iran`ın nükleer programı ve türkiye`nin

advertisement
İRAN’IN NÜKLEER PROGRAMI VE TÜRKİYE’NİN
GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ
Konuşmacı: Doç. Dr. Mustafa Kibaroğlu
15.10.2009 tarihinde Atılım Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü tarafından
düzenlenen “İran’ın Nükleer Programı ve Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”
konulu konferans metnidir.
Mustafa Kibaroğlu 1981’de Kuruluşunun 500. yılında Galatasaray Lisesinden
mezuniyetini takiben 1987 yılında Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği
Bölümünden Lisans ve 1990 yılında Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünden
Mastır derecelerini ve 1996 yılında Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümünden Doktora unvanını almıştır. Doktora çalışmaları sırasında 1995 yılında
İsviçre’de Birleşmiş Milletler Silahsızlanma adlı Araştırmalar Enstitüsünde doktora
sonrasında 1996 yılında İngiltere’de Southampton Üniversitesinde 1996–97
akademik yıllarında Amerika’da California Monterey Enstitüsünde Kitle İmha
Silahlarının Yayılması Sorunlarını çalışmıştır. 1997 yılında Bilkent Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümünde Öğretim Üyesi olarak göreve başlayan Mustafa
Kibaroğlu 2003 yılında Doçent olmuştur ve 2004–2005 akademik yılı boyunca misafir
öğretim üyesi olarak çalışmalarını Harvard Üniversitesinde sürdürmüştür. Üniversite
ortamındaki çalışmalarının yanı sıra Mustafa Kibaroğlu Genel Kurmay Başkanlığı
tarafından Haziran 2005’de kurulmuş olan NATO Terörizmle Mücadele
Mükemmeliyet Merkezinin Ocak 2006’dan itibaren Akademik Danışman olarak da
görev yapmaktadır. Mustafa Kibaroğlu ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Ayşegül Kibaroğlu ile evlidir ve bir çocuk babasıdır.
Doç. Dr. Mustafa Kibaroğlu: Televizyonlarda görüyorsunuzdur herkes her konuda
yorum yapıyor. Ama tabii konuların özelliği gereği birbirleriyle çok alakalı boyutları
olması gereği bir kişinin ben sadece bu konuyu bilirim başka hiçbir konuya bakmam
ilgilenmem demesi mümkün değil. Hele ki nükleer silahların yayılmasının önlenmesi
konularında akademik çalışma yapmış olan bir kişi olarak ben istesem de istemesem
de ilgi duysam da duymasam da dünyanın birçok bölgesiyle ilgili çalışma yapmak
zorunda kalmışımdır. Örneğin Orta Doğu’daki kitle imha silahlarının yayılması süreci
ya da nükleer biyolojik kimyasal ayrı ayrı kendi süreçlerini takip etseniz bile İsrail
Arap İsrail sorununu anlamadan konuyu anlamanız mümkün değil yahut dünyanın
diğer bölgelerinde nükleer silahların yayılması sorunu ve diğer kitle imha silahlarının
yayılması sorunu olduğuna dikkat edersek örneğin Hindistan Pakistan arasında ne
oluyor dediğimiz zaman tüm Güney Asya Bölgesine bakmamız lazım. Kuzey
Kore’deki gelişmeler bunun Japonya’nın güvenliği üzerine etkileri konusunu bilmek
zorundasınız. Latin Amerika’da şuan devam etmiyor ama 90’lı yılların başında bu
süreç durdu. Ama Arjantin Brezilya arasında ciddi bir nükleer silahlanma yarışına
doğru giden bir süreç başlamıştı. Bütün bunların tabii ister istemez detayına girmek
zorundasınız. Bir bakıma nükleer silahlar en üst düzeyde stratejik silahlar olmaları
nedeniyle dünyanın bir anlamda Uluslararası İlişkiler alanında Himalaya’nın
tepesinden dünyaya bakar gibi her bölgeye ilgi duymak zorundasınız.
1
İran ya da Orta Doğu benim özel olarak bölgesel uzmanlık alanım diyebileceğim bir
konu değil, ben bir İran uzmanı değilim. İran’daki her kabileyi veya her din veya
mezhepler sorunu ezbere bildiğim gibi bir iddiam yok. Ancak biraz önce bahsettiğimiz
üzere 1995 yılında Birleşmiş Milletler Silahsızlanma Araştırmaları Enstitüsüyle bir
burs kazanmış olarak orada bulunduğum dönemde araştırmalarımı yaparken 1995
Ocak’ında İran Rusya’yla bir antlaşma imzaladı Nükleer Alanda İşbirliği Antlaşması
ve sanıyorum bulunduğum ortamın da sağladığı imkanlarla bu antlaşma metnini
İngilizceye çevrilmiş halini görme imkanım oldu ve metni okuduğum zaman sorunun
bugünlerde bahsettiğimiz noktalara geldiğini kestirmek çok da zor değildi. Nitekim
benim İran’la ilgili ilk yazdığım makale 1995 yılında o günlerde yazmış olduğum bir
makale ki 96’da yayınlanmıştır Dış Politika Enstitüsünün Türk Dış Politika Dergisinde
“İran Nükleer Silah mı yapıyormuş” şeklinde bir makale. O dönemde bu bazı
çevrelerce çok ileri bir iddiaydı ya da kimilerine göre bazı yerlerde yayınlanması için
acaba Türk İran İlişkilerini etkiler mi gibi karşı çıktıkları bir makaleydi. Ama şimdi artık
orada yazılanların hepsinin gerçekleştiğini hatta geride kaldığını bile söyleyebiliyoruz.
İran’la ilgili alakam ve ilgim o günden itibaren tabii mesleki kariyer ve bana bu konuda
yöneltilen sorulara cevap verme ihtiyacından dolayı hiç eksilmedi zaman içinde arttı.
Bulunduğum ortamlarda tabii eriştiğim bilgiler, yaptığım araştırmalar, görüşmeler ki
bunun içinde İran’a da birkaç kez gitmiş orada üst düzey insanlarla görüşmüş
olmanın faydasını gördüm.
Nükleer konusunda bugün bahsetmek istediğim dört temel nokta var, bunların tabii
ağırlıkları belki eşit olmayabilir. Ama özellikle genel nükleer teknolojisi bu teknolojiyi
kazanma çabaları bu nükleer başlıkla bu nükleer bombayı yapmak başlı başına bir
olay ama bunu belli menzillerdeki hedeflere gönderme yeteneği yani füze balistik füze
ya da diğer gönderme araçlarına sahip olma bu yönde yapmış olduğu çalışmaların bir
arka plana bakmakta fayda var. Tabii bu çalışmalar bölgesel birtakım dengeler
açısından değerlendirildiğinde ilk başta İsrail olmak üzere ve bunun çok yakın
müttefiki ve her alanda neredeyse hamisi koruyucusu konumunda olan Amerika
Birleşik Devletleri’nin tepkileri ve Amerika’nın hem kendi adına hem İsrail adına hem
de başka ülkelerin peşi sıra katarak İran’ın Nükleer Programına yönelik buna karşı
davranışları bunlara neden olmuş. Tabii diğer ülkeler buna nasıl reaksiyon vermiş
bunlara bir bakmakta fayda var. Biz her ne kadar bilim insanı olarak evrensel
düşünmemiz gerekirse de hem bu ülkenin bir vatandaşı olarak mesela bu yönde çok
sorular almamız üzerine acaba Türkiye üzerine nasıl bir etkileri olabilir bunları da
tartışmakta fayda var ve buna karşı Türkiye’nin yapabilecekleri. Bu çok klasik belki
dipnot olacak ama Türkiye’nin yaklaşık 2,5 katı toprağa sahip ve Türkiye’nin biraz
üstünde nüfusa sahip bir ülke demografik olarak zaten oraya gittiğinizde de
görebiliyorsunuz. Türkiye’de sokağa çıktığınızda Ulus’a gittiğinizde ya da Çankaya’ya
gittiğinizde ya da İstanbul’da Maçka’ya gittiğinizde gördüğünüz görüntüler tabii İran’ın
kuzeyinde ya da Tahran’ın kuzeyinde ya da güneyinde olmamıza bağlı olarak biraz
değişebiliyor genelde aynı görüntüler; çok genç bir nüfus nüfusun büyük bir kısmı
70’in üzerinde, %50 70’le 65 yaş arasını oluşturuyor. Daha da ağırlıklı yani 30–35
yaşın altındaki nüfus neredeyse yarısı ve çok değişik rakamlar var herkes başka
kaynak göstererek bu oranları söylüyor ama tabii büyük bir çoğunlukta Farsi ama
Azeri nüfusta çok ciddi bir anlamda var. Bizim dışişlerinin ben oraya gittiğimde vermiş
olduğu bir nokta %30-20’lik bir oran vardı ama bu oranın çok altında başka
rakamlarda söyleniyor ve Türkçe onu da şahsen inceleyelim Türkçe dil olarak
rahatlıkla günlük ihtiyacınızı karşılayabiliyorsunuz.
2
İran II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünyada gerek Eisenhower doktrini ile
1950’lerde daha sonraki dönemde etnik sorun doktrini olarak da bilinen doktrinler
çerçevesinde Amerika’nın yakın müttefiki konumunda ve malum Türkiye’nin NATO’ya
dahil olmasıyla belli bir noktaya gelmesi ama bunun dışında sorun ettiği Çevreleme
Politikası çerçevesinde İran’la Pakistan ve Amerika’nın da yakın ilişki geliştirebiliyoruz
ve bu çerçevede Şah dönemi İran Şahının oradaki şah rejimi Amerika tarafından
güçlü bir şekilde desteklenebilir. Ama burada dikkat çeken husus Şahın özellikle
Amerika’nın kendisine göstermiş olduğu ilgiyi daha fazla askeri güç bölgesel güç
formları edinmek için kullanmaya çalışması, bunu çeşitli arşivlerden anlıyoruz; gerek
Amerika’nın Tahran’daki o dönemdeki büyükelçilerin merkeze yazdığı raporlara
Amerika’nın ulusal arşivlerine bakma imkanınız olursa görebilirsiniz. Gerekse
Amerikan Başkanlarının Şahla yaptıkları görüşmelerin tutanaklarını tabii kamuoyuna
dönem başına açıklanmış olduğu bilgileri görürsünüz. Orada Şahın sürekli olarak
daha fazla askeri güç istemesi Amerika’nın bunu kendi çıkarları çerçevesinde Mısır,
İran, İsrail, Suudi Arabistan gibi bölgesel güçleri destekleme politikası sağlaması ama
özellikle 1960’ların sonu 70’ler itibariyle İran’da ekonominin büyük bakıma kötüye
gitmesi toplumsal etkilerinin ön görülmesi sonucu daha ziyade artık askeri güçten
fazla sosyal kalkınmaya ekonomik kalkınmanın üstüne telkinlerle Amerikan
başkanları tarafından ama bununla beraber Amerika İran yönetiminin Şah
yönetiminin hemen her istediğini sağlamaya yönelik hatta bazı askeri üst düzey
komutanları raporları ki bunlar yine arşivlerden bakınca görebiliyoruz. Biz bu silahları
İran’a veriyoruz ama biz kullanmasını tam beceremiyoruz İranlı pilotlar böyle
teknisyenler nasıl kullanacak gibi serzenişlerde bulunduklarını senatodaki bazı
açıklamalardan da görebiliyoruz. Dolayısıyla böyle bir İran’dan söz ediyoruz ve
Amerika’nın kayıtsız şartsız demesek de güçlü bir desteğine sahip bilimsel teknolojik
alanda bu desteğin devam ettiğini İran ve bu çerçevede tabii ki sadece İran’a yönelik
olarak değil ama tüm dünyada 1945 sonrası nükleer çağın başladığı dönemde
Amerika’nın nükleer teknolojiyi kimseyle paylaşmama politikasının pek
tutmayacağına göre özellikle Eisenhower dönemindeki anlayışı bu teknolojiyi
dünyayla paylaşalım. Ama nükleer teknoloji bir boyutuyla elektrik üretmekte, nükleer
santrallerde, enerji üretmekte, tıpta, tarımda, barışçıl amaçlarda kullanılabilecekler;
radyoloji toplam üretmekte faydalı ama aynı zamanda silah da yapılabiliyor.
