1 İçindekiler 2 3 Hz. Ali, eğer perde-i gayb açılsa Allah’a imanım artmayacak, demiş. İnsanın bu denli imana sahip olması mümkün mü? İnsanın Allah’ı görmesi ile perde-i gayb arkasında inancı farklı olmaz mı? Dikkat edilirse, Hz. Ali (ra) “imanım artmayacak” diyor. İmanın temel esprisiyle artmaması, gözle görülmesi esnasında detayların fark edilmesine aykırı değildir. İman, inanmak demektir. Hz. Ali’nin imanının bu seviyede olduğuna şüphe yoktur. Diyelim ki, bizim Mekke şehrinin varlığına imanımız tamdır. Gidip onu gördüğümüzde, onun varlığı hakkındaki inancımız değişmez. Bununla beraber, onu daha net görmemiz, detaylarıyla seyretmemiz, önceki bilgimizle çelişmez. Hz. Ali’nin sözü, onun hakka’l-yakîn mertebesindeki şuhudî imanının tereddütsüzlüğüne yöneliktir. Bizim kokusunu bile almakta güçlük çektiğimiz öyle bir iman mertebesini anlamakta zorlanmamız da normaldir. Diğer taraftan, Hazreti Ali (ra), “Gaybın üstündeki maddi perdeleri çekilse, imanımda bir artma olmaz." diyerek kainatın ve maddi alemin üstündeki tevhit nakışlarının berraklığına ve katiliğine işaret ediyor. Allah, kainat sanatı üzerine öyle imza ve mühürler atmış ki, insan bu imza ve mühürlere bakarak hem tevhide hem de imanın diğer rükünlerine kati ve şeksiz inanabilir. Hatta görür gibi bir iman getirebilir demektir. Ayrıca, Hazreti Ali’nin, “Gayb perdesi açılsa, imanım ziyadeleşmeyecek.” ifadesini imanın son mertebesine inanmıştır, şeklinde anlamak doğru değildir. Zira miraca çıkan Hazreti Peygamberin (asm) dahi: “Ben seni (Allah'ı) hakkıyla tanıyamadım” demesi buna delildir. Buna göre, Hazreti Ali, iman edilmesi gereken her şeye tam ve eksiksiz iman etmiş ve o hakikatlere yakini tam olmuştur. Yani, iman edilen hakikate ne kadar iman ettiği değil, o hakikati nasıl bildiği kast edilmiştir. 4 Şafi mezhebine göre, imama sonradan uymuş bir kimse tek başına namaza devam ederken ben ona uysam olur mu? Uyduğum kişinin imamdan ayrılmaya niyet etmesi gerekiyor mu? Şafii mezhebine göre, imam selam verdikten sonra, (sonradan imama uyduğu için) hala namazı tamamlanmamış olan bir kimse ile imam arasındaki cemaat bağı tamamen kopmuştur. Buna göre bu kişi -namazının geri kalan kısmında- başkasına tabi olabileceği gibi, başkasına imam da olabilir(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 2/179; el-Cezerî, el-Fıhkhu ala mezahibi’larbaa, 1/413). Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, tabi olduğunuz şahsın -kendi içinden- imamdan ayrılmaya niyet etmesi gerekmez, çünkü zaten imamla bir bağı kalmamıştır. Hanefi mezhebine göre ise, sonradan gelip namaza dahil olmuş(mesbuk) bir kimse, imamın selamından sonra da ne başkasına tabi olabilir, ne de başkasına imam olabilir. Çünkü, onun kendi imamıyla bağlantısı devam ediyor(bk.Zuhaylî, 2/178; el-Cezerî, a.g.y ). Bu durumda Hanefî olan ve cemaatten sonra namazını devam ettiren(mesbuk) bir kimseye uymak doğru olmaz. Çünkü, imam yapılan şahsın kendi mezhebine göre bu imamlık doğru değildir. Fakat aynı durumda Şafii olan bir kimseye tabi olabilirsiniz. 5 "Sübhanallah demek mizan kefesinin yarısını Elhamdülillah ise tamamını doldurur. Tekbir getirmek gökle yer arasını doldurur" hadisi sahih midir? Açıklar mısınız? Hadis kitaplarında bu rivayet geçmektedir. Şöyleki: Abdullah b. Amr (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sübhanallah demek mizanın yarısını doldurur. Elhamdülillah demek ise teraziyi doldurmuş olur. Allah‟tan başka gerçek ilah yoktur, sadece O vardır diyen kimse ile Allah arasında hiçbir perde yoktur. Cennette kendisiyle beraber oluncaya kadar…” (Tirmizî, Daavat, 87) Diğer bir rivayet de “Rasûlullah (s.a.v.) "Sübhanallah demek mizanın yarısıdır. Elhamdülillah ise onu doldurmuş olur. Allahuekber demek gök ile yeryüzü arasını doldurur oruç sabrın yarısı temizlikte imanın yarısıdır.” (Müsned: 17571; Tirmizî, Daavat, 87) Tirmizi bu hadis hasendir demiştir. Müslim'de ise şöyle geçmektedir: Ebu Malik-i Eşârî (r.a)'den rivayetle Resulullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Temizlik îmanın yarısıdır. Elhamdülillah mizanı doldurur. Sübhanallâh ve elhamdülillah göklerle yer arasını doldururlar (yahut doldurur.) Namaz bir nurdur. Sadaka bir burhandır. Sabır bir ziyadır. Kur'an da senin ya lehine, ya aleyhine bir hüccettir. Bütün insanlar sabahleyin kalkarlar, kimisi nefsini satar, kimisi de onu ya azad eder, yahut helak!.." buyurdular. (Müslim Taharet, 1) "Temizlik îmanın yarısıdır" ifadesinin manası temizliğin mükafatının büyüklüğüne işarettir. İmanın iki şartı vardır. Biri nefsi kötülüklerden temizlemek diğeride azayı temizlemek. İşte Allah'ın huzuruna durmak için bedenin zahirini temizlemek bundan dolayı imanın yarısı sayılmıştır. Dış azasını temizliyen bir kimse kalbini de kötü inançlardan temizlerse imam bütünlenmîş olur. "Elhamdülillah mizahı doldurur" cümlesinden murad onun ecir ve sevabının büyüklüğüdür. Yâni mizanı dolduran onun sevabıdır. Hamd'in, mânası; kemâl sıfatlarından dolayı Allah'a sena etmektir. Bu mânayı düşünerek Allah Teâlâ'ya hamd-ü senada bulunan bir kimsenin mizanı hasenetla dolar. Yani hasenat cisim olsalar mizanı doldurdukları görülür. "Sübhanallah ile Elhamdülillah gökle yer arasını doldururlar (yahut doldurur.)" Bu cümleden murad mizanı doldurduktan sonra hasenatın artacağını beyandır. Çünkü mizanı yalnız hamd dolduracaktır. Ona bir de Sübhanellah ilâve edilince mizan dolup taşacaktır. Göklerle yer arasını zikretmek sevabın çokluğundan kinayedir. Nitekim Araplar çokluğu ifade etmek için bu ifadeyi kullanırlar. Sevabın ziyadeliğini ulemâdan bazıları şöyle izah ederler. Kulluğun esası marifet ve muhtaciyete dayanır. (Sübhanallah) diyerek tesbihte bulunmak marifete delil olduğu gibi (elhamdülillah) demekte muhtaciyete delâlet eder. Hadisin bir rivayetinde -yukarıda da geçtiği üzere- : "Tesbih mizanın yansıdır. Elhamdülillah mizanı doldurur. Tekbir ise gökle yer arasını doldurur." buyurulmuştur. Übbî diyor ki; "Sübühanallah"'ın sevap itibari ile "elhamdülillâh"'tan ziyade olması onun tenzih sıfatlarına aid bulunmasındandır. «Elhamdülillah» ise kemâl sıfatlarına râcidir. Tevhidi işte bu iki kelime ifade eder. Namazın nur olmasından murad Nurun ziyasından istifade ederek geceleyin insan nasıl yolunu bulursa namaz da günahlardan fuhşiyat ve münkerattan men ederek insanı doğru yola hidayet eder, demektir. Rivayetlerde "Namazın sevabı kıyamet gününde bir nur olacak" denmiş ve bazılarıda "namaza nur denilmesi marifet nurlarının 6 parlamasına; kalbin inşirahına ve hakikatlerin kalbe münkeşif olmasına kulun zahiriyle bâtınıyle Allah'a yönelmesine sebep olduğu içindir» demişlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ hazretleri: "Siz sabır ve namazla Allah'tan yardım dileyin." (Bakara 2/153) buyurmuştur. Ulemâdan bazılarına göre; namaza nur denilmesi namaz kılanların yüzlerinde hem dünyada hem kıyamet gününde aşikâr bir nur parlayacağı içindir. Nitekim bir hadisi şerifte : "Kıyamet gününde ümmetim namazdan dolayı alınlarından; abdestten dolayı abdest azalarından nur parlayarak haşrolunacaklardır. (Müslim, Tahâret 35) buyurulmuştur. "Sadaka bir burhandır" ifadesini Müslim şarihlerinden Ebu Abdillâh Muhammed b. İsmail şöyle izah ediyor: "Bu cümlenin mânası bir insan icabında nasıl hüccet ve burhana baş