin de araştırma ve deney olduğuna işaret edilmektedir. İkincisi, karga daha çok leşe konar, yani onun en çok zevk aldığı budur. Adam öldüren kimse, insanlık şeref mertebesinden kendini azletmiş ve kana susayan bir mahlûk seviyesine inmiş demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, mutlak hikmet sahibidir, hiçbir olayı, kıssayı ve misali hikmetsiz nakletmez. Kur'ân-ı Kerîm'i okurken bilhassa bu hususa çok dikkat etmemiz ve her olay, kıssa 18 ve misalin hikmetini araştırıp bulmamız gerekir. Nefis ülkesinde kalmakta ısrar eden, akıl kapısından gönül ülkesine girmeyi ısrarla reddeden toplumlar hedefsiz kalacaklarından, birbirlerine düşman olacak ve birbirlerini öldüreceklerdir. Kıskançlık ve benzeri nefsânî duygulara boyun eğen insan, kardeşini dahi öldürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, âhirette ise cehennem ateşidir. Kıskançların gözleri kendi üzerlerindeki nimetlere karşı kördür; Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri göremezler, başkalarının ellerindeki nimetleri görür ve onlara karşı kin güderler. Şüphesiz bu durum kötü bir hastalıktır. Bu hastalığın şifası ise İslâm'ın kurallarını yaşayarak nefsi terbiye etmek ve onu kötülükleri emreden bir nefis olmaktan çıkarıp Allah'ın kendisine lütfettiklerine razı olan bir nefis haline getirmektir. 19 Peygamberimiz (s.a.v.) şu an bizi merak ediyor mu, bizden haberdar mı? Çünkü en son zamandayız, ahir zamandayız, bizi izlemeye falan geliyor mudur acaba? Peygamberimiz (asv) bütün ümmeti ile tek tek alakadar ve haberdardır. Her birinin üzüntüsüne ve sevincine ortak olur. 1. Her salavat Peygamber Efendimize (asv) arz edilir. O da onun sahibini tanır ve salavatını, selamını alır. 2. Her namazda ve namaz dışında Peygamber Efendimize (asv) "Esselamü aleyke" "Allah'ın Selamı senin üzerine olsun" denilmektedir. Dikkat edilirse doğrudan "sana " diyerek selam verilmektedir. Bu da kendisine verilen selamları aldığına ve selam vereni tanıdığına işaret eder. 3. Peygamber Efendimiz (asv) Miraç'da Cennet ve Cehennem ehlinin kendisine gösterildiğini bildirir. Buna göre bütün insanları tanımış olmasına bir işaret olabilir. 4. Bazı Hadislerde ümmetinin başına gelecek olayların kendisine gösterildiği ve bu konuda uyarılarda bulunduğu anlatılmaktadır. Bu duruma göre ümmetini tanımış olduğu anlaşılabilir. Bu ve buna benzer durumlar dikkate alınırsa, Allah'ın izniyle, Peygamber Efendimiz (a.s.m) ümmetini tanıyor ve her birisinden haberdardır, denilebilir. Bu konuda Said Nursi şu tespitlerde bulunmuştur: "Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var?" "Elcevap: O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır." (bk. Said Nursi, Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s.488) 20 Kuyumcu olan bir kişi nasıl ve ne kadar zekat verir? 14, 18, 22 ayar altınlardan hangisine göre zekat verecektir? Altın, alış fiyatından mı, satış fiyatından mı hesap edilecektir? Hanefi ve Şafii'ye göre açıklar mısınız? Hanefî mezhebine göre; Altın veya gümüşün bakırla karışması durumunda ölçü galip olan unsura göredir. a. Buna göre, altın-bakır karışımından meydana gelen bir kolyenin / bileziğin / altının içinde altın kısmı bakırdan daha fazla ise, söz konusu kolye ve diğer takıların veya külçenin zekâtı nisabı bu karışımın toplam miktarına göre tespit edilir. Mesela; bir bilezikte % 70 altın, % 30 bakır olursa, bu bileziğin nisap miktarı -hepsi saf altınmış gibi- 85 gram üzerinden hesaplanır. b. Eğer durum bunun tersi olursa, mesela; bir bilezikte % 30 altın, % 70 bakır olursa, bu takdirde bunun zekâtı, altın zekâtı olarak değil, bir ticaret malı olarak değerlendirilmelidir. Buna göre, böyle bir bileziğin zekât nisabı, -herhangi bir ticaret malı gibi- onun kıymeti üzerinden değerlendirilir. Ancak eğer, bu karışım içindeki saf altın miktarı tek başına 85 gram’a ulaşıyorsa, bu takdirde mevcut altın nisabı üzerinden zekât verilir. c. Eğer, altın-bakır karışımı yarı yarıya eşit seviyede ise, bu takdirde -tercih edilen görüşe göre- bunun da (a) şıkkındakine uygun bir şekilde zekâtının verilmesi gerekir.(bk. el-Lubab, 1/149; Durru’l-Muhtar / Reddu’l-Muhtar,2/300; V. Zuhaylî, 2/763). Şafiî ve Malikî mezhebine göre; Altın-bakır karışımı olan bir bileziğin zekâtı, ancak bu karışım içinde bulunan saf altın miktarı zekât nisabına ulaşırsa zekâtı verilir. Şayet, içindeki saf altın miktarı nisaba ulaşmamışsa, bunun zekâtı verilmez. Yani, -bir ticaret malı gibi- bu iki karışımın kıymeti üzerinden bir değerlendirme yapılamaz. Bu mezheplerin delili şu hadistir: “Beş Ukıyye (yânî iki yüz dirhem)den az miktardaki gümüşte zekât yoktur.”(Buharî, Zekât,42). Bu hadiste açıkça saf gümüş miktarı üzerinden nisabın hesaplanması ön görülmektedir. Nenevî bu görüşün cumhura ait olduğunu bildirmiştir.(bk. el-Mecmu, 6/18-19; Muğni’lMuhtac, 1/390; el-Kavanînu’l-fıkhiye, s.100-; V. Zuhaylî, a.g.y). Ebu Davud’un Hz. Ali (ra)’den yaptığı rivayete göre, Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: "Senin altınların 20 dinar / 20 miskal (85 gram)’a ulaşmadan, onlarda herhangi bir zekât gerekmez.”(Ebu Davud, Zekât,4). Bu hadiste de saf altın miktarı belirlenmiştir. Bu da bu iki mezhebin görüşünü desteklemektedir. Altınların farklı ayarlarına gelince; 21 Nisap miktarı olarak kabul ettiğimiz 85 gram saf altının tekabül ettiği farklı ayarlardaki gram miktarı şöyledir: a. 14 ayarlı altına göre, 145 grama tekabül eder. b. 18 ayarlı altına göre 113 grama tekabül eder, c. 22 ayarlı altına göre 93 grama tekabül eder. Buna göre, 14 ayar altının 145 gramında 85 saf altın vardır, geriye kalan 60 gram ise bakırdır. 18 ayar altının 113 gramında 85 gram saf altındır, geriye kalan 28 gram ise bakıdır. 22 ayar altının 93 gramında 85 gram saf altın, geriye kalan 8 gram ise bakırdır. Şunu da unutmayalım ki, ayarı ne olursa olsun, farklı ayar altınların zekât miktarı para cinsinden farklı olacağı için, netice itibariyle aynı sonuca çıkar. Hanefî mezhebinin ölçüleri yukarıda arz edilmiştir. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre altın zekâtını vermek isteyenler için ise, en pratik metot şudur: Yyukarıda ölçüleri verildiği şekilde, farklı ayar altınlar ayrı ayrı hesap edilerek onlardaki saf altın miktarı bulunur, sonra bu miktar toplanır, 85 gram ve üzerindeki altın miktarı için -40’ta 1/ % 2,5- zekât verilir. Zekâtın hesaplanması, verileceği gün esas alınarak, günlük borsa fiyatı / alım-satım ortalaması üzerinden yapılmalıdır. 