velayet-i fakih içindekiler yayıncının önsözü giriş 1. bölüm devlet

advertisement
VELAYET-İ FAKİH
İÇİNDEKİLER
YAYINCININ ÖNSÖZÜ
GİRİŞ
1. BÖLÜM
DEVLET KURULMASINI GEREKLİ KILAN DELİLLER
Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği
Hz. Resul-i Ekrem'in –s.a.v- Sünnet ve Yöntemi
İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliliğin Zarureti
Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri
İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği
2. BÖLÜM
BAZI İSLAM HÜKÜMLERİ ÜZERİNE İNCELEME
1- Mâlî Hükümler
2- Milli Savunma Hükümleri
3- Hakların Elde Edilmesiyle İlgili Hükümler ve Ceza Hükümleri
Siyasî İnkılâbın Gerekliliği
İslâmî Vahdetin Gerekliliği
Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği
Ahbara Göre Devletin Gerekliliği
3. BÖLÜM
İSLÂMİ DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMİ
Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı
Yöneticilik Şartları
Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları
Velayet-i Fakih
İtibarî Velayet
Tekvînî Velayet
Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir Vesiledir
Devletin Yüce Hedefleri
Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler
4. BÖLÜM
AHBARDA VELAYET-İ FAKÎH
Hz. Resul-ü Ekrem'in –s.a.v- Halefleri Âdil Fakihlerdir
Bu Rivayet Hakkında İki İhtimale Dayanarak Konuşuyoruz:
Bu Rivayetin Metnine Dair
Rivayetin Anlamı Üzerine
Peygamberler Gönderilmesindeki Gaye ve Peygamberlerin Görevleri
Kanunları Yürürlüğe Koyma, Ordulara Komuta Etme, Toplumu İdare, Ülkeyi
Savunma, Yargı ve Muhakeme İşlerinde, Fakihler Peygamberlerin
Eminleridirler.
Kanuna Uygun Devlet / İslâmî Hukuk Devleti
Yargı Makamı Kimde Olmalıdır?
Yargı ve Adaleti İcra da Âdil Fakihin Uhdesinedir.
Sosyal Gelişmelerde Kime Müracaat Edelim?
Kur'an-ı Mecid'den Ayetler
Ömer Bin Hanzala'nın Makbulesi
Gayrimeşru Güçlerden Adalet ve Yargı Beklemek Haramdır
İslam’ın Siyasi Hükmü
Başvurulması Gereken Merciler İslam Âlimleridir
Ulema Devleti İdare Ve Yöneticiliğe Atanmışlardır
Ulema Devlet ve Yönetim Makamından “Azl” mi edilmiştir?
Ulemanın Tayin Edildiği Makam Ve Vazifeler Daima Mahfuzdur
Sahihe- i Kaddâh
Ebu'l Bahteri Rivayeti
Rivayetlerin İncelenmesi
Nass Yoluyla Velayet-i Fakihin İspatı
Rezevi Fıkhı -adlı kitaptan- Bu Yönde Delil
Teyid Edici Diğer Deliller
5. BÖLÜM
İSLAM DEVLETİ KURMAK İÇİN GEREKLİ MÜCADELE
PROGRAMI
İslam Devleti Kurmak İçin Gerekli Mücadele Programı
Tebligat - Propaganda- Ve Talimata -Eğitme ve Yetiştirme- Hizmet Edecek
Toplantı ve İçtimalar
Bir "Âşura" Meydana Getirin
Uzun Vadeli Bir Mücadele Direnci
Din Âlimlerinin Yetiştiği İlmiye Medreselerinin Islahı
Sömürünün Fikrî Ve Ahlâkî İzlerinin Ortadan Kaldırılması
Ulema Kisvesine Bürünüp Mukaddes Görünmeye Çalışanların Islahı
Dini İlmiye Medreselerinin Tasfiyesi
Saray Mollalarını Dışlayın, Kovun!
Zalim Devletleri Yıkalım!
VELAYET-İ FAKİH
İSLAM DEVLETİ
İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim ve Yayınlama
Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu
Tarama & Tashih: Muhammed ÇİÇEK
eKitap: www.IslamKutuphanesi.com
Bu kitabın kütüphanemize girmesine katkıda bulunan
Değerli Bacımız
Dilber Aksu'ya
Teşekkür Ediyoruz
Velâyet-i Fakih / İslam Devleti
İmam Humeyni -ks1. Baskı
Yayınlayan: İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini
Tanzim ve Yayınlama Müessesesi
Uluslararası İlişkiler Bürosu
İsteme Adresi: İran İslam Cumhuriyeti - Tahran
P.O. BOX: 19575/614.
İRAN - TAHRAN
Tel: 2283138 ve 2287774 ve 5
Fax: 2287773
YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd Allah'a. Yoktur yüce ve büyük Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi.
O'nun resulü olan son peygamber Muhammed'le pak ve mutahhar soyuna selam
ve salât olsun.
Gerekli redaksiyon, açıklama, dipnot ve fihristlerle birlikte yeniden
düzenlenerek hak, bilgi ve hikmet aşığı siz okurlara sunulan elinizdeki eser
rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- Necef-i Eşrefte ikamet ettiği yıllarda 13
Zilkade 1389-2 Zilhicce 1389 hk'ye rastlayan 1.11.1348 -20.11.1348 tarihleri
arasında yapmış olduğu 13 konuşmanın toplamıdır. Bu konuşmalar aynı günlerde
İmam'ın -ra- taraftarlarınca kısmen veya tam metin halinde çeşitli şekillerde
bildiri, broşür, kitapçık... vb. basılıp dağıtılmıştı. Ancak 1349 hş. Sonbaharında
(1970) İmam'ın -ra- edit, onay ve redeksiyonundan sonra tam metin halinde
baskıya hazırlanan metin ilk kez İmam'ın -ks- Beyrut'taki taraftarlarınca
basılarak gizlice İran'a sokuldu. Aynı günlerde, diğer inkılâbı Müslümanların
da faydalanabilmesi için birçok Avrupa ülkesiyle Amerika, Pakistan ve
Afganistan'a gönderildi. Bu kitap, İslam inkılâbının zaferinden önce hş. 1356'da 1977- İmam Musevi Kâşif ul Gıta'dan Bir Mektup" adıyla ve "Cihad-ı Ekber"
ekiyle birlikte İran'da yayınlandı.
Velayet-i Fakih de İmam'ın -ra- diğer eserleri gibi şah rejimi döneminde
yasak kitaplar listesinin başında yer almadaydı. Bu kitabın basımı, dağıtımı ve
teksirinde çalışan, hatta bu kitaptan bir tek cilt bulunduran birçok insan şahın
emniyet görevlilerince yakalanıp ağır işkencelere maruz kaldıysa da
Savak'ın([1]) onca işkenceleri ve rejimin akla gelmedik baskı ve propagandalarına
rağmen, ana fıkhi temelleri elinizdeki eserde İmam -ra- tarafından belirlenmiş
olan İslam devleti" düşüncesi günden güne Müslüman İran halkının ulema,
üniversiteli vb. çeşitli kesimlerince daha fazla benimsenmeye başladı ve
"Velayet-i Fakih" temeline dayalı bir İslam devletinin teşkili düşüncesi İmam
Humeyni -ks- önderliğindeki 15 Hordad([2]) kıyamının vazgeçilmez ülküsü
haline geldi.
Fakihler çeşitli münasebetlerle fıkhın muhtelif mevzularında yer yer velayet-i
fakih meselesini gündeme getirmiş ve bu hususta kimi zaman çok kısa, kimi
zaman da bir hayli tafsilatlı açıklamalarda bulunulmuştur. Ne var ki bu meseleyle
ilgili olarak derli toplu ve muntazam bir yazı, geçmişteki fıkıh kitaplarının hiç
birinde göze çarpmaz. Şüphesiz bunun da; geçmişte İslam ülkelerine hâkim olan
elverişsiz siyasi ve sosyal şartlarla, zorba iktidarların sultası ve fakihlerin bu tür
mevzulara gereğince girmeye hazır bulunmamaları gibi çeşitli sebepleri vardır.
Hz.Mehdi'nin -sa- gaybeti döneminde velayet-i fakih'in yetkileri ve bu yetkilerin
sınırları hususunda Şia uleması arasında öteden beri süregelen farklı görüşlere
rağmen; gerekli şartlara haiz bir fakihin bütün Müslümanlar üzerinde bir nevi
velayet yetkisi taşıması gerektiği görüşü bütün İslam fakihlerince müttefıken
kabul edilmiştir. Nitekim velayet olayı ve Hz. Mehdi aleyhisselamın gaybeti
sırasında velıyy-ı fakihin yetki sınırları konusunda yakın tarih âlimlerinin
görüşlerini yansıtan birçok kitap da neşredilmiş bulunmaktadır.
Bu cümleden olmak üzere Kacarlar([3]) döneminin tanınmış ulemasından
merhum Ayetullah Molla Ahmed Neraki'nin 'Evâid-ul Eyyam" adlı eserinden söz
edilebilir ki bu eserde benzerlerine oranla mezbur mevzuya daha ayrıntılı bir
şekilde girilmiştir. Merhum Neraki bu eserinde çeşitli rivayetlerden de
faydalanarak "gaybet dönemi'nde fakihin iki mevzuda velayet hakkı bulunduğunu
ispatlamaktadır:
1- Şer'an istisna olabilecek bazı noktalar dışında; Peygamber –s.a.v- ve
Ehl-i Beyt İmamlarının -s- yetki ve velayet taşıdıkları bütün hususlarda.
2- İnsanların din ve dünyasıyla ilgili bütün hususlarda.
Mezbur âlim, bu iki noktayı vurguladıktan sonra fakihlerin velayet hakkıyla
ilgili on noktayı örneklemekte ve bu cümleden olmak üzere fetva verme, ilahi
hududu -hadleri- icra; yetimler, mecnunlar ve kayıpların mallarını koruma,
masum imamların -s- malında tasarruf... vb.'yı saymakta ve ilgili ayetler,
rivayetler ve fıkhi istidlallere bilhassa önem vererek meseleyi etraflıca
incelemektedir.([4])
Merhum Neraki'nin -ra- bu noktalan incelendiğinde onun velayet-i fakih
aslının devleti de kapsamına aldığı görülür; ne var ki o meseleyi sırf bu açıdan
ele alıp devletle sınırlı tutmuş ve devlet meselesini bilhassa vurgulamış değildir.
Merhum Neraki'den -ra- sonra velayet-i fakih mevzusunu çeşitli yönleriyle
ele alıp inceleyen ve bilhassa mevzunun devletle ilgili bahsine girerek bu bahsi
bütün teferruatlarıyla ele alıp derli toplu bir şekilde 'İslam’da velayet ve devlet"
konusuna bir açıklık getiren ilk İslam âlimi rahmetli İmam Humeyni olmuştur.
Nitekim daha önce de belirttiğimiz üzere Necef’teki derslerinin 13 celesesini sırf
bu mevzuya ayırmış ve böylece elinizdeki kitap ortaya çıkmıştır. Hatta 5 ciltlik
"Kitab'ul Beyy'în 2. cildinde velayet-i fakih mevzuunu yine aynı üslupla yazmış
olduğu bilinmektedir.([5])
"Velayet-i Fakih" kitabında İmam Humeyni -ra- 'Velayet" aslına itinayla
değinmekte ve fakihlerin bütün vazifelerinin başında gelen bu aslı -özellikle
devlet, siyaset ve yönetimle ilgili boyutunu- fevkalade bir basiret ve dikkatle ele
almaktadır. Ayrıca, İslam’ın bu en önemli mevzuuna gereken itinanın
gösterilmesini engelleyen siyasi ve sosyal nedenleri de mükemmel bir şekilde
incelemekte ve velayet-ı fakih ve devlet idaresi mevzuunun pratik çözüm
yollarını da mükemmel fıkhı istidlallerle ortaya koyarak bu sahadaki bütün
belirsizliklere netlik kazandırmaktadır
Rahmetli İmam -ks- elinizdeki eserinde önce, İslam düşmanlarının bu dini
ortadan kaldırmak için kurdukları tehlikeli komplo ve oynadıkları oyunları
açıklayarak "teknoloji çağı olan 20. yy'da İslam’ın toplumları yönetme
kapasitesine sahip olmadığı", 'İslam’ın çağdaş sosyal ve hukuki sorunlara cevap
veremeyecek kadar eski olduğu" ve esasen dindarlığın "gericilik sayılması
gerektiği" gibi İslam düşmanlarınca zihinlere telkin edilmeye çalışılan
propagandaların asıl gayelerini gözler önüne serip bütün bu ithamlara mükemmel
cevaplarvermekte ve düşmanın en tehlikeli plânı olan "dinle siyaseti ayırma laiklik-" telkinlerinin din okulları ve medreselerde bile gerekli zemini hazırlama
hususunda etkili olmaya başladığına dikkatleri çekerek 'İslam’da devlet
yapısı'ndan sözetmek isteyen bir din adamının takiyye etmeye gerek duyar hale
getirildiğini vurgulamaktadır.
Ardından, sömürü odaklarının propagandalarıyla vuku bulan 'batı
medeniyeti karşısında Müslüman milletlerin kimlik ve kişilik zaafı hissetmeleri"
gibi dâhili zaaflara değinerek medreseler, ulema ve Müslüman düşünürlerin
sosyal ve siyasi görevlerini idrak ve bu vazifeyi ciddiyetle icraya davet edip İslam
düşmanlarının bu maksatlı telkin ve şartlandırmalarına kapılmamalarını
öğütlemekte ve şöyle demektedir:
"...Zira İslam maddi kalkınmaya karşı değildir. Sosyal meseleler ancak
ahlaki ve itikadi çözüm yollarıyla hallolunabilir. İslam uleması kolları sıvayıp
ciddiyetle uğraşacak olursa, bu yüce dinin insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına
cevap verebilecek güç ve yeterlilikte olduğu görülecektir."
Hz. Resulullah'ın -saa- halife tayin etmiş olduğunu hatırlatan İmam -rabunun sadece İslam ahkâmını beyan için olmadığını vurgular. Zira ahkâmın
beyanı için ille de halife tayininin gerekli olmayacağı ortadadır. Halife, devlet ve
yönetim içindir, ahkâm ve kuralların icrasıyla uğraşır o. Müslüman; bir İslam
devleti kurulması gerektiği aslına inanacak olursa halifenin durumu ve konumu
da kendiliğinden ortaya çıkacaktır o zaman.
İmam -ks- bu kitapta İslam devletinin kurulmasının gerekli ve şart olduğuna
dair önemli deliller öne sürmektedir ki bunlar şöyle özetlenebilir:
1- Sevgili İslam peygamberinin –s.a.a- devlet kurmuş olması.
2İslam hükümlerinin -ahkâm- her zaman uygulanma zarureti. İslam
hükümleri sadece peygamberin –s.a.a- döneminde uygulanmak üzere inmiş
değildir.
3İslam ahkâm ve emirlerinin nicelik ve niteliği, ancak bir devlet eliyle
uygulanabilecek tarzda olduklarını göstermektedir. Mali ve ekonomik hükümler,
milli müdafaa, hukuki ve cezai hükümler... vb. gibi.
İmam Humeyni, İslam devleti kurulmasının kaçınılmaz bir
gereklilik olduğunu vurguladıktan sonra bu devlet düzeninin daha sonra
maalesef bozulduğunu; Emevilerle başlayan idâri sapmaların Abbasilerle
sürdüğünü ve daha sonra da bunlardan farklı bir uygulamagörülmediğini
belirtmekte ve bunların devlet düzeninin İran'ın şahlık düzeni veya Roma
imparatorluğunu ya da Mısır Firavunlarının hükümet sisteminden farklı
olamadığını hatırlatmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de hep bu gayrı İslami
devlet modelleri süregitmiştir. İmam şöyle der: Akıl ve şeriat hükümleri, bu
durumun değişmesi gerektiğine hükmetmektedir. O halde siyasi bir inkılâp vuku
bulmalıdır, bu zaruridir. Dahası, tağutı düzenlere karşı durulması, bu tür
yönetimlerin engellenmesi ve İslam devleti teşekkülü için ortamın uygun hale
getirilmesi ve nihayet İslam ahkâmının uygulanması gerekliliğinin yanı sıra
türlü dâhili ve harici faktörlerle tefrika ve parçalanmaya uğramış bulunan İslam
ümmetinin vahdeti ve başta ulema gelmek üzere bütün Müslümanların vazifesi
olan mazlumların ve mahrumların kurtarılması... gibi yüce gayeler için siyası bir
inkılabın vukuu kaçınılmazdır. Daha sonra imam Humeyni -ks- İslam devletinin
nasıl olması gerektiğine -devlet felsefesi- dair Fazl bin Şâzan'dan([6]) ulaşan
rivayeti incelemekte ve bu yolla ahbar ve rivayetlerde geçen 'İslam devletinin
kurulmasının zaruretini ele almaktadır. Elinizdeki kitabın önemli bir bölümü İslam
devletiyle diğer devlet ve yönetim modelleri arasındaki farkı işlemekte ve İslam
devletinin şartlı ve meşrut bir devlet olduğunu, yani 'İslam kanunlarına bağlı ve
bu kanunları uygulamak için var olan 'bir yönetim mekanizması
olduğunu vurgulamak istemektedir. Bu nedenle İmam Humeyni'ye -ra- göre
yasama organı ve meclis gibi kanun koyucu kurumların görevi, kuruluş ve
bakanlıkların işleyişlerinin İslam’ı olmasını sağlayıcı kanun ve kurallar tespit
etmektir, bilinen anlamda genel kanun değil. Zira bu anlamda tek kanun koyucu
Allah'tır ki O'nun hüküm ve kanunları da Kur'an'da apaçık ve net olarak
mevcuttur.
Rahmetli İmam -ra- Velayet-ı Fakih bahsinin devamında, İslam devletinin
öz yapısından kaynaklanan 'yöneticiliğin şartlan ve yöneticinin taşıması gereken
özelliklere değinerek şöyle demektedir: "Akıllı ve tedbirli olma gibi birincil
şartlara ilaveten, İslami yönetici ve devlet başkanının taşıması gereken iki esas
özellik kanun ve adaleti bilmesidir."
Elinizdeki kitabın işlediği diğer bir mevzu da, gaybet döneminde velayet-i
fakih konusudur. İmam Humeyni -ks- yukarıdaki mevzuları teker teker ele
aldıktan sonra şöyle der: 'Gaybet döneminde bulunduğumuz şu sırada da
Allah'ın kanunlarının uygulanması gerektiğine ve fakat bu konuda Allah
tarafından tayın edilmiş hiç kimse de -peygamber ve masum imam gibi-
bulunmadığına göre ne yapmak gerekir?" İmam -ks- bu soru etrafında bahsi iyice
netleştirdikten sonra şöyle der: "Sadr-ı İslam’dan hz. Sahıbuz-zaman'a kadar
geçerli olan İslam ahkâm ve kuralları, gaybet döneminde de geçerli olduğuna
göre; İslam devleti esası da gaybet döneminde geçerlidir. Kanun ve adaleti bilme
esasına dayalı olan bu özelliği, yaşadığımız çağda da birçok İslam alimi taşıdığına
göre bu alimler yekdiğeriyle icma ve ittifak edecek olurlarsa bütün dünyayı
kapsayan bir adalet devleti kurabilirler." İmam -ra- daha sonra velayet-i fakih
olayının akıl ve mantıkla bağdaşır itibari bir asıl olduğunu vurgulamakta ve insan
topluluklarını yönetme yolunda peygamberlerle masum imamların taşıdığı bütün
yetki ve salahiyetleri "gereken özellik ve şartlara haiz bulunan fakının
de taşıdığını hatırlatarak bunun "aslı kopyadan" ibaret olduğunu ve böyle bir
devlet başkanlığının da fakih için gerçekte hiçbir mevki ve makam değeri
taşıyamayacağını, ancak ilahı hüküm ve kuralları uygulama yolunda bir vesile ve
araç sayılması gerektiğini belirtmektedir.
İmam -ra- bu noktalan açıklığa kavuşturduktan sonra İslam devleti ve böyle
bir devlete başkanlık edecek olan yöneticinin yüce hedefleri ve taşıması gereken
özellikleri ele alarak ilgili ahbar ve rivayetlerde yöneticilik vazifesinin fakihin
uhdesinde olması gerektiğinin vurgulandığım hatırlatmaktadır ki elinizdeki kitabın
önemli bir kısmı bu bahse ayrılmıştır. Kitabın son bölümüyse bu ilahi gayeye
ulaşma yolunda uzun vadeli bir mücadele planlaması yapılmasının
gerekliliğini kapsıyor. İmam Humeyni -ks- kitabın bu bölümünde eğitim ve
propagandayla, bunların önem ve zaruretine değinmekte ve şöyle demektedir:
'İnsan toplulukları bu ikisinin hizmetinde olmalıdır.
Bu hususta tıpkı Aşura meselesindeki([7]) gibi davranılmalıdır.
İslam devletinin kurulması için insanların dalga dalga bu hedefe doğru
akın etmesi ve kitlelerin bu yolda harekete geçmeleri sağlanmalıdır.
Bunun hemen gerçekleşmesi beklenemez; uzun vadeli bir mücadele
düşünmek ve uzun vadeli bir mücadeleye soyunmak gerekir.
Eğitim ve tebligatı genişletme ve bu dallara önem verme, dinî
ilmiye medreselerinin ıslahı, sömürü zihniyetinin yarattığı ahlaki ve fikri etkileri
ortadan kaldırma, dindarlık kisvesine bürünen mukaddes meapların ıslahı, din
adamlarının yetiştirildiği merkezlerin tasfiyesi ve rejime bağlı saray mollalarının
ulema kesiminden dışlanıp uzaklaştırılması, zalim ve zorba iktidarların yıkılması
için fiilen ve pratik girişimlerde bulunulması... vb. noktalar, kitabın son
kısımlarında ele alınan bahisleri teşkil etmede.
Bu arada okuyucunun dikkatini bilhassa şu noktaya çekmek isteriz: İmam
Humeyni -ks- Allah Teâla’nın lütuf ve inayeti ve Müslüman İran halkının bilinçli
vahdet ve uyanışıyla gerçekleştirip 22 Behmen 1357 (11 Şubat 1979)da
başarıyla sonuçlandırdığı şanlı ilâhi kıyamının ardından zalim şahlık düzenini
yıkarak İran İslam Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra İran milletinin ezici
çoğunluğu ve İslami devlet sisteminin anayasası gereğince İslam inkılabı lideri
olarak İslam toplumunun velayet ve yönetimini -hidayet- üstlenmiş oldu. Bu
nedenledir ki İmam'ın -ra- velayet-i fakih konusundaki görüş ve düşüncelerini ki bununla ilgili temel prensipler elinizdeki kitapta bulunmaktadır- tam ve dakik
olarak anlayabilmenin en sağlıklı yollarından biri de, onun İslami İran'ın
liderliğini fiilen üstlendikten sonraki fiili icraatları, beyanatları ve velayet-ı fakih
mevzuu ve veliyy-i fakihin yetki sınırlarına dair görüş, beyan, konuşma, yazı ve
mesajlarını dikkate almaktır.([8])
'Ya Rabbi! İslam ülkelerini zalimlerden kurtar! İslam’a ve İslam beldelerine
ihanette bulunanların kökünü kurut! Milletlerin hayrına olacak şekilde
çalışmaları ve kişisel çıkarlar peşinde koşup kişisel ihtilaflarda bulunmamaları
için İslam ülkelerinin başındakileri bu ağır ve tehlikeli uykudan uyandır! İslam’ın
mukaddes gayeleri için ayaklanıp sömürü ve sömürünün habis uşaklarının
pençesinden kurtulma ve İslam ülkelerini müdafaa yolunda tek saf halinde el ve
gönül birliğine geçmeleri için genç nesil, din öğrencileri ve üniversite
öğrencilerine yardımcı ol! Toplumu hidayet ve düşünceleri aydınlatma yolunda
çaba göstermeleri, İslam’ın mukaddes gayelerini Müslümanlara, bilhassa
gençlere ulaştırmaları ve İslam devletinin kurulması yolunda mücahedede
bulunmaları için fakihler, ulema ve bilgeleri başarılı kıl!
Tevfik Allah'tandır. Yüce ve üstündür, O'ndan başka güç ve kuvvet yoktur
!
([9])
İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim Ve Yayınlama Müessesesi
GİRİŞ
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd alemlerin Rabbi Allah'a. Yaratılmışların en hayırlısı Muham
med ve onun mutahhar soyuna Allah 'ın selam ve salâtıyla....
"Velayet-i fakih" mevzuu, bazı işler ve o işlerle ilgili bazı konularda sohbet
edilme fırsatı vermektedir. Velayet-i fakih mevzuu, tasavvurunun kendiliğinden
tasdiki getirdiği ve fazlaca delil ve ispata gerek bile bırakmadığı konulardandır.
Şöyle ki, İslam akaid ve ahkâmını özetle de olsa kavramış bir kimse velayet-i
fakih meselesine geldiğinde bu mevzuyu tasavvur edip de düşünür düşünmez
hemen onaylayacak ve bunu apaçık ve zaruri bir mevzu olarak bilecektir. Bugün
velayet-i fakih mevzuuna fazlaca önem verilmiyor ve bunun için ispat ve delile
gerek duyuluyorsa, nedeni; genelde Müslümanların sosyal durumu ve özelde
medreselerin halidir. Biz Müslümanların sosyal durum ve dini ilmiye
medreselerinin -bu- halinin tarihi kökleri var ki şimdi buna değinmek istiyorum:
İslam hareketi başlangıçta Yahudilerin gadrine uğradı; İslam
karşıtı propagandalar ve fikri hile ve komploları ilk başlatan
onlardır. Gördüğünüz gibi bu komploların uzantıları günümüze kadar ulaşmış
bulunmaktadır. Onlardan sonra sıra bazı taifelere geldi ki bir anlamda,
Yahudilerden daha şeytan ve komplocuydular. Bunlar sömürücüler olarak üçyüz
yıl veya daha öncesinden itibaren İslam ülkelerine sızmayı başardılar([10]) ve
sömürücü emellerine ulaşabilmek için, İslam’ı yok edebilecek bir ortam
hazırlamayı gerekli gördüler. Halkı İslam’dan uzaklaştırmak istemelerinin nedeni,
böylece Hristiyanlığı yaymak da değildi, çünkü bunlar ne Hristiyanlığa
inanıyorlardı ne de İslam’a. Ancak, bu süre zarfında -yani- haçlı savaşları
boyunca([11]) onların maddi çıkarları karşısına set çekip maddi çıkarlarıyla politik
güçlerini tehlikeye düşüren şeyin İslam ve İslam hükümleriyle insanların -bu
din ve hükümlerine- beslediği iman ve inanç olduğunu sezdiler. Bu nedenledir ki
türlü vesilelerle İslam aleyhine propaganda ve komplolara giriştiler. Din
adamlarının yetiştiği yerlerde eğittikleri misyonerler, üniversiteler, devlete bağlı
propaganda kurumları, yayın müesseseleri ve sömürücü devletlerin hizmetinde
bulunan müsteşrikler... vb. faktörlerin tamamı el ele vererek İslam’ın gerçeklerini
saptırma yolunda çalıştılar. Öyle ki, insanların çoğu, hatta tahsilli kimseler bile
İslam konusunda yanılgıya kapıldı, hataya düştü.
İslam hak ve adalet peşinde olan mücahit insanların dinidir. Hürriyet ve
bağımsızlık isteyenlerin dinidir. Mücadeleci insanların ve sömürüye karşı
olanların okuludur. Ama bunlar İslam’ı başka türlü gösterdiler
ve göstermektedirler. Avamın zihninde İslam’a dair oluşturdukları yanlış tasavvur
ve dinî ilmiye medreselerinde İslam’ı eksik olarak -öğrencilere-öğretmelerinin
sebebi İslam’ı inkılâbı ve hayatî özelliğinden soyutlamak ve Müslümanları
hareket, çaba ve kıyamdan alıkoymak, İslam ahkâmını öğrenmelerini önlemek,
saadetlerini temin edecek bir devlet kurmalarına ve bir hayat sürdürmelerine
mani olmak içindir.
Mesela İslam’ın eksiksiz bir din olmadığını, hayat dini olmadığını, toplumu
idare edebilecek kanun ve kuralları bulunmadığını, devlet biçimi ve devletle
ilgili gerekli kanun ve düzenlemelere sahip olmadığını, İslam’ın sadece hayz ve
nifasla ilgili ahkâmdan ibaret olduğunu propaganda edip durdular. İslam’ın
ahlakla ilgili bazı kuralları vardır, ama yaşamla ilgili ve toplumun idare ve
yönetimine dair hiç bir şeyi yoktur, dediler. Onların bu kötü propagandaları
maalesef etkili olmuş durumdadır. Halkın avam kesimi şöyle dursun, bugün
üniversiteli ve çoğu medreseli tahsilli kesim bile İslam’ı doğru anlamış değildir,
İslam hakkında yanlış kanaatler taşımaktadırlar. Bir yabancı -garip- halk arasında
nasıl tanınmıyorsa, İslam da öylece tanınmamaktadır. Dolayısıyla da İslam bütün
dünyada "garip" olarak ve gurbette" yaşamaktadır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam’ı
gerçek haliyle tanımak istese insanlar ona kolay kolay inanmayacak; hatta
sömürünün, din öğrencilerinin yetiştirildiği medreselerdeki uşakları yaygaralar
koparıp ortalığı velveleye vereceklerdir.
İslam adına tanıtılan şeyle İslam arasında ne denli fark olduğunun biraz da
olsa anlaşılabilmesi için Kur'an ve hadis kitaplarıyla bugünkü ilmihal kitapları
arasındaki farka çekerim dikkatinizi... İslam’ın emir ve hükümlerinin ana kaynağı
olan Kur'an ve hadis kitaplarıyla; çağın müçtehid ve taklid mercilerince yazılmış
bulunan ilmihal kitapları arasında derli topluluk, yeterlilik ve sosyal hayat
üzerinde etki bırakabilmesi açısından büsbütün fark vardır. Kur'an-ı Kerim'de
sosyal konulu ayetlerin, ibadetle ilgili ayetlere oranı yüzün bire oranından daha
fazladır! Bütün İslam hükümlerini içeren yaklaşık 50 ciltlik tam muhtevalı bir
hadis külliyat mecmuasının([12]) olsa olsa 3-4 cildi ibadet ve kulun Rabbiyle ilişkisi;
bir kısmı da ahlâkiyatla ilgilidir; geriye kalanı tamamen sosyal, ekonomik, hukuk,
siyaset ve kamu yönetimiyle ilgili mevzuatı içerir.
İslam’ın geleceği için inşaallah faydalı olacağınızı umduğum siz genç nesil,
bendenizin kısaca arz ettiğim şu meseleleri müteakiben İslam’ın ahkâm ve
kanunlarını tanıtma yolunda bütün hayatınız boyunca ciddiyet göstermelisiniz.
Yazıyla veya konuşma yoluyla; nasıl daha faydalı görürseniz o yolla halkı
bilinçlendirin; İslam’ın daha ilk baştan beri ne tür meselelerle karşı karşıya
geldiğini ve günümüzde ne gibi düşmanlar ve felaketlerle karşı karşıya
bulunduğunu anlatın. İslam’ın hakikat ve mahiyetinin gizli kalmasına ve -gerçek
Hıristiyanlık değil-bugün bilinen anlamdaki Hristiyanlık gibi tanrıyla kul
arasındaki birkaç ilişkiden ibaret zannedilip "cami"nin 'kilise"den farksız
sanılmasına izin vermeyin.
Batıda henüz hiçbir şey yokken ve batılılar vahşi bir hayat
sürdürmekteyken; Amerika yarı vahşi Kızılderililerin ülkesiyken ve İran'la
Roma gibi iki büyük ülke istibdad, soylular, ayrıcalık ve güçlülerin
egemenliğine mahkûm olup buralarda halka ve kanuna dayalı bir iktidardan iz
bile yokken([13]) Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- hz. Resul-ü Ekrem efendimize -saaöyle kanunlar gönderdi ki azametiyle insanı hayretler içinde bırakmakta... Bütün
işler için kanun ve kural getirmiştir Hz. Resul-ü Ekrem -saa- Ana rahmine
düşmeden öncesinden, mezara gittikten sonrasına varıncaya kadar insan hayatının her boyutu- için kanun koymuştur İslam. İbadetle ilgili görevler
için nasıl kanun-kural koymuşsa sosyal hayat ve yönetim için de kanunlar
getirmiş, yol-yordam belirlemiştir. İslam hukuku ileri, mükemmel ve eksiksiz bir
hukuktur. 'Yargı", 'muamelât", 'hudud" ([14]) ve 'kısas"tan([15]) uluslararası ilişkiler,
savaş ve barış kuralları, genel ve özel uluslararası haklara varıncaya kadar çeşitli
hukuk dallarında öteden beri yazıla gelmiş olan o hacimli kitaplar İslam hüküm ve
kanunlarının sadece küçük bir kısmıdır. İslam’ın belli kanunlarla bir çözüm ve
düzenleme getirmediği hiçbir hayati mevzu yoktur.
Ecnebilerin elleri, Müslümanları ve genç neslimiz olan Müslüman
aydınlarımızı İslam’dan saptırabilmek için 'İslam’ın hiçbir şeyi yoktur, hayz ve
nifasla ilgili bir kısım hükümlerden ibarettir, mollalar sırf kadınların hayız ve
nifasıyla ilgili hükümleri okuyup öğrenmelidirler" şeklinde vesvese ve telkinlerde
bulundular!
Doğrusu da budur aslında! İslam’ın kanunlarını, hükümlerini, teori ve dünya
görüşünü tanıtma gibi bir dert taşımayan ve zamanlarını gerçekten, genellikle
onların söylediği o konulara harcayıp İslam’ın diğer -fusul- kitaplarını unutan
mollalar elbette ki böyle saldırılara hedef olacak ve haklı olarak eleştirilecektir!
Onlar da suçludur çünkü! Sadece ecnebiler suçlu değil ki! Ecnebiler öteden beri
taşıdıkları siyasi ve iktisadi emelleri doğrultusunda, birkaç yüzyıl öncesinden
başlayarak ortamı hazırladılar -fakat- din adamlarının yetiştiği medreselerin
ihmali sonucu başarılı olabildiler. Biz din adamları arasında bilmeyerek
onların maksatlarına yardımcı olanlar oldu ve böylece vaziyetimiz bu hale geldi.
Bazen 'İslam hükümleri eksik ve yetersizdir" diye vesveselerde bulunup
zihinleri şartlandırıyorlar. Mesela 'İslam’ın yargı kanunları ve muhakeme usûlü,
olması gerektiği gibi değildir" diyorlar. İşte bu gibi propaganda ve
şartlandırmaların ardından İngiliz uşakları, patronlarının diktesiyle meşrutiyetin
aslını oyuncak haline getirir ve mevcut belgelerin de gösterdiği üzere halkı
kandırıp işledikleri bu siyasi cinayetin mahiyetini anlamasını önlerler.
Meşrutiyetin ilk başlarında kanun yazıp anayasayı belirlemek istediklerinde
Belçika sefaretinden Belçika kanunları külliyatını ödünç almışlardı; burada ismini
vermek istemediğim birkaç kişi o külliyata bakarak anayasayı yazıp
hazırladılar! Eksik-noksan kalan taraflarını da tabiri caizse Fransa ve İngiltere
kanunlarından yaptıkları iktibaslarla yamayıverdiler.([16]) Halkı kandırmak için
bazı İslam hükümlerini eklemeyi de ihmal etmediler tabi! Böylece kanunun
temelini onlardan alıp bizim milletimize yutturdular. Anayasanın bu
maddeleriyle saltanat, veliahdlik ve bu gibi şeylerle ilgili tamamlayıcı
maddelerin neresi İslami’dir?! Bunların tamamı İslam’a aykırıdır, İslam
hükümleri ve İslami yönetim tarzıyla çelişiktir bunlar. Saltanat ve veliahdlik
düzeni İslam’ın butlan çizgisi çekip sadr-ı İslam döneminde İran, Doğu Roma,
Mısır ve Yemen'de yerle bir ettiği bir düzendir. Hz. Resul-ü Ekrem -sav- Doğu
Roma imparatoru Heraklius'la([17]) İran şahinşahına yazdığı([18]) mübarek
mektuplarında onları imparatorluk ve şahinşahlık rejimlerinden vazgeçmeye ve
Allah'ın kullarını kendilerine tapınmaya zorlamamaya ve insanların gerçek
saltanat ve hüküm sahibi bir ve eşi-ortağı bulunmayan Allah Teâlâ’ya ibadet
etmesine izin vermeye davet ediyordu.([19]) Saltanat ve veliahdlik rejimi,
kurulmasını engelleyebilmek için hz. Seyyiduşşuheda -İmam Hüseyin as-ın
kıyam edip neticede şehid düştüğü o uğursuz ve batıl yönetim tarzından başka bir
şey değildir. O, Yezid'in veliahdliğine([20]) eğilmemek ve onun saltanatını resmen
tanımamak için kıyam etti ve bütün Müslümanları da kıyama çağırdı. Bunlar babadan oğula şahlık düzeni- İslam’dan değildir; İslam’da saltanat ve veliahdlik
-düzeni-kesinlikle yoktur. Eğer eksik derken kastettikleri buysa, evet,
İslam eksiktir! Nitekim faizcilik, faizli bankacılık, alkollü içki satışı ve fuhuş için
de İslam’ın 'kanun" ve 'tüzükleri yoktur; çünkü bunları temelinden haram edip
yasaklamıştır zaten! İslam ülkelerinde bu gibi şeyleri yaymaya çalışan ve sömürü
tarafından başa geçirilen bu kukla iktidarlar elbette ki bu mevzularda İslam’ı
eksik görmekte ve bu -kirli-işleri yapabilmek için gerekli kanun ve kaideleri
İngiltere, Fransa, Belçika ve son zamanlarda da Amerika'dan ithal etmek
zorunda kalmaktadırlar! Bu tür iğrençliklere çeki-düzen verecek
kanunlar getirmemiş olması İslam için iftihar vesilesidir, yüz akıdır!
Meşrutiyetin daha ilk başlarında sömürücü İngiliz devletinin kurduğu
komplonun iki hedefi vardı: Bunlardan biri, Rus çarlığının İran'daki etkinliğini
yok etmeye yönelikti ki hemen ifşa olundu. Diğeri de işte bu batı kanunlarını
getirmek suretiyle İslam ahkâmını icraat ve uygulama sahnesinden dışlayıp
uzaklaştırmaktı.
Müslüman olan toplumumuza ecnebi kanunlarının zorla dayatılması birçok
sorun ve müşkülat doğurmuştur. Bugün adliyelerdeki pek çok bilirkişiler, adliye
kanunları ve bunların işleyiş tarzından bir hayli şikâyetçidir. Bugün birisi İran'da
veya benzeri ülkelerden birinde bu adliye sistemine takılacak olursa, herhangi bir
mevzuyu ispatlayabilmek için bir ömür boyu zahmet çekmesi gerekir. Gençlik
döneminde gördüğüm becerikli bir avukat şöyle demişti: 'İki grup arasındaki
bir davayı halledebilmek için adliye mekanizmasıyla kanunlar arasında bir ömür
boyu dolaşıp durmam gerekecek ve benden sonra da oğlum bu işi sürdürecek!"
Şimdi durum tam böyle olmuş! Nüfuz ve baskı olunca değişiyor tabi, o tür
dosyalar hemen, ama haksızca kısa sürede sonuçlandırılıveriyor. Bugünkü adliye
kanunlarının zahmet verme, işinden gücünden olma ve gayri meşru kullanılma
dışında halka sağladığı hiçbir sonuç yoktur. Pek az kişi hakkını alabilmektedir.
Kaldı ki mahkeme davalarında bütün boyutlar dikkate alınmalı, sırf herkesin
kendi hakkını elde etmesiyle yetinilmemelidir; insanların vakti, dava taraflarının
yaşam düzeyiyle işi-gücü ve mesleği gibi şeyler de nazar-ı dikkate alınmalı ve
dava mümkün mertebe sade ve çabuk bir şekilde sonuçlandırılmalıdır. O
zamanlar şer'î hâkimin -kadı- iki-üç günde hallettiği davalar bugün 20 yılda bile
sonuçlandırılamıyor! Bütün bu süre zarfında gençler, yaşlılar ve -nice- zavallı
yoksullar her gün sabahtan akşama kadar adliyeye gidip gelmekte, adliye
koridorlarıyla masa başları arasında mekik dokumaktan perişan olmakta,
üstelik doğru dürüst bir netice de alamamaktadırlar. Kim daha açıkgöz olur
ve rüşvet vermede daha atik ve cömert davranabilirse işini, haksız da olsa daha
çabuk halledebilmektedir; yoksa hayatının sonuna kadar netice alamayacak, ne
yapacağını bilemez halde kalıverecektir.
Bazen kitaplarında, gazete ve dergilerinde 'İslam’ın ceza hükümleri katı ve
acımasızdır" diye yazmaktalar. Hatta birisi tam bir yüzsüzlük ve utanmazlıkla
"Araplardan kalma sert ve katı hükümler" şeklinde yazmış ve 'Bu tür katı
kurallar, Arapların katı ve acımasız oluşundan doğmuştur" demiştir! Bunların
düşünce tarzına şaşırıyorum doğrusu! Bir taraftan 10 gram eroin için bir yığın
insanı öldürüp pekâlâ 'kanun böyle" diyebiliyorlar... (Daha önce on kişiyi
öldürmüşlerdi, geçenlerde de 10 gram eroin için bir kişiyi öldürdüler, bunlar
sadece bizim kulağımıza gelen miktarı tabi). Fesadı önleme bahanesi altında
insanlığa aykırı bu kanunlar çıkarılır ve uygulanırken 'katı" ve 'acımasız"
denilmiyor her nedense!... Ben eroin -serbestçe- satılsın demiyorum; ama
cezasının da bu kadar olmadığını söylemek istiyorum. Eroin önlenmelidir, evet,
ama cezası da işlenen suça göre verilmelidir.([21]) İçki içene -İslam hukukuna
göre- seksen sopa vurulunca 'katı ve acımasız" oluyor da, on gram eroin için batı hukukuna göre- bir adam öldürülünce 'katı ve acımasız" olmuyor öyle mi?!
Halbuki toplumda baş gösteren bozukluk ve fesadın önemli bir kısmı şu alkol
kullanmadan kaynaklanmaktadır. Yollardaki kazalar, intiharlar ve cinayetlerin
çoğunun nedeni alkoldür. Nitekim eroinin de alkol alışkanlığından
kaynaklandığı belirtiliyor. Demek ki içki kullanmanın -bizde de- hiçbir sakıncası
yok, çünkü batıda böyle!? Zaten bu nedenledir ki serbestçe alınıp satıla da
biliniyor. En açık ölçülerinden biri alkol kullanma olan fehşayı önlemek ister ve
birine -içki içtiği için- 80 kırbaç vurursanız veya zina edene 100 kırbaç vurur ya
da 'muhsene" veya 'muhsen'î recmederseniz([22]) kıyameti koparırlar! Ne katı, ne
gaddar kural bu derler, Araplardan çıkma bir vahşilik diye nitelerler. Hâlbuki
İslam ceza hükümleri büyük bir milletin fesatlarını önlemek amacıyla gelmiştir.
Bugün bunca yaygınlık kazanmış ve gençleri fesada sürükleyip nesilleri yok
etmiş ve her şeyi âtıl hale getirme raddesine varmış bulunan fehşanın (kötü ve
çirkin işler -çev-) yegâne nedeni, bu ayyaşlıkların serbest bırakılması ve
alabildiğine normal gösterilip yaygınlık kazandırılmış olmasıdır. Şimdi İslam,
genç neslin bozulmasını önlemek için bir kişiye herkesin önünde kamçı
vurulması gerektiğini([23]) söyleyince bu 'katılık" oluyor ama öte yandan iş; bu güdümlü- yöneticilerin patronlarının eliyle Vietnam'da 15 yıla yakın bir
zamandır süregelen katliamlar([24]), harcanan astronomik bütçeler ve dökülen
onca kanlara gelince 'hiç önemli değil!" "varsın olsun!" denilerek ses
çıkarılmıyor!...
Ama
İslam; insanları, yine insanlığın yararına olan kanunlara karşı saygılı eğit
ebilmek için savunma veya savaş emri verip de fesada boğulmuş
birkaç sefili öldürecek olsa 'bu savaş neden?!" diye yaygarayı koparırlar
hemen!
Bütün bunlar birkaç yüzyıl önce hazırlanmış planlardır; yavaş yavaş
uyguluyor ve sonuç alıyorlar. Önce bir yerde bir okul açtılar, biz bir şey demedik,
gaflet ettik. Bizim gibiler de bunu engelleme ve kurulmasına kesinlikle müsaade
etmeme hususunda gaflette bulundular. Derken, giderek çoğaldılar ve bugün
görüyorsunuz işte; onların misyonerleri bütün köy ve kasabalarımıza dağılmış,
bizim çocuklarımızı ya Hristiyan etmekte ya da dinsizleştirmektedirler.([25])
Planlan bizi -böyle- geri kalmış halde bırakmaktır; içinde bulunduğumuz şu
utandırıcı hayat ve geri kalmışlık içinde tutmaktır. Bizim hep böyle müşkülatlar
içinde, zavallılıklar içinde kalmamızı, fakirlerimizin bu zavallılıklarının
daima sürmesini ve fakirliği ortadan kaldıran İslam hükümlerine teslim
olmamasını, ama kendileriyle satılmış uşaklarının büyük saraylarda oturup o
lüks ve müreffeh hayatı sürdürmelerini isterler.
Bunlar, dinî ilmiye medreselerine bile ulaşabilmiş, oralara da bulaşmış
plânlardır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam devleti ve böyle bir devletin nasıl
olacağından söz etmeye kalkışsa takiyye etmek zorunda kalır ve sömürücülerin
payandaları tarafından sert muhalefetlere uğratılır. Nitekim bu kitabın 1. baskısı
yayınlandıktan sonra büyükelçiliğin (Irak'taki İran şahlık rejiminin sefareti)
adamları ayaklandılar, vahşice tepkiler gösterdiler, alabildiğine rezil ve
kepaze ettiler kendilerini... İş şimdi öyle bir raddeye getirilmiş ki savaş elbisesi giyilmesi- mertlik ve adaletin şanına ters addedilir olmuş !([26]) Hâlbuki bizim din
imamlarımız hep asker insanlardı, savaş komutanıydılar, savaşçıydı hepsi de!...
Teferruatını tarih kitaplarında bulabileceğiniz o savaşlarda asker giysileri giyip
savaşa gidiyor, vuruşuyor, öldürüyor ve ölü veriyorlardı! Emir'el müminin -samübarek başına müğfer giyer, zırh kuşanır, kılıç taşırdı. Hz. İmam Hasan'la -saHz. Seyyiduş-şuheda İmam Hüseyin -sa- de böyleydi. Daha sonra fırsat
vermediler, yoksa Hz. İmam Bakır -sa- da böyleydi. Şimdi öyle bir hale
getirilmişiz ki savaş elbisesi giymek insanoğlunun adaletine zarar verici
addedilmekte ve savaş elbisesi giyilmemesi gerektiğine inanılmaktadır! Yani
eğer bir İslam devleti kurmak istersek bu sarık ve abayla devlet kurmamız
icap edecek, yoksa mertliğe ve adalete ters düşmüş oluruz -öyle mi-?! Bunlar, ışı
bu raddeye vardırmış olan -o- yoğun propagandaların ürünüdür, ışı öyle bir
noktaya getirmişler ki şimdi kalkıp İslam’ın da devlet ve yönetimle ilgili kanun
ve kuralları bulunduğunu" ispat edebilmek için zahmete katlanmak zorundayız!
Durumumuz işte böyle! Ecnebiler propaganda ve misyonerler vasıtasıyla
işi bu noktaya getirdiler, bu esası uydurdular. İslam’ın yargı ve siyası
kanunlarının tamamı uygulama safhasından kaldırılmış, yerine Avrupa usulleri
yerleştirilmiş ve böylelikle İslam’ı küçümseyip Müslümanların hayatından
uzaklaştırmak ve kendi uşaklarını iş basma geçirip o malum emellerini -İslam
ülkelerinin imkânlarını kendi çıkarları için kullanmayı- gerçekleştirmek
istemişlerdir. Sömürünün yıkıcı ve bozucu rolünü anlattık; şimdi buna bir de
kendi toplumumuzdaki -yabancılaşmış- unsurların iç etkilerini eklememiz
gerekir. Bu da sömürücülerin maddi sahalardaki ilerleme ve kalkınmaları
karşısındaki unsurların aşağılık kompleksine kapılarak kendi kimliklerini
yitirmeleridir. Sömürücü emperyalist ülkeler bilim ve teknikte ilerleyince veya
daha yerinde bir deyişle, Asya ve Afrika milletlerini sömürüp yağmalayarak
servet yığıp konforlara kavuşunca bunlar komplekse kapılarak kendilerini
kaybettiler. Teknik gelişme ve kalkınmanın yolunun 'kendi inanç ve
kurallarından vazgeçmek" olduğunu zannettiler! Onlar, meselâ aya ayak basınca,
bunlar kendi öz kaide ve kurallarını -artık- bırakmaları gerektiği zehabına
kapıldılar.
Aya gitmenin İslam kanunlarıyla ne ilgisi var?! Birbirine tamamen
zıt kanunları ve sosyal yapılara sahip ülkelerin teknik ve ilmî kalkınma ve uzayı
fethetme sahasında yekdiğeriyle yarıştığını ve -farklı yapıları olduğu haldeilerlediklerini görmüyorlar mı?! Onlar Merih'e de gitseler, Samanyolu'na da
ulaşsalar insanî ahlak, fazilet ve ruhi yüceliklerden aciz kalacaklardır, kendi
sosyal müşkülatlarının hallinden acizdir onlar. Çünkü onların bedbahtlıkları ve
sosyal meselelerinin çözümü için itikadi ve ahlaki çözümler gereklidir; maddi
güç kazanmak, servet yığmak, tabiatı ve uzayı fethetmek bu
müşkülatı halledemez. Tamamlanıp denge bulabilmesi ve insanoğlunun başına
belâ değil, ona fayda verebilmesi için servet, maddi güç ve uzayı fethetmenin
İslami iman, inanç ve ahlaka ihtiyacı vardır. Bu inanç, ahlak ve kanunlarsa bizde
var. Binaenaleyh binleri bir yerlere gittiler veya bir şeyler icat ettiler diye bizim;
insanoğlunun hayatıyla ilgili olup onun dünya ve ahiret hayatını ıslah ve tanzim
eden kural ve ilkelerden hemen yüz çevirmemiz doğru değildir.
Sömürücü
emperyalistlerin
propagandaları
için
de
durum
aynıdır. Düşmanlarımız birtakım propagandalarda bulunmuş ve toplumumuzdan
bazı bireyler de maalesef etkilenmişlerdir, oysa etkilenmemeleri gerekirdi.
Sömürücüler İslam’ı devlet düzeni yokmuş gibi, yönetimle ilgili teşkilatlanmaları
yokmuş gibi gösterdiler bize; birtakım hüküm ve kuralları varsayılsa bile,
bunların uygulayıcısı yoktur, sadece kanun koyuculuktur diye şartlandırdılar bizi.
Bu propagandaların, Müslümanları politika ve devlet esasından uzak tutmak
isteyen sömürücülerin plânlarının bir parçası olduğu apaçık ortadadır. -Yoksa-,
bu düşünce bizim temel inançlarımıza aykırıdır.
Biz 'Velayet'e inanıyoruz ve Hz. Peygamber-i Ekrem -saa- efendimizin
halife tayin etmesi gerektiğine inanmaktayız ki bunu yapmıştır da.([27]) Halife
tayini sırf hükümlerin beyanı için midir?
Hükümlerin beyanı halifeyi şart kılmaz ki! O hazretin kendisi ahkâmı bizzat
beyan ediyordu zaten! Bütün hükümleri bir kitapta yazabilir ve uygulaması için
halka verirdi -olup biterdi- Halife tayin etmesi gerektiğinin mantıkî tarafı,
yönetim, idare ve devlet içindir. Biz, kanun ve hükümleri uygulayıp icra etmesi
için gerekli görmekteyiz halifeliği -sırf kanunu beyan etmesi için değil.Kanunun bir uygulayıcısı olmalıdır. Dünyanın her yerinde böyledir bu; sırf
kanun koymuş olmanın hiçbir faydası yoktur ve insanlığın saadetini sırf
kanun koymayla temin edemezsiniz. Kanun koyulduktan sonra bir yaptırım gücü
ve bir icraat -yürütme- kuvveti de oluşturulmalıdır. Bir devlet veya bir yasamada
yürütme kuvveti de olmazsa eksiklik var demektir. Bu nedenledir ki İslam kanun
koyuculukta -yasama- bulunduğu gibi yürütme kuvvetini de belirlemiştir.
İslam’da "veliyy-i emr" kanunları uygulama -yürütme- vazifesini de üstlenmiştir.
Eğer hz. Resul-ü Ekrem -saa- halife tayin etmeseydi risaletini tamamlamış
olmayacaktı.([28])İslam hükümlerinin uygulanma zarureti ve yürütme gücünün
gerekliliği ve bunun; insanlığın saadetini temin edecek bir adalet düzeninin
kurulması ve -böylece- risalet ve peygamberlik gayesinin tahakkuk
bulup gerçekleşmesindeki önemidir ki peygamberin kendisinden sonra bir
vasi tayin etmesini "risaletin kemal bulup tamamlanmasıyla eşdeğer saymıştır.
Hz. Resul-ü Ekrem -saa- zamanında kanun sadece iblağ ve beyan edilmiyor
bilakis, aynı zamanda uygulanıyordu da! Hz. Resulullah -saa- efendimiz kanunu
uygulayan merci ve yürütme gücüydü. Mesela ceza kanunlarını uyguluyordu o;
hırsızın elini kesiyor, had vuruyor, recmediyordu([29]). Halife de bu işler içindir.
Halife kanun koyucu değildir. Halife, Allah Resulü'nün -saa- getirdiği kanun ve
hükümleri icra etmek için vardı. Devletin kurulması, yürütme ve idare
sisteminin oluşturulması bu noktada zaruri olmaktadır işte! -İslam- devleti
kurulması gerektiğine, -bunun- yürütme organı, yönetim ve idare kurumunun
oluşturulması gerektiğine inanmak "velayet'in bir parçasıdır; tıpkı bunun
gerçekleşmesi için mücadele verip gayret göstermenin, velayete inanmanın bir
parçası olması gibi!... Buna dikkatinizi çekerim! Onlar size zıt olarak İslam’ı
nasıl kötü tanıtıyorsa; siz de buna karşılık İslam’ı olduğu gibi tanıtın; velayeti,
olduğu gibi tanıtın. 'Biz velayete inanıyoruz; Hz. Resulullah'ın -saa- halife tayın
etmiş olduğuna ve bunun da kendisine Allah Teâlâ tarafından emredilmiş
bulunduğuna, onun bu yüzden Müslümanların "veliyy-i emrinin belirlediğine
inandığımıza göre devlet kurulması gerektiğine de inanmamız gerekir, Allah
hükümlerinin uygulanması ve yönetimle ilgili işlerin ele alınıp yoluna konulması
için çaba göstermemiz gerekir" deyin. İslam devletinin kurulması yolunda
mücadele vermek velayet inancının bir gereğidir. Siz İslam kanunlarıyla onun
sosyal fayda ve etkilerini yazıp yayınlayın, tebligat ve faaliyet yönteminizi tekmil
edin; dikkat edin ve bilin ki sizler bir İslam devleti kurmakla
mükellefsiniz. Kendinize güvenin ve bu işin üstesinden gelebileceğinizi
bilin. Sömürücü emperyalistler 300-400 yıl öncesinden başlayarak bugünkü yere
geldiler. Biz de sıfırdan başlarız!... Birkaç batı çarpılmışı garb zedeyle sömürü
uşaklarının yardakçılarının yaygaralarından korkmayın. İnsanlara İslam’ı tanıtıp
anlatın ki genç nesil, din adamları ve ulamanın Kum ve Necef’te oturup hayz ve
nifas hükümlerinden başka şeyler okumadığı, siyasete karışmadığı ve din
işleriyle siyasetin birbirinden ayrılması gerektiği gibi -yanlış- bir zanna
kapılmasınlar. Dinin siyasetten ayrı olması ve İslam âlimlerinin siyası ve sosyal
işlere karışmaması gerektiği yolundaki -lâik- düşünceyi ortaya atıp
yayanlar sömürücü emperyalistlerdir. Dinsizlerin sözüdür, onların fikridir bu.
Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- döneminde dinle siyaset ayrı mıydı ki?! O
dönemde Müslümanların bir kısmı politikacı ve yönetici, bir kısmı da din adamı
mıydı yani?! Hak veya haksız yere halife olanlar döneminde, Hz. Emir'in -sahalifeliği sırasında dinle siyaset birbirinden ayrı mıydı? İki ayrı kurum muydu
bunlar? Sömürücülerle onların siyasi uşaklığını yapanlar uydurdular bunları;
böylece dinin dünya işlerine egemen olup Müslümanların toplum yapısını tanzim
ve düzenlemekten uzaklaştırılmasını istediler; böylelikle İslam âlimlerini
halktan ve hürriyet ve bağımsızlık yolunda mücadele verenlerden koparmış
olacaklardı. Çünkü -ancak- bu durumda halka egemen olup servetlerimizi
yağmalayabilmeleri mümkündür, onların maksatları budur işte!
Eğer biz Müslümanlar namaz, dua ve zikirden başka şeyle meşgul olmazsak
sömürücü emperyalistlerle onların işbirlikçisi olan zalim devletler bize hiç
karışmazlar. Gidin istediğiniz kadar ezan okuyup namaz kılın; onlar da gelip
nemiz var nemiz yoksa hepsini alıp götürsünler, siz de onları Allah'a havale edin
-öyle mi?!- Lahavle!... Velâ kuvvete illa billah!… -Bu halimizle- bir de,
öldüğümüz zaman sevap kazanmayı umacağız Allah'tan, öyle mi?! Mantığımız
bu olursa eğer, onlar -elbette ki- bize hiç mi hiç karışmazlar tabi. O herif (Irak'ın
işgali sırasında bir İngiliz subayı) 'minarede ezan okuyan bu adamın İngiltere'nin
politikasına bir zararı var mı'-'" diye sorduğunda "hayır" diyor; bunun üzerine "o
halde bırakın istediği kadar okusun" diyor... Siz sömürücülerin siyasetlerine
karışmaz ve İslam’ı, sırf hep konuşup durduğumuz bu ahkâmdan ibaret bilip asla
bundan şaşmazsanız onların sizinle işleri olmaz. Siz istediğiniz kadar namaz kılın,
sizin petrolünüzü istiyor onlar, namazınızla ne işleri var? Bizim madenlerimizi
istiyor onlar; ülkemizin onların malları için bir tüketim pazarı
olmasını istiyorlar. Zaten bu yüzdendir ki onların kuklası olan baştaki
devletler bizim sanayi ülkesi olmamızı engellemekte veya dışarıya bağımlı
ve montaj sanayi kurmaktadırlar. Bizim adam olmamamızı istiyorlar!
"Adam"dan korkuyorlar! Adam olmuş biri çıkacak olsa korkuyorlar ondan.
Çünkü kendisine benzerler üretecektir; sömürü, diktatörlük ve kukla rejim gibi
şeyleri temelinden söküp atan etkiler bırakacaktır. Bu nedenledir ki ne zaman
ortaya bir "adam" çıktıysa ya öldürdüler, ya hapsettiler, ya sürdüler veya
lekelediler, "siyasidir!" diyerek! 'O molla siyasî biridir" dediler... -Hâlbuki- Hz.
Peygamber-i Ekrem de -saa- siyasiydi. Bu kötü propagandayı sömürünün
güdümlü siyasî uşakları yapıyorlar ki sizi siyaset sahnesinden dışlayıp uzak
tutsunlar, sosyal meselelere müdahale etmenizi engellemiş olsunlar; hain
hükümetlerle, anti-milli ve anti-İslami siyasetlerle savaşmanızı önlesinler...
Böylece kendileri diledikleri her şeyi yapabilsinler, her haltı işleyebilsinler
ve karşılarına dikilecek hiç kimse kalmasın!...
1. BÖLÜM
DEVLET KURULMASINI GEREKLİ KILAN DELİLLER
Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği
Toplumun ıslahı için kanun külliyatı kâfi değildir. Kanunun insanoğlunun
saadet ve ıslahını temin edebilmesi için onu uygulayacak bir yürütme kuvvetine
ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ bir dizi kanunların, yani şeriat
hükümlerinin yanı sıra bir devlet, bir yönetim ve yürütme gücü de belirleyip tespit
etmiş bulunmaktadır. Hz. Resul-i Ekrem -sav- efendimiz İslam toplumunun
yönetim ve yürütme teşkilatının en üst makamı durumundaydı. Vahyi insanlara
iblağ edip tefsir, akaid ve İslam ahkâmıyla İslam’ın sistem ve düzenlemelerini
beyanda bulunmanın yan ısıra bu hükümlerin icra ve uygulanmasını ve İslam’ın
sistem, yapılanma\C düzenlemelerinin oluşturulmasını sağlama yolunda da çalışıp
uğraşıyordu ki böylece İslam devletini kurabilsin. O sırada Hz. Resulullah -saamesela ceza kanununu bildirip açıklamakla yetinmiyor, aynı zamanda onu bizzat
uyguluyordu da! El kesiyor, had vurduruyor, recmettiriyordu. Hz. Resul-ü
Ekrem'den -saa- sonra halife de aynı vazife ve mevkidedir. Hz. Resul-ü Ekrem saa- halife tayin ederken sırf İslam’ın akaid ve hükümlerini beyan etmesi için
değildi bu; bilakis, İslam hükümlerinin icrası ve kanunun iyice yerleşip tespit
bulması içindi. Hükümlerin uygulanması ve İslam yapı ve düzenlemelerinin
tespiti vazifesi o kadar önemliydi ki Hz. Resulullah'ın -saa- kendisinden sonra bu
işi üstlenecek bir halife tayin etmesini onca önemli kılmış, aksı takdirde risalet ve
peygamberlik görevini tamamlamış sayılmayacağı buyrulmuştur. Çünkü dünya ve
ahiret saadetlerinin temini için Müslümanlar Hz. Resulullah'tan -saa- sonra
dabunu üstlenecek; kanun ve hükümleri uygulayacak, İslamî düzen
ve yapılanmaları toplumda hâkim kılacak birine muhtaçtırlar. Esasen kanun,
sosyal yapı ve düzenlemeler bir uygulayıcı ve yaptırımcıya muhtaçtırlar.