Dolayısıyla bu teknolojiyi o şekilde kontrollü yayılmasını sağlayalım ki bir bakıma
nükleer teknolojinin olumlu yönde yapılmasını ama askeri boyutlarını fazla kullanma
imkanı olmasın. Diğer ülkeler için bir politika izliyor ve barış için atom olarak
tanımladığı bu süreçte İran ki Türkiye’de o dönemde Amerika’dan nükleer teknoloji
almada ciddi bir katkı kazanmaya başlıyor. Ciddi derken tabii o günkü veya bugünkü
Amerika’nın ya da bugünkü İran’ın imkanlarıyla karşılaştırıldığında oldukça zayıf ama
1950’lerin İran’ını, Türkiye’sini düşünürseniz küçük bir reaktör bile kurulması en önde
bilim adamlarının eğitilmesi, bazı teknolojilerin verilmesi çok yeni çok çığır ötesi de bir
teknoloji olarak görüldüğü için önem arz eden bir süreç oldu bu. Süreçte İran
kazanımlarını hemen hiçbir dönemde geri bırakmak istemiyor. Ama zaten Amerika
Birleşik Devletleri yakın müttefiki olarak da görüldüğü için İran nükleer alandaki
kazanımı çok da fazla bir sorun yaratmıyor. Hatta bugün sorun olan uranyum
zenginleştirme ya da proton ayrıştırma ki bu her ikisi de nükleer silah yapmak
isteyenler için neredeyse olmazsa olmaz koşullarındandır. Bu teknolojileri İran’a
satmak için Amerika’nın çok ciddi çabalar içinde olduğunu görüyoruz. Hatta 1978’i
79’a bağlayan yılbaşını Carter Tahranlılar için yani Amerikalılar için bunun ne kadar
özel bir gün olduğunu düşünürseniz, Amerikan Başkanını ülkesini özellikle Şah’a siz
Almanya’dan değil, Fransa’dan değil bizden teknoloji alın hatta biz size yanında şu
3
teknolojiyi verelim şeklinde bir propaganda yapması için onu etkilemek için İran’da bir
yılbaşı geçirmesi bile söz konusudur. Dolayısıyla İran’ın nükleer alandaki bilimsel
teknolojik teknik kazanımları bugün ondan çokça şikayette bulunan Batı Avrupa
Devletleri Fransa’nın o dönemdeki Batı Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri ile
ilgili olduğunu görebiliyoruz. İşte bu noktada en önemli kazanımlar tabii İran’ın sürekli
olarak peşinde olduğu bir nokta var ki bu benim 95 yılında İran’la Rusya arasında
yapılan anlaşmada dikkatimi çeken husus da oydu. İran aslında bu teknolojiye giren
her ülkenin mantıklı olarak doğal olarak yapmak istediği gibi sadece teknoloji
transferiyle değil, bu teknolojinin sonraki safhalarını kullanabilecek ve geliştirebilecek
bilim adamını yetiştirmek düşüncesiyle Fransa’ya Almanya’ya ki o dönemleri yaşamış
olan kişilerle konuştuğumuzda gerek Avrupa’da, gerek İran’da yüzlerce mastır
doktora öğrencisini verebiliyor. Bu insanlar oradaki üniversitelerde enstitülerde ve
araştırma laboratuarında diğer türlerde eğitim alıyor. Dolayısıyla bu süreçte İran’ın
çok ciddi bir kazanım elde etmeye başladığını görüyoruz. Ama bu kazanımların
Amerika’nın beklentisi kendi kontrolünde olması bir yere kadar teknolojiyi satmak
bunun karşılığında para almak ama İran’ın nükleer silah yapabilecek bir altyapıyı
kazanmasına çok da fırsat vermemek. Tabii Amerika’nın vermediğini Avrupa verdiği
için İran bu güçler için bir altyapı geliştiriyor. Ama özellikle Şah döneminde en güçlü
bu yöndeki yatırım 1973’teki Harb-i Uktubr Savaşını takip eden yıllarda OPET Krizinin
yaşanması petrol fiyatlarının 4–5 kat artması ve İran’ın çok güçlü petrol rezervleri
olduğu dikkate alırsak 4’e 5’e katlanan Milli Gelirinden de kaynaklanan bir heyecanla
ve güvenle çok büyük çok arzulu bir politika benimsiyor İran Şahı ve 20 yılda 20 bin
megawatt kurulu nükleer güçten söz etmeye başlıyor. 20 ile 20 bin megawatt; 197475’lerde bu söz ediliyorsa demek ki 90’ların ortasına gelindiğinde o ülkede en
azından iki reaktörün boyutlarına bağlı olarak bir değişim var. Ama ortalama 1000
megawatt deseniz 20 tane reaktör ya da 600–700 megawattan 1500 megawatta
kadar farklı boyutlarda olduğunu düşünürseniz; 20–25 tane reaktörün kurulduğu bir
ülke ve tabii ki bunları işletecek kuracak geliştirecek yüzlerce bilim adamı İran gibi
doğalgaz ve petrol açısından dünyanın üçüncü en zengin ülkesinin bu kadar büyük
hedefler koyması o dönemde de yakın müttefiki olan Amerika ve Avrupa tarafından
çok da kolaylıkla anlaşılır bir durum değil. Ancak oradan para almak düşüncesiyle
muhtemelen başka hesapları da o zamanda belki yapmış olmaları sebebiyle çok da
fazla karşı çıkmalar biraz önce söylediğim gibi birbirleriyle yarışıyorlar. Ama İran
İslam devriminin olması ve bu devrimin hemen akabinde ki gelişen olaylarda özellikle
de Tahran’daki Amerikan Elçiliğinin 444 gün sürecek olan işgali sırasındaki rehine
krizinden sonra Amerika İran ilişkileri çok ciddi anlamda yara alıyor ve bu dönemde
İran’ı yöneten mollalar ki molla Türkiye’de sanki hakaret gibi kabul edilir ama onlar
için yani kendini molla olarak tanıtmak çok üst düzeyde bir tanım bunu Türkiye’de
mollalar deyince sanki İran’ın bazı insanları aşağılamış gibi oluyor böyle bir durum
yok en azından İranlılar öyle düşünmüyor. Mollalar rejimi döneminde özellikle İsrail’e
yönelik olarak yapılan açıklamalar sonrasında İran’ın 1970’lerin ortasında hızlanarak
artırarak kazanamaya çalıştığı nükleer teknolojinin artık çok hayırlara vesile
olmayacağı Batı Avrupa ve Amerika adına ve tabii ki bölgedeki İsrail adına
düşünmeye başlıyor ve ondan sonra bu konuda ciddi bir direnişle karşılaşıyor. Ama
İran’ın nükleer programında yani 70’li yıllarda atağa kalkmış olan nükleer programın
duraksamaya uğraması aslında Amerika’nın da Avrupa’nın ki Amerika’nın baskısıyla
olmuştur büyük oranla. Bu yardımları ya da teknolojik transferi kesmesinden önce
Humeyni ne doğu ne batı olarak tanımlanan hiç kimseye bağlı olmamak politikası
çerçevesinde öncelikle Humeyni’nin kendisi tarafından emir verilerek bütün tesislerin
durdurulması hatta tesislerdeki malzemenin sökülmesi isteyenlerin kalması,
4
isteyenlerin ülkeyi terk edip gitmesini, tesislerle ilgili çalışanların tümüyle nükleer
programın iptal edilmesini istedi. Çünkü Humeyni’nin düşüncesine göre ne doğu ne
batı düşüncesine göre nükleer program İran’ı batıya bağımlı yapacağını düşünmüş
ve eyleme karşı bir çıkış var. Ama Irak’la girişilen savaşta Irak’ın İran’a saldırması
sonrasında 8 yıl sürecek olan İran Irak Savaşı sırasında 80’lerin ortasında gerek
enerji kısıtlamalarından, gerek nükleer güç olsaydık bize bunu yapamazlardı
şeklindeki bazı düşüncelerden dolayı İran’ın en önemli şahsiyetlerinden
Rafsancani’nin çok üzerinde etkisi olduğunu tabii ki sonsuz değil ama Humeyni iknası
sonrasında bu politika tekrardan gündeme getiriliyor ve 80’lerin ortasından itibaren
İran tekrardan nerede kalmıştık diyerek nükleer teknoloji kazanımlarına devam etmek
istiyor. Tam bu dönem tabii ki 70’lerin dünyası değil, sadece düşmanlık Amerika ve
İsrail arasında yok Avrupa’nın da Amerika’nın baskılarından nasibini aldığını
görüyoruz. Çünkü İran hangi kapıyı çalarsa çalsın karşısında Avrupa’dan önce onu
ziyaret etmiş olan Amerika’yı görüyor ve bu 80’li yıllar boyunca o dönemde daha
henüz yıkılmamış olan Sovyetler Birliği haricinde kimseye çok daha fazla itibar
etmiyor. Birde biraz sonra bahsedeceğim Çin Halk Cumhuriyeti’nin 84’te özellikle son
dönemde sorun yaratan Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesisinin kurulması
haricinde o dönemlerde çok büyük bir mesafe kat edilmemiştir. Dolayısıyla ne doğu
ne batı diyerek kendisi nükleer teknolojiyi kazanmak istemeyen Humeyni İran’ı çok
kısa bir süre sonra hem doğuya hem batıya açılarak bu yarım kalmış projeyi bitirmek
istiyor ama sonuç alamıyor; ta ki Gorbaçov’u ikna edene kadar Rafsancani ama
Gorbaçov zaten kendine hayrı dokunmadığı için bir süre sonra Yeltsin’le yer
değiştirmiyor. Tabii Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Rusya Federasyonu tekrardan
çabaları sonrasında görülen Rusya’yla İran arasında 8 Nisan 1995’te yapılan Nükleer
Alanda İşbirliği Antlaşması tabii o dönemde dikkati çekmiştir. Ama sonuç itibariyle
dünyanın birçok ülkesindeki görüş “nasılsa bu İran’dır tamam biraz bilim adamı
yetiştirdi, bu teknoloji ileri bir teknoloji ama yani kolay kolay silah yapamaz” şeklinde.
