1 TARİHTE KADIN VE İSLAM`IN KADINA SAĞLADIĞI HAKLAR.

advertisement
1
1
TARİHTE KADIN VE İSLAM’IN KADINA SAĞLADIĞI HAKLAR.
İslam’ın kadına verdiği hakların mükemmelliği, İslam’dan önceki din, düzen ve uygarlıkların kadına verdiği
hakları ve toplumdaki yerlerini belirtmeden anlaşılamaz. İslam’dan önceki Arap yarımadasında müşrik Arap
toplumu, Hıristiyan ve Yahudiler, Roma ve Yunan, İran ve Hint gibi eski din ve medeniyetlerde kadının toplumdaki
yerini tanımaya çalışmalıyız.
Eski Hint inançlarında kadın, ölümden, Cehennem’den ve yılan zehirinden de kötüdür. Çünkü onların
inancında kadın, necis ve pis olarak kabul edilir. O nedenle de kadınlarını satarlar, takas yaparlar ve kumar aracı
olarak kullanırlardı. Kararları: “Kadın, et yiyemez, konuşamaz ve gülemez.” şeklindeydi. Kadının eş
seçme hakkı yoktu. Babalar kızlarını diledikleri gibi evlendiriyorlardı. Erkekle kızın anlaşarak evlilik yapmasını
ayıplıyorlardı ve bunu “şehvet evliliği” diye ayıplanıyordu. Kadın daima erkeğe karşı ikinci sınıftı. Kız, babaya,
karı kocaya, anne oğula karşı aşağılanırdı. Öğrenim hakkı kadına yasaktı. Neden ne olursa olsun kadın
kocasından boşanmayı isteyemezdi. Erkek onu boşamadan ve isteğine bakmadan istediği kadar kadın ile
evlenebilirdi. Kadının görevlerinden biri de kocası ölünce, kocasının yakıldığı yerde kendisini yakmasıydı. Eğer
adam birden fazla evliyse, hepsinin o ateşte yanması gerekiyordu.
Eski Yunan medeniyetinin değişik dönemlerinde kadın şeytan gibi pis ve kötü sayılırdı. Kadının ağzına
kilit vurulup konuşmaktan meneden ve et yemesini yasaklayan toplumları oldu. En akıllıları olan Sokrat:
“Kadın dünyadaki bütün kargaşa ve çekişmelerin baş etkeni olduğunu, dıştan güzel hoş
görünmesine rağmen aslında zehirli bir ağaç olduğunu, onu yiyenin zıbaracağını” savunur.
Yunanlılarda evlilik, satın alma şeklinde oluyordu. Kızın babasına mal veya para veriliyordu. Doğurduğu erkek
çocuk sayısına göre belirli bir değere sahip oluyorlardı. O zaman hiç doğurmayan veya kız doğuran kadının
konumunu düşünmemiz gerekir. Kısır adam, karısıyla akrabasından birisini yatırma hakkına sahipti. Çocuk
olursa, koca bunu kendinin sayıyordu. Kadın kısırsa boşaması gerekiyordu. Koca karısını nedensiz boşama ve
evden kovma hakkına sahipti.
Eski Romalılar, kadını her kötülüğün anası saydıkları için evliliği benimsemezlerdi. (Korintoslulara
I. Mektup, 14/34) Kadınlara akla hayale gelmeyen işkenceler ederlerdi. Eğer kadın kız doğurursa veya sakat
çocuk doğurursa, kocasının onu öldürme hakkı vardı. Kocası öldüğü zaman, kadına ondan mal ve miras
kalmazdı. Kadının ev işlerini ihmali boşanma nedeni sayılıyordu. Kadının mahkemeye gidişi ve şahitliği yasaktı.
Yahudi ve Hıristiyan kaynakları incelendiğinde, her iki dini gelenekte de kadının erkeğe nispetle aşağı
derecede bir varlık olduğu açıkça ifade edilmiştir. Her ne kadar Eski Ahid’deki ilk yaratılış kıssasında kadının
erkek ile aynı anda yaratıldığı belirtilmiş olsa da, ikinci kıssada yer alan “erkeğin kaburga kemiğinden
yaratılmış olan ve yaratılış amacı” çocuk doğurmak ve eşine hizmet etmek olan kadın imajı, Yahudi
kaynaklarında baskın bir anlayış halini almıştır. Bu anlayışın dini metinlerin yorumlanmasında esas kabul
edilmesi, sonraki dönemlerde kaleme alınan Talmud metinlerinde karşılığını bulmuştur. Eski Ahid’de ve Yahudi
dini literatürde geliştirilen söz konusu anlayış, Hz. İsa (a.s)’in sözleri ve davranışları ile değiştirilmeye çalışılmış
olsa da Yeni Ahid külliyatında belirleyici bir yaklaşım olmamıştır. Hıristiyanlıktaki kadın algısı, Pavlus’un özellikle
Korintoslulara yazdığı birinci mektupta ileri sürdüğü görüşler çerçevesinde şekillenmiştir. Yahudi ve pagan
kültürlerinin etkisi altında gelişen bu algı, Kilise’nin Ortaçağ boyunca kadına yönelik aşağılayıcı tutumunun
temelini teşkil etmiştir.
Hıristiyanlıkta kadınla ilgili tutumunun belirlenmesinde Hz. İsa (a.s)’in davranışları ve sözlerinden çok,
kendisinden sonra Hıristiyanlığın kurucu şahsiyetlerinden olan Pavlus’un etkisi olmuştur. Eski Ahid
külliyatının son şeklini aldığı ve Talmud metnini oluşturacak olan Mişna külliyatının teşekkül devresinde
yaşayan Pavlus ve ilk devir Hıristiyanları, Yahudi kültürünün ve pagan, yani putperest Roma kültürünün
kadına bakışından oldukça etkilenmiştir. Bu durum, sadece Yeni Ahid’deki ilgili metinlerde değil, aynı
zamanda Kilise Babaları’nın yazılarında da görülmektedir. Hz. İsa (a.s)’in kadınlarla ilgili tutumunda, birkaç
2
örnek istisna edilecek olursa,(Mesela, annesi Meryem ile ilgili sözleri gibi.) yaşadığı kültürel ortam
dikkate alındığında genel olarak olumludur. Gerçekten, Hz. İsa (a.s) döneminde bir erkeğin koruması altında
olmayan kadınlar, özellikle de dullar, boşanmışlar ve evlenmemiş olanlar toplum tarafından aşağılanmakta idi.
Özellikle yabancı kadınlar ile hayat kadınlarının herhangi bir maddi yardımdan istifade etmeleri dahi mümkün
değildi. İşte böyle bir ortamda, Yeni Ahid’de verilen bilgilere göre Hz. İsa (a.s)’in etrafında, onun sohbetlerini
ve tavsiyelerini dinleyen kadınların olduğu görülmektedir. (Frederic Lenoir, Le Christ Philosophe,
Paris-2007, s.77) Mesela: Marta ve Meryem adında iki kardeş, köylünün evine misafir olmaktadır ve
Meryem adlı kadın, ev işlerini bırakıp Hz. İsa (a.s)’in sohbetine katılmaktadır. (İncil, Luka, 10/38,42)
Ayrıca, “günahkar bir kadın” elinde bir kap ile Hz. İsa (a.s)’in yanına gelir ve gözyaşları ile ıslattığı
ayaklarını saçlarıyla siler, daha sonra onları öpüp yağ ile mesheder ve Hz. İsa (a.s) buna karşı çıkmaz.
Günahkar bir kadının böyle bir davranışta bulunmasına ve Hz. İsa (a.s)’in buna karşı çıkmamasına şaşıranlara
Hz. İsa (a.s), kadının imanla yaptığı bu davranışları sebebiyle günahlarının affedildiğini söyler. (İncil,
Luka,7/36, 50) Aynı şekilde, kadın hastalığından muzdarip ve Yahudi kurallarına göre “murdar” kabul
edilen bir kadın, Hz. İsa (a.s)’in elbisesine dokunmak suretiyle iyileşir. Elbisesine izinsiz dokunduğu için
korkudan Hz. İsa (a.s)’in ayaklarına kapanan kadını kovmaz ve hiç beklenmedik bir şekilde şöyle der:
“Kızım, imanın seni kurtardı; selametle git ve derdinden şifa bul.” (İncil, Markos, 5/25, 34)
Zina suçundan sadece kadınların ölüme mahkum edildiği bir toplumda, mabette böyle bir infazın
gerçekleşeceği esnada Hz. İsa (a.s), “İçinizde günahsız olan, kadına ilk taşı atsın!” sözü ile infazın
yapılmasını engeller. (İncil, Yuhanna, 8/3, 11) Bunun dışında, Kenanlı ve Samiriyeli kadınlara karşı
davranışları da yabancılarla ilgili dönemin Yahudi kanunlarına aykırı özellikler içermektedir. (İncil, Matta,
15/22, 28; İncil, Yuhanna, 4/5, 30) Hz. İsa (a.s)’in bu davranışları o kadar sıra dışıdır ki, bu yenilikler
konusunda Pavlus dahi onu takip edememiştir denebilir. Gerçekten, Hıristiyanlığın temelde bakış açısını
belirleyecek olan Hıristiyanlığın kutsal kitap külliyatı olan Yeni Ahid’de kadına yaklaşımın en belirgin ifadeleri,
Pavlus’un mektuplarında yer almaktadır. Pavlus’un, kadının ikinci dereceden bir varlık olduğu yönündeki
ifadeleri, Hıristiyan kültüründe ve ilahiyatındaki kadının konumunu en çok belirleyen sözler olacaktır. Pavlus’un
kadınlara ilişkin sözlerinin hulasası, Korintoslulara yazdığı birinci mektupta ifadesini bulmaktadır.
(Korintoslulara I. Mektup, 11/3, 16) Hıristiyanlığın mimarı kabul edilen Pavlus, kadının Hıristiyanlık
tarihindeki yerini ve kaderini de belirleyecek olan kişi olmuştur.
