Nil`in Bereket Vadisi: Kahire Bereketin Anahtarı

advertisement
www.somuncubaba.net
YIL: 22 • SAYI: 182 • ARALIK 2015 • Fiyatı: 8 TL
Nil’in Bereket Vadisi: Kahire
Bereketin Anahtarı: Ticârî Ahlâk
Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa (a.s.)’ın
şereflendirdiği kutlu topraklardır.
Bereket, maddî ve mânevî, hem bu dünyaya hem de
öbür dünyaya ait kazanç ve bolluğu da ifade eder.
00182
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
başyazı
Kemal DEMİR
Mısır’da Osmanlı İzleri
Ecdadımız Osmanlı, Mısır’da uzun yıllar hâkimiyet sağlamış ve başta başkent Kahire olmak üzere
İskenderiye, Tanta, Şarkiye gibi büyük kentlerde eşsiz mimarî yapılar ve eserler inşa ederek bu tarihî
yapıları Mısır halkına miras bırakmıştır.
Kahire’de 1848 yılında tamamlanan ve Selahaddin Kalesi’nin içerisinde yer alan Kavalalı Mehmet
Ali Paşa Camii, Mısır’daki Türk mimarisinin en önemli eserlerinden biridir ve hâlen tüm canlılığı ile
ayaktadır. Selahaddin Kalesi’nden Kahire’ye bakıldığında Osmanlı mimarisi ile yapılan camiler hemen
fark edilebilmektedir. Diğer hükümdarlıkların döneminden kalma camilerin minarelerinin hemen arasından yükselen Türk tarzı minareler ne kadar Kuzey Afrika mimarisine uyum sağlasalar da yine de
Anadolu’dan ve İstanbul’dan motifler ve çizgiler taşımaktadır. Kaleye bakan Mahmudiye Camii’nin minareleri, Anadolu’da görülen minare tarzının yüzde yüz aynısı olduğu için diğer eserler arasından çok
çabuk seçilebiliyor.
Kahire’de Osmanlı dönemine ait çok sayıda su sebili bulunmaktadır. Osmanlı Devleti tarafından
%96’sı çöl olan ve yazın sıcaklıkların 50 dereceye yaklaştığı Mısır’da Osmanlı sebilleri bağrı yanan,
dudakları çatlayan Mısır halkına bir rahmet esintisi olarak inşa edilmiştir. Her sebil, birer sanat harikası şeklinde Mısır sanat tarihinin önemli birer parçası olmaya devam etmektedir. Yavuz Sultan Selim
Han Sina Çölü’nü 09-22 Ocak 1517 tarihleri arasında geçerken Allah’ın hikmeti olarak yağmur yağdığı
ve ordunun bu sayede hiç su sıkıntısı çekmediğinden bahsedilir. Onun için demek ki ecdadımızda o
bölgeye su azizliğinde davranmıştır. 24 Ocak tarihinde Osmanlı Devleti Kahire’ye giren Yavuz Selim
Han, “Hadimü’l-Haremeyn” yani “Kutsal Toprakların Hizmetçisi” sıfatıyla Mısır’daki kutsal emanetleri
Anadolu’ya getirmiştir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bu eşyaları Topkapı Sarayı’nda
korunmaktadır.
Dergimizin bu ay kapak konusu Mısır’dır. Konuyla ilgili olarak Mustafa Özçelik’in Mehmet Akif’in
Mısır Yılları, Doç. Dr. Fatih Erkoçoğlu’nun Kısa Mısır Tarihi ve Kaynakları ile M. Nihat Malkoç’un Nil’in
Bereket Vadisi: Kahire yazıları istifadenize sunulmuştur.
Prof. Dr. Ali Akpınar’ın Hz. Yûnus (a.s.)’un Acelesi ve Meşhur Duâsı, Prof. Dr. Ramazan Altıntaş’ın Vahiy ve Nebevî Sünnetin İlişkisi, Prof. Dr. Kadir Özköse’nin Dinin Şeklî Boyutu Kadar Özüne de Vukûfiyet
Sağlamak, Prof. Dr. Bilal Kemikli Dervişin Vakit Tasavvuruna Dair ve Prof. Dr. Abdullah Kahraman Ticarette Bereketin Anahtarı: Ticârî Ahlâk başlıklı yazılar ile birbirinden değerli diğer yazarlarımızın yazıları
dergimiz sayfalarında siz değerli okuyucularımızı beklemektedir. Selam ile.
The Traces of The Ottomans in Egypt
Our ancestor The Ottomans, ruled in Egypt for long years and constructed many historical buildings and monuments
first in Cairo and then in Alexandria, Tanta, Sharqia and legated them to the Egyptians.
There are numerous water dispensers in Cairo from the era of the Ottomans. These were constructed in Egypt, 96%
of which consists of desert and where the temperature reaches 50◦C in summer, for the benefit of the Egyptions, who
experienced the extremely hot climate of the country. Being a perfect work of art, each of these water dispensers stands as
an imprtant part of the art history of Egypt.
Yavuz Sultan Selim, with the name of “The Servent of the Holy Lands Makkah and Madinah (Hadim-al Haremeyn)”
brought the sacred helics to Anatolia. Now these are protected in Topkapı Palace.
somuncubaba 1
künye
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
Kurucusu
A. Şemsettin ATEŞ
Basım Tarihi: 01 Aralık 2015
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Kemal DEMİR
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
M. Hulusi ERDEMİR
Yayın Editörleri
M. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama
VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
NİL’İN BEREKET VADİSİ:
KAHİRE
14
Yapım
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 22 Sayı: 182 - Aralık 2015
içindekiler
Genel Sanat Yönetmeni
Serkan ÖZTÜRK
Sanat Yönetmeni
Enes İSLAM
36
Baskı ve Üretim
Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı
No: 95/1 İskitler/ANKARA
Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50
6
Ali AKPINAR
52
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL
Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
ABONE İLETİŞİM HATTI
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
İsmail ÇOLAK
Plevne’de Osman Paşa’nın
kumandası altında
savaşmış askerden cesur
bir askerin...
Abdullah KAHRAMAN
Bereket, maddî ve mânevî,
hem bu dünyaya hem de
öbür dünyaya ait kazanç
ve bolluğu da ifade eder...
KISA MISIR TARİHİ VE
KAYNAKLARI
PLEVNE’DE
YAZILAN DESTAN VE
GAZİ OSMAN PAŞA
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Prof. Dr. Sebahat DENİZ
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Esasında dilinde sürekli Allah
olan insanın hayatına da
Allah’ın buyrukları hâkim olur...
TİCARETTE BEREKETİN
ANAHTARI: TİCÂRÎ AHLÂK
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar
ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi
herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların
sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların
ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır.
Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi
İşletmesi’ne aittir.
Yayın Kurulu
HER DURUMDA
ALLAH RIZÂSINI
TALEP ETMEK
Enbiya YILDIRIM
Hz. Yûnus Peygamber,
Kur’ân’da adı geçen davet
önderlerindendir...
/SomuncuBabaDergisi
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve
Hz Musa’nın şereflendirdiği
kutlu topraklardır...
HZ. YÛNUS’UN (A.S)
ACELESİ VE
MEŞHUR DUÂSI
www.grafiturk.com.tr
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
M. Nihat MALKOÇ
56
Fatih ERKOÇOĞLU
Ümmü’d-Dünya
olarak anılan Mısır, Nil
Nehri’nin varlığı ile elde
ettiği zenginlik...
64
Vahiy ve Nebevî Sünnetin İlişkisi 10 • Tevâzû 15 • Mısır, Kahire, Nil Vesaire… 23 • Dinin Özüne Vukûfiyet Sağlamak 24 • Bir
Kaç Hüsn-i Hatıra Ve Mektuplar 30 • Dervişin Vakit Tasavvuruna Dair 40 • Kaptan-ı Derya Çaka Bey 44 • Tüm Masiyet ve
Kötülüklerden Uzak Dursunlar 48 • Gül 61 • Kerem Sahibi Allah’a Kul Olmak 62 • Mehmet Akif’in Mısır Yılları 70 • Mehmet
Akif Ersoy’a 75 • Kahire Velileri 78 • Pencereden Bakınca Çarpıklıkları Görüyorum 80 • Birlik Olalım 83 • Hakikatten Uzak
Olan Şeytana Yakın Olur 84 • Deli Gönlüm 87
Benim Canım!
Süzgün bakan, büyüleyici gözlerinin ezelden beri tutkunu olduğuma
gönül verdiğim-sevilenlerin otağı, sevenlerin yurdu olan gözünüz, gönlünüz şahit olup muhabbetlerimi bütün samimiyetimle gönülden gönüle
arz eyler gözlerinizden öperim.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî
Altmışaltıncı Mektup
Benim ceddim Hüseynî Kerbelâ’da teşne-leb (dudağı kurumuş, yanmış) böyle susuzluktan şehit olup da Allah’a kavuşmuştur.
NOT: Bu mektupla birlikte Es-Seyyid Osman Hulûsi ATEŞ (k.s.) Efendi’nin
mektuplarının mensur kısımlarının güncellenmesi inşâallah tamamlanmış bulunmaktadır. Allah’a hamd u senalar olsun.
Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*
HZ. YÛNUS’UN
ACELESİ VE
MEŞHUR DUÂSI
(a.s)
H
z. Yûnus Peygamber, Kur’ân’da adı geçen
davet önderlerindendir. Yûnus (a.s.)’ın
ismi, Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir.1 İki yerde de ‘Zü’n-Nûn’ ve ‘Sahibü’lHût’, yani balık sahibi lakabıyla geçmektedir.2
Yüce Allah, Hz. Yûnus’u, Irak’taki Musul toprağında bulunan putçu Ninova halkına peygamber olarak gönderdi. O, uzun süre onlara
uyarılarda bulundu, ancak onu dinlemediler.
O da kızgınlıkla üç gün sonra azaba uğrayacaklarını söyleyip onlardan ayrıldı. Onun ayrılma
sebebinin, kavminin tehditle peşine düşmesi,
Yûnus Peygamber’in de onların şerrinden kaçıp
gitmesi olduğu da söylenmiştir. Onun bu ayrılışı, kızgınlık ve aceleyle, Allah’ın emir ve izni
gelmeden olmuştu. Hâlbuki bir peygamber, bir
davetçi için yılgınlık göstermek ve zamanı gelmeden cepheyi terk etmek yakışık almazdı.
Onlar, Yûnus’u Aramaya Başladılar
Yûnus Peygamber kavminden ayrılıp gidince,
kavmi ona karşı yaptıklarının yanlış olduğunu
anladı, pişmanlık duyup tevbeye sığındılar, günlerce ağlaştılar. Yüce Rabb’imiz de onları affetti.
Bu sefer onlar, Yûnus’u aramaya başladılar.
Hz. Yûnus ise, kavminden ayrılıp bir deniz
kenarına vardı, yolculuğa hazır bir gemi gördü
ve hemen ona bindi. Gemi denizin ortasında
şiddetli bir fırtınaya yakalandı, batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Gemidekiler aramızda
bir günahkâr var, onu bulup denize atalım ki
batmaktan kurtulalım dediler ve kura çekerek
Hz. Yûnus’u denize attılar. Denizde bir balık onu
yuttu. Hz. Yûnus, balığın karnında ,“Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzîh ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum.” diye duâ etti. Yüce
Allah da duâsını kabul etti. Balık onu sâhile attı.
Hz. Yûnus bir müddet orada kendisine geldi
ve kavmine döndü. İman eden kavminin başına
geçti ve onlarla birlikte Yüce Mevlâ’nın dilediği bir süre daha yaşadı. Böylece kavmi helak
olmaktan kurtuldu, Yûnus Peygamber de kavmine kavuşmuş oldu. Ona ve yolunda olanlara
selâm olsun!
6 ARALIK 2015
Kutsal Kitabımızda Hz. Yûnus Kıssası şu şekilde anlatılır:
“Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak
edenler, can yakıcı azabı görene kadar kendilerine her türlü belge gelse bile inanmazlar.
Bir şehir ahâlisi inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin! İşte Yûnus’un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği
gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir
süre daha bu dünyada geçindirdik.
Rabb’in dileseydi, yeryüzünde bulunanların
hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen
mi zorlayacaksın?
Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse inanamaz.
O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir.
De ki: ‘Göklerde ve yerde neler var, bir bakın!
İnanmayacak bir millete âyetler ve uyarmalar
fayda vermez.”3
“Doğrusu Yûnus da peygamberlerdendir. Dolu
bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı
kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı. Kendini kınarken onu bir
balık yutmuştu.
somuncubaba 7
Eğer Allah’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı. Hâlsiz bir hâlde iken kendisini sâhile çıkardık. Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik.
Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber
olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar, bunun
üzerine Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.”4
“Zü’n-Nûn hakkında söylediğimizi de an. O,
öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar
içinde: ‘Senden başka Tanrı yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.’
diye seslenmişti. Biz de ona cevap verip, onu
üzüntüden kurtarmıştık. İnananları böyle kurtarırız.”5
“Sen Rabb’inin hükmüne kadar sabret; balık
sahibi (Yûnus) gibi olma, o, pek üzgün olarak
Rabb’ine seslenmişti. Rabb’inin katından ona bir
nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sâhile atılacaktı. Rabb’i onu seçip iyilerden kıldı.”6
Yûnus Kıssası’ndan Alacağımız Dersler
Şimdi bu âyetler ışığında Yûnus Kıssası’ndan
alacağımız dersleri birlikte okuyalım:
İslâm, insan içindir ve insanın fıtratına uygun olan bir dindir. Her insan, İslâm’a yatkındır.
Her insanın özünde, İslâm’ı kabul etme temayülü vardır. Ne var ki her insanın, iknâ yönü ve
zamanı farklı olabilir. Kimi insan bir hakikati bir
kez duymakla kabul eder, kimi onlarca kere duyar, ancak ondan sonra iknâ olur ve kabul eder.
Kimi de bunca delîle rağmen bir türlü kabullenmez. Onun için davetçi konumunda olanlar, bıkmadan usanmadan, kızmadan yılmadan daveti
ulaştırma gayret ve çabası içerisinde olmalı,
farklı deliller ve farklı meşrû metodlarla davetlerini sürdürmelidirler.
Yüce Allah, imtihanın gereği olarak insana
dileme gücü, yani irâde vermiştir. Dileyen iman
eder, dileyen inkâr eder. Ancak herkes yapıp
ettiğinin sonucuna katlanır. İnananlar dünya ve
8 ARALIK 2015
âhirette mükâfatlandırılırlar. İnkâr edenler de
er ya da geç cezâlarını çekerler.
Yüce Allah, isteseydi bütün herkes iman
eder ve tek bir din üzere olurdu. Ama O, insanları serbest bıraktı, böylece davetçiler ve davet
edilenler sınanmış oldu. Her topluma bir davetçi ulaştığına göre, hiç kimsenin ileri süreceği bir
mazereti kalmadı. Zira insan, kendisine bahşedilen akıl nimeti, çevresinde doğruya çağıran
bunca âyetler ve davetçilerin kendisine ulaştırdıkları uyarılar sonucu doğruyu bulabilir, imana
erebilir. Bütün bunlara rağmen iman etmezse,
bunun dünya ve âhiret sonucuna hazır olmalıdır.
Yûnus Peygamber’in kavmi, önce inanmamakta direndiler ve son anda yaptıklarının yanlış olduğunu anlayıp iman ettiler. Yüce Allah,
onların son anda yaptıkları tevbeyi kabul etti.
Ancak her insana yahut topluma bu son fırsat
her zaman verilmeyebilir. Onun için insanlar,
hayırlı işlerde ve hayırlı kararlarda acele etmeli
ve son ana bırakmamalıdır. Zira hayır, sonraya
bırakılmayacak kadar önemli ve değerlidir.
Bunun için davetçiler sabır ve azimle davetlerini muhâtaplarına sunmalıdırlar. Farklı
farklı delillerle, metotlarla muhâtaplarını iknâ
etmeye, uyandırmaya çalışmalıdırlar. Aslâ sonuçlar konusunda aceleci olmamalıdırlar. Zira
muhâtapları iknâ olmasa bile, onların davetleri
boşa gitmeyecektir. Çünkü onlar üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş olmaktadırlar.
Davetçi seferden sorumludur, zaferden
değil. Sonuçta zaferi bahşedecek olan Yüce
Allah’tır. Nice peygamberler vardır ki uzun yıllar
davete devam ettikleri hâlde kendilerine çok az
sayıda insan inanmıştır. Bu onların vazîfelerini
yapmadıkları yahut lâyığıyla yapmadıkları anlamına gelmez.
Balığın Karnında Kutlu Duâ
Bu ibretlik mesajların yanında bir de özlü
duâ kaldı Yûnus Peygamber’den bizlere: “Lâ
ilâhe illâ ente sübhânek. İnnî küntü mine’z-
zâlimîn/Senden başka Tanrı yoktur, Sen ne yücesin! Her türlü ayıp ve kusurdan Seni uzak tutarım.
Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim!”
Duâ, kerâhet vakti olmayan, her zaman ve
her yerde yapılabilen bir ibadettir. Bollukta
darlıkta, aydınlıkta karanlıkta duâ, kulun Rabb’i
ile bağlantı kurup hâlini-derdini O’na arz etmesidir. Yûnus’un bu kutlu duâsında önce Yüce
Allah’ın şânını yücelten tevhîd ve tesbîh cümlesi yer alıyor. “Seni tesbîh eder şânını yüceltirim,
Sen müşriklerin sana yakıştırdıkları ayıp ve noksanlıklardan münezzehsin, senin kendine has
özel ve güzel isim ve sıfatların vardır Rabb’im.”
Söze ve işe Yüce Allah’ı anarak ve O’nu yücelterek başlamak, ilâhî rahmeti ve Allah’ın yardımını celbeder. Bu yüzden bizler de O’nun adıyla sözümüze ve işimize başlamalıyız. Bu, sözü
ve işi O’nun adına işlemek demektir. Elbette
O’nun adına olan söz ve iş, O’nun ölçüleri doğrultusunda olmalıdır.
Ardından kulun itirafı geliyor duâda. “Ben
zalimlerden oldum, ancak Sen yüceler yücesisin Allah’ım. Günahım büyük, ama Senin rahmetin her şeyden çok daha büyük. Derdim büyük
ama Sen benim derdimden büyük Rabb’imsin.
Bağışla beni, kulluğuna kabul et, bundan sonra
Senden ve yolundan ayrılmayacağım Rabb’im.”
Duâda Yûnus (a.s.)’ın herhangi bir isteği açıkça yer almamaktadır. Tıpkı “Rabb’im bana hastalık dokundu, Sense merhametlilerin en merhametlisisin.” diye yakaran Eyyub Peygamber gibi.
Zira malumu i’lâma, bilineni tekrar edip sözü
uzatmaya hâcet yoktur. Yüce Mevlâ, kulunun
içten yakarışlarını duyacak ve durumuna göre
ne lâzımsa ona verecektir. Hem de fazlasıyla.
Çünkü O, bol bol ve karşılıksız verendir.
İşte Yûnusça tevbe, Yûnusça dönüş, Yûnusça
zikir. Rahmet bulutlarını harekete geçiren ve
çözen ifadeler. Karşılığında sağanak sağanak
yağan rahmet yağmurları… Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Belâya uğrayan herhangi bir kimse bu duâyı okursa mutlaka
ona icâbet edilir.”
O hâlde belâlara uğramadan ve imtihânın
gereği belâlarla sınanırken Yûnus (a.s.)’ın duâsı
hiç dilimizden düşmemelidir.
Dipnot
* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1.
2.
3.
4.
5.
6.
4/Nisâ, 163, 6/En’âm, 86, 10/Yûnus, 98, 37/Sâffât, 139.
21/Enbiyâ, 87-88, 50/Kalem, 48-49.
10/Yûnus, 96-101.
37/ Sâffât, 139-148.
21/Enbiyâ, 87-88.
68/Kalem, 48-51.
somuncubaba 9
İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*
H
VAHİY VE NEBEVÎ
SÜNNETİN İLİŞKİSİ
“Tevhid mücâdelesinin tarihinde büyük rol oynamış olan ve
sayıları kesin olarak bize bildirilmeyen peygamberlerden
her biri, insanları doğru yola götüren önderler olmakla
kalmamışlar, bizzat örnek yaşayışlarıyla da toplumlarına model
oluşturmuşlardır.”
10 ARALIK 2015
idâyet, Allah’ın insana doğru yolu göstermesidir. İnsan ancak, hidâyetle kendini güvende hissedebilir. İlâhî risâletin
tarihinde bu yol gösterme faaliyeti, mecâzî
anlamda başta bizzat Kur’an olmak üzere; peygamberler, akıl, kevnî âyetler, Ka’be ve âlimler
gibi vâsıtalarla gerçekleştirilmiştir. Hidâyet
vâsıtaları içerisinde yer alan peygamberlerin
hidâyeti; sebeplilik ve çağrıya dayanır. Kur’an-ı
Kerim’de bu konuyla ilgili pek çok âyet vardır.
Bunlardan bazı misaller şöyledir: “Her kavmin
1
bir yol göstericisi vardır.” , “Hiçbir ümmet yok2
tur ki, ona uyarıcı gönderilmiş olmasın.” Bu
âyetlerden açıkça anlıyoruz ki, Allah toplumları
bilgilendirmek için, onların içinden; akıl, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, ileri görüşlülük ve
cesâretlilik gibi üstün yetenek ve fazîletlere
sahip kimselerden peygamberler seçip göndermiştir. Peygamberlik çalışıp çabalamakla
elde edilmez, ilâhî bir hibedir. Allah, insanlar
içerisinden dilediği kullarını bu işle görevlendirmiştir. Artık, Ahzâb Sûresi’nun 40. âyetinde
vurgulandığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’le birlikte nübüvvet kapısı kapanmıştır.
Tevhid mücâdelesinin tarihinde büyük rol
oynamış olan ve sayıları kesin olarak bize bildirilmeyen peygamberlerden her biri, insanları
doğru yola götüren önderler olmakla kalmamışlar, bizzat örnek yaşayışlarıyla da toplumlarına
model oluşturmuşlardır. Zira cemiyette insanlar, soyut düşüncelerden daha çok, somut davranışlardan hoşlanırlar. İşte bu maksatla Yüce
Allah, ilâhî öğretileri peygamberlerine indirmiş,
bu Allah elçileri de öğretileri toplumlarına duyurmakla birlikte, bizzat yaşayarak güzel örneklikte bulunmuşlardır. İşte Kur’an’ın uygulaması,
peygamberler vâsıtasıyla sonraki nesillere böyle aktarılmıştır. Kur’an peygamberlerin şahsında
yaşanılan teorik ve pratik Müslümanlık örnekliğini şöyle açıklamaktadır: “Onları, buyruğumuz
altında insanları doğru yola götüren önderler
yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı,
3
zekât vermeyi vahyettik.” Bütün peygamberler,
Allah’tan aldıkları ilâhî öğretiyi, eksiltme ve artırma yapmadan, doğrudan insanlara iletmişler,
aynı zamanda onun ilk açıklamasını da yapmışlardır. Bu açıdan peygamberler, ilâhî mesajın ilk yorumcuları olmuştur. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitâben şöyle
buyrulmuştur: “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine
indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) dü4
şünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.” Elbette
peygamberlerin misyonu sadece inen sûre ve
âyetleri topluma iletmek ve açıklamaktan ibaret kalmamış, bir de âyetlerde emredilen ve
yasaklanan hususları beyanla birlikte, temsil
etmek sûretiyle de yaşama alanında pratiğini
göstermişlerdir. Yaşadığımız yüzyılda Müslüman dünyanın en büyük sorunu, İslâm’ı bilmemek değil, gereği şekilde temsil etmemek
sorunudur. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
nebevî sünnetine rağmen, hâlâ toplumlarımızda ahlâkî alanda savrulma ve yozlaşma varsa,
bunun yegâne sebebi, İslâmsızlığımızdır.
Vahiy ve Nebevî Sünnetin İlişkisi
Bilindiği gibi vahiy, Allah’ın iradesinin söz
şeklinde insanlığa indirilmesinin adıdır. İşte
bu “vahiy, nübüvvet temeli üzerine binâ edilmiştir.” Vahiy, Allah ile peygamber arasında bir
iletişim vâsıtasıdır. Bu açıdan, vahyin hakikatini
Allah, mâhiyetini de peygamber anlar. Biz ise,
peygamberin haber verdiği kadar bilebilir ve o
şekilde inanırız. Çünkü el-Kitâb’ın içeriği, onun
tarafından bize iletilmiştir. Bu açıdan peygamberlerin hayatında dinin şekil yönüyle temsil
edilişi, vahiyle birlikte, asıl, vahyin canlı örneğini oluşturan peygamberlerin uygulamasıyla
açığa çıkmıştır. Hatta buradan hareketle şunu
rahatlıkla söyleyebiliriz: “İslâm’ın Müslüman
toplumların hayatında şekil/form olarak görünülürlüğü, vahiyden daha çok nebevî sünnete
dayanır.” Bunun İslâm toplumlarındaki göstergesini; dinî uygulamalardan mimarîye, sanattan edebiyata, yemek kültüründen kıyâfete,
mûsikîden güzel yazıya, spordan eğlenceye varıncaya kadar görmek mümkündür. Bu sebeple aynı zamanda peygamberin nebevî sünneti,
Müslümanların görünür ve görünmez alandaki
somuncubaba 11
vahdetinin/birlikteliğinin de bir güvencesidir.
Gerek İslâm’ın ilk yıllarında putperestlerin ve
gerekse bütün çağlarda İslâm karşıtı çevrelerin
saldırıları en çok Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında nübüvvete yönelik gerçekleşmiştir. Bunun temel sebebi, ona duyulan içten sevgi ve
bağlılık duygusunun bütün Müslümanların gönüllerinde taht kurmuş olmasıdır. Gönüllerden,
onun sevgisi yıkılmadıkça, nübüvvet binâsında
bir gedik açmak mümkün değildir. Onlar yine
çok iyi biliyorlar ki, nübüvvet binâsında bir
gedik açmak demek, dolaylı olarak vahyin kalbinde bir gedik açmak anlamına gelmektedir.
Bundan dolayı hâlâ bazı müsteşrikler tarafından hem Hz. Peygamber (s.a.v.) ve hem de vahiy kâtipliği yapmış olan sahâbeler üzerinde
güvensizlik oluşturmak adına fikrî ve kültürel
saldırılar sürdürülmektedir. Ama artık 1400
yıllık İslâm tarihinde bu din; İslâmî ilimler, sanat, edebiyat, medeniyet alanında bir tecrübe
alanı oluşturmuştur. Tarihe mâl olmuş bu tecrübe alanını topyekûn tasfiye etmek mümkün
değildir.
12 ARALIK 2015
İslâm inancına göre, insanın ruhsal açıdan
olgunlaşabilmesi; bir ve tek olan Allah’a sağlam
bir inançla bağlı olmasını gerektirir. Hurâfesiz,
sağlam ve doğru dinî bilgilerle kuşanmış, iyi
ve güzel ahlâk sahibi bir insanın yetişebileceği
yegâne ortam, nübüvvetin yeşerttiği ortamdır.
Bu sebeple peygamberlerin toplumlarına ilk
çağrısı, dâimâ Allah’ın birliği ilkesine ve sadece
5
O’na kullukta bulunmaya yöneliktir. Zira İslâm
dininde, içinde, peygamberlere imanın da bulunduğu inanç esasları, bir binânın temelleri
gibi kabul edilmiştir. İmanın temeli, doğru dinî
bilgi malzemeleriyle ne kadar sağlam atılırsa,
insanın rûhen Allah’a yükselmesi, kötü duygu
ve düşüncelere karşı mukâvemeti de o ölçüde
kuvvetli olacaktır. İşte Allah’a giden yolda dinî
açıdan sorumlulukların neler olduğunu salt saf
akılla bulmak mümkün değildir. Bu konularda
nübüvvete ihtiyaç vardır. İnsan akıl yardımıyla, Allah’ı, nübüvvetin gerekliliğini, hayatta iyi
ve kötü, faydalı ve zararlı olan şeyleri bilebilir.
Ancak; namazın nasıl kılınacağını, kaç rekât olduğunu, zekâtın hangi mallardan ne miktarda
verileceğini, hac ibadetinin nasıl yapılacağını
Peygamberimiz (s.a.v.)’in açıklama ve uygulamalarıyla öğrenebilir. Yine günlük hayatla ilgili
helâl ve haramlar gibi birçok konuda Peygamberimiz (s.a.v.)’in açıklamalarına ihtiyacımız
6
vardır. Bundan dolayı, Allah’ın ilâhî mesajı
olan vahiy, dinin teorik yanını oluştururken, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in nebevî sünneti dediğimiz
söz, takrir ve uygulamaları, dinin pratik yönünü teşkîl eder. Elbette Kur’an okunduğu zaman her insanın anlayabileceği öğütleri içeren
âyetler olduğu gibi, anlaşılması ayrı bir ilim ve
uzmanlığı gerektiren âyetler de vardır. Bundan
dolayı, Kur’an’ın anlaşılmasında Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in sünnetine olan ihtiyacımız, kayıkçının
küreğe olan ihtiyacı gibidir. Nasıl ki kayıkçı, kürek olmadan kayığın yönünü tayin edemezse
ve birçok riskli ve tehlikeli durum ortaya çıkabilirse, işte bunun gibi, bir Müslüman da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerine bakmadan, onun
nebevî sünnetinden yararlanmadan, doğrudan
Kur’an’ı salt aklıyla bir bütün olarak anlamaya
kalkması bazı mahzurları ortaya çıkarabilir. Bu
açıdan Kur’an’ın anlaşılmasında Peygamberimiz
(s.a.v.)’in sünnetinin değeri çok büyüktür. Maalesef son yıllarda sünnetin anlaşılmasında Batı
kaynaklı tarihsellik tartışmalarının, olabildiğince sünnetin değerini ve ağırlığını düşürmeye
hizmet etmiş olduğunu söylemek mümkündür.