Dolayısıyla tamam biraz engelleriz ama çok da fazla dert etmeye gerek yok şeklinde
bir yaklaşım sergilediklerini görüyorum ve o yaklaşım döneminde İran Rusya’yla
yapmış olduğu antlaşmaya benim dikkatimi çeken bundan dolayı çok da
araştırmalarıma yer verdiğim İran’ın Nükleer Programında en önemli unsur her sene
20 ila 30 mastır ve özellikle doktora öğrencisinin Rusya’daki enstitülerde tesislerde
eğitim görmeleri doktora çalışmalarının tabii alanına bölümüne yapılan yere göre
değişir ama ortalama 5–6 sene 4–5 sene en az 5 sene alacak söylersek bir süre arz
edersek ki 2005’te son İran’da bulunduğum dönemde yaptığım görüşmelerde 95–
2005 arasındaki 10 yıllık süre boyunca yaklaşık 200 doktora derecesinin alınmış
olduğu yani şuan İran’da muhtemelen 500 küsur nükleer fizik nükleer mühendislik
alanında doktora sahibi insan var bu tabii başlı başına bir kriter değil yani her şeyin
bundan dolayı değil ama önemli de bir kriter. Bunun yaklaşık yarısı 95’te yapılan
antlaşma hükümleri uyarınca İran’da bu haklarını kullanması sonrasında Rusya’da
doktora almış olan insanlar ki Rusya 95’teki antlaşmasında 1970’li yıllar boyunca
Almanya ve Fransa tarafından kurulmakta olan tesisleri özellikle bugün sorun olan bu
şehirdeki nükleer reaktörü %90’lar oranında yarılayabilmişti, iki tane reaktör. Bunu
tamamlamayı taahhüt etmiştir. Tabii 95 taahhüttünde 2000 yılında bu reaktörün
hizmete açılacağı yönündeydi, yine 2010 yılına geldik neredeyse halen bu süreç
erteleniyor. Bu noktada önemli olan İran’ın hem eğitim yoluyla, hem de ülkesine
gelen ve bu şehirde tesis kuran Rus teknisyen bilim adamlarıyla temasal alanları çok
yakın markaja alma sonucu edindikleri bilgiyle ve kendilerinin uluslararası
antlaşmalardan doğan hakları uluslararası alanda kullanmaları sonucu çok ciddi bir
nükleer altyapı kazanmış durumda.
5
Bugün burada yanlış olan bir şey var mı? Aslında bakarsanız kağıt üzerinde ya da
hukuk adına üst veya ilk ön değerlendirmelerine baktığınız zaman çok da ciddi bir
sorun, en azından eleştirilecek nokta yok. Çünkü İran birçok ülke gibi Türkiye gibi
1968 yılında imzalanan ve 1970 yılında yürürlüğe giren nükleer silahların
yayılmasının önlenmesi antlaşmasının tarafıdır. Bu antlaşmanın temel unsuru 1 Ocak
1967’den önce nükleer bir düzenek patlatmamış, denememiş olan ülkeler nükleer
teknolojileri edinmeleri esnasında 1 Ocak 1967’den önce nükleer düzenek
patlatmamış NPT dediğimiz nükleer silahların yayılmasını önlenmesi antlaşmasına
taraf oldukları takdirde nükleer teknolojinin bütün imkanlarından faydalanmak ama
hiçbir şekilde nükleer silah yapmak yoluna gitmiyor. Hatta bu yönde bir niyet dahi
ortaya koymamak konusunda bir taahhüt altına girmişlerdir. Buna büyük pazarlık
denir. Hani bu büyük pazarlıkta ondan önce nükleer silah sahibi olmuş olanların
bugün Birleşmiş Milletler temsilcisi konumunda olan bu bir tesadüf müdür derin
hesaplanmıştan mı, bilemiyoruz. 5 ülke haricindeki ülkelerin “nükleer silahımız var
bundan geri dönmek çok zor ama sizde nükleer silah yok, eğer nükleer silah
yapmama konusunda bir taahhüt altına girerseniz bizler size nükleer teknolojiyi
barışçıl amaçlarla kullanmak konusunda her türlü bilgiyi, belgeyi, eğitimi vs vereceğiz
ve bu karşılıksız olacak. Bunun karşılığı nükleer silah yapmama konusundaki
sözünüzü tutun” denmiş ve 1968’de imzalanan 70’li yıllara giden bu antlaşmaya İran
69 yılında imza koymuş ve meclis de bunu onaylamış. Türkiye’de mesela 69’da
imzalamıştır ama 80-81’i bulmuştur onaylaması bunun ayrı bir hikayesi var.
Dolayısıyla İran’ın bu antlaşmadan doğan hakları nükleer silah yapmaması
karşılığında nükleer teknolojiyi gerek kendisini geliştirmesi, gerekse başka ülkelerle
işbirliği halinde transfer etmesi ya da ortak geliştirmesinde uluslararası hukuk
açısından hiçbir sıkıntı yok. Ancak tabii İran’ın ortaya koymuş olduğu tehdit olarak
tanımlanan boyut tehdidin kendisinin tanımından da kaynaklanıyordur. Çünkü tehdit
imkan kabiliyetlerle yani askeri ve diğer yeteneklerinizle bu yeteneklerinizi hangi
niyetler çerçevesinde kullanacağınıza bağlı olarak değişir. Bir ülkenin çeşitli imkan
kabiliyetleri vardır; askeri yetenekleri vardır. Ama size karşı bunları kullanmak gibi bir
niyeti yoksa bu sizin için aktif açık bir tehdit oluşturmaz. Ancak vadesine veya
ülkesine göre orta ya da uzun vadeli potansiyel bir tehdit oluşturabilir. Ama buna
hemen bugünden yarına gerçekleşecek gibi düşünmezsiniz ya da bir ülkenin size
karşı kötü niyeti vardır, fakat elinde askeri imkan kabiliyetleri yeterli değildir. O da
niyetler açısından bir tehdit oluşturur. Askeri imkan kabiliyeti sizi çok da rahatsız
etmeyecek gibi hissedilebilir çok da büyük bir tehdit olarak algılamazsınız. Dolayısıyla
size karşı olumsuz niyeti olan, kötü niyeti olan bir ülkenin bunları bu niyetleri
çerçevesinde kullanabileceği kapsamlı askeri yetenekleri varsa, o zaman bu ciddi bir
tehdit anlamına gelir ki işte bu noktada Amerika’dan, İsrail’den ya da bazı ülkelerden
İran’a bakıldığı zaman İran’la yöneticilerin geçmişte yaptıkları –tabii İsrail’de buna
karşılık söylemlerini de dikkate aldığımızda– gergin bir ilişki ve bu askeri imkan
kabiliyetini veya bilimsel teknolojik imkan kabiliyetlerini nükleer silah yapma noktasına
vardırdığında bu nükleer silahı İsrail herhangi bir noktasına ulaştırabilecek füze
teknolojisinin olduğunu daha geçen hafta nükleer sunumunu yaptı. Orada gördüğü
gibi bir İsrail ve tabii ki ona güvenlik garantörü Amerika Birleşik Devletleri bundan çok
ciddi bir tehdit algılamıştır.
6
Bugünkü noktaya İran’ın o gün gündemi çok ciddi olarak konuşturmasının
sebeplerinin başında İran’ın geliştirmekte olduğu bilimsel ve teknolojik altyapının
zaman içinde ve niyetlere bağlı olarak siyasi niyetlere bağlı olarak, kararlara bağlı
olarak, bir silaha dönüşmesi ve bu silahında çevre ülkelere ulaştırılabilecek yeteneğin
İran’da var olması. Tabii herkes konuya bu şekilde bakmıyor tabii coğrafya burada
haritaya baktığımızda İran’ın en batı ucundan
İsrail’in en doğu ucuna yaklaşık 1100 km
olduğunu düşünürseniz, son denenen Şah’ın
Füzeleri 1900 km’yi 2000 km’yi buluyor. Ama
98’de ilk olarak denediklerinde ki ondan
hemen önce Kuzey Kore bunları denemişti;
temmuz ayında, eylülde de İran denedi. 350
bin 400 km’yi buluyordu. O füzeler bile belki
adresi tam vuramayabilir ama 5 km yanını
vursa ne fark eder, kimyasal biyolojik ya da
hele nükleer silah taşıyorsa, başlık taşıyorsa
bu açıdan İsrail o bakımdan bu Orta Doğu’nun dar coğrafyasında fazla bir derinliği
olmadığı coğrafyada tehdit olarak algılanmaktadır. Tabii dediğim gibi herkes konuya
Amerika ve İsrail perspektifinden bakmıyor. Bakanların hepsi de aynı şekilde tehdit
olarak değerlendirmiyor. Dediğim gibi niyetleri ya da imkan kabiliyet bağlı olarak
örneğin Avrupa’nın ve özellikle Avrupa Birliği’nin tutumu 1- İran bize niye kötü
davransın bizim İran’la ilişkilerimiz iyi şeklinde yani niyetleri sorgulayan ve İran’ın
Avrupa’ya yönelik kötü niyeti olmayacağını tahmin eden bir yaklaşım. 2- Kötü niyeti
olsa bile İran’ın bize bu füzeleri ulaştırması ya da başlıkları ulaştırması mümkün değil
en azından 4-5 bin km’lik bir mesafede olduğunu düşünüyor Londra Paris bunlar tabii
ağırlıklı ülkelere bakıyorlar ve İran’ında böyle bir kapasitesi şimdi yok. Dolayısıyla
hezeyanla veya çok alelacele bir politika üretmeyecekleri tutumları var. Ama orada
Avrupa bir bakıma Amerika’yla karşı görüş arasındaki noktalarda bir yerde duruyor.
Tabii dediğim gibi Amerika ve İsrail görüşü dünyaca kabul edilen bir görüş değil.
Özellikle Rusya Federasyonu hem 1995’te yapmış oldukları antlaşmanın hükümleri
uyarınca hem de bundan sonrasını hesaba katarak İran’a verdiği sözü tutmazsa
başka hangi ülkeye güvence verebilir. Yani ben size nükleer tesis kurmaya söz
veriyorum ama bunu bitireceğim deyip ondan sonra Amerika’nın ya da başka ülkenin
baskısı altında bitirmekten vazgeçerse başka ülkelere Rusya ekonomisinin ihtiyacı
olan maliyetine ihtiyacı olan paraları kazanacak ihracatı nasıl yapacak, bir? İkincisi
İran’ın zaten kendisi bunun eskiden gizli görüşme olduğu söyleniyor ama artık açığa
çıkan bilgi olarak en az 6–7 tane nükleer tesis kurması ifadesi var. Dolayısıyla bu
şehri bitirmezse diğer şehirleri, diğer tesisleri nasıl kuracak böyle bir yaklaşım var.
Öte yandan Çin ki 1980’li yıllarda 2000 yılında 1984’ten bu yana 2000’e kadar gizli bir
şekilde kurulduğu açığa çıkan Natanz’daki İspanya yakınlarındaki uranyum
zenginleştirme tesisini kurmaya başlayan Çin hem ekonomik olarak, hem batıyla
sorunları çerçevesinde Amerika’ya batıya karşı kullanabileceği bir kaldıraç olarak
aynen Kuzey Kore’yi kullandığı gibi İran’ı kullanma bakımından artı çok hızlı artan
enerji, doğalgaz, petrol ihtiyacını karşılamak bakımından ki bunun bir kısmını Orta
Asya’dan karşılayabiliyor ama burada çok ciddi attığı projeleri var İran’la. Bu hesap
kitabını da yaparak İran’ın nükleer ağındaki kazanımlarını ses çıkarmıyor ve
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya Federasyonuyla birlikte veto hakkını
kullanması bugüne kadar gerekmedi, çünkü onu gerektirebilecek aşırı güçler henüz
tartışma veya çatışmaya varmadı.
