www.somuncubaba.net YIL: 22 • SAYI: 182 • ARALIK 2015 • Fiyatı: 8 TL Nil’in Bereket Vadisi: Kahire Bereketin Anahtarı: Ticârî Ahlâk Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa (a.s.)’ın şereflendirdiği kutlu topraklardır. Bereket, maddî ve mânevî, hem bu dünyaya hem de öbür dünyaya ait kazanç ve bolluğu da ifade eder. 00182 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ başyazı Kemal DEMİR Mısır’da Osmanlı İzleri Ecdadımız Osmanlı, Mısır’da uzun yıllar hâkimiyet sağlamış ve başta başkent Kahire olmak üzere İskenderiye, Tanta, Şarkiye gibi büyük kentlerde eşsiz mimarî yapılar ve eserler inşa ederek bu tarihî yapıları Mısır halkına miras bırakmıştır. Kahire’de 1848 yılında tamamlanan ve Selahaddin Kalesi’nin içerisinde yer alan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii, Mısır’daki Türk mimarisinin en önemli eserlerinden biridir ve hâlen tüm canlılığı ile ayaktadır. Selahaddin Kalesi’nden Kahire’ye bakıldığında Osmanlı mimarisi ile yapılan camiler hemen fark edilebilmektedir. Diğer hükümdarlıkların döneminden kalma camilerin minarelerinin hemen arasından yükselen Türk tarzı minareler ne kadar Kuzey Afrika mimarisine uyum sağlasalar da yine de Anadolu’dan ve İstanbul’dan motifler ve çizgiler taşımaktadır. Kaleye bakan Mahmudiye Camii’nin minareleri, Anadolu’da görülen minare tarzının yüzde yüz aynısı olduğu için diğer eserler arasından çok çabuk seçilebiliyor. Kahire’de Osmanlı dönemine ait çok sayıda su sebili bulunmaktadır. Osmanlı Devleti tarafından %96’sı çöl olan ve yazın sıcaklıkların 50 dereceye yaklaştığı Mısır’da Osmanlı sebilleri bağrı yanan, dudakları çatlayan Mısır halkına bir rahmet esintisi olarak inşa edilmiştir. Her sebil, birer sanat harikası şeklinde Mısır sanat tarihinin önemli birer parçası olmaya devam etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han Sina Çölü’nü 09-22 Ocak 1517 tarihleri arasında geçerken Allah’ın hikmeti olarak yağmur yağdığı ve ordunun bu sayede hiç su sıkıntısı çekmediğinden bahsedilir. Onun için demek ki ecdadımızda o bölgeye su azizliğinde davranmıştır. 24 Ocak tarihinde Osmanlı Devleti Kahire’ye giren Yavuz Selim Han, “Hadimü’l-Haremeyn” yani “Kutsal Toprakların Hizmetçisi” sıfatıyla Mısır’daki kutsal emanetleri Anadolu’ya getirmiştir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bu eşyaları Topkapı Sarayı’nda korunmaktadır. Dergimizin bu ay kapak konusu Mısır’dır. Konuyla ilgili olarak Mustafa Özçelik’in Mehmet Akif’in Mısır Yılları, Doç. Dr. Fatih Erkoçoğlu’nun Kısa Mısır Tarihi ve Kaynakları ile M. Nihat Malkoç’un Nil’in Bereket Vadisi: Kahire yazıları istifadenize sunulmuştur. Prof. Dr. Ali Akpınar’ın Hz. Yûnus (a.s.)’un Acelesi ve Meşhur Duâsı, Prof. Dr. Ramazan Altıntaş’ın Vahiy ve Nebevî Sünnetin İlişkisi, Prof. Dr. Kadir Özköse’nin Dinin Şeklî Boyutu Kadar Özüne de Vukûfiyet Sağlamak, Prof. Dr. Bilal Kemikli Dervişin Vakit Tasavvuruna Dair ve Prof. Dr. Abdullah Kahraman Ticarette Bereketin Anahtarı: Ticârî Ahlâk başlıklı yazılar ile birbirinden değerli diğer yazarlarımızın yazıları dergimiz sayfalarında siz değerli okuyucularımızı beklemektedir. Selam ile. The Traces of The Ottomans in Egypt Our ancestor The Ottomans, ruled in Egypt for long years and constructed many historical buildings and monuments first in Cairo and then in Alexandria, Tanta, Sharqia and legated them to the Egyptians. There are numerous water dispensers in Cairo from the era of the Ottomans. These were constructed in Egypt, 96% of which consists of desert and where the temperature reaches 50◦C in summer, for the benefit of the Egyptions, who experienced the extremely hot climate of the country. Being a perfect work of art, each of these water dispensers stands as an imprtant part of the art history of Egypt. Yavuz Sultan Selim, with the name of “The Servent of the Holy Lands Makkah and Madinah (Hadim-al Haremeyn)” brought the sacred helics to Anatolia. Now these are protected in Topkapı Palace. somuncubaba 1 künye Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır. Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ Basım Tarihi: 01 Aralık 2015 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Kemal DEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Hulusi ERDEMİR Yayın Editörleri M. Nazmi DEĞİRMENCİ Musa TEKTAŞ Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected] NİL’İN BEREKET VADİSİ: KAHİRE 14 Yapım Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803 Yıl: 22 Sayı: 182 - Aralık 2015 içindekiler Genel Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK Sanat Yönetmeni Enes İSLAM 36 Baskı ve Üretim Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti. Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı No: 95/1 İskitler/ANKARA Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50 6 Ali AKPINAR 52 Danışma Kurulu Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Prof. Dr. Mahmut YEŞİL Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK ABONE İLETİŞİM HATTI 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 İsmail ÇOLAK Plevne’de Osman Paşa’nın kumandası altında savaşmış askerden cesur bir askerin... Abdullah KAHRAMAN Bereket, maddî ve mânevî, hem bu dünyaya hem de öbür dünyaya ait kazanç ve bolluğu da ifade eder... KISA MISIR TARİHİ VE KAYNAKLARI PLEVNE’DE YAZILAN DESTAN VE GAZİ OSMAN PAŞA Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK Prof. Dr. Ali YILMAZ Prof. Dr. Sebahat DENİZ Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Prof. Dr. Ali AKPINAR Esasında dilinde sürekli Allah olan insanın hayatına da Allah’ın buyrukları hâkim olur... TİCARETTE BEREKETİN ANAHTARI: TİCÂRÎ AHLÂK Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir. Yayın Kurulu HER DURUMDA ALLAH RIZÂSINI TALEP ETMEK Enbiya YILDIRIM Hz. Yûnus Peygamber, Kur’ân’da adı geçen davet önderlerindendir... /SomuncuBabaDergisi Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa’nın şereflendirdiği kutlu topraklardır... HZ. YÛNUS’UN (A.S) ACELESİ VE MEŞHUR DUÂSI www.grafiturk.com.tr Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 M. Nihat MALKOÇ 56 Fatih ERKOÇOĞLU Ümmü’d-Dünya olarak anılan Mısır, Nil Nehri’nin varlığı ile elde ettiği zenginlik... 64 Vahiy ve Nebevî Sünnetin İlişkisi 10 • Tevâzû 15 • Mısır, Kahire, Nil Vesaire… 23 • Dinin Özüne Vukûfiyet Sağlamak 24 • Bir Kaç Hüsn-i Hatıra Ve Mektuplar 30 • Dervişin Vakit Tasavvuruna Dair 40 • Kaptan-ı Derya Çaka Bey 44 • Tüm Masiyet ve Kötülüklerden Uzak Dursunlar 48 • Gül 61 • Kerem Sahibi Allah’a Kul Olmak 62 • Mehmet Akif’in Mısır Yılları 70 • Mehmet Akif Ersoy’a 75 • Kahire Velileri 78 • Pencereden Bakınca Çarpıklıkları Görüyorum 80 • Birlik Olalım 83 • Hakikatten Uzak Olan Şeytana Yakın Olur 84 • Deli Gönlüm 87 Benim Canım! Süzgün bakan, büyüleyici gözlerinin ezelden beri tutkunu olduğuma gönül verdiğim-sevilenlerin otağı, sevenlerin yurdu olan gözünüz, gönlünüz şahit olup muhabbetlerimi bütün samimiyetimle gönülden gönüle arz eyler gözlerinizden öperim. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî Altmışaltıncı Mektup Benim ceddim Hüseynî Kerbelâ’da teşne-leb (dudağı kurumuş, yanmış) böyle susuzluktan şehit olup da Allah’a kavuşmuştur. NOT: Bu mektupla birlikte Es-Seyyid Osman Hulûsi ATEŞ (k.s.) Efendi’nin mektuplarının mensur kısımlarının güncellenmesi inşâallah tamamlanmış bulunmaktadır. Allah’a hamd u senalar olsun. Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR* HZ. YÛNUS’UN ACELESİ VE MEŞHUR DUÂSI (a.s) H z. Yûnus Peygamber, Kur’ân’da adı geçen davet önderlerindendir. Yûnus (a.s.)’ın ismi, Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir.1 İki yerde de ‘Zü’n-Nûn’ ve ‘Sahibü’lHût’, yani balık sahibi lakabıyla geçmektedir.2 Yüce Allah, Hz. Yûnus’u, Irak’taki Musul toprağında bulunan putçu Ninova halkına peygamber olarak gönderdi. O, uzun süre onlara uyarılarda bulundu, ancak onu dinlemediler. O da kızgınlıkla üç gün sonra azaba uğrayacaklarını söyleyip onlardan ayrıldı. Onun ayrılma sebebinin, kavminin tehditle peşine düşmesi, Yûnus Peygamber’in de onların şerrinden kaçıp gitmesi olduğu da söylenmiştir. Onun bu ayrılışı, kızgınlık ve aceleyle, Allah’ın emir ve izni gelmeden olmuştu. Hâlbuki bir peygamber, bir davetçi için yılgınlık göstermek ve zamanı gelmeden cepheyi terk etmek yakışık almazdı. Onlar, Yûnus’u Aramaya Başladılar Yûnus Peygamber kavminden ayrılıp gidince, kavmi ona karşı yaptıklarının yanlış olduğunu anladı, pişmanlık duyup tevbeye sığındılar, günlerce ağlaştılar. Yüce Rabb’imiz de onları affetti. Bu sefer onlar, Yûnus’u aramaya başladılar. Hz. Yûnus ise, kavminden ayrılıp bir deniz kenarına vardı, yolculuğa hazır bir gemi gördü ve hemen ona bindi. Gemi denizin ortasında şiddetli bir fırtınaya yakalandı, batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Gemidekiler aramızda bir günahkâr var, onu bulup denize atalım ki batmaktan kurtulalım dediler ve kura çekerek Hz. Yûnus’u denize attılar. Denizde bir balık onu yuttu. Hz. Yûnus, balığın karnında ,“Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzîh ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum.” diye duâ etti. Yüce Allah da duâsını kabul etti. Balık onu sâhile attı. Hz. Yûnus bir müddet orada kendisine geldi ve kavmine döndü. İman eden kavminin başına geçti ve onlarla birlikte Yüce Mevlâ’nın dilediği bir süre daha yaşadı. Böylece kavmi helak olmaktan kurtuldu, Yûnus Peygamber de kavmine kavuşmuş oldu. Ona ve yolunda olanlara selâm olsun! 6 ARALIK 2015 Kutsal Kitabımızda Hz. Yûnus Kıssası şu şekilde anlatılır: “Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, can yakıcı azabı görene kadar kendilerine her türlü belge gelse bile inanmazlar. Bir şehir ahâlisi inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin! İşte Yûnus’un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik. Rabb’in dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir. De ki: ‘Göklerde ve yerde neler var, bir bakın! İnanmayacak bir millete âyetler ve uyarmalar fayda vermez.”3 “Doğrusu Yûnus da peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı. Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu. somuncubaba 7 Eğer Allah’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı. Hâlsiz bir hâlde iken kendisini sâhile çıkardık. Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.”4 “Zü’n-Nûn hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar içinde: ‘Senden başka Tanrı yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.’ diye seslenmişti. Biz de ona cevap verip, onu üzüntüden kurtarmıştık. İnananları böyle kurtarırız.”5 “Sen Rabb’inin hükmüne kadar sabret; balık sahibi (Yûnus) gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabb’ine seslenmişti. Rabb’inin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sâhile atılacaktı. Rabb’i onu seçip iyilerden kıldı.”6 Yûnus Kıssası’ndan Alacağımız Dersler Şimdi bu âyetler ışığında Yûnus Kıssası’ndan alacağımız dersleri birlikte okuyalım: İslâm, insan içindir ve insanın fıtratına uygun olan bir dindir. Her insan, İslâm’a yatkındır. Her insanın özünde, İslâm’ı kabul etme temayülü vardır. Ne var ki her insanın, iknâ yönü ve zamanı farklı olabilir. Kimi insan bir hakikati bir kez duymakla kabul eder, kimi onlarca kere duyar, ancak ondan sonra iknâ olur ve kabul eder. Kimi de bunca delîle rağmen bir türlü kabullenmez. Onun için davetçi konumunda olanlar, bıkmadan usanmadan, kızmadan yılmadan daveti ulaştırma gayret ve çabası içerisinde olmalı, farklı deliller ve farklı meşrû metodlarla davetlerini sürdürmelidirler. Yüce Allah, imtihanın gereği olarak insana dileme gücü, yani irâde vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen inkâr eder. Ancak herkes yapıp ettiğinin sonucuna katlanır. İnananlar dünya ve 8 ARALIK 2015 âhirette mükâfatlandırılırlar. İnkâr edenler de er ya da geç cezâlarını çekerler. Yüce Allah, isteseydi bütün herkes iman eder ve tek bir din üzere olurdu. Ama O, insanları serbest bıraktı, böylece davetçiler ve davet edilenler sınanmış oldu. Her topluma bir davetçi ulaştığına göre, hiç kimsenin ileri süreceği bir mazereti kalmadı. Zira insan, kendisine bahşedilen akıl nimeti, çevresinde doğruya çağıran bunca âyetler ve davetçilerin kendisine ulaştırdıkları uyarılar sonucu doğruyu bulabilir, imana erebilir. Bütün bunlara rağmen iman etmezse, bunun dünya ve âhiret sonucuna hazır olmalıdır. Yûnus Peygamber’in kavmi, önce inanmamakta direndiler ve son anda yaptıklarının yanlış olduğunu anlayıp iman ettiler. Yüce Allah, onların son anda yaptıkları tevbeyi kabul etti. Ancak her insana yahut topluma bu son fırsat her zaman verilmeyebilir. Onun için insanlar, hayırlı işlerde ve hayırlı kararlarda acele etmeli ve son ana bırakmamalıdır. Zira hayır, sonraya bırakılmayacak kadar önemli ve değerlidir. Bunun için davetçiler sabır ve azimle davetlerini muhâtaplarına sunmalıdırlar. Farklı farklı delillerle, metotlarla muhâtaplarını iknâ etmeye, uyandırmaya çalışmalıdırlar. Aslâ sonuçlar konusunda aceleci olmamalıdırlar. Zira muhâtapları iknâ olmasa bile, onların davetleri boşa gitmeyecektir. Çünkü onlar üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş olmaktadırlar. Davetçi seferden sorumludur, zaferden değil. Sonuçta zaferi bahşedecek olan Yüce Allah’tır. Nice peygamberler vardır ki uzun yıllar davete devam ettikleri hâlde kendilerine çok az sayıda insan inanmıştır. Bu onların vazîfelerini yapmadıkları yahut lâyığıyla yapmadıkları anlamına gelmez. Balığın Karnında Kutlu Duâ Bu ibretlik mesajların yanında bir de özlü duâ kaldı Yûnus Peygamber’den bizlere: “Lâ ilâhe illâ ente sübhânek. İnnî küntü mine’z- zâlimîn/Senden başka Tanrı yoktur, Sen ne yücesin! Her türlü ayıp ve kusurdan Seni uzak tutarım. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim!” Duâ, kerâhet vakti olmayan, her zaman ve her yerde yapılabilen bir ibadettir. Bollukta darlıkta, aydınlıkta karanlıkta duâ, kulun Rabb’i ile bağlantı kurup hâlini-derdini O’na arz etmesidir. Yûnus’un bu kutlu duâsında önce Yüce Allah’ın şânını yücelten tevhîd ve tesbîh cümlesi yer alıyor. “Seni tesbîh eder şânını yüceltirim, Sen müşriklerin sana yakıştırdıkları ayıp ve noksanlıklardan münezzehsin, senin kendine has özel ve güzel isim ve sıfatların vardır Rabb’im.” Söze ve işe Yüce Allah’ı anarak ve O’nu yücelterek başlamak, ilâhî rahmeti ve Allah’ın yardımını celbeder. Bu yüzden bizler de O’nun adıyla sözümüze ve işimize başlamalıyız. Bu, sözü ve işi O’nun adına işlemek demektir. Elbette O’nun adına olan söz ve iş, O’nun ölçüleri doğrultusunda olmalıdır. Ardından kulun itirafı geliyor duâda. “Ben zalimlerden oldum, ancak Sen yüceler yücesisin Allah’ım. Günahım büyük, ama Senin rahmetin her şeyden çok daha büyük. Derdim büyük ama Sen benim derdimden büyük Rabb’imsin. Bağışla beni, kulluğuna kabul et, bundan sonra Senden ve yolundan ayrılmayacağım Rabb’im.” Duâda Yûnus (a.s.)’ın herhangi bir isteği açıkça yer almamaktadır. Tıpkı “Rabb’im bana hastalık dokundu, Sense merhametlilerin en merhametlisisin.” diye yakaran Eyyub Peygamber gibi. Zira malumu i’lâma, bilineni tekrar edip sözü uzatmaya hâcet yoktur. Yüce Mevlâ, kulunun içten yakarışlarını duyacak ve durumuna göre ne lâzımsa ona verecektir. Hem de fazlasıyla. Çünkü O, bol bol ve karşılıksız verendir. İşte Yûnusça tevbe, Yûnusça dönüş, Yûnusça zikir. Rahmet bulutlarını harekete geçiren ve çözen ifadeler. Karşılığında sağanak sağanak yağan rahmet yağmurları… Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Belâya uğrayan herhangi bir kimse bu duâyı okursa mutlaka ona icâbet edilir.” O hâlde belâlara uğramadan ve imtihânın gereği belâlarla sınanırken Yûnus (a.s.)’ın duâsı hiç dilimizden düşmemelidir. Dipnot * Prof. Dr. Ali AKPINAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 4/Nisâ, 163, 6/En’âm, 86, 10/Yûnus, 98, 37/Sâffât, 139. 21/Enbiyâ, 87-88, 50/Kalem, 48-49. 10/Yûnus, 96-101. 37/ Sâffât, 139-148. 21/Enbiyâ, 87-88. 68/Kalem, 48-51. somuncubaba 9 İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ* H VAHİY VE NEBEVÎ SÜNNETİN İLİŞKİSİ “Tevhid mücâdelesinin tarihinde büyük rol oynamış olan ve sayıları kesin olarak bize bildirilmeyen peygamberlerden her biri, insanları doğru yola götüren önderler olmakla kalmamışlar, bizzat örnek yaşayışlarıyla da toplumlarına model oluşturmuşlardır.” 10 ARALIK 2015 idâyet, Allah’ın insana doğru yolu göstermesidir. İnsan ancak, hidâyetle kendini güvende hissedebilir. İlâhî risâletin tarihinde bu yol gösterme faaliyeti, mecâzî anlamda başta bizzat Kur’an olmak üzere; peygamberler, akıl, kevnî âyetler, Ka’be ve âlimler gibi vâsıtalarla gerçekleştirilmiştir. Hidâyet vâsıtaları içerisinde yer alan peygamberlerin hidâyeti; sebeplilik ve çağrıya dayanır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili pek çok âyet vardır. Bunlardan bazı misaller şöyledir: “Her kavmin 1 bir yol göstericisi vardır.” , “Hiçbir ümmet yok2 tur ki, ona uyarıcı gönderilmiş olmasın.” Bu âyetlerden açıkça anlıyoruz ki, Allah toplumları bilgilendirmek için, onların içinden; akıl, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, ileri görüşlülük ve cesâretlilik gibi üstün yetenek ve fazîletlere sahip kimselerden peygamberler seçip göndermiştir. Peygamberlik çalışıp çabalamakla elde edilmez, ilâhî bir hibedir. Allah, insanlar içerisinden dilediği kullarını bu işle görevlendirmiştir. Artık, Ahzâb Sûresi’nun 40. âyetinde vurgulandığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’le birlikte nübüvvet kapısı kapanmıştır. Tevhid mücâdelesinin tarihinde büyük rol oynamış olan ve sayıları kesin olarak bize bildirilmeyen peygamberlerden her biri, insanları doğru yola götüren önderler olmakla kalmamışlar, bizzat örnek yaşayışlarıyla da toplumlarına model oluşturmuşlardır. Zira cemiyette insanlar, soyut düşüncelerden daha çok, somut davranışlardan hoşlanırlar. İşte bu maksatla Yüce Allah, ilâhî öğretileri peygamberlerine indirmiş, bu Allah elçileri de öğretileri toplumlarına duyurmakla birlikte, bizzat yaşayarak güzel örneklikte bulunmuşlardır. İşte Kur’an’ın uygulaması, peygamberler vâsıtasıyla sonraki nesillere böyle aktarılmıştır. Kur’an peygamberlerin şahsında yaşanılan teorik ve pratik Müslümanlık örnekliğini şöyle açıklamaktadır: “Onları, buyruğumuz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, 3 zekât vermeyi vahyettik.” Bütün peygamberler, Allah’tan aldıkları ilâhî öğretiyi, eksiltme ve artırma yapmadan, doğrudan insanlara iletmişler, aynı zamanda onun ilk açıklamasını da yapmışlardır. Bu açıdan peygamberler, ilâhî mesajın ilk yorumcuları olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitâben şöyle buyrulmuştur: “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) dü4 şünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.” Elbette peygamberlerin misyonu sadece inen sûre ve âyetleri topluma iletmek ve açıklamaktan ibaret kalmamış, bir de âyetlerde emredilen ve yasaklanan hususları beyanla birlikte, temsil etmek sûretiyle de yaşama alanında pratiğini göstermişlerdir. Yaşadığımız yüzyılda Müslüman dünyanın en büyük sorunu, İslâm’ı bilmemek değil, gereği şekilde temsil etmemek sorunudur. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nebevî sünnetine rağmen, hâlâ toplumlarımızda ahlâkî alanda savrulma ve yozlaşma varsa, bunun yegâne sebebi, İslâmsızlığımızdır. Vahiy ve Nebevî Sünnetin İlişkisi Bilindiği gibi vahiy, Allah’ın iradesinin söz şeklinde insanlığa indirilmesinin adıdır. İşte bu “vahiy, nübüvvet temeli üzerine binâ edilmiştir.” Vahiy, Allah ile peygamber arasında bir iletişim vâsıtasıdır. Bu açıdan, vahyin hakikatini Allah, mâhiyetini de peygamber anlar. Biz ise, peygamberin haber verdiği kadar bilebilir ve o şekilde inanırız. Çünkü el-Kitâb’ın içeriği, onun tarafından bize iletilmiştir. Bu açıdan peygamberlerin hayatında dinin şekil yönüyle temsil edilişi, vahiyle birlikte, asıl, vahyin canlı örneğini oluşturan peygamberlerin uygulamasıyla açığa çıkmıştır. Hatta buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “İslâm’ın Müslüman toplumların hayatında şekil/form olarak görünülürlüğü, vahiyden daha çok nebevî sünnete dayanır.” Bunun İslâm toplumlarındaki göstergesini; dinî uygulamalardan mimarîye, sanattan edebiyata, yemek kültüründen kıyâfete, mûsikîden güzel yazıya, spordan eğlenceye varıncaya kadar görmek mümkündür. Bu sebeple aynı zamanda peygamberin nebevî sünneti, Müslümanların görünür ve görünmez alandaki somuncubaba 11 vahdetinin/birlikteliğinin de bir güvencesidir. Gerek İslâm’ın ilk yıllarında putperestlerin ve gerekse bütün çağlarda İslâm karşıtı çevrelerin saldırıları en çok Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında nübüvvete yönelik gerçekleşmiştir. Bunun temel sebebi, ona duyulan içten sevgi ve bağlılık duygusunun bütün Müslümanların gönüllerinde taht kurmuş olmasıdır. Gönüllerden, onun sevgisi yıkılmadıkça, nübüvvet binâsında bir gedik açmak mümkün değildir. Onlar yine çok iyi biliyorlar ki, nübüvvet binâsında bir gedik açmak demek, dolaylı olarak vahyin kalbinde bir gedik açmak anlamına gelmektedir. Bundan dolayı hâlâ bazı müsteşrikler tarafından hem Hz. Peygamber (s.a.v.) ve hem de vahiy kâtipliği yapmış olan sahâbeler üzerinde güvensizlik oluşturmak adına fikrî ve kültürel saldırılar sürdürülmektedir. Ama artık 1400 yıllık İslâm tarihinde bu din; İslâmî ilimler, sanat, edebiyat, medeniyet alanında bir tecrübe alanı oluşturmuştur. Tarihe mâl olmuş bu tecrübe alanını topyekûn tasfiye etmek mümkün değildir. 