Pavlus’a göre kadın, Tanrı’dan insana doğru giden hiyerarşide en sonda yer almaktadır. “Her
erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek, Mesih’in başı da Tanrı’dır.” (Korintoslulara I.
Mektup, 11/3) Kadının başını örterek ibadet etmesini söyleyen Pavlus’a göre başını örtmeyen kadının başı
tıraş edilmelidir. Aksine erkek, başını örtmemelidir. Pavlus’a göre, erkeğin başını örtmemesi, onun Tanrı’ya
benzemesi ve yüceliğindendir. Bunun nedeni ise, kadının erkekten yaratılmış olmasıdır. Erkek başını
örtmemeli; o, Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek
kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Kadının erkek için yaratıldığını belirten Pavlus, buna dayanarak
kadının başı üzerinde de yetki sahibi olduğunu söylemektedir. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı.
Bu nedenle ve melekler uğruna kadının başı üzerinde yetkisi olmalıdır. (Korintoslulara I. Mektup, 11/910) Her ne kadar Pavlus, bunları söyledikten sonra Rab’de ne kadın erkekten, ne de erkek kadından
bağımsızdır. Çünkü kadın erkekten yaratıldığı gibi erkek de kadından doğar (Korintoslulara I. Mektup,
11/11-12) derse de, ama her şey Tanrı’dandır (Korintoslulara I. Mektup, 11/12) diyerek, bu sözünün
de bir önceki ifadeleri ile birlikte anlaşılması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Pavlus, duaya ve ibadete kadının başı örtülü olarak katılması gerektiğini vurguladıktan sonra, yine
aynı mektubun sonraki bablarında, kadının toplu yapılan dualarda söz almasına da karşı çıkmaktadır. Bu
durum, Kilise tarafından kadının Kilise’de vaize olmayacağı sonucunu doğuracaktır. Pavlus’un bu konuda o
kadar ileri gitmektedir ki, topluluk içerisinde kadının konuşmamasını ve “uysal olmasını” istemektedir. Kimi
Hıristiyan ilahiyatçılar, “kutsal topluluk” içerisinde konuşmaması gerektiği sonucuna varmış ve dini
konularda kadınların hem hizmet vermesini ve hem de söz söylemesini kabul etmemiştir.“Kadınlar
toplantılarınızda sessiz kalsın. Konuşmalarına izin yoktur.” (Korintoslulara I. Mektup, 14/34)
Pavlus için ideal kadın, “bilgi sahibi olmayan”, bilgilenme konusunda “kocasına bağımlı olan”,
toplantılarda konuşması ayıp olduğu için susan, sessiz bir varlıktır. Kutsal Yasa’nın da belirttiği gibi kadınlar
uysal olsunlar. Öğrenmek istedikleri bir şey varsa, evde kocalarına sorsunlar. Çünkü kadının toplantı sırasında
konuşması ayıptır.
Hıristiyanlık’ta bekarların zinası günahtır, fakat cezası yoktur, hükmünü kabul ederler. Eğer zina
edenlerden birisi evli ise bu bir suçtur, ahdi bozma suçudur ve cezası karşı tarafın mahkeme huzurunda boşanma
3
talebidir. Hatta kadın, zina eden erkekten tazminat alabilir. Fakat bu boşanma davası işlememektedir. Çünkü yine
Hıristiyanlık kanunlarına göre taraflardan hiç biri hayatı boyunca evlenemeyecektir. (Bekir Topaloğlu,
“İslam’da Kadın”, s. 201-202, Alıntı: Tefsir Suret’in-Nur, s. 44-45; Servet Armağan, age, s. 686)
Hıristiyanlık, ruhbanlık anlayışıyla aile hayatını fiilen haram kılmış, nikahlı dahi olsa kadın erkek ilişkisi
kötü telakki edilmiş ve iffet anlayışına ters görülmüştür. Rahipler için, değil evlenmek, bir kadının yüzüne bakmak
bile günah kabul edilmiştir. Nitekim bir kimse Rahip olmak istiyorsa, eşini terk etmek zorundaydı. Kadınlar için de
bu geçerliydi. Yani evli iseler kocalarından ayrılmalıydılar. Çünkü bir kadın Hz. İsa (a.s) uğruna bakire
kalır ve ömrü boyunca evlenmezse, onun artık Hz. İsa (a.s)’in gelini olacağını ve o kadının
annesinin de Hz. İsa (a.s)’in kayınvalidesi olma şerefine erişeceğini söyleyerek bakireliğin önemi vurgulanmıştır.
Kilise ilk üç yüzyıl boyunca bu şiddetli ve aşırı tutum karşısında olmuş, çünkü bu zaman boyunca bir kimsenin
Papaz olabilmesi için bekarlık şartı aranmıyordu. Bu düşünceler 4. yüzyıla kadar yavaş yavaş kök salmış ve
Kilise’ye hizmet edenlerin evlenmeleri kötü bir davranış olarak görülmeye başlanmıştır. Bir süre sonra Papa
Serikus, Papaz’ların evlendikleri ya da evli olup eşleri ile ilişkilerini sürdürdükleri takdirde azledilmelerini bildiren
bir emirname çıkarmıştır. St. Jerom, St. Embruz, St. Augustiun gibi ileri gelen Hıristiyan bilginler de bu
emirnameyi onaylamışlardır. Batı Kiliselerin’de de bu kural titizlikle uygulamaya geçirilmiştir. Yeni çıkan kanuna
göre Papazlar’ın eşleriyle birlikte yaşamaları gayr-ı meşru kabul edilmiş, bu tür sorunları ıslah etmek amacıyla evli
olan Papazlar’ın eşleriyle yalnız kalmalarını engelleyen ve açık yerlerde yatmalarını öngören yasalar çıkarılmıştır.
Hatta bir Papaz’ın eşiyle görüşebilmesi için onlarla beraber en az iki kişinin daha bulunması şartı koşulmuştur.
(Öznur Gider, “Budizm ve Hıristiyanlığın Ruhbanlık Anlayışı Karşılaştırmalı Bir Araştırma”, s.
53 Ruhbanlık) Nefsi terbiye etmek için inziva hayatı yaşamak, tek başına olup dini nedenlerle evlenmemek,
dünya ile ilişkisini kesip dağlara, ormanlara ve manastırlara çekilmek, kısacası dünyadan bütün ilgisini kesmek
anlamlarına gelip nefsi tezkiye etme, ruhsal ilerlemeyi sağlama ve manevi kurtuluşu gerçekleştirme, Allah’a
ulaşma, dinlerini koruma ve daha iyi yaşama, ahlaken mükemmel olmaya çalışma gibi amaçlarla ortaya çıkmıştır.
(Öznur Gider, age, s. 58)
Yahudiler, kadını “necis” olarak görürlerdi. Eve hapsedilir, kaplara ve elbiselere bile değmesi
önlenirdi. Onu alınıp satılan mal olarak telakki ederlerdi. Tevrat’ta: “kadın ölümden de tehlikelidir. Allah
indinde en iyi kişi ondan korunandır. Erkekler içinde binde bir olsun Allah’a layık olan
bulunur, ama kadınlar arasında asla!” Özürlü ve kısır kadınlar kötülüklerin her çeşidine maruz kalırlardı.
Evlilik satın almayla, rıza alınmadan yapılır ve boşanma hakkı sadece erkeğe aitti. Bir adam evli bir kadınla zina
ederse, her ikisi de şehrin meydanına getirilip taşlarla öldürülür. Eğer erkek bu işi cebren yaptıysa sadece o
öldürülür, kadına dokunulmaz. (Bekir Topaloğlu,“İslam’da Kadın”, s. 201, Alıntı: Tevrat, Tesniye,
22/22, 25) İbranice’de “kadın” karşılığında kullanılan “işşa” kelimesi, hem genel olarak kadın hem de “eş”
anlamına gelmektedir. Eski Ahid’in de içinde geliştiği eski Orta Doğu toplumlarında kadın, genellikle ikinci
derecede ve aşağılanan bir varlık olarak telakki edilmiştir. Bu durum, genel olarak Yahudi dini geleneğini derinden
etkilemiştir. Bu nedenle, sadece Eski Ahid değil, aynı zamanda Eski Ahid’in tefsiri mahiyetinde olan Talmud’da
da kadınlara yönelik bu yaklaşım belirleyici olmuştur. Yahudi geleneğinin mistik boyutu olan Kabala’da ise
kadın, yine mistik bir sembol olarak “dişiliği” temsil etmiştir.
Yahudilikte bu gün, evlilik kurumunun kutsallığına inanılır. “Şalom bayıt” denilen barış ve huzur
dolu bir ev, Yahudilikte çok değerli bir kavramdır. Düğün töreninde damat geline “Evlilik anlaşması” olan
“Ketuba”yı verir. Ketuba, Yahudilikte evlilik töreninden sonra, dini nikahı yapan Haham’ın iki şahit huzurunda
damada imzalatarak geline teslim ettiği bir antlaşma belgesidir. Ketuba, kadının sosyal güvencesini temin için
verilmektedir. Sonuç olarak Ketuba, Yahudi çiftinin dinsel evlilik belgesidir. Tevrat ve Talmud’a göre bir
erkek birden fazla kadınla evlenebilir, ancak bir kadın birden fazla erkekle evlenemez. Yahudilik “hatasız”
boşanma kavramını binlerce yıl önce kabul etmiştir. Yahudi kanunlarına göre bir erkek, eşini herhangi bir nedenle
veya hiçbir neden göstermeden boşayabilir. Ölüm döşeğindeki kişi yalnız bırakılmaz. Bu esnada ölecek kişinin
yanındakiler boş ve esası olmayan konulardan bahsetmemesi gerekir. Kişi öldükten sonra ceset, cenaze gününe
kadar kesinlikle yalnız bırakılamaz. Hangi şartlarda olursa olsun ceset, kesinlikle Cumartesi yünü kaldırılmaz.