Tarihsellik anlayışına göre, her dönem kendi
değerleri ile vardır. Geçmişte değerli olmuş
olan hükümler ve görüşler bugün için bir anlam
ifade etmez. Bu tanımı, evrensellik bağlamında
nebevî mesaja uygulayabilir miyiz? Dolayısıyla,
tarihselciliğin arka planında izâfîlik yatmaktadır. Bu da hakikatin mutlaklığına ve evrenselliğine gölge düşürür. Çünkü tarihselliğe göre
hakikat evrensel değil, dönemseldir. Böyle
bir bakış açısı nebevî sünnet açısından birçok
mahzurları beraberinde getirir. İslâm’ın belirleyiciliğini belli bir mekân ve zamana hapseder.
Bu konuda İslâmî ve dinî ilimlerle uğraşan ilim
adamlarına büyük görevler düşmektedir. Ne
getirip götüreceği bütün yönleriyle tartışılmadan Batılı şarkiyatçıların Kitâb-ı Mukaddes’i
anlamada geliştirdikleri yöntemi alıp doğrudan
sünnetin anlaşılmasına tatbîk etmeye kalkmak
çok büyük tarihî hatâlara ve tahrîbâta yol açacaktır. Maalesef bugün bu düşünceyi savunanlar nezdindeki bu hastalıklı görüş, Müslümanların sünnete bakışları konusunda ikircikli bir
durum ortaya çıkarmıştır.
Değerler Bağlamında
Nebevî Mesajın Önemi
Diğer taraftan, insanlık bugün olduğu gibi
yarın da değerler alanında peygamberlerin getirdiklerine muhtaçtırlar. Eğer, nübüvvete ait
bir başlangıç, nebevî bir ilk hareket olmasaydı, beşerî bir medeniyetin meydana gelmesi
mümkün olamazdı. İnsanlığın bugün sahip olduğu teknik medeniyet, ilâhî yol göstermekle
gelişip ilerlemeler kaydederek günümüzdeki
mükemmel seviyesine ulaşmıştır. Eğer hâlâ, yaşadığımız yüzyılda dinle sorunlu toplumlarda
bile; helal kazanç, emeğe saygı, ailenin mahremiyeti ve önemi, adalet, danışma, yardımlaşma,
affetme, merhamet, iyilik duygusu, barış, ötekine saygı, hukukun üstünlüğü, hoşgörü vb. gibi
değerler varsa, bütün bunlar o toplumun kültür
haritası içerisinde kalmış nübüvvetin kalıtımsal
mîrâsının bir göstergesidir. Temiz fıtrata dayalı
hiçbir insan bu değerlerin anlamsızlığını savunamaz. Şâyet bu değerler bir takım toplumlarda
bugün için anlam bulmuyorsa bile bu aslâ o değerlerin anlamsız olduğu anlamına da gelmez.
Nitekim “İnsanlığın Peygamberlere Olan İhtiyacı” başlığı altında “İnsanlığın san’at ve teknik
alanında sahip olduğu bilgilerin ve becerilerin genel prensibi, Allah tarafından gönderilen peygamberlerce konulmuştur.” diyen ünlü
İslâm düşünürü Fahreddîn-i Râzî, “Peygamberler, sadece dinin uygulanmasıyla ilgili konularda değil, bir takım sanat ve teknik konularında
da toplumlarına yol göstermişlerdir.” der ve bu
konuda Hz. Nuh Peygamber’e, Yüce Allah’ın vahiyle gemi yapmasını öğrettiğini örnek olarak
7
verir. Bu sebeple bütün Müslüman toplumlarda Hz. Nuh, marangozların; Hz. İdris, terzilerin
pîri olarak nitelendirilir.
somuncubaba 13
Her Peygamber Kendi
Toplumuna Örnektir
Gerçekten de Kur’an’da her bir peygamberin kendi döneminde toplumlarının hem ahlâkî
alanda, hem içtimaî ve hem de kalkınma ve uygarlık yolunda gelişmeleri için farklı örneklikleri
anlatılmıştır. Meselâ, bu bağlamda, Hz. İbrahim
Peygamber akıl devriminin mimarı, Hz. Lut Peygamber ahlâkî öğretilerin temsilcisi, Hz. Davud
Peygamber uygarlığın ham maddesi demirin nasıl işleneceğinin, savaş âletlerinin nasıl yapılacağının öncüsü olarak gösterilmiştir. Peygamberler,
ideal toplum hayatında
huzurlu bir yaşam biçiminin eksenine “adâlet
ve hakkâniyet ilkesini”
koymak gerektiğini de
öğretmişlerdir. Bu konuda şu âyet, evrensel
değerler alanında bu
gerçeği çok güzel anlatır: “Muhakkak ki Allah,
adaleti, iyiliği, akrabâya
yardım etmeyi emreder;
çirkin işleri, fenâlık ve
azgınlığı da yasaklar. O,
düşünüp tutasınız diye
8
size öğüt veriyor.” Bu
âyette de özetle görüldüğü gibi; huzurlu ve moral açısından yüksek bir
toplum modeline ancak, adâlet, eşitlik ve hak
edilen ölçülerde iyiliklerin taksîmâtı ile ulaşılabileceğinin bilgisi iletilmiş, toplumların sosyal
ve ahlâkî anlamda çöküş ve yıkılış sebepleri dile
getirilmiştir. Dolayısıyla, evrensel değerler, bütün insanlığı kuşatır; kişiden kişiye, mekândan
mekâna, çağdan çağa değişiklik göstermez.
Her yerde, her ortam ve zaman diliminde gerek anlayış ve gerekse uygulama düzleminde
geçerliliğini korur. Bu bağlamda nebevî mesaja
yaklaşacak olursak, insanın doğasına ve yaşamına uygun tümel mânâda evrensel değerler
hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir. Bir rivâyette
Hz. Peygamber (s.a.v.) geliş amacını şöyle belirt-
14 ARALIK 2015
miştir: “Benimle insanların misâli bir ateş yakan
kimse gibidir ki, ateş çevresini aydınlattığı zaman
ateşin çevresinde bulunan hayvanlar ve küçük
kelebekler ateşe düşmeye başladılar. O kimse
bu hayvanları ateşe düşmekten sakındırmaya
çalıştı. Fakat hayvanlar o kimseye gâlip gelerek
düşüncesizce, sür’atle ateşe düşüyorlardı. (İşte ben
bu misalde olduğu gibi) Siz düşüncesiz ve tedbirsiz
olarak ateşe düşerken, ben bellerinizden yakalayıp
9
ateşe düşmekten sizi kurtarmaya çalışıyorum.”
İşte bu açıdan, minarelerin ve yüksek binâların
tepesindeki paratoner neyi ifade ediyorsa, nübüvvet kurumu da toplumların dinî, ahlâkî, kültürel ve içtimâî alandaki
devamlılıkları için o görevi ifade eder. O hâlde,
toplum olarak, başta
Hz. Peygamber (s.a.v.)
olmak üzere, Kur’an’da
örnek davranışları anlatılan ve tarih boyunca, insanlığın ilim, irfan,
adalet, yüksek ahlâk ve
fazîletle donanmasında
getirdikleri öğretilerle
örnek olmuş bu seçkin
şahsiyetlere iyi kulak
vermeli ve onların öğreti ve hayatlarından
davranış modelleri çıkarmalıyız. Yoksa sadece
“Peygamberlere iman ettim.” demek yetmez,
“Peygamberlere iman etmem bana neyi gerektirir?” sorusuna verilecek cevap, asıl maksadı gerçekleştirecektir.
Tevâzû
Güzel ahlâktır ancak kemâle erdiren sır,
İnsan kâmil olamaz yaşasa da bir asır…
Âcizliği kavramak Hakk’a kulluğun özü,
Tevâzûdan nasipsiz, anlayamaz bu sözü.
Ne mümkün insan için, ulu dağlara ermek,
Ne mümkün kalpte kibir varken Allah’ı görmek.
Ben nesli, hep gösterir kendi nefsine saygı,
Toplumu incitmekten duymaz azıcık kaygı.
Nezâket ve terbiye, ham gönüllere ilaç,
Hikmetle eğilir, her olgun meyveli ağaç.
Peygamber düsturudur yolda “nazar ber kadem”
Haramdan kaçıp, almak için kıymetli kıdem.
Mevlâ kulda nimet ve güzelliği sever de,
Fakiri tahkir hakkı vermedi hiçbir ferde.
Eğer unutmaz ise kişi geldiği yeri,
İki dünyada artar dâim onun değeri…
Mahviyet taslamakla, tevâzû olur mu bir?
Zemmederek kendini övmek bir başka kibir.
Tevâzû fakirde de zenginde de güzeldir,
Mütevâzı bir âmir, Rab katında özeldir.
Varoğlu, ister isen yücelerden mertebe,
Alçak gönüllü olmak kalbe en yüksek rütbe.
Mehmet Ali VAR
Selâm olsun Allah elçilerine!..
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
13/Ra’d, 7.
35/Fâtır, 24.
20/Enbiyâ, 73.
16/Nahl, 44.
2/Bakara, 21.
Bkz. 7/A’râf, 157.
Bkz. Fahreddîn-i Râzî, Kelam’a Giriş, çev. H. Atay, Ankara,
1978, s. 217.
8. 16/Nahl, 90.
9. Buhârî, “Rikâk” 26; Müslim, “Fedâil” 17-19.
somuncubaba 15
ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ
NİL’İN BEREKET VADİSİ:
KAHİRE
16 ARALIK 2015
“Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa’nın
şereflendirdiği kutlu topraklardır. Peygamber gören
diyardır. Nil, Hz. Musa’yı boğmayan, Asiye’nin ellerine
teslim eden merhamet suyudur. Mısır zindanları
Yusuf’un ışığıyla aydınlanmış, ‘Medrese-i Yusufiye’ ye
dönüşmüştür.”
somuncubaba 17
D
ünyanın kadim medeniyetlerinin başında gelir köklü Mısır medeniyeti. Yedi
bin yıllık bir mâzisi vardır bu ihtişamlı
medeniyetin. Mısır demek, en çok da mistik ve
büyüleyici bir şehir olan Kahire demek. Mısır’ın
başkenti ve Afrika’nın en büyük şehri olan Kahire, uygarlığın beşiğidir dersek abartmış olmayız. Firavunlardan Bizans’a, Osmanlılardan
İngilizlere kadar nice büyük imparatorluklar at
oynatmış bu gizemli kadim topraklarda.
Akdeniz ve Kızıldeniz’e kıyısı bulunan Mısır,
Kuzey Afrika’nın nüfus bakımından en büyük
ülkesidir. Batısında Libya, güneyinde ise Sudan
bulunmaktadır. Filistin ve İsrail’le de komşudur. Dünyanın en uzun nehri olan Nil, sularını
Akdeniz’e boşaltır. Bugün nüfusu doksan milyon civarında olan Mısır, Ortadoğu’da medeniyetin kadim beşiğidir.
Dünyanın en büyük açıkhava müzesi olan
Kahire, Mısır’ın gözbebeğidir. Bu güzide şehrin
tam ortasından, dünyanın en uzun nehri olan ve
üzerinde altı tane köprü bulunan, Nil Nehri ve
kolları geçmektedir. Nil genelde Mısır’a, özelde
Kahire’ye bambaşka ve büyüleyici bir güzellik
katmaktadır. Nil’i, Kahire siluetinden kaldırdığınızda pek bir şey kalmaz ortada.
18 ARALIK 2015
Ümmü Gülsüm’ün Yanık Sesi
Sokaklardan Eksik Olmaz
Kahire’nin insan selini andıran sokakları,
şarkın karakteristik özelliklerini taşır. Günün
yirmi dört saatinde de alabildiğine doğaldırlar.
Eski Kahire sokaklarında gezerken gayri ihtiyarî
olarak Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın,/Ne de
büsbütün dışında;/Yekpare, geniş bir anın/Parçalanmaz akışında.//Kökü bende bir sarmaşık/
Olmuş dünya sezmekteyim,/Mavi, masmavi bir
ışık/Ortasında yüzmekteyim” dizeleri dökülür
dudaklarınızdan.
Toz, duman, gürültü ve kaosun şehridir Kahire. Fakat bu özellikler onun güzelliğinden hiçbir
şey eksiltmez. Nüfusu 18 milyona varan Kahire, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biridir.
Dünyanın yedi harikasından biri olan piramitler bu şehrin yanı başındadır. Müzik ve raksın
eksik olmadığı bu şehrin sokaklarında Ümmü
Gülsüm’ün yanık sesi hiç eksik olmaz.
Kleopatra’nın ülkesi Mısır, gezilip görülmeye
değer yerlerin başında gelir. Çöllerinde fırtına
ve rüzgâr eksik olmaz bu gizemli coğrafyanın.
Minarelerinde günde beş vakit okunan ezanlar
ruhlara bir inşirah neşvesi katar. Göklerin mavisi kavruk çöllerin sarısına karışır.
Eski Mısır, Roma ve Osmanlıdan izler taşıyan
Kahire’de tapınak, sinagog, kilise ve camiler
yan yanadır. Mısır’a gidenler Eski Kahire’yi mutlaka görmelidir. Çünkü kadim Mısır’ı aksettiren
eserler, tabir caizse Mısır’ın kodları, burada arz-ı
endam etmektedir.
bu topraklar. Eski Kahire; kalesi, müzeleri ve
Eski Kahire’yi El-Gavri Külliyesi’nin minaresinden seyretmek gerek. Öte yandan bu tarihî
cadde ve sokakları yürüyerek gezmek, şehri
iliklerine kadar yaşamak için elzemdir. Bunun
yanında Kahire’deki El-Ezher Camii, Seyyid ElHüseyin Camii, Ebu Dehab Camii, El-Eşref Barsbey Camii bu kadim coğrafyaya bambaşka bir
manevî atmosfer katıyor.
şereflendirdiği kutlu topraklardır. Peygam-
Kahire’yi Görmeyen
Dünyayı Görmemiştir
tarihî çarşılarıyla zamanda yolculuğa çıkarır ziyaretçilerini. Doğu klasiklerinden biri olan Binbir Gece Masalları’nda denildiği gibi “Kahire’yi
görmeyen dünyayı görmemiştir.”
Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa’nın
ber gören diyardır. Nil, Hz. Musa’yı boğmayan,
Asiye’nin ellerine teslim eden merhamet suyudur. Mısır zindanları Yusuf’un ışığıyla aydınlanmış, “Medrese-i Yusufiye” ye dönüşmüştür.
Henüz son nefesini vermeden bir kez olsun
görmek lâzım bu gizemli toprakları.
Ülkemizin gözbebeği İstanbul’un Kapalıçarşı’sı
neyse Mısır’ın başşehri Kahire’de bulunan “Han
el-Halili Çarşısı” da bir anlamda odur. Bu çarşı,
Yüzde doksanı çöllerle kaplı olan Mısır’da
kum fırtınaları, toz, toprak ve duman olağan durumlardandır. Bu, turistler için sıra dışı olsa da,
Mısırlılar için sıradan bir hadisedir.
ziyaretçilerini büyüleyecek kadar güzel ve etki-
Afrika’nın incisi Mısır’dır; Mısır’ın incisi
Kahire’dir. Kahire’nin incisi ise Nil’dir. Kahire
deyip geçmemek lâzım. Kahire şarkın medar-ı
iftiharı olan mümtaz şehirlerden biridir. Tarih
boyunca çok renkli hayatlara sahne olmuştur
mişte birçok acıya ve ölüme sahne olan Tahrir
leyicidir. Fakat bizim Kapalıçarşı kadar tertipli ve
büyük değildir.
Kahire’nin merkezinde yer alan, yakın geçMeydanı şehrin en işlek yerlerinin başında gelir. Sonra zulüm meydanı olmuştur. Bu meydan,
adeta bir insan selini andırır. “Bütün yollar Tahrir Meydanına çıkar.” dersek yeridir.
somuncubaba 19
Kahire, Nil’le bütünleşmiştir. Nil, Kahire’nin
dekoru olmuş, ona hayat vermiştir. İstanbul için
Boğaziçi neyse Kahire için de Nil odur. Nil Nehri
üzerinde felukaya (yelkenli tekne) binip Kahire
turu atmak insana İstanbul’daki Boğaz turlarını
hatırlatıyor.
Bir ilim ve medeniyet diyarıdır Mısır.
Dünyanın en gizemli uygarlıklarındandır. Bugünkü kâğıdın atası olan papirüslerin yurdudur. Avrupa mağara devrini yaşarken Mısırlılar
mumyalama tekniğini keşfetmişlerdi. Tarihte
büyük öneme sahip isimler bu topraklarda yetişmiştir. El-Ezher, Mısır’ın ilme, medeniyete
açılan altın kapısıdır; Kahire’nin yüz akıdır.
Mısır’da yetişen büyük âlimler ve yazarlar
arasında; düşünür İskenderiyeli Klement, Matematikçi Takiyüddin, Doktor-Fizikçi ve Astronom Ali bin Rıdvan, Filozof Musa ibni Meymun,
Eğitimci-Yazar Rifaa Rafi el-Tahtavi, Şair-Eleştirmen Abbas el-Akkad, Müfessir ve Yazar Seyyid
Kutub, Siyasetçi ve Dinî lider Hasan el-Benna,
İslâmcı Yazar Muhammed Kutub gibi isimleri
sayabiliriz. Bunların yanında 1988’de Nobel
Edebiyat Ödülünü alan, Ortadoğu’nun Balzac’ı
olarak nitelenen Necip Mahfuz bu topraklarda
yetişmiş, çağdaş Mısır romanının temelini bu
topraklarda atmıştır. Mahfuz, Mısır’ın Batı’ya
açılan yüzü olmuştur.
Kahire, Osmanlı’dan Doyumsuz
Hatıralar Taşımaktadır
Bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti
olan Mısır ve onun en büyük kenti olan Kahire,
Osmanlı’dan birçok mühim hatıra taşımaktadır. Mısır, bilindiği üzere 1517 yılında Osmanlı
Devleti tarafından fethedildi. 1805 yılına kadar
Osmanlı yönetiminin bir vilayeti oldu. Daha
sonra Osmanlı’ya isyan eden Mısır halkı Mehmet Ali Paşa önderliğinde, Mısır Hidivliği’ni kurdu. Sonra Fransızların saldırısına uğradı. 1882
yılında da İngiliz kontrolüne girdi. 1922 yılına
kadar manda yönetimine tabi oldu. 1923 Lozan
Antlaşması’yla Mısır’ın bağımsızlığını kabul ettik. Ülkemiz Mısır’daki Osmanlı haklarından tamamen vazgeçti.
Bin yılı aşkın bir süre birlikte yaşadığımız
Mısırlılarla ortak tarihî bağlarımız vardır. Osmanlı, diğer ülkelerde yaptığı gibi Mısır’a da
daima şefkatle yaklaştı. İngilizlerin yaptığı gibi
despotça davranmadı. Halka tepeden bakmadı;
sömürgeci anlayışla yaklaşmadı. Bu farkı fark
eden Mısırlılar bugün bile Osmanlı’nın torunları olan bizlere sevgi ve muhabbet duymaktadır.
Gözleri maddeden başka hiçbir şeyi görmeyen
emperyalistler bugün bu iki kardeş millet arasında duvarlar örmek istese de, bunu bugüne
kadar başaramamışlardır; bundan sonra da başaramayacaklar. Çünkü Mısırlılarla ortaklıklarımız ve birlerimiz çok fazla.
Mısır’daki Osmanlı hatıralarından biri Kahire Kalesi’dir. 12. asırda Selahaddin Eyyûbî
tarafından yapımına başlanan ve Osmanlılar
zamanında bitirilen Kahire Kalesi şehre hâkim
bir noktada bulunmaktadır. Kalenin etrafında
birçok cami mevcuttur. Bunlardan biri olan, 19.
yüzyılın ilk yarısında Kavalalı Mehmet Ali Paşa
tarafından yaptırılan, kale içindeki Mehmet
Ali Paşa Camii önemli bir Osmanlı eseridir. Bu
caminin hemen karşısında yer alan Sultan elNasır Muhammed Camii, 14. yüzyıl başlarında
yapılmış bir Türk-Memlûk camiidir. Süleyman
Paşa Camii de Osmanlı üslûbunu yansıtan güzel bir eserdir. Yine burada yer alan Cevhere
Sarayı, 1814 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa
tarafından yaptırılan bir saraydır.
Zaman Donmuş Gibidir
Kahire Müzesi’nde
Müzeler ülkelerin ve şehirlerin kimlik kartı gibidir. Şehrin kimliğini en iyi onlar yansıtır.
1902’de açılan Kahire Müzesi de, sanki zamanın
dondurulmuş ve belli bir kalıba konulmuş şeklidir. Fransız Mimar Marcel Dourgnon tarafından
neo-klasik mimarî tarzında inşa edilen bu müzede piramitlerden çıkarılan esrarengiz mumyaları, altın maskları ve antik Mısır’ın bütün değerlerini bir arada görebilirsiniz. Dünyanın en
zengin müzelerinden biri olan bu müzede eski
Mısır uygarlığının değişik dönemlerine ait yüz
binlerce eser sergilenmektedir. Antik Mısır’ın
nabzı burada atmaktadır. Genç yaşta ölen Mısır
firavunlarından Tutankamon’un mumyası dışında, mezardan çıkarılanlar da Kahire Müzesinde
sergilenmektedir. Fakat eser sayısı çok olduğu
için mevcut mekân yetersiz kalmaktadır.
20 ARALIK 2015
Zamanda Yolculuğun İlk Durağı:
Mısır Piramitleri
Mısır denince birçok gizemi içinde barındıran ünlü piramitler akla gelir. Bu esrarengiz
coğrafyada bugüne kadar 106 piramit (firavun
mezarı) bulunmuştur. Bunlardan en meşhurları 145 metrelik Keops, 143 metrelik Kefren ve
66 metrelik Menkor(Mikerinos) piramitleridir.
Yapımı milattan önce üç bin yıllarına dayanan Keops, Kefren ve Menkor piramitleri Gize
(Giza) Çölü’nün tepesinde sıralanıyor. Bunlardan en büyüğü olan Keops, Dünyanın Yedi
Harikası’ndan biridir. Bu piramitler, adlarını firavunlardan almaktadır. Bu üç piramidin içindekilerin bir kısmı vaktiyle yağmalanmış, bir
kısmı da müzeye kaldırılmıştır. Mısır’ın dünyaca
tanınmasını sağlayan bu devasa eserlerin niçin ve nasıl yapıldıklarına, bugüne kadar nasıl
ayakta kaldıklarına dair soru işaretleri zihinlerden henüz silinmiş değil.
somuncubaba 21
Mısır piramitleri baştanbaşa sırlarla doludur.
Her biri tonlarca ağırlıktaki taşların üst üste konulmasıyla inşa edilen bu piramitlere bu ağır
taşların nasıl ve nereden getirildiği hâlâ bir muammadır. Piramitlerin içinde ultrasound, radar
ve sonar gibi aletler çalışmaz. Taşlar yerlerine
öyle bir konulmuş ki içlerine senede sadece
iki kez güneş girmektedir. Bu da, piramit kimin
adına yapılmışsa, o kişinin doğumunu ve tahta
çıkışını sembolize etmektedir.
Piramitler zamana yenilmeyen devasa mezarlardır. Binlerce yıldır aynı yerde ziyaretçilerini bekliyorlar. Uzaktan bakınca origaminin(kâğıt
katlama sanatı) eşsiz örneklerini andıran bu
emsalsiz yapılara yaklaştıkça hayret ve hayranlığınız tavan yapar. Piramitlerdeki ışık ve ses
gösterileri Kahire’ye gidip de kaçırılmaması gereken hoş etkinliklerdendir.
Gize’de (Giza) piramitlerin yanında Sfenks
de görülmesi gereken tarihî bir heykeldir.
Sfenks, Yunancadan gelen bir kelimedir. Mısırlılar burnu kırılan bu heykele “Aboul” diyorlar.
Piramitlerin koruyucusu sayılan Sfenks; insan
başlı, aslan gövdeli çok eski bir heykeldir.
Afrika’nın İncisi: Nil Nehri
Dünya kurulduğundan beri sessiz sedasız
Akdeniz’e akan Nil Nehri, Mısır topraklarının
büyüleyici gerdanlığıdır. İnsan vücudu için kan
neyse Mısır için de Nil Nehri odur. Hz. Musa’dan
22 ARALIK 2015
Amon’a, Kleopatra’dan Enver Sedat’a kadar her
dönemde Nil, hayat vermiştir Mısır’a. Bilge tarihçi Herodot, Mısır’ı anlatırken “Nil’in armağanı” ifadesini kullanarak Nil’in Mısır için ne kadar
hayatî bir öneme sahip olduğunu vurgulamıştır.
Mısır, Kahire,
Nil Vesaire…
“Nil” kelimesinin kökenine baktığımızda Yunanca “nehir yatağı” anlamına gelen “Neilos”
sözcüğünden geldiğini görmekteyiz. 6650 kilometrelik uzunluğuyla dünyanın en uzun nehri
olan Nil, etrafında hüküm süren nice medeniyetlere tanıklık etmiştir. Havzası Afrika kıtasının
onda birini kaplayan bu nehir, güneyden kuzeye doğru akar. Beyaz Nil, Mavi Nil ve Atbarah
adlarını taşıyan üç ana kolu vardır. Bu nehir
tarih boyunca sulamada ve taşımacılıkta aktif
olarak kullanılmıştır. Bugün de bu hayatî vazifesini devam ettirmektedir.
Sev seni seveni, yerlere yeksân ise de
Sevme zalimleri, Mısır’a sultân ise de
Kahire’yi ortadan ikiye bölen Nil, bildiğimiz
nehir kavramını değiştirecek özellikte, deniz
gibi ihtişamlı bir nehirdir. Üzerinde gemiler, vapurlar ve kayıklar eksik olmuyor bu koca nehrin. Dili olsa da mâziye dair mişli geçmiş zaman
kipinde hikâyeler anlatsa bize.
Geçmişte Düşmanları Kahreden
Kahire Bugün Dostlarını Kahrediyor
Geçmişte ilim, irfan ve medeniyet şehri olan
Mısır ve payitahtı Kahire, son yıllarda siyasî
sancılarla dünya gündemine oturmuştur. Arapçada “düşmanları kahreden şehir” anlamına
gelen Kahire, son dönemlerde düşmanlarını
sevindirirken, dostlarını kahrediyor. Son senelerde Batı’dan ve Okyanus ötesinden uzanan
kirli eller, bu topraklarda huzur ve sükûn bırakmamıştır. Bu yüzdendir ki bir zamanlar göklerin
karanlığına mütebessim hâleler yayan dolunay,
Mısır geceleriyle barışık değil. Artık Tahrir Meydanına doğmuyor güneş. Hürriyet denen kartalın kanatları kırılmış, düşler ve düşünceler kötürüm… Karga sesleri bülbüllerin sesini bastırmış. Prangalar vurulmuş özgürlüğün ayaklarına.
Hapishaneler, masum insanlara mesken olmuş.
Fakat biz öyle bilir ve inanırız ki güneş tekrar
doğmak için batar. Bekliyoruz...
Kahire, dünyanın en güzel şehirlerinden
Çölü emziren Nil, can veren nehirlerinden
Mısır ehramları, Firavun devrinden beri
Milyonla kölenin emeklerinin eseri
İzlerini taşır kadîm medeniyetlerin
İlgisini çekmiş nice fatih milletlerin
Diktatörleriyle anılan talihsiz Mısır
Sonuncusu Sisi, ilki Cemâl Abdünnâsır
İzin verilmeyen, yönetmesine kendini
En nihayetinde yıkacak zulüm bendini
İslâm dünyasının vazgeçilmez bir unsuru
Cazibe merkezi olması, bütün kusuru
Doğudan batıya, kuzeyden güneye akan
Mâzîden âtîye, uygarlık ateşi yakan
Kültürü, sanatı yüksek, derin, kardeş ülke
İnşallah silinir, isli, sisli, kara leke
Osmanlı dönemi, Mısır için bir altın çağ
El Ezher’le Ayn Şems, bilim semasında çerağ
Büyük İskender’den, Napolyon Bonapart’a dek
İştahını kabarttı, kılıç kesmeyen saf ipek
Yûsuf u Züleyhâ kıssasının geçtiği yer
Allahu Teâlâ, ona “ahsenü’l kasas” der
Yavuz Selim Hân’ın Sînâ Çölü’nü geçtiği
Zaferlere koşan atlarının su içtiği
Niyâzî-i Mısrî, büyük tasavvuf şairi
Dîvân-ı Niyâzî, kâl değil, hâl’in şiiri
Zengin tarihi var, tâ Roma’dan günümüze
Mısır deyip geçme, her köşesi sanki müze…
Bekir OĞUZBAŞARAN
somuncubaba 23
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*
Kulluğun İfade Biçimleri
DİNİN ÖZÜNE
VUKÛFİYET SAĞLAMAK
Kulluk/ibadet sınavının tam anlamıyla verilebilmesi için onun şeklî yanında kıvamı da çok
önemlidir. Her iki boyutta da başarılı olmak için
Kur’an, bazı kavramlarla insanlara ışık tutar.
“Tâat” kelimesiyle Allah’ın emir ve yasaklarına gönülden itâat etme,
“Hudû” ve “kunût” kelimeleriyle O’na boyun
eğme,
“İslâm samîmiyeti teşvik eder, dış boyamayı aslâ kabul etmez; iç
temizliğini ve samîmiyeti emreder. Yapılan tesbitlere göre sözün
iletişimdeki rolünün %10 olduğu ifade edilmiştir. Buna karşılık
insanlar arası iletişimde jest ve mimiklerin %30, insanın hâlet-i
rûhiyesinin ise %60 oranında etkili olduğu dile getirilmiştir.”