Dünyanın bütün ülkelerinde ve her zaman böyledir bu; sırf kanun koymuş
olmanın hiçbir faydası yoktur. Kanun koyuculuk, insanlığın saadetini temin için
tek başına yeterli değildir. Kanun koyulduktan sonra -o kanunu uygulayacak- bir
yürütme gücünün oluşması gerekir. Mahkeme ve adliyelerin kanun ve
kurallarını uygulayıp bu mahkemelerin âdilâne hüküm ve kararlarını
halka ulaştırabilen -faktör- yürütme gücüdür. Bu nedenledir ki İslam kanun
koyuculukta bulunduğu gibi yürütme ve icra gücü de belirlemiştir. "Veliyy-i
emr" yürütme gücünün de sorumlusudur.
Hz. Resul-i Ekrem'in -saa- Sünnet ve Yöntemi
Hz. Resulullah'ın -saa- sünnet ve yöntemi, bir devlet kurulması gerektiğinin
delillerindendir. Zira:
Evvela bizzat kendisi de bir devlet kurdu. Onun devlet kurduğuna, İslam
kanunlarını uygulayıp İslami yapılanmayı gerçekleştirmeye uğraştığına ve
toplumu idare edip yönettiğine tarih şahittir. O hazret -bu cümleden olmak
üzere- etrafa valiler tayin etmiş, bizzat yargıda bulunmuş, kadı atamış, yabancı
ülkelere ve kabile başkanlarıyla krallara ve imparatorlara elçiler göndermiş
anlaşma ve antlaşmalar imzalamış, savaş komutanlığında bulunmuş; kısacası
İslam’ın devletle ilgili hüküm, uygulama ve kanunlarını bilfiil icra ederek onlara
işlerlik kazandırmıştır.
İkincisi; Allah'ın emriyle, kendisinden sonrası için devlet başkanı
ve yönetimi üstlenecek olanı tayin etmiştir. Allah Teâlâ, Hz. Resul-ü Ekrem'den
-saa- sonrası için de Müslümanlar için bir devlet başkanı ve yönetici atadığına
göre, o hazretten -saa- sonra da devlet müessesesinin gerekli olduğunu vurgulamış
olmaktadır. Nitekim Hz. Resul-ü Ekrem -saa- vasiyetinde bu ilahi emri iblağ
ettiğinde, devletin gerekliliğini de böylece belirtmiş oluyordu.
İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliliğin Zarureti
Hz. Resul-ı Ekrem'in -saa- devlet kurmasını gerektiren İslam hükümlerinin
icra ve uygulanma zaruretinin sadece o hazretin -saa- dönemine mahsus
olmadığı, Hz. Resulullah'tan -saa- sonra da bu hükümlerin ve icrasının
süreğenliğini koruyacağı apaçık ortadadır. Ayet-i şerifede de buyrulmuş olduğu
üzere İslam ahkâmı belli bir zaman ve mekânla sınırlı olmayıp ebediyen kalıcı ve
'Uygulanması gerekli" dir([30]) İslam sadece Hz. Resul-ü Ekrem -saa- dönemi
için gelmiş değildir ki o hazretten sonra terk edilebilinsin ve İslam’ın
ceza kanunları olan hadler ve kısas artık uygulanmasın veya malum
çeşitli vergiler alınmasın, ya da İslam ümmeti ve İslam beldesini savunma aslı terk
edilsin... 'İslam kanunlarının gereğinde pekâlâ terk edilebileceği" veya 'İslam
hükümleri belli zaman ve mekânlara mahsustur" şeklindeki görüş, İslam’ın
vazgeçilmez itikadı yapısına tamamen aykırıdır. O halde İslam hükümlerinin Hz.
Resul'den -saa- sonra da ve ebediyete kadar uygulanması zaruri olduğuna göre
devlet kurulması, yürütme ve yönetim kurumunun oluşturulması da zaruri
olmaktadır. Bireylerin bütün çalışma ve faaliyetlerini 'ahkâmın uygulanması"
vesilesiyle adilane bir sistem ve yapı üzerinde oturtacak bir devlet, yürütme
gücü ve yönetim mekanizmasının oluşturulmaması halinde kargaşa ve anarşi
doğar; sosyal, itikâdî ve ahlâkî bozulmalar baş gösterir. O halde anarşi, kargaşa
ve başıbozukluğun vuku bulmaması ve toplumda fesad ve bozulmanın baş
göstermemesi için devlet kurmaktan ve toplumdaki bütün işleri ve vukuatları
kontrol ve disipline sokmaktan başka çare yoktur. Demek ki şeriat ve akıl
kurallarının da apaçık ortaya koyduğu üzere; Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve Emir'el
Mü'minin Ali bin Ebutalib -s- zamanında gerekli ve zaruri olan şey; yani devlet,
yönetim, idare ve yürütme mekanizması; onlardan sonra da ve bu cümleden
olmak üzere bizim çağımızda da gerekli ve zaruridir.
Meselenin açıklığa kavuşması için şu soruyu soruyorum: Gaybeti Suğra'dan([31]) 1000 yılı aşkın bir süre geçtiği ve belki de maslahat gereği hazretin
zuhuru pekâlâ yüz bin yıl sonra da vuku bulmayabileceğine göre bu uzun süre
boyunca İslam hükümleri yerde kalmalı, uygulanmamalı ve herkes canı ne isterse
yapabilmeli midir? Anarşi ve kargaşa mı egemen olmalıdır? Beyan, tebliğ,
yayma ve uygulama safhasına konulması yolunda Hz. Resulullah'ın -saa- 23 yıl
durup dinlenmeksizin zahmet ve cefalar çektiği kanunlar sadece belli ve sınırlı bir
zaman dilimi için miydi? Yani Allah Teâlâ kendi göndermiş olduğu hükümlerinin
uygulanmasını 200 yılla mı sınırlamıştır? Gaybet-i Suğra'dan sonra İslam her
şeyini bırakmış -bütün hüküm ve inançlarından- vaz mı geçmiştir?!
Böyle bir fikre inanmak veya bunu dile getirmek, İslam’ın iptal olduğuna
inanmak veya bunu söylemekten çok daha beterdir. Hiç kimse bugün artık İslam
beldesinin toprak bütünlüğünü koruma ve müdafaanın artık lüzumu kalmadığını
veya vergi ve cizye([32]), haraç([33]), humus([34]) ve zekâtın([35]) alınmasının günümüzde
artık gerekli olmadığını, İslam ceza kanunlarının; diyet ve kısasın artık iptal
edilmesi lazım geldiğini söyleyemez! Herkim, İslam devleti kurulmasının zaruri
olmadığını
söyleyecek
olursa
İslam
hükümlerinin
uygulamaya
konulması gerektiğini inkâr etmiş; din-i mübin-i İslam’ın ölümsüzlüğünü
ve hükümlerinin ebediyen bütünlüğünü münkir olmuş olur.
Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri
Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden sonra hiçbir Müslüman devletin
gerekliliğinden tereddüde kapılmadı. Hiç kimse kalkıp da 'bize devlet lazım değil
artık" demedi. Kimseden böyle bir şey duyulmuş değildir. Devlet kurulması
gerektiği hususunda herkes müttefikti. İhtilaf, sadece bunu kimin üstleneceği ve
kimin devlet başkanı olacağındaydı. Binaenaleyh Hz. Resul-ü Ekrem'den -saasonra halifeler döneminde de, Hz. Emir -s- döneminde de devlet kuruldu.
Devlet örgütü vardı, idare ve icra -yürütme- yerine getirilmedeydi.
İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği
İslam devleti kurulmasının zaruri olduğunu gösteren bir diğer delil de İslam
kanunlarının, yani şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğidir. Bu kanun ve
hükümlerin nitelik ve niceliğine dikkat edilecek olursa bir devlet kurulması ve
toplumun siyasî, iktisadî ve kültürel yönetim ve idaresini gerçekleştirme gayesiyle
belirlenmiş oldukları görülür.
Evvela şeriat kanunları bütün ve külli bir toplum düzenini oluşturmaya
tamamen elverişli -gerekli- her nevi -her boyutta- kanun ve kuralları taşıyıcı
özelliğe sahiptir. İslam’ın bu hukuki nizamında, insanoğlunun ihtiyaç duyacağı
her şey vardır: Konu-komşuyla, evlatla, akraba ve kendi halkı ve hemşerisiyle
sosyal ilişki ve muaşeret ve karı-koca hayatıyla özel münasebetlerden tutun da
savaş ve barış kuralları, milletlerarası ilişkiler, ceza kanunları ticaret, sanayi ve
ziraata varıncaya kadar... Nikâh öncesi için, hatta bebek ana rahmine düşmeden
öncesi için bile kanunu vardır İslam’ın; nikâhın nasıl kıyılması,
nasıl gerçekleşmesi gerektiğini belirtir; o sırada veya bebek ana
rahmine düşmeden önce insanın ne yemesi gerektiğini, bebeğin süt çağında annebabanın ne gibi vazifelerle yükümlü olduğunu, bebeğin nasıl eğitilmesi
gerektiğini, kadınla erkeğin yekdiğerine ve çocuklarına karşı davranış ve
tutumlarının nasıl olması gerektiğini... vb. gibi -insan hayatının- bütün
merhaleleri için İslam’ın kanun ve kuralları vardır ki insan" yetiştirebilsin, tam ve
mükemmel bir insan; canlı kanuna dönüşmüş, kanunun timsali haline gelmiş,
kendiliğinden kanunun gönüllü uygulayıcısı kesilmiş bir insan"!... Kendisini
olumsuzluklardan arıtmış mükemmel ve faziletli bir insan modeli yetişmesi için
gerekli ortam ve şartları hazırlayabilecek bir devlet sistemiyle siyasî ve
iktisadî toplum ilişkilerine İslam’ın ne denli önem verdiği ortadadır. Kur'anı Mecid ve sünnet-i Resulullah -saa-; insanoğlunun kemal ve saadeti için ihtiyaç
duyduğu bütün kanun ve hükümleri içermektedir. Kâfı'de([36]) 'İnsanların bütün
ihtiyaçları kitap ve sünnette beyan edilmiş, bildirilmiştir" başlıklı bir bölüm
vardır([37]). Burada geçen kitap, yani Kur'an 'her şeyi bildiren" dir([38]), her şeyi
belirtmiş, bütün her şeyi açıklığa kavuşturmuştur. Masum imam -rivayette de
geçtiği üzere- 'halkın ihtiyacı olan her şeyin kitap ve sünnette belirtildiğine -ve
çözüm yollarının gösterildiğine- yemin etmektedir([39]) ki bunda hiç şüphe
yoktur.
İkincisi; şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğine dikkat ettiğimizde bunların
uygulanması ve bunlara uygun amel edilebilmesi için devlet kurulmasının zaruri
olduğunun; büyük ve kapsamlı bir yönetim ve yürütme örgütü oluşturulmaksızın
Allah'ın emir ve hükümlerini uygulama vazifesini yerine getirmenin mümkün
olmayacağını görürüz.
Biz burada örnek olarak bazı konulara değinmekle yetiniyoruz, isteyenler
diğer konulara da başvurarak incelemede bulunabilir.
2. BÖLÜM
BAZI ÎSLAM HÜKÜMLERİ ÜZERİNE İNCELEME
1- Mali Hükümler
İslam’ın belirlediği vergiler ve plânladığı bütçe -şekli-, bunun
sadece fakirlerle yoksul seyyitlerin açlıktan ölmeyecek kadar bir geçime
kavuşmasına yönelik olmadığını; bilâkis devlet kurma ve büyük bir devletin
zaruri harcamalarını temin gayesine yönelik olduğunu göstermektedir:
Mesela beytulmala akan ve bütçe kalemlerinden sadece biri durumundaki
büyük gelir kaynaklarından biri "humus"tur. Bizim mezhebimizde bütün ziraî
gelirlerden; ticaretten, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından elde edilen gelirlerden,
velhasıl bütün gelir ve kazançlardan adilane ölçülerle -humus- alınır. Öyle ki; bu
caminin kapısı kenarındaki sebzeciden, gemi ve maden işletmeciliğiyle uğraşan
herkesi kapsamına alan bir hükümdür bu. Mükellef şahıslar gelirlerinin; meşru
ve normal ihtiyaçlarıyla ilgili harcamalarından geriye kalanının 5'te birini,
beytulmala eklenmesi için İslam devletinin başkanına verirler.
Böylesine büyük bir gelirin; ancak İslam ülkesini idare ve böyle bir ülkenin
bütün mali ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olduğu apaçık ortadadır. İslam
ülkelerinin tamamının veya –İslam’ın egemenliği altına girmesi halinde- bütün
dünya ülkelerinin gelirlerinin –normal harcamalardan artan miktarının- humsu
hesaplanacak olursa böylesine - yüklüce- bir verginin sırf seyyidlerle din
adamlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olmadığı; meselenin çok daha
önemli boyutları olduğu ortaya çıkar. Amaç, koca devlet teşkilatının mali
ihtiyaçlarının giderilmesidir. Eğer bir İslam devleti kurulacak olursa işte bu
vergilerle, yani humus ve zekâtla -ki ikincisi fazla değil-, cizye ve haraçlarla -ya
da ülkenin ziraata elverişli topraklarına konulan vergilerle- yönetilip
idare edilmesi gerekir.
Seyyidlerin böylesine astronomik- bir bütçeye ihtiyacı olduğu nasıl
düşünülebilir? Tahran, İstanbul, Kahire ve diğer büyük çarşılar bir yana dursun,
sırf Bağdat Çarşısı'nın gelirinden alınacak humus bile bütün seyyıtlere,
medreselere ve Müslümanların bütün fakirlerine yeter.
Böylesine astronomik bir bütçenin belirlenmiş olması da göstermektedir ki
amaç, devlet kurulması ve ülke yönetimidir; halkın temel ihtiyaçlarının
giderilmesi, kamu hizmetleri ve sağlık, kültür, savunma, bayındırlık ve kalkınma
gibi sosyal hizmetlerin karşılanmasıdır. Hele humusun toplanma, muhafaza ve
harcanmasına dair İslam’ın belirlediği dakik kural ve getirdiği düzenlemeler bu
gerçeği iyiden iyiye vurgulamaktadır: Devlet hazinesinden kesinlikle sorumsuz
ve israfa kaçan harcamalar yapılmayacak; devlet başkanı, valiler ve bütün kamu
hizmeti yöneticileri; yani devlete çalışan insanlarla -hükümet adamlarıylahalkın diğer kesimleri arasında "kamuya ait mallar ve devlet gelirlerinden
faydalanma hususunda" hiçbir fark ve ayrıcalık gözetilmeyecek, -beytulmala ait
gelirlerden- herkes eşit pay alacaktır. Böylesine yüklüce bir bütçeyi denize mi
dökmemiz gerekir şimdi7 Ya da, hazret-i Mehdi -sa- gelinceye kadar toprağa mı
gömmeli,([40])?!!.. Yoksa o günlerde mesela 50 seyyidin -gönlünce harcayıpyemesi için miydi? Yoksa bugün farzen, 500 bin seyyide mi verelim? Nasıl
harcayacaklarını bilemez, şaşırıp kalırlar... Hâlbuki fakirlerle seyidlere humustan- verilmesi gereken miktarın, sadece geçimlerini temin edebilecekleri
kadar olması lazım geldiğini biliyoruz. Ancak İslam’ın bütçe plânlamasına göre
her gelirin belli ve zarurî bir harcama sahası vardır. Bir sandık zekâta mahsustur;
bir sandık da sadaka ve teberruata -bağışa-; bir de humsa ait özel bir sandık
vardır. Seyyidler bu son sandıktan geçimlerini sağlarlar. Hadiste de belirtilmiş
olduğu üzere seyyidler yıllık harcamalarından arta kalan miktarı sene sonunda
İslam devletinin başkanına geri vermelidirler; eğer tersi olur da, masraflarını
karşılayamazlara -İslam- devlet başkanı onlara yardım eder([41]).
Öte yandan zimmet ehlinden alınması gereken cizye" yle ([42]) büyük ziraat
arazilerinden alman "haraç" olağanüstü rakamlara ulaşan bir gelir sağlamaktadır.
İslam’ın bu tür vergiler belirlemiş olması bir devlet ve devlet başkanının
varlığının zaruretini ortaya koymaktadır. Gelir durumu ve ödeme gücüne göre
zimmet ehlinin ödemesi gereken yıllık vergi miktarını belirlemek İslam devleti
başkanına veya onun valisine düşer; keza onların tarla ve
davarlarından([43]) uygun miktarda vergi alınır. Keza "haraç" almak; yani
"Allah'ın malı" olan ve İslam devletinin tasarrufunda bulunan geniş topraklara
taalluk eden vergiyi toplamak da yine İslam egemenine -İslam devletinin
başında bulunana- düşer ki bu da muntazam ve düzenli bir teşkilat, örgütlenme
ve organize ister, hesap-kitap ister, tedbir ve maslahat üzerine kafa yormayı
gerektirir. Duruma göre mütenasip ve uygun miktarlarda ve maslahata muvafık
olacak şekilde bu vergileri belirlemek, toplamak ve sonra da Müslümanların
maslahatına en uygun şeylere harcamak; İslam devletinin başında bulunanlara
düşen bir vazifedir.
Görüldüğü gibi İslam’ın mali hükümleri, devlet kurulmasının gerekli
olduğuna delalet etmektedir; bunu yapabilmenin ise, İslami bir teşkilatlanma ve
örgütlenmeden başka hiçbir yolu yoktur.
2- Milli Savunma Hükümleri
Öte yandan; İslam devletinin koruması, toprak bütünlüğünün savunması ve
İslam ümmetinin bağımsızlığını müdafaayla ilgili hükümler de devlet
kurulmasının gerekliliğine delalet etmektedir. Bunun en bariz örneği "...
gücünüz yettiğince silah ve -savaşa- âmâde at hazırlayın..."([44])hükmüdür.
Mümkün miktarda ve olabildiğince silahlı savunma gücü hazırlayarak her an
savaşa âmâde olma emri verilmekte ve barış döneminde her an âmâde ve
teyakkuz halinde olunması gerektiği hatırlatılmaktadır.
Müslümanlar işte bu hükme uyarak bir İslam devleti kurup her an savaşa
âmâde ve hazırlıklı olsalardı bir avuç Yahudi kalkıp da bizim topraklarımızı işgal
etmeye, Mescid-i Aksa'yı harabeye çevirip ateşe vermeye cür'et etmezdi; -çünküâmâde olan Müslümanlar hemen harekete geçer, gerekeni yaparlardı. Bütün
bunların haşamıza geliyor olmasının nedeni- Müslümanların Allah'ın
hükümlerini uygulama girişiminde bulunmamış, liyakatli ve sâlih bir devlet
kurmamış olmasındandır. Eğer bugün İslam ülkelerini yönetenler imanlı halkın
temsilcileri olup İslam hükümlerini uyguluyor bulunsalardı küçük ihtilaf ve
anlaşmazlıkları bir kenara bırakır, bozgunculuk ve tefrikacılıktan vazgeçer, birlik
ve vahdet içinde "tek yumruk" olurlardı([45]); o zaman Amerika, İngiltere ve -diğer
ecnebilerin uşağı olan bir avuç sefil Yahudi bu işleri yapamazdı işte; Amerika'yla
İngiltere'nin desteğine rağmen yine de yapamazlardı. Bu, Müslümanlara
hükmeden baştaki yöneticilerin liyakatsizlik ve acziyetindendir.
"... gücünüz yettiğince savaş kuvveti ve besili atlar hazırlayın..." ayet-i
kerimesi Müslümanlara "elinizden geldiğince güçlü ve hazırlıklı olun ki
düşmanlarınız size zulüm ve tecavüzde bulunanlasın" şeklinde emretmektedir.
Bizler elbirliği ve vahdet içinde olmadığımızdan, güçlü ve her, an savaşa hazır ve
âmâde bulunmadığımızdan ecnebilerin tecavüz ve saldırganlıklarına maruz
kaldık ve kalıyoruz ve zulüm görüyoruz!...
3- Hakların Elde Edilmesiyle İlgili Hükümler ve Ceza Hükümleri
Suçludan alıp sahibine verilmesi gereken diyetler ve İslam devlet başkanının
nezdinde uygulanması gereken had ve kısas gibi birçok İslam hükümlerinin, bir
devlet düzeni oluşturulmaksızın uygulama safhasına konulabilmesi mümkün
değildir. Bu kanun ve hükümler hep bir devlet düzenini gerektirmektedir: devlet
dışında hiçbir gücün becerebileceği işler değildir bunlar.
Siyasî İnkılâbın Gerekliliği
İnatta bulunup düşmanlık edenler ve Ümeyyeoğulları -Emeviler-lânetullah
aleyhim([46]); Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden sonra İslam devletinin Ali
bin Ebu Talib -s- velayetinde istikrar bulmasını engellediler. Allah Tebarek ve
Teâlâ’yla Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saa- rızasına mutabık bir devlet
düzeninin nesnel olarak kurulup meydana gelmesini önlediler; neticede devletin
temelini değiştirdiler. Oluşturdukları hükümetin programlarının çoğu, İslam’ın
devlet programlarına aykırıydı. Emevilerle Abbasilerin ([47]) kurduğu rejim,
devlet düzeni ve uyguladıkları siyasî yöntem İslam dışıydı. Devlet sistemi
tamamen tersine dönerek saltanat -sultanlık- rejimine dönüştürüldü; İran
şahinşahları, Roma imparatorları ve Mısır Firavunlarının rejimlerinden farksız bir
rejim haline geldi. Daha sonraki dönemlerde de yine aynı "gayri İslami hali"yle
devam etti ve böylece bugünkü hale gelmiş oldu.
Devletlerin bugünkü şu gayri İslami ve İslam düşmanı hallerinin sürmesine
izin vermememiz gerekir, aklen ve şer'an da böyledir. Bunun delilleri de apaçık
ortadadır:
Her şeyden önce, gayri İslami bir siyasî
düzeninin kurulması; İslam’ın siyasî nizamı ve
uygulanmaması demektir.
nizam ve devlet
devlet düzeninin
İkinci delil de; gayri İslami olan her siyasî düzen ve devletin, şirke bulaşmış
bir siyasî düzen ve müşrik bir devlet olmasıdır; çünkü onun hâkim ve egemen
gücü "tağut'tur ([48]) ve bizler şirkin iz ve etkilerini Müslümanların hayatından silip
temizlemekle mükellefiz.
Diğer bir delil de mümin ve fazilet sahibi insanların yetişebileceği elverişli
sosyal şartlar ve ortamı hazırlamakla mükellef oluşumuzdur ki bu da "tâğut" ve
diğer gayrimeşru güçlerin egemen olduğu ortam ve şartların tamamen tersidir.
"Tâğut"
ve
müşrik
sistemin
egemenliğinden
doğan sosyal şartların gereği, şu gördüğünüz fesad ve bozulmadır işte. Derhal
ortadan kaldırılması ve müsebbiblerinin, lâyık oldukları cezaya çarptırılması
gereken "fesad-ı fı'l arz" -yeryüzünde bozulma ve bozgunculuk çıkartma" dır.
Firavun'un kendine has politikasıyla Mısır'da meydana getirdiği fesad ve
bozulmadır bu: "...Şüphesiz o, bozgunculardandı."([49]). Bu sosyal ve siyasî
şartlarda mümin, takvalı ve âdil biri insanın yaşayabilmesi; imanını ve doğru
davranışlarını koruyabilmesi mümkün değildir. Karşısında iki yol bulacaktır: Ya
mecburen şirke bulaşmış ve sâlih olmayan amellerde bulunacak, ya da bu tür
amellere bulaşmamak ve tâğutun emir ve kanunlarına eğilmemek için onlara karşı
mücadeleye girişip o bozuk şartları ortadan kaldırmaya çalışacaktır.
Bozuk ve bozguncu devlet düzenlerini ortadan kaldırmak; hain, bozuk,
zalim ve zorba egemenleri alaşağı etmekten başka çaremiz yoktur bizim... Bütün
Müslümanların İslam ülkelerinde teker teker gerçekleştirmesi gereken vazifedir
bu; İslamî siyasî inkılâbı bu beldelerde zafere ulaştırmalıdırlar.
İslâmî Vahdetin Gerekliliği
Diğer taraftan; İslam vatanını sömürücü emperyalistler, zalimler, zorba ve
mevkiperest egemenler parçalamış bulunmaktadır. İslam ümmetini birbirinden
ayırmış, ayrı ayrı birkaç millet haline getirmişlerdir. Bir ara büyük Osmanlı
Devleti meydana geldiyse de, sömürücü emperyalistler -onu da- hemen
parçaladılar. Rusya, İngiltere, Avusturya ve diğer sömürücü devletler el ele verip
Osmanlıya karşı savaşlar açtılar, her biri Osmanlı topraklarının bir kısmını ele
geçirdi ya da kendi nüfuzları altına aldılar([50]).
Gerçi Osmanlı devletinin başına geçenlerin çoğu liyakatsiz ve bazıları da
fasit ve bozuktu, padişahlık rejimi hâkimdi; ama yine de sömürücü emperyalistler
için bir tehlike söz konusuydu: Her an, halkın arasından salih ve dürüst insanların
çıkıp bu devletin -Osmanlı- başına geçerek halkın da yardımıyla millî birlik ve
kuvvetle sömürünün işini bitirmeleri ihtimali vardı! İşte bu nedenledir ki
mükerrer savaşlardan sonra, 1. dünya savaşında Osmanlı Devletini parçalayıp
kendi aralarında bölüştürdüler, öyle ki, o Osmanlı topraklarından 10-15
tane birer karışlık ülkeler çıktı ortaya. Her karışın -minik ülkenin- başına kendi
memurlarından birini ya da bir dizi memurlarını geçirdiler. Daha sonraları -bu
küçük ülkelerden- bazıları o memurların ve sömürü uşaklarının elinden
kurtulmuştur.
İslam
ümmetinin
birlik
ve
vahdetini
temin
edip
İslam
vatanını sömürücülerle onların yardakçısı olan kukla devletlerin tasarruf
ve nüfuzundan kurtarabilmemiz için devlet kurmaktan başka hiçbir yolumuz
yoktur. Çünkü Müslüman milletlerin vahdet ve hürriyetini sağlayabilmek için
zalim ve kukla devletleri yıkmamız ve sonra da yerine, halkın hizmetinde olacak
adilane bir İslam devleti kurmamız gerekir. Devlet kurulması; Müslümanların
vahdetini korumak, birlik ve düzenlerini muhafaza edebilmek içindir. Nitekim Hz.
Fâtıma-ı Zehra selamullah aleyhâ bir hutbesinde "imamet, nizamın -sisteminkorunması
ve
Müslümanların
bölük-pörçük
hallerini
vahdet
ve
([51])
birliğe dönüştürmek içindir" buyurmaktadır'
Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği
Ayrıca sömürücü emperyalistler, halka musallat olmuş bulunan siyasî uşakları
vasıtasıyla zalimane iktisadî sistemleri- zorla kabul ettirmiş ve bunun sonucu
olarak da halk iki kesime ayrılmıştır: Zalim ve Mazlum! Bir tarafta sağlık ve
kültürden tamamen mahrum yüz milyonlarca aç Müslüman dururken, diğer
tarafta ayyaş, kötü ve serseri bir azınlıklar grubu var ki zenginler ve siyasî güce
sahipler... Aç ve mahrum halk, daha iyi ve insanca bir hayata kavuşabilmek için
yağmacı ve talancı yöneticilerden kurtulmaya çalışmakta ve bu gayret ve
keşmekeş sürüp gitmekte, ama egemen -müreffeh- azınlıklarla devletin zalim
mekanizmaları onlara hep engel olmaktadır. Biz mazlum ve mahrum halkı
kurtarmakla vazifeliyiz. Biz mazlumlardan yana ve zalimlere düşman olmakla
mükellefiz. Emir'el Müminin'in -s- değerli oğluna yazdığı meşhur vasiyette
vurgulayıp hatırlattığı vazifedir bu: "Mazluma yardımcı ol, zalime düşman kesil
!"([52])
İslam
âlimleri
zalimlerin
gayrimeşru
çıkarlar
sağlayıp
tekelcilikte bulunmalarına karşı durmalı ve halkın büyük bir çoğunluğu açlık
ve mahrumiyet içindeyken onların hemen yanı başında; talancı ve haram yiyici
zalimlerin nimetler içinde keyif çatmasına engel olmalıdırlar. Emir'el Mü'minin s- "Benim bu vazifeyi -hilafet, devlet başkanlığı- kabul etmemin yegâne nedeni
Allah Tebarek ve Teâlâ’nın zalimlerin oburluğu ve vurgunculukları; mazlumların
da açlık ve mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lakayt kalmayacaklarına dair İslam
âlimlerinden söz almış olmasıdır" buyurmakta ve şöyle demektedir:
"...Andolsun tohumu yarana, canı yaratana; biat edenler gelip burada
toplanmasalardı ve ben gerekli yardımcı gücü bulduğum için bu işi kabulle
mükellef olmamış olsaydım ve Allah Teâlâ İslam âlimlerinden zalimlerin
oburlukları ve vurgunculuklarıyla, mazlumların dayanılmaz açlık ve
mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lakayt kalmayacaklarına dair söz almış
olmasaydı iktidar yularını bırakır, bir daha da elime almazdım. O zaman şu
dünyanız ve dünyevî makam ve mevkinizin benim nazarımda bir keçi aksırığının
çıkardığı rutubetten daha değersiz olduğunu görürdünüz..."([53]).
Bir grup hain ve haram yiyiciyle ecnebi uşaklarının, dış güçlerin yardımı ve
süngü zoruyla yüz milyonlarca Müslüman’ın el emeği ve servetine el
koyduklarını ve en asgarî nimetlerden bile faydalanmalarına izin vermediklerini
göre göre bugün nasıl sessiz kalır, tepki göstermeden öylece yerimizde
oturabiliriz? Bu zalimane duruma bir son vermek İslam ulemasının ve bütün
Müslümanların vazifesidir; yüz milyonlarca insanın saadetini temin yolunda zalim
devletleri yıkmak ve İslam devleti kurmakla muvazzaftırlar
Ahbara Göre Devletin Gerekliliği
Aklın, İslam hükümlerinin, Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- sünneti ve Hz.
Emir'el mü'minin'in -s- siyeriyle ayet ve rivayetlerin de gerektirdiği ve açıkça
belirlemiş olduğu üzere devlet kurulması lazım ve gereklidir. Örnek olması
açısından, Hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan bir rivayeti aktarıyorum:
Bu hadisin nübüvvetle ilgili olan ilk kısmını, konumuz dışında olduğu için
aktarmaya gerek görmüyor, bahsimizle ilgili olan son bölümünü aktarıyoruz;
İmam şöyle buyuruyor:
"...Hekim ve bilge Allah Teâlâ’nın niçin "Ululemr" tayin edip ona itaati
gerekli kıldığını soracak olana şu cevap verilir: Allah Teala'nın bu emrinin birçok
delili ve nedeni vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle özetlenebilir: İnsanlara belli
bir kanun ve yol gösterilip bu yoldan sapmamaları ve bu kuralları
çiğnememeleri emredilerek, belirlenen çerçeve ve sınırları aşmamaları, aksi
takdirde fesada bulaşacakları vurgulanmış olduğundan ve diğer taraftan
başlarında emin ve güvenilir biri veya belli bir güç bulunup da onları bu yol
üzere tutarak durumlarını gözetleyip kollamadıkça insanların ilahî yol ve
kanunlar üzere sabit kalmaları, belli kanunları çiğnememeleri ve haklarını
aşan sınırlara ayak basmamaları mümkün olmadığından (zira eğer böyle olmaz
ve -tepesinde- onları caydırıcı ve gözetleyici bir güç bulunmazsa hiç kimse,
başkalarının zararına sebep olup onların fesadına yol açabilecek dahi olsa şahsî
lezzet, haz ve çıkarlarından vazgeçmez ve şahsî keyfi ve çıkarları için
başkalarına zulmetmekten çekinmez) ululemre itaat edilmelidir. Bunun bir diğer
delili ve nedeni de şudur: Kanun, düzen ve disiplini sağlayıcı bir lider veya bir
gücün başkanlık ve nezareti olmaksızın hayatını sürdürebilen hiçbir toplum,
hiçbir millet veya şu ya da bu dine mensup bir topluluk olmamıştır. Çünkü
bütün insanlar din ve dünyalarının geçim ve temini için böyle bir -lider
ve yöneticiye muhtaçtırlar. Binaenaleyh Hekim ve bilge Rabbul Alemin'in,
kullarını başsız ve sorumsuz bırakması mümkün değildir. Zira Allah Teâlâ,
kullarının böyle bir şahsa ihtiyaçları olduğunu vebaşlarında, onları kollayıp
gözetecek biri olmazsa durumlarının düzen ve disiplin bulmayacağını; ancak
böyle birinin emri altında insanların düşmanla savaşabileceklerini, genel gelirlerin
onun eliyle bölüştürülüp paylaştırılması gerektiğini, onun öncülüğünde imametinde- Cuma ve cemaat namazlarının kılındığını ve toplumun
mazlumlarının haklarının zalimlere karşı onun eliyle korunabileceğini
bilmektedir.
Bir diğer delil ve neden de şudur: Eğer insanların başında onlara çeki düzen
verip kanun ve disiplini sağlayarak halka hizmet edecek, emîn, dürüst ve sâdık
bir imam tayin etmeyecek olursa din eskimeye ve çürümeye yüz tutar, kanun ve
yol kaybolur gider, İslam hükümleri ve İslâmî yöntemler değişi verir, tersyüz
olurlar, bid'atçiler dine izâfı şeyler eklerler, mülhidlerle dinsizler dini eksiltirler
ve İslam’ı bambaşka bir yüzle tanıtırlar Müslümanlara. Çünkü insanlar eksik ve
noksandırlar, kemale ihtiyaçları vardır, kemal bulabilmiş değildirler henüz.
Birbirleriyle olan ihtilaf ve anlaşmazlıkları, türlü ve farklı eğilimleri ve bölük
pörçük yaşamları da bu ihtiyacı iyiden iyiye pekiştirmektedir. Bu nedenledir ki
Allah Tealâ, O'nun hüküm ve kurallarını uygulayıp koruyacak, düzen ve
disiplini sağlayıp Peygamber'in -saa- getirdiği emaneti muhafaza edebilecek
birini belirlememiş olsaydı, durum yukarıda anlattığımız şekle bürünecek ve
Müslümanlar bozulacaklardı, İslam hükümleri, kural ve disiplinleri asimile
olacak, ahdler, yeminler ve sözler tamamen değişecek ve neticede bunca değişim,
bütün bir insanlığın tamamen bozulup fesada gömülmesine yol açacaktı..."([54])
İmam aleyhisselamın yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere çeşitli
sebep ve nedenler devlet ve ululemr (veliyyi emr)in mevcudiyetini zaruri
kılmaktadır. Bu sebep ve nedenler geçici veya belli bir zamanla sınırlı değildir; bu
da devlet kurulmasının her zaman zaruri olduğunu gösterir. Mesela insanların
İslam hududunu -kanunlarını- çiğnemesi, yekdiğerinin hakkına tecavüzde
bulunması ve zevk alma veya kişisel çıkarları için başkalarının haklarına el
uzatması... gibi durumlar her zaman vardır. Bu durumların sadece Hz. Emirel
müminin Ali -s- zamanında var olduğunu, ondan sonra herkesin
melek kesiliverdiğini söylemek mümkün değildir! Yüce yaratıcının
hikmeti insanların adalet içinde yaşaması ve ilâhî hüküm ve kurallar
çerçevesinde adım atılması gerektiği cihetindedir. Her zaman için geçerli olan bu
hikmet, Allah Teâlâ’nın değişmez sünnetlerinden -kurallarından-dır. Binaenaleyh
bugün ve her zaman bir veliyyi emrin, yani İslam devlet ve kanunlarını kuran ve
uygulayan bir kayyım ve yöneticinin varlığı kaçınılmazdır; insanların
yekdiğerinin haklarını çiğneyip zulüm ve sitemde bulunmasını engelleyecek,
halkın emanetini koruyup güvenliğini sağlayacak, insanları İslam kanun, akaid
ve kurallarına doğru yöneltecek, mülhidlerle islam düşmanlarının din ve din
hükümlerine bid'at sokmasını engelleyecek dirayetli bir yönetici... Emir'el
mümininin -s- halife olması da bunun için değil miydi zaten?! O hazreti imam -ve
devlet başkanı- yapan zaruretler şimdi de vardır; şu farkla ki belli bir şahıs yoktur;
bilakis, meselenin bizzat kendisi -devlet başkanının gerekliliği ilkesibelirtilmiştir([55]) ki her zaman için yürürlüğünü koruyabilsin.
O halde eğer İslam hükümlerinin daima diri kalması isteniyorsa, zalim
devlet ve iktidarların zayıf halkın haklarına tecavüzde bulunmasının
engellenmesi gerekiyorsa, egemen azınlıkların şahsî çıkar ve zevklerini temin için
halkı yağmalayıp ahlaksızlığa itmesi istenmiyorsa; İslam devleti kurulmalı,
herkes İslam adaleti içinde yaşamalı ve âdil İslam kanunları çiğnenmemelidir
deniyorsa, uyduruk ve kukla meclisler tarafından İslam’a aykırı kanunlar çıkarılıp
bid'atlerde bulunulmasının engellenmesi gerektiğine inanılıyorsa ve ecnebilerin
İslam ülkelerindeki nüfuzlarına son verilmeliyse, -bütün bunlar için İslamî birdevletin var olması gerektiği bilinmelidir! Tabii ki sâlih ve doğru bir devlet
olmalıdır bu; doğru, sâlih, güvenilir, emin ve kayyım bir yönetici olmalıdır;
yoksa mevcut yöneticiler hiçbir işe yaramazlar, çünkü zorbadırlar, bozulmuş
durumdadırlar, yönetimde bulunma liyakat ve salâhiyetleri yoktur hiçbirinin.
Zalim, hain ve bozuk yöneticileri devirip -âdil İslam- devlet kurmak için
bütün halk el ele verip kıyam etmediğimiz için ve bazıları gevşek davrandığı, hatta
İslam devlet ve yönetimiyle ilgili mevzuata girmekten çekindiği, dahası, bununla
da yetinmeyerek ellerini açıp zalim yöneticilere dua ettiği için bu hallere düştük,
İslam’ın toplum içindeki nüfuz ve etkinliği azaldı, İslam milleti bölük-pörçük
edilip zayıflatıldı, İslam hükümleri uygulanmaz oldu, hatta yer yer
değiştirildi, sömürücüler iğrenç emellerine ulaşabilmek için yerli siyasî
yardakçıları vasıtasıyla yabancıların kanunları ve ecnebi kültürünü
Müslüman arasında yayarak halkı batılılaştırdılar. Bütün bunlar bizim bir
devlet başkanımız, kayyımımız ve liderlik teşkilatımızın olmayışından ileri
geldi. Biz sâlih bir yönetim teşkilatı istiyoruz, gayet net ve haklı bir istektir bu.
3. BÖLÜM
İSLÂMİ DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMİ
Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı
İslam devleti, mevcut devlet biçimlerinin hiçbiri değildir. Meselâ müstebit
ve zorba bir yönetim tarzı ve devlet başkanının ülkeyi keyfince yönettiği, halkın
malı ve canıyla oynayıp istediği gibi müdahalede bulunabildiği, dilediğini öldürüp
dilediğini ödüllendirdiği, dilediğine mal-mülk verip milletin malını şuna buna
bağışladığı istibdada dayalı bir düzen değildir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz saa- ve Hz. Emir'el müminin -s- ve diğer halifelerin de böyle bir yetkilen yoktu.
İslam devleti ne istıbdada([56]) dayalı bir düzendir, ne de mutlakiyete([57]); bilakis,'
meşrutî" bir sistemdir. Ama bugünkü yaygın anlamda 'kanunları bireyler ve
çoğunluğun onayının belirlediği 'meşrutiyet de değil tabi([58])!
Burada 'meşrutiyet'ten kastedilen mana "devlet yöneticilerinin, Kur'an ve
Nebevi sünnetin belirlemiş olduğu bir dizi kanun ve kurallar çerçevesinde ülkeyi
idare
etmesi”dir, yani
Kur’an
ve
sünnetin egemenlik "şart’ı
söz
konusudur, İslam kanunları hâkim ve icra olunmalıdır. Bu açıdan İslam devleti
'İlâhî kanunların halkı yönetmesi" dir.
'Saltanat meşrutiyeti"([59]) veya sırf "cumhuriyet"([60]) gibi rejim tarzlarıyla
İslâmî devlet sistemi arasındaki temel fark da budur zaten: Söz konusu
rejimlerde bizzat şah veya halkın seçtiği temsilciler 'kanun koyucu" durlar,
kanunları onlar belirlerler; İslam’da ise kanun koyucu Allah Teâlâ’dır, kanun ve
kuralları ancak Allah belirler. İslam’ın mukaddes kanunlarını belirleyen makam
(Allah Teâlâ -çev-) yegâne 'kanun koyucu"dur, O'ndan başka kimsenin kanun
koyma yetki ve hakkı yoktur ve O'nun koyduğu kanun dışında başkaca hiçbir
kanun yürürlüğe girmez. Bu nedenledir ki iktidarın üç merkez kolundan
birini teşkil eden 'kanun koyucu -yasama- meclisi" yerine, İslam devletinde bir
nevi "plânlama ve program meclisi" vardır ki çeşitli bakanlıklar için İslam
hükümleri çerçevesinde plânlama ve programlamada bulunur vekamu
hizmetlerinin ülke çapında nasıl yapılanması gerektiği bu plân ve programlarla
belirlenmiş olur.
Kur'an ve sünnette toplanıp belirlenmiş olan İslam kanunları
bütünü Müslümanlar tarafından 'uyulması kesinlikle şart" kanunlar olarak
tanınmıştır. Bu 'resmen tanıma" ve 'kabul" olayı İslam devletinin
işini kolaylaştırmakta ve bu devletin 'halkın kendi devleti" olmasını mümkün
kılmaktadır. Hâlbuki cumhuriyet ve meşrutî krallık rejimlerinde; kendilerini
'halkın çoğunluğunun temsilcisi" olarak tanımlayanların çoğunluğu istedikleri her
şeyi 'kanun" adına onaylayıp halkın tamamına yüklemektedirler. İslam devleti,
'kanun devleti"dir. Bu tür bir devlet ve yönetim tarzında egemenlik kayıtsız
şartsız Allah'ındır, yegâne kanun da ancak Allah Teâla’nın emir ve
hükümleridir. İslam kanunu ve Allah'ın emri, toplumdaki herkese ve bizzat İslam
devlet ve hükümetine tamamen egemen ve hâkimdir. Hz. Resul-ü Ekrem
efendimizden -saa- o hazretin halifeleri ve diğer bireylere varıncaya kadar herkes
ebediyete kadar -İslam devletindeki bu ilâhî- kanunlara tâbidir; Allah Tebarek ve
Teâlâ -cc- tarafından nazil olup Kur'an ve Nebiyy-i Ekrem efendimizin -savdiliyle beyan olunmuş bulunan kanunlardır bunlar. Hz. Resul-ü Ekrem
efendimizin -sav- halifeliği üstenmiş olması da Allah Teâlâ’nın emri gereğince
vuku bulmuştur. Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- o hazreti halife ilan etmiş ve -onun
için- 'yeryüzündeki halifem" buyurmuştur; yoksa Hz. Resulullah -savkendiliğinden bir devlet kurup böylece Müslümanların başına geçmeyi
düşünmüş değildir. Aynı şekilde insanlar henüz Müslüman olmuş ve İslam ile
yeni tanışmış bulundukları için -peygamberden- sonra ümmet arasında
çıkabilecek bir ihtilaf ihtimalini önlemek amacıyla Allah Tebarek ve Teâlâ -ccvahy yoluyla Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- halifelik meselesini -hiç geciktirmedenhemen oracıkta, çölün ortasında müslümanlara duyurup iblağ etmesini emretti([61]).
Binaenaleyh Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- Allah'ın kanunu
gereğince davranmış ve bu kanuna itaatle Hz. Emir'el müminini -skendisinden sonra halife tayın etmiştir; damadı olduğu veya birçok hizmette
bulunduğu için değil; Allah'ın emrine itaatle memur kılındığı ve Allah'ın emrini
yerine getirmekle mükellef olduğu için yapmıştır bunu. Evet, İslam’da devlet ve
iktidar demek 'kanuna itaat etmek" demektir, -İslam’da- topluma sadece kanun
hükmeder. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve veliyullahlara (Masum İmamlar) verilen
bir takım kısıtlı yetkiler de yine Allah Teâlâ tarafından verilmiştir. Hz. Resul-ü
Ekrem efendimiz -sav-ne zaman bir şey buyurmuş veya herhangi bir hükmü tebliğ
etmişse hep Allah'ın kanunu ve emri gereğince olmuştur; istisnasız herkesin
uyması gereken ilâhî kanun... Yöneten de, yönetilen de, herkes ilâhî kanuna
itaatle yükümlüdür. İnsanlar için uygulanması ve itaati gerekli yegâne kanun ve
hüküm, Allah'ın kanun ve hükmüdür. Hz. Resul-ü Ekrem'e -sav- itaat de,
Allah'ın emriyledir, nitekim Allah Teâlâ "Resule itaat edin" buyurmaktadır;
ondan sonra "ululemr"e veya devleti yönetenlere itaat de yine Allah'ın emri
gereğincedir ki Allah Teâlâ bu hususta da şöyle buyuruyor: "Ey inananlar!
Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan emir sahiplerine -ululemr- itaat
edin"([62]). Bireylerin şahsî görüşü, hatta Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saagörüşünün bile ilâhî kanun ve devlete zerrece dahilde bulunması söz konusu
değildir; istisnasız herkes ilâhî iradeye, Allah'ın emrine tâbidir.
Şahinşahlık ve imparatorluk([63]) bir yana dursun, İslam’da devlet sistemi
krallık da değildir. O tür rejimlerde devletin başındakiler halkın malına ve canına
musallat olup dilediklerince müdahelelerde bulunurlar. Böylesine bir yöntem ve
yönetim tarzından İslam münezzehtir. Bu nedenledir ki Şahınşahlık ve
imparatorluk rejimlerinin tam tersine, İslam devletinde büyük saraylar, şatafatlı
binalar, uşaklar, kapıkulları, özel büro, veliahdın bürosu... vb. gibi ülke
bütçesinin yarısını veya daha fazlasını heder eden saltanat harcamaları yoktur.
İslam devletinin başında bulunan ve Müslümanları yöneten Hz. Resul-ü Ekrem
efendimizin -saa- nasıl -sade- yaşadığını herkes bilir... O hazretten sonra, Emevî
dönemine kadar da sürdü bu -nevî- yöntem; ilk iki -halife- her ne kadar Osman
dönemindeki fahiş sapmayla sonuçlanan([64])ve bizi bugün bu felaketlere
düşürmüş bulunan diğer hususlarda aykırı davrandılarsa da, şahsî ve zahiri
hayatlarında görünüşte de olsa hz. Resulullah'ın -saa- bu -sade yaşama- sünnetini
sürdürdüler. Hz. Emir'el müminin Ali -s- döneminde yönetim tarzı düzeltildi,
yönetim şekli sâlih ve doğru hale getirildi. O hazret İran, Mısır, Hicaz ve
Yemen'i eyaletleri olarak kapsayan öylesine geniş bir beldeye hükmettiği
halde fakir bir din öğrencisinin bile sürdüremeyeceği -sade ve çileli- bir
hayat sürdürüyordu. Rivayette de geçtiği üzere bir gün iki gömlek alır ve daha
iyi olanını Kanber'e -gönüllü hizmetçisine- verir; kollan fazlaca uzun gelen
gömleği kendisi alır ve kollarının fazlasını keserek o gömleği öylece sırtına
geçirir.([65]) Hâlbuki oldukça büyük, kalabalık ve bol gelirli bir ülkenin devlet
başkanıydı kendisi! İşte bu sünnet ve bu yöntem korunmuş ve devlet ve yönetim
tarzı İslami olmuş olsaydı halkın canına ve malına musallat olma, saltanat, krallık
ve şehinşahlık -rejimlerinin boyunduruğunda yaşama-, bu zulüm ve
çapulculuklar, devlet hazinesini soyma, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar ve kötülükler
vuku
bulmazdı.
Bu
kötülük
ve
bozulmaların
çoğu;
devletin
başındakilerden, müstebit
ve
keyfine
düşkün
egemenle
onun
)
ailesinden* kaynaklanmaktadır. Fesat ve ahlaksızlık merkezlerini açan, fehşa ve
ayyaşlık mekânları düzelten, vakıf gelirlerini sinema binalarına harcayan hep bu
baştakilerdir, yöneticilerdir. Şah ve ailesi için yapılan bu ağır masraflı teşrifatlar,
har vurup harman savurmalar ve türlü yolsuzluklar olmasaydı ülke bütçesi elbette
ki açık vermez ve Amerika'yla İngiltere'nin önünde iki büklüm olup kredi ve
yardım dilenmelerine gerek kalmazdı. Memleket hep bu har vurup harman
savurmalar, sorumsuz harcamalar ve yolsuzluklar neticesinde muhtaç duruma
düşürülmüştür; yoksa, az mı petrolümüz var bizim?! Ya da madenlerimiz ve
yeraltı zenginliklerimiz mi yok? Var, her şeyimiz var aslında, ama millet adına
yine milletin cebinden ve memleket bütçesinden yapılan bu keyfi harcamalar,
savurganlıklar ve yolsuzluklar mahvetmiş durumdadır ülkeyi! Bunları yapmasaydı
kalkıp da buradan Amerika'ya gitmesine ve o herifin (ABD başkanı) masasının
önünde boyun büküp "bize yardım edin" demesine gerek kalmazdı!
Öte yandan şişkin idarî kadro ve gereksiz birçok idare ve kurumla, İslam’a
ters düşen bürokrasiye dayalı yönetim tarzı -gibi faktörler de-daha önce
bahsettiğimiz haram kategorisindeki gereksiz harcamalardan hiç de aşağı
kalmayan harcamalar yüklemektedir memleketin bütçesine. İslam’da böyle bir
idare sistemi olmaz. Halk için gereksiz harcamalar, sıkıntı ve vakit kaybından
başka neticesi olmayan bu gereksiz işlem ve bürokrasilerin İslam’la alâkası yoktur.
Meselâ hakların temini, davaların halli, hadlerin -cezaların- uygulanması ve ceza
kanunlarında İslam’ın uyguladığı yöntem gayet basit, süratli ve pratiktir. İslâm
yargılama usulünün uygulandığı dönemlerde bir şehrin şer’i kadısı 2-3 memur,
bir kalem ve bir hokkayla davaları çözüme bağlıyor ve halkın fazla
vaktini almayarak -herkesin bir an önce işinin gücünün başına
dönmesini sağlıyordu. Bugün ise şu adliyenin idari sistemi ve adliye idarelerindeki
bürokrasi ve protokollerin ne hadde vardığını bir Allah bilir! Üstelik hiçbir ışı de
bir neticeye bağladıkları yok! Memleketi muhtaç duruma düşürüp zahmet ve vakit
kaybından başka netice vermeyen şeylerdir bunlar.
Yöneticilik Şartları
Yöneticide bulunması gereken şartlar, İslam devleti ve İslamî yönetim
tarzının tabiatından kaynaklanmaktadır. Akıl ve tedbir gibi genel şartlardan
başka aşağıda geçen iki esas şart da aranır:
1- Kanunu bilmek.
2-
Adalet.
Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra kimin halife olacağı konusunda birtakım
ihtilaflar çıktıysa da; halifenin fazı] -erdem ve bilgi sahibi-olması gerektiği
hususunda Müslümanlar arasında hiçbir anlaşmazlık görülmedi. İhtilaf, sadece
mevzuda, kimin halife olacağındaydı.
1- İslam devleti kanun devleti olduğundan, bu devletin başına geçecek
kimsenin kanunu bilmesi şarttır. Rivayette de böyle geçer bu. Sadece yöneticinin
değil; makamı ve mesleği ne olursa olsun bütün Müslümanların kanunu bilmesi
istenmiştir, ancak, yönetimin başında bulunanın ilmî kariyerinin daha üstün olması
gerekir. İmamlarımız da imamlıklarını buna istinaden ispat yoluna gitmişler ve
imamın diğerlerinden ilmen daha üstün olması gerektiğini belirtmişlerdir([66]).
Şia âlimlerinin diğerlerine yönelttikleri eleştiriler de bu esasa dayalıdır,' falan
hükmü sordular, halife bilmedi; o halde hilafet ve imamete lâyık değildir."
demişlerdir, 'falan işi İslam hükümlerine aykırı yaptı, o halde imamete lâyık
olamaz"([67]) şeklinde karşı çıkmışlardır. Müslümanlar açısından 'kanuna vâkıf
olma" ve "adalet" en esas şartlardır, başka şeyler bu hususta(' şart ve zaruri
değildir. Mesela meleklerin ne tür yaratıklar olduğu veya Allah Tebarek ve
Teâlâ’nın vasıflarının neler olduğu gibi ilimlerin hiçbiri imamet meselesinde şart
değildir. Nitekim birinin bütün tabii bilimleri bilmesi tabiat kanunlarının
tamamını keşfetmesi veya müzik uzmanı olması ona halifelik
liyakati kazandıramayacağı gibi, bu vasıfları taşıyor olması da devlet
idaresi hususunda onu, İslam kanunlarını bilen ve âdil olanlardan daha üstün
kılmaz. Hilafetle ilgili olup Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve imamlarıma } zamanında
hakkında etraflıca konuşulmuş bulunan ve bütün Müslümanlarca da çok iyi
bilmen nokta; İslam devletini idare edecek olan yönetici ve halifenin evvela
İslam hükümlerini bilmesi, yani 'kanuna vâkıf olması", ikinci olarak da "adalet"
sahibi olması ve itikadı ve ahlâkî kemal taşımasıdır. Akıl ve mantık da bunu
gerektirir zaten; zira İslam devleti kanun devletidir; ne keyfi bir yönetimdir, ne
de şu veya bu şahsın halkı yönetmesi! Yönetici kanunu bilmiyorsa,
İslam nazarında yöneticiliğe lâyık değildir. Çünkü eğer (kanunları
gereğince bilmez ve mecburen -çev-) taklit edecek olursa iktidarın gücü
kırılmış olur, -bilmediği halde- taklit etmeyecek olsa o zaman da İslam
kanunlarını uygulayamayacak ve yöneticilikte bulunamayacaktır. 'Fakihler
sultanların yöneticisidirler"([68]) buyrulmuyor mu?! Krallar ve sultanlar eğer
gerçekten İslam’a uymak isteseler, fakihlere itaat etmeleri gerekir, İslam kanun
ve hükümlerini fakihlerden sormaları ve uygulamaları icap eder. Bu durumda
asıl yönetici de zaten fakihler olmuş olur. O halde egemenlik ve yöneticilik hakkı
resmen fakihlere ait olmalıdır; kanunu ve fıkhı bilmediği için fakihe itaat etmesi
gerekenlere değil! Diğer yetkililerin, sınırları koruyanların ve idarî
memurların bütün İslam kanunlarını bilmeleri ve fakih olmaları da gerekmez
tabi; kendi meslek ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilmeleri yeter. Hz.
Peygamber-i Ekrem -saa- ve Emir'el müminin -s- döneminde de böyleydi zaten.
Memleketin başına geçecek olanın bu iki imtiyaza sahip olması gerekir; ama
şehirlere, kasabalara ve köylere gönderilen muavinler, yetkililer ve görevlilerin
kendi iş ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilip diğer meselelerde en baştaki
yetkiliye danışmaları gerekir.
2- Yönetimin başında bulunacak olanın itikadı ve ahlâkî açıdan mükemmel
ve âdil olması gerekir, günahkâr olmamalıdır. "Hudud -hadler-'î uygulamak
isteyen, yani İslam ceza kanunlarım icra etmek isteyen birinin, beytülmali elinde
bulundurup memleketin gelir ve giderlerini belirleyen ve Allah'ın kullarının
yönetim ve idaresini üstlenen birinin elbette ki günahkâr olmaması
gerekir: "zalimler benim ahdime erişemez"([69]) -ayetinde de buyurduğu üzere
Allah Teâlâ, zalim olana "devlet yönetiminde bulunma hakkı" vermemektedir.
Yönetici âdil olmazsa Müslümanların haklarını verme, vergileri toplama ve doğru
yollarda harcanmasını sağlama ve ceza kanunlarını uygulama gibi hususlarda
adaletle davranmayacaktır; yakınlarını ve akrabalarını halkın başına musallat
edebilecek, Müslümanların beytülmalini şahsî garazları, heves, şehvet ve keyfi
istekleri doğrultusunda kullanabilecektir.
Görüldüğü gibi devlet ve yönetim tarzının nasıl olması ve hz Resulü Ekrem'in -saa- rıhletinden, gaybet dönemine kadarki süre boyunca kimlerin bu
makama gelebileceği mevzusunda Şia’nın görüşleri gayet net ve açıktır: İmamın
İslam hüküm ve kanunlarını gereğince bilmesi -faziletli ve erdemli olması ve
bunları uygulama hususunda âdil davranabilmesi gerekir.
Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları
İmamın gaybeti döneminde bulunduğumuz ve İslam’ın yönetimle ilgili
hüküm ve kanunlarının bakı kalıp süreğenliğini sürdürmesi gerektiği ve kargaşa
ve anarşinin reva olmadığı şu sırada da devlet kurulması zaruridir. Akıl ve
mantık da hükmetmektedir ki bir saldırıya uğradığımızda bunu
engelleyebilmemiz, Müslümanların namusları tehlikeye düştüğünde onları
koruyabilmemiz için bir devlet düzeni ve yönetim teşkilatı gerekmektedir.
Mukaddes şeriat hükümleri de “bize saldırmak isteyenlere karşı daima müdafaaya
hazırlıklı olmalısınız" diye emretmektedir. Hem, bireylerin yekdiğerinin haklarına
tecavüzünü engelleyebilmek için de devlet, yargı ve yürütme sistemine
ihtiyaç vardır, çünkü bu işler kendiliğinden sonuca bağlanmaz, ille de devlet
ve hükümet kurulması gerekir. Zira devlet kurulması ve toplumun yönetilmesi
bütçe ve vergi ister; şeriat hükümlerini koyan mukaddes sâri -Allah Teâlâ- bütçe
ve çeşitli vergi türlerini de belirlemiş bulunmaktadır: Haraçlar, humus, zekât,
...vb. gibi.
Allah Tebarek ve Teâlâ tarafından belli bir şahsın devlet işlerini üstenmekle
görevlendirilmiş bulunmadığı gaybet çağı olan zamanımızda yapılması gereken
nedir? İslam’ı bırakacak mıyız? Artık İslam’ı istemiyor muyuz yani?! İslam
sadece 200 yıl için miydi? Yoksa İslam ne yapacağımızı belirtmiştir ve devlet
işlerine karışmamız mı gerekir? Devletimizin olmaması -ve devlet işlerine
karışmamamız-demek Müslümanların bütün kanun ve prensipleri çiğnenirken
bizim pısırıkça kollarımızı kavuşturup 'ne yaparlarsa yapsınlar" deyip her
şeye seyirci kalmamız demektir. "Baştakilerin yaptıklarını onaylamayabiliriz, ama
red de etmeyiz" mi diyoruz yani? Böyle mi olmalı -halimiz-gerçekten? Yoksa
"devlet ve hükümet kurmamız gereklidir; Allah Teâlâ her ne kadar gaybet
dönemine mahsus olarak bir devlet başkanı tayin etmemişse de, sadr-ı İslam
döneminden Hz. Sahib-uz zaman -sa-dönemine kadar geçerli olan İslâmî devlet
ve yönetim prensipleri, gaybet döneminde de geçerlidir" mi dememiz gerekir?
Kanunu bilme ve âdil olmaktan ibaret bulunan bu özellik ve prensipler
çağımızdaki birçok fakihte vardır bugün. Bunlar bir araya gelip de icma
edebilseler bütün dünyaya matuf bir adalet devleti kurabilirler
Velayet-i Fakih
Bu iki özelliğe sahip liyakatli biri kalkıp da devlet kuracak olursa
Hz. Resulullah'ın -saa- toplumu idare konusunda taşıdığı velayeti taşımış olur ve
bu durumda herkesin ona itaat etmesi gerekir.
'Hz. Resulullah'ın -saa- devlet idaresi hususundaki yetkilerinin mi daha
fazla olduğu, yoksa hz. Emir'in mi -Hz. Ali-" gibi veya 'Hz. Emir'in -s- yönetim
hususundaki yetkilerinin fakihlerden daha fazla olduğu" yolundaki laflar
tamamen kuruntulardan ibaret olup bâtıl ve yanlıştır. Evet, Hz. Resulullah'ın saa- faziletleri herkesten üstün ve daha fazladır ve ondan sonra da Hz. Emir'in s- faziletleri herkesten fazla ve ileridir; ama fazilet ve üstünlüklerin daha fazla
olması "devlet idaresi hususunda" kimseye şer'an "daha yetkili de olma" gibi bir
konum kazandırmaz. Ordu hazırlama ve insanları savaş için seferber etme,
valiler ve diğer yetkilileri atama, vergi toplama ve bu gelirleri Müslümanların
salah ve hayrına olacak yollarda harcama... gibi hususlarda Hz. Resulullah -saave diğer masum imamlar salavatullah aleyhim'in sahip olduğu bütün yetkiler İslam
açısından bugün kurulacak bir İslam devleti için de geçerlidir ve onda da
olacaktır, ancak bu belli bir şahsa ait değildir, "âdil âlim" için geçerlidir
denilmiştir.