Cenazeye Kohenler, yani imtiyazlı kişiler katılmazlar.(Öznur Gider, age, s. 58)
İslam’dan önceki birçok dinde ve kültürde kadının, hem insan olarak hem de haklar ve ödevler
bakımından erkeğe nispetle ikinci sınıf bir varlık olarak kabul ve birçok haktan mahrum edildiği bilinmektedir.
Cahiliye Araplarında da kadının durumu farklı değildi; ana, eş, kardeş ve çocuklar olarak kızlar ve kadınların
hakları erkeklerin istek ve keyiflerine bırakılmıştı, dilediklerini verir ve dilediklerini alırlardı. Hz. Ömer (r.a) bu tarihi
4
gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Cahiliye devrinde biz kadınları bir şey saymaz, hesaba katmazdık; bu
durum Allah’ın onlar hakkında ayetler indirmesine ve kendilerine bir takım haklar vermesine
kadar devam etti...”(Müslim, Talak, 31; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “İslam’da Kadın Hakları
ve Kocaya itaat-I”, konulu makale) “Erkeklerin bir derecelik fazlalığına rağmen kadınların da erkeklerinkine
denk, yani benzer haklarının bulunduğunu” bildiren ayet (Bakara, 2/229) o günün dünyasında eşi bulunmaz bir
“insan hakkı” kuralı ve “kadın hakları vesikası”dır. Hakları ve ödevleri birer birer saymak yerine bir genel
çerçeve veren bu ayette yer alan üç kayıt, kadın haklarının mahiyeti, derecesi ve değişme kabiliyeti açısından
büyük önem arz etmektedir:
1- Kadın, haklar bakımından erkeğe eşit değildir. Her ikisinin hakları arasındaki nispet, “benzerlik ve
denklik”tir.
2- Nasların değişmez kıldıklarının dışında kalan haklar ve ödevlerin değişim ve dengesi sosyal şartlara ve
kamu vicdanındaki meşruiyet ölçülerine göre ayarlanabilecektir.
3- Haklar ve ödevler karşılaştırıldıkları zaman erkeklerin haklarında bir derecelik fazlalık bulunduğu
görülecektir. Bu kayıtları biraz daha açmak gerekirse;
a- Ferdin topluma, toplumun da örgütlenme ve düzene ihtiyacı vardır. Örgütler büyükten küçüğe kurum
ve kuruluşlar, düzen de ilişkileri düzenleyen kurallardır. Devletten aileye kadar bütün kurumlarda düzen bir
yönetimi, yönetim ise yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı hak, ödev ve sorumluluklarının belli ve dengeli
kılınmasını gerekli kılmıştır. Kadını ve erkeği ile bütün insanlar insanlıkta eşittir, insanlığa bağlı haklar ile
yükümlülüklerde de eşittirler. Yönetimin ve düzenin gerektirdiği iş bölümüne ve farklı rollere gelindiğinde eşitlik
yerine “denge, adalet, hakkaniyet, ehliyet, kabiliyet” gibi değer ve kriterler devreye girer. İslam, insan ve
kul olmaya bağlı haklar ve ödevlerde kadınlarla erkekleri eşit kılmıştır. Kadınların insanlık ve kullukta erkeklerden
aşağı derecede veya geri olduklarını ifade eden bütün söylemler, ya dini kaynakları bakımından sahih değildir,
yahut da yanlış anlaşılmış ve yorumlanmışlardır. Kurumlar ve toplum içindeki farklı rollere bağlı haklar ve
yükümlülüklere gelindiğinde ise kadınlar ile erkekler arasında eşitlik değil, dengeli ve erkek hakkının misli olma
ölçüsü vardır. Eski sosyo-ekonomik ilişkilerden bazı örnekler vermek gerekirse, kadın ekmek ve yemek pişirirken
kocası da alet ve malzemeyi temin edecektir. Kadın çocuğuna bakarken, kocası rızıklarını temin edecektir. Kadın
kocasına sadık kalırken, kocası da ona sadık kalacaktır. Karşılıklı iyi geçinmek, iffetleri korumak, geçimsizlik
halinde hakeme başvurmak, aile idaresinde ve çocukların yetiştirilmesinde danışma ve işbirliği gibi konularda ise
eşitliğe yakın hak ve ödev benzerliği vardır.
İslam, kadını ahlaki bir temelde anlatmaktadır. İslam, hak ve hukuk ihlali olursa ve sorun olunca
müdahale etmektedir. İslam öncesi yaşamı tamamen yok etme yerine, düzeni hak ve adalet temelinde yeniden
düzenlemektedir. Düzenin aksayan yönlerine yönelik emirler getirmektedir. Bugün hak mağduriyetinin ihlalini
önlemeye yönelik mutlaka evlilik kurumu bir belgeye dayandırılmalıdır. Bu belge ciddi anlamda kadını güvende
tutmaktadır. Tarafların birbirlerine karşı hak ve görevlerini güvence altına alan bir akitin şahitler huzurunda ilan
edilmesi ile evlilik kurumunun başlatılması olgusu İslam’ın da onayladığı bir işlemdir. Bazı sembolik değer
yüklenen ritüellere önem verme açısından resmi nikahın yanında imam nikahına yönelme olmaktadır. Sanki resmi
nikahta bir eksiklik varmış gibi bir kanaat toplumda mevcuttur. O halde gemi kaptanı ve muhtara da bu konuda
verilen nikah kıyma görevi, devletin bir memuru olan Müftülere de tanınması halinde sorun kendiliğinde ortadan
kalkmış olur. Ayrıca kadının kendisini bir hak ihlali varmış gibi topluma sunması, yeni roller talep etmesi ve
önlerinin açılması gibi istekleri, aile kurumuna olan bağlılığının sarsılmasını beraberinde getirebilir.
b- Nasların sabit kılmadığı hak ve ödevlerin takdiri ile değişme ve gelişmesinde dinin hakem kıldığı ve rol
verdiği bir meşruluk ölçütü de “ma’ruf”tur. (Ma’ruf: Bozulmamış fıtrat, olumsuz bir şekilde
şartlanmamış akıl, dinin temel amacı ve nasları çerçevesinde oluşan, gelişen ve gerektiğinde
değişen değerler, kurallar, telakkiler, kabuller ve geleneklerdir.) Kadının birden fazla erkek ile aynı
zamanda evli olması caiz değildir; bu kural hem değişmez dini naslar ile sabittir ve hem de ma’ruf ölçütüne
uygundur. Ama karı ile kocanın ev içinde ve dışındaki rollerinde–ma’rufun değişmesine paralel olarak değişiklikler
olabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), damadı Hz. Ali (r.a) ile kızı Hz. Fatıma (r.anha) arasında rolleri
dağıtmıştır. Su taşıma, ev temizliği, ekmek ve yemek pişirme vb. iç işleri Hz. Fatıma (r.anha), dış işleri ise Hz. Ali
(r.a) yapsın, demiştir. Bazı fıkıhçılar bu taksimin bağlayıcı ve devamlı olmadığını, ma’rufa göre değişebileceğini
ifade etmişlerdir. (İbn Kayyim, Zadu'l-me’ad, V, 186) İslam’ın geldiği yıllarda yaşanan bir başka değişme
5
ve gelişmeye de Hz. Ömer (r.a) şöyle işaret etmektedir: “Biz Kureyşliler, kadınlarımıza hakim bir
topluluk idik. Medine’ye gelince orada, kadınları erkeklerine hakim bir toplum yapısı bulduk,
bizim kadınlarımız da onlarınkinden bunu öğrenmeye koyuldular... Bir gün eşime kızdım,
baktım bana karşılık verip itiraz ediyor, ben buna tepki gösterince eşim, ‘Sana karşı çıkmamı
niçin yadırgıyorsun? Vallahi Hz. Peygamber (s.a.v)’in eşleri de ona itiraz ediyorlar, hatta
bazıları sabahtan akşama kadar ona küs bile kalıyorlar’ dedi ve bunun üzerine derhal gidip
kızım Hafsa’ya sordum, o da bunu doğruladı...” (Müslim, Talak, 34)
c- Erkeklerin haklarındaki bir derecelik üstünlük “aile reisliği” ile ilgilidir. Koca hem ailenin geçimini
sağladığı, hem de aileyi temsil, koruma ve yönetme bakımından daha uygun bulunduğu için ailenin reisi
kılınmıştır.
İslam, kadın erkek arasında adalet anlamında eşitlikle geldi. Kadını saygın bir yere oturttu. Kadının şanı
yüceldi. Haklarına eksiksiz ulaştı, faziletli ve salih insan bilindi. Erkeğe her konuda, her yetki ve sorumlulukta denk
sayıldı. O da erkek gibi mal mülk sahibi olabilir, ticaret yapar alıp satabilir. Şeraitin koyduğu kurallara uymak
şartıyla hepsini yapar. Okuması ve hayatında gerekli olanları öğrenmek hakkıdır. Düşman baskısı olursa o da
dinini korumak için hicret eder. O da rızası ve tercihine göre evlenebilir. O da erkekten nafaka ve diğer haklarını
talep edebilir. Boşanma talebinde bulunabilir. Yani hakları çiğnendiği takdirde onun da kocasından, babasından
kardeş ve evladından miras alma hakkı vardır. Alım-satım ihtiyaç halinde çalışma, sadaka verme, hibe etme,
vasiyet ve icra yetkisi vardır.