vurursa; sadaka verende verdiği sadakaya iltica edecektir. Yani kıyamet gününde kula malını nerelere sarfettiği sorulunca; bu suale cevap hususunda dünyada verdiği zekat ve sadakalar kendisine adetâ bir delil ve hüccet olacak ve ben onları sadaka olarak verdim diyebilecektir. Maamafih malının zekatını verenlere onları tanıtacak gibi bir sima verilmeside caizdir. Bu sima ve alâmet onlara bir burhan olurda mallarını nereye sarfettikleri sorulmayabilir." Bazıları: "Bu cümleden murad sadaka vermek verenin imanına hüccettir. Çünkü münafık zekata inanmadığı için onu vermez. Binaenaleyh zekât vermesine bakılarak veren kimsenin imanında sadık olduğuna istidlal edilir" demişlerdir. "Sabır bir ziyadır" cümlesindeki sabırdan murad şer'an matlub olan sabırdır ki; Allah'ın emirlerine itaat nehiylerine inkıyad dünyanın çeşitli musibet ve belâlarına göğüs germekle tehakkuk eder. Cümlenin mânası sabrın ziya kadar güzel bir haslet olduğunu sabredenin daima hidayet yolunda adeta ışıklar içinde yürür gibi devam edip gittiğini beyandır. Sabır; kitap ve sünnet yolunda sebat etmektir diye tarif edilmiş ve "sabır, belâyı güzel bir edeple karşılamaktır" denilmiştir. Allahu Teâlâ Hazretleri Eyyüb (a.s) hakkında: "Biz onu sabırlı bulduk, o ine iyi kuldur." (Sad 38/44)buyurmaktadır. "Kur'an'da senin ya lehine, ya aleyhine bir hüccettir." cümlesinin mânası açıktır. Yâni; onu okur ve mucibince amel edersen faydasını görürsün; aksi takdirde senin aleyhine hüccet olur; demektir. "Bütün insanlar sabahleyin kalkarlar kimisi nefsini satar, kimisi de onu ya azad eder, yahut helak!.." ifadesi mukadder bir suale cevap teşkil eden bir istinaf cümlesidir. Yani insanlardan bazıları ibadet ve taatta bulunarak adeta nefislerini cehennemden satın alır da âzâd ederler. Nefislerini helak eden satıcılar ise kendisini iflâsa sürükleyen bir bedelle satmış gibidirler. Çünkü Allah'ın emir ve nehiylerine râm olmayarak isyan etmişlerdir. İbni Mes'ûd (r.a) 'dan rivayet edilen şu hadis te en veciz bir ifade ile aynı mânayı beyan eder: "İnsanlar sabahleyin iki kısım olarak kalkarlar, kimisi nefsini satar da helak eder; kimisi de onun faydasına çalışarak âzâd eyler."(Müslim Taharet, 1; Tirmizi Daavat, 86; Nesai Zekat, 1) Allahu Teâlâ Hazretleri: "Şüphesiz ki; Allah mü'minlerden nefislerini safın almıştır." (Tevbe 9/111) ve "Nefislerini sattıkları bedel ne fena bir şeydir." (Bakara 2/102)buyurmuştur. (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davutoğlu, Sönmez Yayıncılık) 7 Bazıları genetik mühendisi olmak doğru değil diyorlar. Dedikleri gibi genetik mühendis olmak doğru değil mi? Her ilmi gelişme, doğru kullanılması halinde insanlığın menfaatine vesile olur. Genlerin şifresinin bulunması da bir çok hastalıkların tedavisinde kullanılacağı hususu göz önünde bulundurulduğunda, ne kadar olumlu sonuçların elde edileceği tahayyül edilebilir. Bazı irsi hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek veya bazı sahih hadislerde müjdelendiği gibi insanlığın hizmetine sunulabilecek yeni bir gelişmeye bakarken, ne Yaratıcıyı inkâra gidecek şekilde abartmalara gitmeye, ne de bilimi küçültüp bu gelişmeyi hiçbir şey değilmiş gibi görmeye gerek yoktur. Her şeyi yerli yerine koyup doğru şekilde yorumlamamız gerekir. Allah’ın yarattığı sisteme ancak onun müsaade ettiği nisbette yine O’nun verdiği akıl ve ilimle müdahale etmek İslâm dininin kabul ve hatta teşvik ettiği bir şeydir. Ancak, genetik hastalıkların teşhisi ve tedavisi veya hayvan ıslahı gibi konularda, hücreye veya embriyoya müdahale etme fikri ilk anda cazip gelse bile, sonunda ortaya ne çıkacağı belli olmadığından birçok tehlikeler taşıyor. Bunun insan gibi bir varlık üzerinde denenmesinin, daha büyük tehlikelere neden olabileceği unutulmamalıdır. Bu itibarla tıbbi bir zorunluluk bulunmadıkça insan geni üzerinde değişiklik yapılması dinen uygun değildir. Hayvan ve bitkiler için ise, insanlara faydalı olmak, hiçbir şeye ve kimseye zarar vermemek kaydıyla uygulanabilir. 8 Hz. Aliy’e “Allah nerde” diye sorulunca, o da “yeri ve göğü yaratmadan önce nerdeyse orda” diye cevap verdiği doğru mudur? Sorudaki şekliyle Hz. Ali’ye ait herhangi bir ifadeye rastlayamadık. “Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu”(Buharî, Bed’u’l-hlak,1; Kenzu’lummal, h. No: 29850) mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir eser yokken Allah vardı. Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre, kendisine “eynellah= Allah nerededir?” diye sorulduğunda (mealini verdiğimiz hadisin manasına paralel olarak) şu cevabı vermiştir: “Eyn‟i(“nerede?” sorusunun ihtiva ettiği yeri) yaratan Allah için “Eyne=Nerede?” sorusu sorulur mu?”(bk. Kitabu kavafili’l-cariye, s. 2). İlave bilgi için tıklayınız: Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu? 9 Bazı eserlerde geçen “Avrupa’nın kafir zalimleri, Asya’nın münafıkları" ifadesinde kasdedilen kimlerdir? Kâfir iki manada kullanılır. Biri, Allah’ı inkâr eden ateist inkârcılar hakkında; diğeri ise, Hz. Muhammed’in nübüvvetini inkâr edenler hakkında kullanılır. Soruda yer alan ifadede geçen kâfir kavramı bu ikinci manada olup gayr-ı müslim manasınadır. Buna göre gayr-ı müslim bir kimse, ister ehl-i kitap olsun ister olmasın kâfir kavramı içerisinde yer alabilir. Dolayısıyla Avrupa’nın kâfirleri bellidir. Bu kâfirlerin bir de zalim kısmı vardır. Çünkü zalim olmayan, başkasına haksızlık etmeyen kâfirler de vardır. Nitekim, “Zulmedenleri hariç, Ehli kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”(Ankebut, 29/46) mealindeki ayette de bu ayırımı görebiliyoruz. Münafık ise, adı müslüman kendi kâfir olan iki yüzlü kimsedir. Avrupa’da gayr-ı müslimler hâkim olduğu gibi, Asya’da da İslam hâkim olmuştur. Bu sebeple Asya İslam diniyle anıldığı için, oradaki kâfirler, daha çok münafık tipindeki iki yüzlü kafirlerdir. Yani İslam aleminin değişik ülkelerinin başına geçmiş olan münafıklar veya müslümanlarla barış içerisinde görünüp de alttan onların kuyusunu kazan kafirlerdir. Bu tavır da iki yüzlülük olduğu için münafıklar listesine dahildir. Ayrıca, Asya münafıkları ifadesinden, İslam ülkelerinde yaşayan, kendi gerçek kimliklerini saklayarak Müslümanları aldatan, bir kısmı yabancı devletler adına, oralardaki localar, dernekler ve teşkilatlar hesabına faaliyet gösteren yöneticiler, yazarlar ve bilim adamları da akla geliyor. İlgili ifadenin biri, Risalede şöyle geçmektedir: “Âyâ zanneder misin ki; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusi ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.”(Mesnevî/Zühre/7. Nokta; Lemalar/17 Lema/7. Nota). 10 "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, sonuçta ateşi boylayacak olanı sen mi kurtaracaksın!" (Zümer Suresi, 19) Bu ayete göre şefaati nasıl anlamak gerekir? Zümer Suresi, 19. Ayet: "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, sonuçta ateşi boylayacak olanı sen mi kurtaracaksın!" Ayetin Açıklaması: "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimse" tefsirlerde genellikle inkarcı tutumu nedeniyle azabı hak etmiş kişi olarak açıklanmış; âyet, "Kim azabı hak ederse artık o kişi ateşe atılacak ve senin onu kurtarman da mümkün olmayacaktır" şeklinde yorumlanmıştır. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/532.) İbn Abbas dedi ki: Bu buyrukla Ebu Leheb'i, onun çocuklarını ve Peygamber (sav)'ın aşiretinden olup iman etmekten geri kalan kimseleri kastetmektedir. Yüce Allah burada: "Sen mi" buyruğuyla soruyu ikinci defa tekrarlaması, ifadenin uzunluğundan dolayı olup te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. (bk. İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/156-157) Resûlullah (a.s.) Efendimiz, amcası Ebû Leheb ve benzeri önemli kişilerin İslâm'a girmelerini çok arzu ediyor ve bunu sık sık hatırından geçiriyordu. Oysa Cenâb-ı Hak, çok önceden yanılmayan ilmiyle sözü edilen kimselerin her şeye rağmen imân etmiyeceklerini tesbit etmiş bulunuyordu. O halde Hz. Peygamber'in (a.s.) bu husustaki ısrarlı arzusunun bir yararı olmayacaktı. Zira gerek Ebû Leheb, gerekse aynı paralelde olan ileri gelenler kendi kaderlerini kendi elleriyle çizmiş bulunuyorlardı. İlâhî ilmin yanılması, hatâ yapması söz konusu olamazdı. O bakımdan ilgili âyetle Cenâb-ı Hak, Peygamber'e (a.s.) tebliğ ve irşad görevini hatırlatmakta ve doğru yola eriştirmenin Allah'a ait olduğunu bildirmektedir. Aklını, idrâkini, hakkı arayıp bulma doğrultusunda kullanmayıp onu nefsinin, bencilliğinin emrine terkeden sapıklar ölmeden önce cehennemdeki yerlerini hazırlamış ve orayı hakketmişlerdi. Ölünceye kadar dönüş yapmayacakları kesinlik kazanmıştı. O takdirde ateşte olan (olacak) kimseyi kurtarmak mümkün müdür? Böylece kaderin önemli bir yanı açıklanarak mü'minlere bilgi verilmekte ve şüpheler giderilmektedir. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5225.) İlave bilgi için tıklayınız: Şefaatin olup olmadığı konusunda ayetler arasında çelişki var mıdır? Kur'an'da pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? 11 "Musa" ismini Hz. Musa (a.s.)`a kim koydu? Hz. Musa'ya bu isim Hz. Musa'yı suda bulan ve onu evlat edinen Firavun'un kızı tarafından verilmiştir.(bkz. DİA, Musa Md.) Bu isim Kıptîcede iki kelimeden meydana galmiştir: Biri Su anlamındaki Mu, diğeri ağaç anlamındaki Sa kelimesidir.(bk. Taberî, I/28; Kurtubî, I/395 (Kurtubî de "sa" yerinde "şa" vardır). Hz. Musa Firavun ailesi tarafından bulunduğu yerde (nehir) su ve ağaçlar vardı. Çocuğa bulunduğu yerin bir simgesi olarak Su+ağaç anlamına gelen Musa adı verildi.(bk. Taberî, a.g.y.; Kurtubî, a.g.y; es- Savî (Celaleyn ile birlikte), III/210. Savî Tefsirinde de "sa" yerinde "şa" vardır). Firavun’un kızı, onu denizde -sazlık arasında- bulup çıkarırken, bulunduğu yerdeki ağaç-su ilişkisini düşünerek, bu harika olayın bir hatırası ve bir ilham eseri olarak ona Musa adını vermiştir(bk. Çıkış, 4-10). (Niyazi Beki, Kur’an’daki İsimlerin Esrarı, Zafer Yayınları) 12 Bin dört yüz yıl önce teknoloji neydi? Yerin ve göğün yedi kat olduğunu biliyorlar mıydı? Kozmolojik ayetleri nasıl anlıyorlardı? O dönemde günümüzdeki gibi bir teknoloji yoktu. Tarım ve hayvancılığa dayalı bir yaşam tarzı egemendi. Mekke bölgesi tarıma elverişli olmadığı için halk ticaretle meşgul olmaktaydı. Kur'an nazil olmadan önce insanların semanın yedi kat olduğundan haberi yoktu. Kur'anın semavat ve arz ile ilgili haberleri o dönemde günümüzdeki gibi ilmi çalışmaya konu olmamıştır. Ancak sonraki dönemlerde çalışmalar başlamıştır. Kur'an bütün asırlara hitap eden bir kitap olduğu için o dönem insanı bilimsel çalışmalar yapmamış ancak kozmolojik ayetleri okurken içinde bulunduğu hurafelerden arınmışlardır. "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti" (Ra'd 13/2) ayeti göklerin dağlar sayesinde ayakta duruyor hurafesini ortadan kaldırmıştır. Güneşin sabit olarak durduğu zannedilirdi. Oysa Kur'an güneşin sabit değil aksine daima hareket eden ve belirli bir hızla ilerleyen bir gök cismi olduğunu söylüyordu. Ve asırlar sonra da ilim onu tasdik edecekti. Şöyleki "güneşte kendisi için tespit edilen bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan bilenin takdiridir." (Yasin 36/38) 13 “Allah kötü kadere uğratmasın” sözü yanlış mıdır? Kader hakkında söylenmesi doğru olmayan başka sözler var mıdır? “Allah(c.c), kötü kadere uğratmasın!” ifadesi zannediyoruz çok az kullanılan ve çok âmice olan bir ifadedir. Bunun niçin, ne manada kullanıldığını, onu kullananlardan öğrenmek en uygunudur. Bununla beraber, bir iki ihtimali şöyle açıklamak mümkündür: a. Bu söz evlilik konusunda kullanılmış olabilir. Bunun kastedilen şudur: “Allah -filancanınkaderini falanca kötü adam ile birleştirmesin; o kötü adamla evlenmesin inşallah!” b. Diğer bir ihtimal bu ifadenin genel olarak hayatın hoş olmayan herhangi bir safhasını seslendirmeye yönelik olabilir. Mesela, birisi ticarette zarar etse, insanlar onun hakkında acılarını seslendirdiği zaman “Allah kötü kadere uğratmasın!= Allah kimsenin başına böylesine bir sıkıntıyı vermesin!” diyebilirler. Bu ifade çok hoş olmamakla beraber, -art niyetle söyleyenler hariç- bunun bir günah olacağını düşünmüyoruz. Çünkü; İslam’a göre hayır gibi şer de Allah’ın takdiriyledir. Şer kötü demektir. Fakat bu kötülük, kişinin özel hayatıyla ilgili olduğu için kötü/şer oluyor. Allah’ın takdir ettiği bir husus binlerce konuyla ilişkisi vardır. Kader, bütün bu konuların sonuçlarına birden bakar. Bu sebeple, kaderin yarattığı şer de bir çok cihetle hayırdır. Küçük bir şerrin/kötülüğün olmaması için o şer yaratılmazsa, ona bağlı olarak meydana gelen onlarca hayırların var olmasına engel olunmuş olur. “Güzellik tarafı çok olan bir iş, az bir kötülük için terk edilmez” manasında ilmî bir kural vardır. Örneğin, yolda giden bir kişinin yağmura tutulmaması için -o günyağmur yağdırılmazsa, binlerce kişinin mağdur olması söz konusu olur. Kaderle ilgili sözlerin listesini vermemiz zor iştir. Prensip olarak Allah’a, onun takdirine itiraz ve tenkit manasına gelen her söz dinî bir risk taşımaktadır. Bediüzzaman hazretlerinin o veciz ifadesiyle: “Kadere itiraz eden başını örse vurur kırar, rahmeti tenkit eden rahmetten mahrum kalır”. (bk. Lemalar, İkinci Lema) Evet, Allah’a güvenmek, onun sonsuz adalet, hikmet ve rahmetine güvenmek, imanın bir gereğidir. Bu konuyla ilgili olarak “Çok defa da hoşlanmadığın şeyler sizin için hayırlı olabilir. Çok defa hoşlandığınız şeyler sizin için kötü olabilir.” (Bakara, 2/216) mealindeki ayette alınması gereken çok dersler vardır. Demek ki, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, kişilerin hatırı için -o pek geniş kanun-u kaderî- değiştirilmez. Kaderle ilgili -samimi müslümanlar tarafından- kullanılan bazı hoş olmayan ifadelerin hüsnü tevil yolunu gösteren Bediüzzaman hazretlerinin kendisine sorulan bir soruyu ve verdiği cevap özetle şöyledir: Soru: Felekten, zamandan şikayet edenler, dolayısıyla kaderden şikâyet etmiş olmazlar mı? Cevap: Hayır! Çünkü, dünyanın gidişatından şikâyetçi olan adam şunu demek istiyor: 14 “Allah’ın sonsuz hikmetiyle donattığı bu evrenin çarkları benim heva ve hevesime uygun dönmüyor. Benim şahsî arzularım, Allah’ın sonsuz ilmiyle nakşolunan feleğin davranış ve devrandan tam nasibini almıyorlar. Yani Allah bu kâinatı takdir ederken, kıyamete kadar hikmet pergeliyle- feleğin çarklarını döndürürken, benim şahsî heveslerime uygun gelmeyen çok şeylerle karşılaşıyorum. Benim isteklerim her konuda ilahî hikmetin istekleriyle çakışmıyor...” (Kastamonu, s. 220) Bu konunun anlaşılmasını sağlayan güzel bir ifade de Niyazi-i