12 ARALIK 2015 İslâm inancına göre, insanın ruhsal açıdan olgunlaşabilmesi; bir ve tek olan Allah’a sağlam bir inançla bağlı olmasını gerektirir. Hurâfesiz, sağlam ve doğru dinî bilgilerle kuşanmış, iyi ve güzel ahlâk sahibi bir insanın yetişebileceği yegâne ortam, nübüvvetin yeşerttiği ortamdır. Bu sebeple peygamberlerin toplumlarına ilk çağrısı, dâimâ Allah’ın birliği ilkesine ve sadece 5 O’na kullukta bulunmaya yöneliktir. Zira İslâm dininde, içinde, peygamberlere imanın da bulunduğu inanç esasları, bir binânın temelleri gibi kabul edilmiştir. İmanın temeli, doğru dinî bilgi malzemeleriyle ne kadar sağlam atılırsa, insanın rûhen Allah’a yükselmesi, kötü duygu ve düşüncelere karşı mukâvemeti de o ölçüde kuvvetli olacaktır. İşte Allah’a giden yolda dinî açıdan sorumlulukların neler olduğunu salt saf akılla bulmak mümkün değildir. Bu konularda nübüvvete ihtiyaç vardır. İnsan akıl yardımıyla, Allah’ı, nübüvvetin gerekliliğini, hayatta iyi ve kötü, faydalı ve zararlı olan şeyleri bilebilir. Ancak; namazın nasıl kılınacağını, kaç rekât olduğunu, zekâtın hangi mallardan ne miktarda verileceğini, hac ibadetinin nasıl yapılacağını Peygamberimiz (s.a.v.)’in açıklama ve uygulamalarıyla öğrenebilir. Yine günlük hayatla ilgili helâl ve haramlar gibi birçok konuda Peygamberimiz (s.a.v.)’in açıklamalarına ihtiyacımız 6 vardır. Bundan dolayı, Allah’ın ilâhî mesajı olan vahiy, dinin teorik yanını oluştururken, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nebevî sünneti dediğimiz söz, takrir ve uygulamaları, dinin pratik yönünü teşkîl eder. Elbette Kur’an okunduğu zaman her insanın anlayabileceği öğütleri içeren âyetler olduğu gibi, anlaşılması ayrı bir ilim ve uzmanlığı gerektiren âyetler de vardır. Bundan dolayı, Kur’an’ın anlaşılmasında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine olan ihtiyacımız, kayıkçının küreğe olan ihtiyacı gibidir. Nasıl ki kayıkçı, kürek olmadan kayığın yönünü tayin edemezse ve birçok riskli ve tehlikeli durum ortaya çıkabilirse, işte bunun gibi, bir Müslüman da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerine bakmadan, onun nebevî sünnetinden yararlanmadan, doğrudan Kur’an’ı salt aklıyla bir bütün olarak anlamaya kalkması bazı mahzurları ortaya çıkarabilir. Bu açıdan Kur’an’ın anlaşılmasında Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetinin değeri çok büyüktür. Maalesef son yıllarda sünnetin anlaşılmasında Batı kaynaklı tarihsellik tartışmalarının, olabildiğince sünnetin değerini ve ağırlığını düşürmeye hizmet etmiş olduğunu söylemek mümkündür. Tarihsellik anlayışına göre, her dönem kendi değerleri ile vardır. Geçmişte değerli olmuş olan hükümler ve görüşler bugün için bir anlam ifade etmez. Bu tanımı, evrensellik bağlamında nebevî mesaja uygulayabilir miyiz? Dolayısıyla, tarihselciliğin arka planında izâfîlik yatmaktadır. Bu da hakikatin mutlaklığına ve evrenselliğine gölge düşürür. Çünkü tarihselliğe göre hakikat evrensel değil, dönemseldir. Böyle bir bakış açısı nebevî sünnet açısından birçok mahzurları beraberinde getirir. İslâm’ın belirleyiciliğini belli bir mekân ve zamana hapseder. Bu konuda İslâmî ve dinî ilimlerle uğraşan ilim adamlarına büyük görevler düşmektedir. Ne getirip götüreceği bütün yönleriyle tartışılmadan Batılı şarkiyatçıların Kitâb-ı Mukaddes’i anlamada geliştirdikleri yöntemi alıp doğrudan sünnetin anlaşılmasına tatbîk etmeye kalkmak çok büyük tarihî hatâlara ve tahrîbâta yol açacaktır. Maalesef bugün bu düşünceyi savunanlar nezdindeki bu hastalıklı görüş, Müslümanların sünnete bakışları konusunda ikircikli bir durum ortaya çıkarmıştır. Değerler Bağlamında Nebevî Mesajın Önemi Diğer taraftan, insanlık bugün olduğu gibi yarın da değerler alanında peygamberlerin getirdiklerine muhtaçtırlar. Eğer, nübüvvete ait bir başlangıç, nebevî bir ilk hareket olmasaydı, beşerî bir medeniyetin meydana gelmesi mümkün olamazdı. İnsanlığın bugün sahip olduğu teknik medeniyet, ilâhî yol göstermekle gelişip ilerlemeler kaydederek günümüzdeki mükemmel seviyesine ulaşmıştır. Eğer hâlâ, yaşadığımız yüzyılda dinle sorunlu toplumlarda bile; helal kazanç, emeğe saygı, ailenin mahremiyeti ve önemi, adalet, danışma, yardımlaşma, affetme, merhamet, iyilik duygusu, barış, ötekine saygı, hukukun üstünlüğü, hoşgörü vb. gibi değerler varsa, bütün bunlar o toplumun kültür haritası içerisinde kalmış nübüvvetin kalıtımsal mîrâsının bir göstergesidir. Temiz fıtrata dayalı hiçbir insan bu değerlerin anlamsızlığını savunamaz. Şâyet bu değerler bir takım toplumlarda bugün için anlam bulmuyorsa bile bu aslâ o değerlerin anlamsız olduğu anlamına da gelmez. Nitekim “İnsanlığın Peygamberlere Olan İhtiyacı” başlığı altında “İnsanlığın san’at ve teknik alanında sahip olduğu bilgilerin ve becerilerin genel prensibi, Allah tarafından gönderilen peygamberlerce konulmuştur.” diyen ünlü İslâm düşünürü Fahreddîn-i Râzî, “Peygamberler, sadece dinin uygulanmasıyla ilgili konularda değil, bir takım sanat ve teknik konularında da toplumlarına yol göstermişlerdir.” der ve bu konuda Hz. Nuh Peygamber’e, Yüce Allah’ın vahiyle gemi yapmasını öğrettiğini örnek olarak 7 verir. Bu sebeple bütün Müslüman toplumlarda Hz. Nuh, marangozların; Hz. İdris, terzilerin pîri olarak nitelendirilir. somuncubaba 13 Her Peygamber Kendi Toplumuna Örnektir Gerçekten de Kur’an’da her bir peygamberin kendi döneminde toplumlarının hem ahlâkî alanda, hem içtimaî ve hem de kalkınma ve uygarlık yolunda gelişmeleri için farklı örneklikleri anlatılmıştır. Meselâ, bu bağlamda, Hz. İbrahim Peygamber akıl devriminin mimarı, Hz. Lut Peygamber ahlâkî öğretilerin temsilcisi, Hz. Davud Peygamber uygarlığın ham maddesi demirin nasıl işleneceğinin, savaş âletlerinin nasıl yapılacağının öncüsü olarak gösterilmiştir. Peygamberler, ideal toplum hayatında huzurlu bir yaşam biçiminin eksenine “adâlet ve hakkâniyet ilkesini” koymak gerektiğini de öğretmişlerdir. Bu konuda şu âyet, evrensel değerler alanında bu gerçeği çok güzel anlatır: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabâya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye 8 size öğüt veriyor.” Bu âyette de özetle görüldüğü gibi; huzurlu ve moral açısından yüksek bir toplum modeline ancak, adâlet, eşitlik ve hak edilen ölçülerde iyiliklerin taksîmâtı ile ulaşılabileceğinin bilgisi iletilmiş, toplumların sosyal ve ahlâkî anlamda çöküş ve yıkılış sebepleri dile getirilmiştir. Dolayısıyla, evrensel değerler, bütün insanlığı kuşatır; kişiden kişiye, mekândan mekâna, çağdan çağa değişiklik göstermez. Her yerde, her ortam ve zaman diliminde gerek anlayış ve gerekse uygulama düzleminde geçerliliğini korur. Bu bağlamda nebevî mesaja yaklaşacak olursak, insanın doğasına ve yaşamına uygun tümel mânâda evrensel değerler hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir. Bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.) geliş amacını şöyle belirt- 14 ARALIK 2015 miştir: “Benimle insanların misâli bir ateş yakan kimse gibidir ki, ateş çevresini aydınlattığı zaman ateşin çevresinde bulunan hayvanlar ve küçük kelebekler ateşe düşmeye başladılar. O kimse bu hayvanları ateşe düşmekten sakındırmaya çalıştı. Fakat hayvanlar o kimseye gâlip gelerek düşüncesizce, sür’atle ateşe düşüyorlardı. (İşte ben bu misalde olduğu gibi) Siz düşüncesiz ve tedbirsiz olarak ateşe düşerken, ben bellerinizden yakalayıp 9 ateşe düşmekten sizi kurtarmaya çalışıyorum.” İşte bu açıdan, minarelerin ve yüksek binâların tepesindeki paratoner neyi ifade ediyorsa, nübüvvet kurumu da toplumların dinî, ahlâkî, kültürel ve içtimâî alandaki devamlılıkları için o görevi ifade eder. O hâlde, toplum olarak, başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere, Kur’an’da örnek davranışları anlatılan ve tarih boyunca, insanlığın ilim, irfan, adalet, yüksek ahlâk ve fazîletle donanmasında getirdikleri öğretilerle örnek olmuş bu seçkin şahsiyetlere iyi kulak vermeli ve onların öğreti ve hayatlarından davranış modelleri çıkarmalıyız. Yoksa sadece “Peygamberlere iman ettim.” demek yetmez, “Peygamberlere iman etmem bana neyi gerektirir?” sorusuna verilecek cevap, asıl maksadı gerçekleştirecektir. Tevâzû Güzel ahlâktır ancak kemâle erdiren sır, İnsan kâmil olamaz yaşasa da bir asır… Âcizliği kavramak Hakk’a kulluğun özü, Tevâzûdan nasipsiz, anlayamaz bu sözü. Ne mümkün insan için, ulu dağlara ermek, Ne mümkün kalpte kibir varken Allah’ı görmek. Ben nesli, hep gösterir kendi nefsine saygı, Toplumu incitmekten duymaz azıcık kaygı. Nezâket ve terbiye, ham gönüllere ilaç, Hikmetle eğilir, her olgun meyveli ağaç. Peygamber düsturudur yolda “nazar ber kadem” Haramdan kaçıp, almak için kıymetli kıdem. Mevlâ kulda nimet ve güzelliği sever de, Fakiri tahkir hakkı vermedi hiçbir ferde. Eğer unutmaz ise kişi geldiği yeri, İki dünyada artar dâim onun değeri… Mahviyet taslamakla, tevâzû olur mu bir? Zemmederek kendini övmek bir başka kibir. Tevâzû fakirde de zenginde de güzeldir, Mütevâzı bir âmir, Rab katında özeldir. Varoğlu, ister isen yücelerden mertebe, Alçak gönüllü olmak kalbe en yüksek rütbe. Mehmet Ali VAR Selâm olsun Allah elçilerine!.. Dipnot * Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 13/Ra’d, 7. 35/Fâtır, 24. 20/Enbiyâ, 73. 16/Nahl, 44. 2/Bakara, 21. Bkz. 7/A’râf, 157. Bkz. Fahreddîn-i Râzî, Kelam’a Giriş, çev. H. Atay, Ankara, 1978, s. 217. 8. 16/Nahl, 90. 9. Buhârî, “Rikâk” 26; Müslim, “Fedâil” 17-19. somuncubaba 15 ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ NİL’İN BEREKET VADİSİ: KAHİRE 16 ARALIK 2015 “Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa’nın şereflendirdiği kutlu topraklardır. Peygamber gören diyardır. Nil, Hz. Musa’yı boğmayan, Asiye’nin ellerine teslim eden merhamet suyudur. Mısır zindanları Yusuf’un ışığıyla aydınlanmış, ‘Medrese-i Yusufiye’ ye dönüşmüştür.” somuncubaba 17 D ünyanın kadim medeniyetlerinin başında gelir köklü Mısır medeniyeti. Yedi bin yıllık bir mâzisi vardır bu ihtişamlı medeniyetin. Mısır demek, en çok da mistik ve büyüleyici bir şehir olan Kahire demek. Mısır’ın başkenti ve Afrika’nın en büyük şehri olan Kahire, uygarlığın beşiğidir dersek abartmış olmayız. Firavunlardan Bizans’a, Osmanlılardan İngilizlere kadar nice büyük imparatorluklar at oynatmış bu gizemli kadim topraklarda. Akdeniz ve Kızıldeniz’e kıyısı bulunan Mısır, Kuzey Afrika’nın nüfus bakımından en büyük ülkesidir. Batısında Libya, güneyinde ise Sudan bulunmaktadır. Filistin ve İsrail’le de komşudur. Dünyanın en uzun nehri olan Nil, sularını Akdeniz’e boşaltır. Bugün nüfusu doksan milyon civarında olan Mısır, Ortadoğu’da medeniyetin kadim beşiğidir. Dünyanın en büyük açıkhava müzesi olan Kahire, Mısır’ın gözbebeğidir. Bu güzide şehrin tam ortasından, dünyanın en uzun nehri olan ve üzerinde altı tane köprü bulunan, Nil Nehri ve kolları geçmektedir. Nil genelde Mısır’a, özelde Kahire’ye bambaşka ve büyüleyici bir güzellik katmaktadır. Nil’i, Kahire siluetinden kaldırdığınızda pek bir şey kalmaz ortada. 18 ARALIK 2015 Ümmü Gülsüm’ün Yanık Sesi Sokaklardan Eksik Olmaz Kahire’nin insan selini andıran sokakları, şarkın karakteristik özelliklerini taşır. Günün yirmi dört saatinde de alabildiğine doğaldırlar. Eski Kahire sokaklarında gezerken gayri ihtiyarî olarak Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın,/Ne de büsbütün dışında;/Yekpare, geniş bir anın/Parçalanmaz akışında.//Kökü bende bir sarmaşık/ Olmuş dünya sezmekteyim,/Mavi, masmavi bir ışık/Ortasında yüzmekteyim” dizeleri dökülür dudaklarınızdan. Toz, duman, gürültü ve kaosun şehridir Kahire. Fakat bu özellikler onun güzelliğinden hiçbir şey eksiltmez. Nüfusu 18 milyona varan Kahire, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biridir. Dünyanın yedi harikasından biri olan piramitler bu şehrin yanı başındadır. Müzik ve raksın eksik olmadığı bu şehrin sokaklarında Ümmü Gülsüm’ün yanık sesi hiç eksik olmaz. Kleopatra’nın ülkesi Mısır, gezilip görülmeye değer yerlerin başında gelir. Çöllerinde fırtına ve rüzgâr eksik olmaz bu gizemli coğrafyanın. Minarelerinde günde beş vakit okunan ezanlar ruhlara bir inşirah neşvesi katar. Göklerin mavisi kavruk çöllerin sarısına karışır. Eski Mısır, Roma ve Osmanlıdan izler taşıyan Kahire’de tapınak, sinagog, kilise ve camiler yan yanadır. Mısır’a gidenler Eski Kahire’yi mutlaka görmelidir. Çünkü kadim Mısır’ı aksettiren eserler, tabir caizse Mısır’ın kodları, burada arz-ı endam etmektedir. bu topraklar. Eski Kahire; kalesi, müzeleri ve Eski Kahire’yi El-Gavri Külliyesi’nin minaresinden seyretmek gerek. Öte yandan bu tarihî cadde ve sokakları yürüyerek gezmek, şehri iliklerine kadar yaşamak için elzemdir. Bunun yanında Kahire’deki El-Ezher Camii, Seyyid ElHüseyin Camii, Ebu Dehab Camii, El-Eşref Barsbey Camii bu kadim coğrafyaya bambaşka bir manevî atmosfer katıyor. şereflendirdiği kutlu topraklardır. Peygam- Kahire’yi Görmeyen Dünyayı Görmemiştir tarihî çarşılarıyla zamanda yolculuğa çıkarır ziyaretçilerini. Doğu klasiklerinden biri olan Binbir Gece Masalları’nda denildiği gibi “Kahire’yi görmeyen dünyayı görmemiştir.” Kadim Mısır, Hz. Yusuf’un ve Hz Musa’nın ber gören diyardır. Nil, Hz. Musa’yı boğmayan, Asiye’nin ellerine teslim eden merhamet suyudur. Mısır zindanları Yusuf’un ışığıyla aydınlanmış, “Medrese-i Yusufiye” ye dönüşmüştür. Henüz son nefesini vermeden bir kez olsun görmek lâzım bu gizemli toprakları. Ülkemizin gözbebeği İstanbul’un Kapalıçarşı’sı neyse Mısır’ın başşehri Kahire’de bulunan “Han el-Halili Çarşısı” da bir anlamda odur. Bu çarşı, Yüzde doksanı çöllerle kaplı olan Mısır’da kum fırtınaları, toz, toprak ve duman olağan durumlardandır. Bu, turistler için sıra dışı olsa da, Mısırlılar için sıradan bir hadisedir. ziyaretçilerini büyüleyecek kadar güzel ve etki- Afrika’nın incisi Mısır’dır; Mısır’ın incisi Kahire’dir. Kahire’nin incisi ise Nil’dir. Kahire deyip geçmemek lâzım. Kahire şarkın medar-ı iftiharı olan mümtaz şehirlerden biridir. Tarih boyunca çok renkli hayatlara sahne olmuştur mişte birçok acıya ve ölüme sahne olan Tahrir leyicidir. Fakat bizim Kapalıçarşı kadar tertipli ve büyük değildir. Kahire’nin merkezinde yer alan, yakın geçMeydanı şehrin en işlek yerlerinin başında gelir. Sonra zulüm meydanı olmuştur. Bu meydan, adeta bir insan selini andırır. “Bütün yollar Tahrir Meydanına çıkar.” dersek yeridir. somuncubaba 19 Kahire, Nil’le bütünleşmiştir. Nil, Kahire’nin dekoru olmuş, ona hayat vermiştir. İstanbul için Boğaziçi neyse Kahire için de Nil odur. Nil Nehri üzerinde felukaya (yelkenli tekne) binip Kahire turu atmak insana İstanbul’daki Boğaz turlarını hatırlatıyor. Bir ilim ve medeniyet diyarıdır Mısır. Dünyanın en gizemli uygarlıklarındandır. Bugünkü kâğıdın atası olan papirüslerin yurdudur. Avrupa mağara devrini yaşarken Mısırlılar mumyalama tekniğini keşfetmişlerdi. Tarihte büyük öneme sahip isimler bu topraklarda yetişmiştir. El-Ezher, Mısır’ın ilme, medeniyete açılan altın kapısıdır; Kahire’nin yüz akıdır. Mısır’da yetişen büyük âlimler ve yazarlar arasında; düşünür İskenderiyeli Klement, Matematikçi Takiyüddin, Doktor-Fizikçi ve Astronom Ali bin Rıdvan, Filozof Musa ibni Meymun, Eğitimci-Yazar Rifaa Rafi el-Tahtavi, Şair-Eleştirmen Abbas el-Akkad, Müfessir ve Yazar Seyyid Kutub, Siyasetçi ve Dinî lider Hasan el-Benna, İslâmcı Yazar Muhammed Kutub gibi isimleri sayabiliriz. Bunların yanında 1988’de Nobel Edebiyat Ödülünü alan, Ortadoğu’nun Balzac’ı olarak nitelenen Necip Mahfuz bu topraklarda yetişmiş, çağdaş Mısır romanının temelini bu topraklarda atmıştır. Mahfuz, Mısır’ın Batı’ya açılan yüzü olmuştur. Kahire, Osmanlı’dan Doyumsuz Hatıralar Taşımaktadır Bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti olan Mısır ve onun en büyük kenti olan Kahire, Osmanlı’dan birçok mühim hatıra taşımaktadır. Mısır, bilindiği üzere 1517 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedildi. 1805 yılına kadar Osmanlı yönetiminin bir vilayeti oldu. Daha sonra Osmanlı’ya isyan eden Mısır halkı Mehmet Ali Paşa önderliğinde, Mısır Hidivliği’ni kurdu. Sonra Fransızların saldırısına uğradı. 1882 yılında da İngiliz kontrolüne girdi. 1922 yılına kadar manda yönetimine tabi oldu. 1923 Lozan Antlaşması’yla Mısır’ın bağımsızlığını kabul ettik. Ülkemiz Mısır’daki Osmanlı haklarından tamamen vazgeçti. Bin yılı aşkın bir süre birlikte yaşadığımız Mısırlılarla ortak tarihî bağlarımız vardır. Osmanlı, diğer ülkelerde yaptığı gibi Mısır’a da daima şefkatle yaklaştı. İngilizlerin yaptığı gibi despotça davranmadı. Halka tepeden bakmadı; sömürgeci anlayışla yaklaşmadı. Bu farkı fark eden Mısırlılar bugün bile Osmanlı’nın torunları olan bizlere sevgi ve muhabbet duymaktadır. Gözleri maddeden başka hiçbir şeyi görmeyen emperyalistler bugün bu iki kardeş millet arasında duvarlar örmek istese de, bunu bugüne kadar başaramamışlardır; bundan sonra da başaramayacaklar. Çünkü Mısırlılarla ortaklıklarımız ve birlerimiz çok fazla. Mısır’daki Osmanlı hatıralarından biri Kahire Kalesi’dir. 12. asırda Selahaddin Eyyûbî tarafından yapımına başlanan ve Osmanlılar zamanında bitirilen Kahire Kalesi şehre hâkim bir noktada bulunmaktadır. Kalenin etrafında birçok cami mevcuttur. Bunlardan biri olan, 19. yüzyılın ilk yarısında Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırılan, kale içindeki Mehmet Ali Paşa Camii önemli bir Osmanlı eseridir. Bu caminin hemen karşısında yer alan Sultan elNasır Muhammed Camii, 14. yüzyıl başlarında yapılmış bir Türk-Memlûk camiidir. Süleyman Paşa Camii de Osmanlı üslûbunu yansıtan güzel bir eserdir. Yine burada yer alan Cevhere Sarayı, 1814 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırılan bir saraydır. Zaman Donmuş Gibidir Kahire Müzesi’nde Müzeler ülkelerin ve şehirlerin kimlik kartı gibidir. Şehrin kimliğini en iyi onlar yansıtır. 1902’de açılan Kahire Müzesi de, sanki zamanın dondurulmuş ve belli bir kalıba konulmuş şeklidir. Fransız Mimar Marcel Dourgnon tarafından neo-klasik mimarî tarzında inşa edilen bu müzede piramitlerden çıkarılan esrarengiz mumyaları, altın maskları ve antik Mısır’ın bütün değerlerini bir arada görebilirsiniz. Dünyanın en zengin müzelerinden biri olan bu müzede eski Mısır uygarlığının değişik dönemlerine ait yüz binlerce eser sergilenmektedir. Antik Mısır’ın nabzı burada atmaktadır. Genç yaşta ölen Mısır firavunlarından Tutankamon’un mumyası dışında, mezardan çıkarılanlar da Kahire Müzesinde sergilenmektedir. Fakat eser sayısı çok olduğu için mevcut mekân yetersiz kalmaktadır. 20 ARALIK 2015 Zamanda Yolculuğun İlk Durağı: Mısır Piramitleri Mısır denince birçok gizemi içinde barındıran ünlü piramitler akla gelir. Bu esrarengiz coğrafyada bugüne kadar 106 piramit (firavun mezarı) bulunmuştur. Bunlardan en meşhurları 145 metrelik Keops, 143 metrelik Kefren ve 66 metrelik Menkor(Mikerinos) piramitleridir. Yapımı milattan önce üç bin yıllarına dayanan Keops, Kefren ve Menkor piramitleri Gize (Giza) Çölü’nün tepesinde sıralanıyor. Bunlardan en büyüğü olan Keops, Dünyanın Yedi Harikası’ndan biridir. Bu piramitler, adlarını firavunlardan almaktadır. Bu üç piramidin içindekilerin bir kısmı vaktiyle yağmalanmış, bir kısmı da müzeye kaldırılmıştır. Mısır’ın dünyaca tanınmasını sağlayan bu devasa eserlerin niçin ve nasıl yapıldıklarına, bugüne kadar nasıl ayakta kaldıklarına dair soru işaretleri zihinlerden henüz silinmiş değil. somuncubaba 21 Mısır piramitleri baştanbaşa sırlarla doludur. Her biri tonlarca ağırlıktaki taşların üst üste konulmasıyla inşa edilen bu piramitlere bu ağır taşların nasıl ve nereden getirildiği hâlâ bir muammadır. Piramitlerin içinde ultrasound, radar ve sonar gibi aletler çalışmaz. Taşlar yerlerine öyle bir konulmuş ki içlerine senede sadece iki kez güneş girmektedir. Bu da, piramit kimin adına yapılmışsa, o kişinin doğumunu ve tahta çıkışını sembolize etmektedir. Piramitler zamana yenilmeyen devasa mezarlardır. Binlerce yıldır aynı yerde ziyaretçilerini bekliyorlar. Uzaktan bakınca origaminin(kâğıt katlama sanatı) eşsiz örneklerini andıran bu emsalsiz yapılara yaklaştıkça hayret ve hayranlığınız tavan yapar. Piramitlerdeki ışık ve ses gösterileri Kahire’ye gidip de kaçırılmaması gereken hoş etkinliklerdendir. Gize’de (Giza) piramitlerin yanında Sfenks de görülmesi gereken tarihî bir heykeldir. Sfenks, Yunancadan gelen bir kelimedir. Mısırlılar burnu kırılan bu heykele “Aboul” diyorlar. Piramitlerin koruyucusu sayılan Sfenks; insan başlı, aslan gövdeli çok eski bir heykeldir. Afrika’nın İncisi: Nil Nehri Dünya kurulduğundan beri sessiz sedasız Akdeniz’e akan Nil Nehri, Mısır topraklarının büyüleyici gerdanlığıdır. İnsan vücudu için kan neyse Mısır için de Nil Nehri odur. Hz. Musa’dan 22 ARALIK 2015 Amon’a, Kleopatra’dan Enver Sedat’a kadar her dönemde Nil, hayat vermiştir Mısır’a. Bilge tarihçi Herodot, Mısır’ı anlatırken “Nil’in armağanı” ifadesini kullanarak Nil’in Mısır için ne kadar hayatî bir öneme sahip olduğunu vurgulamıştır. Mısır, Kahire, Nil Vesaire… “Nil” kelimesinin kökenine baktığımızda Yunanca “nehir yatağı” anlamına gelen “Neilos” sözcüğünden geldiğini görmekteyiz. 6650 kilometrelik uzunluğuyla dünyanın en uzun nehri olan Nil, etrafında hüküm süren nice medeniyetlere tanıklık etmiştir. Havzası Afrika kıtasının onda birini kaplayan bu nehir, güneyden kuzeye doğru akar. Beyaz Nil, Mavi Nil ve Atbarah adlarını taşıyan üç ana kolu vardır. Bu nehir tarih boyunca sulamada ve taşımacılıkta aktif olarak kullanılmıştır. Bugün de bu hayatî vazifesini devam ettirmektedir. Sev seni seveni, yerlere yeksân ise de Sevme zalimleri, Mısır’a sultân ise de Kahire’yi ortadan ikiye bölen Nil, bildiğimiz nehir kavramını değiştirecek özellikte, deniz gibi ihtişamlı bir nehirdir. Üzerinde gemiler, vapurlar ve kayıklar eksik olmuyor bu koca nehrin. Dili olsa da mâziye dair mişli geçmiş zaman kipinde hikâyeler anlatsa bize. Geçmişte Düşmanları Kahreden Kahire Bugün Dostlarını Kahrediyor Geçmişte ilim, irfan ve medeniyet şehri olan Mısır ve payitahtı Kahire, son yıllarda siyasî sancılarla dünya gündemine oturmuştur. Arapçada “düşmanları kahreden şehir” anlamına gelen Kahire, son dönemlerde düşmanlarını sevindirirken, dostlarını kahrediyor. Son senelerde Batı’dan ve Okyanus ötesinden uzanan kirli eller, bu topraklarda huzur ve sükûn bırakmamıştır. Bu yüzdendir ki bir zamanlar göklerin karanlığına mütebessim hâleler yayan dolunay, Mısır geceleriyle barışık değil. Artık Tahrir Meydanına doğmuyor güneş. Hürriyet denen kartalın kanatları kırılmış, düşler ve düşünceler kötürüm… Karga sesleri bülbüllerin sesini bastırmış. Prangalar vurulmuş özgürlüğün ayaklarına. Hapishaneler, masum insanlara mesken olmuş. Fakat biz öyle bilir ve inanırız ki güneş tekrar doğmak için batar. Bekliyoruz... Kahire, dünyanın en güzel şehirlerinden Çölü emziren Nil, can veren nehirlerinden Mısır ehramları, Firavun devrinden beri Milyonla kölenin emeklerinin eseri İzlerini taşır kadîm medeniyetlerin İlgisini çekmiş nice fatih milletlerin Diktatörleriyle anılan talihsiz Mısır Sonuncusu Sisi, ilki Cemâl Abdünnâsır İzin verilmeyen, yönetmesine kendini En nihayetinde yıkacak zulüm bendini İslâm dünyasının vazgeçilmez bir unsuru Cazibe merkezi olması, bütün kusuru Doğudan batıya, kuzeyden güneye akan Mâzîden âtîye, uygarlık ateşi yakan Kültürü, sanatı yüksek, derin, kardeş ülke İnşallah silinir, isli, sisli, kara leke Osmanlı dönemi, Mısır için bir altın çağ El Ezher’le Ayn Şems, bilim semasında çerağ Büyük İskender’den, Napolyon Bonapart’a dek İştahını kabarttı, kılıç kesmeyen saf ipek Yûsuf u Züleyhâ kıssasının geçtiği yer Allahu Teâlâ, ona “ahsenü’l kasas” der Yavuz Selim Hân’ın Sînâ Çölü’nü geçtiği Zaferlere koşan atlarının su içtiği Niyâzî-i Mısrî, büyük tasavvuf şairi Dîvân-ı Niyâzî, kâl değil, hâl’in şiiri Zengin tarihi var, tâ Roma’dan günümüze Mısır deyip geçme, her köşesi sanki müze… Bekir OĞUZBAŞARAN somuncubaba 23 SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE* Kulluğun İfade Biçimleri DİNİN ÖZÜNE VUKÛFİYET SAĞLAMAK Kulluk/ibadet sınavının tam anlamıyla verilebilmesi için onun şeklî yanında kıvamı da çok önemlidir. Her iki boyutta da başarılı olmak için Kur’an, bazı kavramlarla insanlara ışık tutar. “Tâat” kelimesiyle Allah’ın emir ve yasaklarına gönülden itâat etme, “Hudû” ve “kunût” kelimeleriyle O’na boyun eğme, “İslâm samîmiyeti teşvik eder, dış boyamayı aslâ kabul etmez; iç temizliğini ve samîmiyeti emreder. Yapılan tesbitlere göre sözün iletişimdeki rolünün %10 olduğu ifade edilmiştir. Buna karşılık insanlar arası iletişimde jest ve mimiklerin %30, insanın hâlet-i rûhiyesinin ise %60 oranında etkili olduğu dile getirilmiştir.” “Kurbet” kelimesiyle O’na yaklaşma, “Tezellül” kelimesiyle alçakgönüllü olup nefsine hâkim olma, “İnâbe” kelimesiyle O’na gönülden yönelme, “Zikr” kelimesiyle O’nu dâimâ hatırlayıp anma, “Nüsûk” kelimesiyle de kulluk ve itâatle ilgili dinî davranışları yerine getirmeye işaret ederek Allah’ın hakkını ödeyebilmenin yollarını gösterir. “Din Samîmiyettir.” Hadisi Hıristiyan bir din bilgini iken hicretin dokuzuncu senesinde Medine’ye gelerek İslâm’la şereflenen Temîmu’d-Dârî’nin rivâyet ettiğine göre bir gün Allah Rasûlü (s.a.v.), ashâbına hitap ederken, üç kez tekrar ederek şöyle seslendi: “Din nasîhattir, din nasîhattir, din nasîhattir.” Sahâbeden bazıları; “Din kime karşı nasîhattir ya Rasûlallah?” diye sordular. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de, “Allah’a karşı, Kitabına karşı, Peygamberine karşı, Müslümanların meşrû idarecilerine karşı ve bütün Müslümanlara karşı nasîhattir.” diye cevap verdi.1 Bilindiği gibi Türkçemizde ‘nasîhat’ kelimesi ‘iyiye ve güzele sevk etmek için yapılan güzel konuşma, va’z ve öğüt vermek’ mânâlarına kullanılmaktadır. Oysa Arapçada ‘nasîhat’ kelime- 24 ARALIK 2015 si ‘samîmiyet’, ‘içtenlik’ ve ‘gönülden bağlılık’ demektir. Bu sebeple Kur’an dilinde ‘tevbe-i nasûh’ ibaresi kullanılmıştır. Çünkü ‘nasûh’ ve ‘nasîhat’ aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla hadiste geçen “nasihat” kelimesi Türkçe’de kullandığımız “öğüt” anlamında değildir. Zira Allah’a, Kitabına ve Peygamberine öğüt vermek kimsenin haddi ve hakkı değildir. Nasîhat kelimesinin samîmiyet olduğu anlamından hareketle Allah’a, Kitabına ve Peygamberine öğüt verilmez, onlara samîmî olarak bende olunur. Din Samîmiyettir Buyruğunun Anlamı Din samîmiyettir buyruğunun anlam dünyasını şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Din ile oynanmaması 2. Dinin oyun ve eğlence hâline getirilmemesi 3. Dinin kendi çıkarlarımıza âlet edilmemesi 4. Kendimizin kandırmanın değil, Allah’ı iknânın hedeflenmesi 5. Nefsin kıvrımları içerisinde dolaşarak davranışta bulunulması değil, Allah’a karşı sorumluluk hissi içerisinde hareket edilmesi 6. Niyetimizin arındırılması, temizlenmesi, her davranış için kalbimizde bir niyet sorgulamasının yapılması. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Davasındaki Samîmiyeti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatı ihlâsın zirvesini teşkîl eden misallerle doludur. Nitekim teblîğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakikati çok güzel ifade etmektedir: Müşrikler, amcası Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e haber göndererek davasından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), cevap olarak amcasına şöyle buyurdu: somuncubaba 25 “Amca! Vallâhi, Allah’ın dinini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu davadan vazgeçmem! Ya Yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” İslâm nûrunun doğuşundan rahatsız olan müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla yaptıkları teşebbüslerin neticesiz kalması karşısında, bu defa Allah Rasûlü (s.a.v.)’e geldiler ve şu tekliflerde bulunmaya cür’et ettiler: “Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabîleler arasında senden zengin kimse bulunmasın! Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke’nin hâkimi ol! Şâyet asil bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim! Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu davadan vazgeç!” Allah Rasûlü (s.a.v.) o gâfillere, yaptıkları ve yapacakları bütün süflî ve nefsanî taleplerin hepsine birden cevap mâhiyetinde şöyle buyurdu: “Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Benim 26 ARALIK 2015 tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allah’a kulluk etmenizdir!” Efendimiz (s.a.v.), hayatını Allah’ın dinini tebliğ gayretiyle yaşamış ve bunun için insanlardan müstağnî kalarak şahsı için hiçbir şey talep etmemiştir. İletişim Dili Olarak Samîmiyet İslâm samîmiyeti teşvik eder, dış boyamayı aslâ kabul etmez; iç temizliğini ve samîmiyeti emreder. Yapılan tesbitlere göre sözün iletişimdeki rolünün %10 olduğu ifade edilmiştir. Buna karşılık insanlar arası iletişimde jest ve mimiklerin %30, insanın hâlet-i rûhiyesinin ise %60 oranında etkili olduğu dile getirilmiştir. Derviş Yunus da şöyle diyor: Dervişlik olaydı tâc ile hırka, Biz dahî alırdık otuza kırka. Hak dostlarının; “Söz gönülden çıkarsa gönle girecek, söz dilden çıkarsa kulaktan öteye gitmeyecektir.” tesbitine, Mevlâna, şu ifadelerle açıklık kazandırmaktadır: “İnsana yakışan, tevâzu sahibi ve alçakgönüllü olarak, benlik davasına, kibir ve gurûra kapılmadan Hakk’a kul olmaktır. Söz samîmî ve sözüyle hemhâl olmuş bir ağızdan çıkmış olmalıdır. Çünkü sözde samîmiyet ve içtenlik olmadığı sürece ne kadar parlak ve parıltılı olursa olsun, cansız ve ruhsuz kalmaya mahkûmdur.”2 Nice Ateşler Gülistan Olur Bağdat’ta bakırcılar çarşısında büyük bir yangın çıkmıştı. İki çocuk, yanmakta olan dükkânların birinde mahsur kalmıştı. Çocuklar “İmdât!” diye feryâd etmelerine rağmen, alevler çok şiddetli olduğundan hiç kimse kurtarmaya cesâret edemiyordu. Çocukların ustası ise dışarıda çaresizlik içinde: dim etti. Hazret-i Pîr ise birden kaşlarını çattı ve şöyle dedi: - Sen altınlarını al ve Allahu Teâlâ’ya şükret! Şâyet ben şu yaptığımı Allah için değil de, maddî bir karşılık ümidiyle yapmış olsaydım, çocukları o alevlerin içinden aslâ çıkaramazdım! Bu misalde de görüldüğü gibi, ihlâs bereketiyle nice ateşler gülistan oluverir. Samîmiyet Mertebeleri Avâmmın ihlâsı: İbadetlere hiç bir şey karıştırmamaktır. “Kim çocukları kurtarırsa ona bin altın vereceğim!” diye nidâ ediyordu. Havâssın ihlâsı: Allah’tan başka her şeyi gönülden çıkarmaktır. O sırada oradan geçmekte olan Ebu’lHüseyin en-Nûrî Hazretleri, bu hâdiseyi görünce hemen büyük bir şefkat ve merhametle ateşin içine daldı. Ateş, sanki ona gülistan oluverdi. Hazret-i Pîr, herkesin hayret dolu bakışları arasında, çocukları alevlerin ortasından Cenab-ı Hakk’ın inâyetiyle sağ-salim kurtardı. Çocukların ustası, büyük bir sevinç içinde Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri’ne altınları tak- Havâssu’l-Havâssın ihlâsı: Varlığı kalbinin dışına atmaktır. Kalb Diriliği Din bir gönül işidir. Zira din, bilmekten ziyâde sevmek ve yaşamaktır. Dindarlık Hâlık’ı sevmek, yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmektir. Gönül ya dünyaya veya Mevlâ’ya açıktır. Zira gönülde iki sevgiye yer yoktur: Yenişehirli somuncubaba 27 Avni Bey bu dünyaya geliş sebebini şu iki mısrada özetlemiştir: Kenz açılmaz şol gönülde, tâ ki pür nûr olmadan Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik. Pâdişah konmaz sarâya, hâne mâmur olmadan. Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik. Bin yâre arz u hâcet, bir yâr için olursa meşrûdur. Yâr için ağyâre minnet kusur değildir. Fuzûlî bu gerçeği şu şekilde dile getirmektedir: Yâr için ağyâre minnet ettiğim ayb eyleme Bâğbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur. Yunus Emre de arayış öykümüze şu şekilde anlam katmaktadır: Ararsan Mevlâ’yı gönüllerde ara Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değil. Şems-i Sivâsî (ö.1006/1597) de dindarlığın gönül safâsı ile gerçekleşeceğini öngörerek Allah’ın muhabbetini celbedecek gönlün hâlet-i rûhiyyesini şu şekilde açıklamaktadır: Vâsıl olmaz kimse Hakk’a, cümleden dûr olmadan Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak Dünyaya rağbetle bulanmış gönül aynamızı Allah sevgisiyle aydınlatabiliriz. Muhammed İkbal: “Dilinle istediğin kadar kelime-i tevhîdi söyle; şâyet gönlün ve görüşün Müslüman değilse o zikrin sana faydası yoktur.” buyurmuştur. İmanın Kalbe Yerleşmesi İnancın kalpte yerleşme hadisesi insanın kişiliğinde ayrı bir boyuttur. “Bedevîler iman ettik, derler. Sen onlara şöyle de: ‘Hayır, iman etmediniz. Siz ancak Müslüman olduk, İslâm dairesine girdik İlâhî Huzura Kalb-i Selîmle Varış Kur’ân, insanın ilâhî huzûra selîm bir kalple gelmesini ister. Tabii ki kalbe bu vasfı kazandıran temel değer, doğru imandır. Kalb-i selîm, inkâr, şirk ve isyandan uzak kalan, evlât ve mal fitnesinden arınan, imânî ve ahlâkî noksanlarını gideren, kendisinde hiçbir kötülük bulunmayan kalp demektir. Şâir Rûhî-i Bağdâdî bu nükteyi şöyle ifâde eder: Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler Yevme lâ-yenfeuda kalb-i selîm isterler Şair Arif Nihat ise, benzeri ifadelerle şu şekilde seslenmektedir: deyin. Çünkü iman henüz kalblerinize girmemiş- Dediler: ‘Cehennemde odun bulunmaz; tir.”3 âyeti gereğince Rabb’imiz, kalbin derinlik- Yolcu, yakacağını kendi götürür!’ lerine nüfûz etmiş, kalbimizi biçimlendirmiş ve Anladım ki Cennete giden de buradan kalbimizi kendine doğru yoğurmuş bir imanı, Gülünü zambağını kendi götürür! “kabul edilebilir” bir iman olarak görüyor. Günümüz insanı karnını doyurdu ama gönlü ve gözü tok olmadı. Zaten sıkıntı veren, dünyayı zindana çeviren de ‘karnı tok, sırtı pek’ insanlar değil mi? Ölçüler altüst olmuş, madde ve menfaat endeksli dünyada “Paran kadar konuş!” slogan hâline gelmiştir. Kaybedilen gönül adamı yeniden keşfedilmelidir. Sadece cüzdanların değil vicdanların da devreye girdiği zamanları arıyoruz. Bu minvalde Mevlâna, “Aynı dili konuşan insanlar değil, ancak aynı duyguyu paylaşan insanlar anlaşırlar.” demektedir. Dinin Şeklî Boyutu Kadar Özüne de Vukûfiyet Sağlamak Dindarlıkta yapmacıklığın ötesinde içtenlik, “resmîlik”in ötesinde “hasbîlik” öncelikli hâle gelmelidir. Derini olmayan bir dindarlık, formaliteye dayalı şekilci ve mekanik dindarlık, gönle hitap etmeyen ve gönülsüz yapılan her iş akamete uğrar. Çünkü din; özdür ve samîmiyettir, kuru merâsim ve dış şekilden ibaret değildir. Eskilerin “ehl-i rusûm” tâbir ettikleri şekilci zihniyet, marka Müslümanlığı, bizlere gerçek aşkı 28 ARALIK 2015 tattıramaz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle Allah, bizlerin sûretine değil kalblerimize ve amellerimize bakar. Eşrefiyye’nin 19. yüzyıldaki en meşhur şeyhi olan ve Bursa Reîsü’l-meşâyihi seçilen Safiyyüddin Efendi (ö.1290/1873), Bursa’ya atanan valilerin mutlaka dergâhına uğradığı, duâsını aldığı, şehirde icrâ edilen hâfızlık, hattatlık gibi merâsimlerde mutlaka duâgûluk yaptırdığı bir isimdir. Sultan Abdülaziz’in Bursa’ya gelişlerinde okunacak duânın bir sûreti vali tarafından istenince; “Biz öyle programlı duâ bilmeyiz, bizim duâmız zuhûrâta tâbidir. Program gereğince duâ edecek diğer bir zâta müracaat buyurulsun.” diyerek bunu reddetmiştir. Peygamber Efendimiz bu gerçeği hadîs-i şeriflerinde şu şekilde dile getirmektedir: “Allahu Teâlâ sizin sözlerinize ve sûretlerinize değil amel ve kalblerinize bakar.”4 Makalemi Şeyh Edebâlî’nin (ö.726/1326) Osman Gazi şahsında, sorumluluk mevkiinde bulunanlara, din ve halka hizmeti şiâr edinenlere yönelik gerçekleştirdiği tavsiyelerini dikkatinize arz ederek tamamlamak istiyorum. Şöyle ki: “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra: Öfke bize, uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Âcizlik, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlik, çatışma, uyumsuzluk, anlaşmazlık bize; adalet sana… Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana… Tembellik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.” Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. Müslim, İman, 95; Ebu Davud, Edeb, 59. 2. Mevlânâ, Mesnevî, trc. Veled İzbudak, c. V, beyit no: 2480-2483. 3. 49/Hucurât, 14. 4. Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9. somuncubaba 29 HATIRA / Musa TEKTAŞ BİRKAÇ HÜSN-İ HATIRA VE MEKTUPLAR “Hulûsi Efendi Hazretleri etrafındaki gönül dostlarının en iyi mütehassıslara, büyük hastanelerde tedavi görmeleri için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bu hususta tanış doktorlara kartvizit yazıp, büyük şehirlerdeki esnaf dostlarının ihtiyacı olan tedavi görecek kimselerle ilgilenmeleri için mektuplar yazmıştır.” İ nsanın sağlığını koruması, verilmiş en büyük nimetin muhafazası için çok mühimdir. Tedbirlere başvurarak hastalıkların tedavisi bize Cenab-ı Hakk’ın ve Sevgili Peygamberimiz’in emirleridir. Bizler hastalıklarımızı tedavi ettirmekle mükellefiz. Yüce Peygamberimiz hastalıklarımızı tedavi etmemizi ve ettirmemizi şöylece emir buyurmuştur: “Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz. Allah, ihtiyarlıktan(ve ölümden) başka yarattığı her hastalık için bir deva yaratmıştır.”1 Peygamberimiz, ihtiyarlık ve ölümün dışındaki her hastalığın bir tedavi şekli olacağına inanmamızı öğütlemiş ve onu aramamız gerektiğini de şu hadisleriyle duyurmuştur: “Her hastalık için bir deva vardır. Hastalığın devası bulunup-tatbik olununca hastalık Allah’ın izniyle şifa bulur.”2 Allah’ın elçisi Peygamberimiz’e sorarlar: - Ya Rasûlallah! Hastalıklarımızı tedavi ettirmediğimiz için günaha girer miyiz? Allah’ın Rasûlü (bu suali şöylece öğüt vererek) cevaplandırır: - Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz. Zira bütün eksikliklerden beri ve yüceliklerle vasıflı olan Allah, ihtiyarlığın dışında yarattığı her bir hastalık için beraberinde bir de şifa yaratmıştır.3 Ebu’d-Derdâ’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah şifayı ve her derdin dermanını indirdi. O hâlde tedavi olmaya çalışınız, fakat haramla tedavi olmaya kalkışmayınız.”4 Konuyla ilgili mühim bir örneği burada nakledelim: İsa (a.s.) bir gün hastalandı. Bir ot ona: “Ey İsa! Ben senin derdine dermanım.” dedi. İsa (a.s.): “Dermanı veren Allah’tır.” dedi. 30 ARALIK 2015 Allahu Teâlâ Hz. İsa’ya şifa verdi, iyi oldu. Sonra tekrar hastalandı. Gitti o ot ile derman aradı. Şifa bulamadı. Allahu Teâlâ’ya şikâyet etti. Hak Teâlâ: “Doktora git. Onun söylediklerini yerine getir.” dedi. İsa (a.s.) doktora gitti. Doktor da o otu tavsiye etti. Otu kullandı ve bu kez şifa buldu. Bunun üzerine: “İlâhî! Bu ne hikmettir?” diye sordu. Kendisine şöyle vahyedildi: “Ey İsa! Önce hasta oldun şifa verdik ki bizim her şeye kâdir olduğumuzu bilesin. Bu kez hasta oldun, ot ile şifa verdik ki bizim yarattığımız şeyleri hikmetle yarattığımızı, faydasız bir şey yaratmadığımızı bilesin. Üçüncü defa hasta oldun. Şifanı o ottan kılmadık. Belki hastalığını daha da artırdık ki kahrımız ve heybetimizi bilesin. Sonra doktora gönderdik ki kendi acizliğini bilesin şifa veren Benim, istersem şifa veririm. Doktor ve ot şifa için birer vesiledir. Bütün işler Benim’dir. Bunu iyi bil.”5 Hulûsi Efendi Hazretleri etrafındaki gönül dostlarının en iyi mütehassıslara, büyük hastanelerde tedavi görmeleri için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bu hususta tanış doktorlara kartvizit yazıp, büyük şehirlerdeki esnaf dostlarının ihtiyacı olan tedavi görecek kimselerle ilgilenmeleri için mektuplar yazmıştır. Bu yazımızda Hulûsi Efendi Hazretlerine yazılan ve derununda bir tedavi sürecindeki yüksek alakadan bahsedilen iki mektuptan bahsedeceğiz. Öncelikle mektupları kaleme alan Hacı Hüsnü Akyol’u tanıyalım: Hacı Hüsnü Akyol, dost yolunun müntesipleri arasında ‘Hacı Dayı’ diye anılır. Gürün ve civarında İhramcızade Hazretleri’ne müntesip, tasavvuf terbiyesi almış, cömert, hanedan, kapısı her zaman misafire açık, hatta hususi sohbet odası bulunan, etrafındaki yetim ve kimsesizleri görüp gözeten olgun ihvanlardan biridir. somuncubaba 31 Gürün’de Bir Gönül Dostu Hacı Hüsnü Akyol Hacı Hüsnü Akyol, Sivas’ın Gürün ilçesinde Kirazlık Mahallesi’nde 1901 yılında dünyaya gelmiştir. Babası o bölgenin saygın ailelerinden olan Koca Yusuf oğlu Ali Efendi’dir. Annesi ise Emine Hanım’dır. Küçük yaşta yetim kalmıştır. Küçük yaştan itibaren tasavvuf ehli, mümtaz şahsiyetlerden dinî ilmini tamamlamış ve o zamanın Rüştiye okullarını bitirmiştir. Devlet dairesinde, memurluğa Darende’de başlamıştır. Darende’de memurluk yapmış olduğu dönem içerisinde Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin feyzinden, sohbetlerinden istifade etmiştir. Somuncu Baba’nın nesli ve Evlad-ı Rasûl olan Hulûsi Efendi’ye elinden geldiğince sevgi, muhabbet göstermiş; edepte kusur etmemeye gayret etmiştir. İhvanın büyüklerine de saygı göstererek sohbetten sohbete koşmuş, sohbetin manevî ikliminden olabildiğince istifade etmeye çalışmıştır. Bir müddet Darende’de kaldıktan sonra, memleketi olan Gürün’e tayininin çıkması üzerine Gürün’de Maliye Tahsilat Memuru olarak görevine devam etmiştir. İki evlilik yapan ve 32 ARALIK 2015 çocuğu olmayan Hüsnü Efendi, civarında bulunan yetim ve kimsesiz çocukları okutmuş hatta onları evlendirerek yurt yuva sahibi olmalarına vesile olmuştur. Bu manadan yetim ve kimsesiz 35 çocuğu büyütüp okuttuğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Çok hayırsever bir kişiliğe sahip olan Hüsnü Dayı yoksullara yardım etmeyi severdi. Bir arkadaş şöyle anlatıyor: “Her fırsatta Darende’ye, Hulûsi Efendi’yi ziyarete gelirdi. Hulûsi Efendi de Gürün’ü teşrif ettiklerinde Hüsnü Dayı’nın evinde uzun süreli sohbetler yaparlardı. Sert bir mizaca sahip ve titiz bir insan olan Hüsnü Dayı, Hulûsi Efendi’nin sohbetleri teşrifinden önce Gürünlü ihvanları sohbet adabına riayet etmeleri hususunda uyararak güzel bir sohbet olması için gayret ederdi. Bu titiz gayretlerin sonucu ilâhîlerin okunduğu, Pîran-ı izam hazeratının menkıbelerinin anlatıldığı, dinî konulardan mevzuların anlatıldığı gözyaşları içerisinde güzel sohbetler yapılırdı. Hüsnü Dayı da Darende’ye Hulûsi Efendi Hazretleri’ni ziyarete geldiğinde aynı şekilde sohbetler olur ve ayrılırken himmetini, duasını ister hüzünlenerek ayrılırdı.” ‘Sakın Kardeşlerim, Kapı Aramayın, Kapı Seyyid’in Kapısıdır.’ Hacı Önder Özdeğer kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle anlatıyor: İhramcızade Hazretleri’nin vefatından sonra bazılarının şeyhlik iddiasında bulunmaları ve kendilerinin ahvali hakkında Hüsnü Dayı bir sohbette şunları anlatmıştır: “Kendiliğinden şeyhlik iddiasında bulunanların hâli, kötü kadınların hâlinden eşettir.” dedikten sonra devam eder: “Bir gün yeğenim Sırrı (Su) kendi kendine acaba bu görev bana mı verildi, diyerek gönlünden geçirir ve istihareye yatar. Gece rüyasında Sivas’ın Ulu Camii’nin minaresini tam eğilmiş olarak görür. İhramcızade Hazretleri minareye bir halat takıp: ‘Gardaş Sırrı, bu minareyi doğrult.’ der. Yeğenim Sırrı uğraşır uğraşır ama doğrultamaz ve bir telaş ve korku ile uykudan uyanır. Uyanır uyanmaz da oğluna: ‘Hemen beni Gürün’e götür.’ der. Benim yanıma geldi ve: ‘Dayı bir rüya gördüm.’ diyerek rüyasını anlattı. ‘Pirimizin vefatıyla bu emanet bana mı verildi?’ diye düşünürdüm dedi. Bu rüya ile kendisinin ikaz edildiğini ve hataya düşeceğini anlayarak bu vazifenin Darende’de Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ye verildiğini idrak edince: ‘Dayı hemen Darende’ ye gidip Hulûsi Efendi Hazretleri’ne teslim olalım.’ dedi beraber gidip teslim olduk .” “Hacı Hüsnü Dayı ihvanlara: ‘Sakın kardeşlerim, kapı aramayın, kapı Seyyid’in kapısıdır.’ der hem de gözyaşlarını tutamazdı. Hacı Hüsnü Dayı 1960 ihtilalinde devlet dairesinde ‘Maliye Tahsilat Memurluğunda sakallı olarak görev yapmaktadır. O sıralar idaresinde bulunduğu müdürü: ‘Hüsnü, ya sakalı keseceksin ya emekli olacaksın.’ diye baskı yapar. Hüsnü Dayı İhramcızade İsmail Hakkı Efendi’ye, bir mektup yazar, benim bu sakal işime ne buyuruyor?’ der ve yazdığı mektubu bir zarfa koyarak bir arkadaşa verir. Sivas’a giden arkadaş mektubu İhramcızade İsmail Hakkı Efendi’ye verir. Pir Efendi mektubu okuduktan sonra aynı mektubun üzerine şu cevabı yazar: ‘Gardaşım Hüsnü, işin seni terk etmeden sen işini terk etme.” Mektubun sonuna da ‘Sivaslı İsmail Hakkı Toprak’ imzasıyla mektubu Hüsnü Dayı’ya vermek üzere gönderir. Bundan sonra tam 6 sene daha sakallı olarak görev yapar. 1966 senesinin Kasım ayında emekli olur. somuncubaba 33 Zaman zaman Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen- rinizden öpüyor ve hane halkına selâm ve hürmetler arz ediyor. di Hazretleri Gürün’e geldiğinde Hüsnü Dayı: ‘Efendim, ölümüm yaklaşıyor. Ne olursun bu 18 Mayıs 1968 Hüsnü Akyol” âcizin cenaze namazını siz kıldırsanız.’ deyince “Aziz Canım Muhterem Kardeşim, Hulûsi Efendi Hazretleri: ‘Allah gecinden versin Dayı. Nasip olursa kıldırırız.’ buyururlar. Zamanı gelip Hüsnü Dayı vefat edince Hulûsi Efendi Hazretleri’ne haber verirler. O gün de Hulûsi Efendi Hazretleri Sivas’ta olmalarına rağmen gelerek cenaze namazını kıldırırlar. Hulûsi Efendi Hazretleri tabuttan tutup üç dört adım attıktan sonra, tabutun üstüne elini koyarak: ‘Hadi Dayı yine şanslısın.’ diye buyurarak gülümser. 1987 yılında vefat eden Hacı Hüsnü Akyol’un cenazesi eski Gürün Devlet Hastanesi’nin yanında bulunan aile kabristanlığına defnedilir. “Can-ı Azizim Hacı Hulûsî Efendi” Giriş kısmında bahsettiğimiz iki mektubu birlikte okuyalım: “Can-ı Azizim Hacı Hulûsî Efendi, Geçen gün hareketimizden evvel zâtı âlinize de malumât arz etmek üzere ufacık pusula takdim etmiştim. Maalesef siz de hafif de olsa bir rahatsızlık neticesi… teşrif ettiğiniz haberini burada aldım, geçmiş olsun. Bugün Lütfü Öztürk Bey‘den Darende’ye teşrifiniz haberini aldımsa da sıhhi durumunuz hakkında bir malumâtı olmadığından bize de bir haber verememiştir. Gözünüzden de rahatsızlandırdıkları haberini üzülerek burada duyduk. Lütfen sıhhatinizi müjdeleyin. Lütufnamenizi esirgememenizi istirham ile el ve gözlerinizden öper, dualarınızı bekleriz. Hemşire hanımlara selâm ve dualar. Ahmed ve Hamid Efendilerin gözlerinden öperim. Kemal Efendi’nin de yakında izinli olarak geleceği haberini aldım, gözlerinden öperim. Cümle yârân-ı bâ-safaya selâmlar, hürmetler. Bendeniz de ayın yirminci pazartesi günü Tıp Fakültesi Hastanesine yatacağım. İyi neticelerle taburcu edilmekliğim hakkında himmet ve dualarınızın muhtacıyım. Hacı Şaban ve evlatları, Hamit Özpolat ve Balaban ve sair ihvân-ı kirâm selâm ve hürmetlerle ellerinizden öperler. Behiye hemşireniz burada, o da elle- 34 ARALIK 2015 Muhabbet ve şifalarla dolu kartınızı aldım. Okudum ağladım, okudum ağladım, şifa buldum. Allah, siz muhteremlerin eksikliğinizi göstermesin. Bizim gibi kırk tanesinin ne kıymeti var. Her taraftan dualarınızın hücumuyla hakikaten insan gibi ayakta duruyoruz. Esasen her hususta bize dest-gir olup gözetmese idiniz bizim ayakta duracak ne halimiz var? Allah sevdiğinizden dünya ve ahiret ayırmasın, âmin. Kemal Efendi izinli gelebildi mi? Gözlerinden öperim. Ahmet ve Hamid Efendilerin gözlerinden öperim. Hacı hemşiremiz hanım ve yeğenlerim hanımlara çok çok selâm ederim. Başlıca ve cümle ihvan-ı kirama selâm ve hürmetler arz ederim. Hamd olsun sıhhatim gittikçe düzelmektedir. Ameliyatım çok kolay geçti. Bayıltmadılar, doktorlarla muhabbet ederek ameliyatımız bir saatte neticelendi. Bugün viziteye gelen doktor en geç bir haftada taburcu edileceğimi söyledi. İnşallah burada birkaç gün istirahatten sonra oradaki ciğerpareleri de görmek üzere İstanbul’a gitmek arzusundayım. Beni görmesini emir buyurduğunuz Doktor Söylemezoğlu dün geldi görüştük. Çok memnun oldum. Sizin de Sabuncu ile İstanbul’a gelmeniz muhtemel olduğunu söyledi. Aman ne güzel olur. Orada bir kavuşsak, bir gece Medine-i Münevvere’deki gibi sarılsak ne iyi olur. Hemşireniz sizin ve Hacı Hanım’ın ellerinizden öper, yeğenlerine selâm ediyor, dualarınızı bekliyor. Azizim Canım, gitmeyiniz dedikçe daha artırıyorlar. Başka bir şey diyemiyorum. Mükâfatlarını sahipleri ihsan buyursun. Cümle yârân-ı bâ-safâ hürmetlerle ellerinizden öpüp, dualarınızı bekliyorlar. Hürmetle ellerinizden, gözlerinizden öper, sıhhat ve afiyetlerinize dualar ederim Efendim. 