İslam dini cahiliye sistemlerde kadını saplandığı zillet batağından kurtararak izzetin zirvesine
ulaştırmaktadır. “Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok
sakınanızdır.”(Hucurat, 49/13) Üstünlük takvadadır. Takvalı kim olursa olsun üstün sayılmıştır. Bizde ise
maddi güce sahip olan erkeğin üstün olduğu göz önünde tutulmuş, ama İslam bu görüşü yıkmaya
çalışmıştır. Üstünlük takvadaysa ve Allah’ın ayetleri herkese şamilse ve kadın da sakınıyorsa meleklerin
derecesine hatta daha üstüne çıkabilir demektir. Sakınmayan erkek nasıl olur da sakınan kadından üstün
olabilir? İnsanlar ister kadın olsun ister erkek takvaları ölçüsünce değerlendirilirler ve hak ettikleri değerleri onlara
veren İslam’dır. Allah’a en yakın olan kimse, en çok korunan kimse demektir. Allah’a göre akıllılığın değeri takva
ölçüsüncedir. İster erkek, ister kadın her ikisinin de çabasının sonucu kendisinedir. Kim çalışır iyi bir kul olma
yolunda adım atarsa, Allah ayırım yapmaksızın her ikisinden de kabul buyuracaktır. “Müslüman erkekler ve
kadınlar, mü’min erkekler ve kadınlar Allah’a itaat eden erkekler ve kadınlar, doğru olan
erkekler ve kadınlar, namuslarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler
ve kadınlar... İşte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/35)
Kadına yapılan zulüm ve işkence, onu aşağılayan her türlü sözlü ve fiili sataşma, onu hor ve zelil
görmek, erkekten aşağı görmek, ona hakaret etmek velhasıl kendisine yapılmasını istemediğini kadınına yapması
ve layık görmesi, bunların hepsi cahiliye davranışlarının kalıntılarıdır. Kur’an-ı Kerim ise bu tür davranışları
şiddetle yermiş ve hesabının sorulacağını açıkça beyan etmiştir: “Kız çocuğun hangi suçtan ötürü
öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman” (Tekvir, 65/7) “Erkeklere kazandıklarından bir pay
olduğu gibi kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.”(Nisa, 4/32) ayetiyle erkeklerle arasındaki
farkı kaldıran İslam, diğer yandan da kadınlara görüş belirtme ve oy verme hakkını tanımaktadır.Veda hutbesinde
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Ey insanlar sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi,
onların da sizler üzerinde hakları vardır. Ben size, onlara iyi davranmanızı vasiyet ediyorum.
Onlar size Allah’ın emanetleridirler.” Emanete yapılan hıyanetin sorgusu elbette olacaktır.
Genel olarak bakıldığı zaman İslam öncesi devirlerde hemen hemen bütün dünyada kadınlarının
durumu hiç de iyi değildi. Özellikle Arap yarımadasında kız çocuklar, hor ve hakir görülür, bir utanç vesilesi olarak
kabul edilirdi. Öyle ki, bir kız çocuğu dünyaya geldiği zaman çoğu defa yaşamına bile izin verilmez, diri diri
toprağa gömülürdü. İslam öncesi cahiliye devri Arapları birbirlerini ancak iki şey için tebrik ederlerdi. Birisi erkek
çocuk sahibi olduklarında, diğeri ise kız çocukları öldüğü zamandır. (Muammer Turan, “İslam ve Kadın”,
s. 13-14) Böylece, kadınların manevi değerini yücelten Hz. Muhammed (s.a.v), onlara, öylesine geniş haklar
tanıdı ki, Fransa gibi bugünün bazı ülkeleri bile, hala bu hakları tanıma cesaretini gösterememişlerdir.(Ahmet
Ağaoğlu, “İslamiyette Kadın, Çev. Hasan Ali Ediz, Alıntı: Ernest Renan, “Etudes d’histoires
Religieuses, s. 29 Bu satırlar 1900 yıllarında yazılmıştır.) Ayrıca bir erkek pek çok kadınla evlenebilir, ne
zaman isterse hanımını tekrar tekrar boşayabilir, istediği zaman ona geri dönmek suretiyle de ona karşı ne
kocalık görevini yerine getirir ve ne de bir başkasıyla yuva kurmasına imkan verirdi. Yine bir erkek, babası öldüğü
6
zaman üvey annesiyle evlenebilirdi. Kadınlar alınıp satılan köle muamelesi görürler ve babalarının mirasını
almaktan bile mahrum bırakılırlardı. Kadın, çocuk doğurmadıkça aileye kabul edilmez ve çocuk sahibi olmadan
ölse kocasına başsağlığı dilenmezdi. Ortaçağ Avrupa’sında bile kadınlar hakkında acaba insan mıdır? Yoksa
insan değil midir? tartışmaları yapılırdı. Budizm’in kurucusu olan Buda, kadınları dinine girmeye kabul etmezdi.
Eski Yahudi inancında kızlar babalarının evinde bile hizmetçi gibi kabul edilir, başka bir varis olduğu taktirde
babalarının mirasını alamazlardı. Eski Çin’de kadın insan sayılmaz, ona isim bile verilmez ve 1, 2, 3, ....diye
numara verilerek sayı ile çağrılırdı. (Muammer Turan, “İslam ve Kadın”, s. 14-15, Alıntı: Bekir
Topaloğlu, “İslam’da Kadın, s.17) İngiltere’de 11. yüzyıla kadar kadınlar kocaları tarafından
satılabiliyorlardı. Kadınlara uygulanan büyük haksızlıklar çok uzun yıllar devam etmiş, kadın erkek eşitliği batı
dünyasında ilk defa 1789 insan Hakları Beyannamesinde yer almış, bütün dünyada ise ancak 10 Ocak
1948 tarihli “Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi” ile ilan edilebilmiştir. (Muammer Turan, age, s.
14-15 Alıntı: Servet Armağan, “Temel Hak ve Hürriyetler”, s. 49-50) Bütün bunlara rağmen kadınlar
siyasi hakları bakımından İngiltere’de 1928, Fransa’da 1946, İsviçre’de 1970 ve Türkiye’de bile 1935 yılından
önce seçme ve seçilme hakkına sahip olamamışlardır. (Muammer Turan, age, s. 14-15, Alıntı: Servet
Armağan, age, s. 50)
Bir hayvan kadar değer görmeyen kadını İslam yüceltti ve ona azamet ve insanlık makamını bağışladı.
Ortaçağ zihniyetinin taşlaşmış kalp yığınları arasında toprağa gömülen kız çocuğunu, bir eşya gibi alınıp satılan
kadını, günümüzün ağızlarından salya akıtan materyalist maddiyatçı patronlarına cariye yapan kadını, Fransız
devrimiyle yeni bir statiko arayan ama aradığını bulamayan kadını, yeniden erkeklerin patronlaşmasına ve onların
ürettiği şeylerin tüketimi için reklam firmalarının kapılarında sürünen bir paçavra haline getirilen kadını, çalışması
lazım, kadın evine hapsolmamalı diyerek kendine ucuz işçi bulma peşinde olan materyalist patronları
zenginleştirmekten öteye geçmeyen kadını evet günümüz kadınını İslam yüceltmiş ve “Cennet annelerin
ayakları altındadır.” (Nesai, Cihad, 12) diyerek, kendisine en büyük manevi değeri vermiştir.
Abdullah İbn-i Mes’ud, Hz. Muhammed (s.a.v)’e, kiminle beraber bulunması, kime hizmet etmesi
gerektiğini sorunca, Hz. Muhammed (s.a.v): Üç kez “Annen’e” dedikten sonra, “Baban’a”, demiştir.
(Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) “Cennet annelerin ayağı altındadır.”(Nesai, Cihad, 12) diyen
dinimiz, kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir. İslam’ın ilk şehidi Sümeyye (r.anha)’dır. İlk Müslüman olan
da Hz. Hatice (r.anha)’dır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in soyu kızı Hz. Fatıma (r.anha) ile devam eder. Hz. Ebu
Bekir (r.a)’in kitap haline getirdiği dünyadaki tek Kur’an-ı Kerim; Hz. Ebu Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman
(r.a) dönemlerinde onlarca yıl bir kadının yanında kalmıştır. O dönemde ise Hıristiyanlar, bir kadın İncil’e
dokunabilir mi dokunamaz mı konusunu tartışıyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de Nisa yani kadınlar, Müntehine yani
imtihan edilen kadın, Mücadele yani mücadele eden kadın, Hz. İsa (a.s)’in annesi Meryem gibi sure isimleri
vardır.
İslam’da herhangi bir şeyi uğursuz saymak, herhangi bir eşyayı veya olayı kötüye yormak tamamen
yasaklanmıştır. Bir şeyi uğursuz saymak, kötüye yormak büyük günah olarak nitelendirilmiştir. Eşya ve olaylar
Allah’ın izniyle oluşur. Herhangi bir eşya veya olaya uğursuz nazariyle bakmak, Allah’ın rahmetinden ümit
kesmektir. Bütün bu nedenlerden dolayı İslam’da kadının uğursuz sayılması kesinlikle doğru değildir. Bu konuda
delil olarak gösterilen Hadis konusunda Hz. Aişe (r.anha) diyor ki: “Peygamber böyle söylemedi. Ancak
cahiliye Arapları, “At’da, kadında ve evde” uğursuzluk sayarlardı, dedi.” (Ebu Davud, Tıb, 24)
Miras’ta erkeğe, kadına verilen miktarın iki katı verildiğini söyleyerek kadına haksızlık yapıldığını iddia
ederler. Halbuki İslam’da kadın-erkek mirasta eşit pay alırlar. Anne, baba, dede, nine... kadın-erkek oldukları
halde eşit pay alırlar. Sadece kız ve erkek kardeşlerde kız kardeşe, erkek kardeşin yarısı kadar
miras verilir. Burada sanki bir haksızlık varmış gibi görülmektedir. Fakat örneğin baba vefat etse, babanın üç
dairesi olsa kız kardeş bir, erkek kardeş iki daire alır. Kız kardeş bir erkekle evleneceği zaman, kız kardeşin bir
dairesiyle evleneceği erkeğin ailesinden kendisine miras kalan iki payı bir araya gelince toplam üç payları olur.
Erkek kardeşin de kendi iki payıyla beraber bir kızla evlenirken evleneceği kızın bir payıyla beraber onların da
toplam üç payı olur. Ayrıca erkek kardeş evleneceği kıza Mihir verir. Bunu başlık parası olarak kabul etmek
mümkün değildir. İslam’da başlık parası yoktur. Mihir kadına boşanma vuku bulursa bir sosyal güvenlik olsun diye
sigorta olarak verilir. Böylece iki dairesi erimeye başlar. Yine erkek kardeş hayatları boyunca evleneceği kadın ve
çocuklarının nafakasını karşılamak zorundadır. İki dairesi erimeye devam eder. Halbuki kız kardeş mihir alır.