22 “Hırs, heva, dine tercih edilen bir dünya ve herkesin kendi görüşünü beğendiği bir dönem gelince, kendi nefsinin çaresine bak ve halkı bırak!” anlamındaki hadisin işaret ettiği zaman, bu zaman mıdır? Ne yapmamız gerekir? Rivâyete göre, Ebû Umeyye eş-Şa’banî şöyle demiştir: Ebû Sa’lebe el- Huşenî’ye geldim şu (Maide, 5/105.) ayet hakkında ne diyorsun, diye sordum. Ebû Sa’lebe hangi ayet dedi. Ben de “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar vermez.” ayeti hakkında, dedim. O da “Vallahi, sen bu soruyu tam bilen birisine sormuş bulunuyorsun” dedi ve devam etti; "Ben de aynı şekilde bu ayeti Rasûlullah (a.s.m)’a sormuştum o da cevap olarak şöyle buyurmuştu": “Hayır! (sadece kendinizi düzeltmekle kalmayın). Birbirlerinize iyilikleri emredin kötülüklerden sakındırın. Ancak ne zaman kendisine boyun eğilen bir hırsı / mala düşkünlüğü, insanların peşinde gittikleri bir heva-hevesi, dine tercih edilen bir dünya ve herkesin kendi görüşünü beğendiği bir dönemi gördüğünde, o zaman sadece kendi nefsinin çaresine bak ve halkı bırak! Ondan sonra öyle günler gelecek ki o günlerde dinin emirlerine uyma hususunda gösterilecek sabır, ateş parçasını elde tutmak gibi zor olacaktır. O günlerde Müslüman olarak yaşamaya çalışanlara bu günkü sizin elli kişinin amelini isteyen kimselerin sevâbı kadar sevap yazılacaktır.”(Tirmizî, Tefsir, 6). Bu hadis rivayetinde yer alan ifadeler, kıyamete çok yakın bir zamanda bazı durumlara işaret etmiş olabilir. Veya tarih boyunca bazı zalimlerin riyaset makamına geçtiği ve hadiste ifade edilen diğer şartların ortaya çıktığı biz aman diliminde “iyiliği emretme, kötülükten sakındırma” adına herhangi müsait bir ortam bulamayanlar için özel bir ruhsata işaret edilmiş de olabilir. Ve biz şu anda kendi çapımızda insanlara güzellikleri tebliğ edebilir ve Kur’an’ın güzel hakikatlerini onlarla paylaşabiliriz. Bu sebeple, bizim şu anda İslam’a hizmet adına yapmamız gereken görevler konusunda bizim geri durmamıza ruhsat teşkil edecek hiçbir engel yoktur. Ufak-tefek zararları nazara alarak bu görevlerden uzak durmak çok veballi olur. O halde, “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar vermez.”(Maide, 5/105) mealindeki ayetten “iyiliği emretme ve kötülüklerden sakındırma” nın bir görev olmadığı manasını çıkarmak yanlış olur. Çünkü, “doğru yolda olmak”, Allah’ın bütün emir ve yasaklarına riayet etmekle mümkündür. İyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak da Allah’ın bir emridir. Nitekim Kur’an’da bu husus açıkça belirtilmiştir: “(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız….”(Ali İmran, 3/110). Bununla beraber, hadis kaynaklarında bu ayetin manasını yanlış anlayanlara karşı tepki gösteren Hz. Ebu Bekir (ra) bir hutbesinde şunları söylemiştir: “Ey insanlar! Siz “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar vermez.” ayetini okuyorsunuz, fakat onu yanlış yorumluyorsunuz. Halbuki ben Resulullah (a.s.m)’ın şöyle dediğini işittim: “İnsanlar bir zâlimi görürler de ona zulmünden el 23 çektirmezlerse, Allah’ın onları kuşatıcı bir azaba uğratması kaçınılmazdır.”(Tirmizî, tefsir, 6; Ebû Dâvûd, Melahim, 27; İbn Mâce, Fiten, 17). Konuyla ilgili bir başka hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Kim bir kötülük görür de onu eli ile değiştirmeye gücü yeterse eli ile değiştirsin (engel olsun). Eli ile değiştirmeye gücü yetmezse, dili ile değiştirsin. Dili ile değiştirmeye gücü yetmezse kalbi ile değiştirsin. Bu sonuncusu ise, imanın en zayıfıdır." (bk Müslim, İman 78; Timizi, Fıten 11; İbn Mace, fiten 21). Kötülüğe el ile engel olmak; onu fiilen engellemektir. Kötülük aletini kırmak, içki ise dökmek, bir malın gasbı ise gasbedilen malı sahibine geri vermek, cezalandırılması gerekiyorsa ceza vermek gibi görevlerdir. Dil ile engel olmak; kötülük işleyene nasihat etmek, Allah'ın o kötülüğü işleyenler için vaad ettiği cezayı hatırlatmak ve o konudaki âyetleri okumak gibi vazifelerdir. Kalb ile engel olmak da; o kötülüğe razı olmamak, kötülük işleyene içinden buğzetmektir. Davranışın bu şekli kötülüğü manen engellemektir. Çünkü onun gücü daha fazlasına yetmemektedir. Hadisin açık manası, iyiliği emretmenin ve kötülükten sakındırmanın kademeli uygulanışını gruplara bölmemiş tüm Müslümanları içine almıştır. Yani kötülüğe el ile engel olmak şu grubun, dil ile engel olmak öteki grubun, kalben buğzetmek de başka bir grubun işidir, diye bir ayırım yapmamıştır. Ancak bazı alimler kötülüğü el ile engellemenin devletin, dil ile engellemenin alimlerin, kalben buğzetmenin de avamın vazifesi olduğunu söylemişlerdir. (Fetavay-ı Hindiyye, 5/353) Kanaatimizce de bu, yerinde bir sınıflandırmadır. Çünkü, devletin engel olabileceği bir takım kötülüklere birilerinin engel olmaya, hatta devletin vereceği / vermesi gereken cezaları birilerinin vermeye hakkı olmadığı gibi, karışıklık çıkabilir. Diğer taraftan usulünü bilmeden dil ile engel olmaya çalışmak ve kötülükten kaçındırmak da fayda yerine zarar getirebilir. İnsanları hakka yaklaştıracağı halde uzaklaştırabilir. Sonuç olarak denilebilir ki, her Müslümanın, iyiliği yaparak ve kötülükten sakınarak, canlı ve yaşayan bir örnek olması gerektiği gibi; bulunduğu zamana, şartlara ve kendi konumuna göre, görevliyse eliyle, alimse diliyle, avamsa kalbiyle iyiliği emretmesi, kötülükten de sakındırması gerekir. Sorumlulukları da, her Müslümanın kendi konumuna göre olacaktır. 24 Mevlana'nın babası Sultanu'l-ulema hakkında bilgi verir misiniz, neden sakal bırakmamıştır? Ali Rıza Efendi, onu örnek gösterek Bediüzzamanın sakal bırakmama nedenini nasıl açıklamıştır? Cevap 1: Mevlana Celaleddin Rumi’nin babası olan Bahaeddin Veled, 1151 yılında Belh'te doğdu. Henüz üç yaşında iken babası vefat etti. Küçük yaştan itibaren eğitim görmeye başladı. Dini ilimler, hikmet ve tasavvuf alanında önemli bir seviyeye ulaştı. Zikir ve riyazetle meşgul oldu. Bir ara Harizm'e gidip, tıp alanında eğitim görmeyi arzuladı. Sonradan bu arzusundan vazgeçerek vaizlik yapmaya başladı. Ayrıca hocalık da yaparak, fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilafları konu edinen Hilaf ilmi ve tefsir derslerini okuttu. Necmeddin-i Kübra'ya ittiba ederek müridi oldu ve tarikatına girdi. Bahaeddin'e, Sultanü'l-ulema lakabı verilmiş ve tarihte bu unvan ile anılmıştır. Bahaeddin, akli ilimlerden özellikle felsefeye karşı olduğundan bu alanla ilgilenen alimlerle aralarında ciddi tartışmalar yaşandı. İlmi seviye ve mevkisini kıskanarak dil uzatanlara sert karşılıklar verdi. Ünlü bilgin Fahreddin Razi ile sert münakaşalara girdiği ve aralarında şiddetli tartışmaların yaşandığı nakledilmektedir. Razi, Harzemşahı Alaeddin Muhammed Tekiş tarafından destek görmekteydi. Dolayısıyla Muhammed Tekiş ile de arası bozulunca, Bahaeddin oğlu Celaleddin'i de yanına alarak 1212-13 yıllarında Belh'ten ayrıldı. Semerkant'a gittikten sonra burası Harzemşahlar tarafından kuşatılıp ele geçirilince tekrar Belh'e döndü. Bahaeddin, birkaç yıl Belh'te kaldı. Talebe yetiştirmeye devam ettiği gibi müritlerinin de terbiyesiyle ilgilendi. Bu arada giderek büyüyen Moğol tehlikesi ve Cengiz'in