7
Ama büyük bir ihtimalle kullanmayacağını da ima eden politikalar izledi. Dolayısıyla
İran bir taraftan söyleminde “ben ulusal antlaşmalara taraf oldum, belirli
yükümlülükler altına girdim ve bu yükümlülüklerin de hiçbirini ihlal etmedim;
dolayısıyla haklarımı kullanıyorum tesis kuruyorum. Gerçi siz bunu bana satmaya
çalışıyordunuz. Şimdi ben bunu yapınca veya alınca niye ses çıkartıyorsunuz”
şeklinde kendisini aklayan bir tutum sergiliyor. Diğer taraftan da bunu kabul etmekle
beraber yani bir hipokrasi ikiyüzlülük bir çifte standart uyguladıklarını kabul etmekle
beraber İran’ın bazı davranışlarının kendisinin iddia ettiğinin aksine uluslararası
antlaşmalardan doğan sadece haklarını değil, yükümlülüklerini de kullanmak
konusunda bir ihlal olduğunu iddia eden görüşler var. Nükleer tesis kurabilirsiniz bu
alanda işbirliği yapabilirsiniz, ama bunları silah boyutuyla veya askeri amaçla
kullanmak yönünde adım atamazsınız şeklindeki bir antlaşmaya taraf olmuş olan
İran’ın gizli bir şekilde yani 84’ten 2002’ye kadar Amerika’da İranlı muhaliflerin
içerden aldıkları, İran’dan aldıkları bazı bilgileri açıklamaları sonucu 2002’de 18 yıl
boyunca uluslararası denetimlerden kaçırılarak nükleer silah yapma konusunda hem
de uranyum zenginleştirmeleri nükleer reaktörlerde yakıt olarak kullanmak üzere ama
daha ileri safhalarda zenginleştirilemedi. Nükleer bombalarda kullanabilecek
teknolojiyi gizli bir şekilde geliştirmiş olmasını İran’ın niyetlerini aslında söylediği
kadar iyi olmadığını iddia eden çevreler var. Bu noktada tabii hakemliğine
başvurabileceğimiz çok fazla bir yer de yok. Evet, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı
çok ciddi bir kurum en azından böyle olduğunu biz biliyoruz ve onun açıklamaları
aldığı kararlar en başında artık görevi sona eren Diplomat Muhammed El Baradei’in
yapmış olduğu bana göre oldukça dengeli açıklamalar bir fikir veriyor. Ancak şunu
unutmamak lazım 1950’li yıllarda en başta bahsettiğim Eisenhower Doktrini ve
barışçıl için atom projesi çerçevesinde nükleer teknolojinin barışçıl amaçlı gelişimini
ve dağılımını dünyadaki sayısının artması ülkelerin artmasını sağlamaya yönelik
olarak 1957 yılında bir teknik birim olarak bu kurulmuş. Hani Uluslararası Atom
Enerjisi Ajansında çalışanların çoğu da orada ben de bir süre bulundum. Büyük bir
çoğunluğu da zaten mühendistir, bilim adamıdır, fen insanıdır; tabi bilimler fen, fizik,
kimya ve nükleer mühendislik gibi alanlardan gelmiş insanlardır. Dolayısıyla hem bir
polis gücü gibi orayı burayı didikleyen araştıran ya da böyle bir niyetle kurulmuş veya
statüsünde böyle bir yetkisi olan bir kurum olarak başlamamış süreci ama çok açık
birbirine karşı çok zıt taban tabana çok zıt iddiaların ortaya konduğu projede kafası
karışan insanların bu işin aslı nedir diye anlamak için başvurabilecekleri belki de
yegane kurum ve o kurum şunu söylüyor: İran’ın 1984’ten 2002’ye kadar aslında bize
bildirmiş olması ve bizim de gidip denetleyerek niyetleri konusunda bir fikre
varabileceğimiz tesisleri gizlemiş olması uluslararası antlaşmalardaki haklarını veya
yükümlülüklerini ihlal ettiği anlamına gelmez. Bu sadece bu yükümlülükler dahilindeki
denetleme rejimindeki bazı aksaklıkları işaret eder, ama biz tabii yetkimizi de
haddimizi aşmadan şunu söyleyebiliriz ki sahip olduğunuz bilim ve teknoloji ile bugün
İran nükleer silah yapmaktadır ya da İran nükleer silah yapmamaktadır diye kesin bir
şey söyleyemeyiz. Dolayısıyla burada şu anlaşılmasın Atom Enerjisi Ajansı topu taca
atıyor hayır. Atom Enerjisi Ajansı’nın hem saygınlığı, hem de görevi veya statüsü
gereği bundan öteye bir iddiada bulunması yani Amerika’nın baskısı altında evet İran
nükleer silah yapılıyor diye bir açıklama yapması ya da Arap dünyasının ya da
Müslüman ayrımının baskısı altında hayır yapmıyor diye bir açıklama yapması her
ikisinin de kesin verilere dayandıramayacağı için bugün itibariyle mümkün değil. Ama
Atom Enerjisi Ajansı şunu söylüyor eğer biz İran’la kapsamlı denetlemeler yapmak
konusunda bir antlaşma yapabilirsek şüphe duyulan bütün tesisleri gideriz şüphe
duyulan bütün insanlarla görüşürüz ve o zaman belki kesin olarak yapıyor ya da
8
yapmıyor diye bir karara varabiliriz şeklinde bir görüş ortaya koyuyor. Ama bunun
olabilmesi için 1990’ların sonunda hem Irak’taki gelişmelerden hem başka bazı
olaylardan ders çıkartılarak hazırlanan Atom Enerjisi Ajansı’nın denetlemelerini
yapmasına yönelik usul ve esasları belirleyen prosedürün yani ek protokolün İran
tarafından imzalanmıştır baskı altında. 2003 yılında 2002 yılında biraz önce
bahsettiğim o gizli bilgiler açığa çıkınca İsfahan ile ilgili olarak Natanz ile ilgili olarak
ama meclis tarafından onaylanmamıştır bunlar, onaylanmadığı için de yürürlükte
değildir ve Atom Enerjisi Ajansı da her istediği yere, her istediği noktaya girip kesin
karar verebileceği bilgileri, verileri elde edebilecek bir konumda değildir. Dolayısıyla
bugün itibariyle hele ki son bundan daha birkaç hafta önce Kumkent yakınlarındaki
ikinci bir gizli tesis açığa çıkması İran’la ilgili şüpheleri daha da arttırmıştır. Bu
noktada tabii ki hem bir bilim insanı olmak yani uluslararası ilişkiler alanında bu bir
bilim alanı mıdır değil midir hala tartışanlar var ama bir akademisyen kimliğine sahip
olan kişinin spekülasyondan uzak durması gerektiğini her zaman söylediğim için
benim de burada nihai bir görüş ortaya koymam mümkün değil. Ama en başta
söylediğimiz bir nokta var birincisi tehditler imkan kabiliyetlerin niyetlerin buluştuğu
noktada ortaya çıkıyor. İmkan kabiliyetleri nereden nereye geldiğini ve nükleer silah
yapmak için gerekli altyapının büyük oranda İran’da olduğunu düşünürsek ve
İran’daki hem bana açıkça söylenen veya birçoklarının da açıkça ifade edilen
basında da bulunabilen görüşlerden anladığımız kadarıyla ve birçok sebepten dolayı
İran’ın nükleer silah yapma konusunda niyetleri olduğunu işaret eden birçok bilgi var.
Bu sebeple İran eğer çeşitli araç ve yöntemlerle bu niyetinden bana göre var
olduğunu düşündüğüm niyetinden uzaklaştırılamaz ve sadece barışçıl çerçevede
nükleer programını geliştirmekte kifayet etmesi sağlanamazsa bana göre Türkiye
olmak üzere bölgesel güvenlik açısından çok ciddi sıkıntılar yaşanabilir. Çünkü şunu
unutmayalım. Bugün hiçbir nükleer silah sahibi olan ülke ben nükleer silah yapıyorum
diye dünyanın önüne çıkmamıştır. Çok basit bir örnek verebiliriz. Fransız
Parlamentosunda yapılan bazı konuşmalarda bazı parlamenterlerin verdikleri soru
önergelerine o dönemde nükleer projelerle ilgili olan kişilerin ve yahut onu takip eden
parlamenterlerin verdikleri cevapta hayır biz kesinlikle nükleer silah peşinde değiliz,
nükleer enerjiden sadece barışçıl amaçlarda faydalanmak istiyoruz. Bugün %78
oranında nükleer enerjiye bağlı elektrik enerjisi açısından Fransa nükleer silah gibi bir
niyetimiz yok demişlerdir. Ama özellikle Gaulle’nın etkisiyle bağımsız bir güç olma
iddiasını Fransa nükleer denemesini 1960’da gerçekleştirdikten sonra geri dönerek
bu sorgulandı zaten siz yapmayacağınız diyenlere başka çaremiz yoktu o şekilde
açıklama yapmak zorundaydık diye ifade kullanmışlardır. Birçok ülke mesela
bunlardan bir tanesi İsveç’tir. Anayasasının nükleer silahı saptamayı öngören
maddeler vardır. Ama bu maddeler uzun yıllar tartışılmıştır. Bir yandan nükleer
teknoloji silah yapabilecek parçalar tümüyle geliştirilmiştir, bilimsel teknolojik olarak.
Gerektiğinde çok kısa sürede silaha dönüştürebilecek altyapı sağlandıktan sonra
anayasaya bu hüküm konulmuştur. Birçok ülke antlaşmalara taraf veya taraf gibi
davranarak silahı açıkça yapmasa bile bunu yapabilecek altyapı hazırlandıktan sonra
belirli bir siyaset ortaya koymaktadır. Yani yapanların hiçbiri ben yapıyorum diye
yaptığı sürece kabul etmemiştir. O yüzden İran’ın nükleer silah yapmıyorum veya
bazı daha üst düzeydeki dini liderler tarafından yapılan açıklamalarda bunu zaten
dinimizde ve kutsal kitabımıza yani Kur-an’a aykırıdır gibi ifadeleri tabii ne kadar
gerçeği yansıtıyor onu zaman içinde göreceğiz. Fakat uluslararası ilişkilerde
spekülasyon yapmayalım derken bazı olasılıkları gözden geçirmeyeceğimiz anlamına
gelmez ki bu İran’ın nükleer silaha sahip olduğu takdirde bana göre en çok olumsuz
9
etkilenebilecek olan ülkelerden bir tanesinin Türkiye olması Türkiye’yle İran arasında
malumlarınızdır 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’na sürekli gönderme yapılır. O
dönemden bu yana 400 küsur yıldır bir denge oluşması ve bir dostluk barış havası
hakim olmasıdır. Ama tabii bu dostluk barış havasının taraflarının birbirini çok
sevdiğini sürekli kucakladığı anlamına gelmez. Bu savaşların olmamasının bir sebebi
de coğrafyanın buna çok imkan vermemesidir. Özellikle topoğrafik haritaya
baktığımızda orada savaş yapan pek akıl karı görünmemiştir. Dolayısıyla her iki
tarafta zaten en başta söylediğim nüfus olarak, toprak olarak, askeri güç olarak,
demografik olarak, ekonomik ve askeri olarak çok büyük bir niyetli ülkeler olarak
savaşa girişmemek akıllığını göstermişlerdir. Ama nükleer güç çarpan etkisi çok fazla
ve sahip olan ülkeye bazen onun aklını başını alabilecek birtakım şevkler kazandıran
bir güç haline dönüşebiliyor ki bunlar da mesela İsrail Orta Doğu’da izlemiş olduğu
“ben yaparım ve kimse bana bir şey yapamaz” şeklinde yaklaşımları arkasında
sadece Amerika’ya olan güveni değil bunu hiçbir zaman var ya da yok açıklamasa
bile nükleer gücüne olan bir bakıma güvencesi de kendisinin bugünü ya da bazı
politikaların sonucu olduğunu görebiliyoruz. Dolayısıyla ortadaki sürece baktığımızda
Türkiye açısından bu dengeyi sarsabilecek bir süreç ama tabii burada bizden önce
İran’ın nükleer silah sahibi olmasını istemeyen İsrail varken, Amerika varken
Türkiye’nin ortaya çıkıp bunu dünyanın en önemli meselesi haline getirmesi ve İran’la
karşı karşıya gelip son dönemde özellikle 1991 ortalarında yaşananları hatırlarsak
Türkiye ve İran arasında son dönemde oluşturulan iyi komşuluk ilişkilerinin
zedelenmesine yönelik adım atmasını beklemiyoruz. Ama başkaları birtakım adım
atacaksa da bu adımların sonuçları itibariyle Türkiye’yi de ve bölgeyi de olumsuz
şekilde etkileyecek noktaya gelmesini Türkiye istememektedir. O yüzden Türkiye’nin
uyguladığı politikalar daha ziyade uluslararası alanda ve de askeri birtakım tehditlerle
ya da rejim değiştirmek gibi gizli kapaklı birtakım plan projelerle değil, bu işin masa
başında İran’ı her ne sebeple nükleer silah sahibi olmak konusundaki tehdit
algılaması, uluslararası prestij, elit ve bürokrasinin desteği ülkesindeki siyasi ortam
ekonomik avantajlar bu uluslararası ilişkiler içinde neden devletler nükleer silah sahibi
olma yoluna gidiyor diye bir teori geliştirmiştir. Sebepleri bunlar olabilir açıklanmıştır.