İtibarî Velayet
Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- Ehl-i Beyt imamlarının -s- taşıdığı velayet ve
yetkinin, gaybetten sonra fakihte de bulunabileceğini söylerken fakihlerin
makamıyla Hz. Resulullah -saa- ve imamların -s-makamlarının da aynı olduğu
gibi bir anlam çıkarılmamalıdır asla; zira bizim burada ele aldığımız konu
makam ve derece değil, 'Vazife"dir. "Velayet", yani devlet kurma, ülke
yönetme ve mukaddes şeriat kanunlarının uygulanması pek ağır ve önemli bir
vazifedir, ama kimse bu yolla olağanüstü bir makam ve konuma ulaşmış olmaz,
İslam devletinin başında bulunma, kimseyi 'herhangi bir insan olmaktan daha üst
ve öte bir hadde yükseltmez. Başka bir deyişle burada söz konusu ettiğimiz
'Velayet", yani egemenlik, yönetme ve idare olayı, çoğu kimsenin tasavvur
ettiğinin tam tersine, bir ayrıcalık ve üstünlük değil, ağır, ciddî ve hassas bir
sorumluluktur.
'Velayet-ı Fakih" konusu, akla dayalı itibarî konulardandır([70]) ve hukukî
konumdan başka bir konumu yoktur, tıpkı mümeyyiz olmayanlar ve küçükler
için kayyım tayinindeki hukukî yaptırım gibidir. Milletin kayyımıyla, mümeyyiz
olmayanların kayyımının, hukukî olarak vazife ve konum açısından hiçbir fark
yoktur. İmam'ın -s- bir kimseyi, mümeyyiz olmayan veya bakım ve korunmaya
muhtaç birinin bakım ve sorumluluğunu([71]) üstlenmeye (=kayyım) veya resmî bir
göreve ya da belli bir vazifeye tayın etmesi gibidir. Bu konularda Hz. Resul-ü
Ekrem'le -saa- imam veya fakih arasında bir fark gözetilmesi zaten makul
değildir.
Mesela fakihin velayet sahasına giren işlerden biri 'hududu", yani İslam
ceza kanunları olan hadleri uygulamaktır. Hadlerin uygulanmasında Hz. Resul-ü
Ekrem efendimizle -saa- imam veya fakih arasında bir ayrıcalık olduğu
düşünülebilir mi? Yani mesela, fakihin makam ve derecesi -peygamber ve
imamdan- daha aşağı olduğu için daha mı az vurması gerekir? Mesela cezası
100 kırbaç olan zina suçunun haddini Hz. Resulullah -saa- vurdurtursa 150, hz.
Emir'el müminin -s- vurdurtursa 100, fakih vurdurtursa 50 darbe mi olacaktır?
Yoksa şöyle mi: İslam’da yönetimden sorumlu olan, yürütme işlerinden de
sorumludur ve Allah'ın hadlerini -belirlediği cezalan- uygulaması gerekir; ister
Hz. Resulullah -saa- olsun, ister Hz. Emir'el müminin -s- olsun, ister o hazretin
mesela Basra veya Küfe şehrindeki valisi veya ister herhangi bir zamandaki
fakih olsun –fark etmez ve bu hadleri uygulaması gerekir.
Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- Hz. Emîr'in -s- üstlenmiş oldukları diğer bir
sorumluluk da vergilerin; humus, zekât, cizye ve haraç taalluk eden arazilerin
haraçlarının toplanmasıdır.([72])Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- zekât alırsa ne
kadar alacaktır? Bir yerden onda bir, diğer bir yerden yirmide bir mi? Hz. Emir'el
müminin -s- halife olduğunda ne yapacaktır peki? Ya da mesela sizden biri
çağının fakihi olur da sözü geçerse, o ne kadar alacaktır? Bu hususta
Hz. Resulullah'ın -saa-velayetiyle Hz. Emir'el müminin -s- veya fakihin velayeti
birbirinden farklı mıdır yani?! Allah Teâlâ -cc- Hz. Resul-ü Ekrem efendimizi saa- bütün Müslümanların 'Veli'si kılmıştır, binaenaleyh o hazret hayatta olduğu
sürece herkese, hatta Hz. Emir'el müminin'e -s- de 'Veli"dir ve velayeti vardır. O
hazretten sonra da İmam bütün Müslümanların, hatta kendisinden sonraki
imamın velisidir -ve onun üzerinde velayet hakkı vardır-; yani onun devlet ve
yönetimle ilgili emirleri herkesi kapsar ve herkes için bağlayıcıdır; vali ve şer'i
kadı tayin ve azlinde bulunma yetkisi vardır. Devlet ve yönetim oluşturma, icra
ve yönetimle ilgili işleri deruhte etme gibi Hz. Resulullah -saa- ve imam için
geçerli olan bu 'Velayet" şekli, fakih için de vardır. Ancak bu fakih, zamanının
bütün diğer fakihlerine de velayette bulunacak ve bir fakihi azl veya tayin
edebilecek şekilde bir 'mutlak velâyet"e de sahip değildir. Bu anlamda; birinin
diğerinden daha aşağı veya daha yukarı mertebeye sahip olması şeklinde bir
mertebe ve derece yoktur, birinin 'Veli", diğerinin "daha veli" olması söz konusu
değildir.
Bu mesele böylece belli olduktan sonra, hadlerin uygulanması ve İslam
topraklarının ve nizamının korunması için fakihlerin topluca veya ferdi olarak tek basma- şeriat devleti kurması gerekir. Elinden gelebilen ve kendisi için
mümkün olan kimseye bu vazife 'farzı aynî" (aynî farz)dır, aksı takdirde 'kifaî
farz" olur([73]). Bu da mümkün olmazsa velayet görevinin hükmü kalkmış olmaz,
zira -fakihler- Allah tarafından bu vazifeyle sorumlu kılınmış ve atanmışlardır.
Yapabilirlerse vergiler, humus, zekât ve haraçları toplayıp Müslümanların
hayrına olacak işlerde harcamaları ve hadleri uygulamaları gerekir. Belli başlı ve
ülkeye hâkim bir devlet kuramıyorsak bile bir kanara çekilip hiçbir şey
yapmazlık edemeyiz; bilakis, Müslümanların ihtiyacı olan her işi ve bir İslam
devletinin yapması gereken her şeyi yapmak ve elimizden geldiğince
uygulamakla mükellefiz.
Tekvini Velayet
Masum imamın -s- devlet ve hükümet velayeti yetkisinin ispatlanması,
onun manevi -tekvini- makamı olmadığı anlamına gelmez. İmam için, devlet ve
yönetim görevinden farklı olarak, bir de manevî makamlar vardır. "Allah'ın
genel halifesi olma makamı" olan bu mertebe, kimi zaman masum imamlar -starafından da bizzat ifade edilmiştir. Tekvini olan bu hilafet gereğince bütün
zerreler 'Veliyy-i emr" karşısında eğilir ve ona itaat ederler. Mezhebimizin
zaruri inançlarındandır bu; masum imamların -s- manevi makamlarına hiç kimse
erişemez; hatta mukarreb melek ve nebiyy-i mürsel bile! Mevcut rivayetlerde de
belirtildiği üzere Hz. Resul-ü Ekrem efendimizle -saa- masum imamlar -s- bu
âlemden önce Arş'ın gölgesinde bulunan nurlar idiler ve nutfelerinin bağlanması
ve 'tıynet" açısından da diğer insanlardan ayrıcalıklı ve üstündüler([74]) ve sayısız
makamları, mertebe ve dereceleri vardır onların. 'Miraç" rivayetlerinde Hz.
Cebrail aleyhisselamın da arz ettiği gibi 'Biraz daha yaklaşacak
olsam, yanarım"([75]). Keza masumların -s- şu buyrukları; 'Bizim Allah
Teâlâ’yla öyle hallerimiz vardır ki ne mukarreb -yakın- melekler ulaşabilir ona,
ne de mürsel nebiler"([76]). Bu inanç, bizim mezhebimizin usullerindendir; masum
imamlar -s- devlet ve yönetim mevzuundan önce -ve öte olarak- böylesine yüce- makamlara sahiptirler. Hatta mevcut rivayetlerde de belirtildiği üzere Hz.
Fâtıma-ı Zehra selamullah aleyhâ da bu manevî makamlara sahiptir([77]), oysaki
o hazret ne devlet başkanıdır, ne şer'î kadı ve ne de halife. Bu makamlar, devlet
ve yönetim görevinden ayrı -ve onu aşan- makamlardır. Binaenaleyh Hz.
Fâtıma-ı Zehra aleyhâselâmın şer'i kadı ve halife olmamasının ben ve sizler gibi
alelade bir insan olduğu veya manevi açıdan bizlerden üstün olmadığı manasına
gelmediği bilinmelidir. Aynı şekilde 'Hz. Peygamber'in -saa- müminlere kendi
nefsinden daha evlâ olduğu" na([78]) inanan biri, Hz. Resul-ü Ekrem'in -saamüminler üzerindeki devlet başkanlığı ve velayet makamından çok daha ileri ve
üstün bir makamı da olduğunu ifade etmiş olur. Bu mevzuya daha fazla girmiyor
ve bu kadarla noktalıyoruz, çünkü -yönetimle ilgili değil,- başka bir
ilmin sahasına girmektedir.
Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir Vesiledir
Devlet ve yönetimi elinde bulundurmak başlı başına bir makam ve iftihar
vesilesi değildir asla; bilâkis, devlet ve iktidar, adil İslam düzenini kurma ve İslam
hükümlerini uygulayabilme vazifesinin ifası yolunda bir vesiledir sadece. Hz.
Emir'el Müminin -s- devleti yönetme ve ordulara komuta etmenin bizatihi hiçbir
değer ifade etmediğini anlatabilmek için -elindeki yırtık ayakkabıyı göstererek
'bu ayakkabı ne kadar eder?" diye sordu, İbn-i Abbas([79]) 'hiç!" diye cevap verince
'Size komutanlık etmek, benim nazarımda bundan da değersizdir işte!" buyurdu ve
şöyle ekledi: 'Meğerki bu komuta ve iktidar vasıtasıyla hakkı (yani İslam kanun
ve nizamlarının icrasını) yerine getirip bâtılı (haksız ve zalimane düzen ve
kanunları) ortadan kaldırayım"([80]). Demek ki devlet ve iktidar, sırf bir vesileden
ibarettir ve başkaca hiçbir kıymeti yoktur. Allah rızasını arayan insanlar için bu
vesile, yüce gayeleri gerçekleştirmeye yaramayacaksa zerrece kıymet ifade etmez.
Nitekim Nehc'ul Belaga'da da şöyle buyrulur: 'Eğer benim için hüccet
tamamlanmamış ve bu işle vazifelendirilmiş olmasaydım -devlet ve iktidarıbırakıverirdim". Devlet ve iktidarı ele geçirmenin manevî bir makam değil, sırf
bir vasıta ve vesileyi ele geçirmekten ibaret olduğu apaçık ortadadır. Çünkü
manevi bir makam olsaydı kimse onu gasp edemez ve bırakamazdı. Devlet ve
iktidar ancak ilahi hükümlerin icrası ve âdil İslam düzeninin teşkiline yararsa
değer ve kıymet kazanır ve ancak böyle bir iktidar ve devlet, onu elinde
bulunduran için bir maneviyat ve değer ifade eder. Bazı insanlar dünyanın güç ve
çekiciliğine fazlaca aldanmış olduklarından, iktidar ve yönetimi elinde
bulundurmanın masum imamlar -s- için gerçekten bir değer ve kıymet olduğunu,
başkasının eline geçmesi halindeyse kıyametin kopacağını sanırlar. Hâlbuki
mesela Sovyetler ve İngiltere'nin başbakanları veya cumhurbaşkanının elinde
devlet ve iktidar var, ama kâfirdirler! Kâfirler ve buna rağmen ellerinde iktidar
var, siyasi nüfuz ve güçlen var ve bu iktidar ve siyasi nüfuz ve güçlerini,
gayriinsanî politikalar ve kanunların da yardımıyla, kendi -şahsî- emel ve
arzularının tatmini yolunda kullanmaktadırlar.
-Masum- imamlar -s- ve âdil fakihler devlet ve yönetim teşkilatını ancak
ilahi hükümleri uygulama ve âdil İslam düzeninin oluşmasını sağlayarak halka
hizmette bulunma yolunda kullanmakla görevlidirler. Yoksa sırf devlet ve
yönetimi idare etmiş olmanın, onlar için zahmet ve eziyetten başka bir şey
olmadığı apaçık ortadadır; yine de mecburen buna katlanırlar, çünkü bu vazifeyi
yerine getirmekle görevlidirler. "Velayet-i fakih" mevzuu bir görev ve
mükellefiyetten ibarettir.
Devletin Yüce Hedefleri
Hz. Ali -s- devletin başına geçip yönetim sorumluluğunu üstlenmesinin
nedenim açıklarken 'yüce hedefler için, hakkı diriltip, bâtılı ortadan kaldırmak
için" demektedir. İmam -s- şöyle buyurmaktadır: "Allah'ım! Sen de bilirsin ki biz
sırf mevki ve makam elde etmek için kıyam etmiş değiliz, hayır, biz mazlumları
zalimlerin elinden kurtarmak istiyoruz. Bu iktidarı ve halkın yönetimini
kabul etmemin yegâne nedeni 'Zalimlerin zalimce ve oburca yaşayışları ve
mazlumların dayanılmaz açlıkları karşısında sessiz kalmayacaklarına dair Allah
Tealâ'nın, ümmetin âlimlerinden söz almış ve onları bu -durumda sessiz
kalmamak-la mükellef kılmış olması"dır([81]) Ve bir başka yerde de:
'Ya Rabbi! Sen pekiyi bilmektesin ki bizim yapmakta olduğumuz bu iş yönetim ve savaşlara komuta- siyasi gücü ele geçirmek için bir rekabet veya
dünyanın
değersiz
metaından
bir
şeyler
elde
edebilmek
için değildir." buyurmakta ve kendisiyle adamlarının onca çaba ve gayretlerinin
nedenini, şöyle açıklamaktadır:
"...Uğraşılarımızın nedeni, Sen'in dininin apaçık ve besbelli prensiplerini
yeniden hayata geçirmek, uygulanmasını sağlamak, yeryüzünde ıslahta
bulunmak, böylece zulme uğramış kullarının güvenlik içinde olmasını ve
niceden beridir uygulanmayan hüküm ve kanun -ve ceza kanun-larının bilfiil
hayata geçirilip uygulanmasını sağlamaktır!"
Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler
Devlet müessesesi ve elindeki iktidar ve emir gücüyle, İmam'ın -s-da
yukarıda belirtmiş olduğu İslam’ın yüce gayelerini gerçekleştirmek isteyen bir
yöneticinin, daha önce değinmiş olduğumuz mezkûr zaruri haslet ve özellikleri
taşıması, yani kanunu bilmesi ve âdil olması gerekir. Bu nedenle Hz. Emir'el
müminin -s- devletin yüksek hedeflerini belirledikten sonra sözlerinin
devamında, devleti yönetecek olan kimsede bulunması gereken sıfatları şöyle
açıklamaktadır:
"Allah'ım; sana ilk yönelen ve Resul'ünün -sav- diline cari etmiş olduğun
dinini ilk işitip ilk iman edendim ben. Namaz kılma hususunda Allah Resulü'nden
-sav- başka hiç kimse benden öne geçmedi. Ve siz, ey insanlar, halkın
namusuna, kanına, gelirine, hükümler ve kanunlara ve Müslümanların liderliğine
egemen ve velayet sahibi olan kimsenin, Müslümanların malına mülküne göz
dikecek, kerem ve büyüklükten yoksun bir pinti olmaması gerektiğini pekâlâ
bilirsiniz."
'Keza, cahil ve kanunlardan bihaber
cahilliği yüzünden halkı yanlış yola götürür."
de
olmamalıdır,
yoksa
'Kaba ve sert de olmamalıdır, yoksa halk onunla muaşeretten çekinecek ve
onunla ilişkisini kesecektir. Keza hiçbir devletten korkmaması gerekir ki -bu
korkuyla- bir devlete düşman ve diğer bir devlete dost olmak durumunda
kalmasın."
'Yargı işlerinde rüşvet alan birisi de olmamalıdır, aksi takdirde insanların
haklarını zayi eder ve hakkın hak sahibine ulaşmasını engeller. Sünnet ve
kanunu bırakmaması gerekir, yoksa ümmet sapma ve felakete sürüklenmiş
olur."([82])
Dikkat ediniz, bu rivayetlerin konusu iki eksen etrafında dönüp durmaktadır:
İlim ve adalet! Bu ikisi, 'Velayeti elinde bulunduran -vali-"ın taşıması zaruretle
gerekli hasletler olarak belirlenmektedir, "cehaletiyle halkı saptıracak bir cahil
olmasın" ibaresinde 'ilim" özelliğine işaret edilmektedir. Diğer ibarelerde de
gerçek anlamda bir "adalet" vurgulanmaktadır. Gerçek anlamda adalet; devletler
ve halkla ilişkilerde ve halkla alış verişlerde, yargı ve muhakemede ve
kamu gelirlerinin bölüştürülmesinde Hz. Emir'el müminin -Ali- (s)
gibi davranmak ve o hazretin, Malik-i Eşter([83]) ve gerçekte bütün valiler ve diğer
görevliler için tespit etmiş olduğu programı([84]) uygulamaktır; bu program tıpkı
genel bir talimat ve genelgeye benzer, böylece fakihler de velayeti -iktidarıellerinde bulundurmaları halinde uymaları gereken talimatı bilmiş olmaktadırlar.
---------------[1]- Savak adıyla tanınan İran gizli istihbarat teşkilatı (Sazıman-ı Emniyet ve
İttilâat-ı Keşver) İran şahı Muhammed Rıza'nın emriyle hş. 1336'da (mil: 1957)
resmen kuruldu. Savak teşkilatı, şah rejimi muhaliflerini sindirmek ve İslâmî
mücadele ve hareketleri ortadan kaldırmak için örgütlenmişti. Savak, ABD
istihbaratı CIA ve İsrail istihbaratı MOSSAD'la çok yakın ilişkiler içindeydi.
Savak'ın siyasi tutuklulara uyguladığı baskı ve acımasız işkenceler Uluslararası
Af Örgütü Genel Sekreteri'ne hş. 1354'te (mil: 1975'te) 'İnsan haklan konusunda
hiçbir ülkenin karnesi şahın İran'ı kadar siyah değil!" dedirtecek kadar aşırı
noktalara varacaktı
[2]- Onbeş Hordad (5 Haziran) Hadisesi: İmam Humeyni'nin -ks- başlattığı
geniş İslâmî hareketi bastırmaya çalışan şah rejimi, batılı hamileriyle
danıştıktan sonra İmam'ı tutuklayarak meseleyi çözebileceğine kanaat getiriyor
ve Savak ajanları 5 Haziran 1963'e rastlayan 15 Hordad 1342 gece yarısı 03'te
İmam'ın Kum'daki evine baskın yaparak onu tutuklayıp Tahran'a getiriyor.
İmam'ın tutuklandığı haberi kısa sürede bütün İran'da yayıldı. Haberi duyan
Müslüman halk 15 Hordad sabahının erken saatlerinden itibaren sokaklara
dökülerek yoğun protesto gösterileri başlattı. Bu gösterilerin en önemlisi Kum
kentinde gerçekleşti ve emniyet güçlerinin silahlı müdahelesi sonucu çok sayıda
insan şehid düştü. Tahran'da sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilince o
gün ve ertesi gün eylemler şiddetlenecek ve şaha bağlı birlikler masum binlerce
Müslüman’ın kanını dökecekti. 15 Hordad gecesi, İran sınırları dâhilinde kapalı
tutulamayacak kadar büyüktü. Şahın her yıl propaganda için harcadığı
milyonlarca dolara rağmen bu kanlı facianın haberinin dünya kamuoyuna
sızması engellenemedi.
İslam inkılâbının zaferinden sonra 1979'un 15 Hordad'ın bugünü anma
münasebetiyle bir mesaj yayınlayan İmam 15 Hordad'ı da İslam İnkılâbı'nın
başlangıç günü ilan edecek ve 15 Hordad'ın bütün yıldönümlerinin bundan
böyle genel yas günü olduğu duyurulacaktı.
[3]- Kaçar (Türkçe tarih kitaplarındaki teleffuzuyla 'Karçar" veya 'Ğacer")
şahları hş. 1174-1304 (mil: 1795-1925) yıllarında İran'a hükmettiler. Sayıları
7'ye varan Kaçar şahlarının yönetimdeki beceriksizlikleri nedeniyle Kaçar
dönemi, İran tarihi için facia sayılan dönemlerden biridir. Bu dönem boyunca,
yüz kızartıcı antlaşmalarla sonuçlanan birçok savaş vuku buldu; mezbur
antlaşmalar neticesinde İran'ın verimli topraklarının önemli bir kısmı
kaybedildi. Kaçar şahları döneminde İran halkı siyasi, kültürel, ekonomik,
sosyal... vb. açılardan bir hayli gerilemiştir.
[4]- Kitab-ul Bey, c:2, s:459-510 -İsmailiyan Yay.- Kum
[5]- Ae
[6]- Ebu Muhammed Fazl İbni Şâzan hk. 3. yy. kelamcı ve fakihlerindendir. Ehli Beyt'in 9. imamı hz. Cevad'ı -s- görmüş olup, 10. imam Hadi hazretlerinin -sashabındandı. 11. İmam hz. Hasan Askeri -s- döneminde Horasan nahiyesinde,
o hazretle irtibatı olan en muteber Şia âlimlerindendi. Bu büyük Şia âliminden
günümüze ulaşan eserler, onun çeşitli fikrî grup ve akımlarla tartışmakta
olduğunu, çeşitli dallardaki yanlış düşüncelere reddiyeler yazdığını
göstermektedir. 180'i aşan eserlerinden bazısı günümüze kadar ulaşmıştır. Hk.
260'da (mil: 874) Nişabur'da öldü ve bu şehirde toprağa verildi.
[7]- Hz. İmam Hüseyin aleyhisselamla 72 ashabının şehadeti, hicri kameri 61. yılın
(mil: 860) Muharrem ayının 10. gününe rastlar. Bu kanlı faciadan sonra o gün ve o
günün yıldönümleri 'Hüseynî Âşura" veya sadece "Âşura" adıyla anılır oldu. Cennet
gençlerinin efendisi Hz. İmam Hüseyin'i -s- seven Müslümanlar, bu
şanlı şehidin anısını tazelemek ve ona yapılan zulmü kınamak için her yılın
Muharrem ayının ilk on gününü yasla geçirirler.
[8]- İmam Humeyni'nin -ks- bu husustaki bütün görüş ve tavırları için bkz. 'imam
Humeyni'nin -s- yazı ve konuşmalarında liderlik ve velayet" -Elinizdeki kitabın
yayınevi-.
[9]- Elinizdeki kitabın sonunda, İmam -ra- tarafından okunmuş olan
dua metninden alınmıştır.
[10]- Miladi 16. yy'ın ortalarından itibaren, yani 3 asır önceden
başlayarak Portekizliler ve ardından Hollanda, İngiltere, Fransa ve İtalya,
Müslüman ülkeleri sömürmeye başladılar. Önce Afrika'daki yeni keşf olunan
beldeler; deniz yollarının keşfinden sonra da Asya ülkeleri -ki Osmanlı Türklerinin
İstanbul'u fethiyle birlikte bu ülkelerle Avrupalıların irtibatı da kesilmişti- mezbur
Avrupa ülkelerinin sömürgesi haline geldiler
[11]- 'Haçlı Savaşları" 11-13. yy'larda Orşelim'i (Bugün İsrail'in
işgalinde bulunan Beytul mukaddes) Müslümanlardan almak isteyen Avrupa
Hıristiyanlarının Müslümanlara karşı başlattığı uzun savaşların adıdır. Haçlı
seferleri 8 merhalede gerçekleşmiş ve Papa 2. Urban'ın fetvasıyla 1096'da başlamış
ve 1270'de Fransa kralı Saint Lui'nin ölümüyle birlikte sona ermiştir. Hıristiyan
askerler sağ omuzlarına kırmızı bezden dikilmiş bir haç geçirdikleri için 'Haçlılar"
veya "haçlı orduları" olarak anılmışlardır.
[12]- Fıkıh ve hadis erkânının deyiminde geçen "kitap"tan maksat, belli
bir mevzuya ait hadislerin bir araya getirildiği veya belli bir konudaki
bütün hükümlerin ele alındığı 'bab" veya bölümlerdir. 'Kitab'ul Tevhid", 'Kitab'ul
İman Vel Küfr", 'Kitabussalât" ...vb. Mesela Kâfi'nin hadislerle ilgili kısmı
35 "kitap”tır veya mesela "Şerâi-ul İslam" -fıkıh dalında- 50 kitaptan ibarettir.
[13]- İslam Medeniyeti Tarihi: Corci Zeydan c:10, s.33-41, İran'ın İçtimai
Tarihi: Murtaza Ravendi, s:660 ve Sasaniler Döneminde İran: Arthur Crıstıen Sein s:
470-523 ve Bi'set Çağında Cihad: Şehid Muhammed Cevad Bahoner - Ekber
Haşimi Refsancâni; ve Roma Tarihi: Albert Maleı ve Jull İzak, ve Roma
İmparatorluğu Dönemi Eski Kilise Tarihi... vb.
[14]- 'Hadd", İslam’da, belli bazı günahlar için tayin olunmuş bedenî
cezalara denir. Haddin miktarı sâri' (şeriati belirleyen: Allah Teâlâ)
tarafından belirlenmiştir.
[15]- 'Kısas"ın fıkıhtaki anlamı; kanun gereğince, cinayetten bir
uzvun kesilmesine, kopmasına ya da darbe görmesi veya yaralanmasına varıncaya
kadar suçlunun yaptığının aynının, ona da yapılmasıdır. Kısas, ilgili şahıs veya
velisinin diyeti kabul etmeyip kısas isteği üzerine yapılır.
[16]- Meşrutiyet döneminin ilk anayasa taslağı, milletvekillerinden oluşan bir
heyet tarafından hazırlanıp 51 ana madde -asıl-halinde onaylandı. Kesrevi
bu hususta şöyle yazar: 'Bu taslağı Müşirid devlet'le Mu'temine'el Mülk ve oğulları
hazırladılar, daha doğrusu tercüme ettiler..." Bu merhaleden sonra
'Tamamlayıcı hükümler" başlığı altında bir metnin hazırlanması için 2. bir komisyon
oluşturuldu. Bu metin de 107 asıl madde halinde hazırlandı. Mustafa Rahimi olayı
şöyle ifade eder: 'Bu heyet, Belçika ve biraz da Fransa anayasasıyla Balkan
ülkelerinin kanunlarından alıntılar yaparak (çünkü mevzu yeniydi ve tamamlayıcı
hükümlerin hazırlanış vaktine yakındı) anayasa tamamlayıcı maddelerini hazırladı
ve bir önceki kanunların eksiklerini giderdi." Bkz: İran Meşrutiyet Tarihi,
Kesrevi Tebrizi, s: 170-224 ve İran Anayasası ve Demokrasi Temeli: Mustafa Rahimi
S:94 ve Anayasa ve Tamamlayıcı Maddeler: Milli Şûra Meslisi Matbaası.
[17]- Heraklius (1. Hergel) Doğu Roma imparatoru (575-641).
[18]- Sâsânî İmparatoru Hosraw Perviz veya diğer adıyla 2. Hüsrew (628)
[19]- Hz. Reygamber-i Ekrem -sav- hicretin 6. yılında etraftaki ülkelerin
devlet başkanlarına elçiler gönderdi. Bu cümleden olmak üzere Abdullah bin Huzeyfei Sehmi'yi Pers kralı Hüsrev Perviz'e; Duheyye bin Halife Kelbi'yi
Roma imparatoruna gönderdi: Hz. Muhammed -sav- yazdığı mektuplarda onları
bir ve eşsiz Allah'a tapınmaya çağırıyordu, Hz. Resulullah'ın -saa- İran kralı
Hüsrev'e yazdığı mektup şöyleydi:
'Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Resulü Muhammed'den, Pers kralı
Kisra'ya. Hidayete tabi olup Allah'a ve elçisine inanan ve eşi ve ortağı bulunmayan
bir ve tek Allah'tan başka mabud olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi
olduğuna şehadet getirene selam olsun! Seni Allah'a davet ediyorum! Ben; O'na
yönelenleri -sapmaktan- korkutmak ve kâfirlere hücceti tamamlamak -bahane
getirmeyecekleri şekilde hakikati bütün delilleri ve açıklığıyla gözleri önüne sermekiçin Allah’ın bütün kullarına gönderdiği peygamberiyim! Âmânda -güvencedeolmak için İslam’ı kabul et. Eğer kabul etmezsen bütün Mecusilerin -ateşe
tapanların- günahı senin boynuna olacaktır!"
Hz. Muhammed'in -saa- Roma imparatoru Heraklius'a yazdığı mektup
ta şöyleydi:
'Bismillahirrahmanirrahim. Abdullahoğlu Muhammed'den Roma imparatoru
Heraklius'a: Hidayete tabi olana selam olsun. Seni İslam’a davet ediyorum.
İslam’ı kabul et ki kurtuluşa erip âmânda olasın ve Allah Teâla sana iki kat
mükafaat versin! İslam’ı kabul etmezsen halkının vebali senin boynuna olur. 'Ey
ehl-i kitap; bizimle sizin aramızdaki müşterek kelimeye gelin, o da şudur: Bir ve tek
olan Allah'tan başkasına tapmayalım, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım, aramızdan
kimimiz, kimimizi tek Allah gibi tanrı edinmeyelim... Eğer bundan yüz çevirecek
olurlarsa de ki, şahid olun, bizler Müslümanız." (Âl-i İmran, 64).
Bkz: Mekâtiyb'erresul c: 1 s:90-105
[20]- İkinci Emevi "sultan-halife"si Ebu Süfyanoğlu Muaviye’nin oğlu Yezid
(hk.25-64).
[21]- İmam'ın -ra- bu karşı çıkışının nedeni adalete tamamen uyulması gerektiği
aslıdır. Kitabın son bölümlerinde bu mesele etraflıca açıklanmaktadır
[22]- İslam ceza kanunları gereğince; zina edene recim uygulanabilmesi
için gerekli şartlardan biri de "subut-i ihsân"dır. Muhsen veya muhsene; evli olan
ve her an eşiyle birlikte olma imkânı bulunan akil ve baliğ zinakâr erkek ve
zinakâr kadına denir
[23]- İslam kanununda; suçluya had uygulanırken birkaç müminin
orada bulunması istenmiştir ki bu da Nur Suresi'nin 2. ayetine istinad edilmiştir.
Şia fakihleri zina haddi uygulanırken ve kıyadetle kuzuf sırasında bu
sünnete uyulmasının lüzumunu vurgulamışlardır. Mezkûr ayette "...ve müminlerden
bir grup, zina eden erkekle kadının cezalandırılması sırasında orada
bulunmalıdır..."buyrulur. Bu buyruğun bir hikmeti de, orada bulunanların ibret
alması ve böyle bir şeye niyetlenen veya bu suçu işleyen varsa, bu acı sonu görerek
zina günahından vazgeçmesidir
[24]- Vietnam Fransız ve Japon sümürücülerle uzun süren bir bağımsızlık
savaşından henüz kurtulmuşken 1960'da Amerika'nın saldırısına uğradı.
1973'te Amerika kuvvetlerinin yenilgisi ve gerilemesiyle sonuçlanan bu savaş
Vietnam halkına ağır kayıplar vermişti. Aşağıda vereceğimiz rakamlar bu kanlı
cinayeti tam olarak aktaramayacaksa da, genel bir fikir verebilecektir.
Savaşın Kuzey Vietnam sınırlarına kadar yayıldığı 1965'in başlarına kadar
Güney Vietnam'a savaşın ödettiği fatura şuydu: 170 bin ölü, 800 bin yaralı, 400
bin mahpus. Bu arada çiftçi birlikler olarak adlandırılan esir kamplarına
gönderilenlerin sayısı 5 milyonu aşıyordu. ABD radyosunun 6 Ocak 1963 tarihli
yayınına göre 1962 yılında ABD hava kuvvetleri "resmi köyler" dışındaki
köylere 50 bin hava akını düzenlemişti. General Harkınz'ın açıklamalarına göre
o yıl 30 bine yakın köylü savaşta canını yitirmişti. ABD hava kuvvetlerinin
Güney Vietnam'a düzenledikleri hava saldırıları ayda 30 bine ulaşmıştı.
Newyork Times'in de belirttiğine göre Amerika'yla Saygon devletinin ortak
operasyonlarında toplam 2600 olan Güney köylerinin 1400'ü napalm ve
kimyasal bombalarla tamamen yok edildi. Güney Vietnam bağımsız Kızılay
Kurumu'nun raporlarına göre kalabalık yerleşim merkezlerinde zehirli gaz ve
bombaların kullanılması sonucu Güney Vietnam'da binlerce sivil insan çeşitli
korkunç hastalıklara -bilhassa deri hastalıklarına- yakalandı ve bu hastalar
yıllarca acılar içinde tedavi gördüler. Bu arada birçok sığır ve koyun sürüsü de
bu kimyasal saldırıların kurbanı oldu. Amerika'nın kullandığı bu insanlık dışı
silahlar sonucu koca bölgede ne kadar bitki, çiçek ve tarla (pirinç tarlaları)
varsa tamamen mahvolacaktı
[25]- İran'daki ilk yerleşik Hıristiyan misyonerleri (bu amaçla İran’a gönderilen
heyet) 'Nesturi"misyonerleriydi. Bu grup 1853'te ve Jastın Perkıns adlı bir
papazla Dr. Izahel Grant başkanlığında çalışmalarını başlattı. 1832'de Amerika
Yabancı Ülkeler Misyoner Merkez Heyeti, Hıristiyanlığı da aşılamaya müsait
programlarla donanmış ilk yabancı misyon okulunu -ki adına yeni eğitim sistemi
denilmişti- İran'ın Urumiye kentinde açtı. H.1255'te İran şahının da desteğini
kazanmayı başardı. Bu olaydan sonra Alman, İsveç, İngiltere ve Fransız
misyoner heyetleri İran'a akın ettiler.
Daha sonra İngilizlerle varılan bir anlaşma sonucu İran'ın batı ve kuzey kısmı
Amerikalı, diğer bölgeler de İngiliz misyonerlerinin çalışma sahası olarak
belirlendi. 1871'de Urumiye'deki merkez misyonerliğe ilaveten bu şehir
dışındaki mıntıkalarda da toplamı 48'e varan misyonerlik üsleri oluşturuldu.
Tahran, Tebriz, Hemedan ve Salmas misyonerlik merkezleri de sırasıyla 1871,
73, 81 ve 85'te açıldı. ABD Prestbrine kilisesi misyoneri Bost'ın raporlarına
göre 1884'te Tahran ve Tebriz'deki Müslümanların bir kısmı Protestanların dini
törenlerine katılmadaydı. Amerikalı misyonerlerin 1884 raporlarına
bakıldığında bu misyonerlerin faaliyetlerinin inanılmaz boyutlara ulaşmış
olduğu görülür: Urumiye, Hemedan, Tebriz ve Tahran'da 24 misyonerin idaresi,
230 yerli hastabakıcı yetiştirip Hıristiyanlaştırma, 1796 kişilik cemaatiyle 25
kilisenin idaresi, toplam 4578 dini tören düzenleme, yatılı okullarda 298 yerli
öğrenci barındırma, günlük kolej ve okullarda okutulan 2452 öğrenci, toplam
1680890 sayfa propaganda amaçlı çeşitli yayınlar dağıtmak ve 1910 dolar
yardım ve bağış toplanması. Sellısen'a göre Anglikan kilisesi misyonerlerinin
çalışmaları daha ziyade Nesturiha kilisesinin ıslahına yönelikti. Yine o,
Prastberinlerin ana hedefinin, Müslümanların dinlerini değiştirmeleri olduğuna
inanır. Bkz: İran ve ABD siyasi ilişkileri: Abraham Sellison, farsça tercüme. M.
Bağır Aram ve İslam ülkelerinde kilisenin rolü: Mustafa Halidi ve Ömer Farruh,
farsça terc: Mustafa Zamanî
[26]- Bir tanımlamaya göre adalet, bireyi takvanın gereklerine, yani
haramlardan sakınma ve farzları yerine getirmeye iten güçlü bir nefsâni
kararlılıktır. Adalet; kadı, müftü ve cemaat imamı olmanın şartlarındandır.
Mürüvvet de, iyi adet ve geleneklere uymak ve halkın hoş karşılamadığı
davranışlardan -velev ki mubah bile olsa- uzak durmaktır. Kimi İslam uleması,
mürüvveti, adaletin tahakkukunun şartlarından saymıştır. Bkz: Lüm'e'nin şerhinin
haşiyesinde c:l s:98, 11. fasılda, cemaat namazını savaş elbisesiyle kılmanın mürüvvet ve
adalete aykırı olduğu şeklinde bir not düşülmüştür!
[27]- Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- kendisinden soma hz. Ali'nin -s- halife
ve onun velîsi olması gerektiğini birçok yerde mükerreren buyurmuşlardır,
bunlardan biri de, akrabalarını İslam’a davet ettiği 'Yevmuddar hadisi"
vak'asıdır. Ayrıca: Menzilet hadisi (Tebük Savaşı'nda hz. Ali'nin -s- hz.
Resulullah'ın -saa- vasi ve veziri olarak Medine'de kalması), velayet ayeti
(rükuda fakire yüzüğünü -zekat- vermesi ve bu münasebetle ayet nazil olması),
Kadir-i Humm hadisesi ve Sekaleyn hadisi, ...vb. bkz: Tefsir-i Kebir, c:12 s:2853, Maide Suresi 55 ve 67. ayetlerle ilgili ve: İbni Hişam Siyeri, c:4, s:520 ve .
Taberi Tarihi c:2 s:319-322 ve: El-Gadir c: 1,2,3.
[28]- Maide Suresi 67. ayetten meâlen iktibas
[29]- Vesâiluşşîa c:18 s:376-509
[30]- Bkz: İbrahim Suresi 52. ayet, Yunus 2. ayet, Hacc-49, Ahzab-40, Yâsin-70
[31] Ehl-i Beyt imamlarının 12.'si hz. Hüccet İbn-il Hasan -s- hk. 260.
yılda gözlerden kayboldu -sırra kadem bastı- Bu tarihten hk. 329'a kadar şiiler 4
naip aracılığıyla (Osman bin Said, Muhammed bin Osman, Hüseyin bin Ruh ve Ali
bin Muhammed) o hazretle irtibatlarını sürdürdüler. Bu döneme "gaybet-i suğrâ"
veya 'küçük gaybet dönemi" denir. Bu dönemden sonra o hazretin "gaybet-i
kübrâ"sı başlar
[32]- Cizye: Ehl-i Kitab'ın İslam devletine ödediği ve karşılığında malının, canının
ve ırzının İslam devleti tarafından güvenceye alındığı meblağ veya mala denir
[33]- Haraç: Müslümanlar tarafından fetholunan tarla ve araziler için
(araziyi haraciyye) İslam devletinin belirlediği verginin adı
[34]- İslam’da riayeti farz olan haklardan biri de 'Humus'tur, gerekli şartlar altında
şu 7 şeye taalluk eder: 1- Savaşta kâfirlerden alınan ganimetler. 2- Madenler. 3Hazine, define... vb. kıymetli gömüler. 4- Su diplerinden çıkarılan inci ve mercan
gibi değerli deniz taşları. 5- Ayrıştırılmayacak ve ne kadarının kime ait
olduğu belirlenemeyecek kadar haramla karışmış mal. 6- Zımmî kâfirin
Müslüman’dan satın aldığı arazi. 7- Şahsın yıllık masrafından artakalan miktar.
[35]- Zekât: Gerekli şartlar çerçevesinde 9 şeyden alman İslam devletinin
vergilerindendir: 1- Deve. 2- Sığır. 3- Koyun (en'an-ı selâse). 4- Altın. 5Gümüş (Nakdeyn). 6- Buğday. 7- Arpa. 8- Hurma. 9 Kuru üzüm (gulat-ı erbaa). Fitre
(fitra) zekâtı adıyla tanınan bir diğer zekât ta Fıtır Bayramı (Ramazan Bayramı)
gecesi farz olur. Fitrenin miktarı, en yaygın yiyecekten (meselâ buğday, pirinç vb.) 3
kg. veya tutarıdır
[36]- Şia'nın Kutub-u Erbaa'sından, Kâfi adıyla meşhur El-Kâfı Fi'l Hadis:
Muhammed bin Yakub Kuleyni. Bu eser 34 kitap, 326 babdan
müteşekkildir. Toplam 16 bin hadis içermektedir.
[37]- Usul-u Kâfi c:l s:76-80, Fazl'ul ilm kitabı "...bab'ur radde'ilâ
kitâb vessunne..."
[38]- Nahl Suresi 89. ayete işaretle "... ve biz sana Kur'an'ı indirdik, o her
şeyi aydınlatıcıdır..."
[39]- İmam Sadık -s- şöyle buyurur: "Allah Tebarek ve Teâlâ her şeyi
Kur'an'da beyan etmiştir, o kadar ki, yemin olsun, hiçbir ihtiyaç mevzuu onda ihmal
edilmiş değildir. Kulun 'keşke Kur'an şu konuya değinseydi" diyebileceği her gerekli
şey Kur'an'dadır." bkz: Usul-ü Kâfi c:l s:76-77, kitab-u fazl'ul ilan, 1. hadis
[40]- 'Humsun; bilhassa "İmam payı" denilen yarısının harcanması
hususunda imamiye fakihlerinin görüşleri farklıdır. Kimilerine göre sadece masum
imama -s-aittir ve onun zuhuruna kadar da toprağın altında gömülü kalması gerekir.
Bkz: El-Meğne'ete s:285-286 ve şerh-i Lüme'e c:l s: 184
[41]- Hz. Musa bin Cafer -s- şöyle buyururlar: "Humsun yarısı İmamındır.
Diğer yarısı da onun ailesi arasında bölüştürülür. Bir pay o ailenin yetimlerine, bir
pay yoksul ve fakirlerine, bir pay da yolda kalmışlarına verilir. Böylece Kur'an
ve sünnetin buyruğu bu bölüşme gereği bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacakları
şekilde yapılır. Onların masraflarından bir şey artakalacak olursa, yöneticiye ait
olur. Eğer bölüştürülmeyecek gibi olur veya onların ihtiyaçlarından daha az olursa
devlet başkanı -yönetici- onların ihtiyaçlarını -imkân ölçüsünde- gidermekle
sorumludur. Bu nedenle onların ihtiyaçlarının temini; baştaki yöneticinin uhdesine
bırakılmıştır ki, onların payından artakalan da imama ait olur. Bkz. Usul-ü Kâfi c:2
s:491,2, Kitab'ul Hucce, bâb'ul fı'l enfâl, 4. hadis ve: Ettehzib, c:4 s:281, Kitabuz
zekât, 36. hadis ve: Ae c:4 s: 127, Kitabuz Zekât, 36. bab, 5. hadis
[42]- "Zimmet Ehli" belli cizye ve haraçları ödemek şartıyla İslam
devleti sınırlarında bu devletin güvencesi altında yaşayan ehl-i kitap'a denir
[43]- At, eşek, kalır, deve, öküz ve koyun başta gelmek üzere bütün binek,
yük hayvanı ve davar
[44]- "...At ve silah hazırlayın elinizden geldiğince..." (Enfal,60).
[45]- Hz. Resulullah'ın buyruklarından iktibastır "...Müslümanlar tek yumruk gibi
ayrılmaz bir bütündürler." Bihar'ul Envar c:28 s: 104, Kitabul Feten ve'l Meben,
3. bab, 3. hadis ve: c:37 s:114
[46]- Ümeyye bin Abduşşems bin Abdumenafoğulları, kureyş boyundan. Muaviye h.
41'de halife adıyla saltanata geçen ilk Emevi halifesidir. H.k. 132'de
2. Mervan'ın öldürülmesiyle birlikte bu hanedanın iktidarı son bulmuş oldu
[47]- Hz. Resulullah'ın -saa- amcası Abbas'ın evlatları. Abbasiler Devleti
h.k. 132'de Seffah-kan dükücü- Abdullah'ın hilafetiyle başlayıp hk. 656'da
Mutasım'ın öldürülmesiyle sona erdi
[48]- Saldırgan ve bâği olan ve Allah'tan başka tapılan herkes ve her şeye
"tağut" denir
[49]- "...Şüphesiz o. fesat çıkaranlardan (yeryüzünde bozulma ve bozguna
sebep olan)dı" Kısas,4.
[50]- Osmanlı imparatorluğunun çöküşü 19. yy'ın başlarında başladı.
1913 Londra antlaşmasıyla sonuçlanan Balkan müttefik ülkeler savaşında
Osmanlı devleti, Ege ve Avrupa'daki yaklaşık bütün müstemleklerini kaybetti. 1.
Dünya savaşında ve 1932'de imzalanan Lozan antlaşmasıyla Irak, Suriye,
Arabistan, Ürdün ve Filistin gibi Müslüman Arap ülkeleri Osmanlı yönetiminden
resmen çıkarılarak Avrupa ülkelerinin kaymumetine verildi. Koca Osmanlıdan
geriye kalan, bugünkü Türkçe konuşulan Anadolu'yla Trakya'dan ibarettir
[51]- Keşful Gumme, c:l s:483
[52]- Nehc'ul Belaga, mektuplar, 47
[53]- Ae, hutbeler, 3, Şıkşıkiyye hutbesi
[54]- İlel'uş Şerai, c.l, s.251, 182. bab, 9. hadis
[55]- Yani devlet kurulması ve halkın yönetimi hususunda "veliyy-i emr"
tabiri geçmiş, meselâ hz. Ali -s- veya bir başkası gibi belli bir şahıs ismi
kullanılmamış olduğuna göre her çağ ve dönemde gerekli şartlara haiz olan
"veliyy-i emr"in, islam devletini yönetmesi gerekir
[56]- 'İstibdad": Halkın temsilci ve oy hakkında, esasen ülkenin
yönetiminde hiçbir katılıma sahip olmadığı yönetim tarzı. Yönetici kanunen sınırsız
yetkilere sahiptir ve yasama, yürütme ve yargı güçleri onun elinde toplanmıştır
[57]- Padişahlık, krallık
[58]- 'Meşrutiyet": Halkın ve baştaki yöneticinin belli şartlarla egemenliği elinde
tuttuğu "şartlı yönetim" tarzıdır. Bu sistemde en ileri ve en üst merci olan
anayasa gereğince toplumun bütün birey ve kesimlerinin temel hak ve hürriyetleri
saygındır. Meşrutiyet yönetimi; krallık ve cumhuriyet olarak iki şekilde ortaya
çıkabilir. Meşrutiyet sisteminde, cumhurbaşkanının yetkileri kralın yetkilerinden
azdır
[59]- Saltanat = Krallık = Padişahlık: Padişah veya kral yönetimi. Babadan
oğula geçen veya kralın istediğine devrettiği bir sistemdir bu. Bütün yetkiler
şahta -kralda-dır; üç kuvvetin şahın elinde bulunduğu düzene mutlak krallık
(=mutlak monarşi) denir. Kimi zaman kralın yetkileri kanun koyucu bir meclis
tarafından kısıtlanır ve kanun koyma yetkisi halkın temsilcilerine devredilir. Bu
tür krallık yönetimine "meşrutiyet krallığı" veya "şartlı saltanat" denir
[60]- Cumhuriyet: Devlet başkanının direkt veya dolaylı yollarla halk tarafından
belirlendiği bu yönetim sisteminde iktidar babadan oğula geçmez ve
cumhurbaşkanının görev müddeti de sınırlandırılır. Parlamenter demokrasiye
sahip cumhuriyetlerin yanı sıra; resmen krallık olmayan, ama tıpkı krallık gibi
diktatörlükle yönetilen cumhuriyet rejimleri günümüzde az değildir.
[61]- "... Ey Resulümüz; Rabbinden sana indirileni tebliğ et -halka iblağ etyoksa peygamberlik vazifeni tamamlamamış olursun." Maide, 67 -» Gadir-i
Hum olayı. Bkz. El-Gadir c:l s:214-229
[62]- Nisa,59
[63]- İmparatorluk: Tek kişi -imparator- tarafından yönetilen, geniş topraklar ve
çeşitli ırkları kapsayan iktidar şekli
[64]- Şerh-i Nehc'ul Belaga, İbn-i Ebil Hadid c:2 s:126-161, 30. hutbe şerhi ve:
324-333 ve: c:3 s:3-69 ve: 43. hutbe şerhi ve: c:9 s:30-30 135. hutbe şerhi ve:
El-Gâdırc:8s:97-323
[65]- Bihar'ul Envâr c:40 s:324
[66]- Hz. Ali -s- şöyle buyurur: 'Ey insanlar! Halifeliğe en lâyık olan, Allah'ın
emirlerini en iyi bilen ve en mükemmel şekilde de uygulayan kimsedir." Nehc'ul
Belaga, 172. hutbe ve: El-İhticac c:l s:229 ve: Bihar'ul Envar s:25 s: 116 ve
Kitab'ul İmame, bâb-ı câme fi sıfat'ul İmam"
[67]- Keşf ul Murad fi Şerh-i Tecrid'el İtikad: Allame Hilli, 5. maksat, 6. mesele
[68]- İmam Sadık -s- şöyle buyurmaktadır: 'Padişahlar halka, âlimler de padişahlara
hükmeder." Bihar'ul Envar, c:l s: 183, kitab'ul İlim, 1. bab, 92. hadis
[69]- Bakara, 124
[70]- Tekvininin karşıtı olan 'İtibari", beşeri anlaşma ve sözleşmelerden
kaynaklanan kuralları içerir ve belirleyeninin adını alır. Belirleyeni sâri olursa
"şer'i itibâr" olarak adlandırılır, günlük yaşamın düzen ve gereği için bir
insan veya insanlarca belirlenmiş kararlaraysa "itibar-i ukelâi" (akıl ve mantık
gereği muteber olan) denir.
[71]- Çocuk veya delinin bakımı kastediliyor. Bebeğin bakımı 1. derecede
anne babasına düşer. Bunlar hayatta olmaz veya gerekli şartlardan yoksun
bulunurlarsa İslam devletinin başkan veya imamı bu iş için birini tayin edip
görevlendirir
[72]- Araziye-i Haraciye (Haraç taalluk eden araziler), peygamberin -saaveya imamın emriyle Müslümanların fethettiği ziraata elverişli bayındır topraklara
denir. Bu tür araziler bütün Müslümanların malı sayılır, bu nedenle de alınıp
satılması yasaktır. İslam devleti bu tür arazileri devreder ve bu araziyi ekenden
–veya kullanandan- "haraç" denilen bir meblağ alır.
[73]- Bütün Müslümanlara tek tek farz olan farza aynî farz denir, bir kişinin
onu yapmasıyla, diğerlerinden sakıt olmaz, namaz ve oruçta olduğu gibi.
Bir Müslüman’ın yerine getirmesiyle diğer Müslümanlardan sakıt olan farzlara ise
farz-ı kifâi denir; emr-i bi'l mâruf ve nehy-i ani'l münker gibi
[74]- Besair'udderecât, c:l s:20, 10. bab, Bihar'ul Envar c: 25 s:l-103
[75]- Bihar'ul Envar c: 18 s:382, İsbât'ul Mîrac ve mefati ve keyfiyye" babı
[76]- Erbain: Allame Meclisi s: 177, 15. hadisin şerhi, Kelemat-ı Meknune, s:
101, biraz değişik ibaretle
[77]- İleluşşerayi c:l s:123; 143. bâb, 1. hadis ve: Meani'ul Ahbar s:64 ve 107
ve: Bihar'ul Envar c:43 s: 12 ve sonrası.
[78]- "...peygamber, müminlere kendilerinden daha evlâdır." Ahzab, 6.
[79]- Hz. Resulullah'ın -saa- ve Hz. Ali'nin -s- amcası Abbas'ın oğlu
Abdullah, (hic.'ten 3 yıl önce doğmuş, h.68'te vefat etmiştir) Kur'an tefsirini Hz.
Ali'den -s-öğrendi ve "Reis'ul Müfessirin" (tefsir edenlerin en büyüğü) ve "Hibrel
Ümme" (ümmetin bilgini) lakabıyla meşhur oldu. Cemel, Sıffın ve Nehrevan
savaşlarında hz. Ali'nin -s- saflarında savaştı, o hazretin komutanlarından ve
ashabındandır
[80]- Nehc 'ul Belaga, 3 3. hutbe
[81]- Ae, 3. hutbe (Şıkşıkiyye)
[82]- Ae, 13. hutbe
[83]- 'Eşter" adıyla tanınan Mâlik bin Hâris-i Nehei (h.?-38) İslam ordularının
büyük komutanlarındandı, cesaret ve kahramanlığıyla meşhurdu. Cemel ve
Sıffîn savaşlarında Hz. Ali'nin -s- en yakın komutanı oldu. İmam -s- onu Mısır'a
vali tayin ettiyse de bunu öğrenen Muaviye tarafından, Mısır'a giderken yolda
zehirletilerek şehid edildi. İmam Ali'nin -s- 'Mâlik ahdnâmesi" adıyla ona
yazdığı fermannâme pek meşhurdur. Bkz: Nehc'ul Belaga, 53. mektup.
[84]- Nehc'ulBelaga, 53. mektup
4. BÖLÜM
AHBARDA VELAYET-İ FAKÎH
Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- Halefleri Âdil Fakihlerdir
Doğruluğunda hiç şüphe bulunmayan rivayetlerden biri şöyledir. Emir'el
müminin (hz. Ali -s-), Hz. Resulullah'ın -saa- "Allah'ım, benim haleflerime
rahmet et!" buyurduğunu ve bunu üç kez tekrarladığını, 'Ya Resulullah, sizin
halefleriniz ve halifeleriniz kimlerdir?" diye sorulması üzerine o hazret 'Benden
sonra gelip, benim hadis ve sünnetimi naklederler ve benden sonra bunları halka
öğretirler!" buyurduğunu rivayet eder([85]).
Rahmetli Şeyh Saduk([86]) bu rivayeti Meâni'ul Ahbar([87]) , Uyûn-u Ahbar-ur
Rıza([88])ve Mecâlis([89]) adlı eserlerinde beş yoldan rivayet etmiştir (ki rivayetlerden
ikisi bazı açılardan benzer olduğundan, aslında dört yoldan sayılır).
Müsned([90]) olarak zikredilen rivayetlerden birinde "öğretenler" ve diğerlerinde
'halka öğretenler" geçer([91]), mürsel([92]) olarak zikrolunan rivayetlerdeyse yukarıdaki hadisin- ilk kısmı yer almaktadır ve 'benden sonra halka öğretenler"
ibaresi yoktur([93]).
Bu Rivayet Hakkında İki İhtimale Dayanarak Konuşuyoruz:
Farz edelim ki rivayet birdir ve "öğretenler" ibaresi ya hadisin
sonuna sonradan eklenmiş, ya da mezkûr cümle şeklindeymiş ve
sonradan düşmüştür. Cümlenin sonradan düşmüş olması ihtimali akla daha
yakın görünmektedir. Çünkü eğer eklenmiş olursa bunun hatayla ve yanlışlık eseri
vuku bulduğu söylenemeyecektir; zira daha önce de belirttiğimiz gibi bu rivayet
birkaç yoldan -raviden- nakledilmiştir ve rivayet eden şahıslar -raviler- da
birbirlerinden pek uzak diyarlarda yaşıyorlardı: Biri Belh'te, diğeri Nişâbur'da,
üçüncüsü de bir başka yerde-. Bu durumda o kelimenin hadise sonradan kasten
eklenebilmiş olma ihtimali sıfırlanmaktadır. Çünkü birbirinden onca uzak
beldelerde yaşayan birkaç kişinin aklına aynı kelimenin gelmesi ve aynı
kelimeyi eklediklerinin düşünülmesi pek imkânsız görünmektedir. Bu nedenle
şu kesin olmaktadır: Eğer rivayet vahide -tek- ise "öğretenler" kelimesini ya
rahmetli Saduk'tan nakledenler düşürmüş ve onun eserinden iktibas edenin
kaleminden düşmüştür veya bu kelimeyi Saduk -ra- zikretmemiştir.
İkinci ihtimal, iki ayrı hadisin rivayet edilmiş olmasıdır, biri "öğretenler"
kelimesiyle ve diğeri, bu kelime olmaksızın... Bu durumda mezkûr kelimenin
bulunduğu hadisin; mesleği hadis nakletmek olan ve kendisinden hiç fetva ve
görüş beyan etmemiş bulunanları kapsamayacağı apaçık ortadadır. Keza hadisi
hiç mi hiç anlamayan ve 'nicelen vardır ki bilgi taşırlar, ama kendileri o bilgiden
habersizdirler" hadisine([94]) misdak teşkil eden ve işi gücü, tıpkı bir alıcı cihazı gibi
hadis ve rivayetleri sırf alıp yazan ve halka aktarmaktan ibaret olan
bazı muhaddislerin -hadiste geçen- 'halefler ve "halifeler olabileceğini
ve bunların İslâmî bilimleri öğretebileceklerini söylemek zaten mümkün değildir.
Evet, bunların da İslam’a ve Müslümanlara pek değerli emeklerinin geçtiği
doğrudur, keza bunlardan birçoğu fakih ve görüşsahibi insanlardı, Kuleyni -ra([95])
Şeyh Saduk -ra- ve Şeyh Saduk'un babası -ra- fakihlerdendiler,([96]) İslam
hüküm ve bilimlerini öğretiyorlardı halka. Şeyh Saduk (ra)'la rahmetli Şeyh
Müfıd'in([97]) farklı olduklarını söylerken Şeyh Saduk'un -ra- fıkha vakıf
olmadığını veya onun fıkıh bilgisinin Şeyh Müfıd'den -ra- daha az olduğunu
kastetmek istemiyoruz -bilakis-, Şeyh Saduk -ra- bir oturumda dinin bütün usul
ve füru'larını tamamen açıklayıp şerh eden kişidir([98])! Ancak, o merhumla Müfıd ra- arasındaki fark şudur: Müfıd ve benzeri müçtehıdler, hadis ve rivayetleri
aktarırken kendi görüş ve reylerini de belirtiyorlardı; Şeyh Saduk -ra- ise görüş
belirtmeyen ya da çok az belirten fakihlerdendir.
-Mevzuubahis- hadis, islami bilimleri yayan, İslam hükümlerini beyan edip
anlatan ve insanları, başkalarına eğitim verebilecek şekilde İslam için yetiştirip
hazırlayan kimseleri kapsamına almaktadır.
Tıpkı Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa-' ile masum imamların -s- İslam
ahkâmını öğretip yaymaları, medrese eğitimi vermeleri, onların bu eğitim ve
okullarında binlerce insanın ilmî faydalar sağlaması ve öğrendiklerini halka
öğretmekle yükümlü olmaları gibi! 'Halka öğretirler'" le kastedilen de, İslam
bilimlerini halka öğretip yaymaları ve İslam hükümlerini halka ulaştırıyor
olmalarıdır. Eğer İslam’ın bütün dünya insanları için olduğunu söylüyorsak;
Müslümanların, bilhassa İslam ulemasının İslam ve İslam hükümlerini bütün
dünya insanlarına anlatmak ve bütün dünyaya yaymakla muvazzaf olduğu akıl
sahipleri için apaçık ortadadır.
Eğer 'halka öğretirler" ibaresinin bu hadiste yer almadığını varsayacak
olursak, o zaman Hz. Resul-ü Ekrem -saa-'in "Allah'ım, halifelerime rahmet et...
Onlar, benden sonra gelen ve hadis ve sünnetimi rivayet edenlerdir" buyruğunun
ne anlama geldiğine bakmamız gerekir. Bu durumda rivayetin 'fakih" olmayan
ravileri kapsamına almayacağı ortadadır. Zira bütün hükümlerden ibaret olan
ilahi sünnetler, Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- nazil olduğu için 'Peygamberin
sünneti" olarak isimlendirilirler. O halde Hz. Resulullah'ın -saa- sünnetini
yaymak isteyen bütün ilahi hükümleri bilmeli ve sahihi sakıymden (doğruyu
yanlıştan -çev-), ıtlakı takiyyeden (saltı - şartlı ve sınırlıdan -çev-)([99]), âmm
(genel) olanı hâs olandan([100]) ayırt edebilmeli, mantık önermeleri ve aklî
hükümleri([101]) toparlayabilmeli, takıyye sırasında geçen rivayeti diğerlerinden
teşhis etmeye
yarayacak
ölçülen bilmeli ve bunu başarmalıdır.
İçtıhad mertebesine varmayan ve sadece hadis nakleden muhaddislerın
bileceği işler değildir bunlar, onların Hz. Resulullah'ın -sav- gerçek sünnetim
teşhis edebilmesi mümkün değildir ve bu da Hz. Resulullah –saa- acısından
değersizdir. Hz. Resulullah'ın -saa- doğru olsa veya olmasa ve kendisinden
nakledilmemiş olsa bile sırf Resulullah dedi ki... "yi e başlayan bir takım
rivayetlerin yayılmasını istemiş olması elbette ki düşünülemez. Bilakis, o hazretin
amacı gerçek sünnetin yayılması ve hakiki İslam hükümlerinin halk arasında neşr
olunmasıydı. "Ümmetime kırk hadis ezberleteni Allah, fakih olarak hasreder"
rivayeti([102]) ve hadis yaymayı öven benzeri hadisler([103]) hadisin ne olduğunu bile
bilmeyen muhaddisler için değildir ki; bu gibi hadis ve rivayetler, Hz.
Resulullah'ın -saa- hadisini gerçek İslam hükmüne mutabık olarak teşhis
kabiliyetine sahip kimseler içindir. Bu da, ancak fakih ve müçtehit olanlar"
demektir; çünkü ancak fakihlerle müçtehitler İslam ahkâmının bütün boyutlarını
bilip değerlendirebilir, ellerindeki fıkhı ölçüleri kullanarak İslam ve imamların s- muayyen etmiş olduğu ölçü ve kıstaslar yardımıyla İslam’ın gerçek hükümlerini
bulup çıkarabilirler. İşte bunlar Allah Resulü'nün -sav- halifeleridirler; ilahi
hükümleri bunlar yayar, halka İslam ahkâmını öğretirler, Hz. Resulullah -saabunlar için dua etmiş ve "Allah'ın rahmeti halifelerimin üzerine
olsun"buyurmuştur.