3 Haziran 1968 Hüsnü Akyol” Dipnot 1 Tac, 3/199. 2 Tac, 3/198. Hacı Şaban ve oğulları ve hane halkı, Hamid ve Balabanların alaka ve hizmetlerinden artık mahcubum. Son dereceye geldi. Bu kadar ifrata 3 İ. Mace, Hn. 3436. 4 Buharî, Savm, 27 5 Mustafa Darir Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, s. 172-173, Haz: Selahattin Yıldırım-Necdet Yılmaz, Darü’l-hadis Yay, İstanbul, 2007. somuncubaba 35 KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM* HER DURUMDA ALLAH RIZÂSINI TALEP ETMEK “Esasında dilinde sürekli Allah olan insanın hayatına da Allah’ın buyrukları hâkim olur. Dilinde Allah olmayanın yaşantısında da Allah fazla yer tutmaz. Bu yüzden söz ile amel birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İkisi de birbirini besler.” İ nsanın imanını iki şey güçlendirir. Birincisi, dünyaya niçin geldiğini unutmayarak Rabb’ini sıklıkla anmak, onunla her daim irtibatta olmaya çalışmaktır. Nitekim sevdiğimiz biri varsa ondan bir şekilde bahsetmekten mutlu oluruz. İnsanın aynı şeyi Rabb’ine karşı da göstermesi beklenir. Olabildiğince Yaratan’ı anmaya gayret etmesi ve O’nu anmayı bir alışkanlık hâline getirmesi gerekir. Yüce Allah pek çok ayette bu hususa dikkat çekmektedir: “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin.”1, “Allah’ı çok zikredin ki kurtulasınız.”2, “Sabah akşam beni tesbîh et!”3 İnsanın ikinci görevi, Rabb’inin buyruklarını hayatına hâkim kılmaya gayret etmesidir. Elinden geldiğince ibadetleri yapmaya çabalamasıdır. Çünkü iman etmenin zorunlu sonucu sorumlulukları yerine getirmektir. İmanın sözde kalmaması icap eder. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et.”4, “Ey mü’minler! Rükû edin, secde edin, Rabb’inize ibadet edin, hayır işleyin ki kurtuluşa erişesiniz.”5 Bu sebeple Allah’ı sevdiğini söylemesine rağmen onun emir ve yasaklarına dikkat etmeden bir hayat sürmeye çalışmanın bir kıymeti yoktur. Çünkü insanın ne kadar dindar olmaya gayret ettiğinin ölçüsü yaşadığı hayattır. Hayatı Kur’an ve sünnetten uzak ise iyi bir Müslüman olduğundan söz edilemez. Mâneviyat ile Beslenen Kalp Esasında dilinde sürekli Allah olan insanın hayatına da Allah’ın buyrukları hâkim olur. Dilinde Allah olmayanın yaşantısında da Allah fazla yer tutmaz. Bu yüzden söz ile amel birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İkisi de birbirini besler. Kalbe dolan Allah sevgisi dilde zikir ile dışa vurunca, bu durum insanın ameline de yansır. Amele yansıyan güzellikler bu sefer kalbi besler. Mâneviyat ile beslenen kalp tekrardan dil ile içindekileri dışarı vurur. Dolayısıyla amel ve dil birbirlerini desteklerler. Biri varsa diğeri de vardır. Biri yoksa diğeri de yoktur. Bu sebeple hayatını yaşarken ameline dikkat etmeyen in- 36 ARALIK 2015 sanın dilinden zikrullahın dökülmesini beklemek beyhûde olur; tıpkı fabrikaların çarkları gibi. Her bir çark diğer çarkların dönmesine katkı sağlar; biri durursa diğerleri de doğru çalışmaz. Bu yüzden bir Müslümanın iyi bir kul olabilmesi için her iki yönde de çabalaması gerekir. İkisinden biri eksik kalırsa diğeri de eksilmeye başlar. Birinde gevşeklikler baş gösterirse diğerinde de aynı durum söz konusu olur. Bundan dolayı hiçbir tesbîhâtı, hiçbir ameli küçük ve basit görmemek gerekir. Her bir iyilik insanın sevap testisini doldurur ve onun iyi bir mü’min olmasını pekiştirir. Evden işyerine veya okula giderken veyahut eve dönerken insanın bildiği duâları okuması, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tavsiye ettiği günlük tesbîhâtı yapması, ezberindeki sârelerden okuması onun Rabb’iyle bağını güçlendirmesine katkı sağlar. Bunun yanında mânevî olarak gönlünün iç huzûrunu ve mutluluğunu temin eder. En önemlisi de gözünün haramlardan sakınmasına yardımcı olur. Çünkü bir taraftan Allah’ı zikrederken diğer yandan haramlara göz atmak söz konusu olamaz. Amellere gelince, bunların insanın kalbiyle doğrudan bağlantısı olması gerekir. Sadece şekilde kalan ameller kalp ile irtibatlı olmadığı zaman üzerindeki bir borcun bir an önce ödenmesine dönüşür. Bu sebeple kıldığı namazdan lezzet alamaz. Hatta öyle olur ki, bütün bir namaz boyunca bir kez Allah aklına gelmez. ‘Borcumu bir an önce ödeyeyim de işime bakayım.’ anlayışına kapılarak çok kısa bir sürede namazını tamamlar. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyan ettiği üzere, tavuğun yem yemesi gibi secdelerini hızlıca yapar, diğer erkânın da hakkını vermez. Rükûa gitmesiyle kalkması bir olur. İhlâstan yoksun olduğu için de ibadetinden gerçek anlamda bir haz alamaz. İşin kötü tarafı, ibadetlerini sadece şekilde yerine getirmeye gayret edenlerin yaşantılarının daha iyiye gittiği pek görülmez. Âdet haline getirilen ibadetler yerine getirilirken borçtan kurtulma düşüncesi ağır bastığından dolayı somuncubaba 37 bu insanlar hayatlarının geri kalan kısımlarında şeytanın ve nefislerinin isteklerinin peşine kapılıp giderler. Nitekim ibadetlerini yaptığını düşündüğümüz nice tanıdığımızın aynı zamanda haramların peşine takılıp gitmeleri bizleri hayrete düşürür. Oysa bunda şaşılacak bir durum yoktur. Zira ibadet ihlâstan yoksun, ağız da Allah’tan uzak olduğu zaman ortaya çıkan sonuç böyle olur. Allah’ı ve Dini Hatırlatacak Unsurlar Azalmıştır Bütün bunları söylerken, günümüz Müslümanlarının her zamankinden daha ağır bir sınavdan geçtikleri hakikattir. Çünkü etraflarında onlara Allah’ı ve dini hatırlatacak unsurlar azalmıştır. Televizyon ekranlarına, gazetelere, internete, sokakta yürürken etraflarına baktıklarında onları Rablerinden koparacak çok şeyle karşılaşmaktadırlar. Önceleri haramlar sınırlı iken şimdilerde hayatın her alanını kuşatmıştır. Bu da dindarlığı zorlaştırmaktadır. Lâkin bu durum sınavda olduğumuz gerçeğini değiştirmemektedir. Zorlukla beraber Rabb’imizin ecrimizi kat kat vereceği de ayrı bir gerçektir. Karşılaştığımız bütün sıkıntılar karşısında önce kendimize şu basit soruları sormak durumundayız: Ağzımızdan çıkan sözlerin İslâm ahlakına ne kadar uyup uymadığına dikkat ediyor muyuz? Kötü ifadelerle, çirkin sözlerle, müstehcen fıkralarla etrafımızdakileri güldürüyor muyuz? Başkalarına hakaretler ederek nefsimizi tatmin ediyor muyuz? “Subhânellah”, “elhamdülillah” ve benzeri tesbihler gün ortasında ağzımızdan hiç çıkıyor mu? Elimize Allah’ın kelâmını alarak okuyor muyuz? Televizyona ayırdığımız vaktin yüzde birini dinî bir kitabı okumaya ayırabiliyor muyuz? Bunların yanında ibadetlerimizde ne kadar samîmî ve gayretli olduğumuza da bakmak zorundayız. Cuma dışında ayağımız kaç kez camiden içeri giriyor? En son teheccüd namazını ne zaman kıldık? Hz. Peygamber (s.a.v.) pazartesi ve perşembe günleri oruç tutardı, bizim programımızda böyle bir şey var mı? Kabristan ziyâretinde bulunup da âhiret bilincimizi güçlendirmek ve bu vesîleyle kendimize çeki düzen vermek hiç aklımıza geldi mi? Rabb’imizin bize ihsan ettiği maddî imkanlarımızdan muhtaç mü’minleri zekâtımızla yararlandırdık mı? Etrafımızdaki Müslümanları düşünmeden dünyayı yutarcasına hep kendimize mi çalışıyoruz? Soruları çoğaltmak elbette mümkün. Ancak bu soruların cevabı zor değildir. Zira Rabb’imiz bizlere tâkatimiz üzerinde bir yük yüklemiş değil. Ancak sürekli şikâyet eden insanlar olmaktansa bu soruları kendimize yönelterek güzel bir mü’min olmak için ne kadar çabaladığımıza bakmak zorundayız. Akşam Evimize Vardığımızda Velhasıl ölüm meleği bize varmadan yaşadığımız hayatın muhâsebesini yapmak durumundayız. Akşam evimize vardığımızda sadece on dakikamızı, “Bugün Allah için ne yaptım? sorusuna cevap aramaya ayıralım. Sabah namazından, yaptığımız kahvaltıdan, evden işyerimize gidişimizden, işyerinde olan bitenlerden ve geri dönüşümüzden kendimizi bir hesâba çe- 38 ARALIK 2015 kelim. “Rabb’imizi memnun etmek için neler yaptım?” diye düşünelim. İbadetlerimizi yerine getirdik mi, getirdiysek ne kadar ihlâslı idik? Etrafımızdakilerin kalplerini kırdık mı, nefsimize uyarak başka yanlışların içine düştük mü? En nihâyet, ailemize güler yüz göstermek ve onlarla ilgilenmek başta olmak üzere sorumluluklarımıza dikkat ettik mi? Bu soruları kendimize sormaya başladığımızda, ardından da gereğini yaptığımızda, hayatımızın da güzelleşmeye başlayacağını göreceğiz. Çünkü sorgulama, yaşadığımız hayatı monotonluktan çıkaracak ve işin içine samimiyet ve ihlâs katacaktır. Allah rızâsı gözetilmeye başlandıktan sonra ise yaşanan her bir şeyden mânevî bir lezzet alınmaya başlanacaktır. Bu bir anlamda geçmiş hayatımıza sünger çekerek, içten gelen bir tevbeyle hayata yeniden başlamak demektir. Tevvâb olan Rabb’imiz, kendisine samimiyetle yönelen kullarına rahmetini hissettirecektir. Âyette bu husus beyan edilmektedir: “Bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler müstesnâdır. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”6 Böylece ibadetlerine karşı hassaslaşan mü’min yaptığı her ibadetten bir başka lezzet almaya başlayacaktır. Secdeye vardığında başını kaldırmak istemeyecektir. Yaradan’ın rahmet esintisini üzerinde hissedecektir. Aynı şekilde hayatının diğer alanlarını da güzelleştirmeye gayret edecek ve bu durumu etrafındaki insanları da etkileyecektir. O güzel kelâm ile konuştuğundan etrafındakiler küfürlü sözler kullanmaktan kaçınacaklardır. Ahlâkından etkilenerek onu örnek alacaklardır. Hayatını dönüştürmeye başlayan insan kendisini güzelleştirme yoluna girdiği gibi etrafındakilerin de güzelleşmesine yardımcı olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyan ettiği üzere, başkalarının hayırlar işlemelerine vesîle olacak ve onların kazandıkları sevapların bir misli de kendisinin sevap hânesine yazılacaktır. Dipnot *Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM 1. 33/Ahzâb, 41. 2. 62/Cuma, 10. 3. 20/Tâhâ, 130. 4. 15/Hicr, 99. 5. 22/Hacc, 77. 6. 3/Âl-i İmrân, 89. somuncubaba 39 BİLGİ ve BİLGE / Bilal KEMİKLİ* Zamanın sahibi Allah’tır… Çarh-ı felek kuvve-i bâzû ile dönmez Bir şem’a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez (Lâedrî) Feleğin çarkı, güç ve kuvvetle dönmez. Zamana zorla hükmedemezsin. Mevlâ’nın yaktığı fitil de öyle üflemeyle sönmez. Zamanın, eşyanın, olayların bir tabiatı var: Sünnetullah, kader. Bir şey, bir durum üzerine duruyorsa, onun sebebi vardır; kuvvet uygulayarak, onu değiştirip dönüştürmek istesen de başaramazsın. Faraza değiştirmiş gibi olsan da bir süre sonra o şey aslına rücu eder. Şu hâlde zamanı bilmek, varlığı idrak ve yaratılış gayesini bilmektir. O bakımdan irfan hayatımızda zaman; 1. Meşgul olunması gereken en güzel şeyle meşgul olmak, 2. Alaka ve meşgaleden (mâsiva) sıyrılmak, olarak anlaşılmıştır. Neyi değiştireceksin? Bozulan fıtratı… Beden ve akıl saatini, yaratılışa göre yeniden kurma çabasında olacaksın. DERVİŞİN VAKİT TASAVVURUNA DAİR “Şu hâlde vakit nedir? Vakit, ilâhî tecellilerin gönülde doğuşu… Doğuşun geçtiği zaman. Bir doğuş, bir halk oluş, varoluş serüvenidir.” 40 ARALIK 2015 Sûfi şunu bilir: Bir kapıyı bende derse bin kapıyı eyler küşâd Hazret-i Allah, efendi, fâtihü’l-ebvâbdır Allah, bir kapıyı kapatırsa, bin kapıyı da açar; Allah, zamanın ve mülkün sahibi olarak, bütün kapıları açar. Kapanan kapılarda, tıpkı açılan kapılar gibi, devirler yürür, tecelli devam eder. Yeni yeni dönemler zuhur eder. “Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan ister. O, her an yaratma hâlindedir.” 1 Zamanı konuşmak, kimden ne isteyeceğini bilmektir. Kimden ne isteyeceğini bilen, zamanı müdrik kişiye diyoruz. İbnü’l-vakt: Zamanın çocuğu. Bu ne demektir? Şu demektir: Sâlik/tâlib, daima içinde yaşadığı zamanın hükmü altındadır anı yaşar. Bu içinde yaşanılan zaman, bazen kabz yani sıkıntı yüklüdür. Bazen ise, bast yani genişlik hâlinde… Zaman bilinci burada önümüze çıkıyor. Kabzın da bastın da lütuf olduğunu, kalıcı olmadığını bilmek… Kabzdan çıkmak için cehd edecek, sabredeceksin. Bast halinde ise, şükredecek; hayra vesile kılacak, neşeni etrafına yayacaksın. İbnü’l-vakt olmak, zaman bilincine ermiş insan demektir. O, geçmiş ve geleceğin üzüntülerinden, gam, keder ve kaygılarından kurtulmuş; anı değerlendiriyor demektir. Adlî mahlasıyla şiirler yazan Sultan Bayezid, bize bu hakikati şöyle dile getiriyor: Gâh olur devrân bize mihr ü vefâlar gösderir Gâh döner her lütfuna yüzbin cefalar gösterir Evet, zaman bazen sevgisini ve merhametini gösterir. Bazen de döner yüz bin cefa gösterir. Adlî, İbnü’l-vakt bilincinde; celal ve cemal çizgisini müdrik, kahır ve lütuf perdelerinin farkında. O bakımdan sûfiler, üç vakitten söz ederler: Mazi, hâl ve istikbâl… Mazi, geçen zamandır; tükendi. O, nedametler, keşkeler hazinesidir. Lakin İbnü’l-vakt, nedamet duymaz, keşke demez; oradan kazandığı tecrübeyle hâli yani şimdiki içinde bulunulan ânı değerlendirir. İstikbâl ise, zamanın sahibinin elinde olan bir hazine; oradan istediğini rızıklandıracaktır. Ama bu rızıklanacaklar arasında ben var mıyım? Bu bilgim dâhilinde değil. Dolayısıyla bilgim olmayan bir şey için kaygı ve endişe içinde olmama gerek yok; bana lütfedilen hâl içinde zamanın sahibine şükreder, varoluşa matuf hizmetimi ifa ederim. Bir de ebü’l-vakt var; zamanın babası. Baba, sahiptir. Neye? Zamana. Bu sahiplilik zamanın dışına, yukarısına çıkmakla oluyor. Şu hâlde ebü’l-vakt, zamanın içinde kaybolan değil, verili zamanı idare edebilen bilinçtir. Bu bilinç, ha- somuncubaba 41 yatı ve ölümü, yokluk ve varlığı tam olarak idrak eden bir bilinçtir. Şair Hâmi diyor ki, ölüm hayata karşılık var. Yokluk, varlığın arkasından gelir. Şu gördüğün kâinat, cümle mevcudat kendini bitiren mum gibi; her an yok olmaya doğru gidiyor. Fenâ bekâya mukâbil âdem vücuda redif Cihân yok olmada manend-i şem’i var olalı Şimdi Kasas 88’i hatırlayalım: “Allah ile birlikte başka tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka Tanrı yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” Ebü’l-vakt, yok olacağının farkında. Fena makamı. Yoklukta varlığa eriyor; zamana bu yoklukla hükmediyor. Zamana hükmetmek, modern zamanların insanı için farklı bir anlam içerir. Zamanı başarı ve kazanç için verimli bir şekilde planlamak… Lâkin irfan hayatında zamana hükmetmek, aslî özneyi, fâil-i mutlakı bihakkın tanıyarak hakiki anlamda muvahhit olmaktır. Her şey O’nun. O hâlde, tevazuuyla, fakr hâliyle O’na sığınmak. İşte bu sığınma hâli, zamana hükmetme bilinci kazandırır. Ziya Paşa’nın dediği gibi, ebü’l-vakt, “zamanın her âlemde başka bir hesaba hizmet ettiğini” bilir ve onu yaratılış gayesine uygun hâle getirmenin mücadelesini verir. Her âlemin sinin u tevârihi muhtelif Her bir zeminde başka hesâb üzeredir zamân Evet, her asrın, her kültür coğrafyasının, her medeniyetin kendine has bir tarihi var. İnsan tasavvuru, varlık algısı, zaman telakkisi bu tarihin farklılaşmasına sebep oluyor. Kimi milletler yükselirken, modern anlamıyla ilerlerken, kimileri de geriliyor. Bir gecede, ötekisi gündüzde… İşte ebü’l-vakt, bu iniş çıkışta, bu geliş gidişte zamanın ruhunu iyice okuyup etrafına hayır ve güzelliklerin ikamesi hususunda yön veren mürşittir. Şu hâlde vakit nedir? Vakit, ilâhî tecellilerin gönülde doğuşu… Doğuşun geçtiği zaman. Bir doğuş, bir halk oluş, varoluş serüveni. Nef’î’nin dediği gibi, Sanma ki felek devr ile şâmı seher eyler Her vakıanın âkıbetinden haber eyler Zamanın değişen hallerine bakıp aldanarak feleğin sadece gece ve gündüz yaptığını sanma, diyor şair; aldanma, zira bu gece gündüzle, gelip gitmelerle onun yaptığı şey sana olup bitenden haber vermektir… Şair, sanki sen şunu bil diyor: “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca geliş gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”2 Varlığı, zamanı bu minval üzere düşünen, ân-ı dâimî idrâkine eriyor. İbnü’l-Arâbî’nin ifadesiyle, zaman an’dan ibaret. Kâşânî, ân-ı dâimîyi “mutlak zaman” olarak tavsif eder. Ân-ı dâimî idrâki, mutlak zamanın an’ın farkına varmak. Şu hadis-i şeriflerin manasını yaşamak: “Rabb’inin indinde sabah ve akşam yoktur.” 42 ARALIK 2015 “Benim Rabb’imle öyle bir vaktim vardır ki, oraya ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir peygamber girer.” Vukûf-ı zamânî, sâlikin her an hâlinden haberdar olmasıdır. Şimdiki zamana vâkıf, geçmişi muhasebe eden… Kendini hesaba çeken! Vakit, sûfi için hâldir. Vakfe ise, iki makam arasında durmak. Bu duruşla sâlik, bir taraftan geride bıraktığı makamın gereklerini tam manasıyla yerine getirmeye çalışır; eksiklerini giderir, derlenir toparlanır. Öte taraftan da, yükseleceği manevî makamın gereği olan âdâbı tahsil eder. Vukûf-ı zamânî, işte bu duruştur; muhasebe ve hazırlık… İrfan hayatının zamanla alakalı kavramlarından biri de hûş-der-dem’dir. Hûş-der-dem, Allah’tan gafil olmamak, her nefeste müteyakkız olmak… Bu, huzurda olma bilincidir. Vakti tamir etmek, istiğfar ve muhasebeyle meşgul olmak. Vakti boşa geçirmemek; her an üretmek, her an çabalamak… Hz. Ömer’in şu niyazını burada hatırlayalım: “Allah’ım; senden, zamanın iyisini ve vakitleri bereketli kılmanı niyaz ederim!” “Vakit keskin kılıçtır.” buyuruldu. Keza; “Erteleyenler, yarın sonra yaparım diyenler, helak oldu.” da buyruldu. İmâm-ı A’zam’ın, “Felaketlerin en büyüğü vakti boşa geçirmektir.” dediği de rivayet edilir. Fudayl b. İyaz’ı ziyarete gelen misafirleri, “Yoksa sizi meşgul mü ettik?” diye sordular. “Doğru söylediniz.” dedi, “Kitap okuyordum, sizin sebebinizle bıraktım.” diye cevap verdi. Velhasıl, vaktinin gereğinden hoşnut olan rıza makamında bulunan sahibü’l-vakt/vaktin sahibi, hâle razı olmayıp her zaman şikâyetçi olanlar sahibü’l-makt/azap sahibi olarak tanımlanır. Yol, şikâyeti bırakıp vakit hazinesini lütfedene şükrederek aşılacak, böylece bereket hâsıl olacak. Bereketli ömürler niyazıyla! Dipnot *Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ 1 55/Rahman, 29. 2 3/Âl-i İmrân, 89-90. somuncubaba 43 TARİH / Resul KESENCELİ TÜRK DENİZCİLİĞİNE FARKLI BİR BAKIŞ KAPTAN-I DERYA ÇAKA BEY “Çaka Bey, Ege’nin iktisadî ve askerî kaynaklarından Bizans’ı mahrum etmek amacıyla yapılacak mücadelenin denizde donanmayla olacağını, Bizans’ın karada yenemediği ve durduramadığı Türkleri denizden mağlup etmeyi deneyeceğini, bunun için de eninde sonunda Bizans ile denizde karşılaşacağını biliyordu.” 44 ARALIK 2015 1 071 tarihinde Anadolu’ya gelerek, kısa bir süre sonra denizlere ulaşarak ilk donanmasını oluşturan, uyguladığı taktikler ile Ege adalarından birçoğunu ele geçiren ilk Türk Kaptan-ı Deryası Çaka Bey’i anlatmaya çalışacağız bu yazımızda. Orta Asya’dan göçe başlayan Türkler, Hazar Denizi’nin kuzey ve güneyinden yol bularak Afrika’ya, Ön Asya’ya, Doğu Avrupa’ya yayılmış ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınırlarına kadar ulaşmışlardır. Selçuklu Hükümdarı Alparslan, 26 Ağustos 1071’de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’u Malazgirt’te yenmek suretiyle Ön Asya’da Türk hâkimiyetinin temellerini atmış, Türk akıncılarına Anadolu’nun yolunu açmıştı. Alparslan’ın ölümünden sonra yerini oğlu Melikşah’ın (1072–1092) alması üzerine, Kutalmışoğlu Süleyman Bey, Kızılırmak’ın ötesindeki Bizans kontrolündeki toprakların fethine koyulmuştur. Kutalmışoğlu Süleyman Bey, Bizans’ın kontrolündeki Anadolu topraklarına fethe başladıktan kısa bir süre sonra İznik’i alarak, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti yaptı (1075) İznik’in başkent yapılması Türklerin bundan sonra denizlere yönelik bir politika takip edeceğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Kaptan-ı Derya Çaka Bey 1078–1079 senelerinde Oğuzların Çavuldur Boyu’na mensup Çaka isminde genç bir Türkmen Bey’i, Bizanslıların eline esir düştü. Çaka Bey Türk ordusunda önemli bir yere sahip olmasından dolayı, ne öldürüldü ne de esir muamelesi gördü ve doğrudan doğruya İmparatora takdim edildi. İmparator, Çaka Bey’e çok fazla iltifatta bulundu, sıkı kontrol altında tutarak sarayında alıkoydu, hediyeler, nişanlar verdi. Çaka Bey’in, Bizans sarayındaki bu itibarlı mevkii, 1081 yılına kadar devam etti. Bu esir hayatı, Çaka Bey için Latince ve Grekçe’yi iyi öğrenmesi, iyi tahsil görmesi ve Bizans’ı içeriden iyi tanımasını sağladı. Çaka Bey, zaman ve zemini iyi ayarlayarak kaçmayı başardı, Anadolu’daki akıncıların başına geçerek Bizans’a karşı mücadele bayrağını açtı. Kısa sürede kuvvetleriyle, İzmir’e yüklendi ve burayı Bizanslılardan temizledi, İzmir’e Türk bayrağını dikerek beyliğini kurdu ve İzmir’in ilk Türk hâkimi oldu. Çaka Bey, kıyı boylarına ayak basar basmaz her sahada besleyici bir unsur olan denizlerin, aynı zamanda Türklerin mücadeleci ve akıncı ruhlarını da tatmin edeceğini hissederek denizlere açılmaya karar verdi. Çaka Bey, Ege’nin iktisadî ve askerî kaynaklarından Bizans’ı mahrum etmek amacıyla yapıla- somuncubaba 45 cak mücadelenin denizde donanmayla olacağını, Bizans’ın karada yenemediği ve durduramadığı Türkleri denizden mağlup etmeyi deneyeceğini, bunun için de eninde sonunda Bizans ile denizde karşılaşacağını biliyordu. Çaka Bey, ilk iş olarak arzu ettiği donanmaya sahip olmak amacıyla ustalar buldu, İzmir’de ve sonra Efes’te birer tersane meydana getirerek kısa sürede kürek ve yelkenle hareket eden, üstleri kapalı kırk parça gemi denize indirildi. Böylece ilk donanma vücuda getirilmiş oldu. Bu dönemde, Bizans sıkıntılı bir dönem yaşıyordu, kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden de İznik Türk Beyliği sıkıştırıyordu, buna birde denizden Çaka Bey eklenmişti, İmparator Aleksios Komnenos, siyasî manevralarla bu zor durumdan kurtulmaya çalışıyordu. Çaka Bey 1089 yılında denize açılmıştır. Bu ilk açılış hem eğitim hem de Çaka Bey’in Ege’de yapmayı tasarladığı fetihlerin planlamasına yol açacak bir keşif seferi olacaktı. Çektiri ve yelkenli olan yaklaşık kırk parçadan oluşan donanması Ege adalarından bir kısmını vurarak bu ilk seferinden büyük bir ganimetle döndü. Bizanslılar hemen donanmalarını Ege’ye yollayarak Türk donanmasını gördükleri yerde imha etmeleri emrini aldılar. Bizans Donanmasına Darbe Bizans donanmasının Çandarlı açıklarından güneye doğru indiğini haber alan Çaka Bey, Bizans donanmasını karşılamak üzere tekrar denize açıldı. Türklerin ilk deniz savaşı olan Koyun Adaları Muharebeleri (19 Mayıs 1090) zaferle sonuçlandı. Çaka Bey, Bizans’ı bu ilk muharebede tarttıktan sonra akınlarını genişletti ve Bizans’ı sırasıyla Sisam ve Rodos Adalarından kovarak, hâkimiyet kurdu. Bizans İmparatoru, intikam alabilmek için sefer hazırlıklarına büyük önem verdi. Yirmi çektiri ve elli yelkenliden oluşan bir filo hazırlattı ve filoya on bin kara askeri yerleştirdi. Bizans 12 Ekim 1091 akşamı Sakız Adası’na demirledi. Bizans filosunun adaya asker çıkardığı haberini alan Çaka Bey, hemen harekete geçti, bu haberi alan Bizans filosu da Türk filosunu denizde karşılamak için demir