Mısrî’nin şu bedtidir: “Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim Bir devasız derde düştüm ah! ki Lokman bî haber” (Gönlüm ölümsüz olmamı, Allah ise ölmemi istiyor. Öyle devasız bir derde düştüm ki Hz. Lokman bile ona derman bulamaz). Bunları yazmamızın sebebi, zahiren çirkin görünen bazı sözlerden dolayı insanları hemen tekfir etmeye yeltenmemenin gereğine işaret etmektir. Yoksa, bilerek kadere zulüm isnat edenler, iyi bilsinler ki, bu tenkitleri doğrudan Allah’a gider ve çok tehlikeli bir yol izlenmiş olur.. Sağlam imana sahip olan kimse “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” der, iman şuuru pencerelerinden seyreder, -insanların elinin karışmadığı yerlerdeki- dünyanın gidişatına itiraz parmağını geri çeker.. ve “Lütfün da hoş, kahrın da hoş” diyecek seviyeye terfi eder.. 15 “Sakın kendisine verdiğin kıymeti sana vermeyenle arkadaş olma” hadisi, 3 günden fazla küs kalınmaz düsturu ile ne kadar uyumludur ve bencilce değil midir? Söz konusu hadis rivayetini İmam Gazalî de nakletmiştir(İhya, 2/187). Bu hadisin tahricini yapan hafız Irakî, bunun zayıf olduğu belirtmiştir(bk. Tahricu ahadisi’l-İhya -İhya ile birliktea.g.y.). Nitekim, İmam Mucahid bu ifadeyi kelam-ı kibar olarak değerlendirmiş ve şöyle aktarmıştır: “(Büyükler) şöyle diyorlardı: „Kendisine tanıdığın hakkın aynısını sana tanımayan(kendisine verdiğin değerin aynısını sana vermeyen) kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur‟”(bk. Kenzu’l-Ummal, 9/179/h. no: 25593). Bu sebeple bu ifadeyi yorumlamaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Bu hadis rivayeti ile, "3 günden fazla küs kalmaz caiz değildir" düsturuyla bu ne kadar uyumludur?” sorusundaki ilişkiyi göremedik. Çünkü burada küs kalmak diye bir şey söz konusu değildir. Bir müslüman diğer bir müslğmana üç günden fazla küsemez. Amcak küs olmasa bile, sırlarını paylaşacak kadar samimi de olmayabilir. “Bencilce tavırlar”, insanların sadece kendileri için gösterdiği düşkünlüktür. İnsanlara gösterdiğiniz saygıyı, sevgiyi onlardan da görmezseniz, onlarla samimi arkadaşlık kurmanız çok zordur. Ailenin konumu elbette farklıdır. Onlardan ayrı olmak, evladını, eşini veya ebeveynini beğenmediğinden ötürü onlardan uzak olmak asla doğru olmaz. 16 Allah zamandan münezzeh olduğu halde, “Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” mealindeki ayeti nasıl izah edersiniz. Kur'an ayetlerinde geçen "gün" deyimi hangi anlamlara gelmektedir? “Rabbinin katında bir gün” ifadesi, zamanın Allah’ı da kuşattığı anlamına gelmez. Ayetlerde geçen “İndellah=Allah katında” veya “inde rabbike=Rabbinin katında” gibi ifadelerden insanlar için gayb sayılan alemleri anlamak gerekir. Bu alemler bazen ahiret alemleri olabildiği gibi, bazen bizim için görünmez özelliğe sahip olan göklerdeki alemler de olabilir. İşte “eyyam-ı Kur’aniye olarak da tabir edilen “bin-elli bin senelik” zaman mefhumu o alemlerdeki cisimlerin hareketlerden meydana gelen zaman dilimleridir. Dünyadaki yerküresinin güneşin etrafında dolaşmasından meydana gelen- zaman mefhumu Allah’ı kuşatmadığı gibi, göklerdeki diğer bazı cisimlerin, yörüngelerinde dolaşmalarından meydana gelen zaman mefhumu da Allah’ı kuşatmaz. Çok açık bir gerçektir ki, her zaman mefhumu belli bazı cisimlerin bulundukları yörüngelerindeki hareketlerinden oluşur. Yani zaman da zamanın varlık sebebi olan ilgili cisimler gibi sonradan yaratılmıştır. Ezelî olan Allah vardı, onunla birlikte hiç bir şey yoktu. Ne zamandan ne de mekândan eser yoktu. Yevm (gün) kelimesi Kur’an-ı Kerim’de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Gündüz, gece ve gündüzden oluşan 24 saatlik müddet, devir, mutlak zaman vs. Örneğin kıyametle ilgili bir âyette “Yer başka yere, gökler de başka göklere değiştirildiği gün” (İbrahim, 48) ifadesi geçmektedir. Başka bir âyette ise, kıyamet gününden bahsedilirken “yevmu‟l-hulûd/ ebedilik günü” ifadesi kullanılır. Böylece, sonsuz bir şekilde devam edecek olan âhiret hakkında da “yevm” ifadesi kullanılmıştır. Hacc suresi, 47. âyetteki, “Allah katında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir”, Meâric suresi, 4. âyetteki “Melekler ve Rûh (Cebrail) oraya, miktarı ellibin sene olan bir günde çıkarlar” ifadelerine gelince, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetlerde zamanın izafiliğine (göreli olduğuna) işâret edilmektedir. Dünyamızın bir günü 24 saat iken, başka gezegenlerin günleri (yani o gezegenin kendi ekseni etrafında dönüş süresi) daha az veya daha çok olabilmektedir. Gezegen ve yıldızların çapıyla orantılı olarak günler de uzun olmaktadır. Örneğin güneşin bir günü dünyanın bir ayı gibidir. Dolayısıyla kâinatta bir günü bin gün veya elli bin gün olan yerlerin olması da söz konusudur. Bu izah, âyetler aynı konu ekseninde değerlendirildiği takdirdedir. Ancak âyetleri farklı 17 konularla ilgili ele alıp değerlendirmek de mümkündür. Şöyle ki, Hacc suresindeki âyet, öncesiyle birlikte ele alınıp değerlendirildiğinde, alaycı bir tavırla va’d edilen azabın bir an önce gelmesini isteyen inkârcılara bir cevap olarak zikredildiği söylenebilir. Yani, onların hafife alarak aceleyle gelsin de görelim diye istedikleri azabın hakikatte çok dehşetli olduğunu, o azabın bir gününün insana bin yıl gibi geleceğini bildirmektedir. Sıkıntı vaktinde zamanın geçmemesi, insana çok uzun gelmesi gibi… Nitekim Razî ve Maverdî gibi müfessirler de bu âyeti açıklarken buna uygun açıklamalar yapmışlardır. Razî bu görüşün âyetin manası hakkındaki açıklamalar içinde en uygunu olduğunu söylemektedir. Bu ifade hakkında şu yorumlar da yapılmıştır: 1. Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün bin sene gibidir (Mücahid). 2. Kıyamet günlerinden bir günün uzunluğu, dünya günlerinden bin sene gibidir. Bu âyet hakkında şöyle bir yorumun da uygun olacağı kanaatindeyiz: Bu âyette Yüce Allah, müşriklerin aceleciliklerine karşılık, kendisinin Sabûr ve Halîm olduğunu bildiren böyle bir ifade zikretmiştir. Yani buradaki bin yıl ifadesi Allah’ın sabrından ve hilminden kinaye olup acele etmediğini, onları hemen cezalandırmadığını ifade etmektedir… Gerçekte Allah için zaman söz konusu değildir. O, zamandan münezzehtir. Geçmiş, gelecek O’nun için şimdiki zaman sayıldığı gibi, bütün zamanlar da O’nun için bir ân gibidir. Meâric suresindeki âyet ise, kâinatta bir günü elli bin gün olan uzay ve zaman boyutlarının varlığına işâret edildiği gibi, âyet meleklerin göklerde kat ettikleri mesafelerle de ilgili olup, ellibin yıllık uzun mesafeyi bir günde kat’ettiklerini bildirmekte, meleklerin sür’atine ve Allah’ın mülkünün genişliğine işaret etmektedir. Aşağıda -özetle yer alan- Bediüzzaman hazretlerinin ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır: “Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tulû' mabeyninde(güneşin doğuşu ve batışı arasında) dört saatlik günden ve bu yerlerde kışta sekiz-dokuz saatten ibaret olan günlerden tut, tâ Güneş'in mihveri üstünde bir aya yakın gününden, (hattâ Kozmoğrafya'nın / Astronominin bildirdiğine göre) tâ "Rabb-üş Şi'ra" tabiriyle Kur'an'da namı ilân edilen ve güneşimizden daha büyük olan "Şi'ra" namında diğer bir güneşin belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şems-üş Şümus'un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek gününe kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır. İşte Semavat ve Arz'ın Rabbi, o Şems-üş Şümus ve Şi'ra'nın Hâlıkı hitab ettiği vakit, o Semavat ve Arz'ın ecramına(gök ve yer cisimlerine) ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir..... Çünkü eyyam-ı şer'iyenin dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. “(Barla lahikası, s. 325) İlave bilgi için tıklayınız: Mearic suresi 4. ayette "Melekler ve Ruh, miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar." denilmiştir. Melekler mekansız olan Rabbimizin yanına nasıl çıkıyorlar? cevabı okumak için tıklayınız... 