“Kurbet” kelimesiyle O’na yaklaşma,
“Tezellül” kelimesiyle alçakgönüllü olup
nefsine hâkim olma,
“İnâbe” kelimesiyle O’na gönülden yönelme,
“Zikr” kelimesiyle O’nu dâimâ hatırlayıp
anma,
“Nüsûk” kelimesiyle de kulluk ve itâatle ilgili dinî davranışları yerine getirmeye işaret
ederek Allah’ın hakkını ödeyebilmenin yollarını
gösterir.
“Din Samîmiyettir.” Hadisi
Hıristiyan bir din bilgini iken hicretin dokuzuncu senesinde Medine’ye gelerek İslâm’la
şereflenen Temîmu’d-Dârî’nin rivâyet ettiğine
göre bir gün Allah Rasûlü (s.a.v.), ashâbına hitap
ederken, üç kez tekrar ederek şöyle seslendi:
“Din nasîhattir, din nasîhattir, din nasîhattir.”
Sahâbeden bazıları;
“Din kime karşı nasîhattir ya Rasûlallah?”
diye sordular.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de, “Allah’a
karşı, Kitabına karşı, Peygamberine karşı, Müslümanların meşrû idarecilerine karşı ve bütün Müslümanlara karşı nasîhattir.” diye cevap verdi.1
Bilindiği gibi Türkçemizde ‘nasîhat’ kelimesi
‘iyiye ve güzele sevk etmek için yapılan güzel
konuşma, va’z ve öğüt vermek’ mânâlarına kullanılmaktadır. Oysa Arapçada ‘nasîhat’ kelime-
24 ARALIK 2015
si ‘samîmiyet’, ‘içtenlik’ ve ‘gönülden bağlılık’
demektir. Bu sebeple Kur’an dilinde ‘tevbe-i
nasûh’ ibaresi kullanılmıştır. Çünkü ‘nasûh’ ve
‘nasîhat’ aynı kökten gelmektedir.
Dolayısıyla hadiste geçen “nasihat” kelimesi Türkçe’de kullandığımız “öğüt” anlamında
değildir. Zira Allah’a, Kitabına ve Peygamberine öğüt vermek kimsenin haddi ve hakkı değildir. Nasîhat kelimesinin samîmiyet olduğu
anlamından hareketle Allah’a, Kitabına ve Peygamberine öğüt verilmez, onlara samîmî olarak
bende olunur.
Din Samîmiyettir Buyruğunun Anlamı
Din samîmiyettir buyruğunun anlam dünyasını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Din ile oynanmaması
2. Dinin oyun ve eğlence hâline getirilmemesi
3. Dinin kendi çıkarlarımıza âlet edilmemesi
4. Kendimizin kandırmanın değil, Allah’ı
iknânın hedeflenmesi
5. Nefsin kıvrımları içerisinde dolaşarak davranışta bulunulması değil, Allah’a karşı sorumluluk hissi içerisinde hareket edilmesi
6. Niyetimizin arındırılması, temizlenmesi,
her davranış için kalbimizde bir niyet sorgulamasının yapılması.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in
Davasındaki Samîmiyeti
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatı
ihlâsın zirvesini teşkîl eden misallerle doludur.
Nitekim teblîğin ilk döneminde vukû bulan şu
hâdise, bu hakikati çok güzel ifade etmektedir:
Müşrikler, amcası Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e haber göndererek davasından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.v.), cevap olarak amcasına
şöyle buyurdu:
somuncubaba 25
“Amca! Vallâhi, Allah’ın dinini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime
koyacak olsalar, ben yine de bu davadan vazgeçmem! Ya Yüce Allah, onu bütün cihâna yayar,
vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!”
İslâm nûrunun doğuşundan rahatsız olan
müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla yaptıkları teşebbüslerin neticesiz kalması karşısında, bu defa
Allah Rasûlü (s.a.v.)’e geldiler ve şu tekliflerde
bulunmaya cür’et ettiler:
“Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabîleler arasında senden zengin kimse bulunmasın! Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke’nin
hâkimi ol! Şâyet asil bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim! Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu davadan vazgeç!”
Allah Rasûlü (s.a.v.) o gâfillere, yaptıkları ve
yapacakları bütün süflî ve nefsanî taleplerin
hepsine birden cevap mâhiyetinde şöyle buyurdu:
“Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne
mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Benim
26 ARALIK 2015
tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allah’a kulluk etmenizdir!”
Efendimiz (s.a.v.), hayatını Allah’ın dinini
tebliğ gayretiyle yaşamış ve bunun için insanlardan müstağnî kalarak şahsı için hiçbir şey talep etmemiştir.
İletişim Dili Olarak Samîmiyet
İslâm samîmiyeti teşvik eder, dış boyamayı
aslâ kabul etmez; iç temizliğini ve samîmiyeti
emreder. Yapılan tesbitlere göre sözün iletişimdeki rolünün %10 olduğu ifade edilmiştir.
Buna karşılık insanlar arası iletişimde jest ve
mimiklerin %30, insanın hâlet-i rûhiyesinin ise
%60 oranında etkili olduğu dile getirilmiştir.
Derviş Yunus da şöyle diyor:
Dervişlik olaydı tâc ile hırka,
Biz dahî alırdık otuza kırka.
Hak dostlarının; “Söz gönülden çıkarsa gönle girecek, söz dilden çıkarsa kulaktan öteye
gitmeyecektir.” tesbitine, Mevlâna, şu ifadelerle açıklık kazandırmaktadır: “İnsana yakışan,
tevâzu sahibi ve alçakgönüllü olarak, benlik
davasına, kibir ve gurûra kapılmadan Hakk’a
kul olmaktır. Söz samîmî ve sözüyle hemhâl olmuş bir ağızdan çıkmış olmalıdır. Çünkü sözde
samîmiyet ve içtenlik olmadığı sürece ne kadar
parlak ve parıltılı olursa olsun, cansız ve ruhsuz
kalmaya mahkûmdur.”2
Nice Ateşler Gülistan Olur
Bağdat’ta bakırcılar çarşısında büyük bir
yangın çıkmıştı. İki çocuk, yanmakta olan
dükkânların birinde mahsur kalmıştı. Çocuklar
“İmdât!” diye feryâd etmelerine rağmen, alevler çok şiddetli olduğundan hiç kimse kurtarmaya cesâret edemiyordu. Çocukların ustası ise
dışarıda çaresizlik içinde:
dim etti. Hazret-i Pîr ise birden kaşlarını çattı ve
şöyle dedi:
- Sen altınlarını al ve Allahu Teâlâ’ya şükret! Şâyet ben şu yaptığımı Allah için değil de,
maddî bir karşılık ümidiyle yapmış olsaydım,
çocukları o alevlerin içinden aslâ çıkaramazdım!
Bu misalde de görüldüğü gibi, ihlâs bereketiyle nice ateşler gülistan oluverir.
Samîmiyet Mertebeleri
Avâmmın ihlâsı: İbadetlere hiç bir şey karıştırmamaktır.
“Kim çocukları kurtarırsa ona bin altın vereceğim!” diye nidâ ediyordu.
Havâssın ihlâsı: Allah’tan başka her şeyi gönülden çıkarmaktır.
O sırada oradan geçmekte olan Ebu’lHüseyin en-Nûrî Hazretleri, bu hâdiseyi görünce hemen büyük bir şefkat ve merhametle
ateşin içine daldı. Ateş, sanki ona gülistan oluverdi. Hazret-i Pîr, herkesin hayret dolu bakışları arasında, çocukları alevlerin ortasından
Cenab-ı Hakk’ın inâyetiyle sağ-salim kurtardı. Çocukların ustası, büyük bir sevinç içinde
Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri’ne altınları tak-
Havâssu’l-Havâssın ihlâsı: Varlığı kalbinin dışına atmaktır.
Kalb Diriliği
Din bir gönül işidir. Zira din, bilmekten
ziyâde sevmek ve yaşamaktır. Dindarlık Hâlık’ı
sevmek, yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmektir. Gönül ya dünyaya veya Mevlâ’ya açıktır.
Zira gönülde iki sevgiye yer yoktur: Yenişehirli
somuncubaba 27
Avni Bey bu dünyaya geliş sebebini şu iki mısrada özetlemiştir:
Kenz açılmaz şol gönülde, tâ ki pür nûr olmadan
Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik.
Pâdişah konmaz sarâya, hâne mâmur olmadan.
Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik.
Bin yâre arz u hâcet, bir yâr için olursa
meşrûdur. Yâr için ağyâre minnet kusur değildir.
Fuzûlî bu gerçeği şu şekilde dile getirmektedir:
Yâr için ağyâre minnet ettiğim ayb eyleme
Bâğbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur.
Yunus Emre de arayış öykümüze şu şekilde
anlam katmaktadır:
Ararsan Mevlâ’yı gönüllerde ara
Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değil.
Şems-i Sivâsî (ö.1006/1597) de dindarlığın gönül safâsı ile gerçekleşeceğini öngörerek Allah’ın muhabbetini celbedecek gönlün
hâlet-i rûhiyyesini şu şekilde açıklamaktadır:
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a, cümleden dûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak
Dünyaya rağbetle bulanmış gönül aynamızı Allah sevgisiyle aydınlatabiliriz. Muhammed
İkbal: “Dilinle istediğin kadar kelime-i tevhîdi
söyle; şâyet gönlün ve görüşün Müslüman değilse o zikrin sana faydası yoktur.” buyurmuştur.
İmanın Kalbe Yerleşmesi
İnancın kalpte yerleşme hadisesi insanın kişiliğinde ayrı bir boyuttur. “Bedevîler iman ettik,
derler. Sen onlara şöyle de: ‘Hayır, iman etmediniz.
Siz ancak Müslüman olduk, İslâm dairesine girdik
İlâhî Huzura Kalb-i Selîmle Varış
Kur’ân, insanın ilâhî huzûra selîm bir kalple
gelmesini ister. Tabii ki kalbe bu vasfı kazandıran temel değer, doğru imandır. Kalb-i selîm,
inkâr, şirk ve isyandan uzak kalan, evlât ve mal
fitnesinden arınan, imânî ve ahlâkî noksanlarını
gideren, kendisinde hiçbir kötülük bulunmayan
kalp demektir.
Şâir Rûhî-i Bağdâdî bu nükteyi şöyle ifâde
eder:
Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ-yenfeuda kalb-i selîm isterler
Şair Arif Nihat ise, benzeri ifadelerle şu şekilde seslenmektedir:
deyin. Çünkü iman henüz kalblerinize girmemiş-
Dediler: ‘Cehennemde odun bulunmaz;
tir.”3 âyeti gereğince Rabb’imiz, kalbin derinlik-
Yolcu, yakacağını kendi götürür!’
lerine nüfûz etmiş, kalbimizi biçimlendirmiş ve
Anladım ki Cennete giden de buradan
kalbimizi kendine doğru yoğurmuş bir imanı,
Gülünü zambağını kendi götürür!
“kabul edilebilir” bir iman olarak görüyor.
Günümüz insanı karnını doyurdu ama gönlü
ve gözü tok olmadı. Zaten sıkıntı veren, dünyayı
zindana çeviren de ‘karnı tok, sırtı pek’ insanlar
değil mi? Ölçüler altüst olmuş, madde ve menfaat endeksli dünyada “Paran kadar konuş!”
slogan hâline gelmiştir. Kaybedilen gönül adamı yeniden keşfedilmelidir. Sadece cüzdanların
değil vicdanların da devreye girdiği zamanları
arıyoruz. Bu minvalde Mevlâna, “Aynı dili konuşan insanlar değil, ancak aynı duyguyu paylaşan insanlar anlaşırlar.” demektedir.
Dinin Şeklî Boyutu Kadar
Özüne de Vukûfiyet Sağlamak
Dindarlıkta yapmacıklığın ötesinde içtenlik,
“resmîlik”in ötesinde “hasbîlik” öncelikli hâle
gelmelidir. Derini olmayan bir dindarlık, formaliteye dayalı şekilci ve mekanik dindarlık, gönle
hitap etmeyen ve gönülsüz yapılan her iş akamete uğrar. Çünkü din; özdür ve samîmiyettir,
kuru merâsim ve dış şekilden ibaret değildir.
Eskilerin “ehl-i rusûm” tâbir ettikleri şekilci zihniyet, marka Müslümanlığı, bizlere gerçek aşkı
28 ARALIK 2015
tattıramaz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle Allah, bizlerin sûretine değil kalblerimize ve amellerimize bakar.
Eşrefiyye’nin 19. yüzyıldaki en meşhur şeyhi olan ve Bursa Reîsü’l-meşâyihi seçilen Safiyyüddin Efendi (ö.1290/1873), Bursa’ya atanan
valilerin mutlaka dergâhına uğradığı, duâsını
aldığı, şehirde icrâ edilen hâfızlık, hattatlık gibi
merâsimlerde mutlaka duâgûluk yaptırdığı bir
isimdir. Sultan Abdülaziz’in Bursa’ya gelişlerinde okunacak duânın bir sûreti vali tarafından
istenince; “Biz öyle programlı duâ bilmeyiz, bizim duâmız zuhûrâta tâbidir. Program gereğince duâ edecek diğer bir zâta müracaat buyurulsun.” diyerek bunu reddetmiştir.
Peygamber Efendimiz bu gerçeği hadîs-i şeriflerinde şu şekilde dile getirmektedir: “Allahu
Teâlâ sizin sözlerinize ve sûretlerinize değil amel
ve kalblerinize bakar.”4
Makalemi Şeyh Edebâlî’nin (ö.726/1326)
Osman Gazi şahsında, sorumluluk mevkiinde
bulunanlara, din ve halka hizmeti şiâr edinenlere yönelik gerçekleştirdiği tavsiyelerini dikkatinize arz ederek tamamlamak istiyorum. Şöyle
ki:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra:
Öfke bize, uysallık sana… Güceniklik bize;
gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak
sana… Âcizlik, yanılgı bize; hoş görmek sana…
Geçimsizlik, çatışma, uyumsuzluk, anlaşmazlık
bize; adalet sana… Kötü söz, şom ağız, haksız
yorum bize; bağışlama sana…Bundan sonra
bölmek bize; bütünlemek sana… Tembellik
bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek
sana.”
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
1. Müslim, İman, 95; Ebu Davud, Edeb, 59.
2. Mevlânâ, Mesnevî, trc. Veled İzbudak, c. V, beyit no: 2480-2483.
3. 49/Hucurât, 14.
4. Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9.
somuncubaba 29
HATIRA / Musa TEKTAŞ
BİRKAÇ HÜSN-İ HATIRA
VE MEKTUPLAR
“Hulûsi Efendi Hazretleri
etrafındaki gönül dostlarının
en iyi mütehassıslara, büyük
hastanelerde tedavi görmeleri
için tavsiyelerde bulunmuş,
hatta bu hususta tanış
doktorlara kartvizit yazıp,
büyük şehirlerdeki esnaf
dostlarının ihtiyacı olan tedavi
görecek kimselerle ilgilenmeleri
için mektuplar yazmıştır.”
İ
nsanın sağlığını koruması, verilmiş en büyük
nimetin muhafazası için çok mühimdir. Tedbirlere başvurarak hastalıkların tedavisi bize
Cenab-ı Hakk’ın ve Sevgili Peygamberimiz’in
emirleridir. Bizler hastalıklarımızı tedavi ettirmekle mükellefiz. Yüce Peygamberimiz hastalıklarımızı tedavi etmemizi ve ettirmemizi
şöylece emir buyurmuştur: “Ey Allah’ın kulları!
Tedavi olunuz. Allah, ihtiyarlıktan(ve ölümden)
başka yarattığı her hastalık için bir deva yaratmıştır.”1
Peygamberimiz, ihtiyarlık ve ölümün dışındaki her hastalığın bir tedavi şekli olacağına
inanmamızı öğütlemiş ve onu aramamız gerektiğini de şu hadisleriyle duyurmuştur:
“Her hastalık için bir deva vardır. Hastalığın
devası bulunup-tatbik olununca hastalık Allah’ın
izniyle şifa bulur.”2
Allah’ın elçisi Peygamberimiz’e sorarlar:
- Ya Rasûlallah! Hastalıklarımızı tedavi ettirmediğimiz için günaha girer miyiz?
Allah’ın Rasûlü (bu suali şöylece öğüt vererek) cevaplandırır:
- Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz. Zira bütün
eksikliklerden beri ve yüceliklerle vasıflı olan Allah, ihtiyarlığın dışında yarattığı her bir hastalık
için beraberinde bir de şifa yaratmıştır.3
Ebu’d-Derdâ’dan (r.a.) rivayet edildiğine
göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Allah şifayı ve her derdin dermanını
indirdi. O hâlde tedavi olmaya çalışınız, fakat haramla tedavi olmaya kalkışmayınız.”4
Konuyla ilgili mühim bir örneği burada nakledelim:
İsa (a.s.) bir gün hastalandı. Bir ot ona:
“Ey İsa! Ben senin derdine dermanım.” dedi.
İsa (a.s.):
“Dermanı veren Allah’tır.” dedi.
30 ARALIK 2015
Allahu Teâlâ Hz. İsa’ya şifa verdi, iyi oldu.
Sonra tekrar hastalandı. Gitti o ot ile derman
aradı. Şifa bulamadı. Allahu Teâlâ’ya şikâyet
etti. Hak Teâlâ:
“Doktora git. Onun söylediklerini yerine getir.” dedi.
İsa (a.s.) doktora gitti. Doktor da o otu tavsiye etti. Otu kullandı ve bu kez şifa buldu. Bunun
üzerine:
“İlâhî! Bu ne hikmettir?” diye sordu. Kendisine şöyle vahyedildi:
“Ey İsa! Önce hasta oldun şifa verdik ki bizim her şeye kâdir olduğumuzu bilesin. Bu kez
hasta oldun, ot ile şifa verdik ki bizim yarattığımız şeyleri hikmetle yarattığımızı, faydasız bir
şey yaratmadığımızı bilesin. Üçüncü defa hasta
oldun. Şifanı o ottan kılmadık. Belki hastalığını
daha da artırdık ki kahrımız ve heybetimizi bilesin. Sonra doktora gönderdik ki kendi acizliğini
bilesin şifa veren Benim, istersem şifa veririm.
Doktor ve ot şifa için birer vesiledir. Bütün işler
Benim’dir. Bunu iyi bil.”5
Hulûsi Efendi Hazretleri etrafındaki gönül
dostlarının en iyi mütehassıslara, büyük hastanelerde tedavi görmeleri için tavsiyelerde
bulunmuş, hatta bu hususta tanış doktorlara
kartvizit yazıp, büyük şehirlerdeki esnaf dostlarının ihtiyacı olan tedavi görecek kimselerle
ilgilenmeleri için mektuplar yazmıştır.
Bu yazımızda Hulûsi Efendi Hazretlerine yazılan ve derununda bir tedavi sürecindeki yüksek alakadan bahsedilen iki mektuptan bahsedeceğiz. Öncelikle mektupları kaleme alan Hacı
Hüsnü Akyol’u tanıyalım:
Hacı Hüsnü Akyol, dost yolunun müntesipleri arasında ‘Hacı Dayı’ diye anılır. Gürün ve
civarında İhramcızade Hazretleri’ne müntesip,
tasavvuf terbiyesi almış, cömert, hanedan, kapısı her zaman misafire açık, hatta hususi sohbet odası bulunan, etrafındaki yetim ve kimsesizleri görüp gözeten olgun ihvanlardan biridir.
somuncubaba 31
Gürün’de Bir Gönül Dostu
Hacı Hüsnü Akyol
Hacı Hüsnü Akyol, Sivas’ın Gürün ilçesinde
Kirazlık Mahallesi’nde 1901 yılında dünyaya
gelmiştir. Babası o bölgenin saygın ailelerinden olan Koca Yusuf oğlu Ali Efendi’dir. Annesi
ise Emine Hanım’dır. Küçük yaşta yetim kalmıştır. Küçük yaştan itibaren tasavvuf ehli, mümtaz şahsiyetlerden dinî ilmini tamamlamış ve
o zamanın Rüştiye okullarını bitirmiştir. Devlet
dairesinde, memurluğa Darende’de başlamıştır. Darende’de memurluk yapmış olduğu dönem içerisinde Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Hazretleri’nin feyzinden, sohbetlerinden istifade etmiştir. Somuncu Baba’nın nesli ve Evlad-ı
Rasûl olan Hulûsi Efendi’ye elinden geldiğince
sevgi, muhabbet göstermiş; edepte kusur etmemeye gayret etmiştir. İhvanın büyüklerine
de saygı göstererek sohbetten sohbete koşmuş, sohbetin manevî ikliminden olabildiğince
istifade etmeye çalışmıştır.
Bir müddet Darende’de kaldıktan sonra,
memleketi olan Gürün’e tayininin çıkması üzerine Gürün’de Maliye Tahsilat Memuru olarak
görevine devam etmiştir. İki evlilik yapan ve
32 ARALIK 2015
çocuğu olmayan Hüsnü Efendi, civarında bulunan yetim ve kimsesiz çocukları okutmuş hatta
onları evlendirerek yurt yuva sahibi olmalarına
vesile olmuştur. Bu manadan yetim ve kimsesiz
35 çocuğu büyütüp okuttuğu herkes tarafından
bilinen bir gerçektir. Çok hayırsever bir kişiliğe
sahip olan Hüsnü Dayı yoksullara yardım etmeyi severdi.
Bir arkadaş şöyle anlatıyor:
“Her fırsatta Darende’ye, Hulûsi Efendi’yi ziyarete gelirdi. Hulûsi Efendi de Gürün’ü teşrif
ettiklerinde Hüsnü Dayı’nın evinde uzun süreli
sohbetler yaparlardı. Sert bir mizaca sahip ve titiz bir insan olan Hüsnü Dayı, Hulûsi Efendi’nin
sohbetleri teşrifinden önce Gürünlü ihvanları
sohbet adabına riayet etmeleri hususunda uyararak güzel bir sohbet olması için gayret ederdi.
Bu titiz gayretlerin sonucu ilâhîlerin okunduğu,
Pîran-ı izam hazeratının menkıbelerinin anlatıldığı, dinî konulardan mevzuların anlatıldığı
gözyaşları içerisinde güzel sohbetler yapılırdı. Hüsnü Dayı da Darende’ye Hulûsi Efendi
Hazretleri’ni ziyarete geldiğinde aynı şekilde
sohbetler olur ve ayrılırken himmetini, duasını
ister hüzünlenerek ayrılırdı.”
‘Sakın Kardeşlerim, Kapı Aramayın,
Kapı Seyyid’in Kapısıdır.’
Hacı Önder Özdeğer kendisiyle yapılan bir
röportajda şöyle anlatıyor:
İhramcızade Hazretleri’nin vefatından sonra
bazılarının şeyhlik iddiasında bulunmaları ve
kendilerinin ahvali hakkında Hüsnü Dayı bir sohbette şunları anlatmıştır: “Kendiliğinden şeyhlik
iddiasında bulunanların hâli, kötü kadınların
hâlinden eşettir.” dedikten sonra devam eder:
“Bir gün yeğenim Sırrı (Su) kendi kendine acaba
bu görev bana mı verildi, diyerek gönlünden geçirir ve istihareye yatar. Gece rüyasında Sivas’ın
Ulu Camii’nin minaresini tam eğilmiş olarak görür. İhramcızade Hazretleri minareye bir halat takıp: ‘Gardaş Sırrı, bu minareyi doğrult.’ der. Yeğenim Sırrı uğraşır uğraşır ama doğrultamaz ve bir
telaş ve korku ile uykudan uyanır. Uyanır uyanmaz da oğluna: ‘Hemen beni Gürün’e götür.’ der.
Benim yanıma geldi ve: ‘Dayı bir rüya gördüm.’
diyerek rüyasını anlattı. ‘Pirimizin vefatıyla bu
emanet bana mı verildi?’ diye düşünürdüm dedi.
Bu rüya ile kendisinin ikaz edildiğini ve hataya
düşeceğini anlayarak bu vazifenin Darende’de
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ye verildiğini
idrak edince: ‘Dayı hemen Darende’ ye gidip
Hulûsi Efendi Hazretleri’ne teslim olalım.’ dedi
beraber gidip teslim olduk .”
“Hacı Hüsnü Dayı ihvanlara: ‘Sakın kardeşlerim, kapı aramayın, kapı Seyyid’in kapısıdır.’ der
hem de gözyaşlarını tutamazdı.
Hacı Hüsnü Dayı 1960 ihtilalinde devlet
dairesinde ‘Maliye Tahsilat Memurluğunda sakallı olarak görev yapmaktadır. O sıralar idaresinde bulunduğu müdürü: ‘Hüsnü, ya sakalı
keseceksin ya emekli olacaksın.’ diye baskı
yapar. Hüsnü Dayı İhramcızade İsmail Hakkı
Efendi’ye, bir mektup yazar, benim bu sakal işime ne buyuruyor?’ der ve yazdığı mektubu bir
zarfa koyarak bir arkadaşa verir. Sivas’a giden
arkadaş mektubu İhramcızade İsmail Hakkı
Efendi’ye verir. Pir Efendi mektubu okuduktan
sonra aynı mektubun üzerine şu cevabı yazar:
‘Gardaşım Hüsnü, işin seni terk etmeden sen
işini terk etme.”
Mektubun sonuna da ‘Sivaslı İsmail Hakkı
Toprak’ imzasıyla mektubu Hüsnü Dayı’ya vermek üzere gönderir. Bundan sonra tam 6 sene
daha sakallı olarak görev yapar. 1966 senesinin
Kasım ayında emekli olur.
somuncubaba 33
Zaman zaman Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-
rinizden öpüyor ve hane halkına selâm ve hürmetler arz ediyor.
di Hazretleri Gürün’e geldiğinde Hüsnü Dayı:
‘Efendim, ölümüm yaklaşıyor. Ne olursun bu
18 Mayıs 1968 Hüsnü Akyol”
âcizin cenaze namazını siz kıldırsanız.’ deyince
“Aziz Canım Muhterem Kardeşim,
Hulûsi Efendi Hazretleri: ‘Allah gecinden versin
Dayı. Nasip olursa kıldırırız.’ buyururlar. Zamanı gelip Hüsnü Dayı vefat edince Hulûsi Efendi
Hazretleri’ne haber verirler. O gün de Hulûsi
Efendi Hazretleri Sivas’ta olmalarına rağmen
gelerek cenaze namazını kıldırırlar. Hulûsi Efendi Hazretleri tabuttan tutup üç dört adım attıktan sonra, tabutun üstüne elini koyarak: ‘Hadi
Dayı yine şanslısın.’ diye buyurarak gülümser.
1987 yılında vefat eden Hacı Hüsnü Akyol’un
cenazesi eski Gürün Devlet Hastanesi’nin yanında bulunan aile kabristanlığına defnedilir.
“Can-ı Azizim Hacı Hulûsî Efendi”
Giriş kısmında bahsettiğimiz iki mektubu
birlikte okuyalım:
“Can-ı Azizim Hacı Hulûsî Efendi,
Geçen gün hareketimizden evvel zâtı âlinize
de malumât arz etmek üzere ufacık pusula takdim etmiştim. Maalesef siz de hafif de olsa bir
rahatsızlık neticesi… teşrif ettiğiniz haberini
burada aldım, geçmiş olsun.
Bugün Lütfü Öztürk Bey‘den Darende’ye
teşrifiniz haberini aldımsa da sıhhi durumunuz hakkında bir malumâtı olmadığından bize
de bir haber verememiştir. Gözünüzden de
rahatsızlandırdıkları haberini üzülerek burada duyduk. Lütfen sıhhatinizi müjdeleyin.
Lütufnamenizi esirgememenizi istirham ile
el ve gözlerinizden öper, dualarınızı bekleriz.
Hemşire hanımlara selâm ve dualar. Ahmed
ve Hamid Efendilerin gözlerinden öperim.
Kemal Efendi’nin de yakında izinli olarak
geleceği haberini aldım, gözlerinden öperim. Cümle yârân-ı bâ-safaya selâmlar, hürmetler.
Bendeniz de ayın yirminci pazartesi
günü Tıp Fakültesi Hastanesine yatacağım. İyi neticelerle taburcu edilmekliğim
hakkında himmet ve dualarınızın muhtacıyım. Hacı Şaban ve evlatları, Hamit
Özpolat ve Balaban ve sair ihvân-ı kirâm
selâm ve hürmetlerle ellerinizden öperler. Behiye hemşireniz burada, o da elle-
34 ARALIK 2015
Muhabbet ve şifalarla dolu kartınızı aldım.
Okudum ağladım, okudum ağladım, şifa buldum.
Allah, siz muhteremlerin eksikliğinizi göstermesin. Bizim gibi kırk tanesinin ne kıymeti var. Her
taraftan dualarınızın hücumuyla hakikaten insan gibi ayakta duruyoruz. Esasen her hususta bize dest-gir olup gözetmese idiniz bizim
ayakta duracak ne halimiz var? Allah sevdiğinizden dünya ve ahiret ayırmasın, âmin.
Kemal Efendi izinli gelebildi mi? Gözlerinden öperim. Ahmet ve Hamid Efendilerin gözlerinden öperim. Hacı hemşiremiz
hanım ve yeğenlerim hanımlara çok çok
selâm ederim. Başlıca ve cümle ihvan-ı
kirama selâm ve hürmetler arz ederim.
Hamd olsun sıhhatim gittikçe düzelmektedir. Ameliyatım çok kolay geçti.