aldı. Türkler düşmana, ilk deniz muharebesini kazanmış oldukları Koyun 46 ARALIK 2015 Adaları civarında rastlamış olmalarını bir uğur sayarak seviniyorlardı, düşmana bir an evvel rampa olmak istiyorlardı. Gemiler yaklaştıkça heyecanları daha da artıyordu, fakat bu sevinç ve heyecan yerini kısa bir süre sonra şaşkınlığa bıraktı. Çünkü Bizans gemileri ani olarak bir tiramola ile rüzgârı değiştirip Sakız Adası’na doğru kaçmaya başladılar. Bizans gemileri, korku ve şaşkınlık içinde birbirleriyle yarış edercesine, Sakız Adası’nın güneyinde bulunan ıssız bir koya daldılar ve birbirlerini çiğnercesine kaçtılar. Çaka Bey filosundan tek gemi feda etmeden, tek levent kaybetmeden Bizans gemilerini yok etmenin çaresini buldu. Ayırdığı üç beş gemi ile liman ağzına abluka koyarak geri kalan gemilerini Sakız Kalesi’nin altına demirledi ve yakınlarına siper kazdırarak bu askerlerine mevzi aldırdı. Yaptırdığı birçok ateş kayığı ile Bizans gemilerini zahmetsizce yok ettiler. Bizans kuvvetlerinin feci durumunu haber alan İmparator Aleksios Komnenos, intikam alabilmek için hazırlattığı yüz on parçadan oluşan Bizans armadasını kayınbiraderi Dukas’ın komutasında Şubat 1092’de İstanbul’dan hareket ettirdi. Çaka Bey, filosundaki elli geminin korsanlık faaliyetleri nedeniyle dağılmış olması yüzünden bu armada ile elindeki az bir güçle yakalanmamak ve bu muazzam gücü ancak baskın tarzında bir hareketle zarar verebileceğine inandığı için gece hücumu tertiplemek üzere denize açıldı. Bizans filosu, otuz bin askerini adaya çıkardı, bunları gören adadaki diğer firari kuvvetler de cesaretlendiler, adadaki sekiz bin mevcutlu Türk kuvvetleri dağlık bölgelere çekilerek savunmaya devam ettiler. Bu savunma, günlerce devam eden taarruzları neticesiz kıldı. Bu arada, Çaka Bey, filosunu toparlamış, bir gece baskını ile adadaki Bizans filosuna son darbeyi vurmak üzere hazırlık yapıyordu ki buna lüzum kalmadı. Bizans kuvvetlerini geri çekmek zorunda kaldı. Artık denizlerde ciddi ve güçlü bir rakipleri vardı. Bizans’ın Oyunu ve Çaka Bey’in Vefatı I. Kılıçarslan (1092–1107), Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümünden sonraki taht kavgasından faydalanarak, İsfahan’dan kaçıp İznik’e gelmiş ve 1092’de Anadolu Selçuklularının başına geçmişti. Çaka Bey, Ege Denizi’nde tam bir hâkimiyet sağlamıştı, beyliğinin askerî gücünü, iktisadî bünyesini denizlerle besliyor, aynı zamanda koca Selçuklu Türkiye’sinin de deniz cephesini İzmir Beyliği koruyordu. Çaka Bey’den yediği darbeleri hazmedemeyen, ayrıca gücünü de bilen İmparator eğer Çanakkale’yi ele geçirirse Bizans’ın nefes borusunu tıkamış olacağını bildiği için papa nezdinde teşebbüslere girişti. İmparator, Selçuklular, Peçenekler ve Çaka Bey karşısında çok müşkül durumda kalınca 1091 senesinde Papa II. Urbain’e müracaat ederek Haçlı yardımı istemiştir. Hazırlattığı seksen bin kişilik ordu ve iki yüz gemiden oluşan koca Bizans armadasını İstanbul’dan 1094 sonbaharında hareket ettirdi. Bu arada Çaka Bey, kızını I. Kılıçaslan’a vererek akrabalık bağı kurmuş ve ortak düşmana karşı anlaşmıştı. Ayrıca Peçeneklerle de anlaşan Çaka Bey artık Bizans’ın üzerine gidebilirdi. İzmir Bey’i Çaka’nın senelerdir mücadelesinde temel tuttuğu, Çanakkale’yi ele geçirip, Trakya’ya atlamak ve oradan İstanbul’u zapt etmek yolundaki amacı damadı I. Kılıçaslan tarafından da uygun görüldü. Çaka Bey üçlü sıkıştırma planı ile Bizans tam kıskaca alınıyordu, buna göre kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden Anadolu Selçuklu Devleti, Çanakkale yolu ile de denizden Çaka Bey tarafından Bizans kuşatılacaktı. I. Kılıçaslan Bizanslıların taarruza geçerek Marmara sahillerini işgale başlamaları karşısında Çaka Bey ile müttefik olarak onlara karşı hücuma geçti. Çaka Bey de, İzmir’den Çanakkale istikametinde ilerledi. Çaka Bey’in bu harekâtı İmparator Aleksios Komnenos’u telaşlandırdığı gibi bu genişleme Marmara sahillerini hâkimiyeti altında tutan I. Kılıçaslan’ı da kendi sultanlığının emniyeti ve otoritesi açısından endişelendiriyordu. Bizans bu kıskaçtan İmparator Aleksios Komnenos’un siyasî oyunlarıyla kurtulmasını bilmiştir. Zira İmparator önce Balkanlardaki Kuman Türklerini elde ederek Peçenek Türklerinin üzerine saldırtmış ve Levunion’da (29 Nisan 1091) imha ettirmiştir. Diğer taraftan da I. Kılıçaslan ile kayınpederi Çaka’nın arasını açmayı başarmış ve ikisi arasındaki dayanışmayı yıkmıştır. Hatta bu konuda Aleksios’un, I. Kılıçaslan’a bir elçi ile mektup gönderdiği ve bu mektupta Çaka’nın kendisini sultan olarak gördüğünü ve bu seferin Bizans üzerine değil kendisini ortadan kaldırmak için İznik üzerine olduğu yalanlarına sığınmıştır. Çaka Bey’in daha sonra 1093’te bir davet sırasında damadı I. Kılıçaslan tarafından öldürülmesiyle Bizans amacına kavuşmuştur. Sonuç Çaka Bey’in savaş sahnesinden çekilmesinden sonra 1096 senesinde başlayıp 1272 senesine kadar devam eden Haçlı Seferleri Selçuklu Türklerinin deniz ile olan ilişkisine iki asra yakın büyük bir darbe indirmiştir. 1096 senesinde Anadolu Türklüğünü ve dolayısıyla İslâm’ı hedef alan “Haçlı Seferleri”nin başlaması, Türkleri Anadolu’nun içlerine çekilmeye mecbur bırakmış ve hatta bu durum başkentin İznik’ten Konya’ya nakledilmesine sebep olmuştur. XVI. yüzyılın sonlarında İlhanlı saldırısı karşısında zayıflayan Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra ise Batı Anadolu’da bu devletin yıkıntıları üzerine Aydın, Saruhan ve Karesi Beylikleri de Ege Denizi’nde akın tipi hareketler icra ederek Çaka Bey’den yaklaşık iki asır sonra Türk denizciliğini canlandırmaya çalışmışlardır. Bu arada ardı arkası kesilmeyen muazzam bir Haçlı istilası başlamıştır. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, Marmara ile Ege sahillerini eline geçirdiği gibi, Türk Beylikleri’ni birbirleri aleyhine kışkırtmaktan da geri kalmamıştır. Fakat Haçlı komutanları Aleksios Komnenos’e ne kadar teminat vermiş olurlarsa olsunlar, Haçlı belası Bizans’ın üzerine de bir kâbus gibi çökecek, Latinler yarım yüzyıl İstanbul’u sömüreceklerdir. Hatta Fatihin İstanbul’u fethi sırasında Ortodoks Bizans “İstanbul’da Latin külahı görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz.” diyecektir. Bibliyografya Akdes Nimet Kurat, İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi Çaka Bey (M.S. 1081-1096), Ankara, 1966. Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1985. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, Ankara, 1984. View MichaelLevçenko, Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Bizans Tarihi, (Çev: Maide Selen; Yay. Hz: Yaşar Selçuk) , İstanbul, 1999. OsmanTuran, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, C. II, İstanbul, 1979. Raşit Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, İstanbul, 1993. somuncubaba 47 KÜLTÜR / Müersel GÜNDOĞDU Dünya, Meşakkat Yurdudur. Somuncu Baba Hazretleri’nin Nasihatleri 4 “TÜM MASİYET VE KÖTÜLÜKLERDEN UZAK DURSUNLAR.” “Masiyet; başkaldırmak, isyan etmek, haddi aşmak, helal ve haram sınırlarını çiğnemek, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelmek ile günahlara dalmak anlamlarına gelir.” İnsanoğlu, yaratıldığı andan itibaren türlü dertlerin, ızdırabın ve cümle meşakkatlerin ana vatanı olmaktadır. Kimi zaman bir hastalık, bazen üst üste gelen musibetler ve çoğu zaman da hayata dair karşılaştığımız maddî ve manevî güçlükler bizi acının, hüznün ve masiyetlerin karanlık dünyasına iter. Bu musibetlerin etkisiyle hiç farkında olmadan sürükleniriz derin uçurumların kenarına. Tutunacak sağlam bir ipimiz yoksa ve ruhumuza gıda olan azıklardan yeterince almamışsak, işte o zaman vay halimize. İnsan iyilik yapmaya da meyyaldir kötü yollara sapmaya da. Aklını, nefsini ve ruhunu iyilik talimleriyle eğiten ve iyilik yapmaya müsait hâle getiren insanlar için hayatın akışı hep güzelliklerden, hayırdan ve iyiliklerden yanadır. Onlar, kâinatın eşsiz yaratıcısı olan Yüce Allah’ın buyruklarını, Sevgili Peygamberimiz (s.av.)’in tavsiyelerini ve onun izinden giden gönül dostlarının ruha sirayet eden nasihatlerini kendine rehber edinmiş kişilerdir. Bir de nefsinin emirlerine ve dünyalık arzularının tahriklerine kendisini kaptırmış insanlar vardır ki onlar için masiyet ve kötülüklere meyletmek kolay bir davranış halini almıştır. Foto: Cemil ŞAHİN Masiyet; başkaldırmak, isyan etmek, haddi aşmak, helal ve haram sınırlarını çiğnemek, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelmek ile günahlara dalmak anlamlarına gelir. Kuran-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerime, insanları bu tür masiyetlerden uzak durmaları hususunda uyarır ve bunun sonucunun çok kötü bir yer olduğunu açıkça ifade eder. El-Mücadele Suresi 8. ve 9. ayetler buna en güzel misaldir. Adı geçen ayet-i kerimelerde Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Gizli konuşmaktan men edildikten sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber’e karşı gelmek hususunda 48 ARALIK 2015 gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah’ın selamlamadığı bir şekilde selamlıyorlar. Kendi içlerinden de: Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azap etmesi gerekmez miydi? Derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası! Ey inananlar! Gizli konuştuğunuz zaman, günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve Peygambere karşı gelmeyi fısıldaşmayın; iyilik yapmak ve Allah’a karşı gelmekten sakınmayı konuşun; kıyamet günü huzurunda toplanacağınız Allah’tan sakının.” Bir musibet ve imtihan yurdunda olan insanoğlu için gidilecek başlıca iki yol vardır. Bunlardan birincisi, başa gelen her türlü olay karşısında sabır göstererek iyilik yolunu tutmak, diğeri ise sonu musibet olan uçuruma doğru yol almaktır. Masiyet, İnsanı Küfre Sürükler Haddi aşmak, başkaldırmak ve helal-haram sınırlarına tecavüz etmek anlamlarını bünyesinde barındıran masiyet, nefse sükûnet ve kalbe kalıcı ferahlık veren hayırlı işlerin aksine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle nefsi azdıran ve kalbe geçici heyecan veren bütün şer işleri kapsamaktadır. Modern dünyanın bunalım ve buhranları arasında sendeleyen insanoğluna bela ve musibetler, sadağından çıkarılıp hedefine fırlatılan oklar gibi isabet etmektedir. Gönül kuraklığının had safhaya ulaştığı günümüz toplumları, masiyetin çelikten dişlileri arasında inim inim inlemekte ve ne yapsalar da kendilerini bu şer bataklığından çıkarmakta bir hayli zorlanmaktalar. Yüce Rabbimizin yardımı ve buyrukları olmasaydı halimiz nice olurdu? Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in yaşantısı ve bu husustaki emirleri bize yol göstermeseydi bu bataklıktan nereye sığınacaktık? Ve İslâm yolunun en ince hakikatlerini çağımızın idrakine derceden gül ve gönül medeniyetimizin tabipleri olan âlimlerimizin nasihatleri olmasaydı bu çağ yangınından nasıl korunacaktık. somuncubaba 49 Sevgili Peygamberimiz; “Masiyet, insanı küfre sürükler.” buyurarak çağların yüreklerini tutuşturacak en büyük yangınını işaret etmiştir. Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han zamanında yaşamış, Anadolu’yu manevî fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri’nin oğlu olan Somuncu Baba Hazretleri, arkadaşlarına ve yolundan gidenlere “Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.” diye nasihat buyurarak, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetini devam ettirmiştir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’nin bu tavsiyesi, yaşadığı asrın en büyük yangınına parmak basmakla kalmamış, gönül dostlarını çağlar boyunca bu yangınlardan koruyacak manevi bir kalkan vazifesi de görmüştür. Çağımızın en büyük sorunlarından birisinin de küfür ve isyan yangınlarının bacalarımızı tutuşturması, yuvalarımızı tehdit etmesi ve toplumlarımızı zehirlemesi değil midir? Küfür ve masiyet dalgalarının gönül denizlerimizde ortaya çıkarak fıtrat kanatlarımızı tarumar edip kırmasının ardından bütün bu tehlikelerden korunacak bir limanımızın olmaması ne kadar acı değil midir? İşte bu sebepledir ki Somuncu Baba Hazretleri gibi nasihat önderleri, yaşadıkları toplumların vicdanı olmakla kalmamış aynı zamanda bütün insanlık için sığınılacak güvenli birer liman olmuşlardır. Dünya, İmtihan Yeridir Hayatımızı sürdürdüğümüz dünya denen bu büyük süslü salon, hepimiz için bir imtihan alanıdır aslında. Değirmen gibi dönerek ömrümüzü eksilten koca dünyanın cazibesi, sahte ışıltısı ve göz kamaştırıcılığı, çoğu zaman ruhumuzun bütün kıvrımlarını sararak bizim bu imtihanı kaybetmemizi ve bu cafcaflı alandan boynu bükük ve yetim olarak ayrılmamızı sağlar. Gündelik telaş içinde bizler çoğu zaman bu ışıltıların bir yansıma ve dünya hayatının gölge olduğunu unutur 50 ARALIK 2015 ve kendimizi geçici arzuların baş döndürücü cazibesine kaptırırız. İnsanoğlu, fıtratının gereği olarak pek çok işini aceleyle yapar. Hatırına her geleni hemen elde etmek, canının çektiğine sahip olmak ister. Arzu ettiği şeylerin sebebini sorgulamaz, nedenini araştırmaz ve akıbetini inceden inceye pek düşünmez. Bu aceleciliği o kadar had safhaya varır ki insanoğlu, ahiret nimetlerini bile aceleyle bu dünyada ve hemen görmek ister. Oysa dünyadaki bütün nimetler, ahiret nimetlerine nazaran onun bir gölgesi hükmündedir. Lakin burada da insanın aceleciliği devreye girer ve başına umulmadık çoraplar örmeye başlar. Aceleci insan, bir anda gaflete düşerek gölgeyi asıl zannetmeye, yansımayı gerçek addetmeye yeltenir. Bütün vaktini onu elde etmek için harcamaya başlar, onun olması için dua edip durur ve neticede aceleci davranmasının ağır faturasını bu imtihanı kaybetmekle öder. Yaşadığı asrın vicdanını ve gönüllerini tedavi eden Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in 24. kuşaktan torunu olan Somuncu Baba Hazretleri’nin, arkadaşlarına ve yolundan gidenlere “Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.” şeklindeki nasihat halesi, insanın özünü ve niyetini temizlemeye yönelik olması açısından da çok mühimdir. İmam Rabbani Hazretleri; “İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddıklar, masiyetten sakınır.” buyurarak, iyiliği bilerek ve bilinçle, ihlâsla, samimiyetle ve vicdanla yapmanın insanları masiyetten kurtaracağını belirtmiştir. Bu dünyada kulun başına gelen bela ve musibetlerin tamamı imtihan içindir. Belaya tahammül göstermek, insanı olabildiğince yüceltir. Paslanmaya yüz tutan ruhunu temizler, vicdanına huzur iklimi estirir ve kalbine inşirah verir. Böyle anlarda kuşanılan sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkânsız görünen mümkün hâle gelir ve hiç tahmin edilemeyen bir kolaylıkla halledilir. Bu yüzdendir ki başına gelen musibetlere sabreden bir kul, Yüce Rabbimiz tarafından necat ile müjdelenir. Oysa sabır acı bir meyvedir ve nefse oldukça ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. İnsan, Üç Sabır ile Mükelleftir Biz insanların duçar olduğu ağır belâ ve musibetlerin üzerimize yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, çoğu zaman onları Yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Bize düşen başa gelenle dövünmek ve olana itiraz etmek değil sabır ve rıza göstermektir. Müjdeye nail olacak olan, belalara karşı sabır elbiselerini giyenlerdir. Zira Yüce Rabbimiz, Bakara Suresi 155. ayette şöyle buyurmaktadır; “And olsun, biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” Rasûlullah Efendimiz ise bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Sabır üçtür: 1- Taat üzere sabır, 2- Mâsiyetten (ictinab edip uzak kalabilmek için) sabır, 3- Musibete karşı sabır. de bir ibadettir. Bu durum aynı zamanda tevekkül ve kulluğun da esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül Müslümanın zaruri vazifelerinden birisidir. Zira Rabbimizin Bakara Suresi 153. ayet-i kerimede belirttiği gibi “Allah sabredenler ile beraberdir.” Zira sabır o kadar güzel bir haslettir ki, dinimizin emir buyurduğu birçok fazilet ancak sabır ile kemal bulur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in yukarıdaki hadis-i şeriflerinde ifade buyurduğu taat üzere sabır; Müslümanın Yüce Allah’ın emirlerine itaatte devam etmesini içermektedir. Bütün peygamberler, mürşitler ve nasihat önderleri Rasûlullah Efendimiz’in göstermiş oldukları bu sabır ile yüce makamlara nail olmuşlardır. Bu yüzden her mü’min yapmış olduğu ibadetlerine sabır ile devam etmeli ve onları asla terk etmemelidir. Masiyetten sabır ise, günah işlememe konusunda nefisle ve şeytanla yapılan çetin mücadeleye sebat göstermek anlamındadır. Nice peygamber ve Allah dostları bu sınava tabi tutulmuş ve imtihanı başarıyla geçmiştir. Efendimiz (s.a.v.)’in buyurduğu musibete karşı sabır ise tevekkül ve teslimiyetin bir semeresidir. Somuncu Baba Hazretleri’nin, arkadaşlarına ve yolundan gidenlere “Tüm masiyet ve kötü- Kim taat üzere (emirlere uyup ibadet etme hususunda) sabrederse, Allahu Teâlâ ona altı yüz derece verir ki, her bir derece arası yerin üst sınırından (yeryüzünden) yedi tabaka altına kadardır. Kim mâsiyete sabrederse, Allahu Teâlâ ona dokuz yüz derece verir ki, her bir derecenin arası yerden Arş’a kadardır. Kim de musibete sabrederse ve onu Allah’tan geldiğini düşünerek güzel bir şekilde karşılarsa, Allahu Teâlâ ona üç yüz derece verir ki, her bir derecenin arası yer ile gök arası kadardır.” lüklerden uzak dursunlar.” nasihatini bu an- Müslümanların; namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin yerine getirilmesinde sabır ve sebat etmelerinin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül göstermeleri manın yegâne yollarından biri de bu nasihatle- lamda düşünmek ve yeniden değerlendirmek durumundayız. Zira caddelerimizi her türlü kötülüğün sarıp sarmaladığı, sokaklarımızda bin bir çeşit masiyetin kol gezdiği günümüzde bu nasihat, yüreklerimizi şerrin zehirli oklarından bir kalkan gibi koruyacak ve bizlere gerçek kurtuluşun kapılarını aralayacaktır. Çağımızın en büyük hastalıklarından kurtulre sımsıkı sarılmaktır. Ne mutlu öğüt alanlara… somuncubaba 51 FIKIH / Abdullah KAHRAMAN* TİCARETTE BEREKETİN ANAHTARI: Y üce Allah, insanlara din olarak gönderdiği ilâhî sistemde bereket inancını da öğretmiştir. Bu sebeple bütün dinlerde olduğu gibi, İslâm’da da bereket inancı vardır. TİCÂRÎ AHLÂK Bütün peygamberler ümmetlerine bu inan- “Bereket, maddî ve mânevî, hem bu dünyaya hem de öbür dünyaya ait kazanç ve bolluğu ifade eder. Dinimize göre, ticaret ve kazançta da bereket, mânevî artış ve bolluk olabilir.” olan bereket, inançla ve sâlih amelle elde edilir, cı aşılamışlardır. Böylece de bereket, dinî ve mânevî bir şey olmuştur. Ancak inanca dayalı olsa da bereketin gözle görülür tarafı da vardır. Yüce Allah’ın hak eden kullarına bir ikrâmı kalple hissedilip gözle görülür hâle de gelebilir. Bereket, “bolluk, rahmet, uğur ve mutluluk” demektir. Bereket, maddî ve mânevî, hem bu dünyaya hem de öbür dünyaya ait kazanç ve bolluğu da ifade eder. Dinimize göre, ticaret ve kazançta da bereket denen mânevî artış ve bolluk olabilir. Ancak bunu sadece Allah verir. Bereket Allah’ın dürüst tüccara bir ikrâmıdır. Bereket akılla değil ancak inançla izah edilir ve anlaşılır. Mesela, bir âyette bu inanç ve mânevî ikram şöyle dile getirilmiştir: “Oysa bu toplumların insanları imana erip de Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyor olsalardı onların önünde göğün ve yerin bolluklarını (bereket kapılarını) açardık. Ama gerçeği yalanlamaya kalktılar ve Biz de (kendi) yapıp ettiklerinden ötürü onları kıskıvrak yakaladık.”1 52 ARALIK 2015 Âyete göre, inançlı ve sorumluluğunun bilincinde olan topluluklara gökten ve yerden bereket kapılarının açılacağı ifade edilmiştir. Müfessirler, âyette geçen “bereket” kelimesini şöyle yorumlamışlardır: “Gökten ve yerden gelecek bereketler, yani yağmurun yağması ve toprağın verimli kılınmasıyla mahsul ve gelirin çoğalması, bolluk ve hayrın yaygınlaşması, böylece nimet, refah ve mutluluğun artması.” Yine bazı âyetlerden anlaşıldığına göre, ticaretin bereketli ve bereketsiz olması mümkündür. Nitekim bir âyette insanların bereketsiz ve kesat ticaretten korktukları şöyle ifade edilmiştir: “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz oymak ya da boy, kazanıp (biriktirdiğiniz) mallar, kötüye gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşlandığınız konutlar size Allah’tan ve O’nun Elçisi’nden ve O’nun yolunda kavga vermekten daha gönül bağlayıcı geliyorsa, bekleyin o zaman Allah iradesini açığa vuruncaya kadar ve (bilin ki,) Allah, günaha gömülüp gitmiş bir topluluğa aslâ hidâyet etmez.”2 Başka bir âyette ise, sağlam bir imana sahip olup dünyada iyi işler yapanların durumu bitmez tükenmek bilmeyen bereketli ticarete benzetilmiş ve şöyle buyurulmuştur: somuncubaba 53 “Allah’ın vahyine (şeksiz şüphesiz) uyanlar, namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli/açık başkaları için harcayanlar; işte ancak bunlar hiç kesintiye uğramayacak bir kazanç umabilirler.”3 Âyetleri dikkatle okuduğumuzda bereket inancının varlığına işaret ettiklerini görürüz. Ayrıca imanın, dikkatli kılınan namazın ve Allah için yapılan infâkın berekete sebep olacağını, günah işlemenin ise berekete engel olduğunu öğrenmiş oluruz. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına baktığımız zaman onun da hem sözlü hadisleriyle hem de fiilî sünnetiyle her fırsatta inananların kalbine bereket anlayışını ve inancını yerleştirdiğini görürüz. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.), evde koyun beslemenin, yemeği toplu yemenin, eve misâfir davet etmenin berekete sebep olacağını bildirmiştir. Yine evlenen birisine nasıl duâ edilmesi gerektiğini öğretirken şöyle demiştir: “Sizden birisi evlendiğinde ona şöyle duâ edilsin: ‘Bârekellahu leke ve bâreke aleyk/Allah evliliğini mübarek eylesin ve bereket ihsan etsin.” Hz. Peygamber (s.a.v.) toplumsal açıdan bereketi şöyle değerlendirmiştir: “Allah bir kavme bereket murâd ettiği zaman onları cömertlik ve iffetli olmakla rızıklandırır. Bir kavim için de bereketin kesilmesini dilerse onların üzerine hıyânet kapısını açar.”, “Allah bir kavme kıtlık murâd ettiğinde gökten bir melek şöyle nidâ eder: ‘Ey mide genişle! Ey göz sakın doyma ve ey bereket ortadan kalk.” Ticaretle ilgili bereket konusunda ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifade buyurduğu hadislerden bazıları şöyledir: 1- “Ticarette yalan yemin, malın sürümünü sağlarsa da, kazancın bereketini yok eder.”4 2- “Alıcı ve satıcı birbirlerine doğru söyleyip nasîhat ettikleri zaman alışverişleri bereketlenir; malın kusurunu gizleyip yalan söyledikleri zaman ise alış-verişlerinin bereketi kalkar.”5 3- “Mülâyim davranmak bereketi, sert davranmak ise bereketsizliği getirir.” 4- “Sizden biri kendinde, malında veya kardeşinde hoşuna giden bir şey görürse bereketlenmesi için duâ etsin, zira göz değmesi(nazar) haktır.” 