Yukarıdan da anlaşılacağı üzere "Allah halifelerime rahmet etsin" hadisinin,
gerçekte bir 'Kâtip’ten farkı bulunmayan hadis ravilerini kastediyor olması
mümkün değildir, sırf kâtiplik eden ve sırf hadis yazan birinin hz. Resul-ü
Ekrem'in -saa- halifesi olamayacağı ortadadır. Hadiste geçen 'halifeler"den maksat
'İslam fakihleri'dir; halka İslam hükümlerini öğretip yayan, halkı eğitip yetiştiren
âdil fakihlerdir. Zira âdil olmazlarsa tıpkı Hz. Emir'el müminin -s- aleyhinde hadis
uyduran Semeret bin Cündeb([104]) gibi, İslam’a aykırı hadisler uyduran kadılar ve
şeyhülislamlar haline gelirler. Eğer fakih olmazsa o zaman da fıkhın ne olduğunu
bilemeyecek ve İslam hükümlerini tanıyamayacaktır. Çünkü zalim yöneticiler ve
saray mollalarının sırf şahlara ve sultanlara yaranabilmek için uydurmuş olduğu
binlerce hadis vardır. Nitekim iki "zayıf rivayetle neler yaptıklarını
görüyoruz([105]); sultanlar ve krallara karşı kıyam edin diyen ve Musa’yı -sçağının sultanına karşı ayaklanmaya teşvik eden([106]) Kur'an'a karşı kullandıkları
bu iki zayıf rivayeti! Kur'an-ı Kerim'e ilaveten, daha birçok hadis ve rivayette de
zalimlere karşı mücadele emri vardır([107]). Tembeller bunları bir kenara bırakıp,
muhtemelen saray mollalarınca uydurulmuş olan o iki zayıf rivayete yapıştılar ve
bu rivayetlere dayanarak Sultanlar ve egemenlerle uzlaşmak gerekir, saraykulu
olmak gerekir" dediler! Eğer bunlar gerçekten rivayet ehli olup dinden anlayan
insanlar olsalardı zalimlerin aleyhine olan onca rivayet ve emirlere amel
ederlerdi. Kaldı ki böyleleri rivayet ehli olsalar bile âdil değildirler. Âdil
olmadıkları ve günahtan uzak durmadıkları için Kur'an'daki hükümler ve onca
hadis ve rivayeti bir kenara bırakıp iki zayıf rivayete yapışmışlardır. Onların bu iki
zayıf rivayete dört elle sarılmasını sağlayan şey işkembeleridir, ilim değil! İnsanı
saraylara kul eden şey rivayet -ve hadis- değil; bu işkembe ve makam hırsıdır.
Kısacası İslam bilimlerini yayma ve ahkâmı yayıp öğretme, âdil fakihlerin
işidir; ancak onlar gerçek ahkâmla gerçek olmayanı ve imamların -s- hangi
rivayetleri takıyyeyle aktardıklarını teşhis ve ayırt edebilirler. Çünkü biliyoruz ki
-masum- imamlarımız -s- kimi zaman gerçek hükmü söyleyemiyorlardı, şartlar
elvermiyordu buna; zalim ve zorba egemenlerin baskısı altında sıkı bir takıyyede
bulunmak zorundaydılar. Tabii ki bu mecburiyet din içindi -kendileri için dağıldinin bir zarara uğramasından korkuyorlardı. Nitekim gerekli bazı durumlarda
takıyyede bulunulmamış olsaydı zalim egemenler dinin kökünü kazıyacaklardı.
Ancak, bu hadis-i şerifin "velayet-i fakih"e delalette bulunduğu şüphesiz
olsa gerektir. Çünkü 'hilafet", nübüvvet ve peygamberliğin her boyutunda
"haleflikte ve vekillikte bulunma" demektir ve "Allah'ım, halifeme rahmet et"
cümlesinin "Alı benim halifemdir" cümlesinden aşağı kalır tarafı yoktur ve
birincide kastedilen 'halifelikle ikincide kastedilen halifeliğin farklı bir
anlamı söz konusu değildir. 'Benden sonra gelir ve hadislerimi rivayet ederler"
hadisi halifeleri tanıtmaktadır, halifeliğin anlamını değil. Çünkü halifelik mevzuu
sadr-ı İslam’da açıklanmayı gerektirecek bir mevzu değildi ki -herkesçe
bilinen bir şeydi-. Nitekim sonra da, halifeliğin anlamını değil, halifelerin kim ve nasıl olması gerektiğinin- açıklanmasını istiyordu ki, hazret de -sav-bu
vasıfları açıklayarak cevabı vermiş oldular. "Ali halifemdir" veya 'İmamlar
halifemdir" buyruklarını hiç kimse 'halifeliğin nasıl olması gerektiğine dair fıkhi
bir açıklama" şeklinde algılamadığı ve bu cümlelerle net bir şekilde imamların
devlet başkanlığı ve halifeliklerine istinad edildiği kabullenildiği halde sıra masum olmayanların- 'halifelik" terimine gelince, duraklayıverirmiş olması bir
hayli şaşırtıcıdır! Bunun yegâne nedeni, Hz. Resulullah'ın -saa- hilafetinin özel
bir hadle sınırlı olduğu veya ancak özel bazı kimselere mahsus olabileceği
sekimde bir zanna kapılmış olunmasıdır. Masum imamlar -s-halife oldukları için;
onlardan sonra kimse halife olamaz, halkı yönetme işini onlardan başkası
yüklenemez zannedilmiş, -imamlardan sonra- İslam’ın başsız kalması ve İslam
hükümlerinin kendi haline bırakılması gerektiği zehabına kapılmışlardır. Yani
'İslam had ve sınırları düşmanlara terk edilsin ve gerçekte İslam’ın tamamen berî
ve uzak olduğu onca sapma ve eğrilikler -İslam’mış gibi gösterilereknormal karşılanır olsun" demektir bu!
İmam Musa bin Cafer Sâdık'tan -s- şöyle rivayet edilir: 'Bir mümin -veya
mümin bir fakih- öldüğünde melekler ona gözyaşı döker, yeryüzünde Allah'a
ibadet ettiği yerler ve amelleriyle ulaştığı gök kapıları ona ağlarlar; İslam
kalesinde, başka şeylerle onarılmayacak gedikler oluşur. Çünkü imanlı fakihler
İslam’ın kaleleridirler; surla çevrili bir şehrin surları mesabesindedirler."([108])
Bu Rivayetin Metnine Dair
'Kâfi" kitabında aynı babda başka bir rivayet daha var ki, onda 'mümin
öldüğünde" yerine, 'mümın fakih öldüğünde" ibaresi geçiyor([109]). Naklettiğimiz
rivayetin başında 'fakih" kelimesinin geçmemesi, ama sonlarında 'mümin
fakihler" buyrulmuş olması, 'fakih" kelimesinin, cümlenin ilk kısmından düşmüş
olduğunu göstermektedir. Bilhassa İslam’da gedik açılması", 'sur ve kale"
gibi tabirlerin kullanılmış olması da buna delalet eder ki tamamen "fakihler"e
uygun düşmektedir.
Rivayetin Anlamı Üzerine
'Fakih müminler İslam’ın kaleleridir" buyruğuyla, gerçekte fakih İslam
akâid, hüküm ve nizamlarının bekçi ve koruyucuları olmakla görevlendirilmiş
olmaktadırlar. İmam'ın -s- bu buyruğunun teşrifat ve nezaket olsun diye
söylenmediği apaçık ortadadır; benim size 'şeriatmedar" demem, sizin bana
'şeriatmedar" demeniz gibi bir teklif veya mektup zarflarının üzerine yazdığımız
'sayın ... hazretleri" gibi göstermelik bir unvan değildir! Evinin bir köşesine
çekilip oturan, hiçbir şeye karışmayıp ne İslam kanunlarını koruyan, ne İslam
ahkâmını öğretip yayan, ne Müslümanların sosyal işlerine karışan, ne
de Müslümanların işlerinde ihtimam gösteren bir fakihe İslam’ın kalesi" denilebilir
mi? Onun İslam bekçisi olduğu söylenebilir mi? Bir devlet başkanı bir yetkiliye
veya bir komutana, gidip falan bölgeyi korumasını söylediği halde o yetkili veya
komutanın gidip evinde yatması ve böylece o bölgeyi düşmanın eline bırakması,
üstlendiği görev ve vazifeyle bağdaştırılabilir mi?! Mümkün her yolla o bölgeyi
korumaya çalışması gerekmez mi? Siz, 'bazı İslam kanun ve hükümlerini
koruyoruz" diyorsanız o zaman sorarım sizden: 'İslam’ın ceza kanunlarını
uyguluyor, hadleri yerine getirebiliyor musunuz9" -Cevabınız- "hayır"-dır-. İşte
bu noktada -hadleri uygulayamadığınıza göre İslam kalesinde- bir gedik açılmış
oldu! Yani sizin kaleyi korumakla görevli olduğunuz bir sırada burcun bir kısmı
yıkılıp gitti!
'Peki, Müslümanların hudut ve sınırlarını, İslam vatanının toprak
bütünlüğünü koruyabiliyor musunuz?" -diye soracak olsam vereceğiniz cevap
şudur:- 'Hayır! Biz bu hususta dua edebiliriz sadece!"-Siz böyle deyince- surların
bir kısmı daha yıkılmış oldu!
Peki, fakirlerin hakkını zenginlerden alıp kendilerine verebiliyor musunuz
(çünkü olandan alıp olmayana vermek sizin İslami vazifenizdir)?" diye soracak
olsam yine 'hayır, bunlar bizi ilgilendirmez, inşallah başkaları gelip bu işleri
yaparlar!" -diye cevap veriyorsunuz ve o zaman da- surun bir tarafı daha gitmiş
oluyor ve böylece tıpkı İsfahan'ını kaybeden Şah Sultan Hüseyin
gibi([110]) kalakalıyorsunuz işte! Bu nasıl sur, bu nasıl kaledir böyle; surun
hangi tarafını "hısn'ul İslam" (İslam kalesinin muhafızı) beyefendiye
bırakmak istesek, bir mazeret öne sürerek kabul etmiyor?! -Rivayette geçen"hısn" (kale, sur)m anlamı bu mudur, "hısn" dediğin böyle mi olur?!!
'Fakihler İslam’ın kalesi ve surlarıdırlar" buyruğunun manası, onların İslam’ı
korumakla mükellef oldukları ve İslam’ı koruyabilecekleri bir ortam yaratmaları
gerektiğidir ki bu da farzların en önemlilerindendir, üstelik meşrut -şartlıfarzlardan değil, mutlak farzlardandır([111]). İslam fakihlerinin önemle peşinde
olmaları gereken hassas mevzulardandır bu; dini ilmiye medreseleri bu konuda
kafa yormalı ve tıpkı Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve masum imamların -s- yaptığı
gibi İslam’ın koruyucusu kesilip İslam ahkâmı, akaid ve nizamlarını tam anlamıyla
muhafaza ve müdafaa edebilmek için gerekli bütün araç-gereç ve güçlerle
donatmalıdırlar kendilerini.
Biz her şeyi bir kenara bırakıp ahkâmın sadece bir kısmını almışız, nesiller
boyu sırf onları tartışıp duruyoruz([112]). İslam ahkâmının birçok kısmı bugün 'ülumu garibe -tuhaf ve tabiat ötesi bilimler-" durumuna gelmiştir([113])! Esasen İslam
garip -ve kimsesiz- haldedir bugün! İslam’dan sadece bir isim kalmıştır geriye!
İnsanoğlu için gelmiş en mükemmel ceza kanunları olan İslam ceza kanunları
bugün büsbütün unutulmuş ve badece ismi kalmış"tır([114]). Ceza ve hadler için
nazil olmuş bulunan ayetlerin kıraatinden -okunuşundan- başka varlıkları söz
konusu değildir bugün. 'Zina eden erkek ve zina eden kadına; her birine 100
kırbaç vurun"([115]) ayetini okuyoruz ama uygulamıyoruz, uygulamakla yükümlü
saymıyoruz kendimizi! Sadece kıraat edelim -Arapça harfleri gereğince telaffuz
edelim- ki kıraatimiz iyi olsun, seslerin mahreçlerden gereğince çıkmasına özen
gösterelim, yeter; ama bu arada sosyal gerçeklerin ne olduğu, İslam toplumunun
nasıl bir durumda bulunduğu; fesad, ahlaksızlık ve fuhşun nasıl yayıldığı,
iktidarların zinakarlardan yana olup onları nasıl desteklediği ise bizi ırgalamaz,
öyle mi?! Yani biz, zinakâr erkekle zinakâr kadına şu kadar hadd cezası tayin
edilmiş olduğunu bileceğiz sadece! Had cezasının uygulanıp uygulanmayacağı
ve -esasen- İslam’ın zinayla mücadele hükmünü kimin uygulayacağı gibi
şeylereyse hiç karışmayacağız -öyle mı-?!!
Sorarım size Allah aşkına, Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- böyle mi
yapıyordu? Kur'an'ı okuyup bir kenara koyuyor ve onun emrettiği hadler ve
kanunların uygulanıp uygulanmadığına karışmıyor muydu? Hz. Resul-ü
Ekrem'den -saa- sonra gelen halifeler meseleleri halka bırakıyor ve 'İstediğinizi
yapın, biz size karışmayız" mı diyorlardı?! Yoksa tam tersine miydi; hadler cezalar- belirtiyor, -gerekene- kırbaç vuruyor, icabında recmediyor, müebbet
hapis veriyor, sürgüne mi gönderiyorlardı? İslam’da hadler ve diyetler mevzuunu
araştırınız, bütün bunların İslam’da mevcut olduğunu görürsünüz, esasen İslam
bu işler için gelmiştir. İslam topluma çeki-düzen vermek, disiplini sağlamak
için gelmiştir; itibari imamet ve iktidar, toplumun işlerinin düzene koyulması
içindir.
Biz İslam’ı korumakla mükellefiz. Bu vazife mühim farzlardandır, hatta
namazla oruçtan bile daha farzdır. Uygulanması uğrunda -icabında- kanlar
dökülmesini gerektiren vazifedir bu. İmam Hüseyin'in -s- kanından daha üstünü
yoktu ve onun kanı İslam uğrunda döküldü! İşte bu, sırf İslam’ın taşıdığı o değer
yüzündendir. Bunu kavramamız ve başkalarına da öğretmemiz gerekir. Sizler
ancak İslam’ı halka öğretmeniz halinde İslam’ın halifeleri olursunuz. 'Bırak
İmam-ı Zaman -s- gelsin- ve işlen o yoluna koysun-" demeyin. 'İmam-ı
Zaman geldiğinde kılarız" diye namazı bırakıyor musunuz? İslam’ın
korunması namazdan çok daha farzdır. Humeyn şehrinin valisi gibi
düşünmeyin, 'Günahları yaymak ve artırmak lazım ki İmam-ı Zaman -s- gelsin"
diyordu, mantığı böyleydi, 'Günah ve kötülük alabildiğine yaygınlaşmazsa o
hazret zuhur etmez" diyordu!...
Burada oturup sırf mübaheseyle yetinmeyin, bilakis, İslam’ın
diğer hükümlerini de inceleyin, hakikatleri yayın; küçük broşürler de olsa, yazın,
yayınlayın. Mutlaka etkili olacaktır. Ben bizzat denedim ve etkili olduğunu
gördüm.
Hz. Resul-ü Ekrem -saa- şöyle buyuruyor:
'Dünyaya (dünyevi haksız zevkler, hırslar ve servet yığmalara)
kapılmadıkları sürece fakihler peygamberlerin eminleri ve güvendikleri
kimselerdirler!" -Ya Resulullah, dünyaya kapılmaları nasıl olur?
diye sorulduğunda da- 'Egemen güce boyun eğmeleri!" buyurdu ve ekledi: 'Eğer
böyle olursa dininiz için onlardan uzak durup sakınmanız gerekir!([116])
Bu
rivayetin
tamamı;
üzerinde
uzun
uzadıya
açıklamalar
gerektirici niteliktedir, ama biz burada sadece konumuzla direkt irtibatı
olup 'Velayet-i fakih'le ilgili olan 'fakihler peygamberlerin eminleridirler" ibaresi
üzerinde duracağız. Önce, peygamberlerin vazife, yetki ve işlerinin ne olduğuna
bakmamız gerekir; o zaman onların eminleri ve güvendikleri kimseler olan
'fakihler'e ne gibi görevler düştüğü de anlaşılmış olacaktır.
Peygamberler Gönderilmesindeki Gaye ve Peygamberlerin Görevleri
Dinlerin gereği ve aklın kesin hükmüne binaen peygamberlerin gönderiliş
nedeni ve görevleri sadece -İslam fıkhı ve hükümleriyle ilgili-meseleleri söyleyip
anlatmak ve ahkâmı beyan etmek değildir. Olay; ahkâm ve meselelerin vahiy
yoluyla Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- ulaşması ve o hazretle Hz. Emir'el müminin ve
diğer (Ehl-i Beyt) imamlarının -s- da, hiçbir dahi ve ihanette bulunmaksızın bu
mesele ve hükümleri halka sırf anlatmak üzere tayın olması ve onların da bu
emaneti sapasağlam halka ulaştırmaları için fakihlere devretmelerinden ibaret
değildir ve neticede 'fakihler resullerin eminleridirler" ibaresi, onların İslâmî
hüküm ve meseleleri sırf söyleyip anlatma hususunda emin oldukları gibi -darbir manaya da gelmez. Gerçekte peygamberlerin -saa- en önemli görevi, ahkâm
ve kanunlar vasıtasıyla âdil bir sosyal düzen kurmaktır ki bunun da ahkâmı
beyan edip ilahi akait ve öğretileri yaymakla mümkün olabileceği zaten
ortadadır. Bunu, şu ayet-i kerimede de olanca netliğiyle görebilmek mümkündür:
'Şüphesiz, peygamberlerimizi apaçık deliller ve alametlerle gönderdik ve insanların
adaleti uygulaması için onlara Kitap ve mizan da verdik" ([117]). Peygamber
gönderilmesindeki genel gaye insanların adilane sosyal ilişkiler çerçevesinde
belli bir çeki-düzene girmesi ve insanlaşmasıdır. Bu ise ancak devlet kurmak ve İslami- hükümleri uygulamakla mümkündür. İster Hz. Resul-ü Ekrem
efendimizde -saa- olduğu gibi bizzat peygamberin kendisi devlet kurmaya
muvaffak olsun ister daha sonra, onu izleyenler devlet kurup âdil sosyal düzeni
oluştursunlar (her hal-ü kârda devlet kurulmalıdır -çev-) Allah Teâlâ humus
hususunda: 'Bilin ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'ın,
peygamberin, peygamberin yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerle kimsesizlerin
ve yolda kamışlarındır"([118]) buyururken, ya da zekât konusunda "onların
mallarından sadaka al"([119]) derken veya haraçlarla ilgili emirleri belirlerken Hz.
Resul-ü Ekrem'i -sav- bu hüküm ve emirleri sadece halka anlatmak ve sırf beyan
etmekle görevlendirmemekte, aynı zamanda bunları uygulamakla da
muvazzaf kılmaktadır, yani bunları insanlar arasında yayıp öğretmekle
görevli olduğu gibi, uygulamak ve yürürlükte olmasını sağlamakla da sorumlu
tutulmaktadır: Humus, zekât ve haraç gibi vergileri toplatmak, bunları
Müslümanların maslahat ve yararı yolunda harcamak, bireyler ve milletler
arasında adaleti yaymak, hadleri uygulayıp İslam belde -veya beldelerininsınırlarını, istiklalini ve toprak bütünlüğünü korumak İslam devletinin mal varlığı
ve gelirlerinin çar-çur edilmesine izin vermemekle mükelleftir o.
Allah Teâlâ’nın "Allah'a itaat edin, Resulüne itaat edin ve içinizden emir
sahibi (veliyy-i emr) olanlara itaat edin"([120]) buyurarak hz. Resulullah'ı -saareis ve başkan gösterip ona itaati de farz etmiş olmasından gaye, hz.
Resulullah'ın -saa- ahkâm vb. İslami meselelerle ilgili beyan ve buyruklarına
itaat ve bunları kabul etmekten ibaret değildir sadece! İslam hükümlerine amel
etmek, Allah'a itaat demektir. İbadetle ilgili olsun olmasın, İslam hükümlerinden
olan her hükme amel -demek- Allah'a itaat demektir. Ayette geçen 'Resulüne itaat
edin" buyruğundan maksat sırf ahkâma amel etmek değildir, başka bir mevzu da
söz konusudur burada. Evet, Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- itaat elbette ki Allah'a
itaat demektir, çünkü Allah Teâlâ, peygamberine itaat etmemizi emretmektedir,
binaenaleyh İslam toplum ve ümmetinin lideri olarak Hz. Resul-ü Ekrem
efendimiz -sav- 'hepiniz Üsame'nin ordusuna katılıp savaşa gidin" diye
emrediyorsa([121]) hiç kimsenin bu emri çiğneme hakkı yoktur([122]) -hâlbuki
görünüşte bu- Allah'ın değil, Resul'ünün -saa- emridir -ve tıpkı Allah'ın emri gibi,
onun da emrine itaat farzdır çünkü /çev/- Allah Teâlâ devletin idaresi ve
ordulara komuta yetkisini o hazrete bırakmıştır, hazret de maslahatları
gereğince ordu ve teçhizat hazırlamıştır; valiler, yöneticiler ve şer'i kadılar tayin
ve gerektiğinde azletmiştir.
Kanunları Yürürlüğe Koyma, Ordulara Komuta Etme, Toplumu
İdare,
Ülkeyi
Savunma,
Yargı
ve
Muhakeme
İşlerinde,
Fakihler Peygamberlerin Eminleridirler.
Demek ki "fakihler resullerin eminidirler" buyruğunun anlamı,
peygamberlerin uhdesinde bulunan bütün işlerin, onlardan sonra adil fakihlerin
uhdesinde olacağıdır. "Adalet" kavramı "emanet" kavramından daha kapsamlı
ve önemli olup, mali işlerde emin olan birinin pekâlâ âdil olmaması mümkünse
de "peygamberlerin eminleri" ibaresiyle kastedilen "hiçbir konuda İslam’a aykırı
davranmayan, pak ve münezzeh olanlar"dır. Nitekim hadisin son bölümlerinde
de bu vurgulanmakta ve "dünyaya kapılmadığı sürece" denilmektedir. Demek ki
dünyalık yığma fikri taşıyan bir fakih âdil değildir ve -böyle bir fakihin- Hz.
Resul-ü Ekrem'in -saa- emini olup İslam hükümlerinin uygulayıcısı olması
düşünülemez. Ancak İslam hükümlerini icra edip uygulayan, İslam sistem ve
düzenini kuran, hadleri ve kısası yerine getiren, Müslümanların vatan ve İslam
beldelerinin toprak bütünlüğünü sağlayıp koruyan fakihler âdildirler. Kısacası
devlet ve yönetimle ilgili bütün kanun ve hükümlerin uygulanması fakihlerin
uhdesindedir: Humus, zekât, sadakalar, cizye ve haraçların toplanıp
Müslümanların yararına olacak işlerde harcanmasından tutun da; mutlaka
doğrudan doğruya veliyyi emrin gözetiminde olması gereken -hatta
maktulün velisi bile, veliyy-i emrin nezareti olmaksızın bizzat kısasa girişemezhadlerle kısasların uygulanmasına sınırların korunması ve şehirlerin güvenliğinin
sağlanmasına varıncaya kadar... Tamamından fakih sorumludur.
Hz. Peygamber-ı Ekrem -saa- nasıl İslam hükümlerini yürürlüğe koyup
İslam sistemlerini oluşturmakla yükümlü idiyse ve Allah Teâlâ tarafından
Müslümanların devlet başkanı ve lideri olarak belirlenip kendisine itaat farz
kılınmış idiyse, âdil fakihler için de durum aynıdır, onların da -Peygamberden
sonra- ümmetin yöneticisi ve lideri olması, İslam hükümlerini yürürlüğe koyması
ve İslam’ın sosyal düzenini oluşturması gerekir.
Kanuna Uygun Devlet / İslâmî Hukuk Devleti
İslam devleti bir kanun ve hukuk devleti olduğundan -ilahı- kanunu bilenler
ve dahası, din uzmanlarınca yani fakihler tarafından yönetilmelidir. Memleketin
idari, yürütme ve planlamayla ilgili bütün işleri fakihin kontrolü altındadır.
Fakihler, ilahi hükümlerin yürürlüğe geçirilmesi hususunda emin -bilirkişi- dirler.
Vergilerin toplanması, hudut boylarının korunması ve hadlerin -İslam ceza
kanunlarının-uygulanmasında "emin" elemanlardırlar. İslam kanunlarının icrasının
geciktirilmesinde ve âtıl vaziyette bırakılmasında veya uygulanmada -emredilen
kıstaslardan- azaltma yâda çoğaltma olmasına izin vermemelidirler. -MeselaEğer fakih, bir zânıye -zina edene- had vurdurtmak isterse -İslami nasslardabelirlenmiş olduğu gibi halkın önünde 100 kırbaç -veya sopa- vurmalıdır; bir
darbe fazla vurmaya veya hakarette bulunmaya, bir tokat atmaya veya hır gün
hapsetmeye hakkı yoktur. Vergilerin toplanmasında da böyledir, İslami
kıstaslara göre davranmalı, yani İslam kanunlarına tamamen uymalıdır Bir tek
kuruş fazladan almaya hakkı yoktur. Keza beytülmalde herc-ü merc olmasına,
bir tek kuruşun zâyi olmasına izin vermemelidir Bir fakın, İslami ölçülere
sığmayan bir şey yapar ve Allah göstermesin, bu fısk işlerse kendiliğinden
görevinden azledilmiş olur, çünkü "emin' olma niteliğini yitirmiştir artık
-İslami devlet nizamında- egemen olan, gerçekte -kişiler veya kuruluşlar
değil- kanundur, herkes kanunun güvencesi altındadır, İslam kanununun
korumasındadır Halk ve Müslümanlar şen kurallar çerçevesinde serbesttirler,
yanı şer'i ölçülere uygun davrandıkları surece kimsenin kimseye "şuradan kalk,
oraya otur" demeye hakkı yoktur İslam devletinde böyle şey olmaz! Hürriyet
vardır; evet, âdil İslam devleti böyledir. Halkın güvencesinin kalmadığı ve
evlerde bile her an birilerinin çıkagelip bir şeyler yapabileceği korku ve
endişesinin yaşandığı şu devletler gibi değildir' Muavıye ve benzerlerinin
yönetimi de böyleydi, halkın mal ve can güvenliği yoktu, basit bir iftira veya sırf
şüphe ve ihtimal yüzünden adam öldürülüyor, sürgün ediliyor, hapse atılıyordu;
uzun yıllar süren hapisler hem de Çünkü devlet, İslami değildi. İslam devleti
kurulduğunda herkes kanunun gölgesinde tam bir güvence ve huzurla yaşar,
hiçbir yönetici veya yetkilinin mutahhar şeriat kanun ve kurallarına aykırı bir
adım atmaya hakkı yoktur
Demek ki "emin" den kastedilen şey fakihlerin fıkhi meseleleri sırf anlatıp
söylemeleri değil. İslam’ın belirlemiş olduğu bütün işleri emanet olarak
uhdelerine alıp uygulamalarıdır İmam -s- fıkhı meseleleri sırf anlatan ve
kanunları beyan etmekten başka şev yapmayan biri miydi yani? Peygamberler
sırf "fıkhı meseleleri anlatmakla yetinenler" miydi ki fakihler de sadece bu
hususta onların eminleri sayılsın? Evet, fıkhi meseleleri anlatıp şeriat
hükümlerini izah etmek de elbette ki fakihlerin görevlerinden biridir,
ama İsla m’ın kanuna bakış açısı -bu kadar dar değildir- onu -önemlibu "araç" olarak
görme
mesabesindedir,
yani
İslam
nazarında
kanun, "toplumda adaleti sağlamaya yarayan bir vesile"dir, inançları ve ahlaki
yapıyı ıslah etme, insanları insanca olgunlaştırma -tehzib- vasıtasıdır. Kanun,
nefsanî arzularına kapılmayan "gerçek insan”lar yetiştirebilmek için gerekli "âdil
sosyal düzen”i kurmak ve işlerliğe geçirmek için vardır. Peygamberlerin
en önemli görevi ahkâmı uygulamaktı; toplumun işlerine nezarette bulunma ve
devlet söz konusuydu
Hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan "Halka kayyımlık edecek, onları koruyup
gözetecek emin bir imam -önder, yönetici- gereklidir" mealindeki rivayete daha
önce değinmiştim. Bu rivayette de "fakihler peygamberlerin eminleridirler"
buyurmaktadır. Bu büyük ve küçük önermelerden de([123]) anlaşılacağı üzere
fakihler milletin başında bulunup onları idare etmelidir ki İslam’ın
yıpratılmasına ve İslam hükümlerinin uygulatılmamasına engel olabilsinler.
Nitekim halkı Müslüman ülkelerde devleti âdil fakihler idare etmediğinden ve
onların velayeti hüküm sürmediğinden bugün İslam yıpratılmış ve hükümleri terk
edilmiştir, Hz. İmam Rıza'nın -s- buyruğu tahakkuk bulmuş ve bilfiil yaşamakta
olduğumuz gerçekler o hazretin ne kadar haklı olduğunu hepimize
ispatlamıştır.
Bugün İslam tersyüz edilip yıpratılmış değil midir? İslam beldelerinde
İslam ahkâmının yürürlükte olmadığı, hadlerin uygulanmadığı İslam
hükümlerinin muhafaza edilmediği İslam nizamının büsbütün ortadan kalktığı,
her yere kargaşa, kanunsuzluk ve anarşinin hâkim olduğu günümüzde İslam -ezile
ezile- yıpranmamış mıdır'71 İslam sırf kitaplarda yazılı kalacak şey midir? Mesela
"Kâfi" kitabında yazılıp bir kenara mı bırakılmalıdır'7 Günlük yaşamda -ve
osayfaların dışında- İslam hükümleri uygulanmaz, hadler işlerliğe geçmez, hırsız
cezasını bulmaz, yağmacılar, çapulcular, zalimler ve yolsuzlukta bulunanlar
cezalandırılmaz ve biz kanunu sadece öpüp bir kenara bırakır, Kur'an'ı öpüp
ezberlemekle yetinir ve Cuma geceleri Yasin okumakla iktifa edersek İslam
korunmuş mu olur?
Birçoğumuz,
İslam
ümmetinin
İslam
devletiyle
idare
ve
yönetilmesi gerektiğini düşünmemiş olduğumuzdan iş öyle bir noktaya vardı
ki İslam ülkelerinin İslami bir devletle yönetilmesi bir tarafa, bugün bu ülkelerde
İslam’ın kanunları yerine zulüm ve fesad kanunları geçmekte, dahası, İslam’ın
önerdiği programlar birçok ulema efendinin (!) zihninde de yıpranıp eskimiş
bulunmaktadır!! Öyle ki; -bu mesele etrafında- söz açıldığında "fakihler
peygamberlerin eminleridir" hadisiyle, "sadece İslam hükümlerini açıklayıp fetva
verme hususunda emin olduklarının kast adiliğini söylemektedirler! Kur'an
ayetlerini duymazdan geliyor ve onca rivayette geçmekte olan "gaybet
döneminde İslam uleması validirler ümmetin velisi, sorumlusu ve
yöneticisidirler" mealindeki buyrukları tevil yoluna giderek, "maksat sadece
hükümleri
açıklayıp fetva
vermektir
-bilfiil
müdahale
değildir-"
diyebilmektedirler!! "Emin olmak" bu mudur yanı? "Emin"in, İslam
hükümlerinin terk edilmesine ve suçluların cezasız bırakılmasına seyirci
kalmaması ve engel olması gerekmez mi?! Memleketin gelirleriyle vergilerinin
böylesine sorumsuzca yenilmesine ve har vurulup harman savrulmasına
mani olması icab etmez mi?! Bütün bunlar için -güvenilir bir yöneticiye ve-bir
"emin"e ihtiyaç olduğu apaçık ortadadır. Emaneti –İslam’ı- korumak fakihlerin
vazifesidir, ancak bu durumda "emin" ve "âdil" olabilirler.
****
Yargı Makamı Kimde Olmalıdır?
Uz. Emirül müminin -s- Şureyh'e hitaben şöyle buyuruyor: "Sen, öyle bir
makama oturmuşsun ki oraya nebi ve nebinin vasisinden başka ancak şakıy
oturur"([124])
Şureyh ne Peygamber, ne de peygamberlerin vasisi olmadığına ve buna
rağmen yargı makamını işgal ettiğine göre şekavet eden, çok kötü biriydi.
Şureyh([125]) 50-60 yıl Küfe’de yargı makamını işgal edip kadılıkta bulunan
kimsedir; Muaviye'nin sarayına yakın mollalardan olduğu için birçok -gayri
İslami- fetvalar vermiş, laflar etmiş ve -sonunda- İslam devletine karşı kıyam
etmiştir, Hz. Emir'el müminin -s- kendi hilafeti döneminde de bu adamı
azledemedi, rical beyefendiler mani oldular! "Onu Şeyheyn atamıştır, siz
Şeyheyn'in hilafına davranmış olmayın" diyerek bu adamı hazretin âdil düzenine
zorla yüklediler. Ama hazret -kendi hilafeti döneminde- onun -şer'i- kanunlara
aykırı fetva ve yargıda bulunmasına izin vermemiştir.
Yargı ve Adaleti icra da Adil Fakihin Uhdesinedir.,
Rivayetten de anlaşılacağı üzere yargı işi ya Peygambere -saa- ya
da Peygamberin vasisine aittir. Âdil fakihlerin masum imamlar -s-tarafından
yargı ve muhakeme işine de atanmış oldukları ve yargının, adil fakihlere ait
görevlerden biri olduğu hususunda ulema arasında ihtilaf yoktur.
"Velayet"([126]) meselesi ise böyle değildir -mesela- merhum Nerâki'yle([127]) son dönem
ulemasından merhum Naiym([128]) gibi âlimler masum imamların -s- üstlenmiş
olduğu bütün itibari makam ve sorumlulukları -adil- fakın için de geçerli
sayarken([129]) bazıları saymamaktadır. Ama yargı sorumluluk ve yetkisinin adıl
fakihe ait olduğu hususunda tartışma olmayıp, bu meselenin "vâzihat"tan
olduğu söylenebilir.
Fakihler Peygamber olmadıklarına ve "şekavet ehli olamayacaklarından"
da şüphe edilemeyeceğine göre geriye onların "vasıyy", yani Hz. Resul-ü
ekrem'in -saa- vekil ve temsilcisi olduklarını söylemek kalıyor. Ancak, Hz.
Resulullah'ın -saa- vasisi derken öteden beri 1. derecedeki "feshedilemez vasiler"
kastedilmiş olduğundan bu tür rivayetlere hiç temessük edilmemiştir. Ne var ki
gerçek budur, "nebinin vasiysi" terimi geniş kapsamlıdır ve fakihleri de içerir.
Evet, değiştirilemez ve tartışılmaz kesin vasi, Hz. Emir'el müminin (Ali) -s-ve
ondan sonra da -onun soyundan gelen Ehl-i Beyt- imamlardır -s- ve insanların
işlen onlara havale edilmiştir. Bu arada devlet ve yargı gibi makam ve
sorumlulukların masum imamlar -s- için "kıymete haiz makamlar" olabileceği
gibi bir zanna kapılmamak gerektiğini de hemen belirtelim. Yönetim ve devletin
onlar için ifade ettiği tek anlam ve kıymet, âdil bir düzen kurma ve insanlar
arasında sosyal adaleti sağlama imkânı verebilecek bir vesile olmasındadır, masum- imamların -s-insan idrakini aşan manevi makamları ise şu veya bu
dünyevi görevde bulunmak veya bulunmamakla alakalı değildir asla.
Nitekim Hz. Resul-ü Ekrem -sav- eğer Hz. Emir'i (hz. Ali -s-) vasi olarak
tayin etmeseydi, o hazretin manevi makam ve dereceleri yine de var olacaktı.
İnsana manevi değer, izzet ve şan kazandıran şey bu devlet ve hükümet
makamlarında bulunmak değildir, tam tersine, insana sosyal idare ve yönetim
liyakati kazandıran şey onun manevi makam ve dereceleridir.
Kısacası bu rivayetten, fakihlerin Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- 2. dereceden
vasiyleri odlukları anlaşılmaktadır ve Hz. Resulullah -saa- tarafından masum
imamlara -s- bırakılmış olan işler, onlara da bırakılmıştır, binaenaleyh Hz. Emir
-s- nasıl yaptıysa onlar da Allah Resulü'nün -saa- yaptığı bütün işler ve vazifeleri
üstlenmek ve yapmakla mükelleftirler.
Bu mavzuyu ispatlayıp onaylayan ve senet ve delalet açısından 1. rivayetten
daha iyi olan bir diğer rivayet te Kuleynî tarafından nakledilmiştir, ancak tarihi
(ravisi -çev-) zayıftır([130]) , ama Saduk aynı rivayeti Süleyman bin
Halid([131]) tarafından nakleder ki sahih ve muteberdir([132]) Mezkûr rivayet
şöyledir:
"İmam -s- der ki: Yargıda bulunma ve insanları muhakeme etmekten sakının,
çünkü yargılama ve muhakeme işi, ancak yargı usul ve kanunlarını bilip
Müslümanlar arasında adaletli davranan imamın işidir ki bu da ya Peygamberdir,
ya da Peygamberin vasiysi."([133])
Görüldüğü gibi hükümde -yargı- bulunmak isteyenin her şeyden önce
"imam" olması gerekir. Burada imamın kelime anlamı olan "lider" ve "yönetici"
anlamları kastedilmektedir, bilinen anlamdaki -masum imam- değil. Peygamberin
de bu rivayette "imam" olarak tanınmasının nedeni budur zaten; nitekim bilinen
manadaki "-masum- imam" kastedilmiş olsaydı "âlim" ve "adil" sıfatlarını da
bilhassa kaydetmeye hiç gerek duyulmazdı.
İkincisi, -bu imamın- yargı işini ve kanunlarını bilmesi gerekiyor -deniliyor
rivayette-. Eğer imam olur, ama yargı ilmine vâkıf bulunmazsa, yanı İslam’ın
yargı ve muhakeme kanun ve usullerini bilmezse muhakeme ve yargıda
bulunma yetki ve hakkı olmayacaktır.
Üçüncüsü de "âdil" olması gerektiğidir.
Yargı makamının "âdil" fakihe ait olduğunu daha önce arz etmiştim, bu
mevzu fıkhın zaruriyatından olup bu hususta -fakihler arasında- hiç ihtilaf yoktur.
Şimdi fakihin "yargı şartlarına" da haiz olup olmadığına bakmamız gerekir.
Buradaki fakihin ancak "âdil" fakih olduğu ve her fakih olanın kastedilmediği
açıktır. Fakih zaten yargıyı ve kanunlarını bilir, çünkü fakih sadece İslam yargı ve
muhakeme usullerini bilmekle kalmaz, aynı zamanda İslam akide, kanunlar,
sistemler ve ahlakına da bütünüyle vakıftır, yanı kelimenin tam anlamıyla bir "din
uzmanı"dır. Fakih "âdil" de olunca, iki şartı taşıyor demektir. Üçüncü şart ise
"imam", yani reis -toplumun ve idarenin başkanı- olmasıdır. Âdil fakihin yargı
için gerekli imamet ve reislik -yöneticilik- makamına -masum imamın -s- tayin
etmiş olduğu üzere- sahip bulunduğunu söylemiştik. Bu noktadan sonra İmam s- bir kayıt daha koymakta ve bu şartların Peygamber ve Peygamber vasisinden
başkası için geçerli olmayacağını hatırlatmaktadır. Fakihler Peygamber
olmadıklarına göre, bu durumda Peygamberin vasisi, yani onun halefi, vekili
ve temsilcisidirler. O halde -daha önce denklemimizin- "bilinmeyen"i,
bu "bilinen"le çözülmekte ve şöyle demekteyiz. Fakih, Hz. Resul-ü Ekrem'in saa- vasisidir ve gaybet çağında Müslümanların imamı ve toplumun reisi ve
başkanıdır, hâkimin -yargı makamının- o olması gerekir, ondan başkasının yargı
ve muhakemede bulunma hakkı yoktur.
Sosyal Gelişmelerde Kime Müracaat Edelim?
Üçüncü rivayet tevkiî (tuğralı) olup([134]) delil kabul edilmiştir, bunun nasıl
delil kabul edildiğini arzedelim şimdi:
I
İkmaluddin
kitabında([135]) geçen
bu
rivayete([136]) göre
İshak
([137])
bin Yakub
Hz. İmam-ı Zaman (Mehdi a.s)'a bir mektup yazarak
karşılaştığı bazı meselelerin çözüm yollarını soruyor. O hazretin temsilcisi -sefirolan Muhammed bin Osman Amrî, mektubu hazrete ulaştırıyor ve mektubun
cevabı o hazretin -af- mübarek el yazısıyla şöyle geliyor: "...Gelişmeler ve olaylar
karşısında bizden hadis rivayet edenlere müracaat ediniz, çünkü onlar benim
sizlere hüccetimdirler ve ben de size Allah'ın hüccetiyim..."
Bu rivayette geçen "gelişmeler ve olaylar" dan maksat şer'i ahkam ve
ilmihalle ilgili meseleler değildir. Mektubu yazanın amacı karşılaşacağı -yeni
fıkhî- meseleler için ne yapılması gerektiğini sormak değildir, çünkü bu şia
mezhebinin gayet açık ve net mevzularındandır zaten; bu gibi mevzuatlarda
fakihlere müracaat edilmesi gerektiği yolunda mütevatire varan rivayetler
vardır,([138]) hatta masum imamlar -s- zamanında da -bu gibi şeyler için- fakihlere
müracaat edilip onlardan sorulmaktaydı. Hazret-i Sâhib selamullah aleyh
zamanında yaşayıp onun Nevvab-ı Erbaasıyla([139]) irtibatı olan ve o hazrete
mektup yazıp cevap almış bulunan bin -fıkhî ve ilmihalle ilgili dini- meseleleri
sormak ve öğrenmek için kimlere müracaat etmesi gerektiğini zaten bilir.
Burada geçen "gelişmeler ve olaylar"dan maksat, Müslümanların
karşılaştıkları sosyal olaylar ve beklenmedik gelişmelerdir. Binaenaleyh
mektubu yazan şahıs "size direkt ulaşamadığımıza göre karşılaşacağımız sosyal
gelişmeler ve havadisler karşısında ne yapalım, şer'an vazifemiz ne olacaktır o
zaman9" diye genel olarak üstü kapalı bir şekilde ne yapacağını sormakta, ya da
belli bir olayı yazarak "bu olay veya husus için kime müracaat edelim?" demek
istemektedir. Göründüğü kadarıyla, genel anlamda sormuş ve hazret de -af- bu
soruya cevaben "bizim hadislerimizi rivayet edenlere, yani fakihlere müracaat
edin, onlar benim size hüccetim, ben de Allah'ın size hüccetiyim"
buyurmuşlardır
"Allah'ın hücceti" ne demektir sahi? Sizin "Hüccetullah" teriminden
anladığınız şey nedir9Yanı -mesela- "haber-i vahid" hüccet midir?([140]) Eğer
Zürare([141]) bir rivayeti naklediyorsa hüccet sayılacak mıdır? Hz. İmam-ı Zaman
da -af- Zürare gibi midir ve Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- haber rivayet etmesi
halinde kabul ve amel etmemiz mi gerekir0 "Veliyy-i emr"in Allah'ın hücceti
olması demek, şer'i meselelerde hüccet olması ve ilmihal bilgilerini onun
söylemesi gerektiği mi demektir? Eğer Hz. Resul-ü Ekrem -saa- "ben aranızdan
ayrılıyorum, benden sonra Emır'el müminin -s- benim aranızdaki hüccetimdir"
buyurursasız bundan Hz. Resulullah'ın -saa- vefatıyla birlikte her şeyin iptal
olduğunu ve -İslam dininden- geriye sadece şer'i mevzularla ilgili fetva verme
işleminin kaldığını ve bunun da Hz. Emir'e (Hz. Ali'ye) -s- bırakılmış olduğu
şeklinde mi bir anlam çıkarırsınız yoksa "hüccetullah demek, Hz. Resul-ü Ekrem
-saa- nasıl bütün insanlara hüccet ve merci ise ve Allah Teâlâ bütün insanların
her konuda kendisine müracaat etmesi için onu tayin buyurmuşsa, fakihler de
aynı şekilde halkın işlerinin sorumlusu ve bütün insanların müracaat etmeleri
gereken genel merciler demektir" mi dersiniz?
"Hüccetullah, Allah Teala'nın bazı işler için tayin etmiş olduğu kimsedir;
onun bütün davranışları, sözleri ve işlen bütün Müslümanlara hüccet -delil ve
örnek-tir. Birisi aykırı bir iş yaparsa şikâyet ve deliller ona götürülecek, dava ona
havale edilecektir; eğer bir işin yapılmasını emreder ve hadleri şöyle uygulayın;
ganimetleri, zekâtları ve sadakaları şu işlere harcayın der ve siz bu emre uymaz
veya aykırı davranırsanız Allah Teâlâ kıyamette sizi hesaba çekecektir. Hüccet var
olduğu halde işlerinizin halli için zulüm düzenine veya kurumuna müracaat
ederseniz Allah Teâlâ kıyamet günü sizi hesaba çekecek ve "ben sizin için hüccet
vermiştim, niçin onu bırakıp zalimlere ve zalimlerin yargı organlarına tenezzül
ettiniz9" diyecektir. Allah Teâlâ suçluları ve yoldan çıkanları Hz. Emir'el
müminin'le -s- hesaba çekecek; hilafete el koyanlar, Muaviye, -diğer- Emevi
halifeleri, Abbasiler ve bunların istekleri doğrultusunda davrananlar
"Müslümanların yönetim ve idaresine niçin zorla ve gasbla el koydunuz,
liyakatiniz olmadığı halde neden halifelik ve iktidar makamını gasbettiniz?" diye
sorgulanacaklardır.
Allah Teâlâ zalim yöneticiler ve İslami usullere aykırı davranan bütün
iktidarları "niçin zulmettiniz?" diyerek hesaba çekecektir. "Müslümanların malını
ne diye şehvetlerinizin tatmini yolunda harcadınız?! Niçin şu kadar bin yıllık
şenlikler, festivaller düzenledin([142]) niçin milletin malını "taç giyme töreni" ve o
malum - iğrenç- kutlama törenlerinde yedin?"([143])diyerek hesap isteyecektir.
"O günün şartlarında adaleti yerine getiremezdim" veya "gösterişli binalar, anıtlar,
saraylar ve evlersiz edemezdim; kendi hükümetimizi ve nasıl ilerlemekte
olduğumuzu gösterebilmek -propaganda- için o taç giyme merasimlerini
düzenledim" demeye kalkışırsa kendisine Hz. Emir (Hz. Ali -s-) gösterilerek "Bu
da devlet başkanıydı" denir, "geniş İslam topraklarına hükmediyordu, bütün
Müslümanların halifesiydi; İslam’ın, Müslümanların ve İslam beldelerinin
şerefini sen mi daha fazla düşünüyordun, bu mu?! Senin mi ülken daha genişti,
onun mu?! Senin hükmettiğin o ülke, onun egemenliği altındaki toprakların küçük- bir kısmıydı sadece; Irak, Mısır, Hicaz, İran vb. hep onun egemenliği
altındaydı ve bütün bunlara rağmen onun hükümet konağı camiydi! Bütün yargı
ve muhakeme salonu da yine aynı caminin bir köşesiydi! Onun ordusu camide
hazırlanır, camiden hareket ederdi, -onun komutasında- namaz kılan inançlı
insanlar savaşa gidiyordu; nasıl ilerlediklerini ve neler başardıklarını da
gördünüz!"([144])
Bugün İslam fakihleri halka "hüccettirler; tıpkı Hz. Resul'ün -saa- Allah'ın
hücceti olması gibi; bütün işler ona havale edilmişti, kim bir suç işler, kanunu
çiğnerse ona gidiliyordu. Fakihler, -masum- İmam -s-tarafından halka hüccettirler.
Müslümanların bütün işleri; her şey onlara bırakılmıştır. Devlet ve yönetim işleri,
Müslümanların idaresi ve işlerinin yoluna koyulması, genel gelirlerin toplanması
ve gereğince harcanmasında kim kusur işler, kanunsuz davranırsa Allah Teâlâ
ona tevdi edecektir. Bu rivayetin delil ve doğruluğu kesindir, senet ve belgesi
üzerinde biraz düşünmek gerekirse([145]) delil olarak zikredilemezse bile söz
konusu meseleyi onaylayıcı nitelikte olduğu apaçık ortadadır.
Kur'an-ı Mecid'den Ayetler
Bahsimizi onaylayıcı nitelikte bulunan bir rivayette Ömer bin Hanzala'nın
"makbule"sidir.([146]) Bu rivayette âyet-i şerifeye müracaat edilmiş olduğundan
öncelikle bu ayet ve ondan önceki ayetlerin incelenip anlamının belli ölçüde
anlaşılması ve ilgili rivayetin bu merhaleden sonra ele alınması gerektiği
inancındayız.
Euzu billahi mineş-şeytanir-raciym;
"...Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline -sahiplerine- teslim etmenizi
ve insanlar arasında hükmettiğiniz -onları yönettiğiniz- zaman adaletle
hükmetmenizi -yönetmenizi- emrediyor. Bununla Allah size ne güzel öğüt
veriyor! Doğrusu, Allah işitendir, görendir. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin,
peygamberlere itaat edin ve kendi emir sahiplerinize -sizi yöneten âmirinize- de
itaat edin. O halde bir şeyden anlaşmazlığa düşerseniz artık onu Allah'a ve
Resulüne döndürün; -tabii ki- eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız.
Böyle davranmanız hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzel ve iyidir.''([147])
Yukarıdaki
ayette
Allah
Teâlâ
emanetin
ehline
teslim
edilmesini emretmektedir. Kimileri buradaki "emanet"in kesinlikle bilinen
anlamda, yani halkın emanetleri ve "hâlık"ın -Yaratan'ın- emanetleri, yani şeriat
hükümleri olduğunu belirtmiş ve "ilahi emanetin sahibine teslimi"nden maksadın
"İslam
hükümlerinin
gereğince
yerine getirilmesi"
olduğunu
([148])
söylemişlerdir.
Kimileri ise bu ayetteki "emanetten kastedilenin "imamet"
([149])
olduğuna inanırlar.
Mezkûr rivayette de "Bu ayette kastedilen biziz Ehl-i
Beyt'in -s- masumimamları" buyurmaktadır.([150]) Allah Teâla emir sahiplerine
(vali), ki Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- onun Ehl-i Beyt'inin imamlarıdır -s-, velayet
ve imameti ehline aktarmalarını buyurmaktadır. Yani Hz. Resul-ü Ekrem -saavelayet ve imameti hz. Emir'el müminin Ali'ye -s- versin, o hazret de
kendisinden sonraki veliye -imama- (ve Hz. Mehdi -af-'e varıncaya kadar Ehl-i
Beyt imamlarına -çev-).
Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede "insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmedin buyrulmakta ve "yönetimin başına geçip onlara hüküm
sürdürdüğünüzde âdil hüküm sürdürün" denilmektedir. Görüldüğü gibi bu ayet
yargıda bulunan hâkim ve kadılara değil, devleti yönetenlere ve "hüküm
sürdürenler"e hitap etmektedir. Nitekim hâkim veya kadı sadece "yargılamak
için" hüküm veren insanlardır; kelimenin en geniş ve tam anlamıyla "hükmetmek
ve hüküm sürdürmek" konumunda değildir. Hâkim ve kadının hüküm vermesi
sadece bir açıdan ve tek boyutludur; çünkü o sadece yargı hükmü verebilir, icra
ve yürütme hükmü değil. Nitekim son yüzyıllardaki yönetim tarzlarında hâkimler,
egemenliği elinde bulunduran üç zümreden (yasama, yürütme, yargı -çev-)
biridir, egemenlik ve hâkimiyetin tamamı onların elinde değildir. Diğer iki zümre
de yürütmeyi temsil eden bakanlar kuruluyla, yasama ve programlamaları
üstlenen meclistir. Yanı yargı işi aslında -devlet ve egemenliğin tamamı değildevlet ve hükmetme olayının sadece bir kısmı, bir bölümüdür. Binaenaleyh
mezkûr ayet-i şerife iktidar ve devletle ilgili olup yargı ve hâkimleri de, dı4ğer
bütün idare ve yönetim kollarını da kapsar. Bütün dini işler "ilahi bir emanet'ten
ibaret olduğuna ve emanetin de ehline ve sahibine verilmesi gerektiğine göre,
ayetten de anlaşılacağı üzere bu işlerden biri olan iktidar ve yönetimle ilgili her
şeyin adalet ölçüşünce, yani şeriat hükmü ve İslam kanunları çerçevesinde
yapılması gerekir. Hâkim -kadı- de bâtıl hüküm vermemelidir; yani gayri İslami
ve haksız kanunlara dayanarak hükümde bulunmamalıdır; ne onun yargı ve
muhakeme usulü, ne de onlara dayanarak hüküm vereceği kanun maddeleri
kesinlikle gayrı İslam’ı (bâtıl) olmamalıdır. Keza mecliste plân ve program
hazırlayanlar, mesela ülkenin mali programlarını hazırlayanlar kamu arazileri
üzerinde tarımla uğraşan çiftçilere âdil miktarda bir haraç -kamu arazı vergisi
/çev/- belirlemelidirler. Bu vergiler onları perişan edecek; hem onların hem
memleketin arazi ve ziraatının mahvına sebep olacak şekilde ağır olmamalıdır.
Keza kanun hükümlerini icra edenler bir mahkeme hükmünü icra etmek,
mesela hadleri uygulamak istediklerinde -şeriat ve İslam- kanununun
sınırlarını aşmamalı, fazladan bir tek kırbaç vurmamalı, -suçluya- hakarette
bulunmamalıdırlar. Hz. Emir'el müminin (Ali) -s- iki hırsızın elini kestirdikten
sonra onlara öylesine şefkat ve sevgiyle davranıp ihtimamla tedavi ve bakımlarını
sağlıyor ki -bu iki hırsız, iyileştikten sonra-hazretin methiyecilerinden
oluyorlar.([151]) Veya Muaviye'nin yağma ve talan birliklerinin zimmet ehli -İslam
ülkesinde yaşayan gayri Müslim bir kadının ayağındaki halhalları çıkarıp aldığını
duyunca o kadar rahatsız oluyor ve duyguları inciyor ki, bir konuşmasında "bu
olayın etkisiyle insan düşüp oluverse, yeridir!" buyuruyor ([152]) Bunca
duyguludur o; ama gerektiği zaman -bir bakıyorsunuz- pekâlâ kılıcını sıyırıp
kötüleri ve müfsitleri tam bir güç ve kuvvetle ortadan kaldırmaktadır. Adaletin
anlamı budur işte.
Adil egemen -ayette geçen "adaletle hükmeden yönetici"- Hz. Resul-ü
Ekrem -saa-dir; eğer o falan mıntıkayı ele geçirin, falan evi yakın; İslam için,
Müslümanlar ve diğer milletler için zararlı olan falan taifeyi ortadan kaldırın"
derse adaletle hükmetmiştir. Bu gibi durumlarda bu emirleri vermezse adalete
aykırı davranmış olur, çünkü İslam’ı, Müslümanları ve bütünüyle insanlık
camiasını kaale almamış, düşünmemiş olur. Müslümanları ve bütün bir insanlık
camiasını yönetmekte olan birinin daima genel durumları nazara alması,
kamunun ve bütün bir toplumun çıkarlarını göz önünde bulundurması;
kişisel duygularını ve özel mülahazaları bir kenara bırakması gerekir
Bu nedenledir ki İslam birçok kişiyi toplumun maslahatı ve bütünün yararı için
yok etmiş, insanlığın maslahatı uğruna nicelerini ortadan kaldırmış, fesad ve
bozulmalara sebebiyet verip toplum için muzır ve zararlı olan birçok taife ve
grubun kökünü kazımıştır. Bozguncu ve rahatsızlık verici bir cemaat olan, İslam
toplumunda rahatsızlık ve bozulmalara -müfside- yol açan, ıslama ve İslam
devletine zarar veren "Benî Kurayza Yahudileri" ni Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz
-saa- ortadan kaldırmıştır.([153]) Esasen bu iki sıfat, müminin sıfatlarındandır;
adaleti uygulaması gereken yerde hiç korkmayıp, tam bir güç ve cüretle adaleti
icra eder, zerrece duygusallığa kapılmaz; şefkat göstermesi gereken yerde de
fevkalâde bir sevgi ve şefkat göstermeyi ihmal etmez Mümin, toplum için
"emniyet verici ve emniyeti sağlayıcı" bir eksendir, yani Müslüman ve gayri
Müslüman için bir sığınaktır o, onun egemenliği altında herkes huzur ve
güvence içindedir, korkusuzca ve rahatça yaşar. Bu gün insanlar şu baştaki
yöneticilerden korkuyorsa, nedeni onların egemenliklerinin hak ve kanun üzere
değil, zorbalık üzerine kurulmuş olmasıdır, Hz. Emir -s- (Hz. Ali) gibi bir
yöneticinin devletinde ise sadece hainlerle zalimler korkarlar; orada korku
sadece başkalarının haklarına saldıranlar ve mütecavizler içindir, toplum ve halk
içinse korku ve endişe diye bir şey yoktur onun yönetiminde.
İkinci ayette "Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Resullerine itaat edin ve
sizden olan emir sahiplerine de..." buyruluyor.
"Emaneti ehline -sahibine- verin" mealindeki 1. ayetin masum imamlara -sait olduğu rivayette geçmektedir. "Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin"
ayetiyse yönetimin başında bulunan "emir sahipleri" içindir, "...Allah'a
itaat edin..." kısmı ise İslam ümmetine hitaptır([154])ve ümmete "İlahi hükümler
hususunda Allah'a, Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- ve ululemr'e -yani masum
imamlara- itaat edin, onlara uyun" denilmekte, onların emirlerine uyulması,
devlet ve yönetimle ilgili kararlarına itaat edilmesi istenmektedir
ümmetten.
Burada geçen "Allah Teâlâ’ya itaatle, "Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- itaat"in
iki ayrı şey olduğunu daha önce de belirtmiştim. İbadetle ilgili olsun, olmasın,
bütün şer'i hükümler Allah Teâlâ’nın emirleridir zaten. -Yani mesela- Namaz
hususunda Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- kendiliğinden buyurmuş olduğu bir tek
emri yoktur, eğer insanları namaz kılmaya davet ediyorsa bunu -kendisinin değil, Allah'ın emri olduğu için yapmakta -ve gerçekte O'nun emrini tebliğ etmektedir
sadece- Nitekim bizim namaz kılıyor olmamız da Allah'a itaat etmemizdir.
"Resul-ü Ekrem'e -saa- itaat", yukarıdaki "Allah'a itaat"ten ayrı
bir kavramdır. O hazretin emirleri, bizzat kendisinin vermiş olduğu ve devlet ve
yönetimle ilgili emirlerdir. Mesela "Usame'nın ordusuna katılın ve onun
komutasına girin", "sınır boylarını şöyle koruyun", "vergileri şuralardan
toplayın", halka şöyle davranın" vb. emirler hep Hz. Resul-ü Ekrem'in -saaemirleridir. Allah Teâlâ bizi, Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- emirlerine itaat etmekle
de yükümlü kılmıştır. Nitekim "ululemr"e itaat etmemizi de Allah emretmektedir
-ki bizim mezhebimizce kesinlikle Ehl-i Beyt'in -s- masum imamlarıdırlar-.
Devlet ve yönetimle ilgili olarak ayette geçen "ululemre itaat" de "Allah'a itaat"
ten farklı bir kavramdır. Tabi bu arada Allah Teâlâ’nın" Resul'üne ve ululemre
itaat"i emretmiş olması nedeniyle onlara itaatin gerçekte Allah'a da itaat olduğunu
da hemen hatırlatalım.
Ayet-i kerimenin devamında "...herhangi bir konuda anlaşmazlığa -nizadüşerseniz o meseleyi Allah'a ve Resul'üne -sav- götürün..." buyrulmaktadır.
Halk arasında vuku bulan anlaşmazlık ve nizahlar iki türlüdür: Birincisi iki
kişi veya iki grup arasındaki anlaşmazlıklardır; mesela bin alacaklı olduğunu
söylemekte, diğeri bunu inkâr etmektedir ki bu şer'an veya örfen ispat
gerektirmektedir. Bu gibi hususlar şer'i hâkim ve kadılara tevdi edilir, şer'i
hâkim bu meseleyi inceleyip karara bağlamakla mükelleftir, bunlar hukuk
davalarıdır.
İkinci türde ise herhangi bir niza veya anlaşmazlık söz konusu değildir de,
ortada bir zulüm veya cinayet vardır. Meselâ zorba birisi, bir adamın malını zorla
almıştır veya milletin malını yemiştir, ya da bir hırsız birinin evine girmiş, malını
çalıp götürmüştür. Bu gibi durumlarda müracaat edilecek makam şer'i hâkim
veya kadı değil, savcılıktır. Hukuki değil, cezai olan ya da hem hukuki hem
cezâi olan bu gibi durumlarda önce, kanun ve hükümlerin koruyucu ve
gözetleyicisi olup toplumun haklarının savunucusu sayılan savcı işe başlar ve
iddianamesini -hazırlayıp- sunar, sonra da hâkim işi inceler ve hüküm verir. İster
hukuki ister cezai olsun bu gibi hükümler, hâkimiyet -ve devlet-in bir kolu olan
"yürütme" gücü tarafından icra edilir
Kur'an-ı kerim "aranızda bir anlaşmazlık olduğunda..." buyuruyor, "yani
hangi konuda olursa olsun, ihtilafa düştüğünüzde hüküm ve kanun mercii Allah,
yürütme gücü ve mercii ise O'nun Resul'üdür" deniliyor, Hz. Resul-ü Ekrem saa- hükmü Allah'tan almak ve icra etmek durumundadır. Eğer bir ihtilaf ve
anlaşmazlık mevzuu varsa Hz. Resulullah -saa- şer'i hâkim olarak meseleye
müdahele eder ve davaya bakar. Zorbalık veya başkasının hakkını yeme türünden
bir anlaşmazlık olduğunda da müracaat olunması gereken merci ve makam yine
Hz. Resulullah'tır -saa-. O, İslam devletinin başkanı olduğu için adaleti yerine
getirmek ve hak sahibinin hakkını aramakla yükümlüdür, memur gönderir,
meseleyi takıp eder ve hakkın hak sahibine tahsilini sağlar Bilinmelidir ki Hz.