Bayıltmadılar, doktorlarla muhabbet
ederek ameliyatımız bir saatte neticelendi. Bugün viziteye gelen doktor en geç
bir haftada taburcu edileceğimi söyledi. İnşallah burada birkaç gün istirahatten sonra oradaki ciğerpareleri de görmek üzere İstanbul’a
gitmek arzusundayım. Beni görmesini emir
buyurduğunuz Doktor Söylemezoğlu dün geldi
görüştük. Çok memnun oldum. Sizin de Sabuncu ile İstanbul’a gelmeniz muhtemel olduğunu
söyledi. Aman ne güzel olur. Orada bir kavuşsak, bir gece Medine-i Münevvere’deki gibi sarılsak ne iyi olur.
Hemşireniz sizin ve Hacı Hanım’ın ellerinizden öper, yeğenlerine selâm ediyor, dualarınızı
bekliyor.
Azizim Canım,
gitmeyiniz dedikçe daha artırıyorlar. Başka bir
şey diyemiyorum. Mükâfatlarını sahipleri ihsan
buyursun.
Cümle yârân-ı bâ-safâ hürmetlerle ellerinizden öpüp, dualarınızı bekliyorlar.
Hürmetle ellerinizden, gözlerinizden öper,
sıhhat ve afiyetlerinize dualar ederim Efendim.
3 Haziran 1968 Hüsnü Akyol”
Dipnot
1 Tac, 3/199.
2 Tac, 3/198.
Hacı Şaban ve oğulları ve hane halkı, Hamid
ve Balabanların alaka ve hizmetlerinden artık
mahcubum. Son dereceye geldi. Bu kadar ifrata
3 İ. Mace, Hn. 3436.
4 Buharî, Savm, 27
5 Mustafa Darir Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, s. 172-173, Haz:
Selahattin Yıldırım-Necdet Yılmaz, Darü’l-hadis Yay, İstanbul, 2007.
somuncubaba 35
KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM*
HER DURUMDA
ALLAH RIZÂSINI
TALEP ETMEK
“Esasında dilinde sürekli Allah olan insanın hayatına da Allah’ın
buyrukları hâkim olur. Dilinde Allah olmayanın yaşantısında da Allah
fazla yer tutmaz. Bu yüzden söz ile amel birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
İkisi de birbirini besler.”
İ
nsanın imanını iki şey güçlendirir. Birincisi,
dünyaya niçin geldiğini unutmayarak Rabb’ini
sıklıkla anmak, onunla her daim irtibatta olmaya çalışmaktır. Nitekim sevdiğimiz biri varsa
ondan bir şekilde bahsetmekten mutlu oluruz.
İnsanın aynı şeyi Rabb’ine karşı da göstermesi
beklenir. Olabildiğince Yaratan’ı anmaya gayret etmesi ve O’nu anmayı bir alışkanlık hâline
getirmesi gerekir. Yüce Allah pek çok ayette bu
hususa dikkat çekmektedir: “Ey iman edenler!
Allah’ı çok zikredin.”1, “Allah’ı çok zikredin ki kurtulasınız.”2, “Sabah akşam beni tesbîh et!”3
İnsanın ikinci görevi, Rabb’inin buyruklarını hayatına hâkim kılmaya gayret etmesidir.
Elinden geldiğince ibadetleri yapmaya çabalamasıdır. Çünkü iman etmenin zorunlu sonucu
sorumlulukları yerine getirmektir. İmanın sözde
kalmaması icap eder. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et.”4, “Ey mü’minler!
Rükû edin, secde edin, Rabb’inize ibadet edin, hayır işleyin ki kurtuluşa erişesiniz.”5
Bu sebeple Allah’ı sevdiğini söylemesine
rağmen onun emir ve yasaklarına dikkat etmeden bir hayat sürmeye çalışmanın bir kıymeti
yoktur. Çünkü insanın ne kadar dindar olmaya
gayret ettiğinin ölçüsü yaşadığı hayattır. Hayatı
Kur’an ve sünnetten uzak ise iyi bir Müslüman
olduğundan söz edilemez.
Mâneviyat ile Beslenen Kalp
Esasında dilinde sürekli Allah olan insanın
hayatına da Allah’ın buyrukları hâkim olur. Dilinde Allah olmayanın yaşantısında da Allah
fazla yer tutmaz. Bu yüzden söz ile amel birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İkisi de birbirini besler.
Kalbe dolan Allah sevgisi dilde zikir ile dışa
vurunca, bu durum insanın ameline de yansır.
Amele yansıyan güzellikler bu sefer kalbi besler. Mâneviyat ile beslenen kalp tekrardan dil
ile içindekileri dışarı vurur. Dolayısıyla amel ve
dil birbirlerini desteklerler. Biri varsa diğeri de
vardır. Biri yoksa diğeri de yoktur. Bu sebeple
hayatını yaşarken ameline dikkat etmeyen in-
36 ARALIK 2015
sanın dilinden zikrullahın dökülmesini beklemek beyhûde olur; tıpkı fabrikaların çarkları
gibi. Her bir çark diğer çarkların dönmesine
katkı sağlar; biri durursa diğerleri de doğru çalışmaz.
Bu yüzden bir Müslümanın iyi bir kul olabilmesi için her iki yönde de çabalaması gerekir.
İkisinden biri eksik kalırsa diğeri de eksilmeye
başlar. Birinde gevşeklikler baş gösterirse diğerinde de aynı durum söz konusu olur. Bundan
dolayı hiçbir tesbîhâtı, hiçbir ameli küçük ve
basit görmemek gerekir. Her bir iyilik insanın
sevap testisini doldurur ve onun iyi bir mü’min
olmasını pekiştirir. Evden işyerine veya okula
giderken veyahut eve dönerken insanın bildiği
duâları okuması, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tavsiye ettiği günlük tesbîhâtı yapması, ezberindeki sârelerden okuması onun Rabb’iyle bağını
güçlendirmesine katkı sağlar. Bunun yanında
mânevî olarak gönlünün iç huzûrunu ve mutluluğunu temin eder. En önemlisi de gözünün
haramlardan sakınmasına yardımcı olur. Çünkü
bir taraftan Allah’ı zikrederken diğer yandan
haramlara göz atmak söz konusu olamaz.
Amellere gelince, bunların insanın kalbiyle doğrudan bağlantısı olması gerekir. Sadece
şekilde kalan ameller kalp ile irtibatlı olmadığı
zaman üzerindeki bir borcun bir an önce ödenmesine dönüşür. Bu sebeple kıldığı namazdan
lezzet alamaz. Hatta öyle olur ki, bütün bir namaz boyunca bir kez Allah aklına gelmez. ‘Borcumu bir an önce ödeyeyim de işime bakayım.’
anlayışına kapılarak çok kısa bir sürede namazını tamamlar. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyan ettiği üzere, tavuğun yem yemesi gibi secdelerini
hızlıca yapar, diğer erkânın da hakkını vermez.
Rükûa gitmesiyle kalkması bir olur. İhlâstan
yoksun olduğu için de ibadetinden gerçek anlamda bir haz alamaz.
İşin kötü tarafı, ibadetlerini sadece şekilde
yerine getirmeye gayret edenlerin yaşantılarının daha iyiye gittiği pek görülmez. Âdet haline
getirilen ibadetler yerine getirilirken borçtan
kurtulma düşüncesi ağır bastığından dolayı
somuncubaba 37
bu insanlar hayatlarının geri kalan kısımlarında şeytanın ve nefislerinin isteklerinin peşine
kapılıp giderler. Nitekim ibadetlerini yaptığını
düşündüğümüz nice tanıdığımızın aynı zamanda haramların peşine takılıp gitmeleri bizleri
hayrete düşürür. Oysa bunda şaşılacak bir durum yoktur. Zira ibadet ihlâstan yoksun, ağız da
Allah’tan uzak olduğu zaman ortaya çıkan sonuç böyle olur.
Allah’ı ve Dini Hatırlatacak Unsurlar Azalmıştır
Bütün bunları söylerken, günümüz Müslümanlarının her zamankinden daha ağır bir sınavdan geçtikleri hakikattir. Çünkü etraflarında
onlara Allah’ı ve dini hatırlatacak unsurlar azalmıştır. Televizyon ekranlarına, gazetelere, internete, sokakta yürürken etraflarına baktıklarında
onları Rablerinden koparacak çok şeyle karşılaşmaktadırlar. Önceleri haramlar sınırlı iken
şimdilerde hayatın her alanını kuşatmıştır. Bu
da dindarlığı zorlaştırmaktadır. Lâkin bu durum
sınavda olduğumuz gerçeğini değiştirmemektedir. Zorlukla beraber Rabb’imizin ecrimizi kat
kat vereceği de ayrı bir gerçektir.
Karşılaştığımız bütün sıkıntılar karşısında
önce kendimize şu basit soruları sormak durumundayız: Ağzımızdan çıkan sözlerin İslâm ahlakına ne kadar uyup uymadığına dikkat ediyor
muyuz? Kötü ifadelerle, çirkin sözlerle, müstehcen fıkralarla etrafımızdakileri güldürüyor
muyuz? Başkalarına hakaretler ederek nefsimizi tatmin ediyor muyuz? “Subhânellah”, “elhamdülillah” ve benzeri tesbihler gün ortasında ağzımızdan hiç çıkıyor mu? Elimize Allah’ın
kelâmını alarak okuyor muyuz? Televizyona
ayırdığımız vaktin yüzde birini dinî bir kitabı
okumaya ayırabiliyor muyuz?
Bunların yanında ibadetlerimizde ne kadar
samîmî ve gayretli olduğumuza da bakmak zorundayız. Cuma dışında ayağımız kaç kez camiden içeri giriyor? En son teheccüd namazını
ne zaman kıldık? Hz. Peygamber (s.a.v.) pazartesi ve perşembe günleri oruç tutardı, bizim
programımızda böyle bir şey var mı? Kabristan
ziyâretinde bulunup da âhiret bilincimizi güçlendirmek ve bu vesîleyle kendimize çeki düzen vermek hiç aklımıza geldi mi? Rabb’imizin
bize ihsan ettiği maddî imkanlarımızdan muhtaç mü’minleri zekâtımızla yararlandırdık mı?
Etrafımızdaki Müslümanları düşünmeden dünyayı yutarcasına hep kendimize mi çalışıyoruz?
Soruları çoğaltmak elbette mümkün. Ancak
bu soruların cevabı zor değildir. Zira Rabb’imiz
bizlere tâkatimiz üzerinde bir yük yüklemiş değil. Ancak sürekli şikâyet eden insanlar olmaktansa bu soruları kendimize yönelterek güzel
bir mü’min olmak için ne kadar çabaladığımıza
bakmak zorundayız.
Akşam Evimize Vardığımızda
Velhasıl ölüm meleği bize varmadan yaşadığımız hayatın muhâsebesini yapmak durumundayız. Akşam evimize vardığımızda sadece on
dakikamızı, “Bugün Allah için ne yaptım? sorusuna cevap aramaya ayıralım. Sabah namazından, yaptığımız kahvaltıdan, evden işyerimize
gidişimizden, işyerinde olan bitenlerden ve
geri dönüşümüzden kendimizi bir hesâba çe-
38 ARALIK 2015
kelim. “Rabb’imizi memnun etmek için neler
yaptım?” diye düşünelim. İbadetlerimizi yerine
getirdik mi, getirdiysek ne kadar ihlâslı idik? Etrafımızdakilerin kalplerini kırdık mı, nefsimize
uyarak başka yanlışların içine düştük mü? En
nihâyet, ailemize güler yüz göstermek ve onlarla ilgilenmek başta olmak üzere sorumluluklarımıza dikkat ettik mi?
Bu soruları kendimize sormaya başladığımızda, ardından da gereğini yaptığımızda, hayatımızın da güzelleşmeye başlayacağını göreceğiz. Çünkü sorgulama, yaşadığımız hayatı
monotonluktan çıkaracak ve işin içine samimiyet ve ihlâs katacaktır. Allah rızâsı gözetilmeye
başlandıktan sonra ise yaşanan her bir şeyden
mânevî bir lezzet alınmaya başlanacaktır.
Bu bir anlamda geçmiş hayatımıza sünger
çekerek, içten gelen bir tevbeyle hayata yeniden başlamak demektir. Tevvâb olan Rabb’imiz,
kendisine samimiyetle yönelen kullarına rahmetini hissettirecektir. Âyette bu husus beyan
edilmektedir: “Bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler müstesnâdır. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.”6 Böylece
ibadetlerine karşı hassaslaşan mü’min yaptığı
her ibadetten bir başka lezzet almaya başlayacaktır. Secdeye vardığında başını kaldırmak
istemeyecektir. Yaradan’ın rahmet esintisini
üzerinde hissedecektir. Aynı şekilde hayatının
diğer alanlarını da güzelleştirmeye gayret edecek ve bu durumu etrafındaki insanları da etkileyecektir. O güzel kelâm ile konuştuğundan
etrafındakiler küfürlü sözler kullanmaktan kaçınacaklardır. Ahlâkından etkilenerek onu örnek
alacaklardır.
Hayatını dönüştürmeye başlayan insan kendisini güzelleştirme yoluna girdiği gibi etrafındakilerin de güzelleşmesine yardımcı olacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyan ettiği üzere,
başkalarının hayırlar işlemelerine vesîle olacak
ve onların kazandıkları sevapların bir misli de
kendisinin sevap hânesine yazılacaktır.
Dipnot
*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. 33/Ahzâb, 41.
2. 62/Cuma, 10.
3. 20/Tâhâ, 130.
4. 15/Hicr, 99.
5. 22/Hacc, 77.
6. 3/Âl-i İmrân, 89.
somuncubaba 39
BİLGİ ve BİLGE / Bilal KEMİKLİ*
Zamanın sahibi Allah’tır…
Çarh-ı felek kuvve-i bâzû ile dönmez
Bir şem’a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez
(Lâedrî)
Feleğin çarkı, güç ve kuvvetle dönmez. Zamana zorla hükmedemezsin. Mevlâ’nın yaktığı
fitil de öyle üflemeyle sönmez.
Zamanın, eşyanın, olayların bir tabiatı var:
Sünnetullah, kader. Bir şey, bir durum üzerine
duruyorsa, onun sebebi vardır; kuvvet uygulayarak, onu değiştirip dönüştürmek istesen de
başaramazsın. Faraza değiştirmiş gibi olsan da
bir süre sonra o şey aslına rücu eder.
Şu hâlde zamanı bilmek, varlığı idrak ve yaratılış gayesini bilmektir.
O bakımdan irfan hayatımızda zaman;
1. Meşgul olunması gereken en güzel şeyle
meşgul olmak,
2. Alaka ve meşgaleden (mâsiva) sıyrılmak,
olarak anlaşılmıştır.
Neyi değiştireceksin? Bozulan fıtratı… Beden ve akıl saatini, yaratılışa göre yeniden kurma çabasında olacaksın.
DERVİŞİN
VAKİT
TASAVVURUNA DAİR
“Şu hâlde vakit nedir? Vakit, ilâhî tecellilerin gönülde doğuşu…
Doğuşun geçtiği zaman. Bir doğuş, bir halk oluş, varoluş
serüvenidir.”
40 ARALIK 2015
Sûfi şunu bilir:
Bir kapıyı bende derse bin kapıyı eyler küşâd
Hazret-i Allah, efendi, fâtihü’l-ebvâbdır
Allah, bir kapıyı kapatırsa, bin kapıyı da açar;
Allah, zamanın ve mülkün sahibi olarak, bütün
kapıları açar.
Kapanan kapılarda, tıpkı açılan kapılar gibi,
devirler yürür, tecelli devam eder. Yeni yeni dönemler zuhur eder.
“Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan
ister. O, her an yaratma hâlindedir.” 1
Zamanı konuşmak, kimden ne isteyeceğini
bilmektir.
Kimden ne isteyeceğini bilen, zamanı müdrik kişiye diyoruz. İbnü’l-vakt: Zamanın çocuğu.
Bu ne demektir? Şu demektir: Sâlik/tâlib,
daima içinde yaşadığı zamanın hükmü altındadır anı yaşar. Bu içinde yaşanılan zaman, bazen
kabz yani sıkıntı yüklüdür. Bazen ise, bast yani
genişlik hâlinde…
Zaman bilinci burada önümüze çıkıyor. Kabzın da bastın da lütuf olduğunu, kalıcı olmadığını bilmek… Kabzdan çıkmak için cehd edecek,
sabredeceksin. Bast halinde ise, şükredecek;
hayra vesile kılacak, neşeni etrafına yayacaksın.
İbnü’l-vakt olmak, zaman bilincine ermiş insan demektir. O, geçmiş ve geleceğin üzüntülerinden, gam, keder ve kaygılarından kurtulmuş;
anı değerlendiriyor demektir.
Adlî mahlasıyla şiirler yazan Sultan Bayezid,
bize bu hakikati şöyle dile getiriyor:
Gâh olur devrân bize mihr ü vefâlar gösderir
Gâh döner her lütfuna yüzbin cefalar gösterir
Evet, zaman bazen sevgisini ve merhametini
gösterir. Bazen de döner yüz bin cefa gösterir.
Adlî, İbnü’l-vakt bilincinde; celal ve cemal
çizgisini müdrik, kahır ve lütuf perdelerinin farkında.
O bakımdan sûfiler, üç vakitten söz ederler:
Mazi, hâl ve istikbâl… Mazi, geçen zamandır; tükendi. O, nedametler, keşkeler hazinesidir. Lakin İbnü’l-vakt, nedamet duymaz, keşke demez;
oradan kazandığı tecrübeyle hâli yani şimdiki
içinde bulunulan ânı değerlendirir. İstikbâl ise,
zamanın sahibinin elinde olan bir hazine; oradan istediğini rızıklandıracaktır. Ama bu rızıklanacaklar arasında ben var mıyım? Bu bilgim
dâhilinde değil. Dolayısıyla bilgim olmayan bir
şey için kaygı ve endişe içinde olmama gerek
yok; bana lütfedilen hâl içinde zamanın sahibine şükreder, varoluşa matuf hizmetimi ifa ederim.
Bir de ebü’l-vakt var; zamanın babası. Baba,
sahiptir. Neye? Zamana. Bu sahiplilik zamanın
dışına, yukarısına çıkmakla oluyor. Şu hâlde
ebü’l-vakt, zamanın içinde kaybolan değil, verili zamanı idare edebilen bilinçtir. Bu bilinç, ha-
somuncubaba 41
yatı ve ölümü, yokluk ve varlığı tam olarak idrak
eden bir bilinçtir.
Şair Hâmi diyor ki, ölüm hayata karşılık var.
Yokluk, varlığın arkasından gelir. Şu gördüğün
kâinat, cümle mevcudat kendini bitiren mum
gibi; her an yok olmaya doğru gidiyor.
Fenâ bekâya mukâbil âdem vücuda redif
Cihân yok olmada manend-i şem’i var olalı
Şimdi Kasas 88’i hatırlayalım:
“Allah ile birlikte başka tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka Tanrı yoktur. O’nun zatından
başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve
siz O’na döndürüleceksiniz.”
Ebü’l-vakt, yok olacağının farkında. Fena
makamı. Yoklukta varlığa eriyor; zamana bu
yoklukla hükmediyor.
Zamana hükmetmek, modern zamanların insanı için farklı bir anlam içerir. Zamanı başarı
ve kazanç için verimli bir şekilde planlamak…
Lâkin irfan hayatında zamana hükmetmek, aslî
özneyi, fâil-i mutlakı bihakkın tanıyarak hakiki
anlamda muvahhit olmaktır. Her şey O’nun. O
hâlde, tevazuuyla, fakr hâliyle O’na sığınmak.
İşte bu sığınma hâli, zamana hükmetme bilinci
kazandırır.
Ziya Paşa’nın dediği gibi, ebü’l-vakt, “zamanın her âlemde başka bir hesaba hizmet ettiğini” bilir ve onu yaratılış gayesine uygun hâle
getirmenin mücadelesini verir.
Her âlemin sinin u tevârihi muhtelif
Her bir zeminde başka hesâb üzeredir zamân
Evet, her asrın, her kültür coğrafyasının, her
medeniyetin kendine has bir tarihi var. İnsan
tasavvuru, varlık algısı, zaman telakkisi bu tarihin farklılaşmasına sebep oluyor. Kimi milletler
yükselirken, modern anlamıyla ilerlerken, kimileri de geriliyor. Bir gecede, ötekisi gündüzde…
İşte ebü’l-vakt, bu iniş çıkışta, bu geliş gidişte
zamanın ruhunu iyice okuyup etrafına hayır
ve güzelliklerin ikamesi hususunda yön veren
mürşittir.
Şu hâlde vakit nedir? Vakit, ilâhî tecellilerin
gönülde doğuşu… Doğuşun geçtiği zaman. Bir
doğuş, bir halk oluş, varoluş serüveni. Nef’î’nin
dediği gibi,
Sanma ki felek devr ile şâmı seher eyler
Her vakıanın âkıbetinden haber eyler
Zamanın değişen hallerine bakıp aldanarak
feleğin sadece gece ve gündüz yaptığını sanma, diyor şair; aldanma, zira bu gece gündüzle,
gelip gitmelerle onun yaptığı şey sana olup bitenden haber vermektir… Şair, sanki sen şunu
bil diyor:
“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır.
Allah’ın her şeye gücü yeter.
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca geliş gidişinde akl-ı selim
sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”2
Varlığı, zamanı bu minval üzere düşünen, ân-ı
dâimî idrâkine eriyor. İbnü’l-Arâbî’nin ifadesiyle,
zaman an’dan ibaret. Kâşânî, ân-ı dâimîyi “mutlak zaman” olarak tavsif eder. Ân-ı dâimî idrâki,
mutlak zamanın an’ın farkına varmak.
Şu hadis-i şeriflerin manasını yaşamak:
“Rabb’inin indinde sabah ve akşam yoktur.”
42 ARALIK 2015
“Benim Rabb’imle öyle bir vaktim vardır ki,
oraya ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir
peygamber girer.”
Vukûf-ı zamânî, sâlikin her an hâlinden haberdar olmasıdır. Şimdiki zamana vâkıf, geçmişi
muhasebe eden… Kendini hesaba çeken!
Vakit, sûfi için hâldir. Vakfe ise, iki makam
arasında durmak. Bu duruşla sâlik, bir taraftan
geride bıraktığı makamın gereklerini tam manasıyla yerine getirmeye çalışır; eksiklerini giderir,
derlenir toparlanır. Öte taraftan da, yükseleceği
manevî makamın gereği olan âdâbı tahsil eder.
Vukûf-ı zamânî, işte bu duruştur; muhasebe ve
hazırlık…
İrfan hayatının zamanla alakalı kavramlarından biri de hûş-der-dem’dir. Hûş-der-dem,
Allah’tan gafil olmamak, her nefeste müteyakkız olmak… Bu, huzurda olma bilincidir. Vakti
tamir etmek, istiğfar ve muhasebeyle meşgul
olmak. Vakti boşa geçirmemek; her an üretmek,
her an çabalamak…
Hz. Ömer’in şu niyazını burada hatırlayalım:
“Allah’ım; senden, zamanın iyisini ve vakitleri bereketli kılmanı niyaz ederim!”
“Vakit keskin kılıçtır.” buyuruldu. Keza;
“Erteleyenler, yarın sonra yaparım diyenler,
helak oldu.” da buyruldu.
İmâm-ı A’zam’ın, “Felaketlerin en büyüğü
vakti boşa geçirmektir.” dediği de rivayet edilir.
Fudayl b. İyaz’ı ziyarete gelen misafirleri,
“Yoksa sizi meşgul mü ettik?” diye sordular.
“Doğru söylediniz.” dedi, “Kitap okuyordum, sizin sebebinizle bıraktım.” diye cevap verdi.
Velhasıl, vaktinin gereğinden hoşnut olan
rıza makamında bulunan sahibü’l-vakt/vaktin
sahibi, hâle razı olmayıp her zaman şikâyetçi
olanlar sahibü’l-makt/azap sahibi olarak tanımlanır. Yol, şikâyeti bırakıp vakit hazinesini lütfedene şükrederek aşılacak, böylece bereket
hâsıl olacak. Bereketli ömürler niyazıyla!
Dipnot
*Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
1 55/Rahman, 29.
2 3/Âl-i İmrân, 89-90.
somuncubaba 43
TARİH / Resul KESENCELİ
TÜRK DENİZCİLİĞİNE FARKLI BİR BAKIŞ
KAPTAN-I DERYA
ÇAKA BEY
“Çaka Bey, Ege’nin iktisadî ve askerî kaynaklarından Bizans’ı mahrum
etmek amacıyla yapılacak mücadelenin denizde donanmayla
olacağını, Bizans’ın karada yenemediği ve durduramadığı Türkleri
denizden mağlup etmeyi deneyeceğini, bunun için de eninde
sonunda Bizans ile denizde karşılaşacağını biliyordu.”
44 ARALIK 2015
1
071 tarihinde Anadolu’ya gelerek, kısa bir
süre sonra denizlere ulaşarak ilk donanmasını oluşturan, uyguladığı taktikler ile
Ege adalarından birçoğunu ele geçiren ilk Türk
Kaptan-ı Deryası Çaka Bey’i anlatmaya çalışacağız bu yazımızda. Orta Asya’dan göçe başlayan
Türkler, Hazar Denizi’nin kuzey ve güneyinden
yol bularak Afrika’ya, Ön Asya’ya, Doğu Avrupa’ya
yayılmış ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınırlarına kadar ulaşmışlardır. Selçuklu Hükümdarı
Alparslan, 26 Ağustos 1071’de Bizans İmparatoru
Romanos Diogenes’u Malazgirt’te yenmek suretiyle Ön Asya’da Türk hâkimiyetinin temellerini
atmış, Türk akıncılarına Anadolu’nun yolunu açmıştı.
Alparslan’ın ölümünden sonra yerini oğlu
Melikşah’ın (1072–1092) alması üzerine, Kutalmışoğlu Süleyman Bey, Kızılırmak’ın ötesindeki
Bizans kontrolündeki toprakların fethine koyulmuştur. Kutalmışoğlu Süleyman Bey, Bizans’ın
kontrolündeki Anadolu topraklarına fethe başladıktan kısa bir süre sonra İznik’i alarak, Anadolu
Selçuklu Devleti’nin başkenti yaptı (1075) İznik’in
başkent yapılması Türklerin bundan sonra denizlere yönelik bir politika takip edeceğini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Kaptan-ı Derya Çaka Bey
1078–1079 senelerinde Oğuzların Çavuldur
Boyu’na mensup Çaka isminde genç bir Türkmen
Bey’i, Bizanslıların eline esir düştü. Çaka Bey Türk
ordusunda önemli bir yere sahip olmasından dolayı, ne öldürüldü ne de esir muamelesi gördü
ve doğrudan doğruya İmparatora takdim edildi.
İmparator, Çaka Bey’e çok fazla iltifatta bulundu, sıkı kontrol altında tutarak sarayında alıkoydu, hediyeler, nişanlar verdi. Çaka Bey’in, Bizans
sarayındaki bu itibarlı mevkii, 1081 yılına kadar
devam etti. Bu esir hayatı, Çaka Bey için Latince
ve Grekçe’yi iyi öğrenmesi, iyi tahsil görmesi ve
Bizans’ı içeriden iyi tanımasını sağladı. Çaka Bey,
zaman ve zemini iyi ayarlayarak kaçmayı başardı,
Anadolu’daki akıncıların başına geçerek Bizans’a
karşı mücadele bayrağını açtı. Kısa sürede kuvvetleriyle, İzmir’e yüklendi ve burayı Bizanslılardan temizledi, İzmir’e Türk bayrağını dikerek beyliğini kurdu ve İzmir’in ilk Türk hâkimi oldu. Çaka
Bey, kıyı boylarına ayak basar basmaz her sahada
besleyici bir unsur olan denizlerin, aynı zamanda
Türklerin mücadeleci ve akıncı ruhlarını da tatmin
edeceğini hissederek denizlere açılmaya karar
verdi. Çaka Bey, Ege’nin iktisadî ve askerî kaynaklarından Bizans’ı mahrum etmek amacıyla yapıla-
somuncubaba 45
cak mücadelenin denizde donanmayla olacağını,
Bizans’ın karada yenemediği ve durduramadığı
Türkleri denizden mağlup etmeyi deneyeceğini,
bunun için de eninde sonunda Bizans ile denizde
karşılaşacağını biliyordu.
Çaka Bey, ilk iş olarak arzu ettiği donanmaya sahip olmak amacıyla ustalar buldu, İzmir’de
ve sonra Efes’te birer tersane meydana getirerek kısa sürede kürek ve yelkenle hareket eden,
üstleri kapalı kırk parça gemi denize indirildi.
Böylece ilk donanma vücuda getirilmiş oldu. Bu
dönemde, Bizans sıkıntılı bir dönem yaşıyordu,
kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden de İznik
Türk Beyliği sıkıştırıyordu, buna birde denizden
Çaka Bey eklenmişti, İmparator Aleksios Komnenos, siyasî manevralarla bu zor durumdan kurtulmaya çalışıyordu. Çaka Bey 1089 yılında denize
açılmıştır. Bu ilk açılış hem eğitim hem de Çaka
Bey’in Ege’de yapmayı tasarladığı fetihlerin planlamasına yol açacak bir keşif seferi olacaktı. Çektiri ve yelkenli olan yaklaşık kırk parçadan oluşan
donanması Ege adalarından bir kısmını vurarak
bu ilk seferinden büyük bir ganimetle döndü. Bizanslılar hemen donanmalarını Ege’ye yollayarak
Türk donanmasını gördükleri yerde imha etmeleri
emrini aldılar.