18 Ahzab suresi inene kadar 17 yıl boyunca İslam’da başörtüsü yoktur, köle ile özgür kadınları ayırdetmek için getirilmiştir, cinsellikle de ilgisi yoktur, Hammurabi kanunundan alınmıştır gibi sorulara nasıl cevap verirsiniz? Allah’a, Kur’an’a, peygambere iman eden bir mümin için -şunun-bunun değil- onların sözleri esastır. Hamurrabi kanunlarında ister olsun, ister olmasın bir mümin için hiç kıymet-i harbiyesi yoktur. Önemli olan Allah’ın kitabı Kur’an’da ve elçisinin sünnetinde yer alıp almamasıdır. Hammurabi’den önce binlerce peygamber gelmiş, onun bu kanunlarını kesin olarak onlardan öğrenmediğini kim söyleyebilir! Şunu unutmayalım ki, Kur’an’da yer alan herhangi bir hükmün illeti ayrıdır, hikmeti ayrıdır. İllet, hükmün asıl gerekçesidir, o da onun Allah’ın bir emri veya bir yasağı olmasıdır. Bu hükmün neden konduğunu, sebebi ne olabileceğine dair ortaya konan gerekçeler ise, onun hikmetini beyan eden unsurlardır. İnsanların düşünüp ortaya koyduğu o hikmetlerin hepsi yanlış da olsa, o hüküm yine geçerlidir ve uyulması zorunludur, çünkü Allah’ın emridir. Bu sebeple, başörtüsünün hikmeti ne olursa olsun, değil mi ki, Allah onu emretmiştir, uyulması farzdır, aksi hareket -ahirette- cezayı gerektirir. Diğer bir husus, başörtüsüyle ilgili hükmün Kur’an’ın inmesinden 17 yıl sonra inmesinin onun hafife alınmasına gerekçe yapılmasıdır. Eğer bu mantıkla hareket edilirse, Hac farizasının hükmü Kur’an’ın inmesinden yaklaşık 22 yıl sonra inmiştir. Biri kalkıp da -bu gerekçeyi öne sürerek- haccın fazla önemli olmadığını söyleyebilir mi? Bu yargı daha pek çok emir ve yasaklar için de geçerlidir.. Şeytanın en büyük bir tuzağı da şu olsa gerektir: İslam’da/Kur’an’da var olan bazı prensiplerin daha önceki milletlerde de olmasını bahane ederek, Kur’’an’ın semavî kimliğine bir şüphe ve tereddüt meydana getirmeye dair gayretidir. Maalesef, bazı safdil olanlar da gerçeği bilmedikleri için bu noktadan dalalete düşüyorlar. Mesela, “Kur’an’da kısas var; Yahudilikte de kısas var.. Öyleyse Kur’an Tevrattan iktibas edilmiştir!!!”, “Baş örtüsü meselesi Kur’an’da var, ama Hammurabi kanunlarında da var.... Öyleyse Kur’an bu prensipleri oradan alıntılamıştır!!!” der akıllara şüphe verir. Biz burada aldanmış bazı zavallılara değil, doğrudan bu tuzağı kuran şeytana meydan okuyoruz; “Ey şeytan! - Dünyanın ilim ve irfanla dolduğu bu gün bile Hammurabî kanunlarını kaç kişi görmüş, kaç kişi okumuş, kaç kişi doğru olarak onlar hakkında bilgi sahibi olmuştur? Durum bu merkezde iken, 15 asır önce okuma-yazma bilmeyen bir topluluk içinde doğmuş, büyümüş ve kendisi Kur’an’ın açık ilanıyla okuma-yazması olmayan bir kimse olarak Hz. Muhammed’in bu kanunlardan haberdar olması ve onların bazı prensiplerini iktibas ettiğine nasıl ihtimal verilebilir? Böyle bir durumun olması milyarda bir ihtimal bile değildir.. 19 - Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu gösteren ve daha önce hiç eşi benzeri geçmeyen onlarca mucizevî yönü vardır.. Muhalfarz Kur’an’da kısas olmasaydı, baş örtü olmasaydı, Kur’an yine mucize idi. Saadet asrında 23 yıl boyunca, muarızlarına karşı meydan okuması, bir tek suresine bile bir nazire getiremeyeceklerini haykırması ve 15 asırdır hiç kimsenin böyle bir şey yapamaması, Kur’an’ın ilahî kaynaklı bir kitap olduğunun açık göstergesidir. - Keza verdiği gaybî haberler açısından bir misal olarak şunu arzedebilirizki; Kur’an’da Allah, Nur suresinin 55. ayetinde müslümanlardan bazılarının halife yapılacağı, yani Hz. Peygamberin vefatından sonra İslam devletinin dağılmayacağı, yine hilafet yoluyla devam edeceğini kesin bir dille ifade etmiştir ve zaman bu ayetin doğruluğunu körlerin bile gözüne sokmuştur. Bunun gibi, pek çok gaybî haberleri ihtiva eden Kur’an’ın bu haberleri başka yerden alıntıladığını söylemek mümkün mü? - İranlılarla yaptıkları savaşta yenik düşen ve perişan bir vaziyete giren Bizanslıların -bir kaç yıl içerisinde İranlılarla yeniden savaşacaklarını ve bu defa onları yeneceklerini belirtmiş ve aynı tarihte müslümanların da Bedir savaşında müşriklere karşı kesin bir zafer kazanacaklarını haber vermiştir. 616 tarihinde inen Rum suresinin verdiği bu gaybî haberlerden 8 yıl sonra 624’te söz konusu iki galibiyet de haber verildiği gibi çıkmıştır. - İki yıl öncesinden Mekke’nin feth edileceğine dair koca bir Fetih suresi indirilmiştir. - Kur’an’da değişik ayetlerde müslüman olduklarını söyleyen bazı kimselerin yalancı oldukları, iki yüzlü münafık oldukları belirtilmiş ve daha sonra o kimselerin gerçekten münafık olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin Munafıkun suresinin ilk ayetinin meali şöyledir: “Münafıklar sana geldiklerinde: “Biz, senin Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik ederiz.” derler. Allah da senin Kendisinin elçisi olduğunu elbette bilir. Bununla beraber, Allah, onların bunu söylerken yalan söylediklerine, samimî olmadıklarına şahitlik eder”. Taberî, Zemahşerî, Sekkakî, Cürcanî, Bakıllanî, Beyzavî, Nesefî, Cahız gibi binlerce Arap edebiyatının zirvesine çıkmış dahi alimlerin ittifakla “Kur’an’ın belağatı, edebî vechesi, üslubu, eşsizdir; insanların hiç bir eserleri onunla kıyaslanamaz” dedikleri halde, Arapça’nın elif-basını bile bilmeyen kimselerin bu konuda ahkam kesmeleri, gerçekten antik çağın cehalet müzesinden çağımıza antika bir yadigarı olduğunu düşünüyoruz. 20 En'am Suresi 148. ayette, Allah dileseydi biz ortak koşmazdık diyen müşrikler azapla tehdit edilmekte, 149. ayette ise Allah dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi denilmektedir. Bu iki ayeti nasıl anlamalıyız? Puta tapanlar, "Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık" diyecekler; onlardan öncekiler de, Bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böyle demişlerdi. Onlara "Bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz" de. "Üstün delil Allah'ın delilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi" de. (En'am 6/148- 149) Yüce Allah, Hz. Peygamber'le tartışırken, her şeyin Allah'ın dilemesine bağlı olduğu gerçeğini, kendi bâtıl uygulamalarının haklılığına gerekçe olarak gösteren ve sanki "Böyle inanıp böyle yaşamamamız Allah'ın dilemesi olduğuna göre biz O'nun iradesine uyuyor, böylece günah işlemiş de olmuyoruz" diyerek söz konusu gerçeği hedefinden saptıran, istismara kalkışan müşriklerin kötü niyetlerini yüzlerine vurmakta, onların böyle bir gerekçeye dayanarak Hz. Peygamber'i ve onun tebliğlerini yalanlamaya haklan olmadığını bildirmekte; nitekim daha önce de aynı mantıkla yalanlamada bulunan milletlerin azaba mâruz kalmaktan kurtulamadıklarını hatırlatmaktadır. Elbette evrende bütün olup bitenler, Allah'ın hür ve mutlak iradesiyle koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde işlemektedir. İnsanın, kendi irade ve aklını kullanarak doğru ve yanlış olanı birbirinden ayırması, doğruyu seçme imkânına sahip olması da aynı kanunun bir parçasıdır. Bu sebeple inkarcıların kendi kötülüklerini Allah'ın irade ve meşîetine yüklemeye kalkışarak kendilerini mazur göstermeleri, O'nun azabını gerektirecek bir suçtur. Nitekim âyetin devamı da, müşriklerin bu istidlallerinin, ilmî bir değer taşımayıp sadece bir zan ve kuruntudan ibaret olduğunu göstermektedir.(Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, II/380-381) Allah dileseydi insanları melekler gibi yaratır veya kötülük, inkâr ve şirke kaymalarına engel olurdu. 149. ayette buna işaret edilmiştir. Ama insan hakkında koymuş olduğu kanunun hikmeti bununla bağdaşamaz. Kuluna iradesiyle hak ile batılı seçme özgürlüğü vermiştir. Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “hidayet Allah'tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak Allah’tır. Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, 21 hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer. Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiyeye iltica etmesi ve Ona yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur. İlave bilgi için tıklayınız: Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir? Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir(Bakara Suesi,2/7), ayetine göre, kişileri kâfir yapan Tanrı'dır, öyleyse kafirin ne suçu vardır? Kur'an-ı Kerim'de; “Allah kime hidâyet verirse, doğru yolda olan odur; kimi de hidâyetten mahrum eder şaşırtırsa, artık imkânı yok, ona yol gösterecek bir dost bulamazsın.” deniliyor. Burada Allah' ın insanı zorlaması söz konusu mu? 22 Hz. Nuh (a.s.) tufandan sonra Peygamberliğe devam etti mi? Kur'an'da Hz. Nuh'un yaşıyla ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır. "And olsun ki, Nuh'u milletine gönderdik; aralarında bin seneden elli yıl eksik kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları yakalayıverdi. Ama Biz, Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık ve bunu dünyalara bir ibret kıldık." (29/14-15) Bu ayetten anlaşıldığına göre Nuh (as) 950 yıl kavmiyle birlikte yaşamış ancak bu sürenin onun bütün ömrünün veya peygamberlik süresinin tamamını mı yoksa tufana kadar olan safhasını mı içine aldığı işaret edilmemiştir. Kur'an'da verilen bu rakamı Nuh (as)'ın bütün ömrü olarak kabul edenlere göre kırk yaşında pygamber olmuş, 890 yaşında iken tufan gerçekleşmiş, tufandan sonra altmış yıl daha yaşamıştır. Bu süreyi sadece tufan sadece tufan öncesi Peygamberlik müddeti olarak düşünenlere göre ise Nuh (as)'ın yaşı bundan çok fazladır.(Firuzabadi, Beşa'iru zevi't-temyiz, Beyrut, VI, 30) İbn Abbas (r.a)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir. (Sabûnî, en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154). 23 "Kıyamet günü Allah, her müslümana bir yahudi veya hıristiyan verir ve bu senin cehennemden kurtuluş fidyendir." hadisi nasıl anlaşılmalıdır? Ebû Mûsâ el-Eş'arî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kıyamet günü Allah, her müslümana bir yahudi veya hıristiyan verir ve bu senin cehennemden kurtuluş fidyendir buyurur." (Müslim, Tevbe 49) Müslim'in yine Ebû Mûsâ radıyallahu anh'den bir başka rivayetinde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü bazı müslümanlar dağlar kadar günahlarla gelir, Allah da onları affeder." (Müslim, Tevbe 51) İlk bakışta bu hadisten, müslümanların yerine yahudi ve hıristiyanların ya da kâfirlerin azap çekeceği gibi bir mâna anlaşılmaktadır. Halbuki bu doğru değildir. Zira yüce Rabbimiz "Kimse kimsenin günahını yüklenmez" (bk. En'âm, 6/164; İsrâ 17/15; Fâtır, 35/18; Zümer, 39/7; Necm, 53/38) buyurmak suretiyle, suçu kim işlemiş ise cezâyı da sadece onun çekeceğini bildirmiştir. O halde bu rivayeti nasıl anlamamız gerekmektedir? Hz. Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği bir başka hadiste (bk. İbni Mâce, Zühd 39) "herkesin hem cennette hem de cehennemde bir yeri olduğu" bildirilmektedir. Bu sebeple bir müslüman cennete girince onun cehennemdeki yerini bir kâfir doldurur. Öte yandan Allah Teâlâ cehennemi dolduracağını bildirmiş ve bunun için de bir sayı takdir etmiştir. Kâfirler küfürleri sebebiyle cehenneme girip orayı doldurunca, bir anlamda müslümanların fidyesi olmuş olurlar. Aslında onlar müslümanların yerine azap çekmek için değil, kendi küfürlerinin cezâsını çekmek üzere cehenneme girmişlerdir. Bu da cehennemden âzâd edilen müslümanlar için bir çeşit kurtuluş fidyesi demektir. Bu hadisin doğru anlaşılabilmesi için şu ihtimal de akla gelmektedir: Kâfirlerin açtığı kötü bir çığır ve yolu bazı müslümanlar da takip edecek ve günaha gireceklerdir. Ancak onların bu kötülüklerine vesile oldukları için o çığırı açan kâfirler ayrıca vebâl yükleneceklerdir. Kıyamet günü Allah Teâlâ müslümanları affettiği zaman, kâfirler müslümanları yanılttıkları için ayrıca yüklendikleri günahları ile cehennemde cezâlandırılacaklardır. Şunu da hatırlatmakta fayda görüyoruz: İslamiyetten haberi olmayanların sorumlu olmayacağını bildiren görüşler vardır. Buna göre, soruda geçen yahudi veya hıristiyan, islamiyetten haberi olduğu halde inanmayandır. İlave bilgi için tıklayınız: “Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne olacaktır? İmam ı Gazali'ye göre Fetret Devrindekilere Benzerlerinin Durumları nedir? 24 Şeytan benimle kıraatım arasına girdi. Resulullah (s.a.v.): Onu hissettiğin an Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür. Osman dedi ki: Böyle yaptım; Allah da onu benden uzaklaştırdı. Bu hadis okumakla ilgili vesveseler mi kastediliyor? Hadis Müslim'de geçmektedir. Osman İbnu Ebî'l-As (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, şeytan benimle namazımın ve kıraatimin arasına girip kıraatimi iltibas etmeme sebep oluyor, (ne yapayım?)" Aleyhissalâtu vesselâm bana şu cevabı verdi: "Bu Hınzeb denen bir şeytandır. Bunun geldiğini hissettin mi ondan Allah'a sığın. Sol tarafına üç kere tükür!" (Osman İbnu Ebî'l-As) der ki: "Ben bunu yaptım, Allah Teâla Hazretleri onu benden giderdi."(Müslim, Selâm: 68) Hınzeb kelimesi Hanzeb, Hunzeb şekillerinde de okunmuştur. Şeytanın namazdaki vesvesesi, kaç rek'at kıldığı, neleri okuyup okumadığı hususunda sebep olduğu yanılmalar, tereddütlerdir. Araya girmekten murad da namazın huşu ve huzuruna, lezzetine mâni olmaktır. Bu durumlar kalbin huzurunu, huşûunu bozar. Şu halde bu çeşit vesveselerde çare olarak Allah'a sığınılacaktır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/415). Namaz esnasında rekat ve kıraatte akla gelen tereddütler yanında değişik vesveseler de insanın aklına gelebilir. Bütün bunlar için de Allah'a sığınmak gerekir. Namazda Huşu‟ ne demektir? Huşu ile namaz kılmak ve gafletten kurtulmak için ne yapmak gerekir. Bilgi almak için tıklayınız? 