5- “Sabah namazını kıldığınızda duâya çok sarılınız ve hâcetlerinizi talepte erken davranınız. Allah’ım! Ümmetim için erken davranışta bulunanların işlerini bereketli kıl.”6 Yani Hz. Peygamber (s.a.v.) bu duâlarında, 54 ARALIK 2015 “Allah’ım! İşine erken çıkanın kazancını bereketli kıl.” diye duâ etmiştir. Bu hadislerden de anlaşıldığına göre ticarette bazı davranışlar ticaretin bereketini artırır, bazıları ise berekete engel olur. Şu hususa özellikle dikkat çekmek gerekir ki, Kur’ân malın ve kazancın bereketlenmesine sebep olarak zekâtı, bereketin ortadan kalkmasına sebep olarak da fâizi göstermiştir. Zira Kur’ân’a göre zekâtın önemli özelliklerinden birisi geri dönüşüm (ihlâf) sağlayarak malı artırmasıdır. Ancak bu geri dönüşümün sağlıklı işleyebilmesi için toplum olarak zekât mükelleflerinin görevlerini hakkıyla yerine getirmeleri gerekir. Zira bir veya birkaç mükellefin zekâtını ödemesiyle istenen geri dönüşümün sağlanması mümkün olmaz. Verilen zekâtlar başkalarının iktisadî faaliyetlerde bulunmalarına yardımcı oluyorsa bundan hem zekâtı veren bireyler hem de toplum fayda sağlayacaktır. Bir âyette zekât yoluyla verilen kredi ile fâizli krediler karşılaştırılır ve zekâtın bereketlendirici olmasına karşılık fâizin bereketi tüketen bir işlem olduğu şöyle anlatılır: “Allah fâizi ondan sağlanan kazançların bereketini) tüketir, zekâtları ise artırır.”7 Şu âyette ise karşılıksız kredi (karz-ı hasen) ve fâizli kredi karşılaştırılmaktadır: “Ve (unutmayın; başka) insanların mal varlığı sayesinde, artsın diye fâizle verdikleriniz (size) Allah katında bir artış sağlamaz. Oysa Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için karşılıksız verdikleriniz (Allah tarafından bereketlendirilir).”8 Zekâtı ve fâizi ticarete katacakları bereket açısından bu şekilde karşılaştıran Kur’ân zekâtın malın artmasına ve geri dönüşümüne katkıda bulunmasına da şöyle işaret eder: “De ki: ‘Rabb’im, kullarından dilediğine bol dilediğine az rızık verir ve başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerini daima doldurur. Çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”9 Gerek misafirlikte ve gerekse kardeşlerinin kavuştuğu bir nimeti gördüklerinde Müslüman- lar, “Allah bereket versin.” derler. Bu ifade ve duâ, kültürümüzde bereket anlayışının ruhlara sinmiştir ve dille ifade ediliş tarzını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Yüce dinimiz, bereket denen ve ancak Allah tarafından ihsan edileceğine inandığımız mânevî artmayı kabul etmiştir. Evet, bereketi ancak Allah verir. Fakat insanlar da bazı güzel ve ahlâkî davranışlarıyla bereketin artmasına vesîle olurlar. Hile, yalan, aldatma ve fâiz gibi kötü hareketleriyle de bereketin ortadan kalkmasına yol açarlar. Dipnot *Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 7/A’râf, 96. 9/Tevbe, 24. 35/Fâtır, 29. Buharî-Müslim. Buharî-Müslim. Taberânî. 2/Bakara, 276. 30/Rûm, 39. 34/Sebe’, 39. somuncubaba 55 TARİH / İsmail ÇOLAK PLEVNE’DE YAZILAN DESTAN VE GAZİ OSMAN PAŞA “Plevne’de Osman Paşa’nın kumandası altında savaşmış askerden cesur bir askerin, Avrupa kıtasında bulunmadığına eminim.’ diyen, Osmanlı Ordusu’nda görevli Avustralyalı Doktor Binbaşı Charles S. Ryan’ın müşahedeleri bu noktada oldukça çarpıcıdır.” 1 877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı’nın çöküş faslına sürüklenmesinde büyük rol oynamıştır. Bu savaşta, amansız çarpışmaların yaşandığı cephelerden biri de Plevne’dir. Burada, Osmanlı Ordusu sonuç itibariyle mağlup olsa da, tarihimizin destansı müdafaa şaheserlerinden birini yazmıştır. Sergilenen müdafaanın başkahramanı mevkiinde ise “Gazi Osman Paşa” yer almıştır. Askerî dehası ve harp sanatındaki ustalığıyla adını savaş tarihine yazdırmayı başarmıştır. Gerek Osmanlı’da gerekse Avrupa’da örnek gösterilen komutanlardan olmuştur. Düşmana İlk Darbe Harbin ilanından önce İstanbul’da yapılan toplantıda, Rusların planladıkları ileri harekâta, Plevne-Lofça hattında toplanacak, Vidin ve Rahova’daki Osman Paşa emrindeki birliklerle mani olunması kararlaştırılmıştı. Ruslar, stratejik önemi büyük olan Plevne’yi ele geçirmek için Niğbolu’dan harekete geçirdiler. Fakat Müşir Osman Paşa daha erken davrandı. Emrindeki 12 bin kişilik kuvvetle Vidin’den bir haftalık cebrî yürüyüşle, 192 kilometrelik yolu 6 günde kat ederek Plevne’ye vardı. Henüz yorgunluğunu üzerinden atamayan Osmanlı Ordusu’nu şiddetli bir hücumla gafil avlamak isteyen Ruslar ve mağrur Çarları II. Aleksandr, daha ilk hücumda Osman Paşa ve kuvvetlerinden beklemedikleri bir darbe yediler. Binbaşı İbrahim Edhem’in ifadesiyle Osmanlı dilâverlerinin gayret ve savletleriyle geriye püskürtüler. Mukadderat kitabının ilk yaprağı Osmanlılardan yana çevrildi. Rusların ölü sayısı 3000 kadardı ve iki misli de yaralıları vardı. Osmanlı Ordusu’nun zayiatı ise 300 56 ARALIK 2015 şehit, bin küsur yaralı idi. Bu ilk darbe Rusları daldıkları gaflet uykusundan uyandırdı. İçlerindeki, Türk korkusu yeniden depreşti. İkinci Zafer ve Yankıları Vidin’den gelen takviye kuvvetlerle Osman Paşa’nın mevcudu 23 bine, top adedi 58’e ulaşmıştı. Rus Ordusu’nun kuvveti ise 50 bin asker, 184 toptan ibaretti. Osman Paşa, Plevne’nin etrafına 5 kilometre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde 6 toprak tabya yaptırarak, tahkimatı mümkün mertebe kuvvetlendirmeye çalıştı. Bu tarz, müdafaa savaşında yeni bir çığır oluşturmuştu. General Tottleben’in sarf ettiği şu söz, Gazi Osman Paşa’nın bu alandaki başarısını ortaya koymuştu: “Plevne insan eliyle yapılan en kuvvetli kaledir ve Türkler tarafından müdafaa edilirse zaptı kolay olmayacaktır.” Ruslar, Plevne düğümünü çözebilirlerse savaşı da kazanacaklarına inanıyorlardı. Bütün dünyanın gözü Plevne üzerindeydi. Gazetelerin harp muhabirleri, büyük devletlerin askeri ataşeleri Plevne’ye gelmişti. Avrupa harp akademilerinde ve genelkurmaylarında, Plevne’nin akıbetinin ne olacağı tartışılıyordu. Osman Paşa’nın savunma stratejisine yepyeni unsurlar getirdiği, daha savaşın ortalarında kabul edilmişti. Plevne’ye ikinci Rus saldırısı 30 Temmuz 1877’de başladı. Güneşin doğuşuyla beraber Ruslar hücuma geçti. Rusların “hurra” sedalarına Osmanlı askerleri “Allah Allah” nidalarıyla cevap veriyordu. Osman Paşa, gece-gündüz rahatını ve uykusunu feda ederek askerlerinin şecaat ve gayretlerini devamlı surette tahrik ediyor, din ve devleti muhafaza etmenin zamanının geldiğini somuncubaba 57 haykırıyordu. Kanlı muharebe ve şiddetli top atışları gece boyunca sürdü. Ruslar ertesi gün tekrar hücum ettilerse de Osmanlı askerinin süngü hücumu karşısında bozguna uğradılar. “Plevne’de Osman Paşa’nın kumandası altında savaşmış askerden cesur bir askerin, Avrupa kıtasında bulunmadığına eminim.” diyen, Osmanlı Ordusu’nda görevli Avustralyalı Doktor Binbaşı Charles S. Ryan’ın müşahedeleri bu noktada oldukça çarpıcıdır: “İkinci Plevne Muharebesi Türkler için birincisinden daha büyük bir zafer olmakla beraber, çok kanlı idi. Başkumandan Müşir Osman Paşa’nın altında üç at vurulup öldü.” Binbaşı İbrahim Edhem Bey’in bilhassa Rus cephesinde yaşananlarla ilgili aktardığı şu bilgi ve tasvirler de bir o kadar korkunç ve ürperticidir: “İki mevzi arasındaki mesafe, insan ekilmiş tarla şekline girip hakikaten korkunç bir manzaraydı. Kaçanların silah ve cephanesini atıp Tuna’ya doğru kaçtıkları ve rasgeldiklerine ‘Türk geliyor ve şiddetli vuruyor.’ sözünü söyledikleri, yaralıların iniltileri bizim ileri karakollarımız tarafından görülmüş ve işitilmiştir. Aleksandr Hazretleri bile arabasıyla Ziştovi Köprüsü’nden geçmeye güç vakit bulabilmiştir.” Rusların toplam kaybı 8 bin civarındaydı. İki buçuk misli de yaralıları vardı. Osmanlıların za- yiatı ise 700 şehit, 1500 yaralı idi. İkinci Plevne bozgunu, Ruslarda soğuk duş etkisi yaptı. Osman Paşa’nın şanı bütün dünyaya yayıldı. Osmanlı kuvvetlerini bir hamlede mahvedip Hıristiyanlık âlemini kurtaracağını mağrur bir edayla ilan eden Rusya ve Çar’ı rezil oldu. Sonuç itibariyle Plevne’yi savaş muhabiri olarak takip eden, anı ve gözlemlerini harp bitince “Tuna Nehri Akmam Diyor” isimli kitapta toplayan Rupert Furneaux’un da çarpıcı bir şekilde ifade ettiği üzere Ruslar, ölüm acıları içerisinde kıvrandığını iddia ettikleri Avrupa’nın ‘Hasta Adamı’ndan böğürlerine müthiş bir yumruk yemişlerdi. Çar II. Aleksandr, çaresizlik içinde Petersburg’daki Hassa ve Kazak Alaylarını cepheye sevk etti. Çar, Romanya Prensi I. Karol’a şu telgrafı çekmeye mecbur kaldı: “Acele Plevne’de yardımımıza yetiş! Türkler bizi mahvediyorlar. Hıristiyanlık, davasını kaybetmek üzeredir.” Çağrıyı olumlu cevap veren Karol’un birlikleriyle, Rus Ordusu’nun mevcudu 100 bini aştı. Rusya bütün varlığını Plevne sırtlarına yığdı. Çar, Karol’u başkomutan tayin etti. Osman Paşa, Tuna Cephesi’ndeki komutanlara gönderdiği yardım çağrısına olumlu cevap alamadı. Genç yaşta mareşal olması ve gösterdiği başarılardan dolayı kıskanılıyordu. Bu yüzden, Osmanlı Ordusu’nun mevcudu 30 binde kaldı. Rusların 432 topuna karşılık Osmanlıların 58 topu vardı. Ruslar 3. taarruz günü olarak Çar’ın doğum günü olan 31 Ağustos’u seçmişlerdi. Üçüncü Zafer ve Dize Gelen Çar Ruslar 22 Ağustos’ta Plevne’yi üç taraftan kuşattılar. Osman Paşa’nın emrindeki kuvvetler oldukça yorgun durumdaydı; erzak ve mühimmatları azalmıştı ve dışarıdan yardım alma imkânları hayli zordu. Rus Çarı, Osmanlı Ordusu’ndan kat kat fazla ordusu, bol mühimmat ve silahıyla hücum emri verdi. Çar dışında Veliaht Grandük Nikola, Romanya Prensi I. Karol ve tanınmış birçok Rus generali de ordudaydı. Rus topçuları gece-gündüz Plevne’yi dövdü. Sadece 7-11 Eylül arasında atılan top mermisi 30 bindi. Ruslar ölmüş askerlerden siperler yapıyorlardı. Osmanlı Ordusu, misli görülmemiş bir direniş gösterdi. Kendisinden en az üç kat kalabalık düşmanı üçüncü defa hezimete uğrattı. Çar’a doğum günü hediyesi sunma çabası, Rus komutandan gelen raporla akamete uğradı: “Fevkalade çabaladım ise de kusur ben de olmayıp, burada Allah, Türklere yardım etti.” Savaş muhabiri Rupert Furneaux’un veciz ifadesiyle dev bir orak şeklindeki Türk hatları, Rusları kelimenin tam anlamıyla biçmişti: “Böyle bir taarruzu ne gördüm, ne işittim, ne de askerî tarihte okudum. Rus mağlubiyeti, Avrupa’da ve dünyada bomba gibi patladı.” Rusların zayiatı 3 general, 350 subay, 15200 askerdi. Türklerinki ise, şehit ve yaralılarla birlikte 3500 civarındaydı. Bütün dünya, Plevne’deki Osmanlı kahramanlığı karşısında bir kez daha hayran kaldı. İslâm âleminde Plevne gazileri için dualar okundu. Üçüncü Plevne Zaferi üzerine Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül’de Müşir Osman Paşa’yı “Gazi” unvanıyla taltif etti. Büyük Abluka Ruslar, Osman Paşa’yı yenemeyeceklerini ve Plevne’yi taarruzla alamayacaklarını nihayet anlamışlardı. Ordunun kurmaylarında, Plevne’yi hücumla değil de kuşatmayla alma görüşü galip geldi. Kuşatma öncesinde, Osmanlı Ordusu’nu aç- 58 ARALIK 2015 lıktan teslime zorlamak maksadıyla yardım ve haberleşme yollarını kesmek için harekete geçtiler. 15 Eylül’de Plevne-Sofya hattını işgal ettiler. 24 Ekim’de de Plevne-Orhaniye telgraf hattını kestiler. Orhaniye yolunun kesilmesi Osman Paşa’yı zor duruma düşürdü. Zira burası Osmanlı Ordusu için nefes borusundan farksızdı. Ayrıca orduda dizanteri, kolera ve tifo endişe verici boyutlarda çoğalıyordu. 28 Ekimde General Gurko, 35 bin kişilik bir kuvvetle Sofya-Plevne yolunu kapattı. Böylece Ruslar 100 bin piyade, 5 süvari tümeni, 608 top ve 35 bin takviye Romen kolordusuyla,48 kilometrelik bir çember oluşturarak kuşatmayı başlattılar. Grandük Nikola, 30 Ekim’de Osman Paşa’ya teslim olması için mektup gönderdi. Gazi Osman Paşa, 12 Kasım’da gönderdiği cevabî mektupta, din, vatan, millet ve devlet için henüz her şeyi yapmadıklarını vurgulayarak teslim teklifini reddetti. Kasım sonu Aralık başında Plevne’de açlık had safhaya varmıştı. Yaralılar için ilaç, sargı bezi ve diğer sıhhi malzemeler bulunamaz olmuştu. Rupert Furneaux’un temas ettiğine göre ölülerin gömleklerinden sargı bezi kesiliyordu. Veba gibi salgın hastalıklar kapıdaydı. 22 Kasım itibariyle buğday tamamen tükenmiş, birkaç günlük erzak kalmıştı. Hayvan yemi sıkıntısı da baş göstermişti. Silah ve cephane azalmış, mermiler sayı ile kullanılır duruma gelmişti. Üstelik kış da kapıya dayanmıştı ve Balkanlar soğuklarıyla meşhurdu. Gazi Osman Paşa kuşatma çemberini yarıp Sofya’ya ulaşmak arzusundaydı; ona göre bu son çareydi. Orası henüz Türklerin elindeydi ve kuvvetleri birleştirmek mümkün olabilirdi. 30 Kasım-1 Aralık gecesi bütün tümen ve alay kumandanlarını, kurmay başkanlarını karargâhına davet etti. Durumu bütün açıklığıyla müzakere etti ve görüşlerini aldı. Toplantıdan, yarma ve çıkış hareketi yapılması kararı çıktı. Hareket günü olarak 10 Aralık Pazartesi günü belirlendi. Plevne’nin Müslüman ahalisi de Osmanlı ordusuyla birlikte şehirden ayrılmaya karar verdiler. Zira Ruslar ve Bulgarların zulüm ve katliamına maruz kalmaktan somuncubaba 59 endişe ediyorlardı.600 kadar ailenin, 300 arabalık bir kafile teşkil ederek orduyu takip etmesine karar verildi. Son Hamle: Kuşatmayı Yarma Gazi Osman Paşa, Plevne’den çıkış başlarken ordusunu ikiye ayırdı. Ardından askerlerini topladı ve onlara son kez seslendi: “Asker evlatlarım! Allah’ın inayetiyle son hamlemizi yapacağız. Bugün Zilhicce ayı içindeyiz. Bütün âlem-i İslâm kurban kanı akıtmaktadır. Burada bizim kesilecek kurbanımız yoktur. Biz de düşman kanı dökelim. Allah yardımcımız olsun!” Aç, bî-ilaç, yorgun ve uykusuz vaziyetteki askerler, kumandanlarının bu yüreklendirici konuşmasından sonra yeniden canlandılar. 9-10 Aralık gecesi saat 3’te Gazi Osman Paşa’nın komuta ettiği birinci grup yarma hareketine başladı. Paşa, sabah saat 10’da Vidin Irmağını geçti ve daha önceden tespit edilen toplanma yerine geldi. İkinci grup da hareket etti. Tam yarısı Vidin’i geçiyordu ki, beklenmedik bir gelişme yaşandı. Osman Paşa’nın teşebbüsünden haberdar olan Ruslar, sol taraftan yoğun topçu ateşine başladılar. Karşılıklı top atışları altında kanlı ve şiddetli bir çarpışma gerçekleşti. Osmanlı birlikleri 2500 şehit, 3500 yaralı verdi. Bu sırada Osman Paşa’nın atı vuruldu; kendisi de sol dizinden yaralandı ve düştü. Kumandanlarının düştüğünü gören askerlerin maneviyatı birden sarsıldı. Çünkü kumandanlarının, adeta demirden bir kale gibi heybet, metanet ve cesaretle dikilmesi sayesinde ayakta duruyorlardı. Artık Plevne için hiçbir ümit kalmamıştı. Gazi Osman Paşa, istemeden teslim olmaya razı oldu. İstenmeyen Teslim “Yaralı Mareşal”, Ruslara, teslim olacağını bildirdi. Belinden kılıcını çıkarıp General Ganetsky’ye teslim etti. Fakat Başkomutan Grandük Nikola, “kılıcını ondan daha iyi kullanacak kimse olmayacağı” için büyük bir hürmetle iade etti ve Paşaya iltifat etti: “Rus Ordusu ve Çarı adına kahraman düşmanımızı selamlamaktan şeref duyarım! Tari- 60 ARALIK 2015 hin en muhteşem destanlarından birini yazdınız. Benim esirim değil, misafirimsiniz. Kılıcını sana geri veriyorum. Senin gibi cesur, gayretli ve dirayet sahibi bir kumandanla savaştığımız için kendimi mesut sayıyorum.” Gazi Osman Paşa, 10 Aralık akşamı Plevne’ye götürüldü. Grandük Nikola ve Romanya Prensi Karol tarafından karşılandı. Rus subayları Osman Paşa’yı “Bravo” nidalarıyla selamladılar. Paşa, 12 Aralık’ta Çar’ın huzuruna çıkarıldı. Çar, Gazi Paşa’yı saygıyla karşıladı; esir değil, misafir muamelesi uyguladı. Paşa’ya şöyle hitap etti: “Güzel müdafaanızdan dolayı sizi tebrik ederim. Bu, askerî tarihin en güzel hadiselerinden biri olmuştur.” Plevne Müdafaası, 4 ay 23 gün sürdü. Gazi Osman Paşa ile birlikte 40 bin piyade, 1200 süvari, 2128 subay ve 10 paşa esir düştü. Osman Paşa üç ay esir kaldıktan sonra 13 Mart 1877’de İstanbul’a döndü. Padişah II. Abdülhamid, Paşa’ya büyük iltifatta bulundu ve “Gel benim kahraman Osman’ım! Berhudar ol! Sen benim yüzümü ağarttın, iki cihanda yüzün ak olsun!” sözleriyle karşıladı. Osmanlı Ordusu, uzun zamandandır Niğbolu’yu, Çaldıran’ı, Ridaniye’yi, Mohaç’ı andıran böyle destansı bir zafer kazanmaya hasretti. Gazi Osman Paşa efsaneleşti, savaş tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Kazandığı zafer, tarihimizin şeref tabloları içerisinde yerini aldı. Milletimi- Gül Açmışlar bahçede, bağda Ak gül ile kırmızı gül. Onlar olmuş sarmaş dolaş Ak gül ile kırmızı gül. Kalbe doğru akışıyor Göğse taksan yakışıyor İki âşık bakışıyor Ak gül ile kırmızı gül. İkisi de ayrı güzel Rabb’im yaratmıştır özel O solsa da olmaz gazel Ak gül ile kırmızı gül. Biri beyaz diğeri al Bir yönü var o da kutsal Koruyanı dikenli dal Ak gül ile kırmızı gül. Gözet onu sollu/sağlı Bir birine aşkla bağlı Medenîdir olmaz dağlı Ak gül ile kırmızı gül… Hanifi KARA zin kalbinde ve hafızasında silinmez bir iz bıraktı. Kaynaklar: İbrahim Edhem, Plevne Hatıraları, İstanbul, 1979. William von Herbert, The Defence of Plevna1877, Ankara, 1990, Ministry of Culture Publications. Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor, Çeviren: Şeniz-Derin Türkömer, İstanbul, 1999. Charles Ryan, Plevne ve Erzurum’da 1877/1878 Türk-Rus Harbi, Çeviren: A. Rıza Seyfioğlu, İstanbul, 1962. Ali Fuad, Musavver 1293-1294 Osmanlı-Rus Seferi, İstanbul, c.3, 1326/1910. Metin Hülagu, Yaralı Mareşal, İstanbul, 2006. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1983, c. 7, 12. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.8, Ankara, 1988. Mahmud Kirazlı, Ali Hüsrevoğlu, Plevne Müdafaası ve Gazi Osman Paşa, İstanbul, 1982. somuncubaba 61 EDEBİYAT / Vedat Ali TOK KEREM SAHİBİ ALLAH’A KUL OLMAK Ne Süleyman’a esîriz ne Selim’in kuluyuz Kimse bilmez bizi bir Şâh-ı Kerîm’in kuluyuz Hayretî (Ne Süleyman’a esiriz, ne Selim’in kuluyuz. Kimse bilmez bizi, biz bir kerem sahibinin kuluyuz.) 1 6. yy. Divan şairlerinden Hayretî, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanlarında yaşamış bir şairdir. Adının fazla duyulmaması Fuzûlî, Bâkî ve Zâtî gibi güçlü şairlerin zamanında yaşamış olduğu için onların gölgesinde kalmış olmasındandır, yoksa Hayretî de Divan edebiyatının müstesna şairlerindendir. Yukarıya aldığımız beyitte şair, kendisinin hiçbir kimseye kul köle olmadığını söylüyor ve insanın ancak kerem sahibi Allah’a kul olması gerektiğine işaret ediyor. Öyle ya Allah’tan başkasına kul olmayı karakter hâline getirenler çıkar ilişkisi içinde olduğu, kuvvetli gördüğü kim varsa ona şu veya bu şekilde kul olmaktadır. Bu ise büyük bir karakter zaafıdır. 62 ARALIK 2015 Bazı şairler vardır, yaşadıkları ile yazdıkları birebir örtüşür. İşte Hayretî de bunlardan biridir. İki kudretli ve cömert padişahın devr-i saltanatında bulunmuş. Özellikle Kanunî devrinde şairler ve diğer sanatkârlar saraydan büyük himaye gördükleri için tabiri caiz ise çoğu padişaha, vezirlere toz kondurmamış onların tenkid edilmesi gereken yönlerini bile üstün bir meziyet gibi göstermişlerdir. Hayretî’nin tabiriyle onlara kul köle olmuşlardır. Hayretî, haysiyetli bir insanın kulluğu ancak ve yalnız Allah’a gösterilmesi gerektiğine inanmakla kalmamış herkesin duyabileceği şekilde şiiriyle de ilan etmiştir. Fakat Kanunî döneminde saraya yakınlığı ile bilinen Hayretî’nin hemşehrisi Hayâlî Bey ki o da güçlü bir şairdir, Hayretî’yi bilerek ve isteyerek İbrahim Paşa’nın gazabına uğratmış, onun devletten alacağı bir miktar caizeyi de kestirmişti. Gam-ı dünyadan el yumak dilersen Hayretî cehd it Gözün yaşı gibi yüz üzre var Vardar’a azm eyle (Ey Hayretî, dünya gamından uzaklaşmak Rivayete göre, İbrahim Paşa çok güvendiği ve itibar gösterdiği Hayâlî’ye der ki: istersen çalış, gözünün yaşı gibi yüz üzerin- - Hayâlî, hemşehrin Hayretî’yi bilir misin? Geçenlerde bize bir kaside sundu. Hoşça bir şaire benzer. Vardar’a gider. Hayâlî Bey durumu fark eder ve Hayretî’nin gözden düşürülmesi için ustaca bir manevra yapar ve şöyle bir cevap verir: - Bilirim Paşam. Cesurdur. Ne padişah huzurunu ve ne de paşalara yakınlaşmayı arzular. İstiğna sahibidir. Hatta bu konuyla ilgili bir gazel söylemiştir. Öyle kuvvetli bir matla’ı (gazelin ilk beyti) vardır ki ona nazîre bile diyemedim. Hayâlî bu sözlerle güya şaire hayranlığını belirtmek ister, ama altta yatan sebep tabii ki farklıdır. Hayâlî bunları söyleyince Paşa meraklanır ve hemen o beytin söylenmesini ister. Hayalî’nin istediği de zaten o ilk beyti paşanın, padişahın kulağına eriştirmek ki böylece Hayretî gözden düşsün. Nitekim beyti söyler: Ne Süleyman’a esîriz ne Selim’in kuluyuz Kimse bilmez bizi bir şâh-ı Kerîm’in kuluyuz İbrahim Paşa sinirlenir bir yandan da korkar ve Hayretî için düşündüklerinden vazgeçer. Böyle bir şiirin sahibine büyük bir bahşiş verilemezdi; çünkü şiirin sultan tarafından duyulması demek, felâketin diğer adı olurdu. Zira burada ismi geçen “Süleyman” ile Kanunî’ye, “Selim” ile de Kanunî’nin babası Yavuz’a telmihte bulunulmakta idi. İbrahim Paşa yine de kendisine sunulan kasideyi karşılıksız bırakmak istemez; Hayretî’ye çok düşük miktarda bir timar verilmesini emreder. Hayretî, takdir edilen bu timarı reddedip: den var, Vardar’a git.) diyerek, çeker memleketi Hayretî, Fuzûlî’nin meşhur Su Kaside’sine aynı kafiye ve redifle yazdığı ve Gönlünü benzer ki akıtmış durur bir yâre su Şevkden kendin yire urup yürür bî-çâre su (Bîçâre su, öyle görünüyor ki gönlünü bir sevgiliye vermiş, ona ulaşma isteğinden kendini yere vurmuş, yürür durur.) beyti ile başlayan gazeli ile dikkat çeken bir şairimizdir. Sağlam bir İslâm inancına sahip olan şair bir beytinde kulun dünyaya geliş sebebini şöyle izah eder: Hudâ’yı bilmek içün gelmişüz dünyâya Aceb mi cehdümüz olursa zikr-i Mevlâ’ya (Dünyaya Allah’ı bilmek için gelmişiz, Mevlâ’yı zikretmeye çalışmakta şaşılacak ne var?) Nitekim bir başka şiirinde de şair, temiz ve samimi bir kalp ile inanarak şehadeti zikredenlerin Allah’a kulluk sözleşmesini ikrar edeceği için yüce makama ereceklerini söyler. İrişdirür bizi âhir makâm-ı a’lâya Kemâl-i eşhedü en lâ-ilâhe illa’llâh (Eşhedü en lâ-ilâhe illa’llâh zikrinde olmak, sonunda bizi mutlaka yüce makama eriştirecektir.) somuncubaba 63 KÜLTÜR / Fatih ERKOÇOĞLU* KISA MISIR TARİHİ VE KAYNAKLARI “Ümmü’d-Dünya olarak anılan Mısır, Nil Nehri’nin varlığı ile elde ettiği zenginlik sayesinde cazibe bölgesi hâline gelmiştir. Nil Nehri bölgede ‘Mısır Medeniyeti’ olarak adlandırılan büyük bir medeniyetin oluşumunda katkı sunacaktır. Dünya harikalarından sayılan piramitler kadim Mısır uygarlığı tarafından burada inşa edilmiştir. Kurân-ı Kerim’de zikredilen Hz. Yûsuf ve Hz. Musa kıssalarında bu coğrafyaya önemli atıflarda bulunulmaktadır.” 64 ARALIK 2015 Ü mmü’d-Dünya olarak anılan Mısır, Nil Nehri’nin varlığı ile elde ettiği zenginlik sayesinde cazibe bölgesi hâline gelmiştir. Nil Nehri bölgede ‘Mısır Medeniyeti’ olarak adlandırılan büyük bir medeniyetin oluşumunda katkı sunacaktır. Dünya harikalarından sayılan piramitler kadim Mısır uygarlığı tarafından burada inşa edilmiştir. Kurân-ı Kerim’de zikredilen Hz. Yûsuf ve Hz. Musa kıssalarında bu coğrafyaya önemli atıflarda bulunulmaktadır. Bu mümbit ülke zaman içerisinde büyük devletlerin iştahını kabartmış ve birçok fatihin uğrak yeri olmuştur, Makedonyalı İskender, Roma ve Acemlerin istilaları bunlardan sadece birkaç tanesidir. İslâm’ın girişi ise 18-21/639-641 yılları arasında Hz. Ömer’in bilahare bölge valisi olacak olan Amr b. As’ın eliyle olacaktır. 