Resul-ü Ekrem'in -saa- merci olduğu her işte masum imamlar da -s- mercidirler.
Masum imamlara itaat de. Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- itaattir.
Kısacası 1. ayetteki "Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin" ve 2. ayetteki
"Allah'a, Resulüne ve ululemre itaat edin..." ve nihayet "...aranızda bir
anlaşmazlığa düştüğünüz zaman..." buyruklarının tamamı "hükmetme ve
yönetme"yle "yargı"yı birlikte içermektedir ve sadece yargıya mahsus değildir;
devlet ve yönetimle ilgili bazı ayetler de vardır ki bilhassa yönetimin "yürütme"
gücüyle ilgilidir.
Bu ayetleri izleyen ayette şöyle buyrulmaktadır: "Sana indirilene ve senden
önce indirilene gerçekten inanmış olduğunu zannedenleri görmedin mi? Tâğut'un
-gayrimeşru güçlerin- nezdinde yargılanmak ve ondan adalet isterler; oysa onlar
onu -tağutu- kesinlikle reddetmekle emrolunmuşlardı".
"Tâğut"tan maksadın genel anlamda ilahi egemenlik karşısında tuğyan edip
saltanat ve devlet kuran zalim iktidar ve düzenlerle bunlara bağlı gayrimeşru ve
haksız resmi ideoloji güçleri olduğunu söylemez isek -bile, en azından
yöneticilerle yargı sorumlularının kastedildiğini kabul etmek zorundayız. Çünkü
adalet isteme, hakkını arama ve suçluya yaptırım uygulanmasını bekleme gibi
şeyler genellikle yargı makamlarını ilgilendirir ve yargının karar ve hükümlerini
de yine genellikle "iktidar ve devlet" olarak bilinen yürütme güçleri uygulamaya
koyarlar. Zulüm düzenleri yargısıyla, iktidar ve yürütme gücüyle ve diğer bütün
zümre ve sınırlarıyla "tağutturlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın hükmü karşısında
tuğyan ve serkeşlikte bulunmuş, kendi keyfinin çektiği kanunları çıkarmış ve bu
kanunları uygulamaya koyulmuştur ki yargı ve muhakemesi de bu kanunlara
dayalıdır Allah Teâla, "bunlara kâfir olun -reddedin" buyuruyor, yanı onlara
karşı, emir, kanun ve hükümlerine karşı isyan edip başkaldırın Tağuta kafir
olmak, yani gayrı ilahi ve gayrimeşru düzen ve güçlere kafa tutmak isteyenlerin
pek ağır sorumluluklar taşıyacakları ve var güçleriyle bu sorumluluğun üstesinden
gelmeleri gerektiği ortadadır.
Ömer Bin Hanzala'nın Makbulesi
Şimdi Ömer Bin Hanzala makbulesine geçip bu rivayette neler söylendiğine
bakalım; Ömer Bin Hanzala şöyle diyor:
"Borç veya miras hususunda anlaşmazlığa düşüp, düzenin mahkeme ve
kadılarına müracaat eden iki -Şia- arkadaşımızın bu tavırlarının -tağuttan adalet
bekleme- doğru olup olmadığını sorduğumda İmam Cafer-i Sadık -s- şöyle
buyurdular: "Hakk veya haksız bir dava için onlara müracaat eden kimse,
gayrimeşru güce, yani "tağut"a yönelmiş olur ve onların hüküm ve kararlarıyla
alacağı şey bizzat kendi hakkı da olsa, gerçekte haram olmuş olur. Çünkü bu hakkı,
Allah Teâlâ’nın "ona kâfir olun, onu reddedin" buyurduğu tağuttan almış ve ona
bağlı güçlerin kararıyla elde etmiştir. Allah Teâlâ "...Tağuttan yargılama ister ve
ondan adalet umarlar, hâlbuki tağutu kesinlikle reddetmeleri emrolunmuştu..."
buyuruyor. -Ömer ibni Hanzala "o halde neyapmalı?" diye sordum, İmam şöyle
buyurdu, der: -Aranızda bizim hadisimizi kimin rivayet ettiğine ve bizim
gösterdiğimiz helal ve haram üzerinde kimlerin mütalaada bulunup görüş sahibi
olduğuna, bizim kanun ve hükümlerimizi tanıyıp bildiğine bakmanız gerekir,
işte böylelerini bulup hâkim ve hakem olarak seçmelisiniz, çünkü ben böylelerini
size hüküm sahibi ve hakem kılmışımdır."([155])
Ömer İbni Hanzala'dan([156]) rivayet olunan bu haberde İmam'ın -s- mezkûr
ayeti şahid ve delil olarak göstermiş olmasından da çıkarılacağı gibi soru genel bir
hükmü içermektedir ve İmam'ın -s- cevabı da ne yapılmak gerektiğini genel
anlamda belirlemektedir. Hukuki ve cezai davalar için hem yargı makamlarına hâkimlerle yargıçlar- hem de yürütme güçlerine -ve böylece devlet ve devlet
güçlerine- müracaat edildiğini daha önce arz etmiştim. Hâkimlere ve
mahkemelere müracaatın nedeni hakkın ortaya çıkıp anlaşmazlığın giderilmesi
ve gerekli cezanın belirlenmesidir. Yürütme ve icra makamlarına müracaat da
dava taraflarının mahkemenin kararlarını ve verilecek hukuki veya cezaî
hükümlerin icrasını kabul etmesi demektir. Binaenaleyh bu rivayette İmam'dan s- "Mevcut düzene ve onun mahkemelerine müracaat edilebilir mi, edilemez
mi?" sorusu sorulmaktadır.
Gayrimeşru Güçlerden Adalet ve Yargı Beklemek Haramdır
İmam -s- verdiği cevapta ister yargı, ister yürütmeyle ilgili mevzularda
olsun, gayrimeşru devlet ve iktidarlara müracaatta bulunmanın haram olduğunu
vurgulamaktadır. İslam milletinin zalim egemen güçler ve onların uşağı olan
hâkimler ve yargı organlarına müracaat etmemelerini, hatta kendi haklarını
alabilmek için bile onları "hakem" tayin etmemelerini emretmektedir. Bir
Müslüman’ın oğlu öldürülse veya evi - barkı talan edilse dahi zalim egemenlere
başvurup onlardan hüküm ve adalet istemeye hakkı yoktur. Aynı şekilde, eğer
birinden alacaklı olsa ve canlı şahidi de bulunsa; hakkını alabilmek için zalim
düzen ve onun mahkeme, yargıç ve hâkimlerine gidemez. Bu gibi durumlarda
onlara müracaat edecek olursa "tağut"a, yani gayri ilahi güçlere yönelmiş olur.
Bu gayrimeşru güçler ve kurumlar vasıtasıyla kendi öz hakkını elde etmeyi
başarabilse bile o elde ettiği şey "haram"dır ve onu almaya ve kullanmaya tasarruf- hakkı yoktur. Hatta bazı fakihler "ayn-î şahsi" hakkında([157]) derler ki,
mesela, eğer -sırtınızdan- abanızı -veya ceketinizi- alıp gitseler ve siz zalim düzen
vasıtasıyla onu geri almış olsanız artık kullanamazsınız, o mal üzerinde hiçbir
tasarruf hakkınız kalmamış olur.([158]) Bu hükmü -aba veya ceket örneğini- kabul
etmesek dahi genel hüküm, yani "ayn-ı külli" de hiç şüphemiz yoktur. Yani
mesela eğer alacaklı biri, Allah'ın tayin ettiği dışında bir merci ve makama
müracaat eder ve onun yardım veya aracılığıyla alacağını tahsil ederse, artık elde
ettiği o şeyde tasarrufta bulunması -ona sahiplenmesi- caiz değildir. Şeriat
hükümleri böyle gerektirmektedir.
İslam’ın Siyasi Hükmü
Yukarıdaki
durum
İslam’ın,
siyası
hükmüdür.
Bu
hüküm
sayesinde Müslümanların zalim ve gayri şer’i güçlerle onların hâkim ve
mahkemelerine müracaatı engellenmek istenmiştir ki böylece bu zalim ve gayri
İslami resmi düzen ve kurumlar işlerliğini yitirip ortadan kalksın ve halka
fazlasıyla zahmet ve sıkıntı vermekten başka hiçbir işe yaramayan bu geniş ve
kalabalık yargı ve adliye kurumu kapanıp gitsin ve böylece hidayet edici
imamlar -s- la, onlar tarafından yönetim ve yargı yükümlülüğüyle
vazifelendirilmiş olanlara yol ve kapı açılmış olsun. Asıl gaye -zalim- sultalarla
onların uşağı olan resmi hâkim ve yargıçların elinden işi almak ve halkın onların
peşinden gitmesini önlemektir. Böylece İslam ümmetine şöyle denilmek
istenmektedir: "Bunlar merci ve başvurulacak makam değildirler, Allah Teâlâ
zalim sultanlar ve egemenlere karşı olmanızı (başkaldırıp isyan
etmenizi) emretmektedir. Onlara hem karşı olup hem müracaatta bulunamazsınız.
Eğer onlara karşıysanız, onları reddediyorsanız, onları liyakatsiz, haksız ve zalim
biliyorsanız onlara müracaatta bulunmamanız icap eder.
Başvurulması Gereken Merciler İslam Âlimleridir
O halde İslam ümmetinin ne yapması gerekir? Vuku bulacak hadiseler ve
ihtilaflarda ne yapmalı, hangi makamlara başvurmalıdırlar17 İmam -s- bunun
cevabını şöyle vermektedir. "Bir hadise veya ihtilaf durumunda; Allah'ın kanun
ve hükümlerine aşına olup helalle haramı usulünce bilen, akli ve şer'i ölçülerle
bizim hükümlerimize vakıf olup bizim hadislerimizi rivayet edenlere
başvurunuz". İmam -s- bu buyruğuyla "o halde hadis ravileri -muhaddisler- de
devlet başkanı ve genel merci olabilirler" şeklindeki bir iphama yer bırakmayacak
şekilde meseleyi çok net olarak ortaya koymaktadır; gerekli bütün
merhaleleri belirtmekte ve "helal - haram konusunda gerekli kural ve usullere
uygun hükümler verebilme, hükümlere tamamen vakıf olma, bütün ölçü ve
kıstasları bilme ve böylece takiyye veya başka nedenlerle ulaşmış olup gerçekle
alakası bulunmayan rivayetleri teşhis edebilme" ...gibi şartlar öne sürmektedir.
İslam hükümlerine ve hadis bilimine gereğince vakıf bulunmanın sırf "hadis
nakletmek" ten çok farklı bir olay olduğu ise apaçık ortadadır.
Ulema Devleti İdare Ve Yöneticiliğe Atanmışlardır
-Mezkûr rivayette İmam- şöyle buyurmaktadır: ""...Bu şartlara haiz olanı size
hüküm sahibi ve hakem kılmışımdır." Yani bu şartlara sahip bulunan kimse, benim
tarafımdan Müslümanların yönetim ve yargı işlerini halletmekle görevlendirilmiş
ve bu vazifeye tayın edilmiştir ve Müslümanların da -meselelerinin halli içinondan başkasına başvurmaları caiz değildir. Binaenaleyh eğer bir zorba sizin
malınızı yiyecek olursa, şikâyet etmeniz gereken makam, İmam'ın -s- tayin
etmiş olduğu icra edici merci ve makamdır. Keza, eğer biriyle belli bir alacak
hususunda ihtilafınız varsa ve bunun ispatlanması gerekiyorsa başvuracağınız
merci yine İmam'ın -s- tayin edip belirlemiş olduğu şer'i hâkimdir, ondan
başkasına müracaat edemezsiniz. Sırf "Ömer İbni Hanzala" için gösterilmiş bir
yol değildir bu; bütün Müslümanları bağlayıcı nitelikte genel bir hükümdür.
İmam'ın -s- vermiş olduğu bu emir genel olup herkese şamildir. Hz. Emir'el
müminin -s- zahiri devleti döneminde nasıl yetkilileri, valileri ve şer'i hâkimleri
tayin ediyorduysa ve Müslüman halk da onlara nasıl itaatle sorumlu idiyse Hz.
İmam Sadık -s- da tıpkı mutlak "veliyy-i emr" gibidir; dünyanın bütün ulema,
fukehâ ve diğer imamlarına hâkimiyeti vardır, hayatı ve mematı dönemleri için halka- yönetici ve hâkim (= kadı) tayin edebilir. Nitekim bunu yapmıştır da;
fakihleri bu makama atamıştır. Üstelik sadece yargı işlen değil, yönetim ve
idareyle ilgili bütün işlerden sorumlu ve yetkili olduğunu vurgulamak için de
"kadı" değil, "hâkim ve hüküm sahibi" tabirini kullanmıştır.
Keza mezkûr hadiste geçen ayet ve rivayetten çıkarılan bir diğer sonuç ta
mevzunun sadece yargı ve "hâkim”le ilgili olmadığı ve İmam'ın -s- sadece kadı
atamış bulunmadığıdır. İmam -s- Müslümanların diğer konularda ne yapacağını
müphem bırakmamış ve gayrimeşru güçlerden adalet bekleme konusundaki
soruyu da cevaplamıştır.
Bu rivayet vazihattandır, senet ve doğruluğunda hiç şüphe ve tartışma
bulunmamaktadır([159])
İmam'ın -s- fakihleri yönetim ve yargıya tayin ettiğinde şüphe yoktur.
İmam'ın -s- bu emrine itaat etmek bütün Müslümanlara vaciptir.
Meselenin daha net anlaşılması ve başka rivayetlerle de destek görmesi için
"Ebu Hatice" rivayetini de([160]) burada aktarıyorum:
İmam Sadık'ın -s- güvendiği sahabelerinden biri olan Ebu Hatice şöyle der:
"İmam Sadık -s- hazretleri, kendisi tarafından dostlarımıza -Şia- şu mesajı
iletmemi istedi: "Aranızda bir anlaşmazlık ve ihtilaf baş gösterdiğinde veya alacak
- verecek hususunda bir anlaşmazlığa düştüğünüzde meselenin takibi ve yargı
için sakın bu kötü ve fasık güruhtan birine müracaatta bulunmayın; kendi
aranızda helal ve haram hükümlerini bilen -ve uygulayan, inançlı- birini hakem ve
karar verecek merci olarak belirleyin, çünkü ben onu size hâkim ve kadı
kılmışımdır. Sizden biriniz sakın diğeri aleyhine, mevcut zalim rejim ve onun
güçlerine şikâyette bulunmasın !([161])
Rivayette geçen "alacak - verecek hususunda anlaşmazlık" tan maksat
hukuki ihtilaflardır. Yani hukuki ihtilaf ve anlaşmazlıklarınızı bu fasıklara
götürmeyin" denilmektedir. Hemen ardından "ben sizler için hakim ve kadı
belirlemişimdir" buyruğunun gelmesi, "bu fasık ve kötü güruh" tan maksadın
dönemin zalim rejimiyle, onun gayrimeşru kollarınca işbaşına getirilen yargı
sorumluları ve kadılar olduğunu göstermektedir. Hadisin devamında "çatışma ve
düşmanlıklarınızda da zalim sultana, yani iktidarı haksız yere elinde bulunduran
zalim egemene müracaat etmeyin" denilmektedir. Yani yürütmeyle ilgili işlerde
de onlara gitmeyin, deniliyor. Rivayette geçen "zalim sultan"la, gerçekte bütün
zalim iktidarlar ve gayrimeşru egemenler kastedilmekte ve yasaması, yürütmesi
ve yargısıyla; gayrı İslami olan bütün sistemler ve bu sistemlerin kurumları
gösterilmektedir. Daha önce bilhassa zalim hâkimlerle kadılara
başvurulmaması emredilmiş olduğundan bu yasağın diğer bir güce, yani yürütme
gücüne yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Son cümlenin, ilk baştaki
mevzunun tekrarı olmadığı, yani "fasık ve kötü güruha müracaat yasağı" nın
tekrarı sayılamayacağı ortadadır. Çünkü önce soruşturma ve delil ikamesi
gibi ilgili mevzularda fasık kadıya -hâkime- müracaatı yasaklamış, sonra da kadı
ve hâkimi belli ve tayın ederek kendi izleyicilerinin durumunu aydınlığa
çıkarmıştır. Sonra da, sultanlar -ve iktidarın başındakilere- de müracaat
edilmemesini emretmiştir. Bu da, yargı mevzuunun iktidarın bütünü olan
"sultanlar -ve egemenler- mevzuundan ayrı olduğunu gösterir, bu ikisi ayrı
konulardır yani sultanlarla kadılardan yargılama ve adalet istenmemesine dair
naklolunan Ömer İbnı Hanzala hadisinde her iki konuya da işaret edilmiştir,
ancak bu rivayette (İmam -s-) sadece kadı ve hâkimi tayin ederken, Ömer bin
Hanzala rivayetinde hem yürütmenin de başı bulunan yönetici ve egemen gücü,
hem kadı ve yargı makamını tayın etmektedir.
Ulema Devlet ve Yönetim Makamından Azl mi edilmiştir?
Şimdi bu rivayette de görüldüğü gibi, İmam -s- yargı makamına fukahayı
ve Ömer bin Hanzala rivayetinde de hem yargı, hem bütün bir yönetimin başına
onları tayin etmiş olduğuna göre İmam -s- dünyadan göçtüğünde fakihlerin de
kendiliğinden bu makam ve vazifeden azl olmuş sayılıp sayılamayacaklarına
bakmamız gerekir. Yani -masum- İmamların -s- tayın etmiş olduğu bütün kadı ve
yöneticiler, onların vefatıyla birlikte bu görev ve vazifelerinden alınmış mı
olurlar9 -Bu noktada- Şia mezhebi inancında masum İmam'ın -s- konum
ve velayetinin diğer insanlardan farklı olduğu ve onların bütün emir
ve düsturlarının hayatlarında olduğu gibi mematlarında da geçerli ve uyulması
gerekli bulunduğu mevzuu bir kenara bırakılarak, -her şeyden önce- bu dünyada
insanlar için belirlenen makam ve konumların durumunu aydınlığa kavuşturmak
gerekir.
İster krallık, ister cumhuriyet, ister diğer iktidar biçimleri olsun, dünyevi
rejimlerde kral, cumhurbaşkanı veya devlet başkanı öldüğü ya da durum altüst
olup rejim değiştiği zaman idari makamlar ve askeri rütbeler de değişmiş olmaz.
Mesela bir generalin rütbesi -sırf bu tür bir değişiklik nedeniyle- kendisinden geri
alınmaz; büyükelçi, büyükelçilik görevinden azledilmiş olmaz -veya meselamaliye bakanı, vali, kaymakam ve bucak müdürü görevden uzaklaştırılmış
sayılmaz. Her ne kadar yeni rejim veya hükümet onları makamlarından
azledebilirse de -sırf söz konusu değişiklik yüzünden- bu makam ve vazifeler
kendiliğinden azle uğramış olmaz. Bazı durumlar vardır ki kendiliğinden ortadan
kalkarlar; mesela hasbiye([162]) izni veya falan şehirde işleri idare etmesi için bir
fakihin birine verdiği vekâlet bu türdendir. Fakihin vefatıyla birlikte bu hasbiye
icazeti ve vekâlet de kendiliğinden iptal olmuş olur. Ama mesela fakihi kimsesiz
küçük bir çocuk için bir kayyım veya bir vakıf için bir mütevelli tayin etmişse,
fakihin ölümüyle birlikte bu kayyumiyet ve mütevellilik o adamlardan sakıt
olmaz.
Ulemanın
Mahfuzdur
Tayin
Edildiği
Makam
Ve
Vazifeler
Daima
Masum imamların -s- fakihler için belirlemiş olduğu ümmetin yöneticiliği
ve yargı işinin başında bulunma gibi vazife ve makamlar da daima mahfuz ve
saklıdırlar. Bütün boyutlardan haberdar bulunan ve işlerinde gaflet ve hataya yer
olmayan masum İmam'ın -s-, dünya yönetimlerinde bir -devlet- başkanının
ölmesiyle -diğer yetkililerin mevkilerini kaybetmeyeceğini ve- diğer şahısların
makam ve yetkilerinin devam edeceğini bildiği muhakkaktır. Eğer başkanlık
ve yargıya tayın etmiş olduğu fakihlerin onun vefatından sonra bu haktan mahrum
olmaları gerekseydi, İmam -s- bunu mutlaka belirtir ve "fakihler için
belirlediğim bu makam, iş ve vazifeler, ben hayatta olduğum sürece geçerlidir,
benden sonra hepsi geçersiz sayılır" derdi. O halde bu rivayetler gereğince İslam
uleması İmam -s- tarafından devlet ve yargının başına atanmış bulunmaktadır ve
bu makam onlar için daima mahfuzdur. Daha sonraki İmam'ın bu hükmü bozarak
fakihleri atanmış oldukları bu vazifelerinden azletmesi ihtimali de asla söz konusu
değildir. Zira "kendi hakkınızı almak için dahi zalim sultanlar ve
onların kadılarına gitmeyin, çünkü onlara gitmek tağuta gitmektir" diyen ve
sonra da tağuta karşı çıkılması ve tağutun mutlaka reddedilmesi gerektiği
mealindeki ayeti hatırlatıp halka itaat etmeleri gereken yönetici ve kadıları tayin
edip gösteren bir İmam'ın -s- hükmüne rağmen, daha sonra gelen bir İmam bu
tayinleri iptal eder ve başka yönetici ve kadılar da belirlemezse Müslümanlar ne
yapacaklardır? Bir ihtilaf ve anlaşmazlığa düştüklerinde kime gideceklerdir?
Allah'ın emrine aykırı davranıp "tağuta gitmek" le özdeş sayılan
"fasıklarla zalimlere" mi gideceklerdir? Ya da ellerini kavuşturup "artık ne bir
mercimiz, ne de gidecek, sığınacak bir kimsemiz yok; bundan böyle kargaşa ve
sorumsuzluk egemen olsun" mu diyeceklerdir yoksa?!Herkes dilediğinin malına
el koysun, başkalarının hakkını yok etsin ve herkes canının istediğini yapsın-mı
denecek-?!
Biz, İmam Cafer Sadık -s-'ın fakihleri bu makam ve vazifeye atamış olması
halinde İmam Musa Bin Cafer veya diğer İmam aleyhimusselamların fakihleri
bu makam ve vazifelerinden azletmeyeceklerinden kesinlikle eminiz. -Çünkü
böyle bir şey zaten mümkün değildir- Yani onları azletmeleri ve "adil fakihlere
gitmeyin", veya "zalim sultanlara gidin" ya da "ellerinizi kavuşturup
haklarınızın çiğnenmesini seyredin" demeleri düşünülemez elbet. Bir imamın
belli bir şehre tayin ettiği bir kadı, onun ölümünden sonra diğer İmam tarafından
elbette ki azledilip onun yerine başka bir kadı tayin edilebilir; ama bu mevki ve
vazifelerin durum ve konumlarını (hâkim ve kadının mutlaka adıl bir fakih olması
gerektiği aslını -çev-) hiçbir imam değiştiremez, apaçık ve gayet net bir vak'adır
bu.
Aşağıda nakledeceğimiz rivayet de bunu ispatlayıcı niteliktedir. Öne
sürdüğümüz deliller bu rivayetlerin sadece birinden ibaret olmuş olsaydı iddiamızı
ispatlayamazdık, ama meselenin esasını açıkladık; daha önce aktardığımız
rivayetler meseleyi tamamen ispatlamış bulunmaktadır.
Sahihe-i Kaddâh([163])
"İmam Cafer Sadık -s- Hz. Resul-ü Ekrem efendimizden -saa- şöyle
nakleder: Allah Teâlâ bilim yolunda yürümekte olana cennete giden bir yol açar ve
melekler sevinçten -ve Allah'ın rızası nedeniyle- kanatlarını ona gererler; gökteki
ve yerdeki tüm mahlûkat, hatta denizlerdeki balıklar bile ilim peşinde koşan
kimse için Allah'tan mağfiret diler.
Âlimin abide üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir tıpkı.
Şüphesiz, âlimler ve bilginler peygamberlerin mirasçısıdırlar, Peygamberlerse para
-pul denen nesneden hiçbir miras bırakmazlar, onların mirası "ilim"dir. O halde
her kim ilimden faydalanabilirse kıymetli ve bereketli bir fayda sağlamış
demektir.''([164])
Bu hadisin bütün ricali sıka (güvenilir)dir, hatta Ali bin İbrahim'in([165]) babası
-İbrahim bin Hâşim-([166]) hadis ravilerinin sadece güvenilir isimlerinden olmakla
kalmaz, aynı zamanda en büyüklerindendir de. Bu rivayet, biraz değişik bir
mazmunla, zayıf bir senetle daha nakledilmiştir. Yani senet Ebu'l
Bahteri'ye([167]) kadar sahihtir -doğrudur- ama Ebu'l Bahteri'nin kendisi zayıf
ravilerdendir. Rivayet şöyle:
Ebu'l Bahteri Rivayeti
İmam Sadık -s- şöyle buyurur: Ulema mirasçılardır, çünkü peygamberler
miras olarak para - pul bırakmazlar; onların mirası konuşmaları olan hadislerdir.
Bu nedenle onların hadislerinden faydalanan kimse gerçekte pek değerli ve
bereketli bir yarar sağlamış demektir. O halde şu ilminizi kimlerden aldığınıza
dikkat edin. Zira Peygamberin -saa- Ehl-i Beyt’i olan bizim aramızda her
nesilde; aşırıcıların tahrifleri,
yanlışa kapılanların -yeniyöntemler
uydurmalarını ve akılsızların tevillerini dinden uzaklaştıracak âdil ve dürüst
kimseler vardır daima -bunlar, garazkârların saptırmaları ve cahillerin
yanlış tanımlamaları, tahrif vb. şeylerden dini temizlerler. ([168])
Rivayetlerin İncelenmesi:
Merhum Nerakı'nin de([169]) delil olarak kullandığı bu rivayeti nakletmekten
amacımız "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" cümlelerinin manasının anlaşılmasını
sağlamaktır. Burada, üzerinde durulması gereken bir kaç nokta var:
1- "Ulema"dan maksat, kimlerdir? Ümmetin uleması mı? Yoksa Ehl-i Beyt
imamları -s- mı kastedilmektedir? Kimileri, muhtemelen Ehl-i Beyt
aleyhimusselamın kastedildiğini([170])söylemişse de rivayetten göründüğü kadarıyla
ümmetin âlimleri kastedilmekte ve bizzat hadisin kendisi de kastedilenin Ehl-i
Beyt -s- olmadığını göstermektedir. Çünkü masum imamlar -s- hakkında ulaşan
menkıbeler buna uymamaktadır." Peygamberler hadislerini miras bırakırlar,
bunları öğrenenler pek büyük fayda sağlarlar..." ibaresinin, Ehl-i Beyt
imamlarının -s- tarifi olması mümkün değildir. Bu ibare, rivayette kastedilenin
ümmetin uleması olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şekilde Ebu'l Bahteri
rivayetinde "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" ibaresinden sonra "ilimlerini kimden
aldıklarına dikkat etsinler" denilmektedir. Yani ancak "ilimlerini kimden almaları
gerektiğini bilirlerse peygamberlerin mirasçısı olabilirler" buyrulmaktadır.
Buradaki mirasçıların masum imamlar -s- olduğu ve diğer insanların ilimlerini
onlardan öğrenmeleri gerektiği söylenemez, çünkü rivayetin zahirinde böyle bir
ifade yoktur. Ehl-i Beyt İmamları -s- hakkında ulaşan rivayetleri inceleyen ve o
hezeratın Hz. Resulullah efendimiz -sav- nezdindeki konum ve yakınlıklarını bilen
biri, mezbur rivayette -masum- imamların değil, ümmetin âlimlerinin
kastedildiğini kolayca görecektir. Nitekim ulema için birçok rivayette bu tür
menakıp
vardır, mesela: "Ümmetimin
uleması
benden
önceki
peygamberler gibidir" veya "Ümmetimin uleması, İsrail oğullarının
peygamberleri gibidirler.([171])
Kısacası, mezkûr rivayetten anlaşıldığı kadarıyla amaç, "ümmetin âlimleri"
dir.
2- "Ulema enbiyanın mirasçısıdır" ibaresinin, bahsimizi teşkil eden velayet-i
fakih meselesi için tek başına yeterli olamayacağı iddia edilerek şöyle
denilebilir: "Çünkü nebilerin peygamberlik boyutları vardır ve ilmi vahy, ilham
veya başka yollarla Allah'tan almaktadırlar, ama bu özellikleri onların,
müminlere ve halka velayette bulunmalarını da -onları idare edip yönetmegerektirmez. Keza, Allah Teâla imamet ve velayet özelliğini de ayrıca
vermemişse -sırf nebi oldukları için- bu özelliği taşımış olmazlar ve kesinlikle
sadece "nebi"dirler. Tebliğde bulunmakla görevlendirilseler dahi sadece sahip
olabildikleri
-miktar
bilgiyi-nı
halka
ulaştırmak
durumundadırlar.
Rivayetlerimizde "resul"le "nebi" arasında fark olduğu geçer; "resul" tebliğle
sorumludur, ama "nebi" sadece -ilahi mesajları- alır([172]) "Nübüvvet”le "velayet"
vasıfları da farklı olduğu ve "ulema, enbiyanın varisleridir" ibaresinde
nebilerin unvan vasfı (kimlik sıfatı, işleri ve neci oldukları -çev-) kastedilip
bu unvan sıfatı nedeniyle ulemayı nebilerle aynı menzilede saydığı([173]) ve bu sıfat
-nebilik- "velayet" özelliğini taşımadığına göre bu cümleden,"ulemanın velayete
de sahip olduğu" gibi bir netice çıkaramayız, ama mesela; eğer "ulema Musa veya
İsa aleyhisselamlar mesabesindedirler "şeklinde buyrulmuş olsaydı, Hz. Musa -sgerekli bütün vasıflara haiz bulunduğu ve bu cümleden olmak üzere "velayet"
özelliğini de taşıyor olduğu için "ulema da velayet niteliğine sahiptirler"
denilebilirdi. Ancak, -mezkûr rivayette- böyle buyrulmadığı ve ulema belli bir
şahsın menzilesinde gösterilmediği için bu neticeye varabilmek mümkün
değildir."
Bu eleştirel yoruma verilecek cevap şudur: Rivayet ve kelimelerin
görünürdeki anlamlarının anlaşılmasındaki ölçü ve kıstas, ilmi inceleme ve
yorumlar değil; "halk tarafından genel anlaşılma şekli" denilen örfi ve mütearif
anlamlardır. Biz de örfi anlayışa tabiyiz. Fakih, bir rivayetin anlaşılması ve
yorumuna ilmi incelikleri katmaya kalkışırsa birçok noktayı fark edemez, çoğu
meseleleri anlamaktan geri kalır. Binaenaleyh "ulema, enbiyanın mirasçısıdır"
rivayetini örfe -halka-sunacak olursak onlar da nebilerin unvan sıfatının
kastedildiğini ve sadece bu unvanın ulemaya intisab ettiği anlamını mı, yoksa bu
ibareyi şahıslar için bir emare - belirti ve delil -olarak mı görecektir? Yanı
eğer halkın genelinden (geçerli örfi çerçeve dâhilinde) "falan fakih Musa ve İsa sa- menzilesinde midir, değil midir?" diye soracak olursak "Bu rivayete göre
evet; çünkü Musa'yla İsa aleyhimusselamlar enbiyadandır" -istidlali- şeklinde mi
cevap verecektir? Veya meselâ "fakih Hz. Resulullah'ın -saa- mirasçısı mıdır,
değil midir?" diye sorulacak olursa "evet" diyecek ve buna delil olarak da çünkü
Hz. Resulullah efendimiz -saa- enbiyadandı" gibi bir istidlale mi dayanacaktı?!
Görüldüğü gibi mezkûr rivayette geçen "enbiya" terimini "unvan sıfatı -sırf
Peygamber olma durumu /çev/ olarak alamayız. Bilhassa çoğul olarak
kullanılması bunu gösteriyor. Eğer tekil olarak kullanılmış - ve nebi denilmiş
/çev/ -olsaydı bu ihtimal verilebilirdi, ama " enbiya"denilerek kelimenin çoğulu
kullanılmış olduğuna göre "küll-ı ferd-i min'el enbiyâ" denilmektedir, "küll-i
ferd-i min'el enbiyâ bimâ- hum enbiyâ" denilerek unvan sıfatı
kullanılmışa ([174]) ve bu unvan- sırf Peygamber olma - sıfatını diğer sıfatlardan
ayırıp " fakih, Peygamber -nebi- mesabesindedir, resul ve veli mesabesinde
değil" şeklinde bir mana verilmiş değildir. Rivayet ve hadis sahasında bu tür
yorumlamalara gitmek örfi ve akli idrake aykırıdır.
3- Unvan sıfatının kastedildiğini ve ulemanın dar ve salt kelime anlamında
"nebi"yle aynı mesabede tutulmuş olduğunu varsayalım. Bu durumda Allah
Teâlâ'nın "nebi"lik için sabit kılıp tespit etmiş olduğu hükmü -ve özelliği ulema için de geçerli saymamız gerekir. Yani meselâ "falan kimse âdil insan
menzilesindedir - sayılır- " denilir ve ardından "âdil insanlara saygı
gösterilmelidir" ibaresi gelirse, bu iki önermeden o şahsa saygı gösterilmesi
gerektiği sonucu çıkar. O halde biz "nebi - Peygamber- müminlere kendi
nefislerinden evlâdır([175]) ayet-i şerifinden "velayet" derece ve mansıbının ulema
için de geçerli olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü ayette geçen "evlâ"
teriminden maksat ve başkanlıktır. Nitekim Mecme'ul Bahreyn'de ([176]) bu ayet-i
şerifenin devamında İmam Bakır’dan -s- şöyle rivayet olunmaktadır: "Bu ayet,
devlet, iktidar ve velayet (= imaret) hakkında nazil olmuştur." ([177])O halde
nebinin müminler üzerinde velayet ve imareti -yönetim hakkı-vardır ve Hz.
Nebiyy-i Ekrem -saa- için geçerli olan bu velayet ve başkanlık, ulema için de
geçerlidir. Çünkü bu ayette unvan sıfatına değinilmektedir ki, mezkur rivayette
de unvan sıfatının kastedilmiş olduğundan hareketle bu mevzuya girmiştik.
Bunlara ilaveten, "resul" için birtakım hak ve hükümleri belirlemiş olan
ayetleri de delil olarak gösterebiliriz; "Allah'a itaat edin, Resulüne itaat edin ve
sizden olan -mümin- emir sahiplerine de..." ayetine işaretle, nebiyle resul
arasında örfi açıdan fark bulunmadığı -her ne kadar bazı rivayetlerde vahyin
nüzulünün niteliği konusunda resulle nebi arasında fark gözetilmişse de([178])
örfen ve aklen resulle nebinin aynı anlama geldiği söylenebilir. "Nebi”nin
örfteki anlamı, Allah Teâlâ’dan inbâ' eden, haber getirendir; Resul de, Allah'ın
kendisine buyurmuş olduğunu insanlara ulaştırandır.
4- Hz. Peygamber-i Ekrem'in -sav- rihletinden sonra, ondan geriye kalan
"ahkâm”ın -her ne kadar deyim olarak "miras" denilmemişse de- bir nevi "miras"
sayılacağını söyleyenler çıkabilir, bunlar şöyle diyebilirler: "Bu ahkâmı alıp
öğrenenler Peygamberin -saa- mirasçısıdırlar. Ama Hz. Resul-ü Ekrem'in -saaherkes üzerindeki velayet ve başkanlık mansabının da miras sayılabileceği ve
miras olarak geçebileceği ne malum9! Miras olarak bırakılabilecek olan tek şey,
belki de onun hükümleri ve hadisleridir sadece. Nitekim nebilerin
mirasının "ilim" olduğu da geçiyor rivayette. Aynı şekilde, Ebu'l
Bahteri rivayetinde de "peygamberler hadislerinden bazılarını miras bırakırlar"
buyrulmaktadır. O halde peygamberlerin sadece "hadis”lerini miras bıraktıkları,
velayetinse miras olarak bırakılabilecek bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır."
Yukarıdaki eleştiri de geçerli ve yerinde değildir. Çünkü velayet ve liderlik
itibari ve aklı mevzulardandır ve bu konuda akıl sahiplerine müracaat edip
velayet ve devlet başkanlığının miras şeklinde devredilip devredilemeyeceğini
sormamız gerekir. Mesela dünyanın akıl sahiplerinden, falan saltanatın varisinin
kim olduğu sorulacak olsa makam ve mevkinin varisi olamayacağını, makamın
miras bırakılabilecek bir şey olmadığını mı söyleyeceklerdir, yoksa "falan şahıs,
falancanın taç ve tahtının varisidir" mi diyeceklerdir9 Esasen "tahtın varisi" sözü
yerleşmiş meşhur bir kalıptır. Akıl sahiplerinin nezdinde iktidar ve velayetin de,
tıpkı bir şahıstan diğerine intikal edebilen miras gibi "intikal edilebilir" olduğu
herkesçe bilinmektedir. "Peygamber, müminlere kendi nefislerinden evladır"
ayetiyle "ulema, enbiyanın varisleridir" rivayetini okuyup düşünen biri bu
ikisinde, mantıken intikali mümkün itibarı bir şeyden söz edildiğini kolaylıkla fark
edecektir.
Buradaki
"ulema,
enbiyanın
varisleridir"
ibaresi
masum
imamlar aleyhimusselam hakkında söylenmiş olsaydı; masum imamların -sher konuda Hz. Peygamber efendimizin -sav- varisi oldukları mealindeki rivayette
de belirtildiği gibi([179]) biz de onların "her konuda mirasçı oldukları”nı söyleyecek
ve “varis ve miras”çılıklarının sadece ilmi ve şer'i mevzuatla sınırlı olmadığını
vurgulayacaktık.
Binaenaleyh elimizde "ulema, enbiyanın varisidir" rivayetinden başka -rivayet
veya ayet- bulunmamış ve rivayetin başıyla sonu söylenmiş olsaydı şu anlam
kolayca çıkarılabilirdi: Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa-intikal edilebilir olan bütün
mansıp ve işleri ve bu cümleden olmak üzere de masum imamlara -s- intikal
eden "başkanlık ve yönetim" mansabı fakihler için de geçerlidir -ki herhangi bir
sebeple bu kategorininin dışında tutulması gereken bazı işlen biz de delil
ve sebebin gerektirdiği ölçüde bu kategorinin dışında tutarız-.
Yukarıdaki eleştirinin buraya kadar giderilmemiş olan en önemli yönü
"ulema, enbiyanın mirasçısıdır" cümlesinin; "miras"tan maksadın "hadis"
olduğuna karine teşkil edebilecek sözler arasında yer alıyor bulunmasıdır.
Nitekim Kaddah sahihesi'nde de "Peygamberler miras olarak para-pul
bırakmazlar; onların mirası ilimdir" buyrulmak; Ebu'l Bahteri rivayetinde de
"...para - pul miras bırakmazlar..." ibaresinden sonra "...onların mirası,
hadislerinden bazı sözler, bazı hadislerdir" denilmektedir. -Binaenaleyh, bazıları
bu ibareye istinaden şöyle diyebilirler:- "Bu karineye göre, peygamberlerin
mirası, onların hadisleridir; onlar, hadislerden başka "miras olabilecek" hiçbir
şey bırakmazlar. Hele, cümlenin başında "innema" ibaresi geçiyor ki, bu da
sınırlamaya işarettir.
Bu eleştiri de geçerli değildir. Çünkü eğer bununla, Hz Resul-ü Ekrem'in sav- sadece hadislerini miras bıraktığı ve esasen bunun dışında miras
bırakabileceği başkaca hiçbir şeyi olmadığı gibi bir anlam kastediliyorsa bu zaten
bizim dinimize ve mezhebimize aykırıdır Zira Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz saa- "miras olabilecek" şeyler bırakmıştır. Ayrıca, Hz. Resulullah'ın -saaümmete "velayet"i bulunduğu (ümmetin devlet başkanı ve en üst âmin -çev-) da
tartışma götürmez bir gerçek olup o hazretten sonra velayet görevi Emır'el
müminin -Hz. Ali-'ye -s- intikal etti; ondan sonra da Ehl-i Beyt'in imamları -sard arda bu vazifeyi üstlendiler
Burada geçen "innema" kelimesine gelince; bu terim illa da "sınırlamaya"
işaret değildir ve esasen "innema"nın sınırlamaya delalet edip edemeyeceği belli
değildir zaten. Dahası, Kaddah Sahihesi'nde "innema" kelimesi hiç geçmez; bu
terim Ebu'l Bahteri rivayetinde geçmektedir ki bu rivayet de, daha önce arz
ettiğim gibi, senet yönünden zayıftır.
Şimdi "Sahihe" deki ibareyi tekrar okuyalım ve bu ibarelerin,
peygamberlerin hadisten başka miras bırakamayacakları şeklinde bir manaya
karine teşkil edip etmediklerine bakalım.
"Allah Teâlâ, ilim yolunda yürümekte olana, cennete giden bir yol açar". Bu
cümle ulemayı övmek için kullanılmıştır, bu övgünün her âlimi kapsadığı da
zannedilmesin; "âlimler sırf alım oldukları, bu övgüye layıktırlar" düşüncesi
yanlıştır. Kafi’de ulemanın vazife ve özellikleriyle ilgili rivayetlere([180]) şöyle bir
bakarsanız birkaç satırlık ilim tahsil etmiş herkesin "âlim" ve "enbiyanın varisi"
şeklinde adlandırılmayacağım; bilâkis bunun ("bilmek" ten başka ve buna
ilaveten -çev-) çok ağır şartlan ve sorumlulukları olduğunu görürsünüz.
"Melekler sevinçten -ve Allah'ın rızasının bir belirtisi olarak-kanatlarını ona
-ilim yolundakine- gererler" ibaresindeki "kanatların yayılmasının anlamı, ehli
nezdinde malumdur zaten([181]) ve burada bahsedilecek mevzulardan değildir,
meleklerin bu hareketi saygı için veya alçakgönüllülük ve tevazu belirtisidir.
"...Gökteki ve yerdeki tüm mahlûkat, hatta denizlerdeki balıklar bile ilim
peşinde koşan kimse için Allah'tan mağfiret diler..." cümlesi de buradaki
bahsimize sığmayacak kadar geniş ve tafsilatlı bir açıklamayı gerektirir.
"...Âlimin
abide
üstünlüğü,
tıpkı
dolunayın
diğer
yıldızlara
üstünlüğü gibidir..." sözünün anlamı da, açıklamaya yer bırakmayacak
kadar nettir.
Şimdi gelelim "...âlimler, nebilerin mirasçısıdırlar, varisidirler" sözüne.
Rivayetin başından bu cümleye kadarki kısmı ulemanın övülmesi, özellik ve
faziletlerinin tavsifiyle ilgilidir. Bu özelliklerden biri de, ulemanın peygamberlerin
mirasçısı olmalarıdır ki bu sıfat, ancak peygamberler gibi halka velayetleri iktidarda- olması ve "emirlerine itaatin farz bulunması" halinde onlar için bir
fazilet sayılabilecektir.
Ancak, "...Peygamberler miras olarak para-pul bırakmazlar..." sözünün
anlamı, peygamberlerin ilim ve hadisten başka hiçbir miras bırakamayacakları
şeklinde değildir. Bilakis, söylenmek istenen şey şudur: "Onlar veliyy-i emr
oldukları ve bütün toplumu yönettikleri halde maddiyatçı liderler değildirler,
Allah'ın rızasını gözetirler, dünya malı biriktirme gibi bir gaye ve kaygıları
yoktur. Öte yandan peygamberlerin yönetim biçimi, krallık ve günümüzde çok
görülen diğer yönetim biçimleri gibi, baştakine mal ve servet getirecek şekilde de
değildir Hz. Peygamber-i Ekrem'in -saa- çok sade bir yaşamı vardı; mevki ve
makamını şahsi çıkarları için kullanmış değildi ki kendisinden sonra da mal mülk bırakmış olsun. O hazretin miras olarak bıraktığı şey ilimdir ki, bu da her
şeyden üstündür. Hem de, Hak Teâlâ tarafından lütfedilmiş birilim... Rivayette
ilimden bahsedilmiş olmasının nedeni de bu cihettendir belki de. Binaenaleyh
"ulemanın özelliklerinden bahsolunan bu rivayette ilmin mirasından ve mal mülkün miras kalmayacağından söz edildiğine göre ulema sadece ilim ve hadisi
miras alırlar, başka bir şeyi değil" şeklinde bir hükme varılmaz.
Bazı yerlerde bu hadise" bizden miras kalan şey, sadakadır." sözü
de eklenmiştir ki aslında hadisin bir parçası değildir ve siyasi amaçlarla hadise
eklenmiştir. Bu hadis, ehl-i sünnet fıkhında da geçer([182])
Bu noktada söylenecek son söz şudur: Bu cümlelerin karine olması ve
neticede "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" sözüne dayanarak "enbiya için geçerli
her şey, ulema için de geçerlidir" hükmüne varılması mümkün olmasa bile bu
cümlelerin karine olma ihtimali, ulemanın enbiyadan sadece ve sadece ilmi miras
alacağı anlamına da getirilemez. Bu durumda bu rivayetle, daha önce
hatırlattığımız ve mevzuya delalette de bulunan rivayet çelişecek ve o rivayetle
ispatlanan mevzu, burada iptal edilmiş olacaktır -ki bu mümkün değildir, çünkübu rivayetten böyle bir netice çıkmamaktadır.
Nass Yoluyla Velayet-i Fakihin İspatı
Rivayetten; "Hz. Resulullah'ın -saa- ilimden başka bir miras bırakmadığı,
esasen velayet ve halifeliğin miras bırakılabilecek şeyler olmadığı ve o hazret
"Ali benim varisimdir" buyurmuş olsaydı bile bunun "Hz. Ali'ın -sPeygamberin halifesi olduğu anlamına gelmeyeceği" gibi bir mananın
çıkarılabileceği farz edilirse o zaman Emir'el müminin Hz. Ali'yle -s- diğer Ehl-i
Beyt imamlarının -s-halifeliği hususunda nassa başvurup "Hz. Resulullah -saaEmir'el muminin'i -s- halifeliğe tayin etmiştir" dememiz ve bunun velayetı fakih için de geçerli olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü daha
önemli bahislerimizde değindiğimiz gibi, fakihler Hz. Resulullah -saatarafından hilafet ve devlet başkanlığına atanmamışlardır. Böylece, nasb ve
atamaya dair olan rivayetle bu rivayeti cemetmiş olmaktayız.
Rezevi Fıkhı -adlı kitaptan- Bu Yönde Delil
Nerâki, Avâid adlı eserinde([183]) Fıkh-ı Rezevi'den([184]) şu mazmunda bir
rivayet nakleder: "Bu çağın fakihlennin makam ve derecesi, İsrailoğullarının
peygamberlerinin makam ve derecesi gibidir''([185]) Fıkh-ı Rezevi'nin İmam Rıza'nın
-s- eseri olduğunu söyleyemeyiz; ama delil olarak başvurulabilecek bir eserdir.
Burada şunu bilmek gerekir ki "İsrailoğullarının peygamberlerinden maksat
Hz. Musa -s- zamanında yaşamış olan -ve belki de bazı açılardan "Peygamber"
olarak anılan- fakihler değildir. Hz. Musa -s- dönemindeki fakihlerin tamamı o
hazrete tabi idiler ve onun izinde yürüyerek çalışıyorlardı. Belki de Hz. Musa
aleyhisselam tebliğ için bir yere gönderdiğinde onları -gittikleri yerlere- ululemr
ve veliyy-i emr olarak da tayin etmedeydi. Tabi, biz onların o zamanki
durumlarını dakik olarak bilmiyoruz şimdi; ama Hz. Musa'nın -s- İsrailoğullarının
peygamberlerinden olduğu ve Hz. Resul-ü Ekrem -sav- için geçerli her şeyin Hz.
Musa -s- için de geçerli olduğu kesindir. (Allah indindeki rütbe ve dereceleri
elbette ki farklıydı). Binaenaleyh biz bu rivayetteki genel menzile ve "mesabe"
oranından([186]) şunu anlamaktayız: Halkı yönetme ve velayet hususunda Hz.
Musa -s-nın taşıdığı -salahiyet, hak ve şartlar-fakihler için de geçerlidir.
Teyid Edici Diğer Deliller
Câmi'ul Ahbar'dan([187]) naklolunan bir rivayette de Hz Peygamber-ı Ekrem
efendimizin -sav- "Kıyamet günü -veya kıyamet "dönemi'nde-ümmetimin
âlimleriyle övünürüm, benim ümmetimin uleması, benden önceki peygamberler
gibidir'([188]) buyurduğu geçer ki bu rivayette konumuzu onaylamaktadır.
Müstedrek'te([189]) Gurer'den naklen([190]) şu mazmunda bir rivayet geçer:
"Ulema, halkın yöneticisidir".([191]) Aynı rivayet "hukema-ı alennâs" şeklinde de
nakledilmiştir, ama bu naklin doğru olmadığını sanıyorum. Gurer'de "hukkâm-ı
alennâs..." şeklinde geçtiğini söylemiştik. Senedinin muteber olması
halinde([192]) bu rivayet de çok açık delillerden sayılır.
Aynı mevzuya delil olarak gösterilebilecek başka rivayetler de vardır
Bu cümleden almak üzere Tuheful Ukuul'da([193]) "Hükümler ve işlerin
yürütülmesi ulemanın elindedir" başlığı altında geçen rivayetten söz edilebilir. Bu
rivayet iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım, Hz Seyyiduş-şuheda -İmam Hüseyin'nin Emir'el müminin Hz Ali Bin EbuTalib'den -s- "emr bı'l maruf ve nehy-i anıl
münker" hususunda naklettiği rivayettir. İkinci kısım da Hz. Seyyıduşşuheda'nın s- velayet-i fakih mevzuu ve islam devletinin kurulup Allah'ın hükümlerinin
uygulamaya konulması için zalimler ve zalim devlet düzen ve kurumlarıyla
mücadele hususunda fakihlere düşen vazifeleri kapsamaktadır. İmam Hüseyin s- Minâ'da yaptığı bu çarpıcı konuşmasında niçin bu "dâhili cihad"a gerek
gördüğünü ve zalim Emevi yönetimine başkaldırısının nedenlerini
açıklamaktadır. Bu rivayetten iki önemli nokta anlaşılmaktadır: 1- Velayet-i fakih
olayı 2-Fakihler cihat ederek ve emr-i bi'il mâruf, nehy-i anil münker'de
bulunarak zalim egemenin maskesini düşürüp onu bütün toplumda rüsva etmeli
ve halkın bilinçlenip uyanmasını sağlamalıdırlar. Böylece bilinçlenip uyanmış
Müslümanların geniş çaplı toplu kıyamıyla zalimlerin iktidarlarını devirip İslam
devletini kurabileceklerdir. Mezkûr rivayet şöyledir:
"Ey insanlar! Allah Teâlâ’nın Yahudi bilginlerini -ehbar- kınayarak velilerine
ve sevdiği kullarına verdiği öğütten ders alın. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Din
adamları ve bilge yöneticilerin -Rabbaniyyun- ve yüksek bilginlerin -ehbar- onları
-Yahudileri- günahkârane sözlerinden ve haram yiyicilikten sakındırmaları
gerekmez miydi? Gerçekten de yapıp ettikleri ne de kötüydü onların"([194]) Bir
başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "İsrailoğullarından küfredenlere lanet
edilmiştir". Ve "...yapmakta oldukları şey ne kadar da kötü idi!!"([195]) Gerçekte
Allah Teala'nın onları ayıplayıp kınamasının nedeni onların; zalimlerle kötülerin
fesat işlemekte olduklarını gördükleri halde buna engel olmamaları ve bunu da,
onlardan aldıkları şeylere pek tutkun oldukları ve onların kendilerini gözaltında
tutup eziyet edeceğinden korktukları için yapmalarıydı. Hâlbuki Allah Teâlâ
"insanlardan değil, Ben'den korkun'([196]) buyurmakta ve "Mümin erkekler
birbirlerinin velileridirler, birbirlerini sever, gözetir ve kollarlar (velayet), bir
birlerine iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar..."([197]) demektedir. (Görüldüğü
gibi bu ayette müminler için belirtilen sıfatlar yekdiğerlerine velayette bulunma,
karşılıklı sevgi, koruyup gözetme, yekdiğerinden sorumlu olma ve birbirine
başkanlık ve kılavuzlukta bulunmadır). Allah Teâlâ, iyiliğe emredip kötülükten
menetmek (emr bi'lmâruf, nehy-ı anil münker) le başlıyor ve her şeyden önce bu
ameli farz kılıyor. Çünkü iyiliğe emr ve kötülükten menetme amelinin
gerçekleşmesi ve toplumda fiilen uygulanması halinde en kolayından en zoruna
varıncaya kadar bütün farzların yerine getirilebileceğini bilmektedir. Bunun
nedeni de emr-i bi'lmâruf ve nehy-i anil münkerın şu esaslardan ibaret
olmasıdır: İslam’a davet (yani Müslüman olmayanlara karşı -hârici- inanç
cihadı) ve zulme uğrayanların haklarını tekrar elde etmelerini
sağlamak, içerideki -İslam toplumundaki- zalimlere karşı mücadele ve
muhalefet; kamu gelirleri, genel gelirler ve savaş ganimetlerinin İslam’ın
âdil kuralları çerçevesinde dağıtılması; sadakanın (zekâtla, gönüllü veya mecburi
bütün vergiler) sahih ve farz yollarla alınması ve toplanması ve şer'an doğru
yollarda harcanması...
Ey cemaat! Siz, ey ilmi ve alım oluşuyla tanınan, iyilikle anılan, toplumda
kılavuzluk, iyilikseverlik ve nasihat severliğiyle bilinen; Allah rızası için halkın
kalbinde büyüklük ve saygınlıkla yer edenler!... Hem öylesine ki, güçlü sizden
çekinmekte, güçsüz size ikram için çırpınmakta, kendisinden hiç mi hiç üstün
olmadığınız ve ona karşı herhangi bir güce de sahip bulunmadığınız kimse size
kendisinden daha fazla değer vermekte, sahip olduğu nimetleri kendisinden
esirgeyip size sunmakta, muhtaç duruma düşen veya genel bütçeden ve
beytülmalden payını alamayanlar için sizin aracılık ve yardımınıza
başvurulmakta, padişahlar ve saygın büyük kimselerin yürüdüğü şaşaalı ve
tantanalı yolda adım atmaktasınız... Gördüğünüz bunca saygınlık ve
sahip olduğunuz bunca manevi gücü; Allah'ın hükümlerini uygulayacağınız
umulduğu için elde edebilmiş değil misiniz aslında?! Ama buna rağmen siz,
Allah'ın birçok hükümlerinin uygulanması hususunda gevşek davranıp
ihmalkârlık gösterdiniz, yüklenmiş olduğunuz ilâhi hukuk ve sorumlulukların
çoğunu yüzüstü bırakıvermiş durumdasınız... Meselamilletin hakkını horlamış ve
kendi haline bırakmışsınız, güçsüz ve zayıfların hakkını zayi etmişsiniz; ama
kendi hakkınız olduğunu sandığınız şey için hemen ayaklanıvermektesiniz. Oysa
ki ne para harcamışlığınız var, ne canınızı Yaradan'ın uğrunda tehlikeye
atmışlığınız ve ne de Allah için herhangi bir kabile veya grupla mücadele
ermişliğiniz!.. Buna rağmen Allah'ın cennetini arzulamakta ve peygamberlerle
muaşerette bulunmayı ve ilahi azaba hiç uğratılmamayı beklemektesiniz. Ey
Allah’tan böylesine beklentileri olan güruh; korkarım O'nun çetin gazabına
uğrayacaksınız bu gidişle! Çünkü Allah Teâlâ’nın azamet ve izzeti sayesinde
önemli bir -sosyal- prestij kazanıp saygın bir konum elde ettiniz, ama Allah'ı
tanıtmayı ve "O'na inanmayı" -ilahi irfan- yaymakta olan, "Allah'ı tanıyıp, O'na
gerçekten inanan -ve bu dalda uzman olan- lara saygı göstermiyorsunuz! Oysaki
sırf Allah'ın sayesinde Allah'ın kullarından itibar görmektesiniz. Sizin için
korktuğum bir diğer husus da Allah indinde yapılmış sözleşme ve ahdlerini
çiğnenip ayaklar altına alındığını gördüğünüz halde kılınızı kıpırdatmadığınıza ve
bu durumdan hiç rahatsızlık duymadığınıza şahit olmamdır! Hâlbuki babalarınızın
küçük bir sözleşme ve taahhüdü için -hiç de böyle davranmıyor ve- pekâlâ telâşa
kapılıp endişeleniyor, -hemen harekete geçiyor- sunuz! Oysa peygamber'e
verilen sözler ve onunla yapılan ahdlerin artık önemsenmediğini görmektesiniz;
körler, sağırlar, düşkünler ve bakıma muhtaçların bütün -köy ve-şehirlerde
sahipsiz bırakıldığını ve onlara hiç mi hiç açınmadığını bizzat müşahede
etmektesiniz. Ne konum ve prestijinize yakışır şekilde davranıyor, nede bu yolda
çalışan ve sizin prestij ve konumunuzu yüceltmeye uğraşanlara değer verip
yardımcı oluyorsunuz... Zalimlerle uzlaşıp yağlı diller döküp dalkavukluklarda
bulunarak o zalim egemen güçlerin size dokunmamasını sağlıyorsunuz... Oysa
bütün bu yaptıklarınız Allah Teâlâ’nın "yapma" diye emrettiği ve
"yekdiğerinize de yaptırmayın" buyurarak nehyettiği işlerdir; ne var ki siz hâlâ
bütün bunlardan gafilsiniz... Sizin belanız, bütün insanların belâsından
daha korkunçtur, zira âlimlik mevki ve konumu sizden alınmış durumdadır, eğer
bilseniz... Zira ülkenin idare ve yönetimi, yargı hükümlerinin karara bağlanması
ve ülke planlamasının onayı -gibi işlerin-; ilahı hakların emini olan ve Allah'ın
helalleriyle haramlarına vâkıf bulunan bilge din adamların uhdesinde olması
gerekir. Oysaki bu makamı (siyasi ve sosyal müdahale ve yönetim yetkisi -çev-)
şimdi elinizden almış ve onu sizden çalmışlardır. Öyle bir makamı elinizden
kaçırmış
olmanızınyegane sebebi ise Hakk'ın ekseninden (İslam kanunu ve Allah'ın h
ükümlerinden) dağılıp uzaklaşmanız ve hakikat ve niteliğinin delilleri hepinize
aşikâr olduktan sonra da sünnet hakkında ihtilafa kapılmanızdan başka şey
değildir. Sizler eğer işkence ve Allah yolunda zorluklara karşı sabırlı, acılara karşı
dirençli olmuş olsaydınız kurallar, onaylamanız için size getirilir ve sizin elinizle
sâdır olurdu, o zaman işlerin sorumlu mercileri sız olurdunuz. Ama siz, zalimlerin
bu makamı elinizden almasına ve kanunen şeriata bağlı bir iktidarın onların eline
düşmesine ve neticede onların, zan ve tahminin çürük temellerine dayalı bir
düzenin çarklarını işleterek şehvet ve hayvani arzularını tatminden ibaret bir yol
tutturmalarına göz yumdunuz. Onlara iktidarı kazandıran şey sizin ölümden
kaçmanız ve dünyanın geçici hayatına bel bağlamış olmanızdır. Sizler bu tutum ve
zihniyetinizle, zayıf ve yoksul kitleleri bu zalimlerin pençesine düşürdünüz; bin
köle gibi ezilir ve diğeri gece gündüz bir lokma ekmek için perişan halde
didinmekten başka bir şey yapamazken baştakilerin alabildiğine bir keyfilikle
iğrenç emellerinin peşinde koşup iğrenç arzularını tatminle uğraşarak rezalet ve
kepazelikler yaratmasına, kötü tıynetlilere uyup Allah'a karşı küstahlıkta
bulunmasına sebep oldunuz siz! Her şehirde kendi atadıkları vaizleri;
konuşmacıları vardır; yeryüzünde rahattırlar, ellerinin ulaşamayacağı şey yok
gibidir; insanlar onların kulu-kölesi haline getirilmiştir, kendilerini savunacak
güçleri - takatleri yoktur. -Bakıyorsunuz- Egemenin bin tam bir diktatör, kindar
ve halkın kötülüğünü istemekte; bir diğeri zavallıları alabildiğine ezip
herkese zorbalıkta bulunmakta; bir diğeriyse -hepsinden beter vehalka büsbütün musallat olmuş, ne Allah tanımakta, ne de bir hesap gününe
inanmakta! Hayret! Nasıl hayret etmez insan?! Toplum öyle bir sahtekâr zalimin
pençesine düşmüş ki atadığı vergi memuru zulmetmekte, valisi dindar insanlara
saygısız ve acımasız davranmakta!.. Hakkında ihtilafa düştüğümüz şey
hususunda hakemlik edip karar verecek olan elbette ki Allah'tır; aramızda baş
gösteren hadiseyi kendi kararıyla kesin bir sonuca bağlayacaktır!
Allah'ım! Hiç şüphesiz bilmektesin ki bizim bu girişimimiz ne siyasi iktidarı
ele geçirme yolunda bir rekabet, ne de dünyanın kıyametsiz nimetleri ve servet
için değildir; bilâkis, biz senin dininin parlak değerleri ve aydın prensiplerini
ortaya koyup insanlara göstermek, yeryüzünde ıslahatta bulunmak, zulme uğramış
kullarını güvenceye alıp vazgeçilmez haklarına kavuşturmak ve belirlediğin
yükümlülüklere tâbi olunup kanun, kural ve sünnetlerine amel edilmesini
sağlamak için kıyam etmiş bulunuyoruz!..