7
Ayrıca hayatı boyunca kendisine ve çocuklarına erkek bakmak zorundadır. Kendisine ait dairesini ise ailesine
harcamak zorunda değildir. O dairesi onun harçlığıdır; satar, bağışlar veya kiraya verir, isterse kocasına da
verebilir. Kız kardeşe, erkek kardeşe verilen miras miktarının yarısı verilmiştir. Anne, baba, dede, nine ... eşit pay
alırken, kız kardeş ile erkek kardeşte sanki haksızlık varmış gibi görünür. Oysa durum ortadadır. Görüldüğü gibi
erkek kardeşe çok miras payı verilmesinin nedeni, onun toplum içindeki ağır sorumluluğundan dolayıdır. Erkek
kardeş aldığı iki payı hep harcayacak ve eksilecektir. Kız kardeş ise aldığı bir payın yanında mihir, nafaka alacak
ve malı artacaktır. Bir payı da kendinin olacaktır. Görüldüğü gibi ilk başta erkek kardeş fazla pay alır gibi
görünürse de iş alınan payların dağılımına, kullanılmasına gelince kız kardeşin az payı ile erkek kardeşinden
daha fazla imkan ve paya sahip hale geldiği görülmektedir. Erkek kardeşe, eşine verilmesi için fazla verilmiştir.
Zamanla bu oran kız kardeş lehine değişmektedir. (Ali Tantavi, “Feteva”, s. 266)
İslam ekonomik düzeninde kadın da erkek gibi ekonomik faaliyetin kaynaklarından birisidir. Kendisine
mülkiyet, miras ve çalışma haklarının tanınması, onu ekonomik hayatta faal hale getirmiştir. O nedenle alım ve
satımın her çeşidi, hibe, şüfa, icar, kira, kefalet, vekalet, her çeşit şirketler, rehin, kısmet, dava, ikrar, sulh, vasiyet
gibi konularda erkekle aynı durumdadırlar. Erkekle kadın her ikisi de mirasta söz sahibi olmakla birlikte, bazı
yerde erkeğin kadından daha fazla pay alması, zamanımızda birçok tenkitlere yol açmaktadır. Mirasta erkeğin
kadından daha fazla almasının nedeni, erkeğin mala kadından daha fazla ihtiyacı olmasıdır. Erkekler, kadınların
nafaka ve geçimlerini üzerlerine alırlar. Erkek, ölüye hayatta iken, kadından daha çok faydalı olur. Bu iki nedenden,
yani mala daha çok ihtiyacı olma ve ölüye daha fazla fayda vermeden dolayı erkek, mirastan daha fazla almaya
hak kazınmış olur. (Osman Eskicioğlu, agm, Alıntı: İbn Kayyim, II, 169) Erkek, bir kendisi, bir de eşi
olmak üzere en az iki kişi besleyecektir. Bunun için erkeğin gideri çok, kadının gideri ise daha azdır. Halbuki gelir
ile gider arasında bir uygunluk ve eşitliğin bulunması gerekir. Gider erkeğe yükletilirken, gelir dağılımında kadına
erkekten fazla veya denk pay verilmesi, hem ekonomik esaslara ve hem de hak ve adalet ölçülerine uygun
düşmez. İşte asıl o zaman hukukta eşitlik ilkesi zedelenmiş olur. Binaenaleyh erkeğe mirastaki bu fazlalık,
kadınların menfaatlerini gözetme ve ihtiyaçlarını giderme hesabına, geçimdeki sorumluluk farkının muadili olmak
üzere, böyle bir hukuk ve ekonomi dengesini kurarak, adalet ve eşitlik prensiplerinin ince bir uygulamasını içine
almaktadır. (Osman Eskicioğlu, agm, Alıntı: Elmalılı Muhammet Hamdi Yazır, II, 1302) İslam
ekonomisinde her nimet bir külfet karşılığıdır. (Osman Eskicioğlu, agm, Alıntı: Mecelle, 88. Md.) Bu denge
ne zaman bozulur, ailenin ekonomik sorumluluğuna karşı mirastan iki hisse alma zorunluluğuna uyulmazsa daima
kadınların zararına olur. Ya büsbütün mirastan mahrum edilirler veya ailenin geçimine zorla katılarak, kendi
mallarını istedikleri gibi kullanma hak ve yetkisinden mahrum bırakılırlar. Kaldı ki, kadın mirasta her zaman ve her
yerde erkeğin yarısını almaz.
Kur’an-ı Kerim’de: “Kadınların meşru hakları kadar, vazifeleri de vardır. Erkeklerin
hakları, kadınların vazifelerinden fazladır.” (Bakara, 2/228) Ayet’te birbirini tamamlayan iki temel kural
getirilmiş bulunmaktadır.
1- Herkesin hakkı kadar görevi vardır. Başka bir deyişle görev kadar hak vardır. Yani bir kimsenin
yüklendiği görevleri ile hakları birbirine eşit olur. Buna göre kadının erkek üzerinde hakları kadar görevi, erkeğin
de kadın üzerinde hakkı kadar görevi vardır. Eğer erkek kadın üzerinde bir derece fazla hakka sahip ise yine bir
derece fazla göreve de sahiptir.
2- Herkesin haklarının ve görevlerinin birbirine eşit olmamasıdır. Yani toplum içersindeki fertler, eşit
haklara ve eşit görevlere sahip değildirler. Sadece herkesin hakkı kadar görevi vardır.
Buraya kadar İslam’ın kadına getirdiği bazı hakların, aile içersinde kan ve kocanın karşılıklı görevlerini ve
aile ile toplum arasında bulunan dengeyi söylemeye çalıştık. Bütün bunlardan İslam’ın kadına aynı erkek gibi bir
takım hak ve görevler getirdiği ve hak ve görevler arasında eşitlik bulunduğu neticesine varmak mümkündür. Ancak
İslam’ın getirdiği prensipleri bir türlü içine sindiremeyenler, kadın ikinci sınıf vatandaş sayılmıştır, İslam’da kadın
haklan yoktur gibi bir takım yalan iddialarda bulunuyorlar. Bazı kaynaklardaki eksik veya yanlış rivayetlere
dayanarak İslam’a iftira atıyorlar. Halbuki eksik ve yanlış anlamaların veya tarihi yanılgıların İslam ile hiçbir ilgisi
olamaz. Müslüman’ı bağlayan, Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamber (s.a.v)’in sahih Sünneti’dir.
Sonuç olarak İslam’ın kadın anlayışını özetlemek istersek şunları söyleyebiliriz. Kadın, erkek gibi Allah’ın
yeryüzünde bir halifesidir. Aynı erkek gibi Allah’ın emir ve yasaklarına muhataptır. Bu nedenle kadın ve erkekler,
hepsi Allah’ın kitabına bağlıdırlar. Ne kadınlar erkeklerin ve ne de erkekler kadınların emri altındadırlar. Onun için
İslam’da hukuk, hilafeti temsil vasfına dayanmaktadır. Kadın da erkek de hukuka, Allah tarafından konulmuş olan
kurallara dayanarak hareket ederler. Biri diğerine muhtaç olduğu için, ikisi de bir bütün olarak, birlikte hayat
yolunda yan yana yürümektedirler. Şeref, haysiyet ve Allah yanında kıymet bakamından kadınla erkek arasında
8
hiçbir fark yoktur. Her ikisinin ayrı ayrı haklan ve görevleri vardır. Vücuttaki uzuvlarda olduğu gibi toplumda iş
bölümü anlamında kadın ile erkek arasında görev taksimi vardır. Bu nedenle çalışma alanları ayrıdır. Kadının
yaptığı bazı işleri erkek yapamaz; erkeğin yaptığı bazı işleri de kadın yapamaz. Yapar diyenler sadece kendilerini
aldatıyorlar. Hukuken eşit olan kadın ve erkek, iş yapma itibariyle eşit değildir.
Allah, kadınla erkeği eşit yaratmamıştır. Her ikisini de insan olma yönünden, akıl, bilgi, kültür yönünden
eşit olsa da, kadın erkekten daha duygusal daha hissidir. Erkek ise daha katı, olaylara daha sert ve duygusal
yoğunluğu az olan bir açıdan bakar. Bu psikolojik yönden farklılıktır. Biyolojik yönden, erkekte kas daha fazla
iken, kadında yağ daha fazladır. Bu durum erkeğin kadından üstün olduğunu göstermez. Kadın daha duygusal,
erkek daha az duygusal, kadın daha çok acır, sevgi hayatında daha önemli bir yer kapsar, erkekte ise bu durum
daha azdır. Erkek daha güçlü kaslıdır, kadın daha az güçlü kaslıdır. Her iki cinsin de üstün ve eksik yönleri vardır.
Akılda, düşüncede her iki cins de eşittir ve birbirlerini geçebilirler. Bu durum erkeğin üstünlüğünü veya kadının
zayıflığını göstermez. Aksine bu durum her iki cinsin ayrı yaratılış özelliklerinin doğal sonucudur. Bunu kabul
etmeli, yaşam tarzımızı buna göre ayarlamalıyız. İslam, kadın-erkek eşitliğini değil, kadın erkek
adaletini savunur. Çünkü eşitlik, adalet demek değildir.
Günümüzde kadın konusu ele alınırken düşülen tuzaklarda biri de, kadına erkek eşitliği iddiasıdır.