Bizans Donanmasına Darbe
Bizans donanmasının Çandarlı açıklarından
güneye doğru indiğini haber alan Çaka Bey, Bizans donanmasını karşılamak üzere tekrar denize
açıldı. Türklerin ilk deniz savaşı olan Koyun Adaları
Muharebeleri (19 Mayıs 1090) zaferle sonuçlandı. Çaka Bey, Bizans’ı bu ilk muharebede tarttıktan sonra akınlarını genişletti ve Bizans’ı sırasıyla
Sisam ve Rodos Adalarından kovarak, hâkimiyet
kurdu. Bizans İmparatoru, intikam alabilmek için
sefer hazırlıklarına büyük önem verdi. Yirmi çektiri ve elli yelkenliden oluşan bir filo hazırlattı ve filoya on bin kara askeri yerleştirdi. Bizans 12 Ekim
1091 akşamı Sakız Adası’na demirledi.
Bizans filosunun adaya asker çıkardığı haberini alan Çaka Bey, hemen harekete geçti, bu haberi alan Bizans filosu da Türk filosunu denizde
karşılamak için demir aldı. Türkler düşmana, ilk
deniz muharebesini kazanmış oldukları Koyun
46 ARALIK 2015
Adaları civarında rastlamış olmalarını bir uğur sayarak seviniyorlardı, düşmana bir an evvel rampa
olmak istiyorlardı. Gemiler yaklaştıkça heyecanları daha da artıyordu, fakat bu sevinç ve heyecan
yerini kısa bir süre sonra şaşkınlığa bıraktı. Çünkü
Bizans gemileri ani olarak bir tiramola ile rüzgârı
değiştirip Sakız Adası’na doğru kaçmaya başladılar. Bizans gemileri, korku ve şaşkınlık içinde
birbirleriyle yarış edercesine, Sakız Adası’nın güneyinde bulunan ıssız bir koya daldılar ve birbirlerini çiğnercesine kaçtılar. Çaka Bey filosundan
tek gemi feda etmeden, tek levent kaybetmeden
Bizans gemilerini yok etmenin çaresini buldu.
Ayırdığı üç beş gemi ile liman ağzına abluka koyarak geri kalan gemilerini Sakız Kalesi’nin altına
demirledi ve yakınlarına siper kazdırarak bu askerlerine mevzi aldırdı.
Yaptırdığı birçok ateş kayığı ile Bizans gemilerini zahmetsizce yok ettiler. Bizans kuvvetlerinin feci durumunu haber alan İmparator Aleksios
Komnenos, intikam alabilmek için hazırlattığı yüz
on parçadan oluşan Bizans armadasını kayınbiraderi Dukas’ın komutasında Şubat 1092’de
İstanbul’dan hareket ettirdi. Çaka Bey, filosundaki
elli geminin korsanlık faaliyetleri nedeniyle dağılmış olması yüzünden bu armada ile elindeki az bir
güçle yakalanmamak ve bu muazzam gücü ancak
baskın tarzında bir hareketle zarar verebileceğine
inandığı için gece hücumu tertiplemek üzere denize açıldı. Bizans filosu, otuz bin askerini adaya
çıkardı, bunları gören adadaki diğer firari kuvvetler de cesaretlendiler, adadaki sekiz bin mevcutlu
Türk kuvvetleri dağlık bölgelere çekilerek savunmaya devam ettiler. Bu savunma, günlerce devam
eden taarruzları neticesiz kıldı. Bu arada, Çaka Bey,
filosunu toparlamış, bir gece baskını ile adadaki
Bizans filosuna son darbeyi vurmak üzere hazırlık
yapıyordu ki buna lüzum kalmadı. Bizans kuvvetlerini geri çekmek zorunda kaldı. Artık denizlerde
ciddi ve güçlü bir rakipleri vardı.
Bizans’ın Oyunu ve Çaka Bey’in Vefatı
I. Kılıçarslan (1092–1107), Büyük Selçuklu
Sultanı Melikşah’ın ölümünden sonraki taht kavgasından faydalanarak, İsfahan’dan kaçıp İznik’e
gelmiş ve 1092’de Anadolu Selçuklularının başına geçmişti. Çaka Bey, Ege Denizi’nde tam bir
hâkimiyet sağlamıştı, beyliğinin askerî gücünü,
iktisadî bünyesini denizlerle besliyor, aynı zamanda koca Selçuklu Türkiye’sinin de deniz cephesini İzmir Beyliği koruyordu.
Çaka Bey’den yediği darbeleri hazmedemeyen, ayrıca gücünü de bilen İmparator eğer
Çanakkale’yi ele geçirirse Bizans’ın nefes borusunu tıkamış olacağını bildiği için papa nezdinde
teşebbüslere girişti. İmparator, Selçuklular, Peçenekler ve Çaka Bey karşısında çok müşkül durumda kalınca 1091 senesinde Papa II. Urbain’e
müracaat ederek Haçlı yardımı istemiştir. Hazırlattığı seksen bin kişilik ordu ve iki yüz gemiden
oluşan koca Bizans armadasını İstanbul’dan 1094
sonbaharında hareket ettirdi. Bu arada Çaka Bey,
kızını I. Kılıçaslan’a vererek akrabalık bağı kurmuş ve ortak düşmana karşı anlaşmıştı. Ayrıca
Peçeneklerle de anlaşan Çaka Bey artık Bizans’ın
üzerine gidebilirdi. İzmir Bey’i Çaka’nın senelerdir
mücadelesinde temel tuttuğu, Çanakkale’yi ele
geçirip, Trakya’ya atlamak ve oradan İstanbul’u
zapt etmek yolundaki amacı damadı I. Kılıçaslan
tarafından da uygun görüldü. Çaka Bey üçlü sıkıştırma planı ile Bizans tam kıskaca alınıyordu,
buna göre kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden
Anadolu Selçuklu Devleti, Çanakkale yolu ile de
denizden Çaka Bey tarafından Bizans kuşatılacaktı. I. Kılıçaslan Bizanslıların taarruza geçerek
Marmara sahillerini işgale başlamaları karşısında
Çaka Bey ile müttefik olarak onlara karşı hücuma
geçti. Çaka Bey de, İzmir’den Çanakkale istikametinde ilerledi. Çaka Bey’in bu harekâtı İmparator
Aleksios Komnenos’u telaşlandırdığı gibi bu genişleme Marmara sahillerini hâkimiyeti altında
tutan I. Kılıçaslan’ı da kendi sultanlığının emniyeti
ve otoritesi açısından endişelendiriyordu.
Bizans bu kıskaçtan İmparator Aleksios
Komnenos’un siyasî oyunlarıyla kurtulmasını bilmiştir. Zira İmparator önce Balkanlardaki Kuman
Türklerini elde ederek Peçenek Türklerinin üzerine saldırtmış ve Levunion’da (29 Nisan 1091)
imha ettirmiştir. Diğer taraftan da I. Kılıçaslan ile
kayınpederi Çaka’nın arasını açmayı başarmış
ve ikisi arasındaki dayanışmayı yıkmıştır. Hatta bu konuda Aleksios’un, I. Kılıçaslan’a bir elçi
ile mektup gönderdiği ve bu mektupta Çaka’nın
kendisini sultan olarak gördüğünü ve bu seferin
Bizans üzerine değil kendisini ortadan kaldırmak
için İznik üzerine olduğu yalanlarına sığınmıştır.
Çaka Bey’in daha sonra 1093’te bir davet sırasında damadı I. Kılıçaslan tarafından öldürülmesiyle
Bizans amacına kavuşmuştur.
Sonuç
Çaka Bey’in savaş sahnesinden çekilmesinden sonra 1096 senesinde başlayıp 1272 senesine kadar devam eden Haçlı Seferleri Selçuklu
Türklerinin deniz ile olan ilişkisine iki asra yakın
büyük bir darbe indirmiştir. 1096 senesinde
Anadolu Türklüğünü ve dolayısıyla İslâm’ı hedef alan “Haçlı Seferleri”nin başlaması, Türkleri
Anadolu’nun içlerine çekilmeye mecbur bırakmış
ve hatta bu durum başkentin İznik’ten Konya’ya
nakledilmesine sebep olmuştur. XVI. yüzyılın
sonlarında İlhanlı saldırısı karşısında zayıflayan
Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra ise Batı
Anadolu’da bu devletin yıkıntıları üzerine Aydın,
Saruhan ve Karesi Beylikleri de Ege Denizi’nde
akın tipi hareketler icra ederek Çaka Bey’den yaklaşık iki asır sonra Türk denizciliğini canlandırmaya çalışmışlardır. Bu arada ardı arkası kesilmeyen
muazzam bir Haçlı istilası başlamıştır. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, Marmara ile Ege sahillerini eline geçirdiği gibi, Türk Beylikleri’ni birbirleri aleyhine kışkırtmaktan da geri kalmamıştır.
Fakat Haçlı komutanları Aleksios Komnenos’e ne
kadar teminat vermiş olurlarsa olsunlar, Haçlı belası Bizans’ın üzerine de bir kâbus gibi çökecek,
Latinler yarım yüzyıl İstanbul’u sömüreceklerdir.
Hatta Fatihin İstanbul’u fethi sırasında Ortodoks
Bizans “İstanbul’da Latin külahı görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz.” diyecektir.
Bibliyografya
Akdes Nimet Kurat, İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi Çaka
Bey (M.S. 1081-1096), Ankara, 1966.
Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1985.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye
Teşkilatı, Ankara, 1984.
View MichaelLevçenko, Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Bizans Tarihi, (Çev: Maide Selen; Yay. Hz: Yaşar Selçuk) , İstanbul, 1999.
OsmanTuran, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993.
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, C. II, İstanbul,
1979.
Raşit Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, İstanbul, 1993.
somuncubaba 47
KÜLTÜR / Müersel GÜNDOĞDU
Dünya, Meşakkat Yurdudur.
Somuncu Baba Hazretleri’nin Nasihatleri 4
“TÜM MASİYET VE KÖTÜLÜKLERDEN
UZAK DURSUNLAR.”
“Masiyet; başkaldırmak, isyan etmek, haddi aşmak, helal ve
haram sınırlarını çiğnemek, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelmek
ile günahlara dalmak anlamlarına gelir.”
İnsanoğlu, yaratıldığı andan itibaren türlü
dertlerin, ızdırabın ve cümle meşakkatlerin ana
vatanı olmaktadır.
Kimi zaman bir hastalık, bazen üst üste gelen musibetler ve çoğu zaman da hayata dair
karşılaştığımız maddî ve manevî güçlükler bizi
acının, hüznün ve masiyetlerin karanlık dünyasına iter. Bu musibetlerin etkisiyle hiç farkında
olmadan sürükleniriz derin uçurumların kenarına. Tutunacak sağlam bir ipimiz yoksa ve ruhumuza gıda olan azıklardan yeterince almamışsak, işte o zaman vay halimize.
İnsan iyilik yapmaya da meyyaldir kötü yollara sapmaya da.
Aklını, nefsini ve ruhunu iyilik talimleriyle eğiten ve iyilik yapmaya müsait hâle getiren insanlar
için hayatın akışı hep güzelliklerden, hayırdan ve
iyiliklerden yanadır. Onlar, kâinatın eşsiz yaratıcısı
olan Yüce Allah’ın buyruklarını, Sevgili Peygamberimiz (s.av.)’in tavsiyelerini ve onun izinden giden
gönül dostlarının ruha sirayet eden nasihatlerini
kendine rehber edinmiş kişilerdir.
Bir de nefsinin emirlerine ve dünyalık arzularının tahriklerine kendisini kaptırmış insanlar
vardır ki onlar için masiyet ve kötülüklere meyletmek kolay bir davranış halini almıştır.
Foto: Cemil ŞAHİN
Masiyet; başkaldırmak, isyan etmek, haddi aşmak, helal ve haram sınırlarını çiğnemek,
Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelmek ile günahlara
dalmak anlamlarına gelir. Kuran-ı Kerim’de pek
çok ayet-i kerime, insanları bu tür masiyetlerden uzak durmaları hususunda uyarır ve bunun
sonucunun çok kötü bir yer olduğunu açıkça
ifade eder. El-Mücadele Suresi 8. ve 9. ayetler
buna en güzel misaldir.
Adı geçen ayet-i kerimelerde Yüce Rabbimiz
şöyle buyurur:
“Gizli konuşmaktan men edildikten sonra yine
o yasaklananı yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber’e karşı gelmek hususunda
48 ARALIK 2015
gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana
geldikleri zaman seni, Allah’ın selamlamadığı bir
şekilde selamlıyorlar. Kendi içlerinden de: Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azap etmesi
gerekmez miydi? Derler. Cehennem onlara yeter.
Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası!
Ey inananlar! Gizli konuştuğunuz zaman, günah
işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve Peygambere karşı
gelmeyi fısıldaşmayın; iyilik yapmak ve Allah’a
karşı gelmekten sakınmayı konuşun; kıyamet
günü huzurunda toplanacağınız Allah’tan sakının.”
Bir musibet ve imtihan yurdunda olan insanoğlu için gidilecek başlıca iki yol vardır. Bunlardan birincisi, başa gelen her türlü olay karşısında sabır göstererek iyilik yolunu tutmak,
diğeri ise sonu musibet olan uçuruma doğru
yol almaktır.
Masiyet, İnsanı Küfre Sürükler
Haddi aşmak, başkaldırmak ve helal-haram
sınırlarına tecavüz etmek anlamlarını bünyesinde barındıran masiyet, nefse sükûnet ve
kalbe kalıcı ferahlık veren hayırlı işlerin aksine
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle nefsi azdıran ve kalbe geçici heyecan veren bütün
şer işleri kapsamaktadır.
Modern dünyanın bunalım ve buhranları
arasında sendeleyen insanoğluna bela ve musibetler, sadağından çıkarılıp hedefine fırlatılan
oklar gibi isabet etmektedir.
Gönül kuraklığının had safhaya ulaştığı günümüz toplumları, masiyetin çelikten dişlileri
arasında inim inim inlemekte ve ne yapsalar da
kendilerini bu şer bataklığından çıkarmakta bir
hayli zorlanmaktalar. Yüce Rabbimizin yardımı
ve buyrukları olmasaydı halimiz nice olurdu?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in yaşantısı ve bu
husustaki emirleri bize yol göstermeseydi bu
bataklıktan nereye sığınacaktık? Ve İslâm yolunun en ince hakikatlerini çağımızın idrakine
derceden gül ve gönül medeniyetimizin tabipleri olan âlimlerimizin nasihatleri olmasaydı bu
çağ yangınından nasıl korunacaktık.
somuncubaba 49
Sevgili Peygamberimiz; “Masiyet, insanı küfre
sürükler.” buyurarak çağların yüreklerini tutuşturacak en büyük yangınını işaret etmiştir.
Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han zamanında yaşamış, Anadolu’yu manevî fetih için
gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa
Kayseri’nin oğlu olan Somuncu Baba Hazretleri, arkadaşlarına ve yolundan gidenlere “Tüm
masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.”
diye nasihat buyurarak, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetini devam ettirmiştir. Şeyh
Hamid-i Veli Hazretleri’nin bu tavsiyesi, yaşadığı asrın en büyük yangınına parmak basmakla
kalmamış, gönül dostlarını çağlar boyunca bu
yangınlardan koruyacak manevi bir kalkan vazifesi de görmüştür.
Çağımızın en büyük sorunlarından birisinin
de küfür ve isyan yangınlarının bacalarımızı tutuşturması, yuvalarımızı tehdit etmesi ve toplumlarımızı zehirlemesi değil midir?
Küfür ve masiyet dalgalarının gönül denizlerimizde ortaya çıkarak fıtrat kanatlarımızı
tarumar edip kırmasının ardından bütün bu
tehlikelerden korunacak bir limanımızın olmaması ne kadar acı değil midir? İşte bu sebepledir ki Somuncu Baba Hazretleri gibi nasihat önderleri, yaşadıkları toplumların vicdanı olmakla kalmamış aynı zamanda bütün
insanlık için sığınılacak güvenli birer liman
olmuşlardır.
Dünya, İmtihan Yeridir
Hayatımızı sürdürdüğümüz dünya denen bu
büyük süslü salon, hepimiz için bir imtihan alanıdır aslında.
Değirmen gibi dönerek ömrümüzü eksilten
koca dünyanın cazibesi, sahte ışıltısı ve göz
kamaştırıcılığı, çoğu zaman ruhumuzun bütün
kıvrımlarını sararak bizim bu imtihanı kaybetmemizi ve bu cafcaflı alandan boynu bükük ve
yetim olarak ayrılmamızı sağlar. Gündelik telaş
içinde bizler çoğu zaman bu ışıltıların bir yansıma ve dünya hayatının gölge olduğunu unutur
50 ARALIK 2015
ve kendimizi geçici arzuların baş döndürücü
cazibesine kaptırırız.
İnsanoğlu, fıtratının gereği olarak pek çok
işini aceleyle yapar. Hatırına her geleni hemen
elde etmek, canının çektiğine sahip olmak ister.
Arzu ettiği şeylerin sebebini sorgulamaz, nedenini araştırmaz ve akıbetini inceden inceye pek
düşünmez. Bu aceleciliği o kadar had safhaya
varır ki insanoğlu, ahiret nimetlerini bile aceleyle bu dünyada ve hemen görmek ister. Oysa
dünyadaki bütün nimetler, ahiret nimetlerine
nazaran onun bir gölgesi hükmündedir. Lakin
burada da insanın aceleciliği devreye girer
ve başına umulmadık çoraplar örmeye başlar.
Aceleci insan, bir anda gaflete düşerek gölgeyi
asıl zannetmeye, yansımayı gerçek addetmeye
yeltenir. Bütün vaktini onu elde etmek için harcamaya başlar, onun olması için dua edip durur
ve neticede aceleci davranmasının ağır faturasını bu imtihanı kaybetmekle öder.
Yaşadığı asrın vicdanını ve gönüllerini tedavi
eden Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in 24. kuşaktan torunu olan Somuncu Baba Hazretleri’nin,
arkadaşlarına ve yolundan gidenlere “Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.” şeklindeki nasihat halesi, insanın özünü ve niyetini
temizlemeye yönelik olması açısından da çok
mühimdir.
İmam Rabbani Hazretleri; “İyiler de, kötüler
de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddıklar, masiyetten sakınır.” buyurarak, iyiliği bilerek ve bilinçle, ihlâsla, samimiyetle ve vicdanla yapmanın
insanları masiyetten kurtaracağını belirtmiştir.
Bu dünyada kulun başına gelen bela ve
musibetlerin tamamı imtihan içindir. Belaya
tahammül göstermek, insanı olabildiğince yüceltir. Paslanmaya yüz tutan ruhunu temizler,
vicdanına huzur iklimi estirir ve kalbine inşirah verir. Böyle anlarda kuşanılan sabır, sebat
ve hüsn-ü niyet ile imkânsız görünen mümkün
hâle gelir ve hiç tahmin edilemeyen bir kolaylıkla halledilir. Bu yüzdendir ki başına gelen
musibetlere sabreden bir kul, Yüce Rabbimiz
tarafından necat ile müjdelenir. Oysa sabır acı
bir meyvedir ve nefse oldukça ağır gelir, lakin
bir şifalı ilaç kadar faydalıdır.
İnsan, Üç Sabır ile Mükelleftir
Biz insanların duçar olduğu ağır belâ ve musibetlerin üzerimize yağmur gibi dökülmesinin
nice hikmetleri vardır ki, çoğu zaman onları
Yüce Allah’tan başka kimse bilemez.
Bize düşen başa gelenle dövünmek ve olana itiraz etmek değil sabır ve rıza göstermektir.
Müjdeye nail olacak olan, belalara karşı sabır
elbiselerini giyenlerdir.
Zira Yüce Rabbimiz, Bakara Suresi 155. ayette şöyle buyurmaktadır;
“And olsun, biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”
Rasûlullah Efendimiz ise bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sabır üçtür:
1- Taat üzere sabır,
2- Mâsiyetten (ictinab edip uzak kalabilmek
için) sabır,
3- Musibete karşı sabır.
de bir ibadettir. Bu durum aynı zamanda tevekkül ve kulluğun da esasıdır.
Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül Müslümanın zaruri vazifelerinden birisidir. Zira Rabbimizin Bakara
Suresi 153. ayet-i kerimede belirttiği gibi “Allah
sabredenler ile beraberdir.” Zira sabır o kadar
güzel bir haslettir ki, dinimizin emir buyurduğu
birçok fazilet ancak sabır ile kemal bulur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in yukarıdaki
hadis-i şeriflerinde ifade buyurduğu taat üzere sabır; Müslümanın Yüce Allah’ın emirlerine
itaatte devam etmesini içermektedir. Bütün
peygamberler, mürşitler ve nasihat önderleri
Rasûlullah Efendimiz’in göstermiş oldukları bu
sabır ile yüce makamlara nail olmuşlardır. Bu
yüzden her mü’min yapmış olduğu ibadetlerine
sabır ile devam etmeli ve onları asla terk etmemelidir. Masiyetten sabır ise, günah işlememe
konusunda nefisle ve şeytanla yapılan çetin
mücadeleye sebat göstermek anlamındadır.
Nice peygamber ve Allah dostları bu sınava tabi
tutulmuş ve imtihanı başarıyla geçmiştir. Efendimiz (s.a.v.)’in buyurduğu musibete karşı sabır
ise tevekkül ve teslimiyetin bir semeresidir.
Somuncu Baba Hazretleri’nin, arkadaşlarına
ve yolundan gidenlere “Tüm masiyet ve kötü-
Kim taat üzere (emirlere uyup ibadet etme hususunda) sabrederse, Allahu Teâlâ ona altı yüz
derece verir ki, her bir derece arası yerin üst sınırından (yeryüzünden) yedi tabaka altına kadardır. Kim mâsiyete sabrederse, Allahu Teâlâ ona
dokuz yüz derece verir ki, her bir derecenin arası
yerden Arş’a kadardır. Kim de musibete sabrederse ve onu Allah’tan geldiğini düşünerek güzel bir
şekilde karşılarsa, Allahu Teâlâ ona üç yüz derece
verir ki, her bir derecenin arası yer ile gök arası
kadardır.”
lüklerden uzak dursunlar.” nasihatini bu an-
Müslümanların; namaz, oruç, zekât, hac ve
tefekkür gibi ibadetlerin yerine getirilmesinde
sabır ve sebat etmelerinin dışında hastalıklara
ve musibetlere sabır ve tahammül göstermeleri
manın yegâne yollarından biri de bu nasihatle-
lamda düşünmek ve yeniden değerlendirmek
durumundayız.
Zira caddelerimizi her türlü kötülüğün sarıp
sarmaladığı, sokaklarımızda bin bir çeşit masiyetin kol gezdiği günümüzde bu nasihat, yüreklerimizi şerrin zehirli oklarından bir kalkan gibi
koruyacak ve bizlere gerçek kurtuluşun kapılarını aralayacaktır.
Çağımızın en büyük hastalıklarından kurtulre sımsıkı sarılmaktır.
Ne mutlu öğüt alanlara…
somuncubaba 51
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*
TİCARETTE BEREKETİN ANAHTARI:
Y
üce Allah, insanlara din olarak gönderdiği ilâhî sistemde bereket inancını da
öğretmiştir. Bu sebeple bütün dinlerde
olduğu gibi, İslâm’da da bereket inancı vardır.
TİCÂRÎ AHLÂK
Bütün peygamberler ümmetlerine bu inan-
“Bereket, maddî ve mânevî, hem bu dünyaya hem de
öbür dünyaya ait kazanç ve bolluğu ifade eder. Dinimize
göre, ticaret ve kazançta da bereket, mânevî artış ve bolluk
olabilir.”
olan bereket, inançla ve sâlih amelle elde edilir,
cı aşılamışlardır. Böylece de bereket, dinî ve
mânevî bir şey olmuştur. Ancak inanca dayalı
olsa da bereketin gözle görülür tarafı da vardır. Yüce Allah’ın hak eden kullarına bir ikrâmı
kalple hissedilip gözle görülür hâle de gelebilir.
Bereket, “bolluk, rahmet, uğur ve mutluluk”
demektir. Bereket, maddî ve mânevî, hem bu
dünyaya hem de öbür dünyaya ait kazanç ve
bolluğu da ifade eder. Dinimize göre, ticaret
ve kazançta da bereket denen mânevî artış ve
bolluk olabilir. Ancak bunu sadece Allah verir.
Bereket Allah’ın dürüst tüccara bir ikrâmıdır.
Bereket akılla değil ancak inançla izah edilir ve
anlaşılır. Mesela, bir âyette bu inanç ve mânevî
ikram şöyle dile getirilmiştir:
“Oysa bu toplumların insanları imana erip de
Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyor olsalardı onların önünde göğün ve yerin bolluklarını (bereket kapılarını) açardık. Ama gerçeği yalanlamaya
kalktılar ve Biz de (kendi) yapıp ettiklerinden ötürü onları kıskıvrak yakaladık.”1
52 ARALIK 2015
Âyete göre, inançlı ve sorumluluğunun bilincinde olan topluluklara gökten ve yerden bereket kapılarının açılacağı ifade edilmiştir. Müfessirler, âyette geçen “bereket” kelimesini şöyle
yorumlamışlardır: “Gökten ve yerden gelecek
bereketler, yani yağmurun yağması ve toprağın
verimli kılınmasıyla mahsul ve gelirin çoğalması, bolluk ve hayrın yaygınlaşması, böylece nimet, refah ve mutluluğun artması.”
Yine bazı âyetlerden anlaşıldığına göre, ticaretin bereketli ve bereketsiz olması mümkündür.
Nitekim bir âyette insanların bereketsiz ve kesat
ticaretten korktukları şöyle ifade edilmiştir:
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz oymak ya
da boy, kazanıp (biriktirdiğiniz) mallar, kötüye
gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşlandığınız konutlar size Allah’tan ve O’nun Elçisi’nden
ve O’nun yolunda kavga vermekten daha gönül
bağlayıcı geliyorsa, bekleyin o zaman Allah iradesini açığa vuruncaya kadar ve (bilin ki,) Allah, günaha gömülüp gitmiş bir topluluğa aslâ
hidâyet etmez.”2
Başka bir âyette ise, sağlam bir imana sahip olup dünyada iyi işler yapanların durumu
bitmez tükenmek bilmeyen bereketli ticarete
benzetilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
somuncubaba 53
“Allah’ın vahyine (şeksiz şüphesiz) uyanlar,
namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli/açık başkaları
için harcayanlar; işte ancak bunlar hiç kesintiye
uğramayacak bir kazanç umabilirler.”3
Âyetleri dikkatle okuduğumuzda bereket
inancının varlığına işaret ettiklerini görürüz.
Ayrıca imanın, dikkatli kılınan namazın ve Allah
için yapılan infâkın berekete sebep olacağını,
günah işlemenin ise berekete engel olduğunu
öğrenmiş oluruz.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına baktığımız
zaman onun da hem sözlü hadisleriyle hem de
fiilî sünnetiyle her fırsatta inananların kalbine
bereket anlayışını ve inancını yerleştirdiğini
görürüz. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.), evde
koyun beslemenin, yemeği toplu yemenin, eve
misâfir davet etmenin berekete sebep olacağını bildirmiştir. Yine evlenen birisine nasıl duâ
edilmesi gerektiğini öğretirken şöyle demiştir:
“Sizden birisi evlendiğinde ona şöyle duâ edilsin: ‘Bârekellahu leke ve bâreke aleyk/Allah evliliğini mübarek eylesin ve bereket ihsan etsin.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) toplumsal açıdan bereketi şöyle değerlendirmiştir:
“Allah bir kavme bereket murâd ettiği zaman
onları cömertlik ve iffetli olmakla rızıklandırır. Bir
kavim için de bereketin kesilmesini dilerse onların üzerine hıyânet kapısını açar.”, “Allah bir kavme kıtlık murâd ettiğinde gökten bir melek şöyle
nidâ eder: ‘Ey mide genişle! Ey göz sakın doyma
ve ey bereket ortadan kalk.”
Ticaretle ilgili bereket konusunda
ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifade buyurduğu hadislerden bazıları şöyledir:
1- “Ticarette yalan yemin, malın sürümünü sağlarsa da, kazancın bereketini yok eder.”4
2- “Alıcı ve satıcı birbirlerine doğru
söyleyip nasîhat ettikleri zaman alışverişleri bereketlenir; malın kusurunu
gizleyip yalan söyledikleri zaman ise
alış-verişlerinin bereketi kalkar.”5
3- “Mülâyim davranmak bereketi,
sert davranmak ise bereketsizliği getirir.”
4- “Sizden biri kendinde, malında
veya kardeşinde hoşuna giden bir şey
görürse bereketlenmesi için duâ etsin,
zira göz değmesi(nazar) haktır.”
5- “Sabah namazını kıldığınızda
duâya çok sarılınız ve hâcetlerinizi
talepte erken davranınız. Allah’ım!
Ümmetim için erken davranışta bulunanların işlerini bereketli kıl.”6 Yani
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu duâlarında,
54 ARALIK 2015
“Allah’ım! İşine erken çıkanın kazancını bereketli
kıl.” diye duâ etmiştir.
Bu hadislerden de anlaşıldığına göre ticarette bazı davranışlar ticaretin bereketini artırır,
bazıları ise berekete engel olur.
Şu hususa özellikle dikkat çekmek gerekir ki,
Kur’ân malın ve kazancın bereketlenmesine sebep olarak zekâtı, bereketin ortadan kalkmasına
sebep olarak da fâizi göstermiştir. Zira Kur’ân’a
göre zekâtın önemli özelliklerinden birisi geri
dönüşüm (ihlâf) sağlayarak malı artırmasıdır.
Ancak bu geri dönüşümün sağlıklı işleyebilmesi için toplum olarak zekât mükelleflerinin
görevlerini hakkıyla yerine getirmeleri gerekir.