O halde siz -ey din adamları- bu yolda bize yardımcı olup
gasıplardan hakkımızı geri almazsanız zalimler siz galip olacak ve
peygamberinizin nurunu söndürmeye çalışacaklardır! Bir ve eşsiz Allah bize
yeter; biz O'na dayanıyor, O'na güveniyor ve O'na yöneliyoruz. Mukadderat
O'nun elindedir ve dönüş O'nadır!"([198])
Görüldüğü gibi yukarıdaki rivayetin başında geçen ayette "Ey insanlar!
Allah Teâlâ’nın Yahudi bilginlerini -ehbar- kınayarak velilerine ve sevdiği
kullarına verdiği öğütten ders alın!.." buyrulmaktadır. Orada bulunan özel bir
gruba, sırf konuşmayı dinleyenlere, belli bir şehir veya belli bir ülke ya da sırf o
çağdaki dünya insanlarına mahsus bir kitap değildir bu; bu sözleri duyan ve
okuyan herkese yönelik bir çağrı vardır burada. Tıpkı Kur'an'da geçen "ey
insanlar" hitabı gibidir yanı. Allah Teâlâ ehbara, yani Yahudi ulemasına karşı
çıkıp onların tutumlarını reddetmek suretiyle kendi evliyasına öğüt vermekte, ibret
göstermektedir, buradaki "evliya" ve "veli" lerden maksat Ehl-i Beyt imamları -sdeğildir, Allah'a teslimiyet gösteren ve toplumda belli vazife ve sorumluluklar
üstlenmiş bulunan herkestir.
"Din adamları ve bilge yöneticilerin -Rabbanıyyun- ve yüksek bilginlerin Ehbar- onları -Yahudileri- günahkârane sözlerinden ve haram yiyicilikten
sakındırmaları gerekmez miydi? Gerçekten de yapıp ettikleri ve de kötüydü
onların!"
Yukarıdaki ayette Allah Tela "Rabbaniyyun" la "Ehbar"ı kınamakta ve
kendileri Yahudilerin din âlimleri oldukları halde zalimleri günahkârane
sözlerden, yani gerçekleri saptırma, iftira ve yalan gibi amellerden alıkoymadıkları
ve haram yiyicilikten menetmedikleri için hesaba çekmektedir. Bu kınama ve
paylamanın sırf Yahudi din adamlarına veya Hıristiyan âlimlerine mahsus
olmadığı, bütün İslam ulemasını ve esasen genelde bütün din adamlarını
kapsamına aldığı apaçık ortadadır. Binaenaleyh İslam ümmetinin uleması da
zalimlerin politika ve tutumları karşısında hiçbir tepki göstermeden sessiz
kalacak olurlarsa Allah'ın kınamasına uğrayacak, hesaba çekileceklerdir.
Bu durum sadece geçmiştekileri ve geçmiş nesilleri içermez, bu
hususta geçmiştekilerle gelecektekiler aynı hükme tabidir. Hz. Emir -sKur'an'a dayanarak bu mevzuyu belirtmiş ve İslam ümmetinin âlimlerinin
de ibret
alıp
uyanmalarını,
iyiliği
emredip
kötülükten
menetme
vazifesinde ihmalkârlık göstermemelerini ve sapmış zalim egemen güçler
karşısında sessiz kalmamalarını istemiştir. Hz. Emir -s- "Rabbaniyyun" la
"Ehbar"ın kınandığı bu ayete istinatla iki noktayı hatırlatıp vurgulamaktadır:
1- Dini vazifelerin yerine getirilmesi hususunda ulemanın ihmalkârlığının
doğuracağı
zarar,
aynı
müşterek
vazifeler
hususunda başkalarının
ihmalkârlığından doğacak zararlardan çok daha fazla olmaktadır. Nitekim bir
esnaf veya tüccar yanlış ve uygunsuz bir iş yapacak olsa zararını kendisi görür;
ama eğer ulema vazifesinde ihmalkârlık gösterirse, mesela zalimler karşısında
sükût ederlerse bunun zararı İslam’a dokunmuş olur. Vazifelerini yapmaları ve
meselâ, konuşmaları gereken yerde sükût etmemeleri halindeyse İslam
fayda görmüş olur.
2- Şeriata aykırı her şeyden sakınmak ve sakındırmak gerekiyorsa da imam
-s- -burada- bilhassa "günahkârca söz"le, "haram yiyicilik" in altını çizmek
suretiyle bu iki "münker"in -kötü- diğer bütün münkerlerden daha tehlikeli
olduğunu
ve
dolayısıyla
bu
ikisine
karşı
daha
fazla
ve
daha ciddi mücadele verilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü kimi zaman
zalim düzenlerin -propaganda ve iletişim- mekanizmalarının sözleri ve
propagandalarının ıslama ve Müslümanlara verdiği zarar, eylem ve
politikalarından daha fazla olmakta; İslam’ın ve Müslümanların onur ve haysiyetini
pekâlâ tehlikeye düşürebilmektedir. Allah Teâlâ "Zalimlerin yalan ve iftiralarıyla
günahkârane propagandalarına niçin engel olmadıkları" nı sorarak – din
adamlarını kınamaktadır. "Ben Allah'ın halifesiyim, takdir-i ilahı benim elimle
tecelli eder, Allah'ın hükümleri benim uygulamakta olduğum üzeredir, İslam
adaleti benim dediğim ve yaptığım şekildedir..." iddialarında bulunan (ve
gerçekteyse adaletle zerrece alâkası olmayan) o adamı niçin yalanlamadılar? –
Onun iddia ettiği- bu tür sözler "günahkârca sözler" dir. Toplum için çok
zarar verici olan bu günahkârane sözlere neden engel olmadılar? İlgisiz
laflar eden, ihanetlerde bulunan, İslam’a bid'atlar sokup olmadık darbeler indiren
bu zalimleri niçin engelleyip bu günahlardan vazgeçirmediler?
Eğer biri kalkıp da İslam hükümlerini Allah'ın rızasına ters cihette tefsir
edip yorumlar ve, "İslam adaleti böyle icap ediyor", diyerek İslam’a bid'at sokup
İslâmî olmayan hükümleri uygulamaya kalkışırsa ona alenen karşı çıkıp
muhalefette bulunmak, âlimlere farzdır; -bu durumda- muhalefette bulunup karşı
çıkmayacak olurlarsa Allah'ın lanetine uğrayacaklardır. Ayet-i şerifenin apaçık
ortaya koyduğu bu gerçek; hadisle de vurgulanmaktadır: "Bid'atler ortaya çıkınca
ilmini -dinini- açıkça izhar etmek âlime farz olur; aksı takdirde Allah'ın lanetine
uğrar."([199]) Demek ki muhalefetini göstermek ve Allah'ın hüküm ve buyruklarını
izhar edip açıklamak -ki bid'at, zalim ve günaha karşı ve muhaliftir- bile tek
başına faydalı olabilmektedir.
Çünkü böylelikle halkın çoğunluğu baştaki hain, fasık veya
dinsiz egemenlerin sosyal ahlaksızlıklarıyla zulümlerini anlayacak, bu durumda
onlara karşı mücadeleye girişecek, zalimlerle uzlaşmayacak, hain ve fasid
egemen güçlere boyun eğmemeye karar verecektir. Din ulemasının böyle
durumlarda olanın muhalefetlerini sergilemeleri, toplumun dinî liderlik
mekanizmasından yükselen bir "iyiliğe emr, kötülükten men"dir, ki geniş çaplı
bir "iyiliğe emr, kötülükten men"i beraberinde getirecek; güçlü bir muhalefet ve
"iyiliğe emr, kötülükten men" hareketim başlatacaktır. Dindar ve iffet sahibi
bütün bir halkı arkasına alacak çapta geniş bir harekettir bu. Öyle bir hareket ki;
yoldan çıkmış olan zalim egemenler bu harekete teslim olmaz ve İslam’ın doğru
yoluna girip ilahi hükümlerin gereğine eğilmeyerek bu hareketi silahla
sindirmeye kalkışırlarsa silahlı tecavüze yeltenmiş olurlar ki bu durumda "fîhî
bâğiye" -isyankâr topluluk- hükmüne girmiş olurlar. Bu durumda da topluma
hâkim politika ve yönetici egemenlerin yol ve yöntemlerinin İslam prensip ve
hükümlerine uygun olması için bu "fîhi bağiye" ye, yanı isyankâr
egemenlere([200]) karşı silahlı cihada girişmek bütün Müslümanlara farz olur.
-Bütün din adamlarına hitaben /çev/: -Baştaki yöneticilerin bid'atlerinin
önünü alacak ve bu bozukluk ve fesatları durduracak güce şimdilik sahip
değilseniz, hiç olmazsa sessiz sedasız oturmayın' Başınıza vuruyorlarsa -baskı
ve engellemeyle karşılaşıyorsanız- en azından bağırıp çağırın, itiraz edin! İnzilam
-zulme eğilmek, zulme rıza gösterip susmak- etmeyin! İnzilâm, zulümden daha
beterdir1 İtiraz edin -zalim egemenleri /çev/- inkâr edin, tekzip edin, haykırın.
Onların propaganda ve yayın araçlarına karşılık sizin de propaganda ve
yayın aracınız olmalıdır ki onların yalan ve iftiralarını tekzip edebilsin, onların
yalan söylediğini; İslam adaletinin, onların iddia ettiği gibi olmadığını belirtsin!
Müslüman aileler ve İslam toplumu için belirlenmiş olan İslam adaleti -nin ne
olduğunu- onlar da bilir, bunun bütün programları yazılı ve basılı olarak
ellerinde mevcuttur. Bunlar söylenip açıklanmalıdır ki halk bilip uyansın;
gelecek nesiller bu cemaatin -ulema- sükûtunu hüccet -delil- olarak
değerlendirip "ulema bu işe sustuğuna göre, demek ki zalim egemenlerin
yöntemleri ve yaptıkları şeriata uygunmuş, zalimlerin haram yiyicilikleri ve
halkın malını yağmalamaları şeriata aykırı değilmiş!" demesinler.
Bazı Müslümanların düşünce kapasitesi şu caminin duvarlarını aşamadığı
ve daha derinlemesine ve daha ilerisini düşünebilecek kapasiteleri olmadığından
"haram yiyicilik" ten söz edildiğinde hemen ve sadece, sokaklarının başındaki
bakkal geliverir hatırlarına; -Allah göstermesin- "eksik tartıyor" diyerek!... Bütün
bir ülkenin sermayesini yutan, beytülmali çalıp çırpan, petrolümüzü yiyen,
yabancı sermaye ve yatırım şirketleri adına ülkemizi hiç de zaruri olmayan pahalı
ecnebi mallarının tüketim pazarı haline getiren, bu yolla halkın parasını
kendisinin ve ecnebi yatırımcıların cebine akıtan o büyük "haram yiyicilik",
"yağmalama ve talan etme"leri idrak edip kavrayamazlar. Petrolümüz çıkarıldıktan
sonra hepsini belli bazı yabancı ülkeler alıp götürüyor([201]) baştaki kendi
yardakçıları olan egemene -şah- verdikleri az miktardaki sus payını da başka
yollarla yine kendi ceplerine kaydırıyorlar. Devletin kasasına giren az bir
miktarın ne olduğunu, nerelere harcandığını ise ancak Allah bilir. İşte bu haram
yiyicilik, uluslararası çapta, çok geniş boyutlu bir "haram yiyicilik" tir. Ürkütücü
ve en tehlikeli "münker" ve "kötü", budur işte. Toplumun durumunu, devlet ve
hükümet kuruluşlarının yaptıklarını şöyle bir dikkatle inceleyiverin; ne kadar
korkunç çaplarda "haram yiyicilik'ler olduğunu görürsünüz!.. Memleketin bir
köşesinde bir deprem vuku bulacak olsa baştaki çıkarcı egemenlere yeni bir
kazanç ve "haram yiyicilik" yolu açılmış olur, depremzedelere yardım adı altında
kendi ceplerini dolduruverirler hemen. Baştaki zalim ve anti-milli yöneticiler
yabancı devlet veya şirketlerle imzaladıkları anlaşmalarla millete ait
milyonları kendi ceplerine akıtır ve yine millete ait milyonları yabancıların ve ecnebi- patronlarının kasalarına kaydın verirler! Bunlar, hepimizin gözleri
önünde cereyan eden ve halâ da etmekte olan sel misali -astronomik rakamlara
ulaşan- "haram yiyicilik"lerden birer örnektir sadece; dış ticaretlerde, maden
işletmeleri, orman ve diğer doğal kaynaklardan yararlanma ortak
anlaşmalarında, yol ve bina yapımı ya da batılı emperyalistlerle komünist
emperyalistlerden silah alımı anlaşmalarında... -bu haram yiyicilik sürüp
gitmektedir öylece...Bu vurgunculuk ve haram yiyiciliklerin önünü bizim almamız gerekir.
Bütün halkın vazifesidir bu; ama din âlimlerinin sorumluluk ve vazifesi çok daha
ağır ve önemlidir. Bizim bu mukaddes cihat ve ağır sorumluluğu diğer Müslüman
birey -ve kesimlerden- çok daha önce ve fazla üstlenmemiz gerekir. Sahip
olduğumuz mevki ve konum, bu işte ilk adımı bizim atmamızı gerektirmektedir.
Eğer bu gün bu işlen engelleyip millete ihanet eden iktidardaki hırsızlar,
çapulcular ve haram yiyicileri cezalandırabilecek güç ve imkânlara sahip değilsek
-bile en azından- bu güç ve imkânları elde etmeye çalışmamız gerekir. Tabi
bu arada hiç olmazsa en asgari vazifemizi yerine getirmek ve hakikatleri
söylemeyi ihmal etmeyerek haram yiyicilikler ile yalan, iftira ve karalama
oyunlarını ifşa etmek durumundayız. İktidarı ele geçirdiğimizde sadece ülkenin
politikasını, iktisadını ve idaresini düzeltmekle kalmayacak, aynı zamanda bu
haram yiyicilerle yalan ve iftira düzenleri kırbaçlayıp hak etikleri cezayı
vereceğiz.
-Biliyorsunuz- Mescid-i Aksâ'yı kundaklayıp yaktılar. Şimdi biz "bırakın
Mescid-ı Aksa bu yarı yanmış haliyle öylece kalsın, -İsrail'in işlediği- bu suç izini
silmeyin!"([202]) diye feryat ederken şah rejimi kalkmış özel hesap açtırıyor,
Mescid-i Aksâ'yı yeniden restore edip yaptıracağız diye milletten para topluyor ve
bu fırsatı da kendi cebini doldurmak için kullanıyor ve bu arada İsrail'in suç
izlerini de –fark ettirmeden- ortadan kaldırmaya çalışıyor tabi!
İslam ümmetinin yakasından düşmeyen ve işin bu raddeye varmasına neden
olan musibetler bunlardır işte. İslam âlimlerinin bu meseleleri söyleyip
anlatmaları gerekmez mi? "Rabbaniyyun ve ehbar, onları -Yahudileri- günahkarca
sözlerden ve haram yiyicilikten niçin men etmiyorlar?!" Niçin haykırmıyorlar?!
Bu talan, vurgun ve çapulculuklardan niçin hiç söz etmiyorlar?!
Daha sonra "İsrailoğullarından kâfir olanlar lanetlendi" ayeti geliyor ki
burada konumuza girmediğinden, üzerinde durmuyoruz.
Daha sonra -rivayette- şöyle buyruluyor: "...Gerçekte Allah Teâlâ’nın onları
-Yahudi din adamlarını- kınamasının nedeni, onların, zalimlerle kötülerin fesat
işlemekte olduklarını gördükleri halde buna engel olmamalarıydı."
Yine rivayete göre, bu suskunluğun da iki nedeni vardı: 1- Çıkarcılık ve
menfaat, 2- Zillet, alçalış ve horluk; ya da hırslı ve tamahkâr insanlardı,
zalimlerden maddi çıkarlar sağlıyor ve sus payı alıyorlardı. Veya tavşan yürekli
korkak insanlardı ve zalim egemenlerden çekmiyorlardı. Emr-i bi'l maruf, nehy-i
anıl münker rivayetine bir bakın, emr bi'l maruf nehy-i anil münkerden kaçınmak
için sürekli özür ve bahaneler öne sürenlerin bu tutumu eleştirilmekte ve böyle
"susma"lar kınanmaktadır.([203])
Ayet-ı kerimede "Allah diyor ki, insanlardan korkmayın, Benden korkun..."
buyurulmaktadır. Evet, Allah Teâlâ "onlardan korkmayın" buyuruyor. Niçin
korkuyorsunuz ki9Sizi hapse atıp sürgüne göndermekten veya öldürmekten
başka ne yapabilirler9 Bizim evliyamız -velilerimiz- İslam uğrunda can verdiler,
sız de bu gibi şeylere hazırlamalısınız kendinizi... Sonra da ayette şöyle
buyrulmaktadır. "Müminler -kadın ve erkek- birbirlerinin velisidirler; birbirlerine
marufu emreder, münkerden nehyederler, namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve
Resulüne itaat ederler..."(Tövbe/71)
-Ve rivayet şöyle sürmekte:- Emr-ı bi'l maruf ve nehy-i anil münker vazifesi
iyi bir şekilde yerine getirilirse farzlar mutlaka uygulanacaktır. "İyiliği emr ve
kötülükten men" aslı uygulanacak olursa zalimlerle yardakçıları halkın malını mülkünü alıp kendi keyiflerine göre harcayamazlar, halkın vergilerini telef
edemezler. Emri bi'l maruf ve nehy-i anıl münker İslam’a davet eder, mezalimi
reddeder, zalime karşı çıkar."
"İyiliğe emr, kötülükten men" farzının genel sebebi bunlardır. İyiliğe emr,
kötülükten men olayını bizler dar bir çerçeve içinde algılamışız; yapılması veya
yapılmamasının zararının doğrudan doğruya ve sadece bireye yönelik olduğu
durumlarla sınırlamışız... Meselâ zihnimize yerleştirilen şey, "münkerat"ın
günlük hayatta karşılaştığımız günübirlik şeylerden ibaret olduğu şeklindedir.
Mesela otobüste oturduğumuz sırada bir müzik çalınıveriyorsa veya mesela falan
kahvede ters bir iş yapılıyorsa, ya da çarşının ortasında birisi orucunu yerse
münkerât vukubulmuş oluyor ve bunun engellenip menedilmesi gerekir diyoruz- ama o büyük çaptaki münkerata dikkat etmiyoruz hiç; asıl,
İslam’ın haysiyetiyle oynayan, zayıflarla düşkünlerin haklarını çiğneyen o
malum güruha nehy-ı anıl münkerde bulunmak ve kötülükten menetmek gerekir.
Ters bir iş yaptıkları veya bir canilikte bulunduklarında zalimlere karşı topyekûn
bir itiraz olursa; "şu uygunsuz işi yapmayın!" diye bütün İslam beldelerinden
birkaç bin telgraf yağdırılırsa kesinlikle çekinir ve -o işten- vazgeçerler. İslam'ın
onur ve haysiyetine veya halkın maslahatına ters düşecek bir şey yaptıkları veya
bu cihette bir söz sarf ettikleri zaman dört bir yandaki Müslümanlardan, ülkenin
bütün şehir, köy ve kasabalarından protestolar yağıp tepkiler gösterilecek olursa
hemen geri adım atarlar. Atmazlık edebilirler mi sanıyorsunuz? Asla! Ben onları
çok iyi tanıyorum, neyin nesi olduklarını çok iyi bilirim ben onların! Çok da
korkaktırlar! Çok çabuk gerileyiverirler. Ama bizim kendilerinden daha pısırık
olduğumuzu görürlerse cevelan etmeye, gürlemeye başlarlar.
Âlimlerin birlik içinde olduğu, bir araya gelip toplandığı ve diğer şehirlerden
de halkın onlara destek verdiği, çeşitli -kasaba ve şehirlerden- heyetlerin gelip
konuşmalar yaptığı o hadisede([204]) rejimin nasıl gerilediğini gördünüz, o kanun
tasarısını geri çekip iptal ettiler. Daha sonra bizleri tedricen soğutup
gevşettikten, bir birimizden ayırdıktan ve her birimiz için sözde "şer'î vazifeler(!)"
belirledikten sonra aramızda baş gösteren söz ayrılığı ve elbirliğimizin olmaması
onlara cür'et vermiş oldu, küstahlaştılar; şimdi Müslümanlara ve -şu- İslam
ülkesine dilediklerini yapabiliyorlar işte!
-İmam'ın hutbesinde de belirtildiği gibi- iyiliğe emredip kötülükten menetme
prensibi; İslam’a çağırmak, zulmü reddetmek ve zalime karşı koymak gibi önemli
işler içindir. -Eksik tartan bir bakkal veya-baharatçı -bu gibi- yanlış bir şey
yapmakla İslam’a değil, kendisine zarar vermiş olur. Asıl, şu İslam’a zarar
verenlere emr-i bil mâruf, nehy-i anıl münkerde bulunmak gerekir; çeşitli yollarla
halkın varını - yoğunu yağmalayanları -baştaki vurguncuları- men ve nehyetmek
gerekir asıl!
Bu gibi mevzular bazen gazetelerde bile geçiyor; ama bazen mizah yollu
söyleniyor, bazen de ciddi; -mesela- sel felaketine uğrayanlar veya depremzedeler
için topladıkları bağış ve yardımları kendilerinin yediği yazılıyor... Melayir
şehrindeki bir alim, "böyle bir felaket hadisesinde canını kaybedenler için bir
kamyon kefen götürmüştük, ama görevliler halka ulaştırmamızı engellemeye
çalıştılar, bunları bile yemek istiyorlardı!!" diyor... Emr-i bil maruf nehy-i anil
münker böyleleri için daha gereklidir.
Şimdi sorarım size, Hz. Emir'in -s- bu hadiste buyurmuş oldukları, o sırada
etrafında oturup o hazreti dinlemekte olan kendi ashabı için miydi?! "İbret alın
ey insanlar!" hitabı bize yönelik değil midir sahi?! Biz de "insan" değil miyiz?
Bu hitaptan bizim de ibret almamız gerekmez mi?
Bahsimin başında da belirttiğim gibi bu hitap belli bir kesim veya belli bir
cemaat için değildir, bilakis her yönetici, her emîr, her vezir, her yetkili, her salih
için; bütün dünya bütün insanlar ve yaşamakta olan her birey, herkes için o
hazretin belirleyip iblağ etmiş olduğu bir tebliğ ve genelge hükmündedir O
hazretin bu tür tebliğ ve genelgeleri Kur'an'la omuzdaştır, tıpkı Kur'an gibi
kıyamet gününe kadar itaati farzdır. İstidlal olan, Yahudi ulemasını kınandığı
mezkûr ayet, her ne kadar "Rubbanıyyun"la "Ehbar"a yönelikse de gerçekte
herkese yönelik olan genel bir hitap vardır burada. Yahudi din adamları seslerini
çıkarıp haykırmak, itiraz edip meseleleri anlatmak suretiyle bir şeyler
yapabilip zulmü durdurabilecekleri halde sırf dünyaya olan düşkünlükleri
veya korkaklıkları yüzünden zalimlerin karşısında sustukları için nasıl Allah'u Tealâ
tarafından kınanıp azarlanıyorlarsa; zalimlere karşı kıyam etmeyip sessiz
kalmaları halinde İslam âlimleri de aynı şekilde tekdire uğrayacak ve Allah Tealâ
tarafından dışlanıp kınanacaklardır.
Böylece bütün insanlara yönelik bu hitaptan sonra İslam âlimlerine hitaben
şöyle buyurmaktadır:
"Sizin toplumda saygın ve özel bir yeriniz var; İslam toplumu size saygı
gösterip hürmette bulunmaktadır. Toplumda gördüğünüz bu izzet ve saygınlığın
nedeni; halkın sizden zalimler karşısında haktan ve haklıdan yana çıkarak kıyam
etmenizi ve zulme uğrayanların haklarınızalimlerden almanızı beklemesidir. Halk
kıyam edip zalimlerin zulmüne son vereceksiniz diye size bel bağlamış
durumdadır."
"Siz prestij ve iyi bir sosyal konum elde ettiniz, ama makama ulaştığınızda
bu makamın hakkını veremediniz."
Babanız için bir hadise olur veya Allah göstermesin, biri sizin babanıza
saygısızlıkta bulunacak olsa rahatsız olursunuz, bağırır, haykırırsınız. Ama
gözlerinizin önünde Allah'ın ahdleri çiğneniyorken, İslam’a saygısızlık ediliyorken
sesinizi bile çıkarmıyorsunuz. Hatta kalben dahi olsun, üzülmüyorsunuz...
Üzülseydiniz sesiniz çıkar, itiraz ederdiniz zaten!..."
"Körler, dilsizler ve düşkünler ezilip gitmede ve kimsenin onları düşündüğü
yok! Yalınayak ve yoksul zavallı halkı düşünen yok'.."
Radyolarda kopardıkları onca yaygaranın doğru mu olduğunu sanıyorsunuz?
Kendiniz gidip yakından görün, halkın nasıl -perişan-yaşadığını bizzat müşahede
edin. 100-200 köyden birinde bir sağlık ocağı yoktur! Zavallılar ve aç yoksullar
için kimse bir şey düşünmüş değildir! İslam’ın fakirlere ve yoksullar için
öngördüğü programın gerçekleşmesine de fırsat vermiyorlar İslam fakirlerin
sorununu halletmiş ve bunu programının 1. ilkesi edinmiştir: "...devlet gelirleri
ve vergiler yoksullar içindir!.."([205]) İslam, her şeyden önce fakirlerle yoksulların
işlerinin yoluna konulması ve herkesten önce onların düşünülmesi gerektiğini
öngörmüştür. Ama bunun gerçekleştirilmesine izin vermiyorlar işte!..
Zavallı millet fakirlik ve açlık içinde yaşıyorken İran'daki yöneticiler her gün
halktan topladıkları onca vergiyi kendi keyiflerine harcıyorlar!. İsrail ordusuyla
yardakçılarının gelip bizim memleketimizde asken eğitim görmesi için -şahfantom uçakları alıyor! Bugün Müslümanlarla savaş halinde olan İsrail -ki onu
destekleyenler de Müslümanlara savaş açmışlar demektir- bizim memleketimizde
öyle destek bulmuş ve iktidardaki güç tarafından öylesine himaye edilir olmuştur
ki, İsrailli subaylar, askeri eğitim için bizim ülkemize gelmektedirler!! Bizim
memleketimiz onların üssü olmuş yani!!. Piyasamız da onların elinde zaten...
Eğer bu minval üzere gider ve Müslümanlar da bu gevşekliklerini sürdürürlerse
İsrail, Müslümanların piyasasını mahvedecektir.
"... Siz makam ve konumunuzu - İslam ve mazlumlar için -kullanmıyor, hiç
bir şey yapmıyorsunuz. Şer'i vazifesine amel etmekte olan kimseye de yardımcı
olmuyorsunuz.
"Zalimin sizi desteklemesine, size saygı göstermesine güveniyor, bununla
avunuyorsunuz, meselâ size "...çok saygıdeğer büyük şeyh hazretleri" demesi
hoşunuza gidiyor. Milletin başına neler geldiği, hükümetin neler yaptığı ise
umurunuzda bile değil!"
İmam -s- "benim hakkımı gasp ettiler, siz kıyam etmediniz" veya "İmamların
-s- hakkını alıyorlardı da siz sesinizi bile çıkarmıyordunuz!" diyebilirdi, ama
"ulema-i billah" demektedir ki bu da "rabbaniyyun" la önderlerden ibarettir; yoksa
maksat "irfan ve felsefe ehli" değildir. "Âlim-i billâh" Allah 'in hükümlerine âlim
olan ve ilahi hükümleri bilen kimseye denir. Ruhaniyet ve Allah Teâlâ' ya
teslimiyet halinin kendisine egemen olduğu böyle insanlara "ruhani "ve "rabbani"
denir.
"Eğer siz dürüst insanlar olup bu işe girişseydiniz işlerin size geldiğini ve
sizden başladığını, emri sizin verdiğinizi ve size müracaat edildiğim görürdünüz.
İslam’ın istediği devlet kurulmuş olsaydı bugün dünyadaki mevcut devletler onun
karşısında duramaz, teslim olurlardı. Ancak, böyle bir devletin kurulması
hususunda maalesef ihmalkârlık gösterilmiştir. Sadr-ı İslam dönemindeki
muhalifler engellediler -bu devletin- kurulmasını; iktidarın, Allah ve Resulünün sav- razı olduğu kimsenin elinde olmasına onlar engel oldular, yoksa iş buraya
varmazdı, -bu kadar bozulmazdı- ."
"Siz vazifenizi yerine getirmeyip devlet ve yönetim işini bırakınca, zalimlere
bu makamı işgal edebilme imkânı ve ortamı doğmuş oldu Şeriata dayalı bir
devletin onların eline düşmesine ve insanların zan ve şüphe üzerine kurulu bir
düzen tarafından yönetilmesine ve baştakilerin keyfi bir yönetim tutturup
şehvetlerini tatminden başka şey düşünmemesine sebep oldunuz. Onların
yönetimi ele geçirebilmelerinin tek nedeni, sizin ölümden korkarak kaçmanız ve
dünyanın sizden kaçmakta olan yaşamına gönül verip bel bağlamanız oldu. Siz
bu tavrınızla yoksul ve zayıf kitleyi zalimlerin pençesine düşürdünüz; öyle ki
kimi insanlar köle gibi ezildi; kimileri gece gündüz bir lokma ekmek için çırpınır
oldu... Baştakilerse keyfi yönetimlerinde ve sorumsuzca iğrenç emellerinin
peşinde..."
Bütün bu durumlar bizim zamanımıza da tıpatıp uyuyor! Hatta hazretin
buyurmuş olduğu o dönemlerden daha fazla uymada bizim çağımıza!
O dönemlerde minberdeki bazı hatipler zalimleri övüyordu; şimdi radyolar
var, her gün bağıra bağıra İslam karşıtı ve onların lehine propagandalar yapıyor,
İslam hükümlerini, olduğunun tam tersi şekilde gösteriyorlar.
-Yine hutbede geçtiği üzere- bugün de İslam beldeleri zalimler için hazır ve
amade hale getirilmiştir ve çıkıp da karşılarına dikilecek kimsede de yoktur.
-Rivayetin geriye kalan kısmını da incelerseniz- rivayetin baştan sona
ulemayla ilgili olduğunu görürsünüz. "Alım-i billah"tan maksadın Ehl-i Beyt
imamları -s- olduğunu gösterecek hiçbir belirti de mevcut değildir; "ulemâ-i
billâh" ve "Rabbani", İslam ulemasıdır! "Rabbani", Allah'a inanan, Allah'ın
hükümlerini bilen ve Allah'ın helaliyle haramı hususunda "emin ve güvenilir"
olan kimseye denilir.
Rivayette " işlerin mecra ve icrası ulemanın elindedir" derken bunun birkaç
yıllığa mahsus olduğu veya meselâ sadece Medine ahalisine has olduğu gibi bir
anlam kastedilmemektedir. Bizzat bu rivayet ve hutbeden de açıkça
anlaşılmaktadır ki Hz. Emir'in -s- maksadı çok daha geniş ve geneldir; maksat
büyük -İslam- ümmettir, haktan yana tavır koyup kıyam etmesi istenmektedir bu
ümmetin.
Allah'ın helal ve haramları hususunda " emin"ler olan âlimler; daha önce
belirttiğim "ilim" ve "adalet" sıfatlarıyla da muttasıf olup Allah'ın hükümleri ve
İslam’la ilgili işler onların eliyle cereyan etseydi insanlar artık hiçbir zaman aç
ve zavallı kalmaz, İslam hükümleri terkedilmezdi.
Bu rivayet-ı şerife, bahsimizi onaylayıcı niteliktedir, senedi zayıf olmasaydı
delillerden sayıldığı da söylenebilirdi([206]) bizzat rivayetin mazmunu, -bu rivayetinmasum imamın -s- ağzından çıktığını ve sadık bir mazmun olduğunu
göstermektedir zaten.
Böylece "velayet-ı fakih" mevzuunu tamamlamış bulunuyoruz, bu konuda
tekrar konuşacak değiliz artık. Meselenin teferruatı -füruu- konusunda, yani
mesela zekâtın nasıl olacağı ve hadlerin nasıl uygulanacağı gibi mevzulara
girilmesine de hiç gerek yok. Biz meselenin aslı ve usulü olan velayet-i fakih,
yani İslam devleti mevzuunu ele aldık burada. Bu sohbetimde, Hz. Resulü Ekrem
-saa- ve Ehl-i Beyt'in masum imamları -s- için geçerli olan "velayet"in fakih içinde
geçerli olduğunu arz ettim, bu konuda zerrece şüphe yoktur. Bazı istisnai haller
olabilir ki, biz de onları bu mesele dışında tutuyoruz zaten.
Daha önce de belirttiğim gibi velayet-i fakih mevzuu ilk kez bizim gündeme
getirdiğimiz yeni bir mevzu değildir; bilâkis, öteden beri var olagelen
konulardandır. -Meselâ- Merhum Mirza Şirâzi'nin tütünü haram edip yasaklama
konusundaki hüküm ve fetvası([207]) devlet ve yönetimle ilgili bir hüküm ve fetva
olduğundan, diğer fakihleri de bağlıyordu ve onların da bu hükme uyması farzdı.
Nitekim birkaç istisna dışında, İran'daki büyük âlimlerin tamamı bu fetvaya
udular.([208]) Bu hüküm, birkaç kişinin belli bir mevzudaki anlaşmazlığını
çözmek için verilmiş bir yargı fetvası değildi ki merhum Mirza Şirazi
kendi teşhisiyle yargıda bulunup karar vermiş olsun! Müslümanların maslahatı ve
"sânev1 hüküm"([209]) verilmiş yönetim ve devlet boyutlu bir fetvadır bu. Gerekçe
var olduğu sürece bu fetva geçerliydi, gerekçenin ortadan kalkmasıyla birlikte bu
hüküm ve fetva da kaldırılmış oldu.
Aynı şekilde, Merhum Mirza Muhammed Taki Şirâzi'nin([210]) verdiği cihat
hükmü -ki ismi müdafaa ve savunmaydı- ve bu hükme bütün ulemanın itaat
etmesinin nedeni bunun, "İslâmî devlet ve yönetimle ilgili bir hüküm ve fetva"
olmasıydı.
Nakledildiğine göre Merhum Kâşiful Gıtâ da([211]) bu mevzuların çoğunu
belirtmiştir. Arz ettiğim gibi, Merhum Neraki, Hz. Resulullah'ın -saa- bütün şer'i
vazife ve yetkilerinin fakihler için de geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Merhum
Nâiynî de "Ömer bin Hanzala" makbulesine istinaden aynı sonuca
varmıştır.([212]) Kısacası, bu meselenin yeniliği yoktur, biz sadece biraz daha
etraflıca ele almış olduk; devlet ve yönetim mevzununu inceleyerek beylere konuşmayı dinleyen yüksek din bilimleri öğrencilerine- sunduk ki mesele biraz
daha aydınlığa kavuşmuş olsun. Allah Teâlâ’nın kitabı ve Resulünün -saalisanındaki emirlerine itaat ederek günümüzde ihtiyaç duyulan bazı konuları da
beyan ettik, yoksa mesele -bizden önce de- birçoklarının anlamış olduğu
üzeredir.
Biz burada meselenin esasını ve özünü ele almaya çalıştık; bugünkü ve
gelecek neslin bu meseleyi detaylarıyla tartışıp üzerinde etraflıca kafa yorması ve iktidarı- ele geçirmenin yollarını düşünüp araştırması gerekir. Gevşeklik,
tembellik, ihmalkârlık ve ümitsizliği kendilerinden uzaklaştırmalıdırlar. Nasıl
kurulacağı ve teferruatla ilgili diğer mevzuları meşveret ve fikir alışverişiyle
belirlemeli, İslam devletiyle ilgili işleri emin ve güvenilir uzmanlara, inançlı bilge
ve akıl sahiplerine bırakmalı; hainin elini devletten, vatandan ve Müslümanların
beytülmalinden kesmeli ve gerçek kudret sahibi Allah Teâlâ’nın onlarla birlikte
bulunduğundan emin olmalıdırlar.
5. BÖLÜM
İSLAM DEVLETİ KURMAK İÇİN GEREKLİ MÜCADELE PROGRAMI
İslam Devleti Kurmak İçin Gerekli Mücadele Programı
Bizler, İslam devletinin kurulması için ciddiyet ve çaba sarf
etmekle mükellefiz. Bu yolda yapacağımız ilk çalışma, tebligat ve
propaganda olmalıdır. Tebligat yoluyla başlamamız ve ilerlememiz gerekir.
Dünyanın her yerinde ve daima böyle olmuştur bu. Önce birkaç kişi oturup belli
bir mevzu etrafında düşünür, karar verir ve ardından tebligat ve propagandaya
başlarlar. Hemfikirler yavaş yavaş artmaya başlar ve derken ya belli bir güç
halinde büyük bir devlete sızmak veya ona karşı mücadele edip savaşmak
suretiyle o devleti yıkarlar. Meselâ Muhammed Ali Mirzâi'yi([213]) ortadan
kaldırmış ve meşrutiyet yönetimini kurmuşlardır. Hiçbir zaman daha işin
başındayken ordu ve kayda değer bir kuvvet var olmuş değildir; hep
propagandayla ilerlenmiş, sadece propagandayla gidilmiştir. Zorbalıklar ve
zulümler kınanıp protesto edilmiş, millet bilinçlendirilmiş ve bu zorbalık ve
zulümlerin yanlış olduğu -ve yapılmaması, engellenmesi gerektiğiyolunda bilgilendirilmiştir; derken propagandanın boyutları giderek, artıp
toplumun bütün kesimlerini sarmış, halk uyanıp harekete geçmeye başlamış ve
neticeye ulaşılmıştır.
Evet, sizin şimdi ne ordunuz var, ne de -yönetimi kendi elinizde olan- bir
ülkeniz; ama propaganda imkânınız var... Düşman bütün propaganda araçlarını
elinizden alabilmiş değildir. İbadetle ilgili meseleleri elbette ki halka anlatıp
öğretmeniz gerekir, ama -bugün- 1. derecede önemli olan, İslam’ın siyası
meseleleridir, İslam’ın hukuki ve iktisadi meseleleridir. İşin ekseni bunlardır ve
bunlar olmalıdır. Vazifemiz, hakka dayalı bir İslam devletinin temellerini
atabilmek için şimdiden çalışmaya başlayıp çaba göstermektir; tebliğ ve
propagandada bulunup eğitmek, hemfikirler yetiştirmek, büyük bir fikri
ve propaganda dalgası yaratmaktır; böylece sosyal bir akım oluşabilecek, bilinçli
ve sorumluluk sahibi dindar kitleler İslami hareket etrafında toplanarak kıyam
edip İslam devletini kurabileceklerdir.
Propagandayla -tebligat- eğitim ve yetiştirme -talimat- iki önemli ve esas
çalışmadır. İslam devletinin kurulup toplumda İslam hükümlerinin uygulanmasına
müsait bir ortam oluşması için fakihler, İslam inançlarının, hüküm ve
sistemlerinin (sosyal, idari, mülkî, askerî, iktisadi, kültürel vb. çeşitli yapılanma
şekillerini -çev-) tebliğ ve propagandasını yapıp halkı yetiştirmekle
yükümlüdürler. Rivayette de gördünüz; Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- varisleri, yani
fakihlerin özellikleri anlatılırken "insanlara dini öğretir, talim ettirirler"
ibaresi geçmektedir. Bilhassa sömürü politikaları ve maddecilerin
İslam gerçeklerini saptırma ve Müslümanları şaşırtıp yanlışa düşürme
siyaseti izledikleri günümüz şartlarında gereklidir bu. Bu şartlarda tebligat
ve öğretip yetiştirme hususundaki sorumluluğumuz her zamankinden fazladır.
Bugün Yahudilerin –hazalekumullah([214]) Kur'an'a müdahale ettiklerini görmekteyiz,
işgal ettikleri bölgelerdeki Kur'an'larda bazı değişiklikler yapmışlar! Biz bu tür
ihanet ve haince müdahaleleri önlemekle görevliyiz. Yahudilerle onların ecnebi
destekçilerinin İslam’ın aslı ve esasıyla düşman oldukları ve bütün dünyaya
hükmedecek bir Yahudi devleti kurmak istediklerini halka anlatmak,
Müslümanları bundan haberdar etmek için haykırmak gerekir. Pek zararlı, şerli ve
faal bir cemaat oldukları için, neuzubillah -Allah göstermesin- bir gün
emellerine ulaşmalarından ve içimizden bazılarının ihmalkârlık ve gevşekliği
neticesinde günün birinde Yahudi’nin başımıza geçip bizi yönetmesinden
korkarım! Allah o günü göstermesin! Diğer taraftan sömürü kuruluşlarının
propaganda araçlığını yapan bir grup müsteşrik de -şarkiyatçı- İslam’ın
hakikatlerini tersyüz edip bozmak için faaliyete geçmiş durumdadır. Sömürü
misyonerleri –İslam’a karşı- yoğun bir çalışma temposu içindedirler; bütün
İslam beldelerinde zehirli propagandalarıyla gençlerimizi bizden ayırmaktadırlar.
Yahudi veya Hristiyanlaştırıyor değiller; dinsizleştiriyorlar, ahlâklarını
bozuyorlar, laubalilik ve sorumsuzluk aşılıyorlar ki bu da sömürücüler için
yeter zaten!
Tahran'da kilise, Siyonizm([215]) ve Bahailik'in([216]) zehirli propagandalarını
yapan merkezler kurulmuş durumdadır; bunlar insanlarımızı yoldan çıkarmakta,
İslam din ve ahkâmından uzaklaştırmaktadırlar. İslam’a zarar veren bu
merkezleri ortadan kaldırmak bizim vazifemiz değil midir? Sadece Necefi
bulunduruyor olmamız bize yeter mi yani? Kaldı ki, o bile bizim elimizde değil!
Kum'da oturup yaslara mı gömülmemiz gerekir, yoksa tam tersine, dipdiri ve
faal insanlar olmamız mı icap eder?
Dinî ilmiye medreselerinin genç nesli olan sizler dipdiri olmalı ve Allah'ın
emir ve direktiflerini canlı tutmalısınız. Sizler genç nesilsiniz, düşüncelerinizi
geliştirip olgunlaştırın Bilimlerin teferruatlarıyla ilgili ayrıntılar etrafında dönüp
duran düşünceleri bir kenara bırakın; çünkü bu kılı kırk yarmalar ve ayrıntılar
birçoğumuzu asıl sorumluluklarımız ve ağır vazifelerimizi yerine getirmekten
alıkoymuş, uzaklaştırmıştır. -Bu teferruatlarla uğraşmayı bırakın- İslam’ın
imdadına yetişin, Müslümanları tehlikeden kurtarın. İslam’ı ortadan kaldırıyorlar;
İslam ahkâmı adına, Hz. Resul-ü Ekrem -sav- adına -bu isimler ve görünüşleri
kullanarak- İslam’ı yok etmekteler işte. Yerlisi ve yabancısıyla; ister sömürüye
doğrudan uşaklık edenler, ister onların yerli uşaklarınca görevlendirilenler olsun,
çeşit çeşit misyonerler İran'ın bütün köylerine ve kasabalarına kadar gitmişler,
çocuklarımızla gençlerimizi, İslam’ın işine yarayabilecek olan genç
neslimizi saptırıyorlar, yoldan çıkarıyorlar. Onların feryadına yetişin!
Fıkıhtan ne öğrendiyseniz halka yaymak ve öğrendiklerinizi onlara öğretip
anlatmakla mükellef ve sorumlusunuz siz. İlim ehli ve fakih olanlar hakkında
ahbarda geçen onca övgünün([217]) nedeni, İslam’ın hüküm, akait ve nizamlarını
halka tanıtmaları ve Hz. Resulullah'ın -sav- sünnetini insanlara öğretmeleridir.
Sizler İslam’ın tanıtılması ve yayılması için elinizden geldiğince tebliğ etmeli,
öğretip eğitmelisiniz.
Bizler, İslam hakkında meydana getirilen şüphe ve iphamları silmekler
mükellefiz. Bu şüphe ve karanlık noktaları zihinlerden silip uzaklaştırmadığımız
sürece hiçbir şey yapmamız mümkün olmayacaktır. Birkaç asır boyunca İslam
hakkında zihinlerde yaratılan, hatta kendi tahsillilerimize aşılanmaya başlanan
bu şüphe ve zanları bertaraf etme ve İslam’ın dünya görüşü ve önerdiği sosyal
sistemleri tanıtma hususunda çalışmalı, bunu gelecek nesle de yaptırmalı, hatta
onlara da, kendilerinden sonraki nesle aynı şeyi tembihlemelerini
söylemeliyiz. İslam devlet ve düzenini halka tanıtsınlar ki halk, İslam’ın ne
olduğunu, İslam kanunlarının nasıl olduğunu bilsin... Bugün Kum, Meşhet
ve diğer yerlerdeki dinî ilmiye medreseleri İslam’ı insanlara anlatmak ve bu okulu
tanıtmakla muvazzaftırlar. Halk İslam’ı bilmiyor... Siz kendinizi, İslam’ınızı, İslam
devleti ve İslami liderlik ve yöneticilik örneklerinizi dünya insanlarına tanıtmalı,
anlatmalısınız. Bilhassa üniversitelilere, tahsilli kesime... Üniversiteliler
uyanıktır; şundan emin olunuz ki siz eğer bu okulu anlatabilir ve İslam devletini
gerçek haliyle üniversitelilere tanıtabilirseniz, canla başla İslam’a
sarılacaklardır. Üniversiteliler
diktatörlük
ve
istibdada
muhaliftirler,
göbeğinden sömürüye bağlı kukla ve uşak rejimlere karşıdırlar, zorbalığa ve
kamu mallarının talan edilmesine karşıdırlar, haram yiyicilik ve yalan dolana karşıdırlar. Böylesine sosyal iktidarı, yönetim biçimi, eğitim metodu
ve öğretileri olan bir ıslama hiçbir üniversite ve üniversiteli karşı değildir. Bunlar
Necef dini ilmiye medresesine ellerini uzatmışlar, "bizim için bir çare düşünün"
diye... Oturup onların bize emr-ı bil mârufta bulunmalarını ve bizi vazifemizi
yerine getirmeye davet etmelerini mi beklemeliyiz yani? Gençlerin kalkıp
Avrupa'dan bize "iyiliğe davet" çağrısında bulunup "biz İslami ilmiye medresesi
kurduk, sız bize yardımcı olun" demelerini mi bekliyoruz?
Bu konularda gerekli uyanlarda bulunmak, sadr-ı İslam dönemindeki İslam’ı
yönetim tarzı ve İslam yöneticilerini yönetim metotlarını açıklamak ve; "onun Hz. Ali'nin /çev/- hükümet binası ve Adalet Bakanlığı caminin bir köşesinden
ibaretti ve hükümetinin egemenlik sahası İran'a, Mısır'a, Hicaz'a ve Yemen'e
kadar uzanıyordu. Ne yazık ki devlet, ondan sonraki grup ve sınıfların eline
geçince yönetim tarzı saltanata -krallık-, hatta daha da beterine dönüştürüldü" diye
izah edip -şöyle eklemek- bize düşer: Şimdi nasıl bir devlet istiyoruz? Bizim
devlet yöneticileri ve yetkililerimiz nasıl olmalı, tutum ve tavırlarının
nasıl olması gerekir, nasıl bir siyaset izlemeleri icap eder? -şeklindeki
sorulan bizim cevaplayıp açıklamamız gerekir- İslam ümmetinin devlet başkanı,
kendi kardeşi Akil’e([218]) öyle davranıyor ki -adamcağız- kendisine ekonomik
ayrıcalık tanınması ve beytülmalden ek bir yardım bağlanması gibi bir istekte
bulunmaya bir daha cüret edemiyor! Beytülmalden ariyet -hemen geri verilmek
üzere alınan ödünç- olarak bir şey alan kızını hesaba çekip azarlıyor ve "eğer
hemen gen vermek üzere ödünç almış olmasaydın, eli kesilen ilk Hâşimı kadını
olmaktan kurtulamayacaktın!" diyor([219]) Biz böyle bir yönetici ve devlet
başkanı istiyoruz işte. Yani kanunu uygulayacak bir yönetici, kendi arzu
veheveslerini değil, kanun karşısında herkesi eşit tutacak, eşit temel hak ve
vazifeler tanıyacak, bireyler arasında ayırım ve ayrıcalık gözetmeyecek, kendi
ailesiyle toplumun diğer fertlerine aynı gözle bakacak, kendi oğlu hırsızlık edecek
olsa elini kesecek, kardeşi veya kız kardeşi eroin satacak olsa idam edecek biri
lazım; 10 gram eroin için birçok insanı idam ederken kendi ailesi eroin
şebekesinin başını çekip memlekete tonlarca eroin sokan değil!
Tebligat - Propaganda- Ve Talimata -Eğitme ve Yetiştirme- Hizmet
Edecek Toplantı ve İçtimalar
İslam’ın ibadetle ilgili hükümlerinin çoğu siyası ve sosyal hizmet kaynağıdır.
Esasen İslam’ın ibadetleri siyaset ve toplumun tedbirinde bulunmayla iç içedir.
Mesela cemaat namazı, hacc ve Cuma namazı münasebetiyle toplanma ve
içtimada bulunuş, maneviyat, ahlaki ve itikadi etkileşimle dolu olmasının yanı
sıra siyasi etkilere de sahiptir. İslam bu tür toplanış ve içtimaları dinî fayda
sağlanması, bireylerin kardeşlik ve elbirliği duygularını güçlendirip takviye
etmesi, Müslümanların fikrî gelişme ve bilincini artırması, siyası ve
sosyal müşkülatları için çözüm yolları bulmaları ve ardından topluca cihat,
gayret ve çaba göstermeleri için öngörmüştür. Gayri İslami ülkelerde veya halkı
Müslüman ülkelerdeki gayri İslami yönetimler bu tür kalabalık içtima ve
toplanmaları gerçekleştirmek isteseler memleketin servet ve bütçesinin
milyonlarını bu işe harcamak zorundadırlar. Üstelik onların toplantıları samimiyet
ve sevgiden, hayra sebep olacak etkilerden uzak, tamamen gösterişten ibaret cansız
ve ruhsuz toplantılardır İslam bu işi öylesine organize etmiştir ki, canı hacca
gitmek isteyen herkes kalkıp hacca gidebilmektedir, Müslüman, canla başla
cemaat namazına gitmektedir. Bu toplanma ve içtimalardan dini tebligat, eğitim,
terbiye ve İslami siyasi ve itikadı hareketin yayılıp genişlemesi yolunda
faydalanılmaktadır.
Bazıları
vardır
ki
böyle
şeyleri
hiç
düşünmezler, "veledzalliyn"i iyi telaffuz edebilmekten öte bir düşünceye sahip
değildirler. Hacca gittikleri zaman da Müslüman kardeşleriyle hoş geçinip
anlaşacakları, İslam akait ve hükümlerini yayacakları, Müslümanların genel
sorun ve müşkülatlarına çözüm yolları arayacakları ve meselâ, bir İslam beldesi ve
İslam vatanı olan Filistin'in kurtarılması için el ele verip mesai birliğinde
bulunacakları yerde, ihtilafları körüklemektedirler. Hâlbuki sadr-ı İslam
Müslümanları hac veCuma namazlarında toplanan onca kalabalıkla önemli işler
yapıyorlardı Cuma hutbesinde - bugün olduğu gibi- bir sure ve dua okuyup birkaç
kelime söyleyip geçmiyorlardı ki hemen, Cuma hutbeleriyle icabında ordular
seferber ediliyor ve camilerden savaş meydanlarına gidiliyordu Camiden kalkıp
savaş meydanına giden bin ise sadece Allah'tan korkar, başkaca hiç kimse ve
hiçbir şeyden değil! Böyle biri öldürülmekten, fakir ve perişan düşmekten
korkmaz. Böyle bir ordu, zafer ve başarı ordusudur, muzafferdir. Cuma
hakkındaki hutbelere, hz. Emir'ın -s-hutbelerine bakın;([220]) hep halkı harekete
geçirmek, gayretlendirmek ve mücadeleye teşvik etmek, İslama mücahid ve fedâı
yetiştirmek, dünya insanlığının problem ve müşkülatlarını gidermek içindir, bu
cihettedir Eğer müslümanlar her Cuma günü toplanıp Müslümanların sorun
ve müşkülatlarını ele alarak bunları görüşüp gidermeye çalışsalardı veya –en
azından- buna karar verip azmetselerdi işler bu noktaya varmazdı. Bugün
ciddiyetle bu toplantıları düzenlemeli, tebligat ve toplumu eğitip yetiştirme
yolunda bunlardan faydalanabilmeliyiz. Siyası ve itikadı İslami hareket - İslam
inkılâbı- böylece yayılıp genişleyecek ve tırmanışa geçecektir.
Bir "Aşura" Meydana Getirin
İslam’ı insanlara anlatın, İslam’ı anlatma yolunda "Âşura"nın benzen bir
kıyam ve hareket gerçekleştirin! Bugün Aşurâ'yı nasıl var gücümüzle korumuş
ve unutulmasına izin vermemişsek, halk nasıl hâlâ Aşura için toplanıp sinesine
dövünüyorsa -ki Aşurâ'yı gerçekleştirene selam olsun!- siz de bugün rejime karşı
güçlü dalgalanmalar oluşturacak bir iş yapın; öyle bir iş ki kalabalıklar toplansın,
mersiyeler okunup minberlerde -o hususta- vaazlar verilsin ve halkın
zihnine kazınsın... İslam’ı tanıtırsanız, İslam’ın dünya görüşünü, akaidini,
sosyal yapılanma ve sistemlerini, usul ve hükümlerini halka tanıtıp
anlatacak olursanız canla başla bağırlarına basacaklardır İslam’ı. Allah bilir
ya, İslam’a gönül verenler çoktur. Ben tecrübemle yaşadım; bir kelime -İslâmî
bir mefhum- benimsetildiği zaman halkta büyük bir dalgalanma oluşuveriyordu.
Çünkü halkın tamamı bu durumlardan rahatsız ve şikâyetçidir, süngü ve baskı
altında konuşamamakta, sesini çıkaramamaktadır. Yiğitçe kalkıp -rejimin
karşısına- dikilecek ve korkmadan konuşacak birini beklemektedir. Şimdi sizler,
İslam’ın yiğit evlatları, mertçe kalkıp konuşun, gerçekleri sade ve anlaşılır bir
dille halk kitlelerine anlatın, onları şevke getirip harekete geçirin; çarşı pazardaki, sokaktaki insanlardan, şu tertemiz yürekli işçilerle köylüler ve bilinçli
üniversitelilerden mücahit insanlar yetiştirin. Halkın tamamı mücahit olacaktır o
zaman. Tosumun bütün kesimleri hürriyet, bağımsızlık ve halkın saadeti için
mücadele etmeye hazırdır. Hürriyet ve mutluluk yolunda verilecek bir mücadele
için din gereklidir. Cihat okulu ve mücadele dini olan İslam’ı halka vermesini
bilin, o zaman insanlar düşünce ve ahlaklarını ona göre düzeltecek ve mücahit
bir güce dönüşerek siyasî sömürü ve zulüm düzenini yıkıp İslam
devletini kuracaktır.
İslam akait ve sitemlerinin tanıtıcısı olan, bunu koruyup muhafaza eden, bu
tanıtıcılık, savunma ve bekçiliğini de heyecanlı, uyandırıcı ve bilinçlendirici
konuşmaları ve halka kılavuz ve lider olmasıyla ispatlayan fakihler "İslam’ın
kalesi"dirler ancak! İşte ancak o zamandır ki, 120 yıl sonra ölecek olsalar halk onların ölümüyle- İslam’da bir boşluk oluştuğunu hissedecek ve İslam’ın başına
acı bir olay geldiğini görecektir. Rivayette de geçtiği üzere: "...âlimin -imanlı
fakihin- ölümüyle, İslam kalesinde giderilmesi imkânsız bir gedik açılır."
Evet, "iman sahibi bir fakih ölecek olursa İslam toplumunda doldurulamayacak
bir boşluk oluşur" derken, evinde oturup mütalaa etmekten başka bir şey
yapmayan benim gibilerinin mi ölümü kastediliyor sanıyorsunuz? Benim
gidişimle İslam toplumunda ne gibi bir boşluk oluşur ki?! İslam, İmam Hüseyn'i s- kaybettiği zaman "giderilmesi imkânsız bir boşluğa uğrar ancak." İslam’ın
akait, hüküm ve sosyal düzen ve sisteminin bekçileri, bu yolda kayda değer
hizmetler veren "Hâce Nesır"([221]) ve "Allâme"([222]) lerdi, böylelerinin ölümüyle
bir boşluk oluşmuş olur ancak. Ama ben ve siz beyefendiler; İslam için ne yaptık ki
öldüğümüzde bu rivayetin kapsamına girenlerden sayılabilelim?! Bizim gibi bin
kişi ölse hiçbir şey olacağı yoktur! Çünkü ya tam anlamıyla fakih değilizdir, ya da
olsak bile, tam anlamıyla mümin değilizdir!
Uzun Vadeli Bir Mücadele Direnci
Aklı başında hiç kimse bizim bu tebligat, propaganda, eğitme ve yetiştirme
çalışmalarımızın hemencecik bir İslam devletinin teşekkülüyle sonuçlanmasını
beklemez. Bir İslam devleti kurabilmek için çok yönlü ve aralıksız -uzunfaaliyetlerde bulunmamız gerekir. Zaman gerektiren bir hedeftir bu. Akl-ı selim
sahipleri 200 yıl sonra bir başkasının gelip üzerine bir temel atıp belli bir sonuç
elde edebileceğini umarak şimdiden şuraya bir taş yerleştirmektedirler. Halife,
ceviz fidanı dikmekte olan bir ihtiyara "İhtiyar!" diyor, "Elli yıl sonra olgunlaşıp
sen öldükten sonra meyve verecek bir ağacı mı dikiyorsun?" İhtiyar "Başkaları
dikti biz yedik, biz de dikelim ki başkaları yiyebilsin!" diye cevap veriyor.
-Kendimiz göremeyecek olsak ve- ancak bizden sonraki neslin sonuç
olabileceğini biliyor olsak dahi çalışmalarımızı sürdürmemiz -ve aralık
vermememiz- gerekir. Çünkü İslam’a hizmettir bu, insanların saadeti içindir;
şahsi bir çıkar için değildir ki "bize menfaati olmayacak, ancak bizden sonrakilere
fayda sağlayabilecek bir işten bize ne!" diyebilelim! Bütün maddiyatını ve sahip
olduğu her şeyi bir çırpıda tehlikenin kucağına atıp feda eden Hz. Seyyiduşşuheda -İmam Hüseyin a.s-nin kendi çıkarını düşünmeye yönelik bir zihniyeti
olsaydı, ilk baştan uzlaşır gider, mesele de bitmiş olurdu. Emevi saltanatının
başındakiler İmam Hüseyin'in -s- onlara biat elini uzatıp iktidarlarını
onaylamasını Allah'tan istiyorlardı zaten! Peygamber’in -saa- evladı ve
devrinin imamı olan bir zatın onlara "müminlerin emiri" diye hitap edip devlet ve
rejimlerini resmen tanımasından daha sevindirici ne olabilirdi onlar için?! Ama
o hazret -kendisinin değil- İslam ve Müslümanların geleceğini düşünüyordu.
Onun mukaddes cihadı ve fedakârlıkları neticesinde İslam’ın gelecekte insanlar
arasında yayılıp sosyal ve siyasi sisteminin toplumlarda teşekkül bulması için Emevi düzenine- karşı çıktı, mücadele edip fedakârlıkta bulundu.
Daha önce zikrettiğim rivayete dikkat ederseniz Hz. İmam Sadık'ın -s- zalim
yöneticilerin yoğun baskısı altında ve takiyye halinde bulunduğu, bilfiil icrâi yürütme- gücüne sahip olmadığı ve çoğu kereler gözaltında ve göz hapsinde
tutulduğu halde; bu şartlar altında dahi Müslümanlara şer'i direktifler verdiğini,
kadı atayıp yetkili tayin ettiğini görürsünüz. Hazretin bu yaptığının manası
nedir? Esasen bu atama ve azletmelerin ne yararı vardır sahi?! Yüksek ve ileri
fikirlere sahip büyük insanlar hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmaz ve
şimdiki hallerine, hapishanede esir olduklarına ve serbest bırakılıp
bırakılmayacaklarına bakmazlar, şartlar ne olursa olsun, hedef ve gayelerini
gerçekleştirebilmek için plan ve program yaparlar; daha sonra bizzat kendileri
bu planları gerçekleştirebilecek fırsat bulamazlarsa başkalarının -200 veya 300
yıl sonra olsa bile- bu planları uygulama safhasına koyacağını düşünürler. Büyük
hareketlerin çoğunun temeli bu şekilde olmuştur. Endonezya'nın
eski cumhurbaşkanı Sukarno([223])hapisteyken bu düşünceleri taşıyordu, orada
yaptığı planlar daha sonraları gerçekleşmiştir.
İmam Sadık -s- plan ve tasarı yapmanın yanı sıra tayinde de bulunmuştur.
İmamın bu tayini sadece o gün için olmuş olsaydı elbette ki bugün geçersiz
sayılacaktı, ama o hazret, geleceği düşünüyordu. Bizim gibi değildi ki sadece
kendini düşünsün, sadece kendisiyle ilgilensin... Ümmeti düşünüyordu o;
insanlığı düşünüyordu, bütün bir kâinatı düşünüyordu. İnsanlığı ıslah etmek,
adalet kanununu uygulamak istiyordu. Bin küsur sene önce o plan ve tasarı
yapacak, tayinde bulunacak ki; milletler uyandığı ve İslam milleti bilinçlenip kıyam
ettiği zaman ne yapılacağı belli olsun; İslam devletinin durumu ve İslam’a kimin
başkanlık etmesi gerektiği belli olsun.
Esasen İslam dini, Şia mezhebi, diğer mezhepler ve diğer dinler hep böyle
gelişip ilerlemişlerdir, Yani önce salt tasarı ve plandan başka bir şey yoktu
ortada; derken, peygamberler ve liderlerin ciddiyet ve azimleri sayesinde
zamanla neticeye ulaşılmıştır. Musa sadece bir çobandı, başka şey değil!