sebep olduğu büyük felaketler yavaş yavaş yaşanmaya başladı. Belh'de Moğolların istilasına uğrayınca Bahaeddin oğlu ve yanında bulunan kafile ile birlikte buradan ayrıldı. Hac farizasını yerine getirmek maksadıyla yola koyuldu. Yol güzergahı üzerinde bulunan Nişabur'da Şeyh Fahrüddin Attar tarafından karşılandı. Bağdat ve Küfe'ye de uğradıktan sonra Mekke'ye ulaştı. Haccını tamamladıktan sonra Şam üzerinden Anadolu'ya geçti. Şam'da kalması için bazı alimler tarafından ısrar edildiyse de burada kalmayarak yoluna devam etti. Bahaeddin, Konya'dan evvel Larende'de yerleşip birkaç yıl burada yaşadı. Larende'de Selçuklu Devletine tabi Emir Musa bulunmaktaydı. Alimlere ve din adamlarına büyük saygı gösteren ve değer veren birisiydi. Muhammed Bahaeddin Veled'e çok saygı gösterdi. Ona talebe oldu. Bir medrese yaptırarak hizmetine yardımcı olmaya çalıştı. Bahaeddin, yedi yıl burada kaldı. Vefât eden hanımı Mü' mine Hatun ile oğlu Alaeddin'i Lârende'ye defnetti. Alaeddin Keykubat, Emir Musa vasıtasıyla Konya'ya yerleşmesi için davet etti. Davetinin kabul edilmesi üzerine bizzat karşılamaya giderek büyük alaka gösterdi. Keykubat kendi sarayında oturmalarını teklif etmesi üzerine Bahaaeddin: "İmamlara medrese, şeyhlere hangah, emirlere saray, tüccarlara han, başıboş gezenlere zaviyeler, gariplere kervansaraylar münasiptir." diyerek karşılık verdi ve medreseyi tercih etti. Konya'ya yerleştikten sonra şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı. Derslerine ve irşat faaliyetlerine olan ilgi giderek arttı. Aralarında vezirler, emirler ve devletin ileri gelenlerinin de bulunduğu çok sayıdaki kişi onun irşat faaliyetlerinden istifade etmeye çalıştı. Bu arada Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat'ın da kendisine tabi olup, müridi olduğu nakledilmektedir. Sabahtan Öğleye kadar talebelerine ders verir, öğleden sonra müridleriyle meşgul olur, cuma 25 ve pazartesi günleri halka vaaz verir, bu arada maarifini tamamlamaya çalışırdı. Etrafındakilere ve dinleyicilerine şeriatın zahirinin korunması gerektiği ikazında bulunur, Sünnet-i seniyyeye uymanın önemi üzerinde dururdu. Tarikat silsilesinin Necmeddîn-i Kübrâ'ya ulaştığı rivayet edilmekle birlikte bir Kübrevî şeyhi olarak faaliyet göstermemiştir. Eflâkî onun lafza-i celâl ile yani "Allah, Allah" diye zikretmeyi tercih ettiğini kaydeder. Eflâkinin Sultan Veled'den naklen söylediğine göre kuvvetli, iri yarı, cüsseli bir zat olan Bahâeddin Veled 18 Rebîülâhir 628 (23 Şubat 1231) Cuma günü vefat etti. Bahaeddin Veled’in sakalsız olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Cevap 2: Soruda geçen konuya gelince: Bediüzzaman'ın sakal bırakmamasıyla ilgili itirazlara, Fetva Emini Ali Rıza Efendi'nin getirdiği delil, yine meslektaşı olan Hz. Mevlana'nın hayatından bir kesittir. Şöyle ki, “Bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin pederleri olan Sultanü'l-Ulema'nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misüllü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır.” (bk. Kastamonu Lahikası, 149). Ali Rıza Efendinin Üstad Bediüzzaman için getirdiği kıssa hakkında farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu yorumlardan bazıları şöyledir: Tarihten öğrendiğimize göre, Mevlana’nın muhterem pederleri oğlu Mevlana’ya çok değer verirdi. Hatta daha küçük yaşta iken o gelince ayağa kalkar, ona su getirir, arkasından yürür ve bir babanın yapmayacağı saygı denecek derecede davranışlar sergilerdi. Bu durumu gören büyük zatlar yaptığı işin doğru olmadığını söylerler ve oğlunun yapması gerekenleri babası yaptığından dolayı tenkit ederlerdi. Çevresindekiler ise bu davranışından dolayı kınarlarmış. Bu tenkitlere mukabil, Mevlana'nın babası her defasında şu cevabı verirmiş; "Siz zamanla benim bu hareketimin doğruluğunu anlayacaksınız..." Bir zaman sonra Mevlana’nın yüce ve ulvi makamını gören büyükler, önceden Babasının Mevlana’ya yaptığı tavrın ne kadar yerinde olduğunu anlamışlar, yaptıkları tenkidin yersiz olduğunu ve Babasının haklı olduğunu itiraf etmişlerdir. Esasen küçükler büyüklere hürmet ve hizmet ederler. Mevlana’ya Babasının yaptığı ise şeriatın zahirine aykırıdır. Fakat oğlunun ileride elde edeceği makamını gören Baba, yaptığında haklıdır. Ama bu sonradan anlaşılacaktır. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin sakal bırakmaması da zahiren sünnete aykırıdır. Halbuki, zamanla onun bu içtihadında haklı olma ihtimali vardır. Bu nedenle Mevlana’nın babasını tenkit etmek nasıl yersiz ve o içtihadında haklı ise, Bediüzzamanın da bu içtihadında haklı olduğu ve ilişilmemesi lazım geldiği hatırlatılmış olabilir. Ali Rıza Efendi bu noktayı hatırlatmak istemiş olabilir. 26 Diğer taraftan, genellikle evliya menkıbelerinde şeriatın zahirine göre yanlış gibi sayılan haller ve durumların gerçekte hakikate uygun olduğunu anlatmak için mutasavvıflar Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır (as) kıssasını anlatırlar. (Kehf Suresi, 18/63–80) Büyük zatların hikmetini anlayamadığımız bazı içtihatları da bunlar gibi olabileceği düşüncesiyle, evliyaların bazı içtihatlarının ve uygulamalarının gerçek nedenini araştırmadan itiraz edilmemesi gerektiği hatırlatılır. Bu ve benzeri hikmetleri dikkate alan İstanbul ulemasından Fetva Emini Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman hazretlerinin “Birinci Şua” isimli eserine ve sakal bırakmamasına bazı tarikat şeyhlerinin itiraz etmesi üzerine, onların anlayacağı dilden cevap vermiştir. “Elbette Bediüzzaman’ın bir içtihadı vardır. İtirazınız anlamsız ve hükümsüzdür.” demiştir. Bu kıssadan alınması gereken hisse, herkesin hissesi nisbetinde olduğu içindir ki; sadece kıssanın ismi verilmiş, alınması gereken hisseden bahsedilmemiş. Zira herkes kendi hissesini alacaktır.. 