25 Mahkeme kararı ile boşanan kimseler, yeni bir nikah kıymadan evliliklerine devam edebilirler mi? Veya kadın başka bir erkekle evlebilir mi? İslâmî hükümlere göre, bir kimsenin evli bulunduğu eşi ile aralarında üç nikah bağı vardır. Her bir boşama ile bu bağlardan biri kopar. Üçü de koptuğu zaman, evliliklerini devam ettirmeleri dinen caiz olmaz. Mahkeme yoluyla resmen boşanan eşler, dinî hükümlere göre bir bain talakla boşanmış olurlar. Mahkeme yoluyla boşanan eşler, daha sonra tekrar evlenmek isterlerse, evliliklerini devam ettirebilmeleri için yeni bir nikah akdi yaptırmaları gerekir. Bu takdirde daha önce başka bir boşama olmamış ise, iki nikah bağı ile evlilikleri devam eder. Mahkemenin ilk boşamasından sonra boşama gerçekleşmiştir. Kadın isterse boşandığı kimseyle yeni bir nikahla evlenir, isterse -iddetini bekledikten sonra- bir başka erkekle evlenebilir. 26 Kumar ve şans oyunları olmadığı halde çocukların kin ve nefret duygularını harekete geçiren bilgisayar oyunları yapmak ve bunları satmak caiz midir? Savaş stratejileri ve sanal da olsa silahlı mücadele olmaktadır. Bu yönüyle de bir sakınca oluşturur mu? Çocukların kin ve nefret duygularını harekete geçiren bilgisayar oyunları yapmak ve bunları satmak caiz değildir. Ayrıca, İslam inancına ve İslam ahlakına aykırı unsurlar içeren oyunlar da dini açıdan sakıncalıdır. Diğer taraftan, şiddet telkin edenler, şiddeti tabiileştiren oyunlar da yapılmamalı, satılmamalı ve alınmamalıdır. 27 Allahû Teala her şeyin malikidir. O halde, Felak Suresi´nde geçen "sabah aydınlığının Rabbine sığınırım" ifadesini nasıl anlamalıyız? "Sabah" diye çevirilen "felak" kelimesi "yarmak" anlamındaki "felk" mastarından isimdir. "Felak" bir çok manaları içeren bir kelimedir. Bu bakımda bu kelime etrafında çeşitli yorumlar yapılmıştır. a) "yokluktan yarılıp çıkan mahlûkat." Buna göre "felak" kelimesi kâinatın yokluk alanından bir patlama ile ilk meydana gelişini ve yaratılışını ifade eder.(bkz. Elmalılı, Tefsir, IX, 6367-6373) b) Arzdan kaynayan pınarlar, bulutlardan boşalan yağmurlar, tohumlardan filiz veren bitkiler, rahimlerden çıkan yavrular gibi Yüce Allah'ın kudretiyle bir asıldan, bir kaynaktan ayrılıp çıkan bütün mahlûkat "felak" kelimesinin kapsamına girer.(Elmalılı, a.g.y) c) Bazı tefsirlerde "felak" kelimesine "cehennemin ismi, cehennemde bir zindanın veya bitkinin ya da kuyunun ismi" olarak da yorumlanmıştır (meselâ Taberî, Cami'u'l Beyan, XXX, 226). Bu ayette Rabbe sığınarak O'nun bütün şerlerden kurtarıp koruyacağına dair bir ilâhı va'di hatırlatarak havf ve recâyı takviye ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir şevklendirme vardır Kâdî tefsirinde der ki: "Burada "Rab" ismi, diğer isimlerden, yani felaka izafeti caiz olan diğer Allah isimlerinin hepsinden çok yerindedir. Çünkü zararlardan kurtarmak terbiyedir."(el-Beydavi, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil II, 625). İnsan, fıtraten nihayetsiz aciz ve fakirdir. Bu nihayetsiz acizlik ve fakirlik boşluğunu ancak nihayetsiz bir kudret ve zenginlik doldurabilir ki, bu sıfatlar da ancak ve ancak Allah’ta vardır. Her şeyi terbiye edip insanın hizmetine sunan Rabbül alemine "Rab" ismiyle hitap edip O'na sığınan mü'min her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde olduğunun bilincine varır. Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe veriyor. Başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemel olduğundan her şeyde bir endişe, bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. Acaba bu musibet bana dokunur mu der, hayatı zehir olur. İşte Alemlerin Rabbine sığınmak her şeyin dizgininin O'nun elinde olduğuna inanmak, tevekkül etmek demektir. Bu mübarek sure bu tevekkülü bizlere öğretmektedir. Felâk suresindeki ilk âyet kâinatın yokluk alanından bir patlama ile ilk meydana gelişini ve yaratılışını, ikinci âyet Allah'ın yarattığı her şeyin zararından, üçüncü âyet bastıran karanlıkların şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini bildirmektedir. Buradaki "bastıran karanlık" gece karanlığını, zulüm ve cehalet karanlığını, karanlık düşünceleri ve insanın içine çöken, onun iç dünyasını karartan kin, öfke, şehvet ve kıskançlık gibi şeyleri içine alan kapsamlı bir ifadedir. Dördüncü âyet, "düğümlere üfleyenlerin şerrinden" de Allah'a sığınmanın gereğini dile getirmektedir. Bu ifade, fiilen mevcut olup olmaması bir yana, varlığına inanılıp etkileri altında kalınan üfürükçülük ve büyücülük gibi ruhi etkileşimlerden başka, kötü fikirlerin ve sapık ideolojilerin tesiriyle insanların, içindeki 28 inanç düğümlerinin çözülüp küfür ve ümitsizlik karanlıklarına düşmelerine de işaret etmektedir. Ayrıca âyetin, bir düğmeye basıp bir nükleer sistemi harekete geçirmek suretiyle doğabilecek büyük felâketlere de dolaylı bir şekilde değindiğini söylemek mümkündür. Sûrenin son âyetinde, kıskançlığı tutan hasetçinin şerrinden Allah'a sığınmanın önemine dikkat çekilmiştir. Gerek Felak sûresinde gerekse ardından gelen Nâs sûresinde kötülüklerinden Allah'a sığınılacak şeyler bildirilirken önce tabiat kuvvetlerinden, sonra kötü insanlardan, en sonunda da gözle görülmeyen varlıklardan (cin) söz edilmektedir ki burada somuttan soyuta, sakınılması kolay olandan zor olana doğru bir sıralanış dikkat çekmekte, dolayısıyla sığınmanın önemi ve yöntemi öğretilmektedir. Hemen belirtilmelidir ki sığınma yalnız sözle değil gelebilecek zararlara karşı mümkün olan bütün tedbirlerin alınmasıyla gerçekleşir.(DİA, Diyanet Vakfı Yayınları, 12/301-302) 29 Ben deist bir insanım. İslam benim düşüncelerime saygılı değil, beni korkutuyor ve cehennemle tehdit ediyor. Bir de benim Tanrım "Rahman ve Rahim" diyor? Burada size söyleyecek fazla sözümüz yok.. Çünkü; Sizin bu görüşünüze göre kişi katil de olsa, cezalandırılmamalı, adam öldüren ile, bir adamın yaşaması için gereken şartları hazırlayan kimseler arasında ayırım yapılmamalıdır. Size göre hırsız ile, mal sahibi aynı kefeye konmalıdır. Size göre, pirincin içindeki taşları ayıklayanlar haksızlık etmiş olur.. Çünkü size göre ha taş, ha pirinç; fark etmez.. Size göre, insanları yoktan var eden Allah iyi insanlar ile kötü insanlar arasında bir ayırım yapmamalıdır. Size göre, Allah Rahman ve Rahim sıfatlarına sahip olduğuna göre, hiç kötülüğü görmemelidir. Kullarından birinin hukukuna tecavüz de edilse, malı da çalınsa, çolukçocuğu da kesilse, hiç bir zalime ceza vermemelidir. Ve size göre, koca bir imtihan salonu olarak yaratılan bu dünyada Allah’ın ön gördüğü iman esaslarına inanan da, inanmayan da bu imtihanı geçmeli, hiç kimse sınıfta kalmamalıdır.. Bu gün dünyada 1,5 milyardan fazla müslüman vardır. Dinlere inanan, ahirete iman edenlerin sayısı yaklaşık dör-beş milyar civarındadır. Size göre bu insanların hiç biri sizin kadar akıllı değildir. Hepsi de hurafelere inanıyor, sadece siz ve sizin gibi akıllı bir avuç insan dinlere inanmıyor. Tek kelimeyle kendinize yazık ediyorsunuz. Atomlardan, moleküllerden, genetik şifre sisteminden galaksilere kadar her zerresinde onlarca hikmet bulunan ve her şey belli bir amaca hizmet etmek maksadıyla yolunda devam eden bu harika evreni yaratan Allah, bütün bu hikmetlerini sıfıra indirgeyen bir kaosa izin verir mi? İsyan edenleri ile itaat edenlerinin aynı kaldığı, zalimi ile mazlumun aynı akıbete uğradığı anarşik bir ortama müsaade eder mi? Kâinatın en mükemmel meyvesi, en harika ürünü, yeryüzü halifesi olarak yaratılan; ayın, güneşin, bulutların atmosferin kendisine hizmet sunduğu insanoğlunu, sonuçsuz bir sona doğru, neticesiz bir neticeye doğru, anlamsız bir anlama doğru sürükleyip bütün bütün hikmetini, Hakîm