21-38/641658 yılları arasında ilk halifelerin valileri, 38- 132/658-750 yılları arasında Emevî valileri, 132-254/750-868 yılları arasında Abbâsî valileri, 254-292/868-905 yılları arasında Tolunoğulları, 292-323/905-935 yılları arasında tekrar Abbâsî valileri, 323-358/935-969 yılları arasında İhşidîler, 358-567/968-1171 yılları arasında Fâtimîler, 567-648/1171-1250 Eyyûbîler, 648-792/1250-1390 Türk Memlükleri (Bahrî), 792-923/1390-1517 Çerkes Memlükleri (Burcî), 1517’den itibaren ise Mısır’a Osmanlılar hâkim oldular ve böylece halifelik Türklere geçti. 1798 tarihinde Napolyon işgal etti. 1805’te vali olan Mehmed Ali Paşa bölgede bağımsız hareket etmiş ve Osmanlı üzerine yürümüştü. 1841’de Kavalalılar Hanedanı tarafından yönetilecek olan iç işlerinden serbest dış işlerinde Osmanlı’ya bağlı Mısır Hidivliği kuruldu. 1882de bu sefer İngilizler Mısır’ı işgal ettiler. Osmanlı Mı- somuncubaba 65 sır’daki haklarından vazgeçmedi, fakat 1914 yılına gelince I. Dünya Savaşı’nda İngilizler, Mısır’ı ilhak ettiklerini duyurdular. 1922 yılına kadar Mısır’a hâkim olacak olan İngilizler, 1922 yılında Mısır Sultanlığı, Birleşik Krallık’tan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etti. 1936 yılında Anglo-Egyptian Antlaşması’yla Fuad kral olmuş daha sonra da oğlu Faruk geçmiştir (1937-1952). 1952’de General Necip’in darbesi ile Kral Faruk tahttan çekilmiş, 1953’de de Necip Cumhurbaşkanlığı’ndan uzaklaştırılmıştır. 1954’de Binbaşı Nâsır idareyi ele almış 1970’de ani ölümüyle yerine Enver Sadat onun da 1981 yılında öldürülmesiyle Hüsnü Mübârek geçmiştir. 1958-1961 yılları arasında Mısır, Suriye ile birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti adını aldı. Yasemin devrimi ile birlikte Mısır’da devam eden halkı mevcut yönetime karşı seferber olmaya çağıran sokak gösterileri, protestolar ve sivil itaatsizlikler vuku buldu. 11 Şubat 2011’de Hüsnü Mübarek gösteriler nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Yerine ise Müslüman Kardeşler örgütüne bağlılığıyla bilinen Muhammed Mürsî geçti. Böylece Mursî % 51.73 oy alarak ülkenin 5. Cumhurbaşkanı oldu. Onun başkanlığında ülkenin ekonomik durumu iyiye gitmedi ve 2013 tarihinde Genelkurmay Başkanı Abdülfettah es-Sîsî komutasındaki ordu yönetime el koydu. Halen darbe yönetimi tarafından idare edilen Mısır’ın ekonomisi her geçen gün kötüye gitmektedir. Bu kısa tarihinden sonra Mısır’ın siyasî, ekonomik ve sosya-kültürel tarihinin muhtelif dönemlerde derinlemesine ele alındığı ‘Mısır Tarihi’nin kaynaklarının bir kısmını burada zikretmek istiyoruz. İslâm’ın ilk yıllarından itibaren Mısır’da belki de başka hiçbir bölgeye nasip olmayacak şekilde bir kısım eserlerin telif edildiği görülmektedir. Bu durum Mısır’ın neredeyse kesintisiz bir şekilde yüzyıllar boyunca tarihi, coğrafyası ve kültürünün yazılı olarak günümüze ulaşmasında büyük katkı sağlamıştır. Mısır hakkında bilgi sahibi olduğumuz kaynaklara gelince; İlk dönem tarihçilerinden Fustat’lı İbn Abdilhakem (ö. 871) Mısır’ın fethi ile ilgili meşhur eseri Futûhu Mısır ve Ahbârahâ’sında dönemle ilgili önemli bilgilere yer vermektedir. Mısır’da ilk olarak bağımsız bir devlet kuran Tolunoğulları tarihine ait en eski vesika da, 945 yılında vefat eden Ahmed b. Yusuf tarafından yazılmıştır. İskenderiyeli Said el-Batrik (ö. 939)’in Nazmu’l-Cevher adlı kroniği ile 957 yılında Kahire’de vefat eden el-Mes’ûdî’nin Murûcu’z-Zeheb ve Maâdini’lCevher adlı eserinde de Mısır’la ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Yaşadığı dönemle ilgili son derece önemli bilgiler veren el-Kindî’nin (ö. 961) Kitâbu’l-Vülât ve Kitâbu’l-Kudât’ı, Fustat doğumlu el-Musabbihî (976-1029)’nin çok ciltli Mısır tarihi ile ilgili Ahbâru Mısır ve Fadâiluhâ adlı eseri (bu eserin yazık ki günümüze kadar sadece kırkıncı cildi ulaşabilmiştir.), Selahaddin Eyyûbî dönemi devlet arşivlerinin yer aldığı el-Memmâtî (ö. 1209)’nin Kavânînu’d-Devâvîn isimli eseri, 1364 Kahire doğumlu Makrizî’nin topoğrafik ve tarihî eseri el-Mevâ’iz ve’l-İ’tibâr fî Zikri’l-Hıtat ve’l-Asâr’ı (Makrizî’nin bu çalışmasında selefi elAvhâdî’nin eserinin büyük bir bölümünü kopye ettiği anlaşılmıştır.), bölge ile ilgili önemli eserlerdir. Yine Makrizî’nin Fâtîmîler tarihi ile ilgili Ittı’âzu’l-Hunefâ’ bi-Ahbâri’l-Eimme ve’l-Hulefâ ve Memlükler ile de es-Sulûk li-Ma’rifeti’l-Mülûk adlı çalışmaları bulunmaktadır. 1334 yılında Kahire’de doğan İbnü’l-Furât’ın İslâm tarihinin hepsini içine almayı planladığı (14. yüzyıldan başlayıp geriye doğru çalışarak 10. yüzyıla kadar ulaşmış, fakat 1405’de 66 ARALIK 2015 somuncubaba 67 ölümüyle yarıda kalmıştır.) eseri, İbn Dukmâk (1350-1406)’ın Nüzhetü’l-Enâm adlı Mısır tarihine ait eseri ile Sultan Berkûk (ö. 1398)’un talebi ile 1402 yılına kadar Mısır’da görev yapan idarecilerin ele alındığı el-Cevheri’s-Semîn’i ve yine Kahire ve İskenderiye’nin de dâhil edildiği on büyük İslâm şehrinin tasvirlerinin yer aldığı ed-Durretü’l-Mudî’a adlı eserler önemli bilgileri içermektedir. Makrizî’nin talebesi İbn Tağriberdî (1411-1469)’nin İslâm fetihlerinden 1453’e kadar Mısır tarihi hakkındaki meşhur eseri enNucûmu’z-Zâhira fî Mulûk Mısr ve’l-Kâhire’si Mısır hakkında yazılmış bir başka önemli eserdir. miştir. Suyûtî’nin talebesi Ebû’l-Berekât Muhammed b. Iyâs (1448-1524)’ın telif ettiği Bedâiu’zZuhûr fî Vekâiu’d-Dühûr ve Mısır’ın kosmoğrafisinin yer aldığı Neshü’l-Ezhar adlı eserleri de burada zikredeceğimiz eserlerdendir. Mısır’ın Nil Nehri üzerindeki Asyut Kasabası’nda dünyaya gelen Celaleddin esSuyûtî (ö. 1505) de Hüsnü’l-Muhâdara fî Ahbâri Mısr ve’l-Kâhire adlı Mısır’la ilgili bir eser telif et- 1672-1680 yılları arasında Mısır, Sudan ve Kuzey Habeşistan’ı gezen meşhur seyyahımız Evliya Çelebi de bölge hakkında sahip olduğu bilgileri eserinin onuncu cildinde yer vermekte- 1517 yılında Osmanlıların idaresine giren Mısır’a -ilki 1568’de ikincisi ise 1599 yılında- iki defa yolcukta bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî, Osmanlı hâkimiyeti altındaki Mısır ve Kahire’deki yaşam hakkında gözlemlerini ve sosyal ve ekonomik bir takım değerlendirmelerini aktardığı Hâlâtu’l-Kâhire mine’l-Âdâti’z-Zâhire isimli eserinin telif etmiştir. dir. 1812’de ölen eş-Şarkâvî, Napolyon’un Mısır seferini içeren bir kitap yazdı. Abdurrahman elCebertî (1753-1822) ise klasik Arap literatürünün son büyük çalışması olarak addedilen ve 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılların başlarının çok önemli tarihi olan Acâibu’l-Âsâr adlı eserini telif etti. Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle birlikte (1798) yanında götürdüğü 160’dan fazla bilim adamı 1809-1822 yılları arasında Description de L’Egypte adıyla (bu eser Vasf-ı Mısır olarak Arapça’ya çevrildi) Mısır’ın arkolojisi, topografisi ve tabiat tarihini inceleyen önemli bir eser kaleme aldı. Fransız işgalini (1798-1801) konu alan Mazharatu’t-Takdîs bi-Zihâbi Devleti’l-Fransis isimli çalışması da bu dönemle ilgili önem- li bir eser olup III. Selim’e sunuldu. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi tarafından bu eserin Türkçe’ye tercümesi 1807 yılında tamamlanmış ve Tarih-i Mısır adıyla da yayınlanmıştır (İstanbul 1282/1866-67). Önemli ve değişik resmî görevlerden bulunan Ali Paşa el-Mübârek’in (1823-1893) Makrizî’nin eserine zeyl yapmaya niyet ederek telif ettiği eseri Hıtatu’l-Cedîdesi 1888’de Bulak’ta 20 cilt halinde basılmış olup Mısır tarihi için önemli bir başucu eseridir. Son olarak burada zikretmek istediğimiz çalışma ise yıllar önce tanıtımını yaptığımız Bandırmalızâde Mehmed Muhsin Bey (ö. 1906)’in h. 1312 yılında el-Fellâh Ceridesi Matbaasında basılan Afrika Delîli isimli eseridir. Eser, her ne kadar genel Afrika tarihine dair bir çalışma gibi görülse de, özellikle de Osmanlı dönemi Mısır tarihi hakkında oldukça teferruatlı bilgileri ihtiva etmektedir. Müellif eserinde tarih ve coğrafya kitapları, atlaslar, sevkiyat kayıtlarını (72 adet) kullandığı gibi özellikle de Sudan’da görev yapan eski memurların kendisine aktardıklarını da eserine dâhil etmiştir. Ayrıca yazar çalışmasında kendi gözlemlerine de yer vermiştir. Kısaca Mısır’ın siyasi tarihine ve Mısır hakkında kitaplar kaleme alan yazarların zikrettiğimiz bu çalışmalarının, İslâm kültür ve medeniyetinde önemli bir yere sahip olan Mısır’ın tarihi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamının bütün evrelerini kesintisiz bir şekilde ele almaları açısından yegâne kaynaklar olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Büyük kısmının Arapça olarak yazıldığı bu eserler içerisinde bilhassa Osmanlı dönemlerine ait Türk diliyle yazılmış çalışmaların da olması, atalarımızın bu coğrafyaya olan büyük ilgi ve dikkatlerini göstermesi bakımından önemlidir. Arzu edenler detaylı bilgiler için kütüphanelerimizin tozlu raflarında bulunan bu kitaplara müracaat edebilirler. Dipnot *Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU 68 ARALIK 2015 somuncubaba 69 EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK MEHMET AKİF’İN MISIR YILLARI 2 7 Aralık 1936’de vefat eden istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u 79. aramızdan ayrılışının yılında bir kez daha rahmetle anıyoruz. O, milleti için soylu mücadelelerle geçen 63 yıllık bir ömür sürdü. Bu 63 yılın yaklaşık 10.5 yılı Mısır’da geçti. “Canı cananı bütün varımı alsın da Hüda/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” diye niyazda bulunan bir şairin bu kadar uzun süre ülkesinden ayrı kalması elbette önemli bir hadisedir. Bu sebeple onun neden Mısır’a gittiği ve burada neler yaptığı, hangi psikoloji içinde yaşadığı önem arz etmektedir. Mısır’a Neden Gitti? “Akif’in Mısır’a ilk seyahatleri, bir gezi mahiyetindendir. Son gelişinden öncekiler ise daha uzun süreli kalışları ifade eder. Ama bunlarda da misafir hükmündedir. Son gelişinde ise ilk iki yıl yine Abbas Halim Paşa’nın köşkünde misafir edilir.” Mısır’da Mehmet Akif Mehmet Akif için Mısır bilmediği bir coğrafya değildir. Son gidişinden önce de muhtelif zamanlarda Mısır’a gitmişti. Onun ilk Mısır seyahati 1. Dünya Savaşı’ndan önce 1914 OcakMart ayında gerçekleşir. Akif’in ikinci Mısır seyahati ise 1915 yılının Mayıs-Ekim aylarında olur. Resmî bir vazife gereği Necid Şeyhi’yle görüşmek için yaptığı bu seyahatte de Necid ve Medine’ye giderken Mısır’a da uğramıştır. Akif’in Mısır’a ilk seyahatleri, bir gezi mahiyetindendir. Son gelişinden öncekiler ise daha uzun süreli kalışları ifade eder. Ama bunlarda da misafir hükmündedir. Son gelişinde ise ilk iki yıl yine Abbas Halim Paşa’nın köşkünde misafir edilir. Daha sonra ise Hilvan’da (Hâlvan) kiralık bir eve yerleşir. Eşini ve iki oğlunu buraya getirerek Mısır’dan ayrılana kadar bu evde yaşar. Bu seyahati 1923 Ekim’inde Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine yaptığı üçüncü Mısır seyahati takip eder. İlk seyahatleri kısa sürmüştür ama Mısır’da bu defa daha uzun süre kalır. Ve İstanbul’a 1924’ün bahar aylarında döner. Mesela burada bitmez ve 1924 sonbaharında Mısır’a tekrar gider ve yine 1925 yılının bahar aylarında döner. Ama İstanbul’dan yine hayal kırıklığı ile ayrılmak zorunda kalır. 1925 Eylül/Ekim ayında bir daha dönmemek üzere İstanbul’da ayrılır ve tekrar Mısır’a gider. Gerek önceki gelişlerinde gerekse bu son gelişinde Mısır’ı neredeyse adım adım gezme imkânı bulur. Özellikle de Kahire’nin her tarafını gezer. Ezher Üniversitesi, tarihî Tolunoğlu Mescidi, Tahrir Meydanı, Revak-ı Etrak, bir Osmanlı eseri olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii, Han Halili Çarşısı ve Mısır’a hayat veren Nil Nehri kıyılarında uzun gezintiler yapar. İlim adamlarını ve buradaki Türkleri ziyaret eder. Fakat bu durum, uzun sürmez. Sözün burasında bu hayal kırıklığının sebepleri üzerinde de durmak gerekir. Bütün bir ömrünü vatanının kurtuluş mücadelesine adayan, şiir, yazı ve vaazlarıyla milli mücadele döneminin adeta manevî bir önderi olan Akif, milletvekili olarak ilk mecliste Burdur milletvekili olarak görev yapar. Meclisin ikinci döneminde ise hem kendisi hem de arkadaşları tasfiye edilirler. Akif, bu gelişme üzerine İstanbul’a döner. Bir evi, geçimini sağlayacak emekli maaşı yok- 70 ARALIK 2015 tur. Üstelik milli mücadele boyunca en etkili yayın organı olan mecmuası kapatılmıştır. Kısacası Akif’in İstanbul’da yaşayabilme imkânları tamamen ortadan kalkmıştır. Milli mücadele sonrası oluşumların hayal ettiği gibi gerçekleşmediğini gören Akif ise söz yerindeyse Leylasına kavuşamayan Mecnun misali derin bir hayal kırıklığı içindedir. Akif ve onun gibi düşünenler için daha da ağırlaşmaktadır. Kısacası Cumhuriyet’ten sonra Türkiye Akif’in yaşamasına uygun bir yer olmaktan çıkmıştır. Böylece tekrar Mısır’a gider ve burada vefatına yakın zamanlara kadar on bir yıla yakın bir süre kalır. Münzevî Bir Hayat Akif’in bundan sonraki dönemi tam bir münzevî hayattır. Eşinin rahatsızlığı, oğullarının sorunlu hâlleri ve içinde bulunduğu gurbet psikolojisi ve Mısır’ın sıcak iklimi onu böyle bir psikoloji içine sokar. Şehirde dolaşmaktan, kalabalıktan ve insanlardan sıkılır. Ancak zaman zaman Nil Nehri kıyısına yürüyüşe çıkmaktadır. Günlerini okumak, yazmak, düşünmek ve ibadetle geçirir. Kur’an tercümesiyle meşgul olur. somuncubaba 71 Memleket müziği dinler. Tamburî Cemil Bey’in plaklarıyla memleket hasretini gidermeye çalışır. Dahası kendi ne kadar farkındadır bilemeyiz ama polis takibi altındadır. Her hâli Türkiye’ye rapor edilmektedir. Sadece haftada iki gün Kahire’ye ders vermek için gidip gelmektedir. Abbas Halim Paşa’yla ve Ezher Üniversitesi’ndeki Yozgatlı İhsan Efendi’yle ve burada eğitim gören Türk öğrencilerle görüşmektedir. En çok uğradığı mekân ise Fişevi Kıraathanesi’dir. Burada dostlarıyla ve Ezher’de okuyan Türk öğrencileriyle buluşup çay ve nargile içmektedir. Abbas Halim Paşa da onu özellikle kış aylarında Halvan’da ziyaret etmektedir. Yine Halvan’da bulunan Abdülvehhap Azzam’la da zaman zaman görüşmektedir. Yazın ise mevsim gereği kimseyle görüşememekte ve tam bir inziva hayatı yaşamaktadır. Bir mektubunda yer alan “Ben burada tamamıyla mutekifim. Üç dört gün hiç evin eşiğini atlamadığım çok kere vakidir. Havaların sıcaklığı evin nispetle serinliği de öteden beri sevdiğim inziva hâlini adeta mecburi kılıyor.” Cümleleri onun hâlini tam da yansıtan ifadelerdir. Neler Yazdı? Mehmet Âkif’in Mısır’da kaldığı yıllarda edebi faaliyetinin çok verimli olmadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Bu kanaatin oluşmasında onun mektuplarında geçen “Ne olduysa bizim şairliğimize oldu. Korkuyorum Aruz’u küstüreceğiz.”, “Dört yılda on iki mısra! Neyse Allah beterinden saklasın.” “Gönlüm harap, zihnim perişan, elim pek işe varmıyor.” şeklindeki ifadelerin payı elbette büyüktür ve bu kanaat tamamen de haksız değildir. Sayısal olarak bakıldığında da İstanbul ve Ankara yıllarına göre daha az şiir yazdığı görülür. Bu durumun oluşmasında içinde bulunduğu iktisadî şartların, geçim sıkıntısının, gurbette bulunuşunun birer sebep olarak görülmesi mümkündür. Fakat Mısır’da yazdığı eserlerin dökümüne bakıldığında durumun çok da olumsuz olmadığı görülür. Buna göre bilhassa Kur’an meali üzerine çalışmaya başlamadan önceki zamanda yani 1923 sonu ile 1926’nın ilk ayları arasında biri kıt’a olmak üzere yedi şiir yazmıştır. Yani 192326 yıllarındaki kadar velud olamamış fakat şiirden buna rağmen yine de kopmamıştır. Nitekim 1926 ile son kitabı Gölgeleri bastırdığı 1933 arasında yirmiyi aşkın şiir yazmıştır. Bunların sekizi uzun, kalanı ise dörder mısralık kıtalardır. Bunlar, bilinenlerdir. Muhtemeldir ki Mısır’dan dostlarına yazdığı mektuplarda kalmış yahut ele geçmemiş başka şiirleri de vardır. Kur’an Tercümesi Burada özellikle Akif’in Kur’an tercümesi meselesine değinmek gerekiyor. Zira bu hadise başlangıcı ve sonucu itibariyle oldukça önem arz etmektedir. Bilindiği gibi 1. Meclis, Kur’an’ı Kerim ve Buhariî Şerif tilavetleriyle ve dualarla açılan bir meclisti. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde Meclis, duyulan ihtiyaç üzerine, Kur’an ve hadisler konusunda bir tercüme faaliyetini gerekli görmüştü. Meclis, bu görev için ehliyet sahibi insanların bulunması işini Diyanet İşleri’ne bıraktı. Onlar da tefsirin Elmalı M. Hamdi Yazır, mealin M. Akif, Buharî tercüme ve şerhini de Babanzade Naim Bey’in yapmasını uygun görmüşlerdi. Zaten Meclis’in muvafakati de bu yöndeydi. Diğer yandan Eşref Edib’in verdiği bilgilere göre Akif’in arkadaşları öteden beri onun Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmesini hep istemekteydiler. Çünkü Akif’in Arapçası çok mükemmel bir seviyedeydi. Fakat Akif, bu konu açıldığında her defasında bu işin zorluğundan bahsetmekteydi. Yine öyle oldu. Akif, kendisine yapılan bu teklifi uzun süre geri çevirdi. Fakat araya Diyanet Riyaseti Aksekili Ahmet Hamdi girdi ve “tercüme” yerine “meal” hazırlamasını söyleyerek Akif’i bu zor iş konusunda ikna etti. Meal için ayrılan altı bin liradan kendisine bin lira verildi ve anlaşma imzalandı. Akif, Mısır’da senelerce bu meal üzerinde uğraştı. İş biraz uzadı. Zira Akif, meali parça parça Diyanet’e teslim etmek yerine bitirip teslim etmek istiyordu. 1929 yılı sonunda müsvedde bitti. Fakat Akif’in titizliği ve sık sık yaptığı tashihler, değişiklikler yüzünden bir türlü asıl nüsha ortaya çıkmıyordu. Diyanet ise işin bir an evvel bitirilmesini istiyordu. Çünkü bizzat M. Kemal de konuyla yakından ilgileniyor, sık sık çalışmanın akıbetini soruyordu. 72 ARALIK 2015 Neticede bu işi Akif’in belirlenen sürede bitiremeyeceği anlaşıldı. Mukaveleyi feshetmeye karar verdiler. Akif, bu iş için aldığı avansı iade etti. Meal işi de Hamdi Efendi’ye verildi. Böylece Akif, yapmakta olduğu iş konusunda serbest kaldı. Akif de başladığı işi yarım bırakmayan karakterde bir insan olduğu için son zamanlarda ağırlaşan rahatsızlığına rağmen meali bitirip temize çekmeyi başardı. Mealin akıbeti bugün için belli değildir. Fakat Akif’i, öncesinde meali süresi içinde bitirmemeye ve sözleşmeyi feshetmeye şimdi de aşağıdaki sözleri söylemeye sevkeden sebep Eşref Edib’in anlattıklarına göre şöyledir: O günlerde ibadetlerde bir inkılap yapmak, namazlarda Kur’an yerine Türkçe tercümesini ikame etmek cereyanları başlamıştı. Osman Ergin’in ifadelerinden 1931 yılı Ramazan’ında bu fikrin uygulanmasına başlanmış olduğu, hatta İstanbul’un büyük camilerinde Kur’an yerine Türkçe tercümesi ile “aşırlar” okunduğu anlaşılmaktadır. somuncubaba 73 Fakat okutulan tercüme Cemil Said’in Fransızcadan tercüme ettiği ve pek çok yanlışlarla dolu bir tercüme olduğu için cemaat bu olaya ilgi göstermemiş hatta camileri terk etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine işin sahipleri halkın itimad edebileceği bir tercüme olarak Akif’inkini gördüler ve “Onun doğruluğuna bütün Müslüman halkın itimadı var, camilerde namazlarda o okunursa kimse bir şey diyemez, sesini çıkaramaz. Bu iş olur, biter.” diye düşünmekteydiler. Akif, bunları öğrenince “Meğer ben, Rabb’ime karşı ne büyük bir hata işliyormuşum, ne büyük bir isyanda bulunuyormuşum!... Ben, dinime hizmet için, Kur’an’a hizmet için bu ağır yükü üzerime almıştım. Kur’an kalkacak , benim tercümem onun yerine kaim olacak, kıyamete kadar Müslümanlar bana lanet edecek!... Bu nasıl olur? Akif, sen bu oyuna, bu farmoson dolabına nasıl alet olursun?” diyerek çokça endişelendi. Düşündü, taşındı, sonunda eserini yakmaya karar verdi. Fakat bunu kendisi yapmadı. Son defa ağır hasta olarak çıktığı İstanbul yolculuğunda meali yanına almayarak yakın dostu Yozgatlı İh- san Efendi’ye teslim etti. Akif, geriye sağ dönerse emaneti kendisinden alacağını şayet dönemezse kimseye vermemesini ve imha etmesini söyledi. Bir başka değerlendirmeye göre Akif, bu çalışmasını yeterli görmediği için neşretmemiştir. Bu konuda bizzat kendi ifadeleri de vardır. Eşref Edib’in nakline göre İstanbul’da Mısır Apartmanı’nda meal bahsi açılınca Akif şöyle demiştir: “Kuran tercümesini hakkıyla yapamadığıma kaniim. Bundan dolayı neşretmedim.” Türkiye’ye Dönüşü ve Vefatı Mehmet Akif Ersoy, son Mısır seyahatinden İstanbul’a 1936 yılının Haziran ayında döndü. Aslında Mısır’a son gidişi bir seyahat boyutunu çoktan açmıştı. Zira Akif’in bu son Mısır seyahati kışları Mısır’da, yazları İstanbul’da geçirdiği yıllar hariç tutulacak olursa dokuz yılı bulmuştu. Çanakkale’den geçerken ve İstanbul camilerini görünce ağlayan Akif’in yanında zevcesi İsmet Hanım da vardır. Onları rıhtımda çok az sayıda insan karşılar: Yakınları, bir kaç dost sima ve Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Abbas Halim Hanımefendi. Karşılayanlar onu tanımakta güçlük çekerler. Bir deri, bir kemik kalmıştır. On yıllık vatan hasreti, Mısır’da çekilen maddî ve manevî sıkıntı, yalnızlık, onu bir “iskelet”e döndürmüştür. Emine Abbas Halim Hanımefendi’nin evindeki bir kaç günlük misafirlikten sonra Şişli Sağlık Yurdu’na yatırılır. Daha sonra Mısır Apartmanı’nda bir daire tahsis edilir kendine. Bir süre burada kalır. Ardından Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Bey’in çiftliğine getirilir. Zaman zaman ise tedavisi için İstanbul’a götürülüp getirilmektedir. Akif, hastalığının farkındadır. Ölümcül bir hastalıktır bu. Adı da sirozdur. Ama o bir dostuna yazdığı mektupta onca ıstırabına rağmen “Ne mutlu bana, Peygamberimin yaşında öleceğim.” diye felaketten saadet çıkarmaktadır. Derken rahatsızlığı iyice artar. Tekrar Mısır Apartmanı’na getirilir. 27 Aralık l936’da Pazar günü akşamı saatler l9.45’i gösterirken vefat eder. Akif, bu tarihte altmış üç yaşındadır ve üstelik hayata gözlerini vatanında kapamıştır. 74 ARALIK 2015 Mehmet Akif Ersoy’a Akif ki şiiriyle Şair, hatip, bir güldür. Milletinin derdiyle, Yanık, öten bülbüldür. Bir mümin, büyük insan… Baş eseri Safahat. Bentleri yıkan iman, Ve tertemiz bir hayat. Zalimi asla sevmez, Mazlumdan yana ses o. Tükenmez ve kesilmez, Kur’anî bir nefes o. Der ki “Allah’a dayan! ” Hiç boş durma, ilme koş! Mutludur Hakka uyan, Gerisi yalan ve boş. Yarın hepimiz tek tek, Bir Asım olacağız. İnançla yücelerek, Huzuru bulacağız. Rıfkı KAYMAZ somuncubaba 75 KİTAP / Mustafa BAŞ KİTAPLIK İRFAN SOFRALARI İnönü Üniversitesi araş- Eser; hem Arapça hem lerini anlatmaktadırlar. Şair ve münşî Ebubekir tırma ve uygulama mer- de Türkçesiyle okuyucula- Kânî, on rediftik bir manzume ile onu methet- kezlerinden biri de Niyazî-i rın istifadesine sunulmuş- miştir. Mısrî Araştırma ve Uygula- tur. ma Merkezi’dir. Merkez; Türk Ateş aynı zamanda Türk tasav- Evlâd-ı Rasûl’e karşı aşırı sevgiden ötürü mu- eserin önsözünde tasavvıflarda bazı taşkın sözler zuhur etmiştir. 