Birbirinden aynı anda farklı olan iki şey, o anda birbiriyle eşit olamaz. Ne kadın erkeğin, ne de erkek kadının
eşitidir. Birbiriyle aynı olmayan iki şeyi birbiriyle eşitlemek, elmalarla armutları toplamak gibidir. Kadın ile erkek
birbirinin eşiti değil, karşılıklı üstün olan ve olmayan taraflarıyla, toplumda, hayatın bütününde ve ailede görev,
sorumluluk, yetki ve haklar açısından birbirini tamamlayan yanlarıyla, iki parça gibi birbirine geçmelerle bir bütünü
meydana getiren iki parçadır. Bu bakımdan, önemli olan, eşitlik değil, her iki cinse de, fizyolojisinin, psikolojik
yapısının, aile ve toplum bütünlüğü içindeki iş bölümünün gerektirdiği sorumluluğu vermektir. Gerçek eşitlik,
konuya böyle yaklaşmadadır. Diğer tür bir yaklaşım ise eşitlik değil, aynılıktır; bu da, adalet, hele kadına iyilik
veya ona değer verme değil, zulümdür. Dolayısıyla, ne kadının hak ve sorumlulukları bütünüyle erkeğinkinin
aynısıdır ve ne de, erkeğinki kadınınkinin aynısıdır. Çünkü kadının hakları erkeğinkiler ile aynı olsaydı, bu
durumda kadın, erkeğin kopyası olurdu.
İslam’da kadının eşsiz ve diğer sistemlerde hiç benzerliği olmayan bir konumu vardır. İslam, din
görünümlü bazı batıl inançlarda olduğu gibi, kadını şeytanın ürünü veya kötülüklerin tohumu olarak görmez.
Kur’an-ı Kerim, erkeğe kadının egemen bir efendisi ve kadını da, erkeğin egemenliğine teslim olmaktan başka
çaresi bulunmayan zavallı bir varlık olarak da yer vermez. Kadının içinde ruhu olup olmadığı sorusu hiçbir zaman
ne İslam’da ve ne de Müslümanlar arasında tartışılmış bir mesele değildir. İslam’da kadının eşsiz, yeni ve diğer
sistemlerde olmayan bir konumu vardır. Günümüzün demokratik toplumları bile, bu konuda İslam’dan çok geridir.
Bu toplumlarda kadının o kadar imrenilecek bir konumu yoktur. O, hayatını kazanmak için çok sıkı çalışmak
zorunda kalmakta ve bazen erkekle aynı işi yaptığı halde, maaşı ondan daha az olabilmektedir. Belli bir özgürlüğe
sahip ise de, bu, daha çok arzularını tatmin özgürlüğüdür ki, böyle bir özgürlük, gerçek insan fıtratının, selim
aklın, insanlığın değişmez edebi değerlerinin ve herhangi semavi bir dinin kabul edebileceği tarzda bir özgürlük
değildir. Ayrıca kadın, demokratik toplumlarda bugünkü bulunduğu konuma gelebilmek için on yıllarca, hatta
asırlarca çaba sarf etmiştir. Öğrenme, çalışma ve kazanma haklarını elde edebilmek için acılı kurbanlar vermek
ve en tabii haklarının, hatta gördüğü ve görmesi gereken saygının birçoğundan vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Konumunu ruh sahibi bir insan durumuna getirmek için çok ağır bedeller ödemiştir. Tüm bu pahalı kurbanlara ve
acılı çabalara rağmen onun, Müslüman kadının sahip bulunduğu kadınlığa yakışır haklara sahip olduğu
söylenemez. (Hammude Abdul-Ati, “İslam’da Kadının Yeri” adlı makalesi, Çev. Mehmet Ünal)
İslam, insanın dünya ve ahirette mutluluğunu sağlamak üzere gelmiş ilahi bir dindir. İnsanın varlığı,
yaratılış gayesinin gerçekleşmesi ancak bir topluluk içinde olabileceği için dinin hükümleri arasında “topluluğun
düzeni” ile ilgili talimat ve tavsiyelerde bulunmuştur. En küçük fakat en önemli topluluk birimi ailedir; o da küçük
bir topluluk olduğu için düzen gerektirmiştir. Bu nedenle aile fertlerinin birbirlerine karşı konumları, hak ve
sorumlulukları belirlenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in çocuklarla ana baba, karı ile koca, fert ile onun hısımı ve
akrabası arasındaki bağ, karşılıklı haklar ve sorumluluklar üzerine söylediklerini bu çerçeve içinde anlamak
gerekirken bazı erkekler, geçmişte ve günümüzde “kadının kocasına itaati” konusundaki Hadisleri
çerçevesinden saptırmışlar, karılarına zulmetmek, onları esirler, hatta köleler haline getirmek için kullanmışlardır.
Yemek tuzlu oldu diye, kadın yatağa veya çalışmak üzere tarlaya gelmedi diye, onu azarlamış, hatta dövmüşler
ve bu yetkiyi de İslam’dan aldıklarını söylemişlerdir.
9
Kadını dövme konusunu dine bağlamak mümkün değildir. Bu konuda erkeğin hakkıdır şeklinde bir algı
yaratılamaz. Hz. Aişe (r.anha) konu ile ilgili bir rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v)’in savaş dışında hiçbir canlıya
vurmadığını ifade etmektedir. “İfk” olayında bile Hz. Peygamber (s.a.v) böyle bir yola başvurmamıştır. Bu örnek
uygulama, bütün Müslümanlar için de geçerlidir. Kadından kaynaklı bir serkeşlik karşısında nasihat, yani güzel
söz ile işe başlanılması, sonra düzelme olmaması halinde yatakların ayrılması ile cinsel boykot metot olarak
önerilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu beyanlar, ortalama olarak toplumun genel yapısına göre hüküm
tanzim eder. Kur’an-ı Kerim’in emri olan “dövme” olayı, Kur’an-ı Kerim’i tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.v)
tarafından yapılmamıştır. Sünnet, o ayette kastedileni belirler. Hz. Peygamber (s.a.v)’in eşleri ile ilgili sorunları
olmuş, ancak hiçbir zaman onları dövme yoluna gitmemiştir. Konu ile ilgili gelen ilahi emir, Hz. Peygamber
(s.a.v)’in eşleri için uyarı olmuş ve tercihlerini Hz. Peygamber (s.a.v) yönünde kullanmalarıyla birlikte sorun
giderilmiştir.
Aile hayatının düzgün yürümesi, kocanın otoritesini kötüye kullanmaması kadar kadının da kadınlığını
istismar etmemesi için yapılmış tavsiyeleri tek taraflı olarak ve bağlamlarından kopararak alan ve karşı tarafa
zulmeden, baskı yapan kimseler, Allah ve Resulü’nün arzu ve amaçlarının dışına çıktıklarını bilmelidirler ve
bilmelidirler ki, hiçbir beşere, yani koca, ana, baba ve devleti yönetenler de dahil, itaat mutlak değildir. Hiçbir
kimseye haksız olan, meşru olmayan emir ve isteklerinde itaat edilmez. Eğer bir kadın kocasına kırılmışsa, onun
gül yaprağından nazik gönlü örselenmiş, kalbi incinmişse kocanın yapacağı şey “Hemen dediğimi yap, ben
reisim, bana itaat edeceksin, etmezsen sana melekler lanet ederler...” demek yerine “En iyileriniz
kadınlarına en iyi davrananlarınızdır.”(Ebu Davud, Sünnet, 15; Tirmizi, Rada, 11) Hadis’ine
uyarak onun gönlünü almak, meseleyi açık yüreklilikle ve sevgiyle çözmektir. Allah sevgisine ulaşmanın yolu
O’nun Örnek olarak gönderdiği kamil insana uymak, onu hayatta rehber edinmek ve izinden asla sapmamaktır.
O’nun söylediklerinin bir kısmını alıp ve bir kısmını almamak yerine, sözlerini bir bütün halinde ve amacına da
dikkat ederek alıp uygulamaktır.
Kadın iyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir arkadaş, merhamet timsali, şefkat abidesi ve hepsinden önemlisi
“Allah’ın insanlığa rahmeti”dir. (Hüseyin Ensariyan, “İslam’da Aile Düzeni”, s. 121) Bu
yüceliklere sahip olan böyle bir varlık olan “kadını yeniden okumak” ve İslam’ın ona verdiği yüce değerleri
bulmak için en son din olan İslam dininin yüce değerlerini incelemekten başka bir seçenek yoktur. Bu makalede
Allah’ın insan olarak yarattığı varlıklar içerisinde yer alan kadının şahsiyeti ve yüceliğini ele alarak ona İslam’ın
verdiği gerçek değeri ele almaya çalışacağız. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil verendir. Yarattığı
her şeyin bir anlam ve hikmeti vardır, yaratma gücüne sahip olan Allah’tır. Her şeye bir yörünge ve ölçü tayin
eden de hiç şüphesiz Allah’tır. Varlıklar belirlenen yörüngeyi, sistemi aşacak olurlarsa düzenleri bozulur ve yok
olup giderler. Elbette ki, her şeye bir düzen koymuş ve asla yarattığı hiç bir şeyde düzensizlik ve anarşi yoktur.
Allah her şeyi çiftiyle yaratmıştır. Evrene baktığımızda gördüğümüz her şeyin bir eşini de beraberinde görürüz. Bu
yaratılışın kanunu, Allah’ın kurduğu bir sistemdir. Özellikle canlılar aleminde her şeyin erkeği olduğu gibi, her
şeyin dişisi de bulunmaktadır. Bu yaratılış sisteminin en iyi şekilde işlemesini sağlayan temel unsurlardan biridir.
Allah her şeyi bir nizam ve ölçü içerisinde yaratmıştır. Allah gökte uçan kuşlarda yerde gezen karıncalara bakıp
ibretler almamızı ve dersler çıkarmamızı tavsiye ediyor. Allah’ın yarattığı her şeyde düşünen ve aklını çalıştıran
insanlar için bir ders ve ibret vardır. Aynı şekilde bizleri yaratan Allah, kendi yaratılışımızda da nice ibret ve
derslerin olduğunu ve bunları düşünmemizi öğütlemektedir. Eğer düşünürsek asla kadının kendisini “neden
kadın olarak yaratıldım?” diyerek aşağılamasının asla doğru ve İslami bir davranış olmadığını görürüz.