Bunlar hepsinde daha fazlasını İran’da olduğu dikkate alınırsa İran’ın bu yola
gitmesine sebep olan faktörlerin hiç değilse bir kısmı düşmanlıkla tehditle vururuz
kırarız dökeriz demekle ya da içerden ulusallık dönemi gibi içerden hareketle rejim
değiştiririz gibi hayallere kapılarak değil, Türkiye’nin birçok dış politika uygulamasında
olduğu gibi ki bence Amerikalılar bunu telkin etmeye çalışıyor. Masa başında el
uzatmak, uzatılan eli tutmak ve bunun zamanla yumruğa dönüştürmeyecek şekilde
bunun kalıcı olacağı mesajını vermekle ancak mümkün olacağını düşünüyoruz ve
diplomasinin bu alanda çok ciddi olarak tabii ki sonuna kadar önermesi gerektiğini
ben her zaman için düşünüyorum. Ama şunu da unutmamak lazım yani burada
Türkiye uluslararası ilişkiler hatta dış politikanın temel prensiplerinden biridir buna
karşı çıkanlar var saygıyla karşılıyoruz. Ama tarihsel deneyim bunun doğru olduğunu
göstermiştir ki uluslararası ilişkiler alanındaki çok dinamik, kaygan bir süreçtir.
Dolayısıyla çok dikkatli olmayı gerektiren bir süreçtir. Ebedi dostluklar da ebedi
düşmanlıklar da yoktur; bu dinamik süreçte ortaya çıkabilecek olan fırsatları
değerlendirmek krizlerden ya da risklerden kaçınmaktır gibi bunun önlemlerini
almaktır uluslararası ilişkiler dış politika bütün bunlar. Dolayısıyla Türkiye ki bunu
yapabilecek bana göre diploması bürokrasi akademik program çok ciddi birikim de
var; uluslararası ilişkilerin kitabını yazmış bir Dışişleri Bakanımız olduğunu
düşünürsek bu noktada Türkiye duruşuyla net bir mesaj vererek “İran seninle olan iyi
ilişkileri kesinlikle çok ciddiye alıyorum benim için de muhakkak çok bunun faydası
10
var ama nükleer silah sahibi olman benim için ciddi tehdit oluşturmaktadır. Tamam
sen belki bunu bana karşı kullanamayacağının garantisini verebilirsin. 5 sene, 10
sene, 20 sene sonra bu silah bu teknoloji geldiğini bilim unutmaz diye bir kavram
vardır; cin şişeden çıktıktan sonra geri sokulmaz. Malum bu teknoloji başka
yöneticilerin elinde ne hale gelir bilemiyorum” diyerek buna karşı duruşunu diplomatik
üslup ve usuller çerçevesinde net bir şekilde ortaya koyması ve uluslararası alandaki
bu çabalara destek olması gerekir. Tabii bunları yaparken bir yandan da olası
tehditleri hesaba katmak lazım çünkü devleti yönetenler olaylar karşısına çıktıktan
sonra ne yapsak diye oturarak karar veremezler. Çünkü zaman yetmeyebilir ve
olaylar sizi alıp götürebilir. O yüzden zaman zaman basına yansıyan ve sanki tek
düşünceymiş tek senaryoymuş gibi çok ciddi tartışılan bazı senaryolar çok
öncesinden olasılık hesapları, çeşitli ortamlarda asker, sivil, bürokrat akademik çeşitli
ortamlarda yapılır ya da bu ortamlarda en iyiden en kötüye kadar senaryolar ortaya
çıkartılır ve hangisi gerçekleşirse o senaryonun daha önceden çok ciddi ve dikkatli
düşünmüş adımları uygulamaya konur, devlet bu şekilde çalışır. Türkiye’nin iyi
senaryosu zaten yok; ilişkiler iyi ama kötü senaryo durumunda kendisini
koruyabilecek tabii ki askeri açıdan birtakım imkan kabiliyetleri geliştirmesi o sırası
diplomasinin yanına çok ciddi birtakım teknolojiler elde etmesi önemli, burada ben
hava gücüne her zaman inananlardanım. Çünkü hava gücü hem size bir korunma
sağlayabilir bir kalkan sağlayabilir hem de tabii hava gücünüzün yapısına bağlı olarak
bu yakıt ikmal uçaklarıyla ve yahut Avaks gibi erken uyarı uçakları ya da uzun
menzilli uçabilecek yeteneğiniz de varsa derin vuruş yeteneği sağlar. Yani size karşı
füzeyle bile saldırsa siz gidip bunun can alıcı noktalarına sızarak gidip orada bir
tahribat yapabilirseniz veya bunu yapabileceğinizi gösterirseniz karşı tarafın ilk
saldırıyı yapması düşüncesini bir kere daha gözden geçirir. O sebeple hava gücünü
arttırması ve tabii hava savunma imkanlarına gelişmesi lazım ama tabii savunma
sadece havada değil karada da oluyor.
Bu da bizim eşimle beraber yazmış olduğumuz bu yılın başında piyasaya
çıkan bir kitap, sizlere de tavsiye ederim. Burada anlattıklarımın bir
kısmını DNR kitapta bulabilirsiniz. (Global Security Watch-Turkey;
Mustafa Kibaroğlu, Ayşegül Kibaroğlu. ISBN: 0–313–34560–0.
Greenwood 2009, 192 s. Dili: İngilizce.)
Soru: Önümüzdeki 15–20 yıl içerisinde biraz daha uzun süre içerisinde sizce
dünyada gözle görülür ne tür değişiklikler olacak –doğuyla batı arasında– siz ne
düşünüyorsunuz bu konuda neler olabilir?
Doç. Dr. Mustafa Kibaroğlu: Bilim yapmanın amacı nedir? 1- Anlamak: İster iklimde
olsun, ister zoolojide olsun, ister yazı bilimi olsun, ne olursa olsun. Ne olmuş ne
oluyor bunu anlamak lazım. 2- Açıklamak: O konuda yeterli donanımı olmayanların
bile anlayacağı lisanla. 3- Geleceği öngörmek: İnsanın en temel niteliklerinden bir
tanesi merak ve bu merakın bir şekilde karşılanması gerekiyor. Dolayısıyla bizim
uluslararası ilişkilerde yaptığımız ki ben her dönem derslere başlarken hangi dersi
veriyorsam vereyim çoğunlukla güvenlik, dış politika kurumunda mastır, doktora ya
da lisans 3–4 sınıf 3. 4. sınıflara veriyoruz. Hep söylediğim bir şey var sosyal bilimler
zaten epeyce tartışılıyor.
11
Bana göre hala bitmedi, ne kadar bilimlerle karşılaştırır, öngörme yeteneği hep
sorgulanır. Ama yine de sosyal bilimler içinde sosyoloji gibi bir yerde görevimiz
insanları bir yerden gözlemleyerek davranışları not ederek belirli birtakım davranış
biçimlerini ortaya çıkartarak oradan hareketle tümevarım bir öngörü de
bulanabilirsiniz ya da ekonomi alanında ne bileyim Merkez Bankası gidip ya da bazı
dış ticaret müsteşarlığına başvurup “ben şu konuda araştırma yapıyorum bana bu
konuda bilgiler verin ki data sağlayayım veritabanı sağlayayım, ben de bunun üzerine
bir model kurdum bakalım ne sonuç çıkacak” diyebilirsiniz. Her ne kadar bir
laboratuardaki kimya, fizik deneyi gibi ya da mühendislik gibi kesin sonuç vermese
bile üç aşağı beş yukarı sosyal bilimler alanında da öngörüde büyük oranda güvenilir
öngörülerde bulunma yeteneğimiz var ama uluslararası ilişkilerde bu çok zor. Çünkü
uluslararası ilişkiler doğası gereği gizlilik arz eden konularda büyük oranda ilgileniyor.
Tabii uluslararası ilişkileri sadece güvenlik konusuyla indirgemek istemiyorum. Bunun
1990’larda küreselleşen dünyayla birlikte bunu uluslararası ilişkilerin envanteri de çok
büyük bir oranda gelişti. Ama çıkış noktası hala insanların en önem verdiği
boyutlarının bir tanesi güvenlik ve güvenlikle ilgili araştırma yapan insanlar eğer siz o
çevrelerin birebir içinde ve etkili konumunda değilseniz, yani bir gizli servis ya da bir
askeri ya da sivil koruma çalışan olarak bilgi belgeye ulaşma imkanınız yoksa,
dışarıdan bizim gibi akademisyen olarak bir şeyleri anlamaya çalışıyorsanız o
bilgilerin gerçeklerini ancak aradan yıllar geçtikten sonra resmen o da ne kadarı
tamamıyla açıklanır bilinmez, açıklandığı zaman ulaşabilirsiniz. Bizim bilgiye erişmek
konusunda ciddi bir sıkıntımız var. Ama peki o zaman biz herkes televizyonlara
çıkıyor yorumlar yapıyor şu olacak bu olacak bu olmayacak gibi kesin ifadeler
kullanıyor neye dayanarak bunu yapıyor? Eğer gerçekten bu orada popülizm
yapmıyorsa halkın karşısında bir şeyler söylüyor biliyor havası yaratmak değil de
gerçekten halkı bilgilendirmek için bir şeyler söylüyorsanız muhtemelen bunu yaptığı
araştırmalarla ve bizim için geçmişte açığa çıkan resmi belgeler ki bunlar sadece
arşivler dokümanlar değil, belli dönemleri yaşamış olan insanların sözlü ya da yazılı
olarak anlattıkları ki onların da tabii doğru olup olmadığı ayrı bir konu. Biz o
bilgilerden hareketle devletlerin genellikle olaylar karşısındaki davranış sahipleri
bellidir. Eğer geçmişte benzer bir olay karşısında şu şekilde davrandılarsa bugünkü
benzer olay karşısında muhtemelen böyle davranıyorlardır diyebiliriz. Demin bir örnek
verdim Fransa gizledi yapmıyorum dedi sonra kusura bakmayın yapmaktan başka
çaremiz yok dedi. Efendim İran’da mesela Natanz’daki 2002’de o açığa çıkmıştı.