Yıllarca çobanlık yapmıştır... Firavunla mücadele etmekle görevlendirildiği gün
hiçbir yardımcısı ve adamı yoktu. Ama kişisel azmi, hamuru, liyakati ve direnci
sayesinde bir asayla Firavun rejiminin işini bitirdi! Musa'nın -s- asası bizim
elimizde olsaydı bu işi pekala biz de becerebilir miydik sanıyorsunuz?! O asayla
Firavunun düzenini yıkabilmek için Musa azmi, Musa himmeti ve
tedbiri gereklidir... Bu da herkesin becerebileceği bir şey değildir. Hz.
Peygamber-i Ekrem -saa- peygamberlikle görevlendirilip tebliğe başlayınca ilkin
sadece 7 yaşında bir çocuk olan Hz. Emir –Ali -s-, ile 40 yaşında bir kadın olan
Hz. Hatice o hazrete iman ettiler. Bu ikisinden başka ona inanan kimse yoktu. O
hazrete ne eziyetler edildiğini, nasıl herkesin onunla muhalefet ettiğini ve ne
komplolar düzenlendiğini hepiniz bilirsiniz. Ama o yılmadı, ümitsizliğe
kapılmadı, "kimsem yok, adamım yok!" demedi. Yılmadan azimle direndi, güçlü
bir ruh ve kararlılıkla vazifesini öyle ifa etti ki bugün 700 milyon insan* onun
sancağı altındadır.
Şia mezhebi de sıfırdan başlamıştır. Hz. Peygamber-i Ekrem -sav-efendimiz
bu mezhebin temelini attığı gün kendisiyle alay ettiler!.. -Bildiğiniz üzere- herkesi
çağırıp misafir ettiği zaman "şöyle şöyle olan, -bu ilahi çağrıya ilk lebbeyk diyen-
benim vezirim olacaktır" buyurmuş ve o sırada henüz buluğ çağına bile
gelmemiş bir çocuk olan, ama büyük mü büyük bir ruh taşıyan, bütün dünyadan
daha büyük bir ruha sahip olan Hz. Emir (Alı -s-)'den başka kimse ayağa
kalkmamıştı. Bu sırada oradakilerden bin Hz. Ebu Talib'e dönüp "bundan sonra
oğlunun sancağı altına giriyorsun!" demişti alaylı bir şekildeK([224])
Yine Hz. Resulullah efendimiz -saa- yönetim ve velayeti Hz. Emir elmüminin'e (Alı -s-) sunduğu zaman da ilkin "ne alâ! Mübarek olsun!" gibi samimi olmayan- göstermelik laflarla karşılaşmış([225]) ama ilk muhalefetler de
yine hemen orada başlayıvermişti ki sonuna kadar da bu muhalefet sürüp gitti!
Eğer hz. Resulullah efendimiz -saa-, hz. Ali'yi -s- sadece şer'ı meselelerle ilgili
bir merci ve yetkili olarak tayın etmiş olsaydı hiçbir muhalefette bulunulmazdı;
ama o hazreti kendi yerine tayın edip "Müslümanları o yönetecek, İslam
ümmetinin kaderi onun elinde olacaktır" buyurarak iktidarı ona bırakınca o
malum rahatsız edici olaylar vuku buldu... Nitekim eğer siz de bugün evinizde
oturup memleketin işlerine karışmazsanız kimsenin size bir şey diyeceği yoktur.
Ancak; memleketin kaderine müdahalede bulunmaya yeltenecek olursanız size
hemen müdahale ederler. Hz. Emir'el müminin (Hz. Alı -s-) ve onu izleyenler Şia- devlet ve hükümet işlerine karıştıkları için onca eziyet ve cezaya maruz
bırakıldılar. Ama yine de cihat ve faaliyetten vazgeçmediler; onların tebligat ve
mücahedeleri neticesinde bugün 200 milyon Şia yaşamaktadır dünyada.
Din Âlimlerinin Yetiştiği İlmiye Medreselerinin Islahı
İslam’ın
-gereğinceinsanlara
tanıtılabilmesinin
şartı,
din
adamlarının yetiştirildiği medreselerin ıslah edilmesidir. Şöyle ki: Ders
programlarıyla tebligat ve eğitim - yetiştirme metodu -eksikleri giderilmeli vemükemmelleştirilmelidir. Gevşeklik, tembellik, ümitsizlik ve kendine güven
duymamanın yerini ciddiyet, çaba, gayret, ümit ve kendine güven almalıdır.
Ecnebi propaganda ve şartlandırmalarının, kimilerinin moral ve psikolojisi
üzerinde yarattığı etki ve izler giderilmelidir. Bizzat dini ilmiye medreselerinin
içinde bulunup, oradan, halkı İslam’dan ve sosyal ıslahattan alıkoyan kutsal
maskeli -dindar veya hoca olmadığı halde öyle geçinenler /çev/- güruhun
düşünceleri ıslah edilip düzeltilmemdir. Dinini dünyaya satan saray mollaları –
İslam’ı olmayan rejimlere hizmet eden din adamlarının /çev/- bir daha bu
elbiseyi -âlimlere mahsus aba ve sarık /çev/- giymesi yasaklanmalı, böyleleri
dini ilmiye medreselerinden hemen atılmalı, kovulmalıdır.
Sömürünün Fikrî Ve Ahlâkî İzlerinin Ortadan Kaldırılması
Sömürünün yardakçıları ve onlara bağlı kukla ve anti-milli
rejimlerin propaganda, eğitim ve siyasi mekanizmaları asırlardır zehirli
propagandalar yapıyor, zihinleri bulandırıyor, halkın ahlakını ve fikirlerim
zehirliyorlar. Halkın arasından gelip dini ilmiye medreselerine girenler tabii ki -
ister istemez- bu fikri ve ahlakı zehirlemelerin yarattığı kötü iz ve etkileri de
beraberlerinde getirmektedirler. Dini ilmiye medreseleri de nihayet bu halk ve
toplumun bir parçasıdır. Bu nedenle, medreselerdeki fertlerin ahlak ve
düşüncelerini ıslah edip düzeltmemiz gerekir. Ecnebilerin zehirli propaganda ve
şartlandırmalarıyla hain ve satılmış bozuk rejimlerin politikalarının yarattığı ruhi
ve fikri iz ve etkileri silmemiz, bununla mücadele etmemiz gerekir.
Bu -menfi- iz ve etkiler apaçık ortadadır. Mesela bazılarının medreselerde
birbirlerinin kulağına eğilip "Biz bu işlerin adamı değiliz, bu gibi işlerden bize
ne? Biz sadece dua etmeli, dinin ibadetle ilgili mevzuatını açıklamalı -siyasete
karışmamalıyız" diye fısıldaşanlar olduğunu görüyoruz... Bunlar, ecnebilerin
zihinlere soktuğu yanlış düşünceler, şartlandırmalardır. Necef, Kum, Meşhet ve
diğer ilmiye medreselerinin ta kalbine sızarak gevşeklik, pısırıklık ve tembelliğe
yol açıp -din öğrencilerinin düşünce ufuklarının- gelişmesine ve olgunlaşmasına
engel olan sömürücülerin birkaç yüzyıllık zehirli propagandalarının yarattığı
menfi tesirlerdir bunlar.
Durmadan -gelip- mazeretler öne sürüyorlar "bu işler bize göre değil..."
diye!.. Yanlıştır bu! Böyle düşünmemeliyiz! Bugün İslam ülkelerinde iktidarı
elinde tutanlar necidirler ki "bu işler" onlara göre oluyor da, bize göre olmuyor"
diyelim?! Onlardan hangisinin lalettayin herhangi bir fertten daha üstün ve
liyakatli bir yanı var?! Çoğunun tahsili bile yoktur! -Mesela- Hicaz'ı
yönetenin([226]) ne tahsili var? Nerede okumuş ki?! Rıza Han'ın okuma yazması bile
yoktu! Okuma - yazma bilmeyen bir erdi, hepsi bu!! Tarihte de durum hep böyle
olagelmiştir: Milletin başına musallat olan zorba ve keyfi egemenlerin pek çoğu
toplumu yönetme, millet için tedbirlerde -idare- bulunmaya layık insanlar
değildi, ilim ve faziletten zerrece nasiplenmemişlerdi. Harun Reşit([227]) veya büyük
ülkelere hükmetmekte olan diğerleri -Emevî ve Abbasi halifeleri /çev/- ne
okumuşlardı, tahsilleri ne kadardı?! Tahsil, bilim ve çeşitli bilimlerde ihtisas ve
uzmanlaşma; idari ve yürütmeyle ilgili işler ve programlamalar için gereklidir ki
bu ihtisaslara sahip insanlardan biz de faydalanacağız. Ülkenin üst düzeyde
yönetim ve denetimi, adaletin yayılması ve halk arasında adilane
ilişkilerin sağlanmasıyla ilgili şeyler -bilimler- ise fakihin okuduğu, onun
tahsil ettiği -ve bildiği- şeylerdir. Milli bağımsızlık ve hürriyetin muhafazası için
gerekli şeye sahip olan da, yine fakihtir. Yine fakihlerdir ki başkalarının
boyunduruğuna girmemekte, ecnebilerin nüfuzuna teslim olmamakta, milletin
haklarını, İslam beldesinin hürriyet, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü canı
pahasına korumaktadır. Keza, sağa - sola sapma göstermeyecek olan da fakihtir
yine!
Siz şu tükenmişlik ve ümitsizliği silkinip üzerinizden bir atın; tebligat yöntem
ve programınızı tamamlayıp hazırlayın, İslam’ı tanıtma hususunda çaba ve
ciddiyet gösterin, İslami devleti kurmaya azimle karar verip bu yolda öne
geçerek ilk adımı atın, hürriyet aşığı şu mücadeleci halkla el ele verin, o zaman
İslam devleti kesinlikle kurulacaktır! Kendinize güvenin! Sizler milletin hürriyet
ve bağımsızlığı için mücadele verecek güç, cüret ve yeteneğe sahip olup bunu
bizzat yaptığınıza, halkı uyandırıp mücadeleye teşvik edebildiğinize, sömürü ve
baskı rejimini titrettiğinize, günden güne tecrübenizi artırıp sosyal konulardaki
liyakat ve becerinizi daha da geliştirdiğinize göre zorba ve zalim egemenin -şahdüzenini yıkmayı başardıktan sonra devlet yönetimi ve halk kitlelerini
yönetmenin üstesinden de mutlaka gelirsiniz! Devlet ve yönetimle ilgili taslak
ve bunun için gerekli kanunlarımız hazırdır. Memleketi yönetebilmek için vergi
ve gelir lazımsa, İslam belirlemiştir. Kanun lazımsa, hepsini belirlemiştir.
Devlet kurduktan sonra oturup kanun çıkarmanıza ya da ecnebiperest ve batı
hayranı yöneticiler gibi gidip başkalarının kanunlarını ödünç almanıza gerek
yoktur, her şey hazır ve amadedir. Sadece bakanlık program ve tüzükleri kalıyor
ki o da çeşitli dallardaki uzmanlarla müşavirler ve muavinlerin de yardımıyla bir
müşavere -danışma- meclisinde hazırlanıp onaylanıverir.
Sevinerek belirteyim ki milletler de size tabi ve sizinle birliktedir. Sadece
silahlı takviye ve gücümüz azdır ki onu da inşallah elde ederiz. Musa'nın -sasasıyla, Musa'nın -s- himmetine ihtiyacımız var şimdi; Musa'nın -s- asasıyla, Alı
Bin Ebutalib'in -s- kılıcını kullanabilecek insanlar lazım -bu harekete-.
Evet, medreselerde oturan o hiçbir işe yaramaz pısırık adamlar devlet
kurabilecek ve iktidarı ellerinde tutabilecek insanlar değildirler, çünkü o kadar
beceriksizdirler ki kalem bile kullanamaz -bu mevzuları yazamaz ve hiçbir iş için
adım dahi atamazlar.
Ecnebiler ve onların -yerli- uşakları durmadan "Kardeşim, git
işine! Medresende oturup tahsilinle uğraş, bu işlerle neden uğraşıyorsun?! Size
göre değil bu işler!!" diye o kadar kulağımıza okuyup durdular ki, sonunda,
elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine ve beceriksiz insanlar olduğumuza kendimiz
de inanır olduk!! İşte, bu zehirli propagandayı bazılarının kulaklarından söküp
atamıyorum ben şimdi! İnsanlığın başkanlığını üstlenmeleri gerektiğini izah
edemiyor, "siz de diğer insanlar gibisiniz, siz de memleketi idare edebilirsiniz!"
diye anlatamıyorum bir türlü! Başkalarında olup da siz de var olmayan
ne?! Onların tek farkı, bazılarının şuraya buraya –yurt dışına- gitmesi, bu
arada kiminin biraz da okumuş olması değil midir?
Biz, okumasınlar demiyoruz; okumaya karşı değiliz biz, ilme karşı değiliz
asla! İsterlerse aya da gitsinler, atom sanayii kursunlar, biz engel olacak değiliz ki!
Ama o hususlarda da birtakım vazife ve yükümlülüklerimiz var bizim de. Siz
İslam’ı anlatıp tanıtın, İslam’ın yönetim ve devletle ilgili programlarını dünyaya
tanıtın; İslam ülkelerinin başındaki şu krallar, sultanlar ve cumhurbaşkanları o
zaman belki meselenin doğru olduğunu anlar ve İslam’a tabi olurlar...
Biz onların elinden -makamlarını- almak istemiyoruz ki, tâbi ve güvenilir olanın,
yerinde kalmasına izin vereceğiz.
Bugün dünyada 700 milyon nüfusumuz var bizim, 170 milyondan fazlası
Şia’dır bunun; hepsi de bizi izlemekte sözümüzü dinlemektedirler, ama pısırıklık
ve beceriksizliğimizden, onları idare edemiyoruz işte! Biz, halkın emanettarlığını
yapacak, güvencesini sağlayacak bir devlet kurmalıyız; halkın güveneceği,
kaderlerini canla başla teslim edecekleri bir devlet... Emanete ihanet etmeyecek,
onun sayesinde ve kanunun gölgesinde bütün milletlerin tam bir huzur ve güvenle
hayatlarını sürdürebilecekleri güvenilir bir yönetici istiyoruz biz.
Bunlar, üzerinde kafa yormanız, durup düşünmeniz gereken meselelerdir,
ümitsizliğe kapılmayın. Bu işin "imkânsız" olduğunu sanmayın; Allah da bilir
ya, sizin beceri ve liyakatiniz diğerlerinden hiç de az değildir. Eğer beceri ve
liyakat demek katillik ve zulüm demekse bunlar elbette ki bizde yok!
Hapisteyken([228]) o herif yanıma geldiğinde, Allah selamet versin -ki kendisi hala
tutukludur- Kummi Bey'le([229]) ben birlikteydik; herif "...siyaset pistir, kötülük ister,
yalancılık ister; kısacası politika dediğin itoğlu itliktir, -bu yüzden, siyaseti- bize
bırakın siz!" demişti. Dediği doğruydu da! Çünkü eğer siyaset buysa, tabii ki
ancak onlara mahsus bir iştir! İslam’ın siyaseti, Müslümanların siyaseti,
"siyaset adamı
ve
lider
insan"lar
olan([230]) hidayet
imamları
aleyhimusselamın siyaseti ise bambaşkadır. O -herif- bizim zihnimizi iğfal etmek
istiyordu, nitekim sonra da gidip "Siyasete karışmamaları hususunda din
adamlarıyla anlaşmaya varıldı!" diye yazdırdı gazetelere!([231]) Biz de serbest
bırakılır bırakılmaz minbere çıkıp tekzip ettik tabı! "Yalan söylüyor" dedik,
"Humeyni veya bir başkası; -ulema içinden- kim böyle bir şey söyleyecek olursa
aramızdan -ulemanın arasından- kovarız onu!" dedik([232])
Sizi memleket işleriyle ilgilenmekten vazgeçirip bu işi kendi ellerinde tutmak,
sizi de hep -ibadet ve- duayla oyalamak için bunlar öteden beri "politika yalan
dolandan ibarettir" gibi laflarla doldurdular kafamızı; siz burada oturup
"Haledullah-u mülkî! "([233]) diye durun; onlar da dilediklerini yapsınlar!
İstedikleri serseriliği yapsınlar, öyle mi?! Tabi, Allah'a şükür onlarda bu -planlan
yapabilecek- akıl ve zeka zaten yok, ama üstatları ve uzmanları bu planlan
yapıyor işte. 300 yıl öncesinden doğu ülkelerine sızarak bu ülkeleri her yönüyle
tanıyan İngiliz sömürücülerinin işidir bütün bunlar. Daha sonra da Amerikalı ve
diğer sömürücüler İngilizlerle el ele vererek bunları hep birlikte
yaptılar. Hemedan'da bulunduğum günlerde bir talebem geldi yanıma.
Alım elbisesini çıkarmış -alenen din adamlığı yapmayı bırakmış-tı, ama faziletli
ve değerli bir insandı, ahlakını da hâlâ korumadaydı. Büyük bir kâğıt çıkarıp
koydu önüme, bazı yerleri kırmızıyla işaretliydi. Bu kırmızı işaretlerin, İran'daki
yeraltı zenginliklerini gösterdiğini söylüyordu, yabancı uzmanlar keşfetmiş
bunları... Ecnebi uzmanlar gelip ülkemiz üzerinde çalışmışlar, incelemeler
yapmışlar. Memleketimizin neresinde altın, neresinde bakır, neresinde petrol
vb... olduğunu hep bulup çıkarmışlar. Bizim insanımız üzerine de araştırmalarda
bulunmuş ve planlarının gerçekleşmesine set teşkil edip engel olan yegâne şeyin
İslam ve İslam âlimleri olduğunu anlamışlar. Onlar, İslam’ın Avrupa'ya nasıl
egemen olduğunu gördüler, İslam’ın gücünü bilir onlar; gerçek İslam’ın bu tür
şeylere -ihanetler- karşı olduğunu da bilirler.
Keza gerçek anlamda âlim olanları avuçlarına alıp kullanamayacaklarını ve
öylelerinin fikirlerini etkileyemeyeceklerini de bilirler. Bu nedenledir ki öteden
beri bu dikeni siyaset yollarının üzerinden kaldırmaya çalıştılar, İslam’ı ve İslam
âlimlerini küçük düşürmeye çalıştılar. Zehirli propagandalarıyla bunu yaptılar da!
Öyle ki bugün İslam, bizim nazarımızda 3-4 tane dini - ibadi mevzudan başka bir
şey değildir! Diğer taraftan, Müslüman toplulukların başında bulunan İslam
fakihleriyle âlimlerini iftira, karalama veya başka yollarla küçük düşürüp
lekelemeye çalıştılar. Sömürünün satılmış uşağı olan o arsız ve utanmaz herif,
kitabında "Necef ve İran ulemasından 600 kişi İngilizlerin adamıydı, Şeyh
Murtaza([234]) da iki yıl onlardan maaş aldı, olayı ancak 2 yıl sonra anladı" diye
yazmışa([235]) kaynak olarak da İngiltere dışişleri bakanlığının Hindistan’daki
arşiv belgelerini gösteriyor! Bu da, -icabında- kendisine sövdürüyormuş gibi
yaptırarak birtakım emellerine ulaşmayı ilke edinmiş olan sömürünün
oyunlarından bindir yine. Sömürü odakları, bütün İslam ulemasını kendi
beslemesi olarak tanıtmaya can atmaktadır; böylelikle İslam âlimlerini halkın
nazarında kötülemek ve halkın ulemadan yüz çevirmesini sağlamak
istemektedirler.
Bir yandan da yine zehirli propaganda ve şartlandırma yöntemleriyle
İslam’ın -gücünü ve müdahale sahasını- küçültüp daraltmaya ve İslam ulema ve
fakihlerinin vazife ve yetkilerini küçük ve önemsiz işlerden ibaret hale sokmaya
çalıştılar. Fakihlerin dini ve ilmi meseleleri anlatmaktan başka işleri ve
sorumlulukları olmadığı yolunda bizi şartlandırmaya çalıştılar. Kimileri de
farkında olmadan bu oyuna düşerek sapıverdiler. Bütün bunların, bizi
bağımsızlığımızdan etmek ve İslam ülkelerini her yönüyle elimizden almak için
hazırlanmış bir plan olduğunu anlayamadılar. Bilmeyerek ve farkında
olmaksızın sömürünün propaganda odaklarına, onların politikalarına ve
gayelerinin gerçekleşmesine
yardım
etmiş
oldular.
Sömürünün
propaganda mekanizmaları "dinle siyaset birbirinden ayrıdır" diye vesveselerde
bulundular, "din adamları hiçbir sosyal işe karışmamalıdır, fakihler kendi kaderleri
ve İslam ümmetinin alınyazısına nezarette bulunmakla görevli değildirler..."
dediler. Ne yazık ki kimi de bu laflara kanarak etkilendi ve netice, şimdi
gördüğümüz gibi oldu. Sömürücüler de bunu istiyorlardı işte; öteden beri
istedikleri ve daima da isteyeduracakları şeydir bu!
Dini ilmiye medreselerine şöyle bir bakın, sömürünün telkin
ve propagandalarının iz ve etkilerini kolayca görürsünüz. İbadetle ilgili meseleleri
açıklamaktan ve dua etmekten başka hiçbir şey yapmayan ve esasen bundan başka
şey de beceremeyen hiçbir işe yaramaz, tembel, işsiz - güçsüz ve himmetsiz bir
sürü insan görürsünüz. Aynı şekilde, yine bu propaganda ve şartlandırmaların
tesirleriyle oluşmuş bulunan düşünce ve metotlarla da karşılaşırsınız orada. Mesela
"konuşmak, bir din adamına yakışmaz" derler! "Din adamı ve müçtehit dediğin,
konuşmasını bile bilmemelidir, bilse bile konuşmamalı, sadece "lailaheillallah"
demelidir!! Ara sıra bir kelime söyleyebilir, hepsi o kadar!" derler! Hâlbuki
yanlıştır bu! Hz. Resulullah efendimizin -saa- sünnetine de aykırıdır! Allah Teâlâ
iyi konuşmayı, meramını iyi anlatmayı, kalemi ve -iyi- yazmayı övmüş olup ErRahman Suresi'nde "...ona konuşmayı -beyanı- öğretti"([236]) buyurmaktadır ve
beyanda bulunabilmeyi öğretmiş olmasını büyük bir nimet ve lütuf olarak
değerlendirmektedir. Bu beyan Allah'ın hükümlerini, İslam akait ve öğretilerini
yaymak ve öğretmek içindir. Beyan ve konuşma yoluyladır ki dini insanlara
öğretebilir ve "insanlara -dini- öğretsinler diye..." buyruğunu yerine getirmiş
oluruz, Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- ve Hz. Emir (Hz. Ali -s-) konuşmalar
yapar, hutbe verirlerdi, söz eri ve güçlü konuşmacıydılar.
Ulema Kisvesine Bürünüp Mukaddes Görünmeye Çalışanların Islahı
Bazılarının
zihnine
yerleşmiş
bulunan
bu
tür
ahmakça
düşünceler, sömürücülerle zalim ve zorba devletlerin İslam ülkelerini
içinde bulundukları şu -perişan- halde tutmalarına ve onların İslam’ı
hareketi engellemesine yardımcı olmaktadır. "Mukaddes" ve "ermiş
insanlar" olarak tanınan; gerçekte ise ermiş değil, ermişlik taslayıp mukaddes bir
kisveye bürünen güruhun düşünceleridir bunlar. Bunların düşünce ve fikirlerini
ıslah edip düzeltmeli, bunlara karşı nasıl davranmamız gerektiğini bilmeliyiz.
Çünkü bunlar bizim ıslah ve hareketimize engeldirler; elimizi kolumuzu bunlar
bağlamıştır.
Bir gün rahmetli Brucerdi,([237]) rahmetli Hüccet([238]) merhum Sadr([239]) ve
merhum Hansari([240]) beyler -rızvanullah aleyhim- siyasi bir mevzuyu görüşmek
üzere bizim evde toplanmışlardı([241]) Kendilerine "siz her şeyden önce şu
mukaddes kisveye bürünmüş ermişlik taslayanları ne yapacağınızı düşünün"
dedim, "Onların yaptığı, tıpkı, düşmanın saldırısına uğradığınız bir sırada birinin
gelip arkadan kollarınızı kıskıvrak tutmasına benziyor. "Mukaddes ve ermiş"
görünmeye çalışan -gerçek ermişleri kastetmiyorum tabi- ve neyin doğru neyin
yanlış olduğunu teşhis edemeyen bu adamlar sizin eliniz - kolunuzu
bağlamış durumda. Bir şeyler yapmak isteyecek olsanız, şu fesat, kötülük
ve ahlaksızlıklara bir son verebilmek için bir devleti veya meclisi ele geçirmek
isteseniz onlar sizi toplumda rezil eder, halkın gözünden düşürüverirler. Her
şeyden önce, onlarla ne yapacağınızı düşünmeniz gerek!"
Bugün İslam toplumu öyle bir hale gelmiştir ki sahte mukaddes ve ermişler
İslam ve Müslümanların ilerleyip etkinlik göstermesini engellemekte ve İslam
adına ıslama zarar vermektedirler Bu cemaatin toplumdaki kökleri, dini ilmiye
medreselerindedir. Necef, Kum, Meşhet ve diğer medreselerde "mukaddes ve
ermiş görünmeye çalışan" bir psikolojiye sahip insanlar var, bu kötü düşünce ve
psikolojiyi İslam adına medreselerden toplumun diğer kesimlerine
bulaştırmaktadırlar. "Kalkın, biraz canlanın, başkalarının -boyunduruğu vebayrağı altında yaşanılmasına izin vermeyin, İngiltere'yle Amerika'nın bize
bunca baskıda bulunmasına ve dilediklerini yaptırmasına müsaade
etmeyin, İsrail'in
Müslümanları
böylesine
felce
uğratmasına
göz
yummayın!.." diyecek biri çıksa, bu alim kisvesine bürünenler hemen karşı
çıkarlar ona.
Bu güruha önce nasihatte bulunup uyandırmak ve şöyle demek gerekir: "Siz
tehlikeyi görmüyor musunuz? İsraillilerin vurup kırdığını, öldürdüğünü, her şeyi
ortadan kaldırdığını, İngiltere'yle Amerika'nın da ona yardım ettiğini görmüyor
musunuz? Sise oturmuş, sadece seyretmektesiniz! Sizin uyanmanız gerekir!
Halkın bedbahtlıklarına çare aramanız gerekir. Sırf oturup dini mübahaselerde
bulunmanın yararı yoktur, sadece dini meseleleri anlatmakla problemler
hallolmuyor. İslam’ın defterini dürmeye uğraştıkları şu sırada Hıristiyanlar gibi
sessiz -sedasız oturmayın; onlar da böyle oturup Ruh'ul kudüs ve teslisi
tartışmakla meşgulken yakaladılar, ortadan kaldırdılar... Uyanın ve bu gerçeklerle,
bu hakikatlerle ilgilenin, günün meseleleriyle ilgilenin, bu kadar uyuşuk,
sorumsuz ve tembel hale getirmeyin kendinizi. Bu ihmalkarlıklarınızla,
meleklerin kanatlarını sizin ayaklarınızın altına yayacağını umuyorsunuz bir de,
öyle mi?! Meleklerin tembellerden yana olacağını mı sanıyorsunuz yani?
Melekler kanatlarını Hz. Emır'el müminin -s- ayaklarının altına yayarlar, evet,
çünkü İslam’a faydası olabilen bir insandır o; İslam’ın yücelip genişlemesini
sağlamakta, onun sayesinde İslam bütün dünyaya yayılıp dünyaca tanınır hale
gelmekte ve o hazretin yönetimi altındadır ki iyi isim yapmış, hür, hareket ve
fazilet dolu bir toplum oluşabilmektedir. Bu durumda melekler elbette ki o
hazretin önünde saygıyla eğilecektir, esasen herkes onun önünde saygıyla
eğilmektedir. Hatta düşmanı bile saygıyla eğilmektedir onun karşısında. Oturup
dini -ibadi meseleleri anlatmaktan başka yükümlülük kabullenmeyen sizler için
saygı gösterilmesinin hiçbir manası ve gereği yoktur.
Mükerrer uyarı, aydınlatma ve nasihatlere rağmen yine de uyanmaz ve
vazifelerini yerine getirmek istemezlerse biliniz ki bu kusurlarının sebebi gaflet
değildir, başka bir "dert"leri vardır. O zaman onlara daha başka türlü davranılması
gerekir tabi.
Dini İlmiye Medreselerinin Tasfiyesi
Din adamlarının yetiştirildiği ilmiye medreseleri Müslümanların eğitim,
öğretim, tebliğ ve yönetim merkezleridir; adil fakihlerin yeri, faziletli erdemli
kişilerin, üstatların ve öğrencilerin mekânıdır. Peygamberlerin emanetini üstlenen
ve onların halefi ve halifesi olanların yendir. Emaneti koruma yendir; ilahi
emanetin rastgele herkese teslim edilemeyeceğiyse apaçık ortadadır. Bu kadar
önemli bir makama geçip Müslümanların veliyy-i emri ve Emirel mümini'nin -snaibi olacak ve halkın ve kendisinin malından, canından ve ırzından mesul
tutulacak; ganimetler,
hadler
vb.'ne
müdahelede
bulunabilecek
kimsenin münezzeh, temiz ve dürüst olması, dünyaya düşkün olmaması gerekir.
Dünya için uğraşıp çabalamakta olan biri her ne kadar gerekli -diğer- şartlara
sahip olsa da "Eminullah" -Allah'ın emanetini üstlenebilecek emin insandeğildir ve böylesine birine güvenilemez. Zalimlerin düzen ve rejimlerine giren ve
-iktidarı elinden bulunduran- saray erkânının yakınında yer alarak
onların emirlerine itaat eden bir fakih "emin" değildir ve -böyle bir fakihinilahi emaneti üstlenmesi düşünülemez. Sadr-ı İslam’dan şimdiye değin bu tür
"kötü alim"lerden İslam’ın neler çektiğim bir Allah bilir... Mesela, Ebu Hureyre
de bir fakihtir([242]) ama Muaviye ve benzerleri için ne kadar -sahte- ahkâm
uydurduğu ve İslam’ın başına ne belalar getirdiğini yine, bir Allah bilir...
Ulemanın zalimler ve egemenlerle işbirliği yapması, halkın diğer kesimlerine
mensup herhangi bir insanın bunu yapmasından farklıdır. Eğer alelade bir insan zalimlerin- düzeninde -yönetim teşkilatında- çalışırsa o insan fasık demektir,
onun olacağı ve yapacağı şey en fazla budur. Ama bir fakih veya bir kadı; mesela- Ebu Hureyre veya Kadı Şureyh gibi insanlar zalimlerin -yönetimteşkilatına girdikleri zaman o teşkilatı büyütmekte -meşrulaştırmakta- ve İslam’ı
lekelemektedirler. Bir fakihin zalimlerin teşkilatına girmesi, herhangi bir insanın
değil; bir ümmetin o teşkilata girmesi, zalimlere katılması demektir. Bu nedenledir
ki masum imamlar -s- bu tür -zalim ve gayri İslami- yönetim ve sistemlere
girmekten kesinlikle sakınmamızı buyurmuş ve "sizler katılmasaydınız iş bu
noktaya varmazdı" demişlerdir([243])
İslam fakihleri için birtakım vazifeler vardır ki başkaları için -bu vazifeler
yoktur. İslam fakihleri, fakihlik makamında bulundukları için -herkese- caiz olan
birçok şeyden sakınmak, birçok caizi terk etmek durumundadırlar. -Bu cümleden
olmak üzere- İslam fakihleri, diğer bireyler için pekâlâ takiyyeyi gerektiren birçok- mevzuda takiyye etmemekle yükümlüdürler. Takiyye, İslam’ın ve
mezhebin muhafazası içindi, eğer takiyye etmeselerdi din ve mezhep diye bir şey
kalmayacaktı. Takiyye, füru ile ilgili meselelerdendir; yani mesela abdesti şöyle
veya böyle almak gibi... Ama İslam’ın temeli ve aslı, İslam’ın onur ve haysiyeti
tehlikedeyse o zaman takiyye olmaz, sükût edilemez! Bir fakih minbere çıkıp da
Allah'ın hükmüne aykırı bir hüküm vermeye zorlanırsa "Takiyye benim ve
atalarımın yolu, yöntemidir"([244]) diyerek itaat mi etmelidir?! Bu durumda
takiyye edilemez, işte! Bir fakihin, bir zalimin teşkilat ve düzenine
girmesiyle zulüm revaç bulacak ve İslam lekelenecekse, girmemelidir, hatta
öldürülse dahi yapmamalıdır bunu! Bu hususta hiçbir mazeret kabul edilemez!
Ancak Ali Bin Yaktın([245]) gibi; birtakım akli ve mantıki temel ve hesaplara
dayanarak girmesi gerekiyorsa -ki onun niçin –Abbasilerin sarayına /çev/- girdiği
de bellidir zaten- veya Hace Nesir rızvanullah aleyh gibi olursa -ki onun
hareketinin de ıslama ne kadar fayda sağlamış olduğu bilinmektedir- o zaman
başka İslam fakihleri için zaten böyle şeyler söz konusu değildir, sadr-ı
İslam’dan bugüne kadar nasıl geldikleri ortadadır, -fakihlerimiz-, bizim
nazarımızda ışık gibi parlamaktadırlar ve zerrece lekelen yoktur O dönemlerde
rejimle işbirliği yapmış olan din adamları da bizim mezhebimize mensup
değildi zaten. İslam fakihleri onlara -zalim yöneticiler- sadece itaat
etmemekle kalmamış, muhalefette de bulunmuşlardır, hapislere duşmuş, işkence
ve eziyetler görmüş ama yine de itaat etmemişlerdir Kimse, İslam âlimlerinin
geçmişte veya bugün bu tür teşkilatlarla çalıştığını veya çalışmış olabileceğini
zannetmesin. İcabında, -zulüm rejimi- kontrol veya sistemini alt üst edip
devirmek için bazen girmişlerdir tabı; nitekim bugün de elimizden böyle bir şey
gelecek olsa girmemiz farzdır, burada tartıştığımız konu bu değil. Problem; şurada
burada bir - iki kelime okuduktan sonra -ki okuyup okumadığı da belli değilbaşına bir sarık geçirip işkembesini doyurmak ya da bir mevki ve makam elde
edebilmek için bu gibi yerlere yamanan kimselerdir İşte bu gibilerine karşı ne
yapacağımızı belirlemeliyiz.
Saray Mollalarını Dışlayın, Kovun!
Bunlar, İslam fakihlerinden değildirler Zaten bu gibilerinin çoğuna İran
gizli emniyet teşkilatı sarık giydirmiştir ki -minberde şah ve rejimi için /çev/- dua
etsinler. . Bayram ve benzen günlerde camı imamlarının -rejim tarafından
düzenlenen veya şahın katıldığı merasimlere -çev- zorla ve cebren katılmasını
sağlayamayacak olurlarsa böyle şeyleri yapabilecek ve "celle celaluhû!" diyecek
adamları olsun yani!.. Evet, son zamanlarda "celle celaluhû" lakabını vermişler
ona! Bunlar fakih değil; kim oldukları belli bunların! Halk bunları tanıyor zaten!
Bahsettiğimiz rivayette de geçiyor zaten "bu gibileri için, dininizden korkun"
diye, "bunlar sizin dininizi yok ederler" diye... Bunları halka tanıtıp rezil etmek
gerekir; halk arasında birilerinden itibar görüyorlarsa kepaze etmek, -maskelerinidüşürmek, toplumdan silmek gerekir! Eğer kendileri toplumdan atılmaz,
silinmezlerse İmam-ı Zaman'ı -s-atacak, İslam’ı sahneden silecektir bunlar!
Gençlerimiz, bunların sarıklarını başlarından almalıdır! İslam fakihleri ve
İslam âlimleri adıyla Müslüman toplumlarda böylesine fesat ve bozulmalara yol
açan bu tür mollaların sarıkları başlarından alınmalıdır. Bilmiyorum; İran'daki o
gençlerimiz ölmüş mü yoksa?.. Neredeler ya?! Bizim zamanımızda böyle değildi...
Şunların sarıklarını niçin almıyorlar başlarından?! Ben, öldürsünler, demiyorum;
bunlar öldürülmeye layık değiller; ama başlarından o sarığın alınması
gerekir. Halk bu konuda sorumludur; İran'daki yiğit gençlerimiz bu tür
(şaha celle celaluhû diyen) mollaların sarık takmasına ve halkın içine
sarıkla çıkmasına
engel
olmakla
sorumludurlar.
Böylelerine
fazla
dayak atılmasına gerek yok; ama sarıkları mutlaka çıkarılmalı... Sarıkla
dolaşmalarına izin verilmemelidir! Bu elbisenin bir şerefi vardır; herkesin bu
elbiseyi sırtına geçirmesine izin verilemez! İslam âlimlerinin bu gibi şeylerden beri
olduğun arz etmiştim; bu gibi sistemlerle çalışmazlar ve çalışmamaktadırlar da!
Bu düzene -şah rejimi /çev/-bağlı olanlar da kendilerini dine ve ulemaya
yamamaya çalışan beleşçilerdir; böylelerinin hesabı ayrıdır zaten, halk da
tanımaktadır onları...
Bize de pek güç görevler düşüyor... Ruhen ve yaşayış tarzı -ve sathıaçısından
kendimizi
tamamlayıp
mükemmelleştirmemiz
gerekir.
Takvamızı fevkalade artırmalı ve dünyanın değersiz metaından yüz
çevirmeliyiz. Sizler -ulema- kendinizi ilahi emaneti korumaya hazırlamalısınız.
"Emin güvenilir insan" olun. Dünyayı düşünün gözünüzden. Evet, "dünya benim
nazarımda tıpkı keçi aksırığının salyası gibi değersizdir!" buyuran hz. Emir (hz.
Ali -s-) gibi olamayabilirsiniz, ama hiç olmazsa dünya malı için kendinizi
küçültmeyin, dünya malına tenezzül etmeyin, nefsinizi eğitip temizleyin, Allah
Teâlâ’ya yönelin samimiyetle; takva sahibi olun. Eğer, Allah göstermesin, yarın bu
işten bir şeyler kazanırım umuduyla -medresede- okuyorsanız bilin ki ne fakih
olursunuz ne de İslam’ın "emin"i! İslam için yararlı olacak şekilde hazırlayıp
donatın kendiniz. İmam-ı Zaman (hz. Mehdi -s- /çev/) ordusunun askerleri olun ki
adaleti yayıp hizmet edebilesiniz. Sarihler, öyle insanlardır ki varlıkları bile
toplum için ıslah edicidir. Biz gördük böylelerini... İnsan onlarla muaşerette
bulunma yoluyla, hatta yürürken bile temizlenmekte, nezihleşmektedir. Siz öyle
davranın ki, sizin davranışınız, ahlakınız ve dünya metaına değer vermeyişinizle
insanlar düzelip ıslah oluversinler, -davranışlarınızla örnek olun ki- size uysunlar,
herkesin uyduğu insan([246]) olun. "Cündullah" olun, Allah'ın askeri olun ki
İslam’ı tanıtabilesiniz,
İslam
devletini
tanıtabilesiniz.
Ben
tahsili
bırakın demiyorum, bilakis okumanız gerekir, okuyun fakih olun,
fakihlikte ciddiyet gösterin, bu medreselerin fıkıhtan soyutlanmasına
izin vermeyin, siz -din adamları- fakih olmadıkça ıslama hizmet edemezsiniz
zaten. Ama tahsilinizin yanı sıra halka İslam’ı anlatıp tanıtmayı da ihmal etmeyin.
-Görüyorsunuz işte- İslam bugün pek "garip"tir, İslam’ı kimsenin tanıdığı yok...
Sizin halka İslam’ı ve İslam ahkâmını ulaştırmanız gerekir ki halk İslam’ın ne
olduğunu anlasın; İslam devletinin nasıl olduğunu, risalet ve imametin ne demek
olduğunu ve esasen İslam’ın ne için geldiğini ve ne istediğini halk öğrenip
bilsin... Böylece yavaş yavaş İslam tanınıp bilinecek ve bir gün İslam
devleti kurulabilecektir inşallah.
Zalim Devletleri Yıkalım!
Onların
resmi
-devletkuruluşlarıyla
ilişkilerimizi
keselim.
Onlarla çalışmayalım,
onlara
yardım
sayılabilecek
hiçbir
şeyi
yapmayalım; onlardan bağımsız yeni yargı, mali, ekonomik, kültürel, eğitim öğretim ve siyasi kuruluşlar oluşturalım!
"Tağut'u yıkmak; yani bütün İslam beldelerindeki gayri meşru siyasi güçleri
ve düzenleri devirmek hepimizin vazifesidir. Zalim ve halk düşmanı rejim ve
kuruluşları yerlerini kamu hizmet kuruluşlarına bırakmalı, İslam kanunlarına göre
idare olunmalı ve yavaş yavaş İslam devleti kurulmalıdır. Allah Teâlâ Kur'an-ı
Kerim'de tağuta ve gayrimeşru siyasi güçlere itaati yasaklamış ve insanları
sultanlara karşı kıyama teşvik etmiş ve Musa'yı -s- sultanlara karşı kıyam
ettirmiştir. Zalimlerle, dine müdahalede bulunanlara karşı mücadelenin
teşvik edildiği birçok rivayet mevcuttur. Ehl-i Beyi imamları aleyhimusselam ve
onların izleyicileri olan Şia, zalim devletlerle gayrimeşru ve batıl düzenlere karşı
daima mücadele etmişlerdir. Onların biyografileri ve yaşam tarzlarından bu
gerçeği kolaylıkla anlamak mümkündür. Hayatlarının önemli bir kısmı zalim ve
zorba egemenlerin baskısı altında geçti, sürekli sıkı bir takiyye ve şiddetli korku
altında yaşadılar; tabii ki bu korku dinleri yüzündendi, kendileri için değil.
Nitekim rivayetler incelendiğinde sıkça karşılaşılan hakikatlerden bindir
bu. Zalim egemenler de masum imamlardan -s- daima dehşetle korktular. Masum
imamlara -s- fırsat verecek olsalar hemen kıyam edeceklerini ve ayyaşlık ve
şehvet perestlikten ibaret hayatlarını onlara haram edeceklerini çok iyi
biliyorlardı. "Harun"un İmam Musa Bin Cafer hazretlerini -s- tutuklayıp yıllarca
hapsetmesinin veya "Me'mun'([247]) Hz. İmam Riga'yı -s- Merve sürüp orada
sürekli
gözaltında
tuttuktan
sonra
sonunda
zehirleterek
şehit
([248])
ettirmesinin
nedeni; bunların seyyid ve Peygamber'in -sav- evlatları olması
ve onların Peygamber efendimize -saa- düşmanlık besliyor olması değildi asla!
Bilakis, Harun da, Me'mun da; her ikisi de Şii’ydi([249]) Ne var ki saltanat iktidar- kısırdır.([250]) Yoksa Ali oğullarının halifelik iddiası taşıdıklarını ve gerçek anlamda- bir İslam devleti kurmakta çok ısrarlı olduklarını, halifelik ve
devlet idaresini kendileri için bir vazife ve yükümlülük addettiklerini onlar da
biliyordu. Nitekim kendisine geri verilebilmesi için "Fedek"in ([251]) sınırlarını
belirlemesi istendiğinde, rivayette de geçtiği üzere, İmam -s- o günkü islam
beldelerinin tamamının sınırlarını çiziyordu([252]) yani "bu hudutlara kadar ne
varsa hepsi bizim hakkımızdır, İslam beldesini bizim yönetmemiz gerekir, siz
onu zorla bizden alan gasıplarsınız!" diyordu açıkça! Zalim halife - sultanlar,
İmam Musa Bin Cafer'in -s- serbest olması halinde dünyayı başlarına dar
edeceğini biliyorlardı; her an elverişli bir ortamın oluşması ve o hazretin kıyam
ederek saltanatı devirmesi ihtimali vardı. Bu nedenledir ki hiç fırsat vermediler,
eğer fırsat verselerdi hazret mutlaka kıyam edecekti. Evet, bundan hiç şüpheniz
olmasın, eğer Hz. imam Musa Bin Cafer -s- bir fırsatını yakalayabilseydi kıyam
edecek ve devleti zorla ele geçirip gasp etmiş bulunan zorba sultanların düzenini
alt - üst edecekti.
Nitekim Memun da, bir gün kıyam eder de saltanatını başına
yıkar korkusuyla Hz. İmam Rıza'yı -s- hep "ey sevgili amcaoğlum!",
"Ey Resulullah’ın evladı!" gibi hilekâr ifadeler ve düzenbazlıklarla gözaltında
tutmadaydı. Çünkü o, peygamberin -sav- evladıydı ve hakkında -peygamber
tarafından Müslümanlara- yapılmış bir vasiyet söz konusuydu, bu nedenle de onu
Medine'de serbest bırakmak mümkün değildi... Zalim yöneticilerin bütün arzuları
saltanat ve iktidara kurban edebiliyorlardı; yoksa kimseye karşı özel bir
düşmanlık besledikleri yoktu. Nitekim eğer İmam, Allah göstermesin, sarayın -
iktidarın- adamı olmayı kabul etseydi ona saygıda kusur gösterilmez, fevkalade
izzet ve ikramda bulunur, elini de öperlerdi! Rivayette de geçer; İmam -s"Harun"un yanına getirildiğinde, Harun, kendi oturduğu yere kadar onun binekte
getirilmesini emretti ve İmam'a -s- fevkalade saygı ve hürmet gösterdi. Sıra,
beytülmalın
Müslümanlar arasında
bölüştürülmesine
gelince
ise,
([253])
Haşimoğulları
için çok az bir meblağ belirledi! Bu sırada orada bulunan
Memun, biraz önce şahit olduğu onca saygı ve hürmetten sonra İmam'a -s- reva
görülen bu haksız bölüştürmeye şaşırınca Harun "Senin aklın ermez buna!"
dedi, "Haşimoğullarını hep böyle tutmak gerekir işte! Bunları hep
fakir tutacaksın, hapislerde çürüteceksin, süreceksin, sürekli eziyet ve
çile çektireceksin, zehirleteceksin, öldürteceksin!.. Yoksa kıyam edip ayaklanır
ve dünyayı başımıza dar ederler!".([254])
Ehl-i Beyt imamları -s- zalim düzenler, zorba hükümetler ve bozuk ve
ahlaksız saray erkânına karşı bizzat savaşmakla kalmamış, aynı zamanda
Müslümanları da onlara karşı cihada çağırmışlardır; Vesa’ıl'uş-şia([255]) Müstedrek
ve diğer kaynaklarda "Sultanlar ve zalim düzenlerden uzak durun",([256]) "Onları
övenlerin ağızlarına toprak dökün",([257]) "Kim onlara bir kalem verir veya
divitlerine su dökerse şöyle, şöyle olur... "([258]) mealinde 50'den fazla rivayet vardır.
Kısacası onlarla kesinlikle işbirliğinde bulunulmaması
ve ilişkilerin
tamamen kesilmesini emretmişlerdir.
Diğer taratan adil fakih ve âlimi öven onca rivayet, onların, toplumun diğer
bireylerine olan üstünlüğünü de hatırlatmaktadır. Bütün bunlar, İslam’ın bir "İslam
Devleti”nin kurulması için oluşturduğu projeyi ortaya koymakta ve milleti
zalimlerin düzen ve iktidarlarından yüz çevirtip caydırmayı, zalimin evini başına
yıkmayı; âdil, muttaki, mücahit ve İslam hüküm ve devlet düzeninin kurulması
için çaba gösteren fakihlerin kapısını halka açmayı amaçlamaktadır.
Müslümanlar ancak adalet ve kanun devletinin gölgesinde olurlarsa huzur ve
güven duyacak, iman ve erdemli ahlaklarını muhafaza edebileceklerdir; sistem,
idare tarzı ve kanunlarını İslam’ın belirlemiş olduğu bir devlettir bu... Şimdi biz;
bütün plan ve projesinin İslam tarafından hazırlanmış ve tamamlanmış olduğu
bu "İslam Devleti”ni kurmak ve fiilen bu projeyi gerçekleştirmekle sorumluyuz.
İslam’ın devlet ve yönetim sistemiyle, siyasi ve sosyal yapı ve
prensiplerinin kalabalık kitlelere gereğince tanıtılmasının, düşüncelerde güçlü
dalgalanmalara yol açmasını ve halk hareketinin doğurduğu gücün, İslam
devletinin kurulmasını sağlayan bir faktör olmasını temenni ederim.
Allah'ım! Zalimlerin ellerini İslam beldelerinden kaldır! İslam’a ve İslam
ülkelerine ihanet edenlerin kökünü kurut! İslam ülkelerinin başındakileri, Müslümanlara- pek pahalıya mal olan bu ağır uykudan uyandır ki milletlerin
maslahatı yolunda çaba göstersinler, tefrikalar ve şahsı çıkarlardan vazgeçsinler!
Genç nesle; medreselerdeki din öğrencileriyle üniversite öğrencilerine tevfik
inayet buyur ki İslam’ın mukaddes hedefleri için ayaklansınlar ve tek saf -ve tek
yumruk-halinde, sömürü ve onun habis uşaklarının pençesinden kurtulma ve
İslam ülkelerini savunma yolunda el ele verip birlikte çalışsınlar. Toplumun fikir
ve düşüncesini aydınlatıp hidayet etme yolunda gayretli olmaları, İslam’ın
mukaddes hedeflerini Müslümanlara, bilhassa genç nesle ulaştırabilmeleri ve
İslam devletinin kurulması cihetinde mücadelede bulunmaları için İslam fakihleri
ve ulemasını başarılı kıl!
Ya Rabbi! Sen tevfîkte velîsin; pek yüce ve büyük olan Allah'tan başka
güç, kuvvet ve değişim verebilecek hiç kimse yoktur!
[85]- Vesailuş-şia'nın
yazarı
bu
hadisi "kaza"'
kitabının 'kadının
sıfatları" bablarında, 8. babda, 50. hadiste ve 11. babın 7. hadisinde irsal olarak
kaydeder. Meâni'ul Ahbâr ve Mecâlis'te iki senetle -ki bazı ricallerde müşterektir
bunlar-nakleder ve Uyun'da 3 ayrı senetle -ki bütün ricallerde de 3 ayrı senet olarak
geçer- kayıtlıdır ve birbirinden uzak üç ayrı noktalarda yaşadıkları
vurgulanmıştır. (İmam'ın -ra- notu).
[86]- Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyhi Kummî, 'Ebu
Cafer" Kuleyni ve "İbn-i Babevevh" ve "Saduk" adlarıyla mâruf (?-381 hk.)
İmamiyenin en büyük âlimlerinden, en güçlü hadis ve fıkıh bilginlerindendir.
Gaybet-i Suğra döneminde ve İmam-ı Zaman'ın -af- duasıyla dünyaya gelmiştir.
Babası Ali bin Babevevh. Muhammed bin Hasan bin Velid ve Cafer bin
Muhammed Kuleviyye'den rivayetlerde bulunmuştur. Şeyh Müfıd, İbni Şâzan,
Ğâzayirî ve Şeyh Ebu Cafer Dureysti ondan rivayet nakletmişlerdir. 300'e yakın
eseri olduğu kaydedilir, bunların en tanınmışı: 'Men lâ Yehzuruhul Fakih". El
Hısâr. 'El-Tevhid". "Uyun-i Ahbar-ir Rızâ". 'El- Emâlî", 'Meâni'ul Ahbâr",
"İleluşşerayi"' ve Kemaluddin"dir.
[87]- Meâni'ul Ahbar: Şeyh Saduk bu eserinde masum imamların -s- konuşma ve
ahbarının tefsirine dair hadisleri toplamıştır.
[88]- c:2 s:37. 31. bâb. 94 hadis. Uyun-i Ahbarır Rıza. İmam Rıza’nın -sbiyografisi ve ondan ulaşan rivayetleri içerir. 139 babdır.
[89]- s: 152. 34. meclis. 4. hadis. "Arz'ul Mecâlis" veya sadece 'Mecâlis" adıyla
da tanınan Emâlî" adlı eser Şeyh Saduk'undur ve toplam 97 meclisin (oturum ve
toplantının) mahsulüdür.
[90]- Müsned". Bütün ravileri sened olarak mezkûr masum imam'a -s- kadar
ulaşan rivayete "müsned" denir.
[91]- Mecâlis'teki müsned (s: 152) 'Yuellımuneha". Uyun-i Ahbarır Rıza'da da
"yuellimunnehunnâs" şeklinde geçer,
[92]- 'Mürsel". Ravilerinin tamamı veya bir kısmı senediyet halkasında
bulunmayan rivayete denir
[93]- Men la Yehzuruhul Fakiyh c:4 s:302. bâb'ul nevâdir. 95. hadis
[94]- Hz. Rasulullah –saa- Hiyf Camii'nde ırâd etliği bir hutbede şöyle buyurdu:
'Kimileri vardır ki bir ilmi taşırlar da kendileri onu bilmezler, kimi de vardır ki
bildiği bir bilgiyi, kendisinden daha bilinçlisine ulaştırır" Bkz: Usul-ı Kâfi c:2
s:258 kilab'ul hüccet, 'Ma emerennebi -s- binnasihat'ul cimmel'ul müslimin"
babı, 1. Hadis.
[95]- Sıkat-ül İslam" adıyla tanınan Muhammed bin Yakub bin İshak-ı Kuleyni-i
Râzî (?-328 veya 32') hk.) büyük Şia muhaddisi ve hadis âlimlerinin en büyüğü.
Şia’nın "Kütüb-ü Erbaa’sının müelliflerinin ilkidir. Tanınmış "Kâfi" kitabını
uzun yıllar boyunca yazıp tamamlamış ve "usul", 'furu" ve "rowze" olarak üç
bölümde toplamıştır.
[96]- Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh (?- 329 hk): Tanınmış Şia
muhaddis ve fakihi. Pek çok kitap ona ait bilinir, bunlardan bazısı şunlardır: ElTevhid, El İmame Ve'l Tebrere Min'el Hiyre, Esselat, El İhvan Ve'şşerâî'".
[97]- Şeyh Müfıd" ve 'İbni Muallim" lakaplarıyla meşhur Ebu Abdullah
Muhammed bin Numan (336 veya 338–413 hk) Şia’nın tanınmış muhaddis, fakih
ve kelamcılarındandır. Bağdad Bilim Başkanlığı yaptı. Seyyid Murteza
Elemulhüdâ, Seyyid Reziy, Şeyh Tusi ve Necâşi onun en tanınmış öğrencileri
arasındadır. İkiyüze yakın eserinden bazısı şunlardır: İrşad, İhtisas, Evâil'ul
Mekâlât, Emâli ve Meğne'e.
[98]- El-Emali Ow'el Mecâlis, 93. meclis, s:509-520 ve: Bihar'ul Envâr c:10
s:393-405, kitab'ul ihticâc, 25. Bâb.
[99]- Mutlak'ın usul bilimindeki anlamı bütün ilgili bireyler için geçerli
olan "genel sıfat'tır (erkek olan herkes için kullanılan "erkek" veya 'adam"
kelimesi gibi). Mukayyed veya 'kayıt ve şarta bağlı" (şartlı, sınırlı) deyimi ise özne
(sıfatları içerir, ör: "bilge adam").
[100]- Usul biliminde "amm" derken, herkesi kapsayan bir mana kastedilir,
"her bilim adamına saygı duy" cümlesinde olduğu gibi gelen kapsamlı bir
anlam kastedilir. 'Hass" derken, bu durumun istisnası veya şartlısı
kastedilir, ör: Ahlâksızı dışında, her bilim adamına saygı duy!" cümlesinde olduğu
gibi.
[101]- Fıkıhta "cem'i ukelâi" denilirken, görünüşte yekdiğeriyle farklı olan iki
delil veya önermeyi birbiriyle irtibatlandıran ve birini diğeri için iptal etmeyip
asıl gayeyi çıkarabilme metoduna -mantık ve edebiyata- vakıf insanların
yöntemi kastedilir. Meselâ "zina eden erkek ve kadına 100 kırbaç vurun" hükmüyle
"evli olduğu halde zina edeni (muhsine) taşlayıp öldürün" hükmü görünüşte
farklıdırlar, ama ukelâ (mantık bilenler) birinci hükmü 'kmm" (genel geçer), 2.
hükmüyse 'hass" (özel durum) olarak belirler ve genel durumun şartlarını özel
duruma uygulamaz, iki farklı şartlar için inmiş bu iki hükmü birbirine karıştırmayıp
"hass"ı "âmm"in kapsamından çıkararak her iki hükme de amel ederler.
[102]- Çeşitli Şia ve Sünni kaynaklarında bu mazmun -biraz farklı ifadelerlegeçmektedir. Bkz: Hısâl: c:2 bâb'ul erbain 15 ve 19. hadisler ve: İhtisas s:2
ve: Biharc:2s:153-157.
[103]- Usul-ü Kâfi c:l kitab-ı fazlul ilim bâb-ı "rivayet'ul kitab vel hadis" Bihar:
c:2bâb: 16 ve 20-21.
[104]- Ebu Abdurrahman Semeret Ibni Cundeb bin Melal bin Cureyc (?-58 hk)
hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- pek çok rivayette bulunmuştur. Ziyad'ın ölümünden
sonra bir süre Basra'da onun yerine geçtiyse de Muaviye tarafından azledildi.
Taberi, Semeret'in vali olduğu dönemde 8 bin kişinin katline ferman verdiğini
yazar. Kufe'ye geldiğinde ziyad "öldürdüğün onca adam arasında birinin suçsuz
olmasından korkmuyor musun?" diye sorunca 'Bundan daha fazlasını da
öldürürüm, niye korkayım ki?!" diye cevap verdiği kayıtlıdır. İbni Ebi'l Hadid'in
Nehc'ul Belağaya yazdığı şerhte (c:4 s:73) naklettiği bir tarihi vak'a oldukça
ürkütücüdür: 'Muaviye Semeret'e 100 din dirhem karşılığında "...İnsanlardan
öylesi de vardır ki dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve
kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir, oysa o, azılı bir düşmandır" (Bakara,
204) ayetinin hz.Ali -s- ve "...İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah'ın rızası için
nefsini satın alır..." (Bakara. 207) ayetinin ise İbn-i Mülcem (hz. Ali'nin -skatili) hakkında nazil olduğu yolunda bir rivayet uydurmasını istedi. Semeret,
önerilen parayı az buldu ve nihayet bu meblağın 4 katını (400 bin) alarak
mezkûr ayetlerle ilgili bir rivayet uydurdu."
[105]- Bazı rivayetlerde 'Sultan" ve “padişahlar"a itaat edilmesi gerektiği
mealinde cümleler geçer. Bazıları, bu rivayetlere sarılarak zalimler karşısındaki
suskunluklarına kılıf uydurmaya çalışmışlardır. Oysaki söz konusu rivayetler
sened açısından zayıf, delâlet açısından da yetersizdirler. Meselenin açıklığa
kavuşması için bu rivayetlerden ikisini burada aktarıyoruz: 'Peygamber -savbuyurdu ki, padişah Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir, zulüm görenler ona
sığınırlar; eğer adaletle davranırsa padişahlık onun için iyidir ve halkın ona
müteşekkir olması gerekir. Eğer zulüm ve sitemde bulunursa, günahı kendi
boynunadır ve bu durumda halk Allah'ın emri gelip çatıncaya kadar sabretmekle
muvazzaftır." (Bkz: Bihar'ul Envâr, c:72 s:354).
Bir diğer rivayet(!) de şöyledir: 'Peygamber efendimiz -sav- buyurdu ki:
Padişaha itaat farzdır, her kim ona itaat etmezse Allah'a itaat etmemiş olur ve
O'nun "kendi ellerinizle kendinizi mahvetmeyin.!!" buyruğuna aykırı davranmış
olur." (Bkz: Menbe-i Piyşiyn s:368.)
İlk rivayetin ravilerine bakalım: Ebi'l Mufazzal: Zayıf. Ali bin Hasan:
Meçhul. Hüreyin bin Zeyd ise "güvenilmez" dir.
İkinci rivayetin ravilerine gelince: Ali bin İbrahim ve Muhammed İbn-i
Musaâb 'meçhul"dürler, Muhammed bin Abdullah’la Ahmed bin Bekir, Hemâd
bin
Seleme, Sabit ve Enes "güvenilmez"
dirler. Bu
rivayetlere
karşılık, Bihar'ul Envâr'da bunların tam tersini savunan yığınlarca rivayet
vardır (bkz: Bihar c:72 s:335-375bab:81-85).
[106]- A'raf 103'ten sonrası, Yunus 75-84, Tâ-hâ 24-43, Müminun 45-47, Nâziât,
17.
[107]- Vesailuşşia c: 11 'El-Cihad kitabı" "Düşmana karşı cihad"bâbları: 1, 5,
26, 46, 47, kitab'ul emr-i bil mâruf... 1,3 ve 8. Bâblar.
[108]- Usul'ul Kâfi, c: 1 s:47 kitab-ı Fazl'ul ilim, fıkh'ul ulemâ babı, 3. hadis
[109]- Ae 2. hadis
[110]- ''İmam -ks- burada 1. Süleyman'ın oğlu ve Sefevi hanedanının son
padişahı 1. Hüseyin (7-1135 hk)'den söz etmektedir. Zayıf ve iktidarsızdı. 110'te tahta
geçti. Onun zamanında Afgan sultanı Mahmud İsfahan'a saldırdı. Sultan
Hüseyin İsfehan'dan vazgeçmesi için Ferehabad'la Culfa'yı ona bıraktıysa da
Mahmud, savunmasız Şah'a saldırarak şehri ele geçirip liyakatsiz Sultan Hüseyin'i
öldürdü
[111]- Bir farzın farz oluşu bir şartla kayıtlı değilse, ona oranla "mutlak farz"
olur: Namazın abdeste göre farz oluşu gibi. Bir farzın farzlığı bir şarta bağlıysa
o zaman da o şeye oranla "şartlı farz" olur: Haccın, ancak gerekli mali ve
bedenî gücü tasıma halinde farz olması gibi.