isminin tecellilerini boşa çıkarır mi? Rahman ve Rahim olarak kendini bize takdim eden Allah’ın ahiret memleketini yaratmayarak, hesap gününü getirmeyerek, zalimlerin cezalarını çekeceği cehennemi, mazlumların da mükâfatlarını göreceği cenneti var etmeyerek, gözle görülen sonsuz rahmet ve adaletini inkâr etmesi ve ettirmesi mümkün müdür? Dünyaya geldiği andan itibaren memeler musluğundan süt gibi en gıdalı, en kolay içilen bir maddeyi -dışkı ve kan arasından getirip, bulaştırmadan, bulandırmadan- yavrulara vermekle onların yardımına koşan ve bununla Rahman ve Rahim olduğunu dünya-aleme 30 gösteren; tek hücreli bir canlıya bile büyük bir itina ile ona layık rızkını veren Allah’ın en mükemmel varlık olarak yarattığı insanları bir kaç günlük dünyaya gözlerini açtırdıktan sonra onu hiçliğe atması, ebede uzanan arzularını hiç önemsememesi, onun rahmetine, hikmetine, adaletine bütün bütün zıt değil midir? Allah Rahman ve Rahîm olarak kendini bize takdim ettiği gibi, Azîz ve Celil olarak da kendini bize tanıttırmaktadır. Rahmet ve şefkat itaat edenleri mükâfatlandırmakla kucaklamayı istediği gibi, izzet ve celal de isyan edenleri tokatlamakla hadlerini bildirmek ister. Cennet ve cehennem bunun için vardır. Bir bulaşık makinesinin bile bir çalışma kılavuzu, rehber bir kitapçığı olduğu halde, kâinatta en kıymetli varlık olan insanın “nereden geldiği, nereye gideceği, görevinin ne olduğunu" gösteren vahiy denilen dinlerin rehberlerinin olmamasına, kainatın sahibi olan Allah’ın -rehber- kitaplarının bulunmamasına imkân ve ihtimal var mı? Sözü fazla uzatmamak için, Allah’ın Rahman ve Rahîm sıfatlarının bir yansımasına ayna olan müslüman kişiler olarak biz, bu konuda gerçekten inanma güçlüğü çeken her arkadaşımıza yardımcı olmayı bir görev sayarız ve bunu bir -üstünlük nişanı- gibi de kabul etmeyiz. Şundan emin olabilirsiniz ki, biz -körü körüne bir taassupla değil- aklımızı kullanarak, ilmimizi rehber kılarak objektif kriterler kullanarak rotamızı çizmiş bulunuyoruz. İsteyenlerle bu minval üzere konuşmamız cereyan edecektir. Maksat gerçeği görmek, ahirette sıkıntıya maruz kalmamaktır. .. Bir iğne ustasız olmaz, bir harf katipsiz olamaz, bilirsin. Nasıl bu muhteşem kainat sahipsiz ve ustasız olur? Elbette bu muhteşem kainatın bir ebedi bir sahibi ezeli bir maliki vardır. Semada yıldızlar kadar, zeminde çiçekler kadar Allah’ın varlık ve kudret delilleri okunmaktadır. Bütün mevcudat, Allah’ın sanatıdır, düzgün, ölçülü ve mükemmel olarak yaratılmışlardır. Elbette sanat, sanatkarını gösterir, eser ustasından haber verir. (bk. Nursi, Sözler, 59) İlave bilgi için tıklayınız: Dinlerin deistler ve deizm hakkındaki düşüncesi nedir? Yaratıcının kurallar koyduğunu söylemek basit bir düşünce değil midir? 31 “Sakalı bıraktıktan sonra kesmek, tahrimen mekruhtur.” veya “Dinimiz bu konuda bir zorunluluk getirmemiştir” gibi hükümlerin kaynağı nedir? Hanefi alimlerinden de kaynak gösterebilir misiniz? Peygamberimiz(a.s.m) kendisi bizzat sakal bıraktığı gibi, “bıyıkları kısaltın, sakalı ise bırakın”(Buharî, İstaizan, 51; Müslim, Taharet, 53-55) mealindeki ifadeleriyle de sakalın bırakılmasını emretmiştir. Alimlerin bir kısmına göre, bu hadis ifadesinde yer alan emir vücubu ifade eder ve dolayısıyla sakal bırakmak vaciptir. Diğer bir kısım alimlere göre ise, bu bir emr-i istihbabîdir/müstehap olmayı ifade eder, dolayısıyla sakal bırakmak vacip değil, sünnettir. Müslim’in Hz. Aişe’den rivayet ettiği bir hadiste peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “On şey fıtrattandır; bıyıkları kısaltmak, sakalı bırakmak, misvak kullanmak, suyla burnunu temizlemek, tırnakları kesmek, parmakların mafsallarını -iyiceyıkamak, koltuk tıraşı olmak(ravi Musab b. Şeybe: „onuncusunu unuttum ama tahminimce o da ağzı suyla yıkamaktır‟ demiş” (Müslim, taharet, 56 ) manasındaki hadisi açıklayan İmam Nevevî’ye göre, - hitan/ sünnet olmak hariç- bu hadiste yer alan bütün hasletler sünnettir(bk. Nevevî, el-Mecmu, 1/283). İslam aleminin en ünlü alimlerinden biri olan İmam Nevevî’nin bu görüşü aslında(sakal dışında) bütün alimler tarafından da benimsenmiştir. Yani sünnet ittifakla vacip, sakal ihtilaflı, geriye kalanların hepsi sünnet olarak kabul edilir. Bu kadar sünnet arasında sayılan sakalın bırakılması da sünnet olarak algılamaktan daha tabii ne olabilir ki..! Nevevî “Ravdatu’t-talib”(3/234) adlı eserinde de bu konuya değinmiş ve “sakalı bırakmanın” sünnet olduğunu belirtmiştir. Hanbeli alimleri de “sakalın bırakılmasının fıtrattan olduğunu..” belirten hadisleri delil getirerek, sakal bırakmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir(bk. eş-Şerhu’l-Kebir ala metni’l-mukanna’, 1/105). Bazı alimlere göre, sakal bırakmak ibadetle ilgili sünnet değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in gelenek kasdiyle yapmış olduğu sünnetidir. Buna sünnet-i zevaid de denir. Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra gibi zamanımızın bazı âlimlerininin görüşü bu şekildedir. Farklı görüşler olmasına rağmen, bizim kanaatimize göre, sakal bırakmak vacip değil, sünnettir. Hanefî alimlerine göre, sakalın sakal olması için en az bir kabza(tutam) olması gerekir. Sadece bir tutam kadar olan sakalın daha fazla kısaltılmasına hiç bir alim cevaz vermemiştir(bk. el-Bahru’r-raik, 2/302; Reddu’l-muıhtar, 2/418) "Yahrumu ala‟r-reculi kat‟u‟llehyati=erkeklerin sakallarını kesmeleri haramdır”(Reddu’l-muhtar, 6/407) ifadesinden bırakılan bir sakalın kesilmesinin haram olduğunu anlamak mümkündür. Şafii alimlerinin en ünlülerinden biri olan İbn Hacer el-Heytemî de “sakalın tıraş edilmesi(haram değil) mekruh” olduğunu söylemiştir(bk. Tuhfetu’l-muhtac, 9/375). 32 Bediüzzaman hazretlerinin bir Şafii alimi olarak Şafii alimlerinin içtihadını esas alarak “sakalı tıraş etmek haramdır” diyen alimlerin maksadı “sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmektir. Yoksa hiç bırakmayan bir sünneti terk etmiş olur” manasına gelen ifadesi çok açıktır. (bk. Emirdağ Lahikası-1/48) Şu noktalara dikkat etmekte fayda vardır: a. İslam dini sadece bir mezhepten ibaret değildir. Bu gün müslümanların büyük çoğunluğunun sakalsız olduğu bir dünyada, sakalı sünnet olarak gören alimlerin içtihadını esas almakta ne mahzur olabilir ki...! b. Özellikle hanefî alimlerin belirttiğine göre(yukarıda verilen kaynaklara bakılabilir) bir sakalın meşru olması için en az bir tutam kadar olması gerekir. Bu prensibe göre bu gün sakal bırakanların yüzde sekseni gerçek sünnet olan sakalı bırakmış değildir. c. Buna göre, bir sakalı sünnete uygun olarak bıraktıktan sonra onu kesmek caiz görülmediği gibi, bir tutamdan fazlasını kesmek de caiz değildir. Çünkü bu şuna benzer; iki rekat nafile namaz kılmayanın bir vebali yoktur. Fakat böyle bir nafile namaza başladıktan sonra onu mazeretsiz bozması caiz değildir. Sakal durumu da böyledir. Hiç bırakmayan kimse bir sünneti terk etmiş olur, onun faziletinden mahrum kalır. Fakat bıraktıktan sonra onu tıraş etmek veya -Hanefilerde olduğu gibi- sakalı bir tutamdan aza indirecek şekilde kısaltmak doğru değildir. İlave bilgi için tıklayınız: Sakal traşı olmak veya sakal bırakmanın hükmü nedir? Delilleri ile beraber sakal ve bıyık hakkındaki hükümler nelerdir? Sakalın sünnete uygun şekli nasıl olmalıdır? 33