2004 Aralık’ında 2005 Mart’ında gittiğimde niye Natanz’daki tesisi açıklamadınız
dediğimde aşağı yukarı aynı cevabı aldım. Eğer açıklamış olsaydık Amerika bize
bunu kesinlikle bitirtmezdi. O kadar da haksız değiliz dedi. Dolayısıyla demek ki
ülkelerin olaylar karşısındaki davranışları hem kendi işlerine hem de başka ülkelerle
benzerlik arz ettiği biz oradan hareketle analoji dediğimiz yani benzerlik kurma
yoluyla birtakım olayların nasıl gelişebileceğini öngörebiliyoruz. Tabii 10–15 yıllık bir
öngörüde bulunmak hatta bazıları işte yok Stratfor çıktı yüz sene sonrasını filan
gerçekten ben onları ciddiye almıyorum yani göz ucuyla bile bakarak gözümle
görmek istemiyorum. Çünkü bu öyle bir şey ki yani ben buraya üç tane zayıf demir
ayak koysam bunun üzerine bu salon kadar büyük bir platformu tutturamam
oturtamam ancak belki 2 m çapında bir şey koysam üstüne atıp. Demek ki tabandaki
bilgi ne kadar sağlam olursa onun taşıyabileceği öngörü alanı o kadar büyük olur.
Ama bakıyorsunuz Teksas’ta kendine menkul bir Stratfor çıkıyor başındaki adam şu
olacak bu olacak yüz sene sonra bu bunu söylemek için gerçekten insanüstü birtakım
şeylere özelliklere sahip olması gerekiyor.
12
Bana göre zaten bu konuda mantıklı çalışan, konuşan herkesin söylediği şu var
uluslararası ilişkilerde kısa dönem hemen bugünle yarındır yahut 1 sene sonrasıdır
orta vadede 3–5 senedir, uzun vade 10–15 senedir. Onun ötesinde çok büyük
birtakım öngörülerde bulunmak ancak geçmişten gelen bazı trendleri yani geçmişten
bir akım geliyor ve bunun ne yönde gidebileceğini umut sağlamayı yakalarsanız daha
o zamanlar belki bir yolunu bulabilirsiniz. Benim o sebeple sürecektir 10–15 sene
sonrasıyla ilgili olarak. Eğer İran nükleer beklentileri bakımından ve yahut hedefleri
bakımından kendi söylediği gibi salt barışçıl çerçevede bu kazanımlarını tutacak ve
bunun garantilerini verebilecek ise Orta Doğu 10–15 sene sonrası için yine Arap İsrail
sorunuyla muhtemelen uğraşacak olan bir Orta Doğu olarak devam eder. Ama eğer
İran ki bana kalırsa teknik bilimsel açıdan teknoloji açısından çok yakındır yani
geçmemişse tam net bir şey söylemek mümkün değil. Nükleer silah yapma açısından
bana göre oldukça yakındır. Bu çabaları silaha dönüştüğü takdirde bunun sayısı
kamuoyunun diplomatik vs barışçıl girişimlerine rağmen o zaman bu bölgede çok
kısa sürede çok sayıda ülkenin de bu yola gittiğini ve sonuç aldığını görebiliriz ve bu
maalesef dünyayı bırakın sadece Orta Doğu’yu dünyayı yaşanmaz bir hale getirebilir.
Ben nükleer silahın yayılmasını önlenmesi konusunda çalışan ve nükleer silahları
silah olarak bile tabir etmekten uzak durmaya çalışan bir insanım. Bana göre bunlar
katliam araçlarıdır ve silah tabirinin kendine has bir anlamı, hukuku vardır ki bütün
silahlara da karşıyız o ayrı mesele. Ama nükleer silahlar özellikle ki biyolojik silah
kimyasal silah daha az olabilir ama nükleer silahların maalesef kullanıldığı bir ortam
geri dönülmez sonuçlar yaratır. Ben Hiroşima’ya da gittim, orada bomba patladı
Nagazaki’de denilebilir ki hala yaşam sürüyor. O gün patlayan bomba şöyle düşünün:
Buraya otobandan gelirken görüyorsunuzdur kamyonlar var onların her biri 10 ton
veya 10 bin kilo yük taşır, taş veya çimento her neyse. O kamyonlardan 2 bin tanesini
bir araya getirin her birini 10’ar ton dinamitle doldurun, 2 bin tane kamyonu aynı anda
patlatın Hiroşima’daki Nagazaki’deki patlaya eşdeğer patlamaya neden olur ve bir
yandan da aklınızın bir kenarına da İstanbul’a HSBC Bankası’nın önündeki patlama
150 kilo sadece patlamayla ne hale dönüştürdüğünü düşünün. Dolayısıyla ki bu
patlamalar primitif dediğimiz ilkel nükleer silahlardır. 1950’li yıllarda yapılan termo
nükleer silahlar ve yahut hidrojen bombalarının her birinin içinde binlerce Hiroşima,
binlerce Nagazaki bombasında olduğu gibi yani 1,5–2 milyon tane o tip kamyonun
her biri 10’ar ton dinamitle dolu. Sovyetler Birliği’yle Amerika’nın birbirini hangisi önce
davranırsa davransın diğerinin muhakkak karşılık verebileceği bir yeteneğe sahip
olması sayesinde atlatılmış bir cinnettir bu. Ama gerek Orta Doğu’da, gerek Güney
Asya’da, Hindistan, Pakistan ya da dünyanın başka bölgelerinde bu silahlar yayıldığı
takdirde benim inandığım bir şey var bir yerde silah varsa o gün gelir bir yerde
kullanılır. Bu kullanıldığı takdirde de yani ne tarih boyunca herhangi bir en büyük
Napolyon Savaşları olsun, Mohaç olsun aklınıza hangi savaşı gelirse getirin. Yanında
hatta efsanesi yapılacak kadar büyük ve geri dönülmez etkileri olur. Dolayısıyla
aklıselim sahibi hiç kimsenin ben belki sözümüz olacak ama nükleer silah taraftarı
olmasını kabul edemiyorum anlayamıyorum da hele bazı bilgiler verdikten sonra “yok
canım yine de olsun bu iyidir bizi savunmaya yöneliktir” denilmesini çok kabul
edemiyorum daha fazla bir ifade de kullanmak da istemiyorum herkesin de fikrine
saygılıyız ama dünyanın hele bu ekibin hırsına kapılarak her türlü adım atabilecek
bazı insanların olduğu hadi onları da bırakın bunlar devlet ve devleti yöneten insanlar
caydırılabilir. Terör gruplarının eline geçerse ne yapabilirsiniz? Terör gruplarının
sahip oldukları imkanları gözlerini kırpmadan dahi kullanabildikleri örnekler daha
yakın zamanda varken nükleer silah sahibi oldukları takdirde ki her terör grubunu
13
bunun içine dahil etmiyoruz. Çünkü onların belli siyasi söylemleri var ve bu siyasi
söylem toplumun bir kesimini ya da dünyanın diğer kesiminin nefretini kazanmamayı
yöneliktir. Sempatisini kazanmak bir yana birde nefret kazanmamaya yöneliktir yani
onlar kimyasal nükleer biyolojik silah kullanmak istemeyebilirler. Ama bazı gruplar var
ki bu işi mistik açıdan dini açıdan başka boyutlarda konuya baktığımda bu silahı
kullanmaktan bir saniye dahi geri durmayacağını bize hissettiren kendi açıklamaları
vardır. Dolayısıyla böyle bir uluslararası konjonktürün uluslararası ortamda bizde de
olsun, bu silah oldu mu kimse sana dokunamıyor, kabadayılar ligine giriyorsun gibi
konuyu çok sulandıran çok basite indirgeyen bir yaklaşımı kabul etmiyorum. O
yüzden önümüzdeki 10–15 senenin ne olacağını belirleyecek olan olaylardan bir
tanesini ki biri Nobel Barış Ödülü verildi bana. Benden Haber Türk gazetesi kısa bir
yorum istemişti yazdım. Bana göre Obama’ya teşvik primi verildi. Futbolda olmaz
sadece bu işler. İran’a karşı hazır W.Bush’un tersine iyi bir tutum sergilemişken sakın
geri adım atma bak biz seni barış adamı ilan ettik savaş adamı olma ifadesi. Şunu da
unutmayalım Şimon Peres İsrail nükleer silahlarının da başında olan bir kişidir. O da
barış ödülünün değerini biraz tartışmaya açıyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemi
belirleyecek olan faktörlerden bir tanesi –bir yandan ki bunu kesinlikle bağımsız
göremeyiz– Amerika’nın ve Rusya’nın, tabii ki İsrail’in, Fransa’nın ve İngiltere’nin
sahip oldukları bu nükleer ve diğer imha silahlarından ne kadar süratte ve kararlılıkla
ve ne oranda bunlardan arınacakları çünkü başkasına yapma derken antlaşmalar izin
veriyor vermiyor o ayrı tartışmadır ama sokaktaki vatandaş anlamak istemez ve
anlaması da gerekmez. Ama bu silaha sahip olanların sayısının azalmadığı bir dünya
10–15 sene sonra çok ciddi bir tehdit altında olacaktır. Şunu belki bir not olarak
söyleyeyim. Burada benim bahsettiğim benim bir web sitem var orada birçok
yayınlanmış olan eserlerime bakabilirsiniz öğrenciler için hazırladığım kolaylıkla
indirebileceğiniz makaleler var. Ben 1995 yılında Nobel Barış Ödülü almış olan
Guvernörler dediğimiz kurulun yönetim konseyine seçildim 2007 Ekiminde. 4 yıllığına
ya da 5 yıllığına tam hatırlamıyorum. Muhtemelen daha sonra devam edecektir.
Dolayısıyla bu sadece oraya seçildiğim için değil zaten seçilmemin de düşüncelerimin
sonucudur ama dünyanın geleceğine değinecek olan faktörlerden bir tanesi tabii
herkes kendi açısından dünyaya bakabilir kendi konusunu önemli sayabilir ama biraz
önce bahsettiğim evrensel boyutta yıkım etkisi olabilecek olan silahlar yani kitle imha
silahları ne oranda yayıldığı veya yayılmadığı konusuyla çok bağlantılı olacaktır.
Çünkü diğer tüm güvenlik konuları bununla karşılaştığımız zaman önemini büyük
oranda kaybediyor.
Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim
Görelisi Doç. Dr. Ulvi Keser: Bir dönem Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri
Tuncer Kılınç tarafından küresel güç Amerika karşısında Rusya, Çin ve İran’ın da
bulunduğu bir paktın kıtasal güç olarak gittikçe büyüdüğü ve önem kazandığı
belirtildi. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki bir bölgesel güç ve büyümekte olan bir güç
olarak böyle bir işbirliğinin içerisine girmesi daha uygun olacağı belirtildi. O dönem
epey tepki görmüştü. Bugüne dönük olarak Türkiye için söylüyorum. Böyle bir işbirliği
en azından askeri manada sizce mümkün müdür, bu birinci sorum. İkincisi aktüel bir
konuyla ilgili az önce belirttiğiniz uluslararası ilişkiler veya dış politika manasında
şüphesiz özellikle askeri bilgiler tabii ki belli sürelerle açıklanması söz konusu değil
ama görülen bazı gerçekler var herkesin bildiği en azından kamuoyunun bildiği
paylaştığı gerçekler var. 10 Ekim tarihinde imzalanmış bir mutabakat var biliyorsunuz.
Bir tarafta İsviçre var, Ermeni soykırımını resmen tanımış bir tarafta Fransa var.