27 Firavun ve askerleri denizde boğulduktan sonra, geride şehirlerde kalan firavun kavminin akıbeti ne olmuştur? Firavun'un, çevresinin ve halkının ilâhı mesajı kabul etmeyecekleri, zulüm ve işkencelerinin sona ermeyeceği kesinlik kazanınca Hz. Musa (as)'a İsrailoğullarını bir gece Mısır'dan çıkarması emri verildi (Şuarâ, 26/52). Durumu öğrenen Firavun hemen harekete geçerek büyük bir ordu topladı (Şuarâ, 26/53). Amacı, İsrailoğullarını bütünüyle yok etmekti. Ama Allah'ın da bir hesabı vardı. Firavun ve ordusu, Hz. Musa (as) ve İsrailoğullarına yol vermek için yarılan Kızıldeniz'in yeniden birleşen suları içinde yok olup gitti (Şuarâ, 26/60-66). Böylece Allah, Firavun ve halkını tapınırcasına sevdikleri şeylerden; çeşmelerden, bahçelerden, hazinelerden, o güzel yerlerden çıkardı ve bunları İsrailoğullarına miras yaptı (Şuarâ, 26/57-59). Zorba Firavun, Kızıldeniz'in suları arasında artık her şeyin bittiğini, boğulacağını anlayınca, "Gerçekten İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım; ben de Müslümanlardanım." dedi, ama iş işten geçmişti. "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştur.'' denildi. Cesedi, gelecek nesillere ibret olması için denizden kurtarılarak bir tepeye atıldı. (Yunus, 10/90-92). Kur'an, tarihî olayları bir tarih kitabı gibi belli bir olayı aktarma amacıyla değil; insanları uyarma, düşündürme, evrensel gerçekleri kavratma gibi amaçlarla konu edinir. Kur'an-ı Kerim de bunun detayını bildirmektedir. Ancak bazı tarih kitaplarında şu bilgiler vardır: Yüce Allah; Mûsâ Aleyhisselâmla bütün İsrail oğullarını, denizden selâmetle karaya çıkardığı, Firavunla ordularını denizde boğduğu zaman, Mûsâ Aleyhisselâm ordusundan bir kısmını Yûşa' b.Nûn Aleyhisselâmla Kâlib b.Yufenna Aleyhisselâmın kumandası altında Firavunun şehirlerine gönderdi. Yüce Allah; o şehirlerin ulularını, başkanlarını, kumandanlarını ve savaş erlerini denizde boğmuş; oralarda, kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlardan başka kimseler kalmamış, şehirler, bomboş hale gelmişti. Yûşa' ve Kâlib Aleyhisselâmların orduları, Firavunun beldelerine girip oralarda buldukları malları ve hazineleri ganimet edindiler. Yûşa' b.Nûn Aleyhisselâm, Firavun halkının üzerine, onlardan birisini Vekil tâyin edip yanındaki Müslümanlarla birlikte ve pek çok ganimet almış ve Allah'a hamd ve şükre dalmış olarak Mûsâ Aleyhisselâm yanına döndü.(Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Hz. Musa Hayatı) 28 Acaba cehenneme gidecek insanların ruhunda, kötü ruh kaynağı gibi bir yerden eklenmiş bir parça olma ihtimali var mıdır? Bu konuda ne diyorsunuz? Bildiğimiz kadarıyla “insanların ruhunda, kötü ruh kaynağı gibi bir yerden eklenmiş bir parça” yoktur. Ruh yalnız bir tanedir. İmtihanın olabilmesi için insanın iç aleminde -biri iyilik, diğeri kötülük isteyen- zıt kutupların olması gerekir. Bu mekanizma, iyilikten hoşlanan kalp, akıl ve ulvî duygularla, kötülükten hoşlanan nefis, kör hissiyat ve süflî duygulardan oluşmaktadır. Bu zıt arzuların gerçekleşmesi ise, insanın özgür iradesine bağlıdır. Kişi, hangi tarafı tercih ederse, onu yapar ve tabii ki sonuçta ceza veya mükâfat görür. Kur’an’a göre, iyiliği de kötülüğü de / hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Ancak icat noktaları barındırmayan “Kesp”/ insanların işlemesiyle meydana gelen kazanç, insanın kendisine aittir. Bununla beraber, kötülükler genellikle ademî oldukları, bir iyiliği terk ile var oldukları için insanın kendisine verilebilir. Fakat, iyilikler genellikle vücudidir, bir varlıktır, yaratılması gereken belli icadî noktaları vardır; bu sebeple yüzde doksan dokuzu Allah’ın lütuf ve inayetine bağlı olarak ancak gerçekleşebilir. İnsanın özgür iradesini askıya alacak kötülüğe meyyal bir genetik kodlamanın varlığına dair düşünceler tamamen bir spekülasyondur, imtihan için gerekli olan ilahî adaleti göz ardı eden bir yaklaşımın ürünüdür. Genetik kodlarda iyiliği ve kötülüğü simgeleyen bazı hususlar olabilir, ancak bunlar insanın özgür iradesini tamamen ortadan kaldıracak bir boyutta olduğunu düşünmek asla doğru değildir. Kader noktasında hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. Fakat imtihana tabi tutulanlar da birer kukla değildir. O kötülüklerin meydana gelmesinde onların payı vardır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İnsanları ilgilendiren konularda, her olayın iki yönü vardır: Birisi: Allah'ın yaratmasına bakan icat noktalarıdır. Yani hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır. Tevhit / Allah'ın birlik sıfatı bunu gerektiriyor. Diğeri: İnsanların kazancına bakan ve içinde yaratma işi olmayan tasarruflar, meyiller ve Allah'ın yaratmasına bir vesile hükmünde olan şeylerdir. Özgür bir iradeyle imtihanın yapılmasını sağlamak ve sonuçtan insanları sorumlu tutmak ve adaletin gerçekleşmesi adına kula bu cüzi irade verilmiştir. Söz gelimi, ortada bir hastalık varsa, onun yaratıcısı Allah'tır. Fakat icat noktaları içermeyen yönleri ise insana aittir. Mesela, terli terli soğuk su içmek bir suistimaldir, neticesinden sorumlu olan insanın kendisidir. Bademciklerinin şişmesinden, grip olmasından kendisi sorumludur. Fakat hastalığı yaratan Allah'tır. Edepli olan kimse, Hz. İbrahim (as) gibi, vesilelik yönüyle kötülüğün kendisine, yaratıcılık yönüyle de iyiliğin Allah'a ait olduğunu düşünür ve: "Ben hastalandığım zaman bana Allah şifa verir."(Şuara, 26/80) der. Eğer böyle düşünmezsek, o takdirde, kolumuzu, bacağımızı kıran, malımızı çalan, hatta bir insanı öldüren kimseye kızmamamız gerekir. Ve Allah'ın da bunlara ceza vermemesi lazım gelir. "De ki: Rabbinizden gelen hak / gerçek budur. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin."(Kehf, 18/29) 29 Kul, bir işi yapmak için cüzi iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır. Mesela bir insan konuşmayı ancak dileyebilir. Fakat insanı konuşturan yine Allah'tır. İnsan ders çalışmak ister. Ancak ders çalışması için görme fiilini, anlama fiilini, yazma fiilini yaratan Allah'tır. İşte bundan dolayıdır ki insanın cüzi iradesi sadece istemekle kayıtlıdır. İstediğimiz fiilleri yaratan yine Cenab-ı Hakk'tır. Bundan dolayı ki insan işlediği hayırlı fiilleri kendine mal etmesi, yani ben yaptım ben ettim demesi doğru değildir. Özetlemek gerekirse, isteyen insandır, yaratan Allah'tır. İlave bilgi için tıklayınız: Cüz'î İrade ve Allah'ın yaratması... İyilik Allah'tandır, kötülük nefistendir... Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa onu yapmaya mecbur mudur? 30 Yunan mitolojisi ile Kur’an-ı Kerim arasında benzerlik olduğu gerekçesiyle Kur’an-ı Kerim’in Yunan mitolojisinden etkilenmiş olduğunu iddiasının doğruluk payı var mıdır? Evvela, Yunan mitolojisinin Hz. İsa (as) ve Hz. Musa (as)’ın dininden etkilenmemiş olduğunu iddia etmek mümkün değildir. O dinler de semavîdir. Onlarda da vahyin mesajları bulunduğu bir gerçektir. Yunan Mitolojisinin muhtevasında / içeriğinde bu hakikatlerden bazı hususların olması, o semavî dinlerden etkilendiğini göstermektedir. Dolayısıyla, Allah’ın değişik zamanlarda gönderdiği vahiylerin benzer yönlerinin -olmaması değil-, olması bir zorunluluktur. Kur’an’da bu kitaplara atıfta bulunulması bu gerçeğin açık ifadesidir. İnsanlık camiasının ilk atası olan Hz. Adem (as) aynı zamanda ilk peygamberdir. Ve Allah her dönemde peygamberler yollamıştır. Bu sebeple, hangi zaman diliminde olursa olsun, insanlık camiasında şifahî ve kitabî kültürde yer almış bazı hukukî, edebî, ictimaî ürünlerin hepsi mutlaka semavî dinlerden etkilenmiştir. Onun için herhangi bir mitolojinin ihtiva ettiği gerçeklerin asıl kaynağı yine semavî vahiylerdir. Kısacası, mitoloji-vahiy etkileşimi ille de söz konusu edilecekse, vahiylerin mitolojilerden değil, ancak mitolojilerin vahiylerden etkilenmesinin