[112]- Babadan oğula, bir nesildir diğerine sürekli tekrarlayıp duruyoruz
[113]- Sihir, cadı, cifr, Ruhlara hükmetme, cinlere hükmetme... vb. gibi gizli ve
esrarengiz bilimler
[114]- Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve Emir'el Müminin hz. Ali'nin -s- şu sözlerine
işarettir: 'Öyle bir gün gelecektir ki ümmetim arasında Kur'an'dan sadece bir
nişane (sayfa ve kâğıttan ibaret bir kitap kastediliyor olabilir -çev-) ve
İslam’dan sadece bir isim kalacaktır geriye" Bihar, c:2 s: 109, İlim kitabı, 15.
bab, 14. hadis, Nehc'ul Belaga 361. hikmet
[115]-"Zina eden kadın ve erkeğe 100'er kırbaç vurun." Nur,2
[116]- Usul-u Kâfi c: s:58, kitab-ı fazl'ul ilim, bab: Musta'kel bi ilme..., 5. hadis Merhum Neraki'nin
zikrettiği
rivayetlerdendir
ve
Merhum Nuri,
Müstedrek'ik Vesail'de 'Mâ yekteseb bih..." bablarında (11. bab, 5. hadiste)
'Deaim'ul İslam" kitabında 6. İmamdan -s- nakleder. Kâfı'de de (c:l s:39) şöyle
rivayet olunur: 'Bilginler ve âlimler güvenilmiş insanlardır, takva sahipleri sınır
bekçileridir, peygamberler de mehterdirler, başkan ve reistirler."
[117]- ' Şüphesiz, peygamberlerimizi apaçık delil ve işaretlerle gönderdik ve
insanlar adaleti uygulasınlar diye onlara Kitap ve mizanı -ölçü- indirdik"
Hadid, 25
[118]- O halde biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'ın,
peygamberin, peygamberin yakınlarının, yetimlerin, kimsesiz ve muhtaçların ve
yolda kalmışlarındır." Enfal. 41
[119]- "... mallarından sadaka al..." Tövbe, 103
[120]- "Allah'a Resulüne ve içinizden emir sahibi olanlara itaat edin" Nisa, 59
[121]- Üsame bin Zeyd bin Harise (hk.54) islam çağında dünyaya geldi. Anne ve
babası, hz. Resulullah -saa- tarafından azad edilmiş kölelerdi. Hz.Resulullah saa- ömrünün son dönemlerinde -h. 10. yılı- henüz yirmi yaşında bir genç
olmasına rağmen Üsame'yi Şam ve Filistin'e -Romalılar- doğru yürüyecek
muhacir ve ensardan müteşekkil İslam ordularının komutanlığına tayin buyurdu
[122]- Hz. Resul-ü Ekrem -saa- Üsame'nin ordusunu uğurlarken şöyle
buyurmuştu: "Üsame'nin ordusunu teçhizatlandırın. Bu orduya katılmayacak
olana Allah lanet etsin!" bkz: El Milel Vel Nihel, s: 14, 4. mukaddeme.
Çünkü "O kendiliğinden hiçbir şey söylemez, ne söylerse vahiydir" -Necm, 3-4ayet-i kerimesi gereğince hz. Resulullah'ın -saa- bütün sözleri ve buyrukları
vahy kaynaklı olup, Allah'tandır -çev[123]- İmam'ın -ks- büyük ve küçük önermeyle kastı şu iki cümledir: "Fakihler
resullerin eminidirler" ve: 'Halkın, onlara kayyumluk edecek bir imam ve onları
koruyacak bir emini olmalıdır" Yani fakihler peygamberin emini olduğuna
ve halkın liderliğini üstlenecek kimsenin de emini olması gerektiği
buyrulduğuna göre bu iki önermeden çıkarılacak sonuç şudur: Fakihler, halkın
lideri olmalıdır.
[124]- Vesailuş Şia. c: 18- s-6-7- kıtab'ul kaza, 3.bâb- 2.hadıs
[125]- Ebu Ümeyye Şureyh bin Haris Kindi (-7-78 hk) Yemen asıllıydı,
İslam’dan önce dünyaya geldi. Hz. Peygamber'i -saa- görmediği için sahabeden
sayılmamıştır. Ömer. Osman, hz. Emir ve Muaviye dönemlerinde Kufe
kadılığında bulunmuştur. Ama Âşura hadisesinde Kufe'de İbni Ziyad'ın safında
yer aldığı ve halkı İmam Hüseyin'in aleyhine kışkırttığı nakledilir
[126]- Burada kastedilen "velayet", devlet ve yönetim hakkı, yani mallara ve
canlara velayette bulunmadır
[127]- Ahmed bin Muhammed Mehdi bin Ebi Zerr-i Nerâki (öl: hk. 1245) zühdü
ve takvasıyla meşhur fakih, muhaddis, rical, matematik, geometri, fen, mantık ve
fesefe bilimlerinde pek ileri bir âlimdi. Bu ilimlerin çoğunu babası Molla
Muhammed Mehdi Nerâki'den öğrendi. Seyyid Mehdi Behr'ul Ulum ve Şeyh
Cafer Kâşıful Gıtâ'dan ders almıştır. Üstad Şeyh Ensari ve Seyyid Muhammed
Şefiy-i Cabulgi'nin üstadıdır. Bazı eserleri: Miracusseade, Miftahul Ahkâm,
Avâid'ul Ayyam, Minhac'ul Vusul ilâ İlmel Usul Mustened'iş Şia ve Divan-ı, Şiiri Farsi.
[128]- Mirza - veya Muhammed- Hüseyin bin Abdurrahim Nâini Necefı (hk:
1273- 1355) büyük şia fakih, hekim ve merciilerinden. Tahsiline Nain'de
başlayıp İsfahan ve Samirâ 'da bitirdi. İran'da meşrutiyetin ilanından sonra
Tenzihel Millet ve Tenbih'el Ümmet adlı eserini yazdı ve Ahmed Horasani 'nin
önsözüyle başladı. Ahund'un öğrencisi Şeyh Muhammed Taki Şirazi'nin
vefatından sonra şiamn merciiliği merhum Naini'yle Seyyid Ebul Hasan İsfahani
'de toplanmış oldu. Bazı eserleri şunlardır: Risale der libası meşkûk, Risale der
ahkam-ı Hilel-i Namaz, P'sale der Nefy-i Zerer, Urvet'il Vuska'ya Haşiye.
[129]- Evaid'ul Avvam s: 187-188. Mımciuttalib Fi Haşıvetul Mckasib
c.l2 s:325-327
[130]- Kuleyni Süheyl veya Sehl bin Ziyad ve Ebu Abdullah. Vâkıfı
mezhebindedir ve hadis konusunda karmaşıkcıdır, Sehl'in güvenirliği hususunda
da ihtilaf vardır
[131]- Süleyman bin Halid bin Dehgan bin Nafile Kur'an kâarisi. Fakih,
muhaddis ve İmam Bakır'la -s- İmam Sadık -s- hazretlerinin güvenilir ve yakın
ashabındandı
[132]- "Sahih rivayet" bütün ravileri imâmi. Âdil ve güvenilir olan
rivayettir. Saduk'ıın Süleyman bin Halid'e tarıki. Mersiye-i Fakihte de geçtiği
üzere şöyledir: Saduk'un babası Sâ'd bin Abdullah İbrahim bin Haşim'den,
Muhammed bin Ebi Mesir'dcn. Hışam bin Salim'den'dir tamamen İmamiye'den
ve güvenilirdiler. Bunlardan İbrahim bin Haşim’in güvenilir olduğuna dair özel
bir belge veya beyan yoktur, ama imamiyenin tanınmış ravilerinden olduğu için
güvenirliğinden şüphe yoktur
[133]- Vesailuş-şia c: i 8 s 7 kitabul kaza. 30 bab. 30 hadis ve Menlâyehzer'ul
fakih c: 3 s:4. ebvabul kaza. 30 bab. 10. hadis
[134]- Tuği veya tuğra, mektubu belli bir işaretle mühürlemeye denir, padişahın
bir mektuptaki imza veya mührü de bu adla anılır. Masum İmamların -s-ve
bilhassa hz. Mehdi'nin -af- naiblerinden biri aracılığıyla iblağ olunan imzalı ve
mühürlü mübarek mektup, hüküm veya fermanları da tarih ve hadis kitaplarında
"tevkiât" veya "tuğralar" adıyla geçer
[135]- Kemalud-din ve Tamamun-nimet adıyla tanınan Ikmaluddin ve
İtmamunnimet. Şeyh Saduk'un (-?- 381 hk) eserlerinden olup hz. İmam-ı Zaman
Mehdi aleyhisselam'ın gaybeti ve o hazrete dair meseleleri içerir
[136]- Kemaluddin c: 2 s: 484. Tuğralar babı 4. hadis
[137]-İshak bin Yakub Kuleynı. Kendisinin Muhammed bin Amru As aracılığıyla
bazı meseleleri hz. İmam Mehdi'den -s- sorup cevap aldığını belirtmektedir.
İmam'ın tuğrasında ona hitaben şöyle denilir: "... emma mâsual indehu
erşedekellahu vessebbeleke..." İmam'ın -s- böyle hitap etmesi, kuleyni'nin o
hazret indindeki değer ve mertebesinin yüce olduğunu göstermektedir
[138]- Vesailuşşia'nın yazarı fakihlere rücu konusundaki rivayeti bu adlı
eserinin Kitabul kaza'sının Sıfatul kaâzi'nin 11 babında çeşitli ibarelerle
nakleder.
[139]- "Dört naip", küçük gaybet döneminde (hk 260- 129) hz. İmam-ı Zaman'la
-s- şiiler arasında irtibatı sağlayan 4 temsilcidir: Dört naip şunlardı: 1- Ebu
Ömer Osman bin Said bin Amir'ul Ömen: İmam Hadi ve İmam Askeri'nin -syakın ashabındandı. İmam Askeri -s- onu gaip İmamın naibi olarak tanıtmıştır.
2- Ebu Cafer muhammed bin Osman bin Saıd: İmam Askeri 'nin -s- sahabe ve
niplerindendi. Babası Osman bin Saıd ve 11. İmam -s- onu hazretin
naiplerinden saymışlardır. Hk. 304 (veya 205)'te vefat etmiştir. Bağdad'da
babasının mezarı yanına defnedildi. 3- Ebulkasım Huscun bin Ruh Nevbahtı:
Muhammed bin Osman onu kendi vekili ve İmamı Zaman'ın -s- naibi olarak
tanıtmıştır. 4- Ebul hasan Ali bin Muhammed Semuri "İmam'ın -s- vekili Hüseyin
bin Ruh" adıyla tanınır. Semuri hk 328 veya 329'un Şaban'ın15’inde vefat etti,
hz. Mehdi'nin -s - son naibiydi
[140]- Tevatüre varmayan rivayete "haber-i vahid"denir. Yani insanda kesin yakin
doğurabilecek sayıda insanlarca naklolunmayan haberdir. Haber-i vahid
eğer güvenilir insanlarca naklolunmuşsa "muteber haber" denilir ve şer'i
hükümlerde delil yerine geçebilir. Haber-i vahidin hücciyet ve delil sayılması derken,
bir ameli yerine getirmenin, bu haberle farz sayılması kastedilir Aslı olmazsa, amel
etmeyen mazurdur
[141]- "Zürare" lakablı Abdurrebhi bin Eeyn Şeybani Kufi (öl: hk 150) imanı Bakır
ve İmam Sadık -s- 'in ashabındandır, hadis âlimlerinin şeyhi,
ashabın fakihlerindendi. Bütün rical âlimleri onu "güvenilir" saymış ve "icma"
ashabından kabul etmişlerdir. İmam Sadık'ın -s- ona pek değer verdiğine dair
rivayetler vardır. El İstitac ve Cebr'in yazarıdır.
[142]- Muhammed Rıza Pehlevi hş. 1350 (1972'de) sonbaharında İran
şahinşahlığının 2500. yıldönümü münasebetiyle Persopolis denilen târihi
mıntıkada pahalı şenlikler düzenledi. 69 ülkeden 20 arap emir ve kralı, 5
kraliçe, 21 prens, 16 cumhurbaşkanı. 3 başbakan, 4 cumhurbaşkanı yardımcısı
ve 2 ülkenin dışişleri bakanının katıldığı ve 1 hafta süren bu şölenler İran
halkına 200 milyon doları aşan bir rakama malolacaktı! O günkü resmi
gazeteler bunun sadece 133 milyon tümen olduğunu yazmışlardı. Davetliler 3
dev çadır ve 50 büyük çadırda ağırlandı, bölgeyi aydınlatmak için Tahran ve
Şiraz 'dan 6000 millik elektrik kablosu çekilecekti! Bu "şahane" (?) şenliklerdeki
yemekler şunlardı: Havyarlı bıldırcın yumurtası, yengeç, mantarlı kuzu kebabı,
karaciğeri dolmalı tavus kızartması. Yemekten sonra alınan mene ise
Fransa'dan özel olarak getirilmiş taze ahududu ve incir usaresi ve özel olarak
yetiştirilmiş bir diğer ahududu. Misafirleri ağırlamak ve yemekleri hazırlamak
üzere şenliklerden 10 gün önce bir Fransız; başaşçı ve çıraklardan müteşekkil
150 kişilik bir ekiple Tahran'a davet edilmişti. Paris'in tanınmış hızlı sosyete
restoranı "Maxım" bu şölenlere özel hazırlanmış 25 bin şişe şarapla özel
yemekler ve alkollü içkiler göndermişti. 2500. şahinşahlık kutlama şölenlerine
dünyanın dört bir yanından 600 gazeteci, fotoğrafçı ve film ekibi davet edilmiş
ve şenliklerle ilgili olarak 1 milyon kelimeyi aşkın bir haber hacmi dünyanın
dört bucağına muhabere edilmişti. Amerika NBC televizyonu bu şenlikleri uydu
yayın aracılığıyla bütün ABD'de yayınlamıştı. Bkz. Tarih-i siyas-i 25 sale-i İran
Gulamrıza Necetai, c:l s:348 - 351 ve şekes'ti şahane: Marurın Zunıss, Farsç,
Abbas Muhbir s: 123 ve sonrası
[143]- İran'ın sabık ve madum şahı Muhammed Rıza Pehlevi 1346 Aban'ında
astronomik rakamlara varan şenlikler düzenleyerek resmi bir merasimde taç
giydi! Bir ay süren bu kutlamalar boyunca başkent Tahran’ın Cadde ve
sokaklarında kullanılan malzemeler şunlardı: 700 ton demir ve çelik, 300 km.'lik
kablo, 100 binlerce lamba, floresan, plastik ve alüminyum levha ve çeşitli süs
malzemeleri. Şah ve kraliçe Farah'ın taçları Fransa'nın meşhur sosyete
kuyumcusu "Porarıel" tarafından sarı ve beyaz altınla özel siparişle yapılmış,
çok pahalı mücevherlerle süslenmişti.
[144]- Taberi Tarihi c:3-4, İbni E'nam'ın El Futuh'u, Avrupa'da İslam fetihleri.
Şekip Arslan
[145]- Senedin biraz düşündürücü olmasının nedeni, hakkında belki bir
güven senedinin ulaşmadığı İshak bin Yakub'a istinadendir
[146]- Mukbule" senedinin sıhhatine veya yanlışlığına bakmadan hadis ve
fıkıh bilginlerinin kabul ve ona göre amel ettiği hadistir, ör: Ömer bin Hanzala
hadisi gibi.
[147]- Nisa/58-59
[148]- Mecmeul beyan, Nisa/58.
[149]- Ae ve Tefsir-i Burhan ve Dürrulmensur tefsirinde aynı ayetin açıklamasında
[150]- Usul-i Kâfi c:2, s: 22-24, Kitabul Hücce, "innel imam
aleyhisselam..." babında ve Mecmeul Beyan Tefsiri, Burhan ve Nurussekaleyn
tefsirlerinde aynı ayet
[151]- Füru-u Kâfi, c:7, s:264, Kitabul Hudud, "nevadir" babı, 22. hadis ve
Vesailuş Şia c:18, s:528, kitabul Hudud, "haddussırgo" babları, 30. bab, 1.
hadis, Bihar, c:4(), s:291 ve Tarih-i Emirelmüminin -s-, 97. bab, 44. hadis.
[152]- "Bana ulaşan bir habere göre saldırgan askerlerden (.Muaviye’nin
milis kuvvetlerinden) biri, bir Müslüman ve bir zımmi kadına saldırarak
ellerinden, boyunlarından ve ayaklarından bilezik, gerdanlık ve halkalarını
zorla çıkarıp almış! Kadıncağızlar ağlayıp yalvarmışsa da o çapulcular kulak
asmayıp gitmişler, hiçbir saldırıya uğramadan, burunları dahi kanamadan hem
de!... Sırf bu hadisenin acısıyla bir Müslüman düşüp ölürse kınanmaz; insan
düşüp ölse, yeridir hani!! "Nehc'ul Belaga, 2. hutbe.
[153]- Beni Kurayza (Kurayzaoğulları) Medine yakınlarında yaşayan bir Yahudi
kabilesiydi, Peygamber-i Ekrem'le -saa- barış ve saldırmazlık antlaşması
imzalamışlardı, ama Ahzab Savaşı'ında (Hendek Savaşı) ahdlerini bozup
sözlerini çiğneyerek Kureyş ve Katfan oğullarıyla birleşip Müslümanlara karşı
ayaklandılar ve savaş sırasında Medine 'de anarşi yarattılar. Savaş
Müslümanların zaferiyle sonuçlandıktan sonra hz. Resulullah -saa- onları
kuşatmaya aldı, Kurayza Yahudileri Sa'd bin Muazz'ın hakemliğini kabul
edeceklerini açıkladılar. Sa'd, onların savaşçı erkeklerinin öldürülmesine,
kadınlarının ve çocuklarının esir alınmasına, mallarının da Müslümanlar
arasında bölüştürülmesine karar verdi..." Bkz İbni Hişam siyeri c:3 ve 4 s:238246 ve Taberi Tarihi c:2 s:245
[154]- Kâfi c:l s:276, kitabul hüccet, "innel iman..."babı, 1- hadis ve
Burhan Tefsiri c:l s:379-386, 1 ve 4 ayetlerin tefsirinde
[155]- Usulü Kâfi c: 1 s: 86. kitabul fazlul ilm. " ihtilaful hadis" babı. 10- hadis
ve: Vesail eş-şia, c:18. "kadının sıfatları" babı. 11- bab ve hadis
[156]- Ebu Sahar Ömer ibni Hanzala Ecelli Kufi: Şeyh Tusi ve Borgi onun
İmam Bakır ve Sadık aleyhisselamların ashabı olduğunu yazarlar. Ömer bin
Hanzala tanınmış ravilerdendir ve Zürarc. Hişam bin Salim. Abdullah bin
Bekir. Abdullah bin Miskan ve Safvan bin Yahya gibi ashabın büyükleri ondan
rivayette bulunmuşlardır ki bu, onun güvenirliğini göstermeye yetmekledir.
Ayrıca, Yezid bin Halife rivayeti onun övünürlüğünü ispatlamaktadır
[157]- Biri diğerinden, miktarı belli olmayan bir alacak iddiasında bulunursa bu
alacağa "ayn-i külli" denir. Alacaklının iddiası belli bir miktar içinse bu
alacağa "ayn-i şahsi" denir
[158]- Araştırmacı Sebzevari Kifayet'ul Ahkâm’da bu ihtimali veriyor. Bkz: El
Kaza: Muhakkik Aştiyani s:22
[159]- "Rivayetin senedinde problem" derken sadece Ömer bin Hanzala açısından
kastedilmektedir, 156 no'lu dipnotta gerekli açıklama verildi.
[160]- Ebu Hatice ve Ebu Seleme kümeli Salim bin Muharrem bin Abdullah Kenasi,
İmam Sadık ve İmam Kâzım hazretlerinin -s- ashabından olup her iki İmamdan
rivayette bulunmuştur. İbni Kavleviyye ve Ali bin Gazzal onun güvenilir olduğunu
belirtmiş, büyük ricalci Necefı de onun güvenirliğini vurgulamıştır
[161]- Vesailuşşia c:18 s: 100 kitabul kaza kadının özellikleri babları. 11. bab,
6. hadis
[162]- Hasbiyye, şeriatın toplumda vukuunu istediği işlerdir ki bir veya
birkaç kişinin yapmasıyla diğer bireylerden sakıt olur. Hasbiye işlere örnek olarak
emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker, savunma ve yargı verilebilir. Gaybet
döneminde bu işleri üstlenmekle sorumlu kimse âdil fakihtir; fakih, güvendiği ve
liyakatli birini bir işe tayin edebilir
[163]- Abdullah bin Maymun bin 'el Esver'ul Gaddah: İmam Bakır ve
İmam Sadık'ın -s- sahabesindendir. Necaşi ve Allame onu güvenilir kabul etmişlerdir
[164]- Usul-ü Kâfi c: 1 s:42 fasl-ı ilim kitabı, ilmin sevabı babı, 10. hadis
[165]- Ali bin İbrahim bin Haşim Kuminin: Hk 3 yy'ın sonlan ve 4.
yy'ın başlarının en tanınmış hadis, tefsir ve fıkıh âlimlerinden ve Kuleyni'nın
üstadlanndandır. Çok sayıda eseri vardır. Bazıları: Menâkıb, Kurbul
Esnâd, Kitabul Şerayi, Kitab-ı Meğâzi, Kitabul Enbiya ve Tefsir-i Kur'an. Kum'da
gömülüdür
[166]- İbrahim bin Haşim Kummi: İmam Cevad'ın -s- ashabındandır.
Masum İmamların -s- ashabından pek çok rivayetlerde bulunmuştur. Kufelilerin
hadislerini Kum'da yayan ilk kişi olduğu söylenir. "Nevadir" ve "Kazaya-i
Emir'el Mümiminin" onun önemli eselerindendir
[167]- veheb bin Veheb bin Kesir bin Abdullah: Ebul Bahteri adıyla tanınır (?-200
hk) İmam Sadık -s- ve Bağdat'ın nezili Hişam bin Urve'den
rivayetlerde bulunmuştur. Hadislerinde suçlanmıştır; ehl-i sünnet uleması ve bu
cümleden olmak üzere Ahmet bin Hanbel onu sahetkârlık ve yalancılıkla suçlar.
İmamiye âlimlerinden Şeyh Tusi de onu Sünnilik ve zayflıkla suçlamıştır. İbn-i
Ğezayirionun için "O Sünni ve yalancıdır" der. Ama İmam Sadık'tan -s - güvenilir
hadisler rivayet etmiştir
[168]- Usuli Kâfi c: 1 s:39, Fazlul ilim kitabı, İlim ve âlimin özellikleri babı, 2 hadis
[169]- Evaid'ul Eyyam s: 186 "fıtehdidi velayet'il hâkim", 10 hadis
[170]- Belağat'il Fakih c: 3 s: 226
[171]- Bihar, c:2 s:2, kitabul ilim, 80 bab, 67, hadis
[172]- Usul-ü Kafi c:l s.245-246, kitabul hüccet, "Tabakatul Enbiya.." babı,
10 hadis
[173]- Ünvâni vasıf, sadece vazife veya meslekle sınırlı vasıflar. Burada
maksat badece Peygamber -nebi- dir", başkası değil. Yani ulema,
peygamberlerin varisleridirler, peygamberler de, dinle ilgili hükümleri vahy yoluyla
alanlardır. Binaenaleyh, sadece bazı peygamberlere verilmiş olan velayet ve
İmamet sorumluluğunun, bütün "peygamberlerin varisi olan fakihlere taalluk
ettiğisöylenemeyecektir, (bu hadisin mazmumuna göre).
[174]- "Külli ferdi min'el enbiya", yani taşıdıkları bütün sorumluluk ve
derecelerde bütün peygamberler. Bir de diğer tabir vardır ki, bu da "İmamet ve
velayet" sorumluluğunu da taşıyıp taşımadıkları gibi bir ayırımda
bulunmaksızın sırf "peygamberlik" le görevlendirilmiş bütün peygamberlerin
salt "peygamberlik" ve " elçilik" vasfı.
[175]- Ahzab/6
[176]- "Mecma'ul Bahreyn ve Metleunnehreyn-fî Gariybel Kur'an ve'l Hadis" kitabı,
Kur'an ve hadislerde geçen terim ve deyimleri inceler. İmamiye Şia’sının rivayetleri
esasınca Fahreddin bin Muhammed Ali bin Ahmed bin Tureyh-i Necefi (Şeyh
Fahreddin olarak tanınır: Tureyhi (?- 1085 hk) tarafından yazılmıştır. Bu eseri
yazarken Sıhah, Kamus ve Nihaye'den faydalanmıştır
[177]- Mecmeul Bahreyn, c:l s:457
[178]- Usulü Kâfi ( c;1 s;7. 176; kitabul Hüccet, "Resul, Nebi ve Muhaddisin farkı
babı
[179]- Usulü Kâfi c:ls: 321–343, kitabul Hüccet, "innel emine
vereset’il ilim..."babıyla" "mâindel eimme min selah..."babı
[180]- Usuli Kâfi c:l s: 42-45, fazlul ilim kitabı, "âlimlerin özellikleri" babı
[181]- Erbain: İmam Humeyni (ks) s: 414-416, 26. hadis
[182]- Bkz: Sahih-i Buhari c: 1 s:25, kitab'ul ilim, "ilim kablel kavi..."babı
veSünen-i Daremi c. 1 s. 110, "fi fazlul ilim ve..."babı, 342. hadis ve: sünen-i
Ebu Davud c: 4 s:57, kitabul ilim "bab-ul hiss elâ taleb'ul ilim", 3641. hadis ve
eklemede bulunmaksızın " materkena sadaka" ve İmam Hanbel'in müsnedindc c:
1 s: 10, yukardaki cümle eklenmiş olarak geçer.
[183]- Avâid'ul ayyam min mühimmat-i edillet'il ahkâm: Molla Ahmed bin
Mehdi bin Ebi Zerr-i Neraki Kaşani (?-hk 1245) bu kitabı şer'i hükümlerin
ispatlı beyanı olup 88 aideden müteşekkildir
[184]- Fıkhurrıza veya "fıkh-ı Rezevi ", bazı âlimlerin İmam Rıza'ya nispet ettiği
ama bazı âlimlerin farklı düşündüğü kitaptır; fıkhî konuları içerir. Bkz:
Mukeddimei El Fıkh'el Mensub ile'rrıza (s), Kongrei cihanii İmam Rıza -syav.hk. 1406
[185]- Avaid-ul Eyyam s:186, 7. hadis
[186]- "Menzilet ve nisbetin genelliğinden maksat, fakihlerin her açıdan
İsrailoğulları peygamberleriyle aynı menzilette bulunduğu ve bu konuda
imamet, yönetim ve velayetin istisna tutulmadığıdır
[187]- )"Camiul Ahbar" Şeyh Saduk -un kitabı olarak tanınmışsa da hk, 6 yy.da
yaşamış bulunan Muhammed bin Muhammed bin Ali'ye aittir, tayinle bilinmiş
değildir, bkz: Kitabul Zerie c: 5 s: 33-37
[188]- Camiul Ahbar s:38, 20. fasıl
[189]- Müstedrek-il Vesail ve Müstenbiti'il Mesail: Mirza Hüseyin bin Mirza
Muhammed Turhi bin Mirza Ali Muhammed Tebersi Nuri (hk-?- 1320)'ye ait
olup 33 bin hadis kapsar. Bu eserini Vesailuşşia'nın tamamlayıcı metni olarak,
onda (geçmeyen) hadislere ayırmıştır. Vesail'in fihristine göre düzenlenmiştir;
yazar kitabın sonuna tafsilatlı bir fihristle rical ve dirayet ilmine dair mükemmel
bir hatime -son söz- eklemiştir
[190]- Ğureril Hikem: Ebulfeth Abdulvahid bin Muhammed bib Abdulvahid bin
Muhammed Âmidi (-?-hk 510) "Hz. Ali'nin -s- bazı konuşma ve vecizelerini
içerir, elifbaya göre sıralanıp düzenlenmiştir
[191]- Ae- 1, fasıl, 559, hadis ve: Müstedrek'il Vesail c:17 s: 316, kitabul kaza,
kadının özellikleri babları. 11 bab, 17, hadis
[192]- Bu rivayet Gurer-il Hikem'den nakledilmişdir ve bu kitaptaki rivayetlerin
tamamı mürseldir
[193]- Tuhefü’l Ukul c:3 s: 400
[194]- Maide/63
[195]- Maide/80-81
[196]- Maide/44
[197]- Tevbe/71
[198]- Tuhefil Ukul s:271
[199]- Usulü Kâfi c: 1, a:54, Fazlulilim kitabı, "El bed" babı, 2. hadis
[200]- " Feeh bağiyeh..." (= saldırgan ve baği güruh): İmama itaatten çıkan veya
bir grup müslümana karşı haksız yere savaş açanlara denir. Hucurat suresi'nin 9.
ayetinde şöyle buyrulur: "...Müslümanlardan bir grup, diğerine karşı
savaş açarsa; saldırgan, Allah'ın hükmüne dönünceye kadar onunla savaşın" ve
Zubdetul Beyan s:319 ve Vesailuş-şia c:ll, s: 16, 54, 55, kitabul cihad, 5 - 24 - 26.
bablar, düşmana karşı cihad babları
[201]- Hş. 1270'de (m: 1891'de) İran Kaçar şahı Muzaffereddin'le İngiliz
William Fa Dorsey arasında bir antlaşma imzalanarak İran petrollerinin bütün
hakları İngilizlere devredildi. Bu antlaşma 60 yıllıktı ve İran, kârın sadece
%16'sını alabilecekti. 32 yıl sonra yenilenen antlaşmada ise İran'ın payını
%20'ye çıkarma lütfunda (!) bulundular. Musaddık devrildikten sonra 1333'te
yeni bir konsorsiyum düzenlendi. İran ve İngiliz şirketi % 40, beş Amerikan
şirketi Acson, Mobil, Golf, Schuran, Texaco %40, Hollanda şirketi Royal Doch
Shell % 14 ve Fransız petrol şirketi %6 oranda hisselere (1333'ten 1357'ye
kadar, yani 24 yıl boyunca) sahip oldular ve mevcut istatistiklere göre bu 24 yıl
zarfında İran'dan 205.891.947.800 varil ham petrol ve 10.152.212.090.000 ayak
metreküp doğal gaz batı ülkelerine çıkarıldı. Bkz.: Başlangıçtan günümüze
kadar petrol: Petrol Bakanlığı Halkla İlişkiler bür, ve: Pehlevi saltanatının
zuhuru ve düşüşü, c:2, siyasi araştırmalar merkezi, ve: İran: İktidar serabı:
Robert Gruham, tere: (farca): Firazniya, ve: Opec Hikayesi Pier Terziyan, farç
tere: A. Rıza Gufrani, ve: Petrol -Güç ve Prensip: Mustafa Alem, farsça terc: G.
H. Salihyar
[202]- Hş. 30 Mordad 1948'de (m: 1970'de) Siyonistler Müslümanların ilk
kıblesi Mescid-i Aksa'yı yaktılar. Bütün bir İslam dünyasının İsrail'e karşı
nefretini bir anda kat kat artıran bu olay, şah rejiminin güdümlü basınında
geçiştirilmeye çalışıldı ve haberin, halkın İsrail'e nefretini artıracak şekilde
verilmesi engellendi. Saray bakanlığı olaydan duyduğu üzüntüyü belirten bir
bildiri yayınladıysa da olaya sebep olan İsrail siyonizmini kınamadı. Bu arada
şah, Mescid'ul Aksa'nın yeniden tamir ve restoresi için 1 milyon riyal tahsis
ettiğini açıkladı; kral Faysal'la İran şahı, bu olayı görüşmek üzere İslam
ülkeleri zirve toplantısı önerisinde bulundular. Birçok İslam ülkesinde
Müslümanlar yoğun gösterilerle Siyonist İsrail'i kınayıp olayı protesto ederken
şah rejimi İran'da İsrail'i kınayacak gösterilere izin vermedi ve bu durum birçok
yüksek düzeyde din adamının öfkesine yol açtı. Aynı günlerde, Bağdat'da
yayınlanan Cumhuriyet gazetesi, İmam Humeyni'nin -ra- konuşmasını şöyle
yayınlayacaktı: "İmam, Müslümanları vahdet ve kenetlenmeye çağırarak
Ribat'ta düzenlenecek zirve konferansının Müslüman kamuoyunun dikkatini
başka tarafa çekecek bir "emniyet supabı" rolü oynadığını ve Filistin Yahudilerin
işgalinde olduğu sürece Mescid'ul Aksa'nın tamir edilmemesi gerektiğini,
böylece siyonizmin suç izinin silinmemiş olacağını vurguladı. Bu arada BM
güvenlik konseyi de bu çirkin eylemi dolaysıyla (pek sert olmayan bir dille)
İsrail'i kınadı
[203]- Füruu Kafi, c:5, s:55-60, cihad kitabı, emri bil maruf babı, 1-2-5 ve 11. hadisler,
ve: Vesailus-şia c: s: 393 ve sonrası ve emri bilmaruf kitabı 1 ve 3. bablar
[204]- 16 mehr 1341 (1963' te) şah rejimi tarafından onaylanan Eyalet ve
Vilayet Encümenleri yasa tasarısına işaret ediliyor. Bu kararda seçmen ve
adaylar için "Müslüman" ibaresi kaldırılması ve "Kur'an'a" yemin yerine
"semavi kitaba yemin" ibaresi konulmuştu. Bu layiha önce İmam, sonra da
bütün taklid merciilerince reddedildi. İmam'ın -r- bildirisi üzerine halkın sert
tepkisine şahid olan rejim, aynı yılın 17 Azer'inde (Aralık) Eyalet ve Vilayet
Encümenleri yasa tasarısını iptal ettiğini açıklamak zorunda kaldı. Bkz. Berresi
ve Tahlili ez Nehyet-i İmam Humeyni-ks-s: 141-216
[205]- Tevbe/60
[206]- Tuhef ul Ukul 'un yazarı bu rivayeti naklederken belgelerini kaydetmemiş,
bu da. Rivayetin mürsel ve zayıf savulmasına sebep olmuştur
[207]- Mirza- veya Muhammed- Hasan bin Muhammed Hüseyni Şirazi (12301312 hk) çağının en ileri usul fakihi ve şia bilgini. Tahsiline Şiraz'la İsfahan'da
başladı, Necefte Şeyh Ensari'den 22 yıl fıkıh ve usul dersi aldı, onun ölümünden
sonra Şia dünyasının en büyük mercii seçildi. Onun vefat yılında vuku bulan ve
milyonlarca İranlının bir günde sigara ve nargileyi bırakmasın ve sonrada
İngiliz şirketiyle imzalanan tütün anlaşmasının feshedilmesine yol açan meşhur
Tonbaki fetvası onu dini karizma ve siyasi nüfuzunu gösteren en güzel örnektir.
Mirza Hüseyni Nuri, Aga Rıza Hemdani, Şeyh Fazlullah Nuri ve Mirza
Habibullah Horasanı hep onun öğrencileridir. Önemli bazı eseleri şunlardır:
Risale der Rıza, Emr ve Neyh, Taharet ve Abdest üzerine.
[208]- İranlıların Uyanış Tarihi: Nazmi İslam-i Kirmani c:l s: 14 ve: Yahya'nın
hayatı: Devletabadi c:l s: 109 ve: Tönbeki yasağı: İbrahim Timuri s: 119 ve:
İran'da Tütünün Haram 01ması:Nıccı R. Caddy, farsç tere: Şahroh Kaymakami
s: 118.
[209]- ) Şer'i hükümleri ilgilendiren bütün durum ve unvanlara denilir ve iki
şekilde olur: 1- Herhangi bir kayıt ve şarta bağlanmayan genel geçer durumlar
için şeriatın verdiği hüküm ve sınırlara "ahkâm-ı evveliye" denir 2- Belli bazı
şartlar veya istisnâen oluşabilecek zorunluluklarda (zaruret, ikrah, çaresizlik,
fesada kapılmayla yüzyüze gelme... vb. gibi) verilen hükümse " sânevi
hüküm"dür. Mesela murdar -ölü hayvan eti- yemek hükm-ü evveli olarak
haramdır. Ama birisi mecbur kalırsa, açlıktan ölmeyecek kadar yiyebilir. Veya
mesela tütünün alım satımı ve kullanımı 1. hüküm açısından helal ve caizken;
Müslümanların zararına, fesada ve kâfirlerin Müslümanlara tahakküm ve
galebesine yol açması halinde bu caizlik hükmü kalkar ve haram olur.
[210]- Mirza Muhammed Taki bin Muhibbi Ali Şirazi Hayri (-?- 1338 hk):
Mukaddimeyi bitirdikten sonra tahsiline devam etmek için Samıra'ya gitti ve
Mirza Şirazii Bozorg (Büyük Mirza) 'nın derslerine girdi, kısa sürede onun en
iyi öğrencisi oldu. Mirza'dan sonra'da taklid mercii makamına ulaştı ve Seyyid
Muhammed Kâzım Yezdi'den sonra da Şia dünyasının taklid mercii ve en üst
düzey âlimi oldu. Meşhur fetvasını vererek Irak'ta cihad ilanında bulunup, bu
ülkeye pençesine geçirmiş bulunan İngilizlere karşı Müslümanları savaşa
çağırdı. Değerli ilmi eserlerinden bazısı şunlardır: İlm-i Usulde Risalet,
Mekasıb'a haşiye ve Ehl-i Beyt'i -s- öven ve onlara ağıt mazmunlu farsça şiirler
[211]- Cafer bin Hızır bin Yahya Necefi ( -?- 1227 veya 1228 ): Şeyh Cafer
Kaşıful Gıtâ olarak meşhurdur. Üstadı olan Allame Bahrelulum 'un rıhletinden
sonra (hk. 1212) Şia dünyasının başkanlığını üstlendi. Fıkıhta mutedil, delil ve
mantıkta güçlü oluşuyla tanınmıştır. Çok güzel şiirleri de vardır. Bazı eserleri
şunlardır: Keşful Gıta, Şerh-i Kavaid-i Allame, kitab-ı Taharet, Gayet'ul Ma'mul
fi İlm'el Usul, Muhteser-ı Keşful Gıtâ'ul Hakkuk Mubin fi Tasrib'el Müctehidin
ve Teharet'ul Ahbariyyin.
[212]- Minyetuttalib fi Haşiyemi Mekasib c:2 s: 327
[213]- Muhammed Ali şah (hk 1289-1304): Kaçar şahı Muzaffereddin'le Mırza
Taki Han Emir Kebir'in büyük 'azı Taculmüluk'un oğludur. Onun zamanında
İran meclisini topa tuttular, milletvekillerinin kimi öldü, kimi yaralandı; sağ
kalanların çoğu da ya hapse, ya sürgüne gönderildi. Bu olaydan 1 yıl sonra
tahttan indirildi, 16 yıl çeşitli ülkelerde sefahat içinde yaşadıktan sonra
İtalya'da öldü.
[214]- Allah onları hor ve hakir (zelil) kıldı.
[215]- "Siyonizm", bütün dünyaya egemen bir Yahudi devleti kurmayı
amaçlayan çok tutucu ve ırkçı bir ekolün adıdır. İsmini, hz. Davud'un -smezarının bulunduğu "Siyon" dağından almıştır. Siyonizm, Avrupa ülkelerindeki
Yahudi düşmanlığının doğurduğu aşırı tepkilerden biridir. Bu hareketin öncüsü
Teodor Hertzel adlı bir Macar Yahudi’sidir. Bu adam ilk dünya siyonizm
kongresini İsveç'te başlattı. Wıezmen (Vayzmen) adlı bir Yahudi (ki daha
sonraları ilk İsrail cumhurbaşkanı olacaktı) bu kongreye katılan üyeleri
Filistin'i Yahudilerin vatanı olarak kabul etmeleri ve bütün Yahudilerin bu
topraklara yerleştirilmesini sağlamaları hususunda ikna etti. Balfour
deklerasyonu ve İngiltere'nin Yahudilerin Filistin’e göçmesini kabul edişinin
ardından Siyonistler dünyanın dört bir yanındaki yahudileri Flistin'e göçmeye
teşvik ettiler ve Amerika'nın mâli yardımlarıyla Filistin Araplarının ev ve
arazilerini hızla satın almaya başladılar. Siyonist teşkilatın mali gücü, bugün
dünyanın en büyük kartellerinin mali gücüne denktir. Siyonizm teşkilatının
merkezi bugün ABD'dir ve 60 ülkedeki Siyonist kuruluş, grup ve cemiyetler bu
merkezden yönetilmektedir. Siyonizm uluslararası 28 ana teşkilat 281 milli
Yahudi örgütü ve 251 mahalli federasyondan müteşekkildir; Çok sayıda
danışma kuruluşları, para fonları ve daha birçok siyasi ve iktisadi imkânları
olan bu kuruluşun dünyanın çeşitli ülkelerinde faaliyet gösteren gizli istihbarat
ve casusluk teşkilatları bulunmaktadır. Dünya medya ve iletişim organizelerinin
çoğu bu teşkilatlarca yönlendirilmektedir. Siyonistlerin sahip olduğu gazete,
dergi... vb yayın organlarının sayısı 2036'yı aşmaktadır; bu gazetelerin en
tanınmışlarından biri de Newyork- Times'dir.
[216]- Hicri kameri 1260'da Seyyid Ali Muhammed adlı biri kendisini "İmam'ın
babı" ve onunla ilişki vasıtası olarak tanımlayıp çok geçmeden Mehdilik
iddiasına kalkışmıştı. Ali Muhammed Bab, tutuklanıp öldürüldüyse de ona
uyanlar arasında "Subh-u Ezel" ve "Bahâ" adlı iki kardeş, onun vekilliği
iddiasına girişti Sobh-e Ezel 'i izleyenler "Bâbi" veya "Ezeli" ; Bahaullah'ı
izleyenler de "Bahâi" adını aldılar. Osmanlı Devleti Bahaullah'la izleyicilerini
Filistin’deki Ukka bölgesine; Ezel ve adamlarını da Kıbrıs'a sürdü. Sapık Bahâi
fırkası, İngilizlerin de desteğiyle Filistin’de yoğun çalışmalara başladı ve daha
sonra işgalci İsrail devleti de bu fırkaya destekçi oldu. İran şahı döneminde
Bahâiler, Pehlevi rejimi tarafından yoğun destek gördüler; İran'ın dış
politikasında ve Siyonizm’in İran'daki çıkarlarının temininde en etkili rolü
Bahâiler oynamıştır.
[217]- Usulü Kâfi c:l s:37-48, fazlul ilim kitabı, ilimin ve âlimin özellikleri babı
[218]- Nehcul Belağe, 215. hutbe
[219]- Biharul Envar c:4 s:337-338 ve Tarih-i Emiriel müminin -s- 98 bâb ve:
Vesailuşşia c: 18 s:21 "Hadler ve tazirat" kitabı, "Haddul sirkat" babları c: 11
s:395
[220]- Nehc’ul Belağa, 11, 27, 29, 51 ve 54. hutbeler, 365. hikmet ve:
Vesailüsşia c: 11 s:395 ve sonrası
[221]- "Hacı Nesir" ve "Muhakkik-i Tusı (hk. 597- 672) Büyük İslam âlim ve
bilginlerindedir. Felsefe, kelam, matematik ve astronomide çağının en
ileri bilginiydi. Aileme Hilli, Kutbettin Şirazi ve Seyyid Abdulkerim bin Tavus
onun öğrencilerindendir, değerli eserlerinden bazısı şunlardır: Şerh-i İşarat,
Tecdidul İtıkâd. Tahrır-i Oklitus, Tahrir-imucesti ve Ahlak-ı Naşiri.
[222]- Ayetullah Şeyh Cemaleddin Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar Hilli
(hk. 648-726) çağının fıkıh, hadis, tefsir, kelam, edebiyat, makul ve mankul
dallarında en ileri bilgini ve Şia’nın baş âlimiydi, sadece "Allâme" adıyla da
anılır. Çağının en büyük Şia ve Sünni âlimlerinden ders aldı. Muhakkik Hilli'nin
hocalarından bazısı Hacc Nâsıreddın Tusi, Seyyid Ahmed bin Tavus ve Şeyh
Necibuddin'dir. Hocası olan Hacc Nesir, aynı zamanda onun fıkıh derslerine de
katılmıştır. Oğlu Fahrulmuhakkıkin de babasının öğrencilerindendir. Tanınmış
eserlerinden bazıları şunlardır: Fıkıh dalında: Tebseret'ul Muteellimin,
Muhtelif, Kâvaid ve Tezkiremi fukeha; kelam dalında: Keşful Murad Fi Şcrh-i
Tccrid'ul İtikad; imametin ispatı dalında: Elifeyn: rical dalında: El- Muhtescr:
tefsir dalında: Telhis'el Keşâf.
[223]- Ahmed Sukarno (1901 -1970)bir öğretmenin oğluydu. 19 yaşında bir
Hollanda fen kolejine girdi ve mühendis olarak koleji bitirdi. Mücahedeleri
sonucu uzun zaman hapis ve sürgünde yaşadı. 1945'te Endonezya
Cumhuriyeti'ni kurdu, 1949'da da resmen ülkesinin cumhurbaşkanı seçildi.
Dünyanın tanınmış politikacılarından ve "Bağlantısızlar" hareketinin
kurucularındandır. Batı yanlısı güçlerin gerçekleştirdiği bir askeri darbeden
sonra görevinden istifa etmek zorunda kaldı. "Devrim Bayrağı" nın yazardır.
[224]- Taberi Tarihi c: 1 s: 319- 322
[225]- Tefsir-i Kebir c: 12 s:53 ve: Usd-ul Ğabe c: 4 s: 28 ve: El- Gadir c: 1 s:
11-213
[226]- Faysal bin Abdulaziz Âl-i Suud (1906-1975) uzun süre S. Arabistan dışı
işleri bakanlığı ve başbakanlık görevinde bulundu. 1964' te kardeşini devirerek
onun yerine tahta geçti
[227]- Harun Reşıd (hk 193), 5. Abbasi halifesi
[228]- Dönemin gizli istihbarat şefi "Pakrevan" kastediliyor. İmam-ın -ksemniyette tutuklu bulunduğu 11 mordad 1342'de, İmam'la hücresinde
görüşmüştü. Bkz: Berresi ve Tehlil ez Nehzet-e İmam Humeyni c:l s:575
[229]- Hacı Seyyid Hasan Kummi (merhum Ayetullah hacı Seyyid Hüseyin
Kummi'nin oğlu) kastediliyor. Mezkûr tarihte İmam'la -ks- birlikte tutuklanmıştı,
inkılâp zafere ulaşıncaya kadar da Kerec'de sürgünde kaldı. İslam inkılâbının
zaferiyle birlikte sürgünden kurtularak Meşhed'e döndü.
[230]- Rivayettc geçen "Sâset", siyaset adamı" ve "yönetici" gibi anlamlara
gelen "sâis"in çoğuludur. Bu tabir, "Camia-ı Kebir "ziyaret duasında geçer.
Bkz. Men la Yahzerul Fakih c. 2 s: 370, bâb. 2. hadis
[231]- Oniki Mordad 1342'de İran matbuatı şu haberi manşet geçiyordu: "...
İstihbarat teşkilatı'nın resmi açıklamasına göre Humeyni. Kummi ve Mehellati
beylerle güvenlik güçleri arasında; bu beylerin siyasete karışmayacaklarına
dair anlaşmaya varıldığını..." Nehzet-i İmam Humeyni, c: İs: 585. ve Kevser c:l
s: 104.
[232]- İmam Humeyni -ks- 21 Ferverdin 1343'te Cuma günü, evinde yaptığı bir
konuşmada şöyle bir açıklamada bulunuyordu: "'13-5-1342 tarihli gazetede -ki
o gün ben Kaytariye hapishanesinden tahliye edilmiştim- ulemanın siyasete
karışmayacağı yolunda bazı şeyler yazılmış. Şimdi meselenin hakikatini burada
sizlere açıklamaktayım; olay şudur: İsmini anmak istemediğim birisi yanıma
gelip "efendim, politika dediğin yalandır, kısacası itoğlu itliktir! Bu nedenle, siz
politikayı bize bırakın!" dedi. Konumumuz elverişli olmadığından, tartışmak
istemedim; sadece "sizin sözünü ettiğiniz böyle bir politikaya biz hiçbir zaman
girmiş değiliz zaten!" dedim. Bugün konum elverişli ve durum gerektirdiği için açıkça- söylüyorum: "İslam bu değildir! Vallahi, İslam’ın tamamı siyasettir!
İslam’ı çok kötü tanıtmışlar... Yönetim politikası İslam’dan kaynaklanmaktadır.
Ben burada oturup da teşbih çekecek mollalardan değilim! Ben papa değilim ki,
pazar günleri bir ayinde bulunduktan sonra bütün vaktimi kendimce bir nevi
krallıkla geçirip başka işlere hiç karışmayayım..." Kevser c:l s: 104 - 105
[233]- "Sultanımızın saltanatı payidar olsun!"
[234]- Şia dünyasının tanınmış fakih ve büyük usulcüsü Şeyh Murtaza Ensari
kastediliyor
[235]- İran’daki maaşlı İngiliz yardakçıları: İsmail Rain s: 102-103. Rain,
Savak'ın kuruluşundan beri 1498 kod numarasıyla bu teşkilatla işbirliği
içindeydi. Feramuşhane ve Framasoneri adlı kitabını Savak'ın elbirliğiyle
hazırlayıp yayınladı. Rain'in bu kitabındaki belgeler Savak arşivlerindeki
framasonluk belgeleriyle karşılaştırıldığında bu arşiv belgelerinin önemli bir
kısmının aynen iktibas edildiği görülür. İran şehinşahlık saray bakanı Âlem’le
çok yakın ilişkiler içindeydi: Rain'e mezbur kitabı yazdıran da odur; böylece
İran uleması lekelenmek istenmiştir. Bkz. Zuhur ve Suğut-u Saltanat-ı Pehlevi
c:2 s:242 - 246 ve Siyasi Araştırma ve İnceleme Kurumu: Siyasi İncelemeler, 1.
kitap, s:41 - 92
[236]- Errahman Suıresi/4
[237]- Ayetullah Uzma Seyyid Hüseyin bin Ali Tabatabai Brucerdi (h.k. 1292 1380): Tanınmış fakih, usul bilgini, ilmiye Havzası'nın müdürü ve dünya
Şiilerinin dini lider -taklid mercii- Ahund Horasani. Seyyid Muhammed Kazım
Yezdi ve Şcyhuşşeriat İsfehani'den ders almıştır. Kum ulema ve din
öğrencilerinin isteği üzerine hk. 1364'ten itibaren Kum'a yerleşti. Bazı eserleri
şunlardır: Urvet'il Vuska ve Kifayet'il Usul Vennihaye (Şeyh Tusi)'ye haşiye ve
öğrencileri tarafından kaleme alınan "Fıkıh ve Usul Dersi Takriratı"
[238]- Ayetullah Seyyid M. Hüccet (hk. 1310 - 1373) fıkıh ve usul hocalarından
ve tanınmış müçtehidlerdendir. 1349'da Kum'a yerleşti. Ayetullah Hayri'nin
vefatından sonra Ayetullah Sadr ve Hansari Beylerin yardımıyla medresenin
idare ve bakımıyla ilgilendi. Eserlerinden bazısı: İstishab risalesi, Bey risalesi
ve Kifayae'ye haşiye
[239]- Ayetullah Seyyid Sadreddin Sadr (1299 - 1373 tık.) Ahund Horasani ve
Ayetullah Naini'nin öğrencilerinden. Ayetullah Hayri'nin daveti ü/erine Kum'a
gitti ve onun müşaviri ve yardımcısı oldu. Eserlerinden bazısı şunlardır. El
Mehdi. Hulasat'il Fusul ve Medine't-ul İlim
[240]- Ayetullah Seyyid Muhammed Takiy Hansari (1305 – 1371 h.k.): Ahund
Horasan-i, Mirza Naini ve Şey. Muh. Kazım Yezdi gibi büyük üstadlardan ders
aldı. Irak Müslümanlarının İngilizlere karşı başlattığı cihada katıldı. Ayetullah
Hayri'nin vefatından sonra Hüccet ve Sadr Beylerle birlikte ilmiye medresesinin
idaresini üstlendi ve h.k. 1363'te yaşanan korkunç kuraklık yılında Kum halkının
ricası üzerine "istiska" namazına -yağmur namazı- durdu ve hemen ardından
uzun ve şiddetli bir yağmur başladı.
[241]- Devani ve Halhali Beyler'in de belirttiği üzere mezkûr siyasi hadise
meclis-i müessisan -kurulcular meclisi-la ilgiliydi.
[242]- Ebu Hureyre (h.k. 57 veya 58): Hicretin 7. yılında Müslümanlığı kabul
etti. Sahabelik süresi toplam üç yıldan fazla olmadığı halde, o hazretten
naklettiği hadis sayısı, diğer bütün sahabelerinkinden fazladır! Bu kadar fazla
hadis duyduğunu iddia etmesi diğer büyük sahabenin itirazlarına yol açmış ve
hulefai reşidin döneminde ileri gelen sahabelerce defalarca azarlanmıştır.
Ömer'in hilafeti döneminde Bahreyn vahşiydi, çok geçmeden görevden alınarak
beytülmalden hırsızlık ettiği için 10 bin dirhem para cezasına çarptırıldı! Osman
halife olunca bu defa da ona yaranabilmek için onu övücü hadisler uydurdu. Hz.
Ali -s- döneminde, Muaviye'nin işine yarayacak bir sükûtu tercih etti. Sıffin
savaşı sırasında savaştan uzak durduğu ve bir gün Hz. Ali'nin -s- çadırında,
ertesi gün de Muaviye'nin yanında yer aldığı söylenir. Yine rivayete göre Sıffin'de- namazlarını Hz. Ali'nin -s-imametinde, onun arkasında kılar, yemek
vakti geldiği zaman ise Muaviye'nin sofrasına oturur ve "Muaviye'nin sofrası
pek yağlı - ballı, Ali'nin de namazı çok faziletli!"!" derdi. Şia ve Sünni âlimleri
onun naklettiği rivayetlerin büyük bir kısmını "şüpheli" bulmuşlardır. Bkz.: Ebu
Hureyre: Allame Şerefuddin, Ebu Hureyre Şeyh'ul Muziyre: Muhammed Ebu
Zühre, Nehcul Belaga Şerhi: Ebu'l Hadid c:4, s:63 -69 - 78 ve Dairetul maariful
İslami (Büyük İslam Ansikl): İbni Ebil Hadid c:1 s: 418-419.
[243]- İmam Seccad hazretlerinin -s- Muhammed bin Müslim Züheri 'ye
yazdığı mektupta şöyle geçer: "...Şunu bilki gizlediğin en asgari hak ve
yüklendiğin en hafif sorumluluk, zalime yakın durarak onun korkusunu
azaltman, ondan gelecek tehlikeye karşı böylece kendini güvenceye aldığını
sanman ve onun sapmasını ve yoldan çıkmasını kolaylaştırmanda Çünkü ona
yakın durmakta ve seni davet ettiği zaman hemen gitmektesin. Bu davet ve
gidişlerle; seni kendi zülüm ve adaletsizliklerinin ekseni şeklinde göstermek ve
işledikleri zulümleri tıpkı değirmenin mili gibi senin etrafında çevirmek
istediklerini bilmiyor musun? Zulüm ve iğrenç emelleri yolunda seni köprü gibi
kullanmak, insanları saptırabilmek için bir merdiven, eğri ve sapık çağrılarına
davet edecek bir davetçi haline getirmek istediklerini, seni de kendi yollarına
sokmakta olduklarını, ulema ve bilginleri lekeleyip onlara çamur sürebilmek
için seni kullanıp, cahilleri kendi taraflarına çekmeyi planladıklarını bilmez
misin?!" Bkz: Tuheful Ukul, s:214, İmam Scccad'ın -s- sözleri bölümü.
[244]- "Takiyye benim ve atalarımın yöntemidir" Müstedrek'il Vesail, c:12,
s:258, emr bil maruf kitabı, emr ven nehy bablan, 24. bab, 4. hadis
[245]- Ali b. Yaktin (h.k. 124 -182); Babası Emeviler zamanında, iktidarın
Abbasilerde olması gerektiğini savunanlardandı. Bu nedenle Abbasiler iktidarı
ele geçirince Ali bin Yaktin iktidara yakın olmuş oldu ve Harunur Reşid'ın
vezirliğine kadar yükseldi. Aynı zamanda İmam Kazım'la da -s- irtibatını
korumada ve hazretin enirine itaati farz bilmedeydi. İmam'ın -s- bütün
emirlerini yerine getirmeye çalışmıştır. İmam onun için şöyle buyurmuştur: "...Ey Ali. AllahTeala'nın; zalimler ve yardımcıları arasında kendi özel adamları da
vardır ki bunlar aracılığıyla dostlarını koruyup destekler ve ey Ali sen de
onlardan birisin işte!"
[246]- Halkın öncüsü, lider, imam
[247]- Abdullah Me'mun (h.k. 170 - 218): Harun Reşıd'in oğlu, 7. Abbasi
halifesi
[248]- E1 İrşad s. 290 - 295 ve. Yakubi Tarihi c:2, s: 146 - 149 ve: Murucezzeheb
c:3 s: 440 - 441
[249]- İmam –s- onların masum imamların -s- hakkaniyetini itiraf ettiklerine
işaret etmektedir. Nitekim Abbasi halifesi Memun, kendisini Şia saymakta ve
bunu da babası Harun'a borçlu olduğunu söylemekteydi. Babası Harun'dan, hz.
İmam Kazım -s- hakkındaki görüşünü sorduğunda onun şöyle cevap verdiğini
nakleder: "Ben halkın görünürdeki imamı ve lideriyim; zorla ve cebren
hükmediyor mu bu halka: Musa bin Cafer ise gerçekten imamdır ve imameti
haktır. Vallahi, oğulcuğum, şu iktidar koltuğu öyle bir şey ki onun için benimle
dalaşmaya kalkarsan senin bile gözlerini oyarım! Şunu bil ki, iktidar kısırdır,
baba - oğul tanımaz!" bkz. Bihar'ul Envar c:48 s: 129 -133.
[250]- Harun'un "iktidar kısırdır" derken maksadı, iktidar koltuğunu babanın
kendi evladına bile vermeyeceğini ve bu işin baba - oğul tanımadığını
söylemektir. İmam Humeyni -ra- de burada aynı meseleyi hatırlatmaktadır
[251]- Fedek, Hayber'e bir menzil uzaklıktaki bayındır bir köyün adıdır
Hayber savaşından sonra Hayberliler Hz. Rcsulullah'la -saa- barış antlaşması
imzalayıp Hayber'i ona bağışladılar. Peygamber de -saa- Allah Teâlâ’nın emri
üzere Fedek'i, kızı hz. Fatıma'ya -s- bağışladı. Bkz. İbni Hişam Siyeri c: 3-4
s:353. Taberi Tarihi c:3 s:20 ve Nehcul Belaga Şerhi: İbni Ebıl Hadid c:4. s.
823 -874 ve: El-Fedek Fi Tarih: Şehid Seyyıd Muh. Bağır'es Sadr.
[252]- Abbasi halifesi Mehdi'nin haksız yere alınan mal ve haklan sahiplerine
geri iade etmek istediği söylenir. Bu haber İmam Musa bin Cafer'e -sulaştığında İmam -s- "Peki, bizim hakkımızı niye geri vermiyorsun?" diye sordu.
Mehdi "Sizin hakkınız nedir'.'" diye sorunca İmam -s- "Fedek" buyurdu ve
sınırlarını Uhud dağı'ndan Mısır sahillerine kadar İslam’ın egemen olduğu
bütün coğrafya olarak gösterdi. Mehdi hayretle "bunların hepsi sizin mi'1!" diye
sorunca da İmam "evet" buyurdu, "bunların hepsi bizimdir" Bkz. Bihar c:48 s:8
- 156 ve: İmam Musa bin Cafer -s- Tarihi, 40. bab, 29. hadis ve İbn-ı Şehri Aşub
"Ahbarul Hulefa "kitabından bu olayı naklederek anlatır ve muhatabın Harun
olduğunu, mezkûr coğrafi sınırlarınsa Eden, Semerkant ve Afrika Seyf ul Behr
(bugün ki Ermenistan yakınları) olduğunu belirtir. Bkz.: Menakıb-ı Al-i Ebu
Talib c:4. s:346
[253]- Haşimoğulları":Kureyş'in büyük ve asil boyunun adıdır. Hz.
Peygamber'in -saa- dedesi Abdulmuttalib'in babası olan Amr bin Abdumenafın
lakabı "Haşim"di, bu boy ismini ondan almıştır
[254]- Uyun-u Ahbarur Rıza c:l s: 88 - 91 Bihar c:48 s: 129, "Münazarat-ı
Meelhulefa-el cewr..." babı
[255]- Kısaca "Vesail" olarak tanınan "Tefsil-i Vesailuşşia ila Tahsil-i
Mesailuşşeria", Allame muhaddis Hürr Amuli'nin eseridir. Ahkâmla ilgili
hadislerin mevzu ve gerekli bablara göre tasnif edildiği en mükemmel ve detaylı
hadis derlemesidir. Bu kitaptaki hadisler, diğer fıkıh kitaplarındaki gibi
tertiplenmiş ve kitabın sonuna, rical ilmiyle ilgili çok faydalı bilgiler eklenmiştir.
[256]- vesail, c:12 s: 127 - 139, kitab-ul ticaret "mayehtesibbih hablarının 42 ve
45. babı, Müstedrekil Vesail c: 13 "mayektesibbih" bablarının 35 ve 38. babı
[257]- Vesailuşşia c:12 s: 132, kitabul ticaret, "mayehtesibbih" babları, 42. bab,
1. hadis ve: Menla yehzerul fakih c:4 s:5 "zikri cemel min menahinebi..." babı,
1. Hadis.
[258]- ikab'ul Amel'de, Hz. İmam Sadık'ın -s- ceddi Hz. Resulullah'tan -saaşöyle naklettiği geçer: Zalimlere yardımcı olanlar nerede?! Onların divitlerine
mürekkep döken veya onlar için altın keselerini düğümleyenler, ya da onlar için
eline kalem alıp divite sürenler neredeler?! Şimdi onlar, zalimlerin
yardımcılarıyla birlikte haşrolunacaklardır!" bkz.: Vesail c:12 s: 130, kitabul
ticare "mayektesibbih" babları 42. Bab.
Download