14
Amerika tanımış ama nazlanan bir yapının içinde bir tarafta da doğal olarak
Ermenistan var. Bu dört ülkenin hangi gayeyle Türkiye’yi ille de gelin bir antlaşmaya
varın şeklinde zorlamanın içine soktuğunu mu düşünüyorsunuz acaba? Burada da
şüphesiz uluslararası ilişkilerde menfaat hemen her şeyin temelinde ama Türkiye’nin
avantajlarını veya geleceğine yönelik pozisyonunu olumlu yönde etkileyecek bir şey
bu ülkeler tarafından sizce düşünülmüş müdür?
Doç. Dr. Mustafa Kibaroğlu: Öncelikle birinci sorudan başlarsak yani o dönemde de
yani 2002 yılıydı yanılmıyorsam Tuncer Kılınç Paşa bu açıklamayı yaptığında benim
o zaman ki reaksiyonum şuan kinden farklı değildi; hangi ülkelerle hangi ortak
paydalar çerçevesinde bir araya geleceklerini bu ortak paydalarının ne anlam ifade
ettiğine bağlı olarak değerlendirebilirler. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya giriş
sürecini o dönemde algıladıkları tehditleri Türkiye’yi NATO’ya sokmak istemeyen
Amerika’nın bölgesel beklentilerinin örtüşmesi döneminde NATO ittifakının içine
girdiğini biliyoruz. 25 Antlaşması’nın artık geçerli olmadığı Rusya tarafından
açıklaması, iyi komşuluk ya da dostluk antlaşmasını ve birtakım talepler bu tür
belgeler artık herkesin konuştuğu konular. Artı Türkiye’nin NATO’ya girmesi
karşısında Fransa’nın İngiltere’nin karşı duruşundan yararlanarak Amerika’nın ısrarı
yani bir ortak payda bizim tehdit algılamamız onların bizi içerde görmek istemesi işte
Kore Savaşı’ndan sonraki bunun etkisi Türkiye’yi bu ittifakı kurmaya yönlendirmiştir
ve soğuk savaşın şartları ittifakı dağıtmadan tutmayı gerektirdi. Yani bu sadece
Türkiye’nin değil, ittifak içinde olan bütün ülkelerin ortak çıkarı olarak göründü hem
NATO hem de özellikle Almanya’nın Batı Almanya’nın o dönemde NATO’ya
girmesine reaksiyon olarak kurulan Varşova Paktı’nın da kendi içinde Sovyetler Birliği
derdinde bir arada kalması, Soğuk Savaş bittikten sonra biz maalesef soğuk savaşı
10 sene falan bitirmedik yani hem kafamızda buna hem ikinci bir emre kadar soğuk
savaş bitmemiştir gibi bir anlayış Türkiye’de hakim kılındı. Ben çok iyi hatırlıyorum
1992 yılı başlarında Amerika’nın her zaman için önem verilen söz ürünlerinden ulusal
güvenlik müessesi National Defence University’den gelen bir uzman “Soğuk Savaş
bitti bundan sonra Türkiye’yle Amerika’nın çıkarları hem çakışacaktır hem de
çatışacaktır” dendiğinde çok büyük bir tepki almıştı. Hadi oradan Türklerle
Amerikalılar ebedi dost ezeli dost şeklinde yaklaşım ve Türkiye soğuk savaşın bittiğini
çok geç fark etti birçok kurumuyla insanıyla. Ondan öncede zaten güvenlik konularına
angajeye çok fazla devletin kurumları dışında insanlarımız uzmanlarımız hem pek de
olumlu karşılanmadığı için fırsat verilmediği için hem de o konularda çok cazip
olmadığı için girmemişti. Ama 90’lı 2000’li yıllarda Türkiye’de uluslararası ilişkilerin
nasıl geliştiğini görüyoruz. Düzinelerce üniversitelerde bölüm oluşturuldu. Türkiye bu
konuyu tartışıyor. Dolayısıyla tartışılan konulardan bir tanesi de eski kalıplarla mı
düşüneceğiz ki NATO’nun bugünkü durumu geçmişteki ortak güvenlik ortak
savunmadan ortak güvenliğe dönüşen terörle mücadeleyi merkezine alan büyük bir
dönüşüm geçiren en önemli komutanını ortak dönüşüm müttefik dönüşüm
komutanlığı olan bir yapıya dönüştü. Türkiye bunun içinde mi kalacak yoksa yeni
arayışlar, yeni dengeler oluşturma yolunda gibi zihin egzersizleri yapıyordu. Tuncer
Kılınç Paşa’nın söylediklerinden bir tanesi Türkiye artık NATO’dan çıkmalı ve İran’la
Rusya’yla ittifak yapmalı ve bu noktada benim reaksiyonum şuydu: Tamam biz İran’la
Rusya’yla ittifak yapabiliriz ama İran, Rusya bizimle ittifak arayışında mı? O dönem
bunu o çevrelerde yani Rusya’daki akademik ve düşünce kuruluşlarının olduğu
çevrelerden İran’daki düşünce kuruluşları akademisyenlerle zaman zaman bir araya
geldiğimiz diplomat siyaset adamlarıyla konuştuğumuzda böyle bir öneriden zaten
haberleri yoktu hem de böyle kaşlarını kaldırıp nereden çıktı bu, bunlar ne getirebilir
15
gibi durumlar oluyordu. Tamam, bunlar samimi dışarı verilen pozlardan
bahsetmiyorum yani siyasi olanlar. Dolayısıyla ben böyle bir zeminin ortak paydanın
olduğunu pek düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’nin her ne kadar son dönemde daha
vurgulanarak komşularla sıfır sorun gibi daha kolay anlaşılabilir birtakım imgelere
indirgenmiş olsa bile son dönemdeki politikasındaki barış arayışlarının Rusya’nın ve
İran’ın özellikle de Türkiye’nin baktığı yönlerden biri olan Türk Dünyası göz önünde
çok da güçlü bir ortak payda bulunduğunu düşünmüyorum. Yani burada çıkar
çatışmalarının halen kafalarda olduğu Rusya’da da İran’da da Türkiye’de de ortak
paydayı bir araya getirmekte zorlayan faktör olduğunu görüyorum. Dolayısıyla
Türkiye İran ve Rusya kime karşı ittifakta nasıl olsa bir tehdide karşı bir anlayışa karşı
olacak. Kime karşı olabilir İsrail Amerika ilişkisine karşıysa o zaman siz %80 askeri
bağımlılığınızı sıfırlamanız lazım veya bunu diğer taraftan Rusya’ya ya da başka
ülkelere tedarikçi olarak bulmanız lazım ki zaman zaman bu teklifler Türkiye’ye
yapılıyor. Birçok ihalenin ki bunlardan en son Rusya’nın nükleer santral kurma
ihalesini de hala Rusya’ya verilmemiş olması içeride bu konularla ilgili bazı dirençleri
olduğunu gösteriyor yani eski yükümlülüklerin eski bağlantıların bunlardan
vazgeçememe şeklinde. Ben o sebeple bir Türk- İran- Rus ortak paydasının hatta
bunun daha ileri düzeyde ittifak boyutuna ulaşacağını tahmin etmiyorum çünkü
bunun sebebi bizim istememiz değil karşı tarafın da ortak paydaya getireceği bir
şeylerle olması demektir, tabii bu benim yaklaşımım. Yani net olduğunu
düşünüyorum söylediklerimin. İkinci konu protokol meselesi bu konudaki yorumum
tabii ki hem bu kitapta da ilgili bölümünde var Ermenistan’la olan ilişkilerde ben en
baştan şunu söyleyeyim: Tabii uluslararası ilişkiler yönetim üyesi olmadan hatta
öğrencisi olmadan Galatasaray Lisesi’nin öğrencisi olmanız zaten yetiyor,
Fransızların bir kısmı Ermeni asıllı olduğu için sabahtan başlayıp akşama kadar
süren mücadeleler, soykırımdı değildi tartışmaları biz bunları çok zaman yaptık.
Halen aynı fikre sahibim bizim Türk vatandaşlarının arasında bunu sorgulayanlar var
haktır herkes her şeyi söyleyebilir. Açık bir toplum olduk en azından bu yönde
ilerliyoruz. O da şu ben atalarımın böyle bir insanlık suçu işlediğine inanmıyorum.
Hele ki birçok bakımdan örnekler veriliyor ama bakın şu örneği aklınıza getirin
Gelibolu’ya Çanakkale’ye gidenler varsa zaten orada müzelerde hatta biraz dikkatli
bakarsanız yerlerde görmüşünüzdür. Havada kurşunların birbirine çarptığı kadar
yoğun ateşin olduğu yani bir kurşunun başka bir kurşuna çarpma olasılığının
saniyedeki hızını ve değişik yerlerden de atıldığını hesap ederseniz bunun ne kadar
küçük bir olasılık olduğunu ancak çok ama çok ama çok yoğun bir savaş ortamında
olabileceğini dikkate alırsanız aynı günlerde yani 15 Mart, 15 Nisan kışa yakın aynı
günlerde bundan yaklaşık 2000 km Doğu’da sistemli bir soykırımı Türk insanının
yapması teknik olarak da mümkün değil. Bırakın böyle bir niyeti olmadığını zaten ben
böyle bir niyet olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir insanlık suçunu işleyecek bir
medeniyet değiliz biz. Bizim geçmişimiz var tarihin hiçbir döneminde bunu düşünecek
bir kara leke olsaydı çoktan defalarca abartılarak en azından ortaya konurdu. Bu
dönemde bunu kesinlikle kabul etmeyin. Ama son dönemdeki özellikle Türkiye’nin bu
konuda üzerine gelinmesinin çok önemli bir boyutu da var bugün ki bu Türkiye’de
60’lı 70’li yıllardan sonra tekrar hortlamıştır Diaspora etkisi 74 harekatının Yunanistan
ve Yunan Lobisiyle Türkiye’nin Amerika’da karalanmaya başlaması dolayısıyla
Midnight Express’i Filmi çekilmesine kadar giden dönem vs. o dönemde Türkiye bunu
soğuk savaştaki konumunu da kullanarak Amerika için vazgeçilmezliğini de
kullanarak konu senatoya geldiğinde bak üstleri kaparız ha ya da şunu yaparız gibi
tehditlere bertaraf etmenin de hakkıyla bu konuya biz fazla eğilmedik. Birkaç isim;
Hasan Köni, o dönemlerde bunun mücadelesi veren birkaç akademisyenimiz de var
16
ayrıca Bilay Şimşir ilk başta sayabiliriz. Ama ne zaman ki konu özellikle soğuk
savaşın bitmesi Türkiye’nin gerek Batı nezdinde gerek Amerika nezdinde ya da Batı
deyince hem Avrupa’yı hem de Amerika nezdinde hatta başka bölgelerde bile
PKK’yla olan mücadelesini yoğunlaştığı dönemde İnsan hakları ihlali gibi suçlarla
sürekli suçlanması döneminde bu konu tekrardan gündeme geldiğinde Türkiye’de
artık ya bu iş kongreyi ikna etmekle her sene birkaç kişi göndermekle olacak değil; bu
işin araştırmasını daha somut temellere oturtalım dediği bir dönem başlar. Mesela
bunlardan bir tanesi de Bilkent’te bu yönde bir merkez kuruldu çok çalıştı çalışmadı o
ayrı bir konu ama Türkiye’de 90’lı yılların ikinci yarısına gelindiğinde ve 2000’lerin
başında daha sistemli bilimsel yöntem kullanan ve bilimsel yöntem kullanmada bazı
verilere bilgilere ulaşan ve o bilgiler sayesinde de karşısındaki muhataplarının bir
kısmını ikna etmeye başladığı zaman karşı taraf çok ciddi bir strateji değişikliğine
gitti. O da bana dediler ki bu adamlar konuştuğu zaman bizi alt ediyorlar. O zaman
konuşturmayalım. İşte ben o zamandan hep dikkati çektim yani bazı ortamlarda
kayıtlıdır bunlar. Hep şunu söyledim bu konunun bizim bu konuyu konuşmamızı dahi
engellemek isteyecekler kanunlar geçirecekler, nitekim bunu birçok ülke yaptı
bunlardan biri de İsviçre’ydi ve geçen gün TRT’de bunu canlı olarak televizyonda
söyledim telefonda bağlandılar. Zürih Üniversitesi’nde Dışişleri Bakanı Perception
dergisi vardır bilirsiniz. 97 sayılarından bir tanesi sanırım ikinci sayı yaz dönemine
denk gelen sayılar Süleyman Demirel’in bir yazısına yer verdi, Türkiye’nin seküler
yapısıyla ilgili Türk hayatı, çok güçlü bir yazısı var Ermeni iddiaları karşısında
dünyaya dağıtımı yapılan bir dergi Zürih Üniversitesi senatosu zarfa geri koyuyor
mektup koyuyor diyor ki biz bu iddiaları kabul ediyoruz. Bu iddiaları yoktur diyen ve
bizim kabul etmediğimiz bir dergiyi kütüphanemize koymayız diyerek geri gönderiyor
ve biz o üniversitelerin protokolümüze alıyoruz. Bu kayıtları Türk diplomasisinin biraz
daha hassasiyetle ele alması ve daha da önemlisi İsviçre’de bir siyasi partinin
liderinin biraz belki gösteri midir değil midir o ayrı bir olay ya da Türk Tarih Kurumun
Eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun yargılanması gibi birtakım adımlar atmış olan bir
ülke böyle bir protokol imzaladık işin bir boyutu bu yani en azından konuya bakış
böyle.