söz konusu olacağı açık bir hakikattir. Bu hakikate olan inancımız, sadece dini hislerin duyarlılığıyla hissi bir inanç değil, tam tersine aşağıda delillerini sunacağımız aklî gerekçeler ve delillerledir. Mitolojik eserlerin ortaya çıktığı destanların oluştuğu dönemlerde, vahiy ve dinin hakikatlerinin ortaya çıktığı bölge ile mitolojik ürünlerin ve inançların ortaya çıktığı bölgeler arasında insanlar birbirinden etkilenmemiş ve bu karşılaşma gerçekleşmemiş olsa bile, yine de, bu durum; mitolojilerin vahiyden etkilenmediğini göstermez. Çünkü direkt bir karşılaşma ve etkileşim söz konusu olmasa da, bir peygamberle, bir vahiy ürünüyle ve hak bir din ile karşılaşılmamış olsa bile, filozofun, bilge kişilerin Allah’ın sünnetullahı olan evrensel yasanın hakikatlerinden bir yansımayı keşfedip yakalamış olması ve bunu edebî bir sembolizmle ifade etmesi mümkündür. Ancak vahiylerin üslubuna, diline ve manevi etkisine bakıldığında bunların evrensel bir hakikati ifade etmekte ne denli yüksek bir etkiye sahip olduğu ve mitolojilerde de bu hakikatlerden küçük bir parça ifade ediliyor olsa dahi, bunun vahye kıyasla ne denli düşük ve yetersiz olduğu işin uzmanlarınca anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, vahiy-mitoloji karşılaşmasının tarihsel gerçekliği konusunda, bunun gerçekleşmediği iddia edilecek olsa dahi, mitolojinin vahiyden habersiz olması mümkünse de, etkilenmemiş olmasının imkansızlığı, aksi ispat edilmesi zor bir gerçektir. Öte yandan vahyin mitolojiden etkilendiğini iddia etmek ise, bilimsel ve aklî kanıtları sunulamayacak bir safsatadan ibarettir. İçinde hikmetler barındıran mitolojik ürünlerin bulunması, onların ortaya çıktığı dönemde yeryüzünde hüküm süren bir vahiy kültüründen etkilenmediğini göstermez. Bu mitolojik ürünler, tahayyül edilen yahut bilinen tüm semavi dinlerin vahiylerinin ulaşmadığı bir dönem ve bölgede ortaya çıkmış olduğunu ve bu dinlerden tarihsel olarak eski bir geçmişe sahip olduğunu bir varsayım olarak kabul etsek bile, yine de bunların vahyi etkilediği iddia edilemez. Çünkü, iki ürün karşılaştırıldığında, yani mitolojik ürün ve vahiy ürünü karşılaştırıldığında, bu ürünlerin içerdiği hakikatlerin yüksekliği, üslubu, hakikatleri katman katman ifade ediş sembolizmi, tek bir insan ve tüm bir insanlıkta meydana getirdiği değişim 31 ve dönüşüm, dolayısıyla yeryüzünde ve kainatta oluşan manevi etki, işte tüm bunlara bakıldığında ve kıyaslandığında (aslında kıyas kabul etmemekle birlikte) mitolojiler hakikatin cüzi bir parçasının yansıdığı zayıf bir ışığın yansıması gibi kalırken, vahiy ürünleri insanı ve kainatı aydınlatan yüksek birer hakikat güneşi gibi durmaktadır. Hal böyle olunca, Yunan mitolojisindeki bir destan Kur’an’dan çok önce de ortaya çıkmış olsa bile, Kur’an’ın mitolojiden etkilenmiş olma ihtimalinin imkansız olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, güneşin; ışığı içermek ve yansıtmak bakımından, güneşten aldığı cüzî ışığı, cüzî bir biçimde yansıtan yerdeki bir cam parçasıyla kıyaslanmasına benzer ki bu anlamsızdır. Aynen öyle de Kur’an vahyinin güneşini de bir mitolojiyle kıyaslamak da o derece anlamsızdır. Son olarak, tarihsel gerçeklerin de yukarıda söz konusu ettiğimiz hakikatleri desteklediğini söylemek istiyoruz. Nitekim, ümmî olan, yaşadığı coğrafya ve içinde yetiştiği kültür itibariyle de Yunan mitolojisi ürünleriyle karşılaşma imkanı neredeyse imkansız olan İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed (asv)’in saf ve temiz, asla insan bilincinin bulanık suyunun karışmadığı yüksek vahyi olan Kur’an’ı, bu mitolojiden etkilenmekle suçlama girişiminin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur ve ispatı imkansızdır. 32 Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tövbe edenlerin tövbesini kabul etmeyi üzerine almıştır... (Nisa, 4/17) ayetine göre günah işleyip hemen tövbe etmeyenlerin tövbesi kabul olmaz mı? Ne zamana kadar tövbe edilebilir? "Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tövbe edenlerin tövbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tövbesini kabul eder. Allah Bilen'dir, Hakim olandır."(Nisa, 4/17) "Hemen tövbe edenler" ifadesinden maksat, o günahtan hemen sonra pişman olmak, günahının idrakine vardığı anda duyulan pişmanlıklar anlaşılacağı gibi, ayette asıl kastedilen ölmeden önceye kadar ki duyduğu pişmanlıktır.(bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri) Nitekim her türlü günah için tövbe kapısının ölüm gelene kadar açık olması da bu hakikati teyid etmektedir. Nitekim Abdullah b. Ömer, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Şüphesiz ki Allah, "Can boğaza gelip dayanarak göğüse hırıltı düşmedikçe, kulun tövbesini kabul eder."(Tirmizi, Daavat, 99; İbn-i Mâce, ez-Zühd, 30) İnsanlar yaşadıkları müddetçe tövbe kapısı açıktır. Ne zaman akılları başlarına gelir ve tövbe ederlerse Allah'ın, vaadinin gereği olarak bu tövbeyi kabul buyurması ve günahkâr kullarını affetmesi umulur, lütfundan beklenir. Günahkâr kişi hayatının son saniyelerine kadar tövbe etmez, dünya hayatından ümit kestikten ve gayb âlemine dahil bulunan berzah ve âhiretle ilgili bazı gerçekleri gördükten, hissettikten sonra henüz can vermeden tövbe ederse, bu tövbenin sebebi, gayba imana dayalı samimi pişmanlık olmayıp yüz yüze gelinen cezadan kurtulmaya yönelik bulunduğu, tekrar kulluk ve itaat imtihanına fırsat da kalmadığı için kabul edilmeyecektir. Kabul edilmeyen bir başka tövbe de hayatını, hak dini inkâr içinde geçirdikten sonra ölen ve âhiret âlemini gördükten sonra pişmanlık duyanların tövbesidir. Bu da gayba iman ve samimi pişmanlıktan kaynaklanmadığı için Allah tarafından kabul edilmeyecektir. (Kur’an Yolu, Diyanet Tefsiri, II/24-25) Enes radıyallahu anh, “Ben Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellemi şöyle buyururken dinledim” diyor: “Allah Teâlâ (buyurdu ki): Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat Bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, Ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.”(Tirmizî, Daavât, 98). 33 Dinden çıktığını söyleyen erkek kardeşimin yanında başımı kapatmam gerekir mi? Baş başa kalmak halvet oluşturur mu? Benim için yabancı mı sayılır? Onunla uzun yola çıkamaz mıyım? Annem için durum nasıl olur? Ona karşı tavrımız nasıl olmalı? 1. Dinden çıkmak soydan gelen fıtrî bağları ortadan kaldırmaz. Bu sebeple onun yanında başınızı açmanızda bir sakınca yoktur. 2. Din farkı -mirasta olduğu gibi- bazı konularda bir yabancılık oluştursa da, genellikle soydan gelen cibillî duyguları ortadan kaldırmaz. Bu sebeple halvette baş başa kalmanızda da bir sakınca olmadığını düşünüyoruz. 