Zira bir veya birkaç mükellefin zekâtını ödemesiyle istenen geri dönüşümün sağlanması
mümkün olmaz. Verilen zekâtlar başkalarının
iktisadî faaliyetlerde bulunmalarına yardımcı oluyorsa bundan hem zekâtı veren bireyler
hem de toplum fayda sağlayacaktır. Bir âyette
zekât yoluyla verilen kredi ile fâizli krediler karşılaştırılır ve zekâtın bereketlendirici olmasına
karşılık fâizin bereketi tüketen bir işlem olduğu
şöyle anlatılır: “Allah fâizi ondan sağlanan kazançların bereketini) tüketir, zekâtları ise artırır.”7
Şu âyette ise karşılıksız kredi (karz-ı hasen)
ve fâizli kredi karşılaştırılmaktadır: “Ve (unutmayın; başka) insanların mal varlığı sayesinde,
artsın diye fâizle verdikleriniz (size) Allah katında
bir artış sağlamaz. Oysa Allah’ın hoşnutluğunu
kazanmak için karşılıksız verdikleriniz (Allah tarafından bereketlendirilir).”8
Zekâtı ve fâizi ticarete katacakları bereket açısından bu şekilde karşılaştıran Kur’ân
zekâtın malın artmasına ve geri dönüşümüne
katkıda bulunmasına da şöyle işaret eder:
“De ki: ‘Rabb’im, kullarından dilediğine bol dilediğine az rızık verir ve başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerini daima doldurur. Çünkü O,
rızık verenlerin en hayırlısıdır.”9
Gerek misafirlikte ve gerekse kardeşlerinin
kavuştuğu bir nimeti gördüklerinde Müslüman-
lar, “Allah bereket versin.” derler. Bu ifade ve
duâ, kültürümüzde bereket anlayışının ruhlara
sinmiştir ve dille ifade ediliş tarzını ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Yüce dinimiz, bereket denen ve ancak Allah tarafından
ihsan edileceğine inandığımız mânevî artmayı
kabul etmiştir. Evet, bereketi ancak Allah verir.
Fakat insanlar da bazı güzel ve ahlâkî davranışlarıyla bereketin artmasına vesîle olurlar. Hile,
yalan, aldatma ve fâiz gibi kötü hareketleriyle
de bereketin ortadan kalkmasına yol açarlar.
Dipnot
*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
7/A’râf, 96.
9/Tevbe, 24.
35/Fâtır, 29.
Buharî-Müslim.
Buharî-Müslim.
Taberânî.
2/Bakara, 276.
30/Rûm, 39.
34/Sebe’, 39.
somuncubaba 55
TARİH / İsmail ÇOLAK
PLEVNE’DE
YAZILAN DESTAN VE
GAZİ OSMAN PAŞA
“Plevne’de Osman Paşa’nın kumandası altında savaşmış
askerden cesur bir askerin, Avrupa kıtasında bulunmadığına
eminim.’ diyen, Osmanlı Ordusu’nda görevli Avustralyalı Doktor
Binbaşı Charles S. Ryan’ın müşahedeleri bu noktada oldukça
çarpıcıdır.”
1
877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı’nın
çöküş faslına sürüklenmesinde büyük rol
oynamıştır. Bu savaşta, amansız çarpışmaların yaşandığı cephelerden biri de Plevne’dir.
Burada, Osmanlı Ordusu sonuç itibariyle mağlup
olsa da, tarihimizin destansı müdafaa şaheserlerinden birini yazmıştır. Sergilenen müdafaanın
başkahramanı mevkiinde ise “Gazi Osman Paşa”
yer almıştır. Askerî dehası ve harp sanatındaki
ustalığıyla adını savaş tarihine yazdırmayı başarmıştır. Gerek Osmanlı’da gerekse Avrupa’da örnek gösterilen komutanlardan olmuştur.
Düşmana İlk Darbe
Harbin ilanından önce İstanbul’da yapılan
toplantıda, Rusların planladıkları ileri harekâta,
Plevne-Lofça hattında toplanacak, Vidin ve Rahova’daki Osman Paşa emrindeki birliklerle
mani olunması kararlaştırılmıştı. Ruslar, stratejik
önemi büyük olan Plevne’yi ele geçirmek için
Niğbolu’dan harekete geçirdiler. Fakat Müşir Osman Paşa daha erken davrandı. Emrindeki 12 bin
kişilik kuvvetle Vidin’den bir haftalık cebrî yürüyüşle, 192 kilometrelik yolu 6 günde kat ederek
Plevne’ye vardı.
Henüz yorgunluğunu üzerinden atamayan Osmanlı Ordusu’nu şiddetli bir hücumla gafil avlamak isteyen Ruslar ve mağrur Çarları II. Aleksandr,
daha ilk hücumda Osman Paşa ve kuvvetlerinden
beklemedikleri bir darbe yediler. Binbaşı İbrahim
Edhem’in ifadesiyle Osmanlı dilâverlerinin gayret
ve savletleriyle geriye püskürtüler. Mukadderat
kitabının ilk yaprağı Osmanlılardan yana çevrildi.
Rusların ölü sayısı 3000 kadardı ve iki misli de yaralıları vardı. Osmanlı Ordusu’nun zayiatı ise 300
56 ARALIK 2015
şehit, bin küsur yaralı idi. Bu ilk darbe Rusları daldıkları gaflet uykusundan uyandırdı. İçlerindeki,
Türk korkusu yeniden depreşti.
İkinci Zafer ve Yankıları
Vidin’den gelen takviye kuvvetlerle Osman
Paşa’nın mevcudu 23 bine, top adedi 58’e ulaşmıştı. Rus Ordusu’nun kuvveti ise 50 bin asker,
184 toptan ibaretti. Osman Paşa, Plevne’nin etrafına 5 kilometre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde 6 toprak tabya yaptırarak, tahkimatı mümkün mertebe kuvvetlendirmeye çalıştı. Bu tarz, müdafaa savaşında yeni
bir çığır oluşturmuştu. General Tottleben’in sarf
ettiği şu söz, Gazi Osman Paşa’nın bu alandaki
başarısını ortaya koymuştu: “Plevne insan eliyle
yapılan en kuvvetli kaledir ve Türkler tarafından
müdafaa edilirse zaptı kolay olmayacaktır.”
Ruslar, Plevne düğümünü çözebilirlerse savaşı
da kazanacaklarına inanıyorlardı. Bütün dünyanın gözü Plevne üzerindeydi. Gazetelerin harp
muhabirleri, büyük devletlerin askeri ataşeleri
Plevne’ye gelmişti. Avrupa harp akademilerinde
ve genelkurmaylarında, Plevne’nin akıbetinin ne
olacağı tartışılıyordu. Osman Paşa’nın savunma
stratejisine yepyeni unsurlar getirdiği, daha savaşın ortalarında kabul edilmişti.
Plevne’ye ikinci Rus saldırısı 30 Temmuz
1877’de başladı. Güneşin doğuşuyla beraber
Ruslar hücuma geçti. Rusların “hurra” sedalarına
Osmanlı askerleri “Allah Allah” nidalarıyla cevap
veriyordu. Osman Paşa, gece-gündüz rahatını
ve uykusunu feda ederek askerlerinin şecaat ve
gayretlerini devamlı surette tahrik ediyor, din ve
devleti muhafaza etmenin zamanının geldiğini
somuncubaba 57
haykırıyordu. Kanlı muharebe ve şiddetli top atışları gece boyunca sürdü. Ruslar ertesi gün tekrar
hücum ettilerse de Osmanlı askerinin süngü hücumu karşısında bozguna uğradılar.
“Plevne’de Osman Paşa’nın kumandası altında
savaşmış askerden cesur bir askerin, Avrupa kıtasında bulunmadığına eminim.” diyen, Osmanlı
Ordusu’nda görevli Avustralyalı Doktor Binbaşı
Charles S. Ryan’ın müşahedeleri bu noktada oldukça çarpıcıdır: “İkinci Plevne Muharebesi Türkler için birincisinden daha büyük bir zafer olmakla
beraber, çok kanlı idi. Başkumandan Müşir Osman
Paşa’nın altında üç at vurulup öldü.”
Binbaşı İbrahim Edhem Bey’in bilhassa Rus
cephesinde yaşananlarla ilgili aktardığı şu bilgi
ve tasvirler de bir o kadar korkunç ve ürperticidir:
“İki mevzi arasındaki mesafe, insan ekilmiş tarla
şekline girip hakikaten korkunç bir manzaraydı. Kaçanların silah ve cephanesini atıp Tuna’ya
doğru kaçtıkları ve rasgeldiklerine ‘Türk geliyor
ve şiddetli vuruyor.’ sözünü söyledikleri, yaralıların iniltileri bizim ileri karakollarımız tarafından
görülmüş ve işitilmiştir. Aleksandr Hazretleri bile
arabasıyla Ziştovi Köprüsü’nden geçmeye güç vakit bulabilmiştir.”
Rusların toplam kaybı 8 bin civarındaydı. İki
buçuk misli de yaralıları vardı. Osmanlıların za-
yiatı ise 700 şehit, 1500 yaralı idi. İkinci Plevne
bozgunu, Ruslarda soğuk duş etkisi yaptı. Osman
Paşa’nın şanı bütün dünyaya yayıldı. Osmanlı
kuvvetlerini bir hamlede mahvedip Hıristiyanlık
âlemini kurtaracağını mağrur bir edayla ilan eden
Rusya ve Çar’ı rezil oldu.
Sonuç itibariyle Plevne’yi savaş muhabiri olarak takip eden, anı ve gözlemlerini harp bitince
“Tuna Nehri Akmam Diyor” isimli kitapta toplayan
Rupert Furneaux’un da çarpıcı bir şekilde ifade ettiği üzere Ruslar, ölüm acıları içerisinde kıvrandığını iddia ettikleri Avrupa’nın ‘Hasta Adamı’ndan
böğürlerine müthiş bir yumruk yemişlerdi.
Çar II. Aleksandr, çaresizlik içinde Petersburg’daki Hassa ve Kazak Alaylarını cepheye sevk
etti. Çar, Romanya Prensi I. Karol’a şu telgrafı çekmeye mecbur kaldı: “Acele Plevne’de yardımımıza
yetiş! Türkler bizi mahvediyorlar. Hıristiyanlık, davasını kaybetmek üzeredir.” Çağrıyı olumlu cevap
veren Karol’un birlikleriyle, Rus Ordusu’nun mevcudu 100 bini aştı. Rusya bütün varlığını Plevne
sırtlarına yığdı. Çar, Karol’u başkomutan tayin etti.
Osman Paşa, Tuna Cephesi’ndeki komutanlara
gönderdiği yardım çağrısına olumlu cevap alamadı. Genç yaşta mareşal olması ve gösterdiği başarılardan dolayı kıskanılıyordu. Bu yüzden, Osmanlı Ordusu’nun mevcudu 30 binde kaldı. Rusların
432 topuna karşılık Osmanlıların 58 topu vardı.
Ruslar 3. taarruz günü olarak Çar’ın doğum günü
olan 31 Ağustos’u seçmişlerdi.
Üçüncü Zafer ve Dize Gelen Çar
Ruslar 22 Ağustos’ta Plevne’yi üç taraftan kuşattılar. Osman Paşa’nın emrindeki kuvvetler oldukça yorgun durumdaydı; erzak ve mühimmatları azalmıştı ve dışarıdan yardım alma imkânları
hayli zordu. Rus Çarı, Osmanlı Ordusu’ndan kat
kat fazla ordusu, bol mühimmat ve silahıyla hücum emri verdi. Çar dışında Veliaht Grandük Nikola, Romanya Prensi I. Karol ve tanınmış birçok Rus
generali de ordudaydı. Rus topçuları gece-gündüz
Plevne’yi dövdü. Sadece 7-11 Eylül arasında atılan top mermisi 30 bindi. Ruslar ölmüş askerlerden siperler yapıyorlardı. Osmanlı Ordusu, misli
görülmemiş bir direniş gösterdi. Kendisinden en
az üç kat kalabalık düşmanı üçüncü defa hezimete uğrattı. Çar’a doğum günü hediyesi sunma
çabası, Rus komutandan gelen raporla akamete
uğradı: “Fevkalade çabaladım ise de kusur ben de
olmayıp, burada Allah, Türklere yardım etti.”
Savaş muhabiri Rupert Furneaux’un veciz ifadesiyle dev bir orak şeklindeki Türk hatları, Rusları kelimenin tam anlamıyla biçmişti: “Böyle bir taarruzu ne gördüm, ne işittim, ne de askerî tarihte
okudum. Rus mağlubiyeti, Avrupa’da ve dünyada
bomba gibi patladı.” Rusların zayiatı 3 general,
350 subay, 15200 askerdi. Türklerinki ise, şehit
ve yaralılarla birlikte 3500 civarındaydı.
Bütün dünya, Plevne’deki Osmanlı kahramanlığı karşısında bir kez daha hayran kaldı. İslâm
âleminde Plevne gazileri için dualar okundu.
Üçüncü Plevne Zaferi üzerine Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül’de Müşir Osman Paşa’yı “Gazi” unvanıyla taltif etti.
Büyük Abluka
Ruslar, Osman Paşa’yı yenemeyeceklerini ve
Plevne’yi taarruzla alamayacaklarını nihayet anlamışlardı. Ordunun kurmaylarında, Plevne’yi
hücumla değil de kuşatmayla alma görüşü galip
geldi. Kuşatma öncesinde, Osmanlı Ordusu’nu aç-
58 ARALIK 2015
lıktan teslime zorlamak maksadıyla yardım ve haberleşme yollarını kesmek için harekete geçtiler.
15 Eylül’de Plevne-Sofya hattını işgal ettiler. 24
Ekim’de de Plevne-Orhaniye telgraf hattını kestiler. Orhaniye yolunun kesilmesi Osman Paşa’yı
zor duruma düşürdü. Zira burası Osmanlı Ordusu
için nefes borusundan farksızdı. Ayrıca orduda
dizanteri, kolera ve tifo endişe verici boyutlarda
çoğalıyordu. 28 Ekimde General Gurko, 35 bin
kişilik bir kuvvetle Sofya-Plevne yolunu kapattı.
Böylece Ruslar 100 bin piyade, 5 süvari tümeni,
608 top ve 35 bin takviye Romen kolordusuyla,48 kilometrelik bir çember oluşturarak kuşatmayı başlattılar.
Grandük Nikola, 30 Ekim’de Osman Paşa’ya
teslim olması için mektup gönderdi. Gazi Osman
Paşa, 12 Kasım’da gönderdiği cevabî mektupta,
din, vatan, millet ve devlet için henüz her şeyi
yapmadıklarını vurgulayarak teslim teklifini reddetti.
Kasım sonu Aralık başında Plevne’de açlık had
safhaya varmıştı. Yaralılar için ilaç, sargı bezi ve
diğer sıhhi malzemeler bulunamaz olmuştu. Rupert Furneaux’un temas ettiğine göre ölülerin
gömleklerinden sargı bezi kesiliyordu. Veba gibi
salgın hastalıklar kapıdaydı. 22 Kasım itibariyle
buğday tamamen tükenmiş, birkaç günlük erzak
kalmıştı. Hayvan yemi sıkıntısı da baş göstermişti.
Silah ve cephane azalmış, mermiler sayı ile kullanılır duruma gelmişti. Üstelik kış da kapıya dayanmıştı ve Balkanlar soğuklarıyla meşhurdu.
Gazi Osman Paşa kuşatma çemberini yarıp
Sofya’ya ulaşmak arzusundaydı; ona göre bu son
çareydi. Orası henüz Türklerin elindeydi ve kuvvetleri birleştirmek mümkün olabilirdi. 30 Kasım-1 Aralık gecesi bütün tümen ve alay kumandanlarını, kurmay başkanlarını karargâhına davet
etti. Durumu bütün açıklığıyla müzakere etti ve
görüşlerini aldı. Toplantıdan, yarma ve çıkış hareketi yapılması kararı çıktı. Hareket günü olarak
10 Aralık Pazartesi günü belirlendi. Plevne’nin
Müslüman ahalisi de Osmanlı ordusuyla birlikte
şehirden ayrılmaya karar verdiler. Zira Ruslar ve
Bulgarların zulüm ve katliamına maruz kalmaktan
somuncubaba 59
endişe ediyorlardı.600 kadar ailenin, 300 arabalık bir kafile teşkil ederek orduyu takip etmesine
karar verildi.
Son Hamle: Kuşatmayı Yarma
Gazi Osman Paşa, Plevne’den çıkış başlarken
ordusunu ikiye ayırdı. Ardından askerlerini topladı ve onlara son kez seslendi: “Asker evlatlarım! Allah’ın inayetiyle son hamlemizi yapacağız.
Bugün Zilhicce ayı içindeyiz. Bütün âlem-i İslâm
kurban kanı akıtmaktadır. Burada bizim kesilecek
kurbanımız yoktur. Biz de düşman kanı dökelim.
Allah yardımcımız olsun!” Aç, bî-ilaç, yorgun ve
uykusuz vaziyetteki askerler, kumandanlarının
bu yüreklendirici konuşmasından sonra yeniden
canlandılar.
9-10 Aralık gecesi saat 3’te Gazi Osman
Paşa’nın komuta ettiği birinci grup yarma hareketine başladı. Paşa, sabah saat 10’da Vidin Irmağını geçti ve daha önceden tespit edilen toplanma
yerine geldi. İkinci grup da hareket etti. Tam yarısı
Vidin’i geçiyordu ki, beklenmedik bir gelişme yaşandı. Osman Paşa’nın teşebbüsünden haberdar
olan Ruslar, sol taraftan yoğun topçu ateşine başladılar. Karşılıklı top atışları altında kanlı ve şiddetli bir çarpışma gerçekleşti. Osmanlı birlikleri
2500 şehit, 3500 yaralı verdi.
Bu sırada Osman Paşa’nın atı vuruldu; kendisi
de sol dizinden yaralandı ve düştü. Kumandanlarının düştüğünü gören askerlerin maneviyatı
birden sarsıldı. Çünkü kumandanlarının, adeta
demirden bir kale gibi heybet, metanet ve cesaretle dikilmesi sayesinde ayakta duruyorlardı. Artık Plevne için hiçbir ümit kalmamıştı. Gazi Osman
Paşa, istemeden teslim olmaya razı oldu.
İstenmeyen Teslim
“Yaralı Mareşal”, Ruslara, teslim olacağını bildirdi. Belinden kılıcını çıkarıp General Ganetsky’ye
teslim etti. Fakat Başkomutan Grandük Nikola,
“kılıcını ondan daha iyi kullanacak kimse olmayacağı” için büyük bir hürmetle iade etti ve Paşaya
iltifat etti: “Rus Ordusu ve Çarı adına kahraman
düşmanımızı selamlamaktan şeref duyarım! Tari-
60 ARALIK 2015
hin en muhteşem destanlarından birini yazdınız.
Benim esirim değil, misafirimsiniz. Kılıcını sana
geri veriyorum. Senin gibi cesur, gayretli ve dirayet sahibi bir kumandanla savaştığımız için kendimi mesut sayıyorum.”
Gazi Osman Paşa, 10 Aralık akşamı Plevne’ye
götürüldü. Grandük Nikola ve Romanya Prensi
Karol tarafından karşılandı. Rus subayları Osman
Paşa’yı “Bravo” nidalarıyla selamladılar. Paşa, 12
Aralık’ta Çar’ın huzuruna çıkarıldı. Çar, Gazi Paşa’yı
saygıyla karşıladı; esir değil, misafir muamelesi
uyguladı. Paşa’ya şöyle hitap etti: “Güzel müdafaanızdan dolayı sizi tebrik ederim. Bu, askerî tarihin en güzel hadiselerinden biri olmuştur.”
Plevne Müdafaası, 4 ay 23 gün sürdü. Gazi
Osman Paşa ile birlikte 40 bin piyade, 1200 süvari, 2128 subay ve 10 paşa esir düştü. Osman
Paşa üç ay esir kaldıktan sonra 13 Mart 1877’de
İstanbul’a döndü. Padişah II. Abdülhamid, Paşa’ya
büyük iltifatta bulundu ve “Gel benim kahraman Osman’ım! Berhudar ol! Sen benim yüzümü
ağarttın, iki cihanda yüzün ak olsun!” sözleriyle
karşıladı.
Osmanlı
Ordusu,
uzun
zamandandır
Niğbolu’yu, Çaldıran’ı, Ridaniye’yi, Mohaç’ı andıran böyle destansı bir zafer kazanmaya hasretti.
Gazi Osman Paşa efsaneleşti, savaş tarihine adını
altın harflerle yazdırdı. Kazandığı zafer, tarihimizin şeref tabloları içerisinde yerini aldı. Milletimi-
Gül
Açmışlar bahçede, bağda
Ak gül ile kırmızı gül.
Onlar olmuş sarmaş dolaş
Ak gül ile kırmızı gül.
Kalbe doğru akışıyor
Göğse taksan yakışıyor
İki âşık bakışıyor
Ak gül ile kırmızı gül.
İkisi de ayrı güzel
Rabb’im yaratmıştır özel
O solsa da olmaz gazel
Ak gül ile kırmızı gül.
Biri beyaz diğeri al
Bir yönü var o da kutsal
Koruyanı dikenli dal
Ak gül ile kırmızı gül.
Gözet onu sollu/sağlı
Bir birine aşkla bağlı
Medenîdir olmaz dağlı
Ak gül ile kırmızı gül…
Hanifi KARA
zin kalbinde ve hafızasında silinmez bir iz bıraktı.
Kaynaklar:
İbrahim Edhem, Plevne Hatıraları, İstanbul, 1979.
William von Herbert, The Defence of Plevna1877, Ankara, 1990,
Ministry of Culture Publications.
Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor, Çeviren: Şeniz-Derin
Türkömer, İstanbul, 1999.
Charles Ryan, Plevne ve Erzurum’da 1877/1878 Türk-Rus Harbi,
Çeviren: A. Rıza Seyfioğlu, İstanbul, 1962.
Ali Fuad, Musavver 1293-1294 Osmanlı-Rus Seferi, İstanbul, c.3,
1326/1910.
Metin Hülagu, Yaralı Mareşal, İstanbul, 2006.
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1983, c. 7, 12.
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.8, Ankara, 1988.
Mahmud Kirazlı, Ali Hüsrevoğlu, Plevne Müdafaası ve Gazi Osman
Paşa, İstanbul, 1982.
somuncubaba 61
EDEBİYAT / Vedat Ali TOK
KEREM SAHİBİ
ALLAH’A KUL OLMAK
Ne Süleyman’a esîriz ne Selim’in kuluyuz
Kimse bilmez bizi bir Şâh-ı Kerîm’in kuluyuz
Hayretî
(Ne Süleyman’a esiriz, ne Selim’in kuluyuz.
Kimse bilmez bizi, biz bir kerem sahibinin kuluyuz.)
1
6. yy. Divan şairlerinden Hayretî, Yavuz
Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman
zamanlarında yaşamış bir şairdir. Adının fazla duyulmaması Fuzûlî, Bâkî ve Zâtî gibi
güçlü şairlerin zamanında yaşamış olduğu için
onların gölgesinde kalmış olmasındandır, yoksa
Hayretî de Divan edebiyatının müstesna şairlerindendir.
Yukarıya aldığımız beyitte şair, kendisinin
hiçbir kimseye kul köle olmadığını söylüyor ve
insanın ancak kerem sahibi Allah’a kul olması
gerektiğine işaret ediyor. Öyle ya Allah’tan başkasına kul olmayı karakter hâline getirenler çıkar ilişkisi içinde olduğu, kuvvetli gördüğü kim
varsa ona şu veya bu şekilde kul olmaktadır. Bu
ise büyük bir karakter zaafıdır.
62 ARALIK 2015
Bazı şairler vardır, yaşadıkları ile yazdıkları
birebir örtüşür. İşte Hayretî de bunlardan biridir. İki kudretli ve cömert padişahın devr-i saltanatında bulunmuş. Özellikle Kanunî devrinde
şairler ve diğer sanatkârlar saraydan büyük himaye gördükleri için tabiri caiz ise çoğu padişaha, vezirlere toz kondurmamış onların tenkid
edilmesi gereken yönlerini bile üstün bir meziyet gibi göstermişlerdir. Hayretî’nin tabiriyle
onlara kul köle olmuşlardır. Hayretî, haysiyetli bir insanın kulluğu ancak ve yalnız Allah’a
gösterilmesi gerektiğine inanmakla kalmamış
herkesin duyabileceği şekilde şiiriyle de ilan
etmiştir. Fakat Kanunî döneminde saraya yakınlığı ile bilinen Hayretî’nin hemşehrisi Hayâlî
Bey ki o da güçlü bir şairdir, Hayretî’yi bilerek
ve isteyerek İbrahim Paşa’nın gazabına uğratmış, onun devletten alacağı bir miktar caizeyi
de kestirmişti.
Gam-ı dünyadan el yumak dilersen Hayretî cehd it
Gözün yaşı gibi yüz üzre var Vardar’a azm eyle
(Ey Hayretî, dünya gamından uzaklaşmak
Rivayete göre, İbrahim Paşa çok güvendiği
ve itibar gösterdiği Hayâlî’ye der ki:
istersen çalış, gözünün yaşı gibi yüz üzerin-
- Hayâlî, hemşehrin Hayretî’yi bilir misin?
Geçenlerde bize bir kaside sundu. Hoşça bir
şaire benzer.
Vardar’a gider.
Hayâlî Bey durumu fark eder ve Hayretî’nin
gözden düşürülmesi için ustaca bir manevra
yapar ve şöyle bir cevap verir:
- Bilirim Paşam. Cesurdur. Ne padişah huzurunu ve ne de paşalara yakınlaşmayı arzular. İstiğna sahibidir. Hatta bu konuyla ilgili bir gazel
söylemiştir. Öyle kuvvetli bir matla’ı (gazelin ilk
beyti) vardır ki ona nazîre bile diyemedim.
Hayâlî bu sözlerle güya şaire hayranlığını
belirtmek ister, ama altta yatan sebep tabii ki
farklıdır. Hayâlî bunları söyleyince Paşa meraklanır ve hemen o beytin söylenmesini ister.
Hayalî’nin istediği de zaten o ilk beyti paşanın, padişahın kulağına eriştirmek ki böylece
Hayretî gözden düşsün. Nitekim beyti söyler:
Ne Süleyman’a esîriz ne Selim’in kuluyuz
Kimse bilmez bizi bir şâh-ı Kerîm’in kuluyuz
İbrahim Paşa sinirlenir bir yandan da korkar
ve Hayretî için düşündüklerinden vazgeçer. Böyle bir şiirin sahibine büyük bir bahşiş verilemezdi; çünkü şiirin sultan tarafından duyulması demek, felâketin diğer adı olurdu. Zira burada ismi
geçen “Süleyman” ile Kanunî’ye, “Selim” ile de
Kanunî’nin babası Yavuz’a telmihte bulunulmakta idi. İbrahim Paşa yine de kendisine sunulan
kasideyi karşılıksız bırakmak istemez; Hayretî’ye
çok düşük miktarda bir timar verilmesini emreder. Hayretî, takdir edilen bu timarı reddedip:
den var, Vardar’a git.) diyerek, çeker memleketi
Hayretî, Fuzûlî’nin meşhur Su Kaside’sine
aynı kafiye ve redifle yazdığı ve
Gönlünü benzer ki akıtmış durur bir yâre su
Şevkden kendin yire urup yürür bî-çâre su
(Bîçâre su, öyle görünüyor ki gönlünü bir
sevgiliye vermiş, ona ulaşma isteğinden kendini yere vurmuş, yürür durur.)
beyti ile başlayan gazeli ile dikkat çeken bir şairimizdir.
Sağlam bir İslâm inancına sahip olan şair bir
beytinde kulun dünyaya geliş sebebini şöyle
izah eder:
Hudâ’yı bilmek içün gelmişüz dünyâya
Aceb mi cehdümüz olursa zikr-i Mevlâ’ya
(Dünyaya
Allah’ı
bilmek
için
gelmişiz,
Mevlâ’yı zikretmeye çalışmakta şaşılacak ne
var?)
Nitekim bir başka şiirinde de şair, temiz ve
samimi bir kalp ile inanarak şehadeti zikredenlerin Allah’a kulluk sözleşmesini ikrar edeceği
için yüce makama ereceklerini söyler.
İrişdirür bizi âhir makâm-ı a’lâya
Kemâl-i eşhedü en lâ-ilâhe illa’llâh
(Eşhedü en lâ-ilâhe illa’llâh zikrinde olmak,
sonunda bizi mutlaka yüce makama eriştirecektir.)
somuncubaba 63
KÜLTÜR / Fatih ERKOÇOĞLU*
KISA MISIR TARİHİ
VE KAYNAKLARI
“Ümmü’d-Dünya olarak anılan Mısır, Nil Nehri’nin varlığı ile elde
ettiği zenginlik sayesinde cazibe bölgesi hâline gelmiştir. Nil Nehri
bölgede ‘Mısır Medeniyeti’ olarak adlandırılan büyük bir medeniyetin
oluşumunda katkı sunacaktır. Dünya harikalarından sayılan
piramitler kadim Mısır uygarlığı tarafından burada inşa edilmiştir.
Kurân-ı Kerim’de zikredilen Hz. Yûsuf ve Hz. Musa kıssalarında bu
coğrafyaya önemli atıflarda bulunulmaktadır.”
64 ARALIK 2015
Ü
mmü’d-Dünya olarak anılan Mısır, Nil
Nehri’nin varlığı ile elde ettiği zenginlik
sayesinde cazibe bölgesi hâline gelmiştir. Nil Nehri bölgede ‘Mısır Medeniyeti’ olarak
adlandırılan büyük bir medeniyetin oluşumunda
katkı sunacaktır. Dünya harikalarından sayılan
piramitler kadim Mısır uygarlığı tarafından burada inşa edilmiştir. Kurân-ı Kerim’de zikredilen
Hz. Yûsuf ve Hz. Musa kıssalarında bu coğrafyaya önemli atıflarda bulunulmaktadır. Bu mümbit
ülke zaman içerisinde büyük devletlerin iştahını
kabartmış ve birçok fatihin uğrak yeri olmuştur,
Makedonyalı İskender, Roma ve Acemlerin istilaları bunlardan sadece birkaç tanesidir.