Uluslararası alanda birtakım konuları yok saymakla bu konular buharlaşmıyor ve siz
ki hele bazı toplumlar burada hiç kimseyi hiç kimseye karşı düşmanlığa veya nefrete
sevk etmiyorum tam tersini söylüyorum biz öyle yapmayalım. Ama bazı toplumları
bazı devletlerde gerek eğitim sistemleriyle gerek başka birtakım birimleriyle daha
çocuklar neredeyse yürümeye başladığında bize yönelik veya başka toplumlara
yönelik nefreti aşılıyorlar ve bunlar zaman içinde çeşitli kurumlarda yer alıyorlar.
Bakın Türkiye’nin uluslararası hukuk konusunda deniz hukuk konusunda
danışabileceği bütün bilim adamları neredeyse dünyada görüş alabileceği
uluslararası mahkemelere gittiğinde bu da bizi destekleyen görüştür diyebileceği
kişilerin hemen hepsiyle Yunan Devleti ve onun bazı birimlerini temsiliyle ilgili
anlaşmışlar görüş almışlar ve adamların görüşleri bağlamıştır. Biz gittiğimizde diyor ki
ben bilmem kaç yıl önce böyle bir görüş yazdım şimdi tersini yazamam. Aynı şeyi
diğer konuda da yani soykırım iddialarında da geçerli dolayısıyla bizim dışımızda çok
geniş bir çevrede çok derinlemesine ve kapsamlı bir yapılanma oluşmuş ve biz bu
yapılanmayı 70’li 80’li yıllar boyunca arada bir birtakım insanlar göndererek aşmaya
çalışmışız. Son dönemi biraz araştırmalarla yapmaya çalışmışız. Bütün bunlar devam
ettiği sürece artarak da devam ettiği sürece Türkiye’nin sıkıntılar yaşaması
kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bence geçen sene o futbol maçı diplomasisi denilen
süreçte bir fırsat yakalandığını düşünüyorum.
17
O da Türkiye’nin en temel tezi ki ben birebir ister bir kişi olsun ister bir topluluk
önünde olsun bunu yapmışımdır yurtdışında yaşayan Ermenilerin bulunduğu
topluluğa hitap etme şeklini orada söylediğim net bir şey vardı ve onlar bunu hakaret
kabul ederler. Yani en ağır küfürden daha ağır affedersiniz küfür olarak kabul ederler.
Ben inanmıyorum nasıl ki tamam siz yaptığınızda inandığınızı ispat ediyorsak ben de
inanmadığını ispat için gelin kaynaklara bakalım dediğimde çıldırıyorlar. Ne demek
kaynaklara bakmak bu iş olmuştur iki kere iki dört kabul edin diyor ve biz bunu
dünyaya anlatamadık; Arjantin’den İsviçre’sine kadar ve yahut Amerika senato kabul
etmeden 25 tane eyaletinin yerel senatolarının kabul ettiğini düşünürsek bütün bu ağ
artarak gidiyor. Bunun karşısında Türkiye’nin elini güçlendirebilecek en önemli unsur
en azından vicdanlarını ve beyinlerde konuyu kabul edilir kesin olmuş bir gerçek
olmaktan çıkarıp, benim de her gün inandığım gibi böyle olmadığı iddiasını
destekleyebilecek tek unsur bunun resmi bir ortamda tartışılmasıdır yani resmi ve
kabul gören bir zeminde araştırılmasıdır. Bunu biz yıllarca kimseye kabul ettiremedik.
Ama bu protokolün sağlayabileceği en önemli unsurlardan biri bu olabilir. Fakat
burada şu var protokolü siz imzaladınız Karabağ konusu var vs bütün bunlar var.
Ama biz protokolü imzaladık karşı taraf çıktı olayı sulandırmaya çalıştı ve siz bu
sulandırmaya karşı yani bizim Tarih Komisyonunu öyle anlamadık şöyle anladık ve
yahut biz ancak bunu tartışamayız dediği noktayı getirmeden ve kesinlikle buna izin
vermeden oradan ortaya çıkan haklarını Türkiye’nin kullanması gerekir. Çünkü karşı
tarafın maalesef bu sözleri beni telkin etmemiştir. Yani ben protokol imzaladım
arkasında dururum; tabii şunu unutmayalım uluslararası ilişkilerin hocaları muhakkak
bilir Viyana Sözleşmeleri vardır ve Viyana Sözleşmeleri antlaşmalarda geçen
ifadelerin gerçekte ne anlama geldiğini de açıklar. Yani iyi komşuluk ilişkisi deyince
bana göre iyi komşuluk budur hayır budur diye bir şey yoktur orada yazar veya şu
konuda işbirliği yapmanın kıstasları orada yazar. Türkiye eğer bu protokolü salt hukuk
konusuyla bile değerlendirebilirse bence bugünden daha kötü duruma gitmez. Tabii
ki siyasi konu olarak Türkiye’nin hiçbir partiye kendimi yakın ya da uzak olarak
değerlendirmiyorum. Çünkü zaten uluslararası mesele bunun üzerine
değerlendirmeye sahip olması gerekir. Kendime yakın maalesef şuanda bir parti de
yok. Çünkü Atatürkçü anlayışı en baştan beri kendime göre bazı Atatürkçüyüm
diyenlerle de komisyon düzenlendi sürdürmeyi çalışan bir insanım. Ama uluslararası
meselelerde bu ülke çıkarını başka bir perspektiften bakarak partiler üstü bir
kimseden beklentim yok ve yahut borcum yok bu çerçeveleri ortaya koyduğumda
şunu söylüyorum: Türkiye bu protokolün imzalanmasından dolayı bugün bulunduğu
ortamdan geri gitmesi söz konusu değildir, denilebilir ki efendim kapı açılacak kapının
açılması için şartların ne olduğu ortada Karabağ Sorunu bahsettiğimiz dört ülkenin
Rusya, Fransa, Minsk grubunun Eşbaşkanları artı Fransa Ermeni cemaatinin
dünyadaki en güçlü lobisinin olduğu yer Rusya kimilerine göre aslında bu işi
torpillemek için orada çünkü Rusya için bir Türkiye Ermenistan yakınlaşması
Ermenistan’ı daha da batıya bağlayacağı için Amerika eksenine daha fazla çekeceği
için ne kadar ister ayrı bir tartışma ama Türkiye’nin bütün bu noktalarda biz bir şey
yapmıyoruz diyerek durduğu zamanda daha iyi bir noktaya gitmiyor ve bu protokolü
imzaladığında her gün yerine güçlü bir şekilde takipçisi olursa bu sadece devletin
yapacağı bir iş değil sizin benim, öğrencilerin, herkesin buradan hareketle bu işin bak
zemini var. 1- İyi komşuluk yazıyor değil mi metinde? İyi komşuluk bir defa beni
dünyaya rezil etmeye kalkmaya çalışmak değildir. 2- Asılma terörü. Terörle ilgili bir
madde var. Bütün bunları yani oraya yazdık imzaladık boş ver gitsin bir görüntü
yaptık da değil; her kurumun her kişinin arkasını güçlü bir şekilde sağlanmış gibi
kavrayarak takip etmesi sonucu bugünden daha ileriye gidebiliriz.
18
Ama eğer ciddi bir zafiyet gösterilmezse ki ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çok
ciddi konularda tabirimi hoş görün yaş tahtaya basmadığını pek görmedim. Hataları
hep dönemsel bu hatalar bundan sonra yapılmazsa o zaman bu protokolle yeni bir
noktaya varacağımızı tahmin etmiyorum iyi kullanırsak ama tabii şimdi dün
bulunduğu mevki itibariyle diplomat ya da başka bir parti siyasi insanıyken aynı konu
konusunda şöyle konuşanların bugün başka bir kimlik altında başka konuştuğu bir
ülkede akılların çok net bir ve saygın görünümlü olan bu insanların ifadelerine çok net
bir fikir yürütmek kolay değil. Ben olayı şöyle düşünüyorum. Eğer dünyanın herhangi
bir bölgesinde Türk Ermeni itilafını genelde bilen özelliğini detayını çok bilmeyen bir
uluslararası hukuk ya da sorunların barışçıl yöntemle çözülmesi konusunda uzmanı
doçent profesör uzman birinin önüne şu metni koysanız. Nasıl bir metin bu iki ülke
arasında uzun zamandır sıkıntılar var bir araya gelmiyor dediğinde o metnin vereceği
not oldukça iyidir. Tabii ki daha iyisi ne olurdu Kars Antlaşması’na direkt bir atıf
bulunması ama siz Amerika’nın Irak’ı yendiği gibi tutup öyle bir metin koymuyorsunuz
veya Sevr metni diye önümüze bir metin koymuyor. Siz ortak iki egemen bağımsız
devletin ortak paydasını bulmaya çalışıyorsunuz. Onun dolaylı yönden de existence
border diye yani bugün var olan sınırlara atıfta bulunuyorsa ha benim kafamda sınır o
değildi. Viyana Sözleşmesi gibi öyle uyanıklık yapmaya fırsat vermeyiz. Yani
diplomasinin sağlamış olduğu bir imkanı siyasi ve akademik platformlarda güçlü bir
şekilde kullanırsak daha kötü olmaz daha iyi olabiliriz daha kötü olmayız ve özellikle
de bu tahrik konusu ki yani bilmiyorum kaç kişi uluslararası ortamda bu tartışmalara
girdi. Onları çılgına çeviren ne demek olmamıştır gelin tartışalım diyorsunuz bu bir
hakarettir sözünü ortadan kaldıracak ve bunu tartışmaya gidecek olan o komisyonu
kurdurur ve gerçekten çalıştırırsak ben eminim ki atalarımızın böyle bir suç işlemediği
daha net bir şekilde açığa çıkacaktır ve çok daha geniş dünya kamuoyu desteğini
kazanacağız.
19
Download