3. Birbirinizden miras almama konusunda yabancı sayılırsınız. İman kardeşliğiniz sona erdiği için, İman ve İslam’la ilgili bir yakınlığınız artık yoktur. Fakat soydan gelen kardeşliğiniz devam eder. Bu sebeple -örneğin- onunla evlenemezsiniz. Uzun yolda birlikte gitmekte bir sakınca olmayabilir. 4. "Eğer onlar (anne-baban) seni, hakkında senin hiçbir bilginin olmadığı şeyleri ortak koşmaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme. Ama o durumda da, kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık. Bana yönelen olgun insanların yolunu tut. Sonunda hepinizin dönüşü bana olacak. Ve ben işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim. “(Lokman, 31/15). Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olmayacak şekilde dinsiz de olsa; akrabaya insanî ilişkiler çerçevesinde muamele etmek esastır. Yani, evlat da olsa, anne-baba da olsa kardeş de olsa; dinsizliğini tasvip etmemekle beraber, gereken insanî ilişkileri askıya almamak, onlarla insanî, fıtri ilişkileri doğal bir biçimde sürdürmek gerekir. 5. Annen için de durum aynıdır. 6. Ona karşı tavrınız olumlu olmalıdır. Yani ona karşı sevgi dolu, şefkat dolu olduğunuzu hissettirmenizde fayda vardır. Çünkü, maksat bağcıyı dövmek değil, üzümü yemektir. Onu ailesinden bütün bütün uzaklaştıracak, yabancılık hissini verecek davranışlarda bulunmak çok yanlış olur. Bu sebeple, bir yandan onun bu durumundan rahatsız olduğunuzu üzüntülü hallerinizle gösterirken, hala da onu bir evlat, bir kardeş kabul ettiğinizi hissettirecek söz ve davranışlar sergilemekte fayda vardır. Bunun yanında, bir yandan bütün namazlardan sonra bir kardeş, bir anne şefkatiyle düzelmesi için Allah’a yalvarıp dua ederken, bir yandan da fiilî bir dua olan -ilmî ve aklî metotlarla- onu ikna etmeye çalışmayı sürdürmek gerekir. Bu işi çok iyi bilen bir arkadaşıyla yaptırmak önem arz etmektedir. Çünkü, bilmeyen biri “kaş yaparken göz çıkarabilir”. Özellikle onun samimiyetine güvendiği kimselerle arkadaşlık kurmasını sağlamak ve o yolla ikna yoluna gitmek gerekir. İki de bir “dinsizlik” yaftasını kullanarak onun damgalamak son derece yanlıştır. Tahsil durumunu göz önünde bulundurarak ona bir arkadaş, bir çevre bulmak gerekir. 34 En güzel tebliğ, İslama uygun bir hayat sürmektir. Eğer biz İslam ahlakı ve imanın gerçeklerini hal ve hareketlerimizle göstersek, diğer dinlere uyanlar da topluluklar halinde İslamiyete gireceklerdir. Öyleyse kendi nefsimize dönüp muhasebe yapalım: “Acaba İslamı nasıl anlıyor, nasıl yorumluyor ve hayata nasıl geçiriyoruz? Halimiz nasıl? Etvarımız nasıl? Biz nasılız? Hal ve hareketimizle İslam güneşini parlatmak yerine perde mi çekiyoruz? İman bahçelerinin güllerini ihtiyaç sahiplerine sunacağımıza hoyrat bir el mi oluyoruz? İnsanları Kur’an sofrasına davet edecekken; o sofradan kovup uzaklaştırıyor muyuz? Bütün bu sorulara cevap verelim. Hep suçu ötekilerde aramayalım. Nerede ne yanlış yapıyoruz? Niçin insanları İslam'dan ve Müslümanlıktan korkutup ürkütüyoruz?.. Gerçekten çevremize güzel örnek olabiliyor muyuz.? “İşte Müslüman dediğin böyle “ olmalı dedirebiliyor muyuz? Yoksa bizim Müslümanlık anlayışımız sadece baş örtüp, namaz kılıp, oruç tutmaktan mı ibaret? Komşularımızla ilişkilerimiz nasıl? Onlara iyi bir örnek miyiz? Ya da onların atalarından dolayı yüzümüzü mü çeviriyoruz? İslam dininde sadaka olan tebessümü onlardan esirgiyor muyuz? Sonra da arkamızdan, “Ne olacak canım işte gerici ve yobaz” mı dediriyoruz? Bizler Müslümanlar olarak dünyaya açılmalıyız. Kur’anın manasını anlayarak hayatımıza geçirmeliyiz. Rahmet peygamberi olarak gönderilen Peygamber (asv)'in sünnetine uymalıyız. Hem fen ilimlerini, hem de din ilimlerini öğrenmeliyiz. Kulaktan duyma sözlerle yaşanan İslamiyet sadece taassuptur. Manevi cihadı, dilimizle, halimizle fiillerimizle ve yaşayışımızla çevremize güzel örnek olarak yapılmaktadır. Ötekilere tek bir tebessüm, tek bir güzel söz vermek ve iyi bir davranışta bulunmak. İşte budur cihat.. “Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başiyle küçük bir millettir.” “Kim bir insanın imanını kurtarırsa sahralar dolusu kırmızı altından hayırlıdır.” Allah kardeşinizi ve bu işlere bulaşmış bütün insanları kurtarsın, küfrün karanlığından imanın aydınlığına eriştirsin inşallah! İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı? 35 İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir? Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar Tebliğ ve Diyalog 36 Bazı ayetlerde müşriklerin Hz. Muhammed (asv)’in şair olduğunu iddia ettikleri belirtiliyor? Kur’an’ın Arapça okunuşunda şiirsel bir yapı var mıdır? Kur’an’ın dili ve üslûbu hakkında belirtilen özellikler nelerdir? Kur’an şiir değildir. Bu husus ayetle sabittir. Şiirden söz eden, "Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için gerekmez de." (Yasin, 36/69) âyeti, vahiy ile şiir olayının karıştırılmaması gereğini belirtme amacı taşır. Bu konu vahyin ilahi niteliğinin, Hz. Peygamber (asv)'in konumunun kavranması açısından çok önemlidir. Bu nedenle Kur'ân, başka bir yerde aynı gerçeği bir kere daha vurgular: "... O, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz. Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz. Âlemlerin Rabb'inden indirilmiştir." (Hakka, 69/38-43). Bununla beraber, Kur’an’ın ifadelerindeki edebî veche musikî ritimlerdeki ses uyumu açısından şiirsel bir tarzı da barındırmaktadır. Çok veciz ifadelerle çok geniş hakikatleri ifade eden ayetlerin, aynı zamanda kulağa hoş gelen bir ses ritmine, nazım-nesir karışımı bir üsluba sahip olması başlı başına bir mucizedir. Bu husus, her surede yer alan ayetlerin -genellikle- aynı kafiyeyi gözeten bir fezleke ile bitmesiyle açıkça kendini göstermektedir. “Halîm, Hakîm, Azîm”, “Ya’lemun, Ta’lemun, ya’kilun, ta’kilun”, “Ta-Hâ, Teşkâ, Hünsâ” gibi. Denilebilir ki, Kur’an bilinen türden ne şiirdir / nazımdır, ne de nesirdir, düzyazıdır. Bilakis, o güne kadar Arapların hiç görmedikleri yepyeni bir üslup, yepyeni bir ifade tarzı, yepyeni bir nazım örgüsüne sahiptir. Evet, Kur’an -beşer üstü üslubuyla- nevi şahsına münhasır bedî’ bir beyana sahiptir. Unutmamak gerekir ki, maddî inşaatta insan topraktan çömlek yaparken, Allah insan yapar. Manevî inşada da insan nazım ve nesir yaptığı gibi, Allah da Kur’an’ı ortaya koymuştur. İnsan ile çömlek ne kadar farklı ise, Kur’an ile insan sözü arasında da o kadar belki daha fazla fark vardır. Kur’an’ın dili ve üslûbu hakkında belirtilen özelliklerden belli başlıları şunlardır: 1. Mevcut Edebî Şekillerden Farklı Oluşu. Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde Arapça’da nazım ve nesir olmak üzere iki edebî şekil vardı. Nazım kaside veya recez, nesir ise secili veya mürsel (düz / serbest) şeklinde olurdu. Âlimlerin çoğunluğuna göre Kur’an’ın söz dizimini ve üslûbunu bunlardan hiçbirine dahil etmek mümkün değildir. Velîd b. Mugıre’nin ''Arap şiirini, kasidesini, recezini ... benden daha iyi bilen yoktur. Muhammed’in söylediği Kur’an bunlardan hiçbirine benzemiyor.'' şeklindeki ifadesi de (Hâkim, Müstedrek, 2/506-507) bunu göstermektedir. Eşsiz söz dizimi ve üslûp Kur’an’da tek düze değildir, farklı hacimlerdeki hemen her sûrede farklı bir nitelik arzeder; âyet sonları uyumu (fâsıla), âyetlerin uzunluk ve kısalığı vb. durumlar sûreden sûreye, hatta bazen bir sûre içerisinde değişiklik gösterir. Bu farklılığa rağmen âyet ve sûreler Allah’ın isimleri, insanın dış dünyasında ve öz 37 varlığındaki deliller, hikmet, öğüt ve misaller, âhiret hayatına dair açıklamalar, geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarıyla ibret verilmesi, ibadet, muâmelât, helâl ve haramla ilgili hükümler gibi pek çok konuya ilişkin mânaları mezcetmede birbirine benzerlik gösterir. (Bâkıllânî, İ'câzü'l-Kur'ân, s. 59-60). Seyyid Kutub’un ifadesiyle "Kur’an üslûbunun büyüleyiciliğini, onun hem şiirin hem nesrin meziyetlerini bir araya toplayan emsalsiz nazmı teşkil eder." (Kur’an’da Edebî Tasvir, s. 155-156) 2. Lafız ve Mâna Dengesi. Kur’an ifadelerini oluşturan kelimeler öyle seçilmiştir ki bunlar maksadı eksik ve fazla olmadan anlatır, onda anlam kelimeye tam olarak bürünüp lafız halini alır. Kısa ve özlü anlatımın tercih edildiği yerlerde mâna ihmal edilmediği gibi, muhtevanın ayrıntısına girilmesi gerektiği yerlerde de söz israfına gidilmez. Rummânî’nin belirttiğine göre ''anlamı uygun ve güzel lafızla zihinlere ulaştırmak'' demek olan ve üst, orta ve alt tabakaları bulunan belâgatın en yüksek derecesini Kur’an’ın belâgatı oluşturur. Bu bakımdan Kur’an’ın, hem Araplar’ın hem Arap olmayanların benzerini ortaya koyamayacakları bir i‘câz özelliği vardır. (en-Nüket fî i'câzi'l-Kur'ân, s. 69-70). Dolayısıyla Kur’an îcâz, teşbih, istiare, kinaye, telâüm, fâsılalar, tecânüs, mübalağa, hüsn-i beyân gibi belâgatın bütün kısımlarında en üst seviyededir. Meselâ nesirdeki kafiyeli sözlerde mâna secilere tâbidir. Bir edip çoğunlukla kafiyeyi tutturabilmek için anlamı kısmen de olsa ihmal eden kelimeler seçmek zorunda kalır. Kur’an’daki âyet sonlarında (fâsıla) durum bunun aksine olup lafızlar mânaya uyar; onda anlamı en güzel yansıtacak, aynı zamanda âyet sonlarının uyumunu gözeterek ifadeye güzellik katacak kelimeler seçilmiştir. Hattâbî, kelâmı belâgat yönünden değerli (mahmûd) ve değersiz (mezmûm) olmak üzere ikiye ayırıp birincisini üst, orta ve alt olmak üzere üç kısımda inceler ve her üçünün de Kur’an’da bulunduğunu, ancak onda mezmûm kelâmın asla yer almadığını belirtir. Hattabi, insanların Kur’an’dan bir sûrenin dahi benzerini getirememelerinin sebebini de şöyle açıklar: Hiçbir insanın Arap dilindeki bütün isimleri, mânaların zarfları ve taşıyıcıları durumunda olan lafızları kusursuz bilmesi, bu lafızlara yüklenen anlamların tamamını zihninde toplaması, lafızlarla mânaların irtibat ve uyumunu sağlayan söz dizimi vecihlerinin hepsini kuşatıp bunlardan en güzel, en üstün olanını tercih edebilecek konuma gelmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Kur’an’ın bir benzerini getirmek imkânsız olmaktadır. Çünkü Kur’an’da kelâmı meydana getiren lafız, mâna ve ikisi arasındaki uyum ve irtibat dengesi en üst düzeyde kurulmuş olup bu yönüyle o erişilmesi mümkün olmayan bir üstünlüğe sahiptir. Onda lafızların en fasih olanları en güzel bir şekilde telif edilip cümlelere dönüştürülmüş; tevhid, ahlâk, mev‘iza, ahkâm gibi bütün konular bakımından mânaların en sahih olanları yer almıştır. Öyle ki âyetlerinden bir kelime değiştirilecek olsa anlam değişip kelâm bozulur ya da belâgat seviyesi düşer (Hattabi, Beyânü i'câzi'l-Kur'ân, s. 26-31). Öte yandan Kur’an’da bazı kıssa, konu, âyet ve cümlelerin birden fazla yerde geçtiği görülür. Hz. Mûsâ (as) ve İbrâhim (as) kıssaları, kıyamet sahneleriyle Kamer ve Rahmân sûrelerindeki âyet tekrarları buna örnek gösterilebilir. Bu tekrarlar Kur’an’ın belâgat ve fesahatine halel getirmez, aksine bunlar da i‘câz niteliği taşır. Kur’an’da ihtiyaç duyulmayan, anlam yönünden yeni bir fayda temin etmeyen tekrarlara rastlanmaz. Tekrarlar muhatabı eğitme, günah işlemekten, Allah’a karşı gelmekten sakındırma, düşünüp ibret almasını sağlama (Tâhâ 20/113; Kasas 28/51) gibi maksatlarla belâgat kurallarına uygun biçimde gerektiği yerlerde ve gerektiği kadar yer almıştır.(Hattâbî, s. 47-49). Blachère, Kur’an’da peygamber kıssalarının tekrarlanmasının sıkıntı ve usanç verdiğini öne süren Batılılar’a karşı bu kıssaların her birinin bir delile dönüştürüldüğünü, meselâ tekrarlanan kıssalarla, ''İstikbali belirleyen mâzidir'' gerçeğini hatırlatarak, eziyetlere mâruz kalan müminlerin sonunda Allah’ın yardımıyla 38 kurtulacağı, inkârcıların ise helâk edileceği şeklindeki tarihî kanunu ima ettiğini, böylece bu tekrarların muhatapları ikna vasıtası olduğunu belirtmiştir. (Introduction au Coran, s. 180181; krş. Esed, Önsöz, I, s. XXII). 3. Gönüllere Tesir Edişi. Kur’an’ın insanı etkisi altına alıp kendine çeken, onu kuşatan bir özelliği vardır. Bazı âyetler kulaklara çarptığı anda insana sevinç ve haz verir, onu ferahlatır; bazı âyetler de korku ve dehşetle ürpertir. Kur’an’ın i‘câz yönünden olan bu tesirini konu edinen âyetler de bulunmaktadır (meselâ bk. Mâide 5/83; Enfâl 8/2; Zümer 39/23). Birçok gayri müslim Kur’an’ın bu etkisi sayesinde Müslüman olmuş, düşmanlıkları dostluklara, inkârları imana dönüşmüştür. İslâm’ın ilk yıllarında bir grubun Medine’den gelip Hz. Peygamber (asv)’den Kur’an’ı dinledikten sonra iman etmesi ve ardından İslâm’ın Medine’de yayılması, Hz. Ömer (ra)’in Tâhâ sûresini dinleyince bundan etkilenip Müslüman olması, Cübeyr b. Mut‘im’in Resûl-i Ekrem (asv)’den Tûr sûresini işitince hissettiği tesiri, ''Sanki kalbim çatlayacak sandım'' şeklinde ifade etmesi (Müsned, 4/83, 85) gibi olaylar bunun örneklerindendir. Kur’an’ın verdiği bilgiye göre cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinledikten sonra, ''Biz hayranlık verici, doğru yolu gösteren bir Kur’an dinledik ve ona iman ettik.'' demeleri (Cin 72/1-2) onların da Kur’an’ın bu eşsiz üslûbunu farkettiklerini gösterir (Hattâbî, s. 64-65). 