İslâm’ın girişi ise 18-21/639-641 yılları arasında Hz. Ömer’in bilahare bölge valisi olacak
olan Amr b. As’ın eliyle olacaktır. 21-38/641658 yılları arasında ilk halifelerin valileri, 38-
132/658-750 yılları arasında Emevî valileri,
132-254/750-868 yılları arasında Abbâsî valileri, 254-292/868-905 yılları arasında Tolunoğulları, 292-323/905-935 yılları arasında tekrar
Abbâsî valileri, 323-358/935-969 yılları arasında İhşidîler, 358-567/968-1171 yılları arasında Fâtimîler, 567-648/1171-1250 Eyyûbîler,
648-792/1250-1390 Türk Memlükleri (Bahrî),
792-923/1390-1517 Çerkes Memlükleri (Burcî),
1517’den itibaren ise Mısır’a Osmanlılar hâkim
oldular ve böylece halifelik Türklere geçti.
1798 tarihinde Napolyon işgal etti. 1805’te
vali olan Mehmed Ali Paşa bölgede bağımsız
hareket etmiş ve Osmanlı üzerine yürümüştü.
1841’de Kavalalılar Hanedanı tarafından yönetilecek olan iç işlerinden serbest dış işlerinde
Osmanlı’ya bağlı Mısır Hidivliği kuruldu. 1882de
bu sefer İngilizler Mısır’ı işgal ettiler. Osmanlı Mı-
somuncubaba 65
sır’daki haklarından vazgeçmedi, fakat 1914 yılına gelince I. Dünya Savaşı’nda İngilizler, Mısır’ı
ilhak ettiklerini duyurdular.
1922 yılına kadar Mısır’a hâkim olacak olan
İngilizler, 1922 yılında Mısır Sultanlığı, Birleşik
Krallık’tan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan
etti. 1936 yılında Anglo-Egyptian Antlaşması’yla
Fuad kral olmuş daha sonra da oğlu Faruk geçmiştir (1937-1952). 1952’de General Necip’in
darbesi ile Kral Faruk tahttan çekilmiş, 1953’de
de Necip Cumhurbaşkanlığı’ndan uzaklaştırılmıştır. 1954’de Binbaşı Nâsır idareyi ele almış
1970’de ani ölümüyle yerine Enver Sadat onun
da 1981 yılında öldürülmesiyle Hüsnü Mübârek
geçmiştir. 1958-1961 yılları arasında Mısır, Suriye ile birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti adını
aldı.
Yasemin devrimi ile birlikte Mısır’da devam
eden halkı mevcut yönetime karşı seferber olmaya çağıran sokak gösterileri, protestolar ve
sivil itaatsizlikler vuku buldu. 11 Şubat 2011’de
Hüsnü Mübarek gösteriler nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Yerine ise Müslüman Kardeşler örgütüne bağlılığıyla bilinen Muhammed
Mürsî geçti. Böylece Mursî % 51.73 oy alarak
ülkenin 5. Cumhurbaşkanı oldu. Onun başkanlığında ülkenin ekonomik durumu iyiye gitmedi
ve 2013 tarihinde Genelkurmay Başkanı Abdülfettah es-Sîsî komutasındaki ordu yönetime el
koydu. Halen darbe yönetimi tarafından idare
edilen Mısır’ın ekonomisi her geçen gün kötüye
gitmektedir.
Bu kısa tarihinden sonra Mısır’ın siyasî, ekonomik ve sosya-kültürel tarihinin muhtelif
dönemlerde derinlemesine ele alındığı ‘Mısır
Tarihi’nin kaynaklarının bir kısmını burada zikretmek istiyoruz. İslâm’ın ilk yıllarından itibaren
Mısır’da belki de başka hiçbir bölgeye nasip olmayacak şekilde bir kısım eserlerin telif edildiği görülmektedir. Bu durum Mısır’ın neredeyse
kesintisiz bir şekilde yüzyıllar boyunca tarihi,
coğrafyası ve kültürünün yazılı olarak günümüze
ulaşmasında büyük katkı sağlamıştır.
Mısır hakkında bilgi sahibi olduğumuz kaynaklara gelince;
İlk dönem tarihçilerinden Fustat’lı İbn Abdilhakem (ö. 871) Mısır’ın fethi ile ilgili meşhur eseri Futûhu Mısır ve Ahbârahâ’sında dönemle ilgili
önemli bilgilere yer vermektedir. Mısır’da ilk olarak bağımsız bir devlet kuran Tolunoğulları tarihine ait en eski vesika da, 945 yılında vefat eden
Ahmed b. Yusuf tarafından yazılmıştır. İskenderiyeli Said el-Batrik (ö. 939)’in Nazmu’l-Cevher
adlı kroniği ile 957 yılında Kahire’de vefat eden
el-Mes’ûdî’nin Murûcu’z-Zeheb ve Maâdini’lCevher adlı eserinde de Mısır’la ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Yaşadığı dönemle ilgili son
derece önemli bilgiler veren el-Kindî’nin (ö. 961)
Kitâbu’l-Vülât ve Kitâbu’l-Kudât’ı, Fustat doğumlu el-Musabbihî (976-1029)’nin çok ciltli Mısır
tarihi ile ilgili Ahbâru Mısır ve Fadâiluhâ adlı eseri (bu eserin yazık ki günümüze kadar sadece kırkıncı cildi ulaşabilmiştir.), Selahaddin Eyyûbî dönemi devlet arşivlerinin yer aldığı el-Memmâtî
(ö. 1209)’nin Kavânînu’d-Devâvîn isimli eseri,
1364 Kahire doğumlu Makrizî’nin topoğrafik ve
tarihî eseri el-Mevâ’iz ve’l-İ’tibâr fî Zikri’l-Hıtat
ve’l-Asâr’ı (Makrizî’nin bu çalışmasında selefi elAvhâdî’nin eserinin büyük bir bölümünü kopye
ettiği anlaşılmıştır.), bölge ile ilgili önemli eserlerdir. Yine Makrizî’nin Fâtîmîler tarihi ile ilgili
Ittı’âzu’l-Hunefâ’ bi-Ahbâri’l-Eimme ve’l-Hulefâ
ve Memlükler ile de es-Sulûk li-Ma’rifeti’l-Mülûk
adlı çalışmaları bulunmaktadır.
1334 yılında Kahire’de doğan İbnü’l-Furât’ın
İslâm tarihinin hepsini içine almayı planladığı (14. yüzyıldan başlayıp geriye doğru çalışarak 10. yüzyıla kadar ulaşmış, fakat 1405’de
66 ARALIK 2015
somuncubaba 67
ölümüyle yarıda kalmıştır.) eseri, İbn Dukmâk
(1350-1406)’ın Nüzhetü’l-Enâm adlı Mısır tarihine ait eseri ile Sultan Berkûk (ö. 1398)’un talebi ile 1402 yılına kadar Mısır’da görev yapan
idarecilerin ele alındığı el-Cevheri’s-Semîn’i ve
yine Kahire ve İskenderiye’nin de dâhil edildiği
on büyük İslâm şehrinin tasvirlerinin yer aldığı
ed-Durretü’l-Mudî’a adlı eserler önemli bilgileri
içermektedir. Makrizî’nin talebesi İbn Tağriberdî
(1411-1469)’nin İslâm fetihlerinden 1453’e
kadar Mısır tarihi hakkındaki meşhur eseri enNucûmu’z-Zâhira fî Mulûk Mısr ve’l-Kâhire’si Mısır hakkında yazılmış bir başka önemli eserdir.
miştir. Suyûtî’nin talebesi Ebû’l-Berekât Muhammed b. Iyâs (1448-1524)’ın telif ettiği Bedâiu’zZuhûr fî Vekâiu’d-Dühûr ve Mısır’ın kosmoğrafisinin yer aldığı Neshü’l-Ezhar adlı eserleri de
burada zikredeceğimiz eserlerdendir.
Mısır’ın Nil Nehri üzerindeki Asyut
Kasabası’nda dünyaya gelen Celaleddin esSuyûtî (ö. 1505) de Hüsnü’l-Muhâdara fî Ahbâri
Mısr ve’l-Kâhire adlı Mısır’la ilgili bir eser telif et-
1672-1680 yılları arasında Mısır, Sudan ve
Kuzey Habeşistan’ı gezen meşhur seyyahımız
Evliya Çelebi de bölge hakkında sahip olduğu
bilgileri eserinin onuncu cildinde yer vermekte-
1517 yılında Osmanlıların idaresine giren
Mısır’a -ilki 1568’de ikincisi ise 1599 yılında- iki
defa yolcukta bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî,
Osmanlı hâkimiyeti altındaki Mısır ve Kahire’deki yaşam hakkında gözlemlerini ve sosyal ve
ekonomik bir takım değerlendirmelerini aktardığı Hâlâtu’l-Kâhire mine’l-Âdâti’z-Zâhire isimli
eserinin telif etmiştir.
dir. 1812’de ölen eş-Şarkâvî, Napolyon’un Mısır
seferini içeren bir kitap yazdı. Abdurrahman elCebertî (1753-1822) ise klasik Arap literatürünün son büyük çalışması olarak addedilen ve 18.
yüzyılın sonları ve 19. yüzyılların başlarının çok
önemli tarihi olan Acâibu’l-Âsâr adlı eserini telif
etti.
Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle birlikte (1798)
yanında götürdüğü 160’dan fazla bilim adamı 1809-1822 yılları arasında Description de
L’Egypte adıyla (bu eser Vasf-ı Mısır olarak
Arapça’ya çevrildi) Mısır’ın arkolojisi, topografisi
ve tabiat tarihini inceleyen önemli bir eser kaleme aldı.
Fransız işgalini (1798-1801) konu alan
Mazharatu’t-Takdîs bi-Zihâbi Devleti’l-Fransis
isimli çalışması da bu dönemle ilgili önem-
li bir eser olup III. Selim’e sunuldu. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi tarafından bu eserin
Türkçe’ye tercümesi 1807 yılında tamamlanmış
ve Tarih-i Mısır adıyla da yayınlanmıştır (İstanbul
1282/1866-67).
Önemli ve değişik resmî görevlerden bulunan
Ali Paşa el-Mübârek’in (1823-1893) Makrizî’nin
eserine zeyl yapmaya niyet ederek telif ettiği
eseri Hıtatu’l-Cedîdesi 1888’de Bulak’ta 20 cilt
halinde basılmış olup Mısır tarihi için önemli bir
başucu eseridir.
Son olarak burada zikretmek istediğimiz çalışma ise yıllar önce tanıtımını yaptığımız Bandırmalızâde Mehmed Muhsin Bey (ö.
1906)’in h. 1312 yılında el-Fellâh Ceridesi Matbaasında basılan Afrika Delîli isimli eseridir. Eser,
her ne kadar genel Afrika tarihine dair bir çalışma gibi görülse de, özellikle de Osmanlı dönemi
Mısır tarihi hakkında oldukça teferruatlı bilgileri
ihtiva etmektedir. Müellif eserinde tarih ve coğrafya kitapları, atlaslar, sevkiyat kayıtlarını (72
adet) kullandığı gibi özellikle de Sudan’da görev
yapan eski memurların kendisine aktardıklarını
da eserine dâhil etmiştir. Ayrıca yazar çalışmasında kendi gözlemlerine de yer vermiştir.
Kısaca Mısır’ın siyasi tarihine ve Mısır hakkında kitaplar kaleme alan yazarların zikrettiğimiz
bu çalışmalarının, İslâm kültür ve medeniyetinde önemli bir yere sahip olan Mısır’ın tarihi,
sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamının bütün
evrelerini kesintisiz bir şekilde ele almaları açısından yegâne kaynaklar olduğunu belirtmemiz
gerekmektedir. Büyük kısmının Arapça olarak
yazıldığı bu eserler içerisinde bilhassa Osmanlı
dönemlerine ait Türk diliyle yazılmış çalışmaların da olması, atalarımızın bu coğrafyaya olan
büyük ilgi ve dikkatlerini göstermesi bakımından önemlidir. Arzu edenler detaylı bilgiler için
kütüphanelerimizin tozlu raflarında bulunan bu
kitaplara müracaat edebilirler.
Dipnot
*Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU
68 ARALIK 2015
somuncubaba 69
EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK
MEHMET AKİF’İN
MISIR YILLARI
2
7 Aralık 1936’de vefat eden istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u 79. aramızdan
ayrılışının yılında bir kez daha rahmetle
anıyoruz. O, milleti için soylu mücadelelerle
geçen 63 yıllık bir ömür sürdü. Bu 63 yılın yaklaşık 10.5 yılı Mısır’da geçti. “Canı cananı bütün
varımı alsın da Hüda/ Etmesin tek vatanımdan
beni dünyada cüda” diye niyazda bulunan bir
şairin bu kadar uzun süre ülkesinden ayrı kalması elbette önemli bir hadisedir. Bu sebeple
onun neden Mısır’a gittiği ve burada neler yaptığı, hangi psikoloji içinde yaşadığı önem arz
etmektedir.
Mısır’a Neden Gitti?
“Akif’in Mısır’a ilk seyahatleri, bir gezi mahiyetindendir. Son
gelişinden öncekiler ise daha uzun süreli kalışları ifade eder.
Ama bunlarda da misafir hükmündedir. Son gelişinde ise ilk iki
yıl yine Abbas Halim Paşa’nın köşkünde misafir edilir.”
Mısır’da Mehmet Akif
Mehmet Akif için Mısır bilmediği bir coğrafya değildir. Son gidişinden önce de muhtelif
zamanlarda Mısır’a gitmişti. Onun ilk Mısır seyahati 1. Dünya Savaşı’ndan önce 1914 OcakMart ayında gerçekleşir. Akif’in ikinci Mısır seyahati ise 1915 yılının Mayıs-Ekim aylarında
olur. Resmî bir vazife gereği Necid Şeyhi’yle
görüşmek için yaptığı bu seyahatte de Necid ve
Medine’ye giderken Mısır’a da uğramıştır.
Akif’in Mısır’a ilk seyahatleri, bir gezi mahiyetindendir. Son gelişinden öncekiler ise daha
uzun süreli kalışları ifade eder. Ama bunlarda
da misafir hükmündedir. Son gelişinde ise ilk
iki yıl yine Abbas Halim Paşa’nın köşkünde misafir edilir. Daha sonra ise Hilvan’da (Hâlvan)
kiralık bir eve yerleşir. Eşini ve iki oğlunu buraya getirerek Mısır’dan ayrılana kadar bu evde
yaşar.
Bu seyahati 1923 Ekim’inde Abbas Halim
Paşa’nın daveti üzerine yaptığı üçüncü Mısır
seyahati takip eder. İlk seyahatleri kısa sürmüştür ama Mısır’da bu defa daha uzun süre
kalır. Ve İstanbul’a 1924’ün bahar aylarında
döner. Mesela burada bitmez ve 1924 sonbaharında Mısır’a tekrar gider ve yine 1925 yılının
bahar aylarında döner. Ama İstanbul’dan yine
hayal kırıklığı ile ayrılmak zorunda kalır. 1925
Eylül/Ekim ayında bir daha dönmemek üzere
İstanbul’da ayrılır ve tekrar Mısır’a gider.
Gerek önceki gelişlerinde gerekse bu son
gelişinde Mısır’ı neredeyse adım adım gezme
imkânı bulur. Özellikle de Kahire’nin her tarafını gezer. Ezher Üniversitesi, tarihî Tolunoğlu
Mescidi, Tahrir Meydanı, Revak-ı Etrak, bir Osmanlı eseri olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii, Han Halili Çarşısı ve Mısır’a hayat veren
Nil Nehri kıyılarında uzun gezintiler yapar. İlim
adamlarını ve buradaki Türkleri ziyaret eder.
Fakat bu durum, uzun sürmez.
Sözün burasında bu hayal kırıklığının sebepleri üzerinde de durmak gerekir. Bütün bir
ömrünü vatanının kurtuluş mücadelesine adayan, şiir, yazı ve vaazlarıyla milli mücadele döneminin adeta manevî bir önderi olan Akif, milletvekili olarak ilk mecliste Burdur milletvekili
olarak görev yapar. Meclisin ikinci döneminde
ise hem kendisi hem de arkadaşları tasfiye edilirler. Akif, bu gelişme üzerine İstanbul’a döner.
Bir evi, geçimini sağlayacak emekli maaşı yok-
70 ARALIK 2015
tur. Üstelik milli mücadele boyunca en etkili
yayın organı olan mecmuası kapatılmıştır. Kısacası Akif’in İstanbul’da yaşayabilme imkânları
tamamen ortadan kalkmıştır. Milli mücadele
sonrası oluşumların hayal ettiği gibi gerçekleşmediğini gören Akif ise söz yerindeyse Leylasına kavuşamayan Mecnun misali derin bir
hayal kırıklığı içindedir. Akif ve onun gibi düşünenler için daha da ağırlaşmaktadır. Kısacası
Cumhuriyet’ten sonra Türkiye Akif’in yaşamasına uygun bir yer olmaktan çıkmıştır. Böylece
tekrar Mısır’a gider ve burada vefatına yakın
zamanlara kadar on bir yıla yakın bir süre kalır.
Münzevî Bir Hayat
Akif’in bundan sonraki dönemi tam bir
münzevî hayattır. Eşinin rahatsızlığı, oğullarının sorunlu hâlleri ve içinde bulunduğu gurbet
psikolojisi ve Mısır’ın sıcak iklimi onu böyle bir
psikoloji içine sokar. Şehirde dolaşmaktan, kalabalıktan ve insanlardan sıkılır. Ancak zaman
zaman Nil Nehri kıyısına yürüyüşe çıkmaktadır.
Günlerini okumak, yazmak, düşünmek ve ibadetle geçirir. Kur’an tercümesiyle meşgul olur.
somuncubaba 71
Memleket müziği dinler. Tamburî Cemil Bey’in
plaklarıyla memleket hasretini gidermeye çalışır. Dahası kendi ne kadar farkındadır bilemeyiz
ama polis takibi altındadır. Her hâli Türkiye’ye
rapor edilmektedir. Sadece haftada iki gün
Kahire’ye ders vermek için gidip gelmektedir. Abbas Halim Paşa’yla ve Ezher Üniversitesi’ndeki Yozgatlı İhsan Efendi’yle ve burada eğitim gören Türk öğrencilerle görüşmektedir. En
çok uğradığı mekân ise Fişevi Kıraathanesi’dir.
Burada dostlarıyla ve Ezher’de okuyan Türk öğrencileriyle buluşup çay ve nargile içmektedir.
Abbas Halim Paşa da onu özellikle kış aylarında
Halvan’da ziyaret etmektedir. Yine Halvan’da
bulunan Abdülvehhap Azzam’la da zaman zaman görüşmektedir. Yazın ise mevsim gereği
kimseyle görüşememekte ve tam bir inziva
hayatı yaşamaktadır. Bir mektubunda yer alan
“Ben burada tamamıyla mutekifim. Üç dört gün
hiç evin eşiğini atlamadığım çok kere vakidir.
Havaların sıcaklığı evin nispetle serinliği de
öteden beri sevdiğim inziva hâlini adeta mecburi kılıyor.” Cümleleri onun hâlini tam da yansıtan ifadelerdir.
Neler Yazdı?
Mehmet Âkif’in Mısır’da kaldığı yıllarda
edebi faaliyetinin çok verimli olmadığına dair
yaygın bir kanaat vardır. Bu kanaatin oluşmasında onun mektuplarında geçen “Ne olduysa bizim şairliğimize oldu. Korkuyorum Aruz’u
küstüreceğiz.”, “Dört yılda on iki mısra! Neyse
Allah beterinden saklasın.” “Gönlüm harap, zihnim perişan, elim pek işe varmıyor.” şeklindeki
ifadelerin payı elbette büyüktür ve bu kanaat
tamamen de haksız değildir. Sayısal olarak bakıldığında da İstanbul ve Ankara yıllarına göre
daha az şiir yazdığı görülür. Bu durumun oluşmasında içinde bulunduğu iktisadî şartların,
geçim sıkıntısının, gurbette bulunuşunun birer
sebep olarak görülmesi mümkündür.
Fakat Mısır’da yazdığı eserlerin dökümüne
bakıldığında durumun çok da olumsuz olmadığı
görülür. Buna göre bilhassa Kur’an meali üzerine çalışmaya başlamadan önceki zamanda yani
1923 sonu ile 1926’nın ilk ayları arasında biri
kıt’a olmak üzere yedi şiir yazmıştır. Yani 192326 yıllarındaki kadar velud olamamış fakat şiirden buna rağmen yine de kopmamıştır. Nitekim
1926 ile son kitabı Gölgeleri bastırdığı 1933
arasında yirmiyi aşkın şiir yazmıştır. Bunların
sekizi uzun, kalanı ise dörder mısralık kıtalardır.
Bunlar, bilinenlerdir. Muhtemeldir ki Mısır’dan
dostlarına yazdığı mektuplarda kalmış yahut
ele geçmemiş başka şiirleri de vardır.
Kur’an Tercümesi
Burada özellikle Akif’in Kur’an tercümesi
meselesine değinmek gerekiyor. Zira bu hadise
başlangıcı ve sonucu itibariyle oldukça önem
arz etmektedir. Bilindiği gibi 1. Meclis, Kur’an’ı
Kerim ve Buhariî Şerif tilavetleriyle ve dualarla
açılan bir meclisti. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı
sona erdiğinde Meclis, duyulan ihtiyaç üzerine,
Kur’an ve hadisler konusunda bir tercüme faaliyetini gerekli görmüştü.
Meclis, bu görev için ehliyet sahibi insanların bulunması işini Diyanet İşleri’ne bıraktı. Onlar da tefsirin Elmalı M. Hamdi Yazır, mealin M.
Akif, Buharî tercüme ve şerhini de Babanzade
Naim Bey’in yapmasını uygun görmüşlerdi. Zaten Meclis’in muvafakati de bu yöndeydi. Diğer
yandan Eşref Edib’in verdiği bilgilere göre Akif’in
arkadaşları öteden beri onun Kur’an-ı Kerim’i
tercüme etmesini hep istemekteydiler. Çünkü
Akif’in Arapçası çok mükemmel bir seviyedeydi. Fakat Akif, bu konu açıldığında her defasında
bu işin zorluğundan bahsetmekteydi. Yine öyle
oldu. Akif, kendisine yapılan bu teklifi uzun süre
geri çevirdi. Fakat araya Diyanet Riyaseti Aksekili
Ahmet Hamdi girdi ve “tercüme” yerine “meal”
hazırlamasını söyleyerek Akif’i bu zor iş konusunda ikna etti. Meal için ayrılan altı bin liradan
kendisine bin lira verildi ve anlaşma imzalandı.
Akif, Mısır’da senelerce bu meal üzerinde
uğraştı. İş biraz uzadı. Zira Akif, meali parça parça Diyanet’e teslim etmek yerine bitirip teslim
etmek istiyordu. 1929 yılı sonunda müsvedde bitti. Fakat Akif’in titizliği ve sık sık yaptığı
tashihler, değişiklikler yüzünden bir türlü asıl
nüsha ortaya çıkmıyordu. Diyanet ise işin bir
an evvel bitirilmesini istiyordu. Çünkü bizzat M.
Kemal de konuyla yakından ilgileniyor, sık sık
çalışmanın akıbetini soruyordu.
72 ARALIK 2015
Neticede bu işi Akif’in belirlenen sürede bitiremeyeceği anlaşıldı. Mukaveleyi feshetmeye
karar verdiler. Akif, bu iş için aldığı avansı iade
etti. Meal işi de Hamdi Efendi’ye verildi. Böylece Akif, yapmakta olduğu iş konusunda serbest
kaldı. Akif de başladığı işi yarım bırakmayan karakterde bir insan olduğu için son zamanlarda
ağırlaşan rahatsızlığına rağmen meali bitirip temize çekmeyi başardı.
Mealin akıbeti bugün için belli değildir. Fakat
Akif’i, öncesinde meali süresi içinde bitirmemeye ve sözleşmeyi feshetmeye şimdi de aşağıdaki sözleri söylemeye sevkeden sebep Eşref
Edib’in anlattıklarına göre şöyledir: O günlerde
ibadetlerde bir inkılap yapmak, namazlarda
Kur’an yerine Türkçe tercümesini ikame etmek
cereyanları başlamıştı. Osman Ergin’in ifadelerinden 1931 yılı Ramazan’ında bu fikrin uygulanmasına başlanmış olduğu, hatta İstanbul’un
büyük camilerinde Kur’an yerine Türkçe tercümesi ile “aşırlar” okunduğu anlaşılmaktadır.
somuncubaba 73
Fakat okutulan tercüme Cemil Said’in Fransızcadan tercüme ettiği ve pek çok yanlışlarla
dolu bir tercüme olduğu için cemaat bu olaya ilgi göstermemiş hatta camileri terk etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine işin sahipleri
halkın itimad edebileceği bir tercüme olarak
Akif’inkini gördüler ve “Onun doğruluğuna
bütün Müslüman halkın itimadı var, camilerde
namazlarda o okunursa kimse bir şey diyemez,
sesini çıkaramaz. Bu iş olur, biter.” diye düşünmekteydiler.
Akif, bunları öğrenince “Meğer ben, Rabb’ime
karşı ne büyük bir hata işliyormuşum, ne büyük
bir isyanda bulunuyormuşum!... Ben, dinime
hizmet için, Kur’an’a hizmet için bu ağır yükü
üzerime almıştım. Kur’an kalkacak , benim tercümem onun yerine kaim olacak, kıyamete kadar Müslümanlar bana lanet edecek!... Bu nasıl
olur? Akif, sen bu oyuna, bu farmoson dolabına
nasıl alet olursun?” diyerek çokça endişelendi.
Düşündü, taşındı, sonunda eserini yakmaya karar verdi. Fakat bunu kendisi yapmadı. Son defa
ağır hasta olarak çıktığı İstanbul yolculuğunda
meali yanına almayarak yakın dostu Yozgatlı İh-
san Efendi’ye teslim etti. Akif, geriye sağ dönerse emaneti kendisinden alacağını şayet dönemezse kimseye vermemesini ve imha etmesini
söyledi. Bir başka değerlendirmeye göre Akif,
bu çalışmasını yeterli görmediği için neşretmemiştir. Bu konuda bizzat kendi ifadeleri de vardır. Eşref Edib’in nakline göre İstanbul’da Mısır
Apartmanı’nda meal bahsi açılınca Akif şöyle
demiştir: “Kuran tercümesini hakkıyla yapamadığıma kaniim. Bundan dolayı neşretmedim.”
Türkiye’ye Dönüşü ve Vefatı
Mehmet Akif Ersoy, son Mısır seyahatinden
İstanbul’a 1936 yılının Haziran ayında döndü.
Aslında Mısır’a son gidişi bir seyahat boyutunu
çoktan açmıştı. Zira Akif’in bu son Mısır seyahati kışları Mısır’da, yazları İstanbul’da geçirdiği
yıllar hariç tutulacak olursa dokuz yılı bulmuştu. Çanakkale’den geçerken ve İstanbul camilerini görünce ağlayan Akif’in yanında zevcesi
İsmet Hanım da vardır. Onları rıhtımda çok az
sayıda insan karşılar: Yakınları, bir kaç dost sima
ve Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Abbas Halim Hanımefendi.
Karşılayanlar onu tanımakta güçlük çekerler.
Bir deri, bir kemik kalmıştır. On yıllık vatan hasreti, Mısır’da çekilen maddî ve manevî sıkıntı, yalnızlık, onu bir “iskelet”e döndürmüştür. Emine
Abbas Halim Hanımefendi’nin evindeki bir kaç
günlük misafirlikten sonra Şişli Sağlık Yurdu’na
yatırılır. Daha sonra Mısır Apartmanı’nda bir daire tahsis edilir kendine. Bir süre burada kalır.
Ardından Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Bey’in
çiftliğine getirilir. Zaman zaman ise tedavisi için
İstanbul’a götürülüp getirilmektedir. Akif, hastalığının farkındadır. Ölümcül bir hastalıktır bu.
Adı da sirozdur. Ama o bir dostuna yazdığı mektupta onca ıstırabına rağmen “Ne mutlu bana,
Peygamberimin yaşında öleceğim.” diye felaketten saadet çıkarmaktadır. Derken rahatsızlığı iyice artar. Tekrar Mısır Apartmanı’na getirilir.
27 Aralık l936’da Pazar günü akşamı saatler
l9.45’i gösterirken vefat eder. Akif, bu tarihte
altmış üç yaşındadır ve üstelik hayata gözlerini
vatanında kapamıştır.
74 ARALIK 2015
Mehmet
Akif Ersoy’a
Akif ki şiiriyle
Şair, hatip, bir güldür.
Milletinin derdiyle,
Yanık, öten bülbüldür.
Bir mümin, büyük insan…
Baş eseri Safahat.
Bentleri yıkan iman,
Ve tertemiz bir hayat.
Zalimi asla sevmez,
Mazlumdan yana ses o.
Tükenmez ve kesilmez,
Kur’anî bir nefes o.
Der ki “Allah’a dayan! ”
Hiç boş durma, ilme koş!
Mutludur Hakka uyan,
Gerisi yalan ve boş.
Yarın hepimiz tek tek,
Bir Asım olacağız.
İnançla yücelerek,
Huzuru bulacağız.
Rıfkı KAYMAZ
somuncubaba 75
KİTAP / Mustafa BAŞ
KİTAPLIK
İRFAN SOFRALARI
İnönü Üniversitesi araş-
Eser; hem Arapça hem
lerini anlatmaktadırlar. Şair ve münşî Ebubekir
tırma ve uygulama mer-
de Türkçesiyle okuyucula-
Kânî, on rediftik bir manzume ile onu methet-
kezlerinden biri de Niyazî-i
rın istifadesine sunulmuş-
miştir.