Kadın haklarını savunmak için çalışan batılı kadınlar, Feminizm adına bir takım ideolojiler ortaya
atmışlardır, ama bu ne derece kadının sorunlarını çözebilmiştir? Bugün batıya baktığımızda dağılan aile yuvaları,
babanın evladını, evladın da babasını tanımadığı, annenin çocuğundan habersiz gezindiği modern sokak ve
parklar, çalıştığı fabrikalar ve atölyeler ne kadar kadına özgürlük verebilmiştir acaba? Bir araba lastiğinin
reklamını yapmak için eve istediği saatte gelmek, istediği saatte çıkıp gitmek özgürlük sayılabilir mi? İnsanın
insani değerler taşımadığı bir toplumda ne derece kadın değer kazanabilir? Merhametsiz bir yuvada yetişen
çocuk, annesini uyku saatinde gören bir çocuk, işin verdiği yorgunlukla eve gelerek stres ve bunalımdan
çocuğunun tenine dahi dokunmadan koltuğun üzerine uzanan, adeta bir cesedi andıran günümüz batı feminist
kadınları ne derece özgür sayılabilir? Annesiz büyüyen, kreşlerde büyütülen çocuk, yarın nasıl annesini
tanıyabilir? Annenin şefkat ve sevgisine muhtaç olan çocuk, annesini bile görmeden büyüyüp topluma karışırsa,
yarın o çocuktan nasıl merhamet kanatlarını sana germesini bekleyebilirsin? Müslüman Feminist olur mu? sorusu
zaman zaman gündeme getirilmektedir. Müslüman, Müslüman olmaktan başka bir şey olmamaktadır, demek en
10
doğru cevap olur kanaatindeyim. Çünkü Feminizm bir teklif ile gelmiyor, bir tepki ile geldiği için en başta aile
kurumuna zarar vermektedir. Bu anlamda Feminizt bir anlayışa İslam onay vermez. Ayrıca bu kavram bize ait
değildir. İki varlığı birbirine muhtaç iken, birbirine düşman haline getirmek veya göstermenin hiç kimseye yararı
olmaz. Bu nedenledir ki, bu ve benzeri hareketler ciddi anlamda başarılı olamamışlardır. Zaten insanın yaratılış
amacına ve modeline de aykırıdır.
İslam iç ve dış barışı sağlamak için cinsiyetlerin birbirleriyle çatışan değil, birbirini
bütünleyen şeyler olduğunu gösteren bir insanlık düzeni getirmiştir. Allah, kadını da en güzel şekilde
yaratmış ve ona hayat arkadaşını bağışlamıştır. Birbirini tamamlayan iki varlıktır. Onsuz, yani kadınsız
olunamayacağı gibi, onsuzluğunda, yani erkeksiz düşünülemediği bir varlıktır. Yaratılışta birbirini tamamlayan iki
insandır. (Hüseyin Ensariyan, “age, s. 83) Erkeğin kaburga kemiğinden değil, kadın da Allah’ın yarattığı ve
ona ayrı şekil verdiği bir insandır. Bir insan olarak kadını değerlendirirsek “Biz insanı en güzel bir şekilde
yarattık.” (Tin, 95/5) Burada Allah, ister kadın ve ister erkek, her ikisinin de en güzel bir şekilde yaratıldığını
bildiriyor. Bu konuda birleşmemiz gerekir ki, insan olarak kadın en güzel şekilde yaratılmıştır. Bu ayet sadece
erkekleri bağlamadığı gibi, sadece kadınları da bağlamaz. Her ikisini de bağlar. Çünkü kadın ve erkek için: “Ey
insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getiren Rabbinizden sakının.” (Nisa, 4/1) Bu ayet, o devrin puta tapan Arapları için, onun bütün
geleneklerini, göreneklerini, anlayışlarını ve dünya görüşünü altüst eden ciddi bir yenilik, başlı başına bir devrim
mahiyetini taşımaktaydı. Yine bu ayet, kadınla erkeğin aynı maddeden ve aynı hamurdan yaratıldığını, onların,
sosyal bir birim olarak eşit olduklarını, davranışlarından ötürü Allah’a karşı aynı derecede sorumlu bulunduklarını
anlatmakla, o devrin puta tapan Arapları adeta rezil ediyordu. (Ahmet Ağaoğlu, “İslamiyet’te Kadın”,
Çev. Hasan Ali Ediz, s. 27)
Kur’an-ı Kerim’de Allah: “Ey İnsanlar! Gerçekten biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık…”
(Hucurat, 49/13) emriyle, insanlığı nasıl bir modelle yarattığını ifade ederken, erkekle dişi arasındaki birleşme
bağını, insan türünün yeryüzünde kıyamete kadar devam etmesine ve korumasına vesile kılmıştır. Söz konusu
birleşme bağının meydana gelişini sınırlı ve meşru bir yolla olmasını takdir etmiştir ki, bu da nikah, yani
evlenmedir. Allah, nikahın meyvesini çocuk ve nesli devam ettirmek olarak takdir etmiştir. O yüce varlık, kullarına
çocuk sevgisi vermiş ve böylece onları çocuk yapmaya teşvik etmiştir. Çocuk sevgisini, insan yaratılışının tabii bir
sonucu kılmıştır. Erkeğin kadına, kadının erkeğe meyil beslemesi de aynı şekilde insanın yaratılışındandır.
Allah’ın yaratma kanunu, bir erkekle bir dişinin birlikte olması şeklinde tecelli etmektedir. Fakat bu ilahi
kanun, bazı istisnalar ile ihlal edilmiştir. Bu ihlaller, yaratılış konusunda Allah’ın kudretini gösteren açık delillerdir.
Sonuç olarak, Allah’ın Hz. Adem (a.s)’ı anasız ve babasız olarak topraktan, Hz. Havva’yı anasız ve babasız
olarak Hz. Adem (a.s)’den, Hz. İsa (a.s)’yı da babasız olarak Hz. Meryem (a.s)’den yaratıldığı, böylece Allah’ın,
anasız- babasız, babasız ve analı- babalı olmak üzere, her türlü yaratma şeklini gösterdiği belirtilmiştir.
Kur’an-ı Kerim: “Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini
de ondan var edendir…” (A’raf, 7/189)
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının…” (Nisa, 4/1) buyurmaktadır. Hz. Adem
(a.s)’in eşinin, onu teskin etmek için yaratıldığı açık bir şekilde ifade edilirken, onun yaratıldığı yer hakkında bir
bilgi bulunmamaktadır. Hz. Havva’nın, canlı bir varlıktan yaratıldığından dolayı Havva adı verilmiştir. (Taberi,
“Tefsir”, c. 1, s.177; Taberi, “Tarih”, c. 1; s. 104) Bu görüşün yanı sıra, her canlının anası olmasından
dolayı Havva ismini almıştır. (Maverdi,”Tefsir”, s.49)
Ayette geçen bir tek nefis deyimi her nedense erkek anlamında alınmış ve ondan çıkarıldığı söylenen
zevc kelimesi de kadın diye düşünülerek, kadının erkekten çıkarıldığı sonucuna varılmış şeklinde yorumlar
yapılmış ve bu sonuç Tevrat’ta, “kadının, erkeğin kaburga kemiğinden” (Tevrat, Tekvin,2/21-22)
yaratıldığı beyanıyla birleştirilerek, kaburga kemiği hikayesi gündeme getirilmiş ve nihayet kadının, erkeğin
kaburgasından yaratıldığına hükmedilmiştir. Bunların hiçbirinin Kur’an-ı Kerim’de dayanağı yoktur. Nefs kelimesi
sadece erkek anlamında olamaz. Bu kelime ruh, benlik ve canlı demektir. Ruh ve benlikte zaten erkeklik ve dişilik
söz konusu değildir. Nefsten üretilen varlığa Kur’an-ı Kerim, zevc diyor ki, bunun da kadın olduğunu iddia
edemeyiz. Burada dikkat çekilen şeyin erkeklik-kadınlıktan ziyade, canlıların üremelerine işaret edilmektedir. Bir
canlıdan diğerinin ve o ikisinden de daha birçok canlının üremesi olayıdır. (Mehmet Bozkurt, “Bilim ve
Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!” s. 140-143)
11
Allah’ın, insan olarak belirttiği yaratıklarıdır. Her ikisi de Allah’ın kullarıdır. Şunu iyi anlamamız lazım ki,
Kur’an-ı Kerim, kadın ve erkek konusunda ayırımcılık yapmamaktadır. Kur’an-ı Kerim açısından kadın ve erkek
birdir. Sadece yaratılıştaki fiziksel bir takım farklılıkların bulunması, erkeklerin kadınlardan manevi yönden üstün
olduğunu göstermez. İnsanın ne olduğunu ve nasıl olduğunu en iyi bilen şüphesiz Allah’tır ve onun için nelerin
hayırlı ve nelerin zararlı olduğunu da en güzel bilen yine O’dur.
Her şeyi en güzel bir şekilde ayetler bize açıklıyor. İnsanın yaratılmasındaki güzellikleri görürsek,
“neden kadın yaratıldık? sorusunu da aşağılayarak soramayız. Kadın var olmasaydı, hiçbir şey var olmazdı.
Çünkü ahir zaman Peygamberini doğuran bir kadındır. Kadın olmasaydı alem var olmazdı. Allah’ın yaratılış
düzeni kadının yaratılmasını gerektiriyordu ve de nasıl yaratılması gerektiğini de en iyi bilen Allah olduğuna göre,
kadını da en iyi ve güzel bir şekilde yaratmıştır. Kadına verdiği zarafet, incelik ve duygusallık, onun kadın
olmasının belki de en büyük özelliklerindendir. Kadına en iyi terbiye edici olarak baktığımızda gerek annelikte,
gerek eğitimde ve gerekse öğretimde son derece başarılı olması, Allah’ın sıfatı olan Rab sıfatının cüzisinin
kadına bağışlanmış olmasıdır. Şüphesiz en iyi terbiye edici Allah’tır, ama ikinci planda kadındır. Allah’ın
sıfatlarının kadınlar üzerine yansımasına baktığımızda Rab, yani terbiye edici ve Rauf, yani yumuşak ve
merhameti görmekteyiz. Terbiye etme sıfatını ona bağışlamış olmasaydı, bu kadar canlılar içerisinde dişi
varlıkların yavrularına gösterdiği ilgi ve şefkati göremezdik. Çünkü anne koruyucudur, şefkatlidir ve merhamet
timsalidir. Tavuğun civcivleri için nasıl uçuştuğunu ve civcivlerini her türlü tehlikeden nasıl koruduğuna şahit
oluyoruz. Yabancı bir ses işittiğinde, çıkardığı sesle yavrularını kanatlarının altına aldığını hepimiz görmekteyiz.