4. Ses ve Terkip Nizamında Ortaya Çıkan Âhenk. Kur’an’daki harflerin, kelimelerin ve cümlelerin seslendirilmesi esnasında ortaya çıkan, kulağa ve ruha hoş gelen, diğer söz türlerinde hiç rastlanmayan bir mûsiki vardır. Fonetik açıdan Kur’an, şehirlilerin ifadesindeki yumuşaklıkla bedevîlerin anlatış tarzındaki sertliği hikmetli bir ölçüde birleştirerek meydana getirdiği âhenkli bir ses sayesinde ancak zihinlerde tasavvur edilebilen bir ses armonisi gerçekleştirmiştir (Muhammed Dirâz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 116). Arapça bilmeyen bir kişi bile onu güzel sesle okuyan birini dinlediği zaman bu farklı ve etkili âhengi hemen hisseder. Kur’an’da diğer edebiyat ve mûsiki türlerinde görülen tek düzelik ve sıkıcılık yoktur; onun âhengi biteviye olmayıp bir sesten diğerine geçer. M. Sâdık er-Râfiî’nin işaret ettiği gibi Kur’an lafızlarındaki harf ve harekeler arasında mükemmel bir uyum vardır. Harflerin sesleri de birbiriyle uyum halinde olup mûsiki nazmında onlara refakat eder. Bu durum bir sûrenin başından sonuna kadar aynı şekilde devam eder. Meselâ Kamer sûresindeki ''nüzür'' kelimesini (54/36) seslendirmek özellikle nûn ve zâl harfindeki ötre sebebiyle normalde dile ağır gelir. Fakat kelime âyette öyle bir terkip içerisinde kullanılmıştır ki bu zorluk tamamen ortadan kalkmıştır. Harflerden kelimelere ve cümlelere kadar Kur’an’ın bütününde görülen bu terkip ruhunu, bir başka söz diziminde bulmak mümkün değildir. (Rafii, Târîhu âdâbi'l-'Arab, II, 227). Subhî es-Sâlih, Kur’an’daki hârikulâde ses âhengi ve mûsiki hakkında örneklerle bilgi vermiştir. (Mebâhis fî 'ulûmi'l-Kur'ân, s. 334-340). 5. Edebî Tasvir. Edebî tasvirleri açısından bakıldığında Kur’an’ın nazmındaki mûsikiye ve cümle terkiplerindeki intizam ve irtibata ilâve olarak kendine özgü şiirsel ve insanları cezbeden, onları Kur’an’ın güzelliğine götüren tasvir üslûbu da onun i‘câz yönlerinden biri olarak görülür. Kur’an’ı dinleyen bir kimse, bu tasvirin okunmakta olan bir kelâm olduğunu unutup onu bizzat şahit olduğu bir hadise olarak zihninde canlandırır. Öyle ki insan artık tasvir edilen sahnedeki şahıslardan biri gibi olayların seyrinden etkilenir, hatta bazen duygularını hareketleriyle açığa vurur. Artık anlatılan kıssa hayatın hikâyesi olmaktan çıkar, bizzat hayatın kendisi olur. Kur’an’da geniş yer tutan kıssalar, kıyametle ilgili sahneler, insan tipleri, vicdanlara seslenişler, ruhî haller, zihinde oluşan tablolar, İslâm davetinin karşılaştığı hadiseler hep tasvir 39 metoduyla anlatılır. Buna karşılık teşrî‘, cedel ve mücerred meselelere dair âyetlerde bu metot kullanılmaz. Tasvir metodunun kullanılmadığı yerler Kur’an’ın dörtte birini geçmez, bu da Kur’an’ın anlatım üslûbunun en güçlü ifade aracının tasvir olduğunu gösterir. Subhî es-Sâlih, Seyyid Kutub’un Kur’an’daki edebî tasvire dair açıklamalarını Kur’an’ın hâlis edebî güzelliğini hissetmeye yardımcı olması, insana bu güzelliği kendi kendine bulup çıkarma, kendi vicdan ve şuuruyla onun zevkine varma imkânını vermesi sebebiyle yeni i‘câz mefhumuna uyan en isabetli yorum olarak değerlendirir (Mebâhis, s. 320). 6. Edebî Türlerin Hepsinde Mükemmel Oluşu. Kur’an teşrî‘, kıssa, tarih, cedel ve münazara, mev‘iza gibi edebî türlerin hepsinde fesahatini en yüksek seviyede daima korumuş, sûrelerde bir konudan diğerine geçişleri en mükemmel şekilde sağlamıştır. Halbuki bir edebiyatçının edebî türlerin hepsi hakkında ileri düzeyde bilgi sahibi olması, hepsiyle ilgilenmesi mümkün olmadığından bütün alanlarda mâhir olması da imkânsızdır. Nitekim Arap edipleri daha çok övünme, kahramanlık, mev‘iza, medih ve hiciv tarzlarında söz söylemişler, her biri bunların bir veya ikisinde mâhir olabilmiş, savaş, deve, ceylan, şarap gibi belli konuları tavsifte yoğunlaşmıştır. Bir sözde farklı anlatımlara geçişte başarılı olanlar da çok az olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı sûre içinde ele alınan konular arasında ilk anda bir insicam ve bir alâka göremeyen bazı müsteşrikler Kur’an’ı, içinde çeşitli fikirlerin mantıkî bir bağlantıya lüzum duyulmaksızın dağınık bir şekilde ele alındığı karmakarışık bir kitap olarak nitelendirmişlerdir. Bir tablonun güzelliğini görebilmek için ayrı renklerin bir arada bulunduğu ve bütünle uyumsuzluk arzettiği küçücük bir noktaya dikkat etmek yerine tabloyu bir bütün olarak gözden geçirerek onu teşkil eden unsurlar arasındaki simetriyi ve terkipteki armoniyi görmek gerektiği gibi, Kur’ânı Kerîm hakkında isabetli bir hüküm verebilmek için de onun her sûresini böyle bütüncül bir anlayış çerçevesinde değerlendirmek gerekir. (Muhammed Dirâz, s. 119-121). 7. Aynı Anda Farklı Seviyelere Hitap Etmesi. Birçok âyetin ilk bakışta kavranan mânası aynı kalmakla birlikte daha derinden bakıldığında farklı kültür düzeyindeki insanlarca sezilebilen iç anlamları, anlam katmanları da bulunabilir; hatta onun mânalarından gelecek nesillere de yeni taraflar kalabilir. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre açıklarlar. 8. Akla ve Duyguya Dengeli Olarak Hitap Etmesi. Kur’an’a has üslûp tarzlarından biri de onun akla ve duyguya aynı anda hitap ederek her ikisini birden tatmin etmesidir. Buna karşılık beşerin ifade gücü akılla duygu arasında aynı anda denge kuramaz. Çünkü insanın düşünen kuvvesiyle duyan kuvvesi arasında sürekli bir dengenin bulunması imkânsızdır. İster kıssa ister akıl yürütme isterse hukukî veya ahlâkî bir kaideyle ilgili bir konuda olsun Kur’an’ın bizzat sözlerinin gerçek anlamlarının öğretici, ikna edici ve heyecanlandırıcı bir güçle harekete geçtiği ve hem akla hem kalbe eşit bir şekilde hitap ettiği görülür. Çeşitli melekeleri aynı anda etkisi altına alan bu hitap, Kur’an’ın her yerinde ve devamlı olarak şaşırtıcı bir ağırlığa ve üstün bir güce sahip bulunmaktadır. (Muhammed Dirâz, s. 117-118). Müşrikler muâraza / Kur’an’ın bir benzerini yapmak yerine, Müslümanları hicrete zorlama, ilişkileri kesme yolunu tercih ettiler. Medine döneminde de savaşmayı, canlarını ve mallarını tehlikeye atmayı göze aldılar, birçoğu öldürüldü. Münakaşacı, kavgacı (Zuhruf 43/58) ve inatçı (Meryem 19/97) karaktere sahipken, edebiyatın zirvesinde şair ve hatipleri varken, onlar kendi dillerinde nâzil olan Kur’an’a benzer bir söz söyleyebilselerdi hiç durmadan hemen söylerlerdi; savaşıp öldürülmeyi istemezlerdi. Kur’an’ın hârikulâdeliği karşısında âcizliklerini anladıklarından bu yolu seçtiler. 40 Kur’an’ın dili ve üslûbu hakkında söylenen ve bir kısmı yukarıda zikredilen i‘câz yönleri ayrı ayrı öneme sahiptir. Bunlar birbirleriyle çelişmediğine, hatta birbirlerini destekleyip tamamladığına göre mâkul olarak ortaya konan görüşlerin hepsini i‘câzü'l-Kur’ân konusunda birlikte değerlendirmek mümkündür. Fakat i‘câzın asıl sebebi onun Allah kelâmı olmasından kaynaklanır. Kelâmın sahibi kendisini göklere, yere ve dağlara emaneti yüklenmeyi teklif eden (Ahzâb 33/72), bir tek yaprağın düşmesi dahi kendi iznine bağlı olan (En‘âm 6/59) güç olarak tanıtır; gökleri ve yeri iki hizmetçisi gibi çağıran (Fussılet 41/11), onları avucunda düren (Zümer 39/67), yapışık iken açan (Enbiyâ 21/30) azametli ifadeler bir beşerden sudur edemez. Kur’an’daki ilâhî özellik Müslümanların yanında bazı şarkiyatçıların da (Masson, s. IX; Schuon, s. 56) dikkatinden kaçmamıştır. (Geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerîm ve Kur'ân İlimlerine Giriş, İstanbul 1983, s. 117-165) 41