71 sof- radan meydana gelmiştir. Niyazî-i Mısrî Hazretleri’nin Ahlâkî öğütleri, tasavvufî birbirinden kıymetli man- izahları içermektedir. Eser, zum ve mensur eserleri ile şairin, Arapçaya vukufu ya- bu eserlerde dile getirdiği nında tasavvuf felsefesini araştırma, iyi bildiğini de gösterir. Şa- sempozyum ve konferans- irimiz, söylediklerini yaşa- larda ele alarak bilim in- mış bir insandır. Ayetlerin sanları başta olmak üzere rulmuştur. Süleyman “Mevaîdu’l-İrfan, şahsiyetlerinden biri olan toplumun istifadesine sunulması amacıyla ku- Dr. şu ifadelere yer vermiştir: vuf düşüncesinin de önemli düşüncelerinin Şüphe yok ki Niyazî-i Mısrî, büyük bir velîdir. Prof. edebiyatının olduğu kadar, tasavvufî manaları üzerinde durmakta, bunların enfusî, işarı anlamlarını göstermekte, sülükte görülecek halleri, nefs-i Bir milletin yetiştirdiği yazarların eserleri, fi- emmârenin ve diğer nefis mertebelerinin sıfat- kirleri iyice bilinmezse, o milletin kültür tarihi- larını, bunlardan kaçınmanın yollarını misaller- ne ve dolayısıyla genel tarihine lâyıkıyla nüfuz le izah etmektedir. Bu izahlarının ahlâkî değeri edilemez. O hâlde atalarımızın eserlerini kü- büyüktür.” tüphane köşelerinde çürümekten kurtarıp yeni kuşağa tanıtmak, öğretmek Türk-İslâm kültürü için önemli bir hizmettir. Niyazî-i Mısrî’nin Türk kültürünün tanınmasına, ilâhîleri ve gazelleriyle tasavvufla uğraşanların dillerinden düşürmediğini dile getiren Niyazî-i Mısrî de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in iki torununun veraset yoluyla peygamberlik derece- Bir Duadır Seni Sevmek Yusuf ASAL Nesil Yayınları 0 212 551 32 25 sinde olduklarını söylemesinden ve bazı siyasî sebeplerden dolayı toplam 17 yıl gibi uzun bir sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmış ve son sürgün mahalli olan Limni’de vefat etmiştir. Kendisi vahdet-i vücut taraftarıdır. Ebced hesabına dayanarak âyetlerden mana çıkarmak eğilimi de görülmektedir. Zaten tasavvuf çevre- Yaşlılık Psikolojisi Prof. Dr. Sefa SAYGILI Türdav Yayınları 0212 446 08 88 lerine genellikle bu eğilim sızmıştır. Kanaatimize göre bu eğilim, birçok mutasavvıfı yanlış savlara götürmüştür. Gerçek tasavvufun böyle hesaplarla ilgisi yoktur. Hâsılı Niyazî-i Mısrî’nin büyük bir veli olduğuna inanırız, din açısından yanlış fikirlerini Bahara Gözlerini Yumanlar Mehmet SERTPOLAT Ravza Yayınları 0 212 528 46 17 görürsek, bunu, onun yaşadığı hale hamleder geçeriz. Bizim için önemli olan, tarih boyunca yetiştirdiğimiz büyük insanların, kültürümüze Değerli bilim insanı Prof. Dr. Süleyman Ateş, Mısrî Hazretleriyle ilgili olarak da şunları eser katmış yazarların, şairlerin ne düşündük- Ateş’in üzerinde çalışma yaptığı ve İrfan Sof- dile getirmiştir: “Zamanındaki sufîler, Niyazî-i lerini, nasıl ve ne şartlar altında düşündüklerini raları adıyla Türkçeye kazandırdığı Mevâidu’l- Mısrî’ye çok bağlılık duyarlardı. Bu bağlılık ça- tesbit etmektir.” İrfan ve Avâidu’l-îhsan, Niyazî-i Mısrî’nin özgün ğımıza kadar gelmiştir. Niyazî-i Mısrî, velâyet ve tartışmalı tasavvufî düşüncelerini en iyi esrarına eren ve birçok kerametler göstermiş yansıtan eseridir. Bu önemli eser Niyazî-i Mısrî bulunan bir insan olarak kabul edilmektedir. Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından ya- Tezkireciler ve biyografya yazarları, onu çok öv- Uygulama Merkezi Yayınları yınlamıştır. mekte ve menkıbelerinden söz edip keramet- TEL: 0 422 3774997/196 76 ARALIK 2015 Edebiyatın İç Yapısı Âlim KAHRAMAN Kaknüs Yayınları 0 216 341 08 65 İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ Mukaddes Hayat Mücahid KOCA Sur Yayınları 0 224 360 56 73 Niyâzî-i Mısrî Araştırma ve somuncubaba 77 ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI KAHİRE VELİLERİ Abdülaziz Dirinî Abdülaziz Dirinî 1216 yılında doğdu ve 1295 yılında Kahire’de vefat etti. Kabri Kahire’dedir. Dirinî Hazretleri, küçük yaşlarda aldığı ilim tahsiliyle edebiyat, kelâm ve büyük bir Şafiî mezhebi fıkhı âlimi oldu. Ebü’l-Feth bin Ebi’l-Ganîm Rasânî’nin sohbetlerine katıldı ve Şeyh İzzeddîn’den tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuşarak hâl ve keramet sahibi oldu. Bazı günler oturduğu yerden ayrılıp, civar bölgeleri dolaşırdı. Oralardaki insanlar, ondan, müşküllerinin çözülmesi için dua talebinde bulunurlardı. Kendisini görme imkânı bulamayanlar, meselelerini mektupla sorup cevap alırlardı. Endülüslü büyük âlim Ebu Hayyan Hazretleri onun için; “Abdülaziz Dirinî, ilim ve edeb sahibi idi. İnsanlar duasını isterlerdi.” demektedir. Mısırlı büyük âlim Es-Sübkî Hazretleri ise onun hakkında; “Abdülaziz Dirinî, zühd sahibi, birçok kerametleri görülen, çok sayıda eser yazan, edebiyatta mahir, kelam ilminde ârif bir zât idi.” demektedir. Abdülaziz Dirinî Hazretleri, kuvvetli iman ve güzel ahlâk sahibi idi. Herkese güler yüzlü davranır, tatlı dille cevap verirdi. Kimseyi kırmazdı. Bir gün bir yere giderken, onu tanımayan bazı kimseler yanına gelip, kelime-i şehadeti söylemesini istediler. Bu büyük veli de peki deyip, okudu. Sonra onlar: “Şimdi de kadıya gidelim. Onun huzurunda yeni Müslüman olanların yaptığı gibi, sen de oku.” dediler ve beraberce kadıya gittiler. Kadı hemen Abdülaziz Dirinî Hazretleri’ni tanıdı ve: 78 ARALIK 2015 “Efendim, bu ne hâl? Bunlar kim?” dedi. O da: “Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, kelime-i şehadeti okumamı istediler sonra da buraya getirdiler. Ben de onları kırmayıp geldim.” dedi. Bir gün talebeleri, hocalarının keramet göstermesini akıllarından geçirdiklerinde şöyle buyurdular: Yavrularım, bizler, yerin dibine batmaya müstahak kimseler olduğumuz hâlde batmamamız, bir de Allahu Teâlâ’nın bizi, yeryüzünde bu hâlde bulundurması en büyük keramet değil midir?” Talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle anlattı: “Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itaat etmesi gerekir. Hatta talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, itiraz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa teslimiyet ve itaat etme mertebesinden düşüp takva ve doğru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaşır. Talebe, özellikle hocasının huzurunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiasında bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiada bulunmak, talebenin en büyük hatalarından olup, hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzurunda sadece dinlemesi, söze karışmaması, nefsine ait herhangi bir iddiada bulunmasına mâni olur. Onun en güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zaten talebenin, hocasının huzurunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır. Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocası için istemeli, AllahuTeâlâ’nın yüksek ihsanlarını ve bol lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakiki talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çıkar.” Yine bir sohbetlerinde talebelerine şu nasihatlerde bulundu: “Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve israftan son derece sakının. İsraf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır. Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kişi itibar bulamaz. Sakın dünyanın parlaklığına, câzibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hilelerine aldanmayın. Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyanın sağı solu belli olmaz. Bakarsın bazen suda ateş parçası olsun ister. Bazen insana yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helâk olur gider. Eğer kadere, Allahu Teâlâ’nın hükmüne rıza gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkânsız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine bina etmiş, kurmuş olursunuz. Zaman akıp gidiyor. Hâdiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık; vakar ve sükûnettir. Dünya hırsı bir anlıktır. Sabır, yumuşak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli hareket etmeye vesile olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünya hayatı, bir uyku hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktır. İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenni- den başka sermayeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi olmayacak düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir. Sonra, âh gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım, diye pişmanlık duyulur. Onun için, gençliğin, insana emanet olduğunun farkında, idrakinde ve bunun şuurunda olmak ne kadar mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir. Ahiret yolculuğunun çok yakın olduğunu, hatırınızdan asla çıkarmayınız. Ahiret hazırlığını elden kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü her girişin bir çıkışı vardır. Bu dünyaya geldiğimiz gibi, bir gün bu dünyadan ayrılacağız. Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahu Teâlâ’nın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz. Ahirete hazırlanmakta sabırlı olunuz ve sebat gösteriniz. Şayet kadere razı olursanız, şerefli bir hayat sürersiniz. Yok, imkânsız bir şeyin olmasını umarsanız, ümidinizi tehlikeli bir şey üzerine bina etmiş olursunuz!” Abdülaziz Dirinî Hazretleri tefsir, fıkıh, tasavvufve edebiyata dair birçok eser kaleme aldı. Bu eserlerden bazıları şunlardır: 1- El-Misbâh-ül-Münîr: Tefsir olup 2 cilttir. 2- Et-Teysîr-ü fî İlm-itTefsîr: Yine tefsir ilmine dair, 3200 beyitten oluşan bir şiir kitabıdır. 3- Tahârat-ülKulûb fî Zikri Allâm-il-Guyûb: Tasavvuf hakkında bir eser, 4- Envâr-ül-Meârif ve Esrâr-üt-Tavârif: Tasavvufa dâir bir eser, 5- TefsîruEsmâ-il-Hüsnâ: Tevhit hakkında bir eserdir, 6- El-Vesâilü ver-Resâilü: Tevhide dair bir eserdir. somuncubaba 79 EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ Elim, Dalım, PENCEREDEN BAKINCA ÇARPIKLIKLARI GÖRÜYORUM Gurbetteyim, oldum hasret zengini… Gönül dağı, zirvesinde engini Deli yürek, bu âlemde dengini… Bulmuyor bir türlü bulmuyor gülüm. D. Ali Yıldırımlı 80 ARALIK 2015 Kolum… Bakış açılarının farklı olması insanlık kadar eskidir. Bu durumu, Hz Âdem’den beri var olan bir gerçek olarak görürüz. Toplumsal hadiselere yaklaşım, farklı fikir ve düşünceleri çağrıştırsa da sonuçta olması gereken üzerine çaba sarf edilir; bakış açıları, yeni durumlara göre düşünce üretme müspet veya menfi yanlara sahip olabilir. Ortaya çıkan düşüncelerde dikkate alınması gereken en önemli unsur, olumsuz yanlar iyileştirilerek ve yeni düşüncelerle katkı sağlayarak herkesin yararına olan noktaya gelebilmektir. İbn Haldun, “İnsanların toplumsal birer varlık olduklarını belirterek, yaşamlarını sürdürebilmeleri için birbirleriyle yardımlaşmak, tehlikelere karşı birbirlerini korumak, kısaca sosyo-ekonomik sorunlarını çözebilmek için bir araya gelmelerinin bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğa karşısında yalnızdır. Sırf bu yalnızlığını gidermek için bile olsa insan, insana ihtiyaç duyar. Kendisine durmadan bir hemcins arar. Çünkü insan, diğer varlıklardan çok farklı bir şekilde yaratılmıştır. Kaldı ki, insanın fizyolojik ihtiyaçları onu bir topluluk oluşturmaya itmektedir. Ayrıca doğanın acımasızlığı da insanı insana bağlanmayı zorunlu kılar. Bütün insanlardan başka, insanın insana karşı olan bir düşmanlığı vardır. İnsan yalnız başına bu sorunları çözse bile, hiçbir zaman bu düşmanlık sorununu çözemeyecek, bunun için de insan daima kendisine bir dost arayacaktır.” Bu görüşlere hayır demek mümkün değildir. Ancak günümüzde toplumsal hayattan bir ‘kaçış’ gözlemekteyiz; kısa süre öncesine kadar zengin-fakir aynı ortamı paylaşırken, günümüzde köşeli ve katlı binalarda, villalarda yaşayanlar, imtiyazlı bir sınıf oluşturmuştur. Zenginlerin dubleks, tripleks, villa, yazlık, kışlık evlerde, çocuklarının ayrı okul ve kolejlerde, yoksulların hala kenar semtlerde ve çocuklarının sıradanlaşmış okullarda tahsillerine devam etmeleri, çok cüzi miktarda ücretlerle yaşamaya çalışmaları yeni ‘gettolar’ oluşturmuştur. Bu durum sosyolojik bölünmeyi, birlik ve bütünlük içinde yaşamayı, gönül kırgınlıklarını doğurmuştur. Düşünce üreten insan, kendi ihtiyaçlarını göz ardı etmeden, hiyerarşik bir biçimde sıralamıştır. En temel insan ihtiyaçları, hava, su ve yiyecek gibi vücutça gerekli olanlardır. İnsan bunları çalışma hayatında; ücret, yan ödeme ve iyi çalışma koşulları gibi araçlarla karşılayabilir. İyi ortamların oluşturulması zorunluluktur. Bu durum insanın meslek gurubu olarak hangi tür iş yaptığına bakılmaksızın, kesinlikle iyi şartlarda olmasını gerektirmektedir. İnsan şu veya bu meslek sahibi olduğu için değil, bizzat insan olduğu için saygıdeğerdir. Esefle belirtelim ki, bu ifade kitap satırlarında kalmış, sosyal hayatta hak ettiği yeri alamamıştır. Bilim insanları ile film insanları arasında uçurumlar oluşmuş, işçi-işveren, öğretmen-öğrenci, ebeveyn ve evlat arasında küskünlükler yaşanmaya başlamıştır. Yani bizim pencereden bakarken görülen manzara vahimdir ama ciddiye alan da görülmemektedir. Bir yıl önce Soma’da ki hadise millet olarak hepimizi üzmüş, aileleri derinden yaralamıştır. Ocaklar sönmüş, ailelerin eli, dalı, kolu gitmiş- somuncubaba 81 Birlik Olalım Bitsin artık bu kin, bu fitne dursun, Dökülen kan bizim, ölen can bizim. Düşmana yönelsin atılan kurşun, Polis bizim, asker, komutan bizim. Şer şebekeleri sarmış dört yanı, Kaynayıp durmada fitne kazanı, İyi tanı birlik, dirlik bozanı, Bayrağa renk veren o asil kan bizim. tir. Yerin binlerce metre altından çıkan bir adam sedyeye yatırılırken söylediği söz herkesi üzmüştür. Bu Anadolu insanı; “Çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin!..” Bu asil delikanlı bunu söylerken, devlet malına karşı saygılı olmayı, beytü’l-mala el uzatmamayı, devletin malını kendi malı gibi korumayı ailesinin telkinlerinin sonucu yaşantısına katmıştır. Yani bu davranışa “öğrenilmiş davranış” olarak bakabilirsiniz. Gerçekten de Anadolu insanı ‘devlet’ ve ‘devletli’ kavramlarına son derece saygılı olmuştur. Bu durumu bir adamın ruh hâlinin, ortaya konulduğu davranışı, birinci pencereden değerlendirebilirsiniz. İkinci pencereye gelince; devlet kurmuş milletler, çadır devleti anlayışı sergilemez. Ya da zalim bir ağa tavrı içinde olamaz. Bir başka açıdan düşünürseniz, merhametsiz olamaz. Devlet, işlerini kurduğu ve isim verdiği, yetkiler ile donanımlı hâle getirdiği, yetkili kurum ve kişiler eliyle yerine getirir. Bir kurum varsa orada devletin işlerini yürüten görevliler bulunur. Onlar devletin işlerini yapar ve vatandaşın hayatında kolaylıklar sağlar. Ancak Anadolu insanı devleti aziz bilmiş ama ‘devletli’den azar işitmiş, horlanmış, tenkit edilmiş, kovulmuş, işlerini yaparken devletli karşısında tir tir titremiş ve 82 ARALIK 2015 bunu bilinçaltına yerleştirmiştir. Bu yiğit, yağız Anadolu delikanlısının ağzından dökülenleri, bilinçaltının dışa vurumu olarak değerlendirirsek, ikinci pencereden gördüklerimiz vahim bir durumu ortaya koymaktadır. Yöneticilerimizin zihnine kazımaları gerek temel şey, Rahmetli Erol Güngör’ün deyimiyle; “Her davranışın bir nedeni bulunduğudur.” Bu sebeple insanların bazı hareket ve davranışlarını anlamsız görüp aptalca saymaması gerekir. Kurumların ve kişilerin sorumlusu olan yöneticiler, davranış doğuran güçleri anlamak zorundadır. Böyle davranan yöneticiler korku kültürü oluşturmadan, örgütsel amaca katkısı olan bireylerin yetişmesine imkân sağlayacak ve verimli iş ortamını yaratmış olacaklardır. Yoksullar, dünden bugüne bütün modern toplumlarda, “suçun ve şiddetin yaygınlaşması” veya çok kullanılan ifadeyle “sosyal patlama” türü korkuların önemli temsilcileri olmuşlardır. Kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlar, birçok riski göze alabilir. Psikoloji ve pedagoji ile ilgilenenler bilirler ki; kendini müspet yönde ifade edemeyen insanlar, menfi telafi davranışlarına yönelir. Donanımlı insanların kötülüklerin içinde olmaması tesadüf değildir. Uyan Anadolu insanı uyan, Bilmelisin sana kim dost, kim düşman, Tek yürek olalım gelin kız, kızan, Bu yurtta yaşayan her insan bizim. Dinimiz, dilimiz, bayrağımız bir, Şehrimiz, köyümüz, bucağımız bir, Soyumuz, örfümüz, ocağımız bir, Bayramlar bizim, dert, dermân bizim. Söndürelim artık bu şer alevi, İslam’dan ayrı mı Sünni, Alevi? Gönlümüzü sarsın Yunus’ça sevi, Bu toprak, bu bayrak, bu vatan bizim. İbrahim SAĞIR somuncubaba 83 EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL HAKİKATTEN UZAK OLAN ŞEYTANA YAKIN OLUR “Tarihte sırat-ı müstakimden yan yollara kaymalar bazen iyi niyetli, fakat mesnetsiz amellerle, bazen de dinin şahsî, hizbî, ticarî, siyasî emellere âlet edilmesi ile başladığı unutulmamalıdır.” 84 ARALIK 2015 D ünyanın yaratıldığı günden beri kutsal olan, Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail (a.s.) ile birlikte Kâbe’yi inşa ettiği günden beri etrafında her gün tavaf yapılan, her yıl hac ibadeti yapılan kutlu şehir Mekke nasıl oldu da cahiliye dönemi müşrik Arapların asırlarca barınağı oldu? (M.Ö. 1800-M.S. 630) Hz. İsmail’in vefatından sonra oğulları Mekke’de Kâbe’nin ve Mekke’nin idaresini yürüttüler. Mekke’nin sakinleri olan Cürhümiler ve İsmailoğulları bir süre Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in öğretmiş olduğu dinî inanç ve hayat üzere yaşamaya devam ettiler. İsmailoğulları Kâbe’ye ve Mekke’ye o kadar çok önem veriyorlardı ki kısa bir süreliğine de olsa buradan ayrı kalmak onlara çok zor geliyordu. Mekke sakinleri ticarî amaçla uzun yolculuğa gittiklerinde Kâbe’ye olan sadakatlerini ifade etmek ve Mekke’ye olan özlemlerini gidermek için Mekke’den yanlarında taşlar götürüyorlar, yolculuk esnasında ve gittikleri yerlerde taşı ortaya koyarak etrafında tavaf yapıyorlardı. Zamanla Mekkeliler, sırf Kâbe’ye benziyor diye dört köşeli küp şeklindeki ev ve taş etrafında da tavaf yapmaya başladılar. Şeytan da onlara yaptıkları bu işi güzel göstermeye başladı. İşte Mekkelilerin hakikatten uzaklaşması, şirke yaklaşması, yavaş yavaş putperest bir toplum hâline gelmesi böyle başladı. Mekkeliler, görünmeyen, müteal olan Allah’a ulaşmak ve yakınlaşmak için görünen kendisinde bir değer olduğu vehmedilen ve tanrısal nitelikler atfedilen nesnelerin (putlar) yardımına başvuruyorlardı. Mekkeliler, kesinlikle ateist (inançsız) bir toplum değildi. Dinî duygu, coşku, heyecan daima doruk noktasında idi. Ebrehe’nin Kâbe’ye saldırı girişimi Allah’ın müdahalesi sonucu engellenmesi ve Ebrehe ordusunun helak olması sonucu (Bakınız: Fil Su- somuncubaba 85 resi) Arap Yarımadası’nda yaşayan kabilelerin Kureyş’e olan saygısı ve Kâbe’ye olan hürmeti daha da arttı. Kureyş’in ileri gelenleri de bu durumu fırsata çevirdiler. Kureyş, “Biz ehlullahız, ehl-i haremiz, Allah’ın adamlarıyız, Allah’ın evine, hacılara ve kutsal şehre hizmet ediyoruz.” diyerek diğer kabilelere karşı üstünlük taslıyorlardı. Kutsal şehirde yaşayan Kureyş Kabilesi ve bunlarla antlaşması bulunan Evs, Hazreç, Kinane, Huzaa Kabileleri “hums ehli” kabul edildi. Hums ehlinin daha dindar olanlarına ise “ahmesi” deniliyordu. Hums ehl-i Kâbe’yi elbise ve ayakkabı ile tavaf yapma imtiyazına sahipti. Onlar sözde Allah’ın seçkin, mübarek kulları idi. Hums ehli haram aylarda (Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem) asla savaşmazlar, Mekke’ye gelenlere haksızlık yapmazlar, bolca ikramda bulunurlardı. Fakat bazen intikam duygularına hâkim olamadıkları hâllerde, bir de hac mevsiminin sıcak günlere denk geldiğinde ve uluslararası panayır günlerinin yakın olması durumunda nesi yaparlardı. Nesi, haram ayının ertelenmesi olayıdır. Daha çok Zilhicce ve Muharrem ayı Safer ayına ertelenirdi. Görünüşte haram ayların hürmetine sadık kalıyorlardı ama aslında kendi arzularını gerçekleştirmek için hileli yollara başvuruyorlardı. Mekkeli müşrikler belki de dünyanın en kötü din istismarcılarından idiler. Miladî 200’lü yıllarda Mekke’yi ele geçiren Huzaa Kabilesi lideri, putperestliğin de piri olan Amr bin Luhay, bizzat kendisi Bekaa’dan getirdiği Hubel putunu Kâbe’ye yerleştirmekle kalmadı, diğer kabilelere de haber göndererek, her kabilenin Kâbe’de put bulundurabileceğini söyledi. Böylece, diğer kabilelerin Kâbe ile aralarında bir aidiyet duygusunun oluşmasını, daha fazla hacının Mekke’ye gelmesini hedefliyorlardı. Yine Mekkeliler, hac mevsiminde umre yapmanın haram olduğunu söyleyerek hac mevsimi dışında bir kez daha gelmelerini istiyorlar, böylece Mekke’ye yıl içinde daha fazla insanın gelmesini temine çalışıyorlardı. Mekkeli müşrikler, hums ehli olmayanlara, ahmesi olan birinin elbisesini kiralayarak tavaf yapma şartı getirmişlerdi. Bunu kabul etmeyen ya da parası olmayanlar kadın olsun erkek olsun çıplak olarak tavaf yapmak zorunda bırakılıyordu. Bu ahlak dışı isteklerine de şöyle bir kılıf bulmuşlardı: “Günah işlediğiniz, içinde Allah’a isyan ettiğiniz elbise ile bu kutsal yerde tavaf yapamazsınız.” Mekkeli müşrikler hiçbir zaman Hz. İbrahim’in dinini bütünü ile terk etmediler. Aksine onlar, “Biz İbrahim Halilullah’ın dinindeniz.” diye övünüyorlardı. Onlar, Allah’ın dinini, kendi arzularına, kültürlerine, geleneklerine, çıkarlarına alet ederek tahrif ettiler. Dini, gündelik geçim kaynağı haline getirdiler. Tarihte sırat-ı müstakimden yan yollara kaymalar bazen iyi niyetli, fakat mesnetsiz amellerle, bazen de dinin şahsî, hizbî, ticarî, siyasî emellere âlet edilmesi ile başladığı unutulmamalıdır. Her Müslüman önce kendisi dinini sahih kaynaklardan öğrenmeye, bildikleri ile amel etmeye çalışmalı, bilmediğini de ilim ehline sorup öğrenmelidir. Yine unutmayalım ki, hakikatten uzaklaştıran her düşünce ve amel kişiyi şeytana daha çok yaklaştırır. 86 ARALIK 2015 Deli Gönlüm Sonbahar mevsimi girerken kışa, Güney yeli gibi es deli gönlüm. Düz olan yolların çıkar yokuşa, Hızdan umudunu kes deli gönlüm. Çirkini sevmenin geçer modası, Güzelin çekilir nazı, edası, Seher vakti gülde bülbül sedası, Duyduğum en içli ses deli gönlüm. Anarken maziyi hayale dalma, Yar peşinden yürü geride kalma, Yazgım kötü diye bahane bulma, Biraz da kendine küs deli gönlüm. Denizler yarılmaz kuru duayla, Yıldızlar dost yaşar güneşle, ayla, Toprağın altında kırılan fayla, Dünyamız veriyor sos deli gönlüm. Bulutun gözyaşı yağmurlar, seller, Köprünün üstünde buluşsun eller, Sevdanın uğruna açılsın diller, Sana söz düşmezse sus deli gönlüm. Hazanda baharı göreyim derken, Kalbim bana diyor vakit çok erken, Bir sene içinde dört mevsim varken, Hep bahar istersin pes deli gönlüm. Nedim UÇAR somuncubaba 87 2015 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın. Onların da abone olmasını sağlayın. 2015 Yılı Aile ve Çocuk Ekiyle Birlikte Yıllık Abone Bedeli 95 Türkiye : 95 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir. ABONE İLETİŞİM HATTI Adı / Soyadı: 444 36 61 Kurum Adı: (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 Ünvan: Dergi Teslim Adresi: Posta Kodu: Şehir Telefon: Faks: E-posta: Vergi Dairesi: Vergi No: Abone Başlangıç Tarihi: İmza: Faturayı adıma kesiniz Faturayı şirket adına kesiniz Visan İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 44700 Darende Malatya Tel: (422) 615 15 00 Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79 [email protected] www.somuncubaba.net Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz. Aile Eki ÇIKTI Çocuk Eğitmenin Yollarını Biliyor muyuz? Sümeyye Büşra YILDIZ Çocuklara Şükretmesini Öğretebilmek M. Emin KARABACAK Namazımızın Sesini Duyabiliyor muyuz? Halide YENEN Hz. Mâriye (R. Anha) Nagehan Nida DURAN Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected] 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44