Mısrî Araştırma ve Uygula-
tur.
ma Merkezi’dir. Merkez; Türk
Ateş
aynı zamanda Türk tasav-
Evlâd-ı Rasûl’e karşı aşırı sevgiden ötürü mu-
eserin
önsözünde
tasavvıflarda bazı taşkın sözler zuhur etmiştir.
71
sof-
radan meydana gelmiştir.
Niyazî-i Mısrî Hazretleri’nin
Ahlâkî öğütleri, tasavvufî
birbirinden kıymetli man-
izahları içermektedir. Eser,
zum ve mensur eserleri ile
şairin, Arapçaya vukufu ya-
bu eserlerde dile getirdiği
nında tasavvuf felsefesini
araştırma,
iyi bildiğini de gösterir. Şa-
sempozyum ve konferans-
irimiz, söylediklerini yaşa-
larda ele alarak bilim in-
mış bir insandır. Ayetlerin
sanları başta olmak üzere
rulmuştur.
Süleyman
“Mevaîdu’l-İrfan,
şahsiyetlerinden biri olan
toplumun istifadesine sunulması amacıyla ku-
Dr.
şu ifadelere yer vermiştir:
vuf düşüncesinin de önemli
düşüncelerinin
Şüphe yok ki Niyazî-i Mısrî, büyük bir velîdir.
Prof.
edebiyatının olduğu kadar,
tasavvufî manaları üzerinde durmakta, bunların enfusî, işarı anlamlarını
göstermekte, sülükte görülecek halleri, nefs-i
Bir milletin yetiştirdiği yazarların eserleri, fi-
emmârenin ve diğer nefis mertebelerinin sıfat-
kirleri iyice bilinmezse, o milletin kültür tarihi-
larını, bunlardan kaçınmanın yollarını misaller-
ne ve dolayısıyla genel tarihine lâyıkıyla nüfuz
le izah etmektedir. Bu izahlarının ahlâkî değeri
edilemez. O hâlde atalarımızın eserlerini kü-
büyüktür.”
tüphane köşelerinde çürümekten kurtarıp yeni
kuşağa tanıtmak, öğretmek Türk-İslâm kültürü
için önemli bir hizmettir.
Niyazî-i Mısrî’nin Türk kültürünün tanınmasına, ilâhîleri ve gazelleriyle tasavvufla uğraşanların dillerinden düşürmediğini dile getiren
Niyazî-i Mısrî de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in iki torununun veraset yoluyla peygamberlik derece-
Bir Duadır Seni Sevmek
Yusuf ASAL
Nesil Yayınları
0 212 551 32 25
sinde olduklarını söylemesinden ve bazı siyasî
sebeplerden dolayı toplam 17 yıl gibi uzun bir
sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmış ve son
sürgün mahalli olan Limni’de vefat etmiştir.
Kendisi vahdet-i vücut taraftarıdır. Ebced hesabına dayanarak âyetlerden mana çıkarmak
eğilimi de görülmektedir. Zaten tasavvuf çevre-
Yaşlılık Psikolojisi
Prof. Dr. Sefa SAYGILI
Türdav Yayınları
0212 446 08 88
lerine genellikle bu eğilim sızmıştır.
Kanaatimize göre bu eğilim, birçok mutasavvıfı yanlış savlara götürmüştür. Gerçek tasavvufun böyle hesaplarla ilgisi yoktur.
Hâsılı Niyazî-i Mısrî’nin büyük bir veli olduğuna inanırız, din açısından yanlış fikirlerini
Bahara Gözlerini Yumanlar
Mehmet SERTPOLAT
Ravza Yayınları
0 212 528 46 17
görürsek, bunu, onun yaşadığı hale hamleder
geçeriz. Bizim için önemli olan, tarih boyunca
yetiştirdiğimiz büyük insanların, kültürümüze
Değerli bilim insanı Prof. Dr. Süleyman
Ateş, Mısrî Hazretleriyle ilgili olarak da şunları
eser katmış yazarların, şairlerin ne düşündük-
Ateş’in üzerinde çalışma yaptığı ve İrfan Sof-
dile getirmiştir: “Zamanındaki sufîler, Niyazî-i
lerini, nasıl ve ne şartlar altında düşündüklerini
raları adıyla Türkçeye kazandırdığı Mevâidu’l-
Mısrî’ye çok bağlılık duyarlardı. Bu bağlılık ça-
tesbit etmektir.”
İrfan ve Avâidu’l-îhsan, Niyazî-i Mısrî’nin özgün
ğımıza kadar gelmiştir. Niyazî-i Mısrî, velâyet
ve tartışmalı tasavvufî düşüncelerini en iyi
esrarına eren ve birçok kerametler göstermiş
yansıtan eseridir. Bu önemli eser Niyazî-i Mısrî
bulunan bir insan olarak kabul edilmektedir.
Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından ya-
Tezkireciler ve biyografya yazarları, onu çok öv-
Uygulama Merkezi Yayınları
yınlamıştır.
mekte ve menkıbelerinden söz edip keramet-
TEL: 0 422 3774997/196
76 ARALIK 2015
Edebiyatın İç Yapısı
Âlim KAHRAMAN
Kaknüs Yayınları
0 216 341 08 65
İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ
Mukaddes Hayat
Mücahid KOCA
Sur Yayınları
0 224 360 56 73
Niyâzî-i Mısrî Araştırma ve
somuncubaba 77
ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI
KAHİRE VELİLERİ
Abdülaziz Dirinî
Abdülaziz Dirinî 1216 yılında doğdu
ve 1295 yılında Kahire’de vefat etti. Kabri Kahire’dedir. Dirinî Hazretleri, küçük
yaşlarda aldığı ilim tahsiliyle edebiyat,
kelâm ve büyük bir Şafiî mezhebi fıkhı âlimi oldu. Ebü’l-Feth bin Ebi’l-Ganîm
Rasânî’nin sohbetlerine katıldı ve Şeyh
İzzeddîn’den tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuşarak hâl ve keramet sahibi oldu.
Bazı günler oturduğu yerden ayrılıp,
civar bölgeleri dolaşırdı. Oralardaki insanlar, ondan, müşküllerinin çözülmesi
için dua talebinde bulunurlardı. Kendisini
görme imkânı bulamayanlar, meselelerini
mektupla sorup cevap alırlardı.
Endülüslü büyük âlim Ebu Hayyan
Hazretleri onun için; “Abdülaziz Dirinî,
ilim ve edeb sahibi idi. İnsanlar duasını
isterlerdi.” demektedir.
Mısırlı büyük âlim Es-Sübkî Hazretleri ise onun hakkında; “Abdülaziz Dirinî,
zühd sahibi, birçok kerametleri görülen,
çok sayıda eser yazan, edebiyatta mahir,
kelam ilminde ârif bir zât idi.” demektedir.
Abdülaziz Dirinî Hazretleri, kuvvetli
iman ve güzel ahlâk sahibi idi. Herkese
güler yüzlü davranır, tatlı dille cevap verirdi. Kimseyi kırmazdı. Bir gün bir yere
giderken, onu tanımayan bazı kimseler
yanına gelip, kelime-i şehadeti söylemesini istediler. Bu büyük veli de peki deyip,
okudu. Sonra onlar: “Şimdi de kadıya gidelim. Onun huzurunda yeni Müslüman
olanların yaptığı gibi, sen de oku.” dediler
ve beraberce kadıya gittiler. Kadı hemen
Abdülaziz Dirinî Hazretleri’ni tanıdı ve:
78 ARALIK 2015
“Efendim, bu ne hâl? Bunlar kim?” dedi.
O da: “Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, kelime-i şehadeti okumamı
istediler sonra da buraya getirdiler. Ben
de onları kırmayıp geldim.” dedi.
Bir gün talebeleri, hocalarının keramet
göstermesini akıllarından geçirdiklerinde şöyle buyurdular: Yavrularım, bizler,
yerin dibine batmaya müstahak kimseler
olduğumuz hâlde batmamamız, bir de Allahu Teâlâ’nın bizi, yeryüzünde bu hâlde
bulundurması en büyük keramet değil
midir?”
Talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken
edepleri şöyle anlattı:
“Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun
eğmesi ve itaat etmesi gerekir. Hatta
talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit yıkayıcıya
hiçbir şey şart koşmadan, itiraz etmeden
teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi
gerekir. Yoksa teslimiyet ve itaat etme
mertebesinden düşüp takva ve doğru yol
üzere bulunma derecesinden uzaklaşır.
Talebe, özellikle hocasının huzurunda,
nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiasında
bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiada
bulunmak, talebenin en büyük hatalarından olup, hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının
huzurunda sadece dinlemesi, söze karışmaması, nefsine ait herhangi bir iddiada
bulunmasına mâni olur. Onun en güzel
şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı
olur. Bu ise, zaten talebenin, hocasının
huzurunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır.
Talebe, kendi derecesinin, hocasının
derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi
hocası için istemeli, AllahuTeâlâ’nın yüksek ihsanlarını ve bol lütuflarını hocası
için temenni etmelidir. Hakiki talebe
böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çıkar.”
Yine bir sohbetlerinde talebelerine
şu nasihatlerde bulundu:
“Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten
ve israftan son derece sakının. İsraf ve
haddinden fazla dağıtmakla, elde bir
şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır.
Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü
olmamakla da, kişi itibar bulamaz.
Sakın
dünyanın
parlaklığına,
câzibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir
olan hilelerine aldanmayın. Onun inci
gibi görünen ön dişlerinin arkasında,
parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyanın sağı solu belli olmaz. Bakarsın bazen
suda ateş parçası olsun ister. Bazen insana yapamayacağı şeyleri teklif eder.
Böylece insan, boyundan büyük işlere
girer de helâk olur gider.
Eğer kadere, Allahu Teâlâ’nın hükmüne rıza gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkânsız bir şeyin olmasını
ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir
şey üzerine bina etmiş, kurmuş olursunuz.
Zaman akıp gidiyor. Hâdiseler birbiri
peşinden geliyor. Yumuşaklık; vakar ve
sükûnettir. Dünya hırsı bir anlıktır. Sabır,
yumuşak olmaya, meseleler üzerinde
temkinli ve dikkatli hareket etmeye vesile olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünya
hayatı, bir uyku hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktır.
İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım,
edeceğim ile geçer. İnsanların temenni-
den başka sermayeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp
sallanmak gibi olmayacak düşüncelerdir.
İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini bilmelidir. Hiç
vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını
değerlendirmelidir. Sonra, âh gençliğim,
tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım, diye pişmanlık duyulur. Onun için,
gençliğin, insana emanet olduğunun
farkında, idrakinde ve bunun şuurunda
olmak ne kadar mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir.
Ahiret yolculuğunun çok yakın olduğunu, hatırınızdan asla çıkarmayınız.
Ahiret hazırlığını elden kaçırmaktan çok
sakınınız. Çünkü her girişin bir çıkışı vardır. Bu dünyaya geldiğimiz gibi, bir gün
bu dünyadan ayrılacağız.
Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahu
Teâlâ’nın emirlerine uyup, yasaklarından
sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz.
Ahirete hazırlanmakta sabırlı olunuz ve
sebat gösteriniz.
Şayet kadere razı olursanız, şerefli bir
hayat sürersiniz. Yok, imkânsız bir şeyin
olmasını umarsanız, ümidinizi tehlikeli
bir şey üzerine bina etmiş olursunuz!”
Abdülaziz Dirinî Hazretleri tefsir, fıkıh, tasavvufve edebiyata dair birçok
eser kaleme aldı. Bu eserlerden bazıları
şunlardır: 1- El-Misbâh-ül-Münîr: Tefsir olup 2 cilttir. 2- Et-Teysîr-ü fî İlm-itTefsîr: Yine tefsir ilmine dair, 3200 beyitten oluşan bir şiir kitabıdır. 3- Tahârat-ülKulûb fî Zikri Allâm-il-Guyûb: Tasavvuf
hakkında bir eser, 4- Envâr-ül-Meârif ve
Esrâr-üt-Tavârif: Tasavvufa dâir bir eser,
5- TefsîruEsmâ-il-Hüsnâ: Tevhit hakkında bir eserdir, 6- El-Vesâilü ver-Resâilü:
Tevhide dair bir eserdir.
somuncubaba 79
EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ
Elim,
Dalım,
PENCEREDEN BAKINCA
ÇARPIKLIKLARI GÖRÜYORUM
Gurbetteyim, oldum hasret zengini…
Gönül dağı, zirvesinde engini
Deli yürek, bu âlemde dengini…
Bulmuyor bir türlü bulmuyor gülüm.
D. Ali Yıldırımlı
80 ARALIK 2015
Kolum…
Bakış açılarının farklı olması insanlık kadar
eskidir. Bu durumu, Hz Âdem’den beri var olan
bir gerçek olarak görürüz. Toplumsal hadiselere
yaklaşım, farklı fikir ve düşünceleri çağrıştırsa
da sonuçta olması gereken üzerine çaba sarf
edilir; bakış açıları, yeni durumlara göre düşünce üretme müspet veya menfi yanlara sahip olabilir. Ortaya çıkan düşüncelerde dikkate alınması gereken en önemli unsur, olumsuz
yanlar iyileştirilerek ve yeni düşüncelerle katkı
sağlayarak herkesin yararına olan noktaya gelebilmektir. İbn Haldun, “İnsanların toplumsal
birer varlık olduklarını belirterek, yaşamlarını
sürdürebilmeleri için birbirleriyle yardımlaşmak, tehlikelere karşı birbirlerini korumak, kısaca sosyo-ekonomik sorunlarını çözebilmek için
bir araya gelmelerinin bir zorunluluk olduğunu
ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğa karşısında yalnızdır. Sırf bu yalnızlığını gidermek için
bile olsa insan, insana ihtiyaç duyar. Kendisine
durmadan bir hemcins arar. Çünkü insan, diğer
varlıklardan çok farklı bir şekilde yaratılmıştır.
Kaldı ki, insanın fizyolojik ihtiyaçları onu bir
topluluk oluşturmaya itmektedir. Ayrıca doğanın acımasızlığı da insanı insana bağlanmayı
zorunlu kılar.
Bütün insanlardan başka, insanın insana karşı olan bir düşmanlığı vardır. İnsan yalnız başına bu sorunları çözse bile, hiçbir zaman bu düşmanlık sorununu çözemeyecek, bunun için de
insan daima kendisine bir dost arayacaktır.” Bu
görüşlere hayır demek mümkün değildir. Ancak
günümüzde toplumsal hayattan bir ‘kaçış’ gözlemekteyiz; kısa süre öncesine kadar zengin-fakir aynı ortamı paylaşırken, günümüzde köşeli
ve katlı binalarda, villalarda yaşayanlar, imtiyazlı bir sınıf oluşturmuştur. Zenginlerin dubleks, tripleks, villa, yazlık, kışlık evlerde, çocuklarının ayrı okul ve kolejlerde, yoksulların hala
kenar semtlerde ve çocuklarının sıradanlaşmış
okullarda tahsillerine devam etmeleri, çok cüzi
miktarda ücretlerle yaşamaya çalışmaları yeni
‘gettolar’ oluşturmuştur. Bu durum sosyolojik
bölünmeyi, birlik ve bütünlük içinde yaşamayı,
gönül kırgınlıklarını doğurmuştur.
Düşünce üreten insan, kendi ihtiyaçlarını
göz ardı etmeden, hiyerarşik bir biçimde sıralamıştır. En temel insan ihtiyaçları, hava, su ve
yiyecek gibi vücutça gerekli olanlardır. İnsan
bunları çalışma hayatında; ücret, yan ödeme ve
iyi çalışma koşulları gibi araçlarla karşılayabilir.
İyi ortamların oluşturulması zorunluluktur. Bu
durum insanın meslek gurubu olarak hangi tür
iş yaptığına bakılmaksızın, kesinlikle iyi şartlarda olmasını gerektirmektedir. İnsan şu veya
bu meslek sahibi olduğu için değil, bizzat insan
olduğu için saygıdeğerdir. Esefle belirtelim ki,
bu ifade kitap satırlarında kalmış, sosyal hayatta hak ettiği yeri alamamıştır. Bilim insanları ile
film insanları arasında uçurumlar oluşmuş, işçi-işveren, öğretmen-öğrenci, ebeveyn ve evlat
arasında küskünlükler yaşanmaya başlamıştır.
Yani bizim pencereden bakarken görülen manzara vahimdir ama ciddiye alan da görülmemektedir.
Bir yıl önce Soma’da ki hadise millet olarak
hepimizi üzmüş, aileleri derinden yaralamıştır.
Ocaklar sönmüş, ailelerin eli, dalı, kolu gitmiş-
somuncubaba 81
Birlik Olalım
Bitsin artık bu kin, bu fitne dursun,
Dökülen kan bizim, ölen can bizim.
Düşmana yönelsin atılan kurşun,
Polis bizim, asker, komutan bizim.
Şer şebekeleri sarmış dört yanı,
Kaynayıp durmada fitne kazanı,
İyi tanı birlik, dirlik bozanı,
Bayrağa renk veren o asil kan bizim.
tir. Yerin binlerce metre altından çıkan bir adam
sedyeye yatırılırken söylediği söz herkesi üzmüştür. Bu Anadolu insanı; “Çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin!..” Bu asil delikanlı bunu söylerken, devlet malına karşı saygılı
olmayı, beytü’l-mala el uzatmamayı, devletin
malını kendi malı gibi korumayı ailesinin telkinlerinin sonucu yaşantısına katmıştır. Yani bu
davranışa “öğrenilmiş davranış” olarak bakabilirsiniz. Gerçekten de Anadolu insanı ‘devlet’
ve ‘devletli’ kavramlarına son derece saygılı
olmuştur. Bu durumu bir adamın ruh hâlinin,
ortaya konulduğu davranışı, birinci pencereden
değerlendirebilirsiniz.
İkinci pencereye gelince; devlet kurmuş milletler, çadır devleti anlayışı sergilemez. Ya da
zalim bir ağa tavrı içinde olamaz. Bir başka açıdan düşünürseniz, merhametsiz olamaz. Devlet, işlerini kurduğu ve isim verdiği, yetkiler ile
donanımlı hâle getirdiği, yetkili kurum ve kişiler
eliyle yerine getirir. Bir kurum varsa orada devletin işlerini yürüten görevliler bulunur. Onlar
devletin işlerini yapar ve vatandaşın hayatında
kolaylıklar sağlar. Ancak Anadolu insanı devleti aziz bilmiş ama ‘devletli’den azar işitmiş,
horlanmış, tenkit edilmiş, kovulmuş, işlerini
yaparken devletli karşısında tir tir titremiş ve
82 ARALIK 2015
bunu bilinçaltına yerleştirmiştir. Bu yiğit, yağız
Anadolu delikanlısının ağzından dökülenleri,
bilinçaltının dışa vurumu olarak değerlendirirsek, ikinci pencereden gördüklerimiz vahim bir
durumu ortaya koymaktadır.
Yöneticilerimizin zihnine kazımaları gerek
temel şey, Rahmetli Erol Güngör’ün deyimiyle;
“Her davranışın bir nedeni bulunduğudur.” Bu
sebeple insanların bazı hareket ve davranışlarını anlamsız görüp aptalca saymaması gerekir.
Kurumların ve kişilerin sorumlusu olan yöneticiler, davranış doğuran güçleri anlamak zorundadır. Böyle davranan yöneticiler korku kültürü oluşturmadan, örgütsel amaca katkısı olan
bireylerin yetişmesine imkân sağlayacak ve
verimli iş ortamını yaratmış olacaklardır. Yoksullar, dünden bugüne bütün modern toplumlarda, “suçun ve şiddetin yaygınlaşması” veya
çok kullanılan ifadeyle “sosyal patlama” türü
korkuların önemli temsilcileri olmuşlardır. Kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlar, birçok
riski göze alabilir. Psikoloji ve pedagoji ile ilgilenenler bilirler ki; kendini müspet yönde ifade
edemeyen insanlar, menfi telafi davranışlarına
yönelir. Donanımlı insanların kötülüklerin içinde olmaması tesadüf değildir.
Uyan Anadolu insanı uyan,
Bilmelisin sana kim dost, kim düşman,
Tek yürek olalım gelin kız, kızan,
Bu yurtta yaşayan her insan bizim.
Dinimiz, dilimiz, bayrağımız bir,
Şehrimiz, köyümüz, bucağımız bir,
Soyumuz, örfümüz, ocağımız bir,
Bayramlar bizim, dert, dermân bizim.
Söndürelim artık bu şer alevi,
İslam’dan ayrı mı Sünni, Alevi?
Gönlümüzü sarsın Yunus’ça sevi,
Bu toprak, bu bayrak, bu vatan bizim.
İbrahim SAĞIR
somuncubaba 83
EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL
HAKİKATTEN UZAK OLAN
ŞEYTANA YAKIN
OLUR
“Tarihte sırat-ı müstakimden yan yollara kaymalar bazen
iyi niyetli, fakat mesnetsiz amellerle, bazen de dinin şahsî,
hizbî, ticarî, siyasî emellere âlet edilmesi ile başladığı
unutulmamalıdır.”
84 ARALIK 2015
D
ünyanın yaratıldığı günden beri kutsal
olan, Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail
(a.s.) ile birlikte Kâbe’yi inşa ettiği günden beri etrafında her gün tavaf yapılan, her
yıl hac ibadeti yapılan kutlu şehir Mekke nasıl
oldu da cahiliye dönemi müşrik Arapların asırlarca barınağı oldu? (M.Ö. 1800-M.S. 630)
Hz. İsmail’in vefatından sonra oğulları
Mekke’de Kâbe’nin ve Mekke’nin idaresini yürüttüler. Mekke’nin sakinleri olan Cürhümiler
ve İsmailoğulları bir süre Hz. İbrahim ve Hz.
İsmail’in öğretmiş olduğu dinî inanç ve hayat
üzere yaşamaya devam ettiler. İsmailoğulları
Kâbe’ye ve Mekke’ye o kadar çok önem veriyorlardı ki kısa bir süreliğine de olsa buradan
ayrı kalmak onlara çok zor geliyordu. Mekke
sakinleri ticarî amaçla uzun yolculuğa gittiklerinde Kâbe’ye olan sadakatlerini ifade etmek ve Mekke’ye olan özlemlerini gidermek
için Mekke’den yanlarında taşlar götürüyorlar,
yolculuk esnasında ve gittikleri yerlerde taşı
ortaya koyarak etrafında tavaf yapıyorlardı. Zamanla Mekkeliler, sırf Kâbe’ye benziyor diye
dört köşeli küp şeklindeki ev ve taş etrafında
da tavaf yapmaya başladılar. Şeytan da onlara yaptıkları bu işi güzel göstermeye başladı.
İşte Mekkelilerin hakikatten uzaklaşması, şirke
yaklaşması, yavaş yavaş putperest bir toplum
hâline gelmesi böyle başladı.
Mekkeliler, görünmeyen, müteal olan Allah’a
ulaşmak ve yakınlaşmak için görünen kendisinde bir değer olduğu vehmedilen ve tanrısal nitelikler atfedilen nesnelerin (putlar) yardımına
başvuruyorlardı. Mekkeliler, kesinlikle ateist
(inançsız) bir toplum değildi. Dinî duygu, coşku,
heyecan daima doruk noktasında idi.
Ebrehe’nin Kâbe’ye saldırı girişimi Allah’ın
müdahalesi sonucu engellenmesi ve Ebrehe
ordusunun helak olması sonucu (Bakınız: Fil Su-
somuncubaba 85
resi) Arap Yarımadası’nda yaşayan kabilelerin
Kureyş’e olan saygısı ve Kâbe’ye olan hürmeti
daha da arttı. Kureyş’in ileri gelenleri de bu durumu fırsata çevirdiler. Kureyş, “Biz ehlullahız,
ehl-i haremiz, Allah’ın adamlarıyız, Allah’ın evine, hacılara ve kutsal şehre hizmet ediyoruz.”
diyerek diğer kabilelere karşı üstünlük taslıyorlardı. Kutsal şehirde yaşayan Kureyş Kabilesi ve
bunlarla antlaşması bulunan Evs, Hazreç, Kinane, Huzaa Kabileleri “hums ehli” kabul edildi.
Hums ehlinin daha dindar olanlarına ise “ahmesi” deniliyordu. Hums ehl-i Kâbe’yi elbise
ve ayakkabı ile tavaf yapma imtiyazına sahipti.
Onlar sözde Allah’ın seçkin, mübarek kulları idi.
Hums ehli haram aylarda (Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem) asla savaşmazlar,
Mekke’ye gelenlere haksızlık yapmazlar, bolca ikramda bulunurlardı. Fakat bazen intikam
duygularına hâkim olamadıkları hâllerde, bir de
hac mevsiminin sıcak günlere denk geldiğinde
ve uluslararası panayır günlerinin yakın olması
durumunda nesi yaparlardı. Nesi, haram ayının
ertelenmesi olayıdır. Daha çok Zilhicce ve Muharrem ayı Safer ayına ertelenirdi. Görünüşte
haram ayların hürmetine sadık kalıyorlardı ama
aslında kendi arzularını gerçekleştirmek için hileli yollara başvuruyorlardı.
Mekkeli müşrikler belki de dünyanın en
kötü din istismarcılarından idiler. Miladî 200’lü
yıllarda Mekke’yi ele geçiren Huzaa Kabilesi
lideri, putperestliğin de piri olan Amr bin Luhay, bizzat kendisi Bekaa’dan getirdiği Hubel
putunu Kâbe’ye yerleştirmekle kalmadı, diğer
kabilelere de haber göndererek, her kabilenin
Kâbe’de put bulundurabileceğini söyledi.
Böylece, diğer kabilelerin Kâbe ile aralarında
bir aidiyet duygusunun oluşmasını, daha fazla
hacının Mekke’ye gelmesini hedefliyorlardı.
Yine Mekkeliler, hac mevsiminde umre yapmanın haram olduğunu söyleyerek hac mevsimi dışında bir kez daha gelmelerini istiyorlar,
böylece Mekke’ye yıl içinde daha fazla insanın
gelmesini temine çalışıyorlardı.
Mekkeli müşrikler, hums ehli olmayanlara,
ahmesi olan birinin elbisesini kiralayarak tavaf
yapma şartı getirmişlerdi. Bunu kabul etmeyen ya da parası olmayanlar kadın olsun erkek
olsun çıplak olarak tavaf yapmak zorunda bırakılıyordu. Bu ahlak dışı isteklerine de şöyle
bir kılıf bulmuşlardı: “Günah işlediğiniz, içinde
Allah’a isyan ettiğiniz elbise ile bu kutsal yerde
tavaf yapamazsınız.”
Mekkeli müşrikler hiçbir zaman Hz.
İbrahim’in dinini bütünü ile terk etmediler. Aksine onlar, “Biz İbrahim Halilullah’ın dinindeniz.” diye övünüyorlardı. Onlar, Allah’ın dinini,
kendi arzularına, kültürlerine, geleneklerine,
çıkarlarına alet ederek tahrif ettiler. Dini, gündelik geçim kaynağı haline getirdiler.
Tarihte sırat-ı müstakimden yan yollara kaymalar bazen iyi niyetli, fakat mesnetsiz amellerle, bazen de dinin şahsî, hizbî, ticarî, siyasî
emellere âlet edilmesi ile başladığı unutulmamalıdır. Her Müslüman önce kendisi dinini sahih kaynaklardan öğrenmeye, bildikleri ile amel
etmeye çalışmalı, bilmediğini de ilim ehline
sorup öğrenmelidir. Yine unutmayalım ki, hakikatten uzaklaştıran her düşünce ve amel kişiyi
şeytana daha çok yaklaştırır.
86 ARALIK 2015
Deli Gönlüm
Sonbahar mevsimi girerken kışa,
Güney yeli gibi es deli gönlüm.
Düz olan yolların çıkar yokuşa,
Hızdan umudunu kes deli gönlüm.
Çirkini sevmenin geçer modası,
Güzelin çekilir nazı, edası,
Seher vakti gülde bülbül sedası,
Duyduğum en içli ses deli gönlüm.
Anarken maziyi hayale dalma,
Yar peşinden yürü geride kalma,
Yazgım kötü diye bahane bulma,
Biraz da kendine küs deli gönlüm.
Denizler yarılmaz kuru duayla,
Yıldızlar dost yaşar güneşle, ayla,
Toprağın altında kırılan fayla,
Dünyamız veriyor sos deli gönlüm.
Bulutun gözyaşı yağmurlar, seller,
Köprünün üstünde buluşsun eller,
Sevdanın uğruna açılsın diller,
Sana söz düşmezse sus deli gönlüm.
Hazanda baharı göreyim derken,
Kalbim bana diyor vakit çok erken,
Bir sene içinde dört mevsim varken,
Hep bahar istersin pes deli gönlüm.
Nedim UÇAR
somuncubaba 87
2015 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
2015 Yılı
Aile ve Çocuk
Ekiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
95
Türkiye : 95
Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
ABONE İLETİŞİM HATTI
Adı / Soyadı:
444 36 61
Kurum Adı:
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu:
Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Visan İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende Malatya
Tel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44
Faks: (422) 615 28 79
[email protected]
www.somuncubaba.net
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Aile Eki
ÇIKTI
Çocuk Eğitmenin
Yollarını Biliyor muyuz?
Sümeyye Büşra YILDIZ
Çocuklara Şükretmesini
Öğretebilmek
M. Emin KARABACAK
Namazımızın Sesini
Duyabiliyor muyuz?
Halide YENEN
Hz. Mâriye (R. Anha)
Nagehan Nida DURAN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - [email protected]
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Download