Hayvanların bile bu kadar merhamet ve sevgiyle besledikleri yavrulara, biz insan olarak elimizdeki bir
takım feminist sloganlar sayesinde kendimizi kainatın yaratıcısının koyduğu bu düzene adeta karşı koyarcasına
“ben bakmak zorunda değilim, yapmıyorum, bakmıyorum, emzirmiyorum” demek, yaratılıştan
verilmiş ilahi donanımları görmezlikten gelmek ve kendi ilahi yeteneklerini ihmal etmektir. Müslüman kadına,
Allah’ın kendisine bağışladığı bu terbiye sıfatına uygun olarak hareket etmesi yaraşır. Kadının, bir insan terbiye
ederek yeni bir dünya yaratması sağlanabilir. Eğer kadın iyi bir anne, iyi bir eş ve iyi bir kardeş olursa her şeyde
düzen, huzur, ahenk, kardeşlik ve anlayış ortaya çıkacaktır.
Dizilerin kadınlar üzerinde çok etkili olduğuna günümüzde, dizilerdeki kadınlar çok erkeksi, dediğim dedik,
akıllı ve kendini beğenmiş kişiliğindedir. Bu izlenimler, kadınları yanlış yönlendiriyor kanaatindeyim. Bu noktada
kadınlarda erkekleşme başlıyor. Aslında kadınlar hiçbir zaman edasını kaybetmemelidir. Hz. Muhammed (s.a.v),
“erkekleşen kadınlara, kadınlaşan erkeklere lanet etmiştir.” Allah’ın kurduğu sistemde her şey zıttı ile
vardır. “Mutlu bir evlilik emek İster.” Medyanın kadın üzerindeki etkisi, eşler arasındaki iletişim ve
yaradılışta kadın ve erkeğin farklılıkları konusunda, evlilikler üzerinde medyanın oyunlarının etkili olduğu bir
gerçektir. Dizileri aracılığıyla kadın yapısında bozulmaların olduğu konusunda, evlilik üzerinde medyanın
oyunlarına dikkat etmek gerekir. Kadınlar eğer duygusal bir boşluktaysa ve çok fazla dizi izliyorsa, o dizilerdeki
aşklardan ve kadın üstünlüğünden etkileniyorlar.
Yaratılışta erkek ve kadının doğuştan farklı yaratıldığını, Allah kadınları şefkatli ve teslimiyetçi
yaratmıştır. Erkekler ise güç, iddia ve başarı üzerine yaratılmıştır. Erkeğin hayata bakışı serttir. Kadınlar ise
duygusaldır. Kadınlar beynin sağ tarafını, erkekler sol tarafını kullanıyorlar. Hem kadın ve hem
erkek aynı şekilde hayata bakamaz. Kadınlar, erkeklerden kendileri gibi hayata bakmasını beklemesin ve eşim
benim gibi olamaz demelidir. Zaten normal olan erkeğin kadın gibi olmamasıdır. Günümüzde aile yapısında en
büyük bozulmanın kadının erkekleşmesi olduğuna ve bu nedenle de yeni neslin evliliklerin zor olacağını, kadınlar,
okuyan kız çocuklarını bile elinde mesleğin olsun, kendine güven ve eşine muhtaç olma diye yönlendiriyor. Bu
bilinçle yetişen kızların ileride yapacağı evlilikleri yürümüyor. Evliliklerin psikolojiden ziyade inançla yürütülmesi
gerekir. Bu noktada, kadınlar erkeklerin üstünlüğünü kabul etmelidir. Kur’an-ı Kerim’de de evin reisi erkek olduğu
bildirilir. Eşler arasındaki muhabbetin de maddi manevi kazanç açısından önemlidir. Kadınların eşlerinden bir şey
isterken, iğneleme ve kıyaslama yapmasının yanlış olduğunu, “Erkekten ne isteniyorsa direk o
söylenmeli. Erkekler, ince düşünceler ve ayrıntılardan hoşlanmaz. Direk söylenirse, iyi bir sonuç
alınır.” hareket tarzı benimsenmelidir. Kadının bencillikten uzak durması gerekliliği, ailenin mutluluğu için
gereklidir.
Allah hem erkeği ve hem de kadını yaratmıştır. İnsanı iki farklı cins halinde yarattığı için birini diğerinden
ayıracak unsurlar bulunacaktır. Aksi takdirde her yönüyle aynı iki unsur, sonuçta benzer, yani özdeş hale
12
gelecektir. Erkek vücudu celal, kuvvet ve mutlaklığı, kadın vücudu ise güzellik, mutluluk ve sonsuzluğu temsil
eder. Erkeklikte iyilik dışta ve güzellik içte, kadınlıkta ise güzellik dışta ve iyilik içtedir. Erkeklik dışsallığı, kadınlık
ise içselliği sembolize eder. Zaten Kur’an-ı Kerim kadını, hayatın sıcaklık, sevgi, huzur ve rahmet unsuru olarak
gösterir. (Rum, 30/21)
Kadın ve erkek arasında Biyolojik ve Psikolojik farklar görev bölümünü etkiler. İdeal bir barış toplumunda
erkek ve kadının birbirleriyle yarışması ve didişmesi değil, bilakis görev bölümü gereği her birinin kendine özgü
yetenekleriyle insanlığın değer ve hedefleri doğrultusunda bir bütün olması söz konusudur. Biyolojik ve Psikolojik
farklılıkların görevlerde, dolayısıyla yükümlülüklerde farklı sonuçlar vermesi doğaldır. Erkek bazı konularda
kadınlardan daha farklı sorumluluk taşır. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “Erkeklerin kadınlar üzerinde
hakları olduğu gibi, aynı şekilde kadınların da erkeklerin üzerinde hakları (haklarda eşitlik)
vardır. (Sorumluluk noktasında, külfetlerde) erkekler için onlar üzerinde bir derece (farklılk)
vardır.” (Bakara, 2/228)
Varlıklar arasında hak ve görev sahibi olan da sadece insanlardır. İnsanların dışındaki hayvan, bitki ve
cansız varlıklar ise insanlardaki şekliyle bir hukuka sahip değildirler. Onlar sadece kendi başlarına bir hukuk
süjesi olamazlar. İnsandır ki, varlıklar arasında hukukun sadece kendisine taalluk ettiği bir yaratıktır. Çünkü
yeryüzünde Allah’ın halifesi yalnız odur. İnsanın dışındaki varlıkların temsil yetkisi yoktur, kişiliği yoktur. Onların
hukukunu kendileri değil, insanlar yürütür, insan ise kendisine “emanet” verildiği için, kendi iradesiyle hareket
etmek demek olan hukuk da verilmiştir. Zaten insanı diğer varlıklardan ayıran tek özellik budur. İslam’da hukukun
hilafet ve emanete dayanmakta ve insan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olma
bakımından, yani hukuka sahip olma bakımından kadın ile erkek arasında hiçbir fark yoktur. İslam’da kadın da
erkek gibi ilahi hitaba muhatap bir varlıktır. Bilindiği gibi insan, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin, Allah’ın
yeryüzünde halifesidir.
Hukuk terazisinin bir kefesinde haklar, diğer kefesinde ise görevler bulunur. Bunun için İslam hukukunda kadın,
hak ve görevleri olan bir şahsiyettir. Erkeğin hak ve görevleri olduğu gibi, kadının da hak ve görevleri vardır. Aile
hukukunun esaslarını belirleyen ayetlerde, eşlerden her birinin diğerine karşı hakları kadar görevleri olduğu
bildirilmektedir. Buna göre ailede ve toplumda hak ve görev eşitliği vardır. Kadın, ailede hakları kadar göreve, görevleri
kadar da haklara sahiptir. Erkeğin de aile içinde hakları kadar görevi, görevleri kadar da hakları vardır. Bunların hak ve
görevleri arasında da eşitlik vardır.
Fertler birleşerek aileyi meydana getirir. Aileler de birleşerek toplumu meydana getirirler. Fert, aile için ne ise,
aile de toplum için odur. Fert, yani karı ile koca ailenin temel direğidir. Toplumun temeli de ailedir. Bu nedenle İslam,
aileye çok önem verir. Aile temeline dayanan birçok emir ve yasaklar getirmiştir. Nikah, talak, miras ve zina gibi
konulardaki emir ve yasaklar böyledir. Onun için birçok ayetlerde ana-baba, karı-koca ve çocuklar hakkında emir
ve tavsiyeler bulunmaktadır. Buradan ailenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Bazı kimseler, sanayi
toplumunun tesiri altında kalarak, aileyi bir otel veya lokanta gibi gördüklerinden, aileye ait görevleri küçümserler.
Sanayi toplumu, aile-toplum dengesini, aile aleyhine ve toplum lehine bozmuştur. Bu nedenle kamu görevi almak,
kamu için çalışmak daha şerefli kabul edilmiştir. Onun için İslam’ın kadın ile erkeğe iş bölümü anlamında aile ve
toplum için yaptığı görev taksimatı, gerçeği göremeyenler tarafından yadırganmaktadır. Onlar, ailede kadının,
toplumda ise erkeğin görevlendirildiğini kabul etmezler. Aile ve toplum diye bir ayrım olmadığı gibi, kadın ve erkek
diye de bir ayrım yapılmaz, derler. Kadının yapabileceği şeyi erkeğin, erkeğin yapabileceği şeyi de kadının
yapacağını iddia ederler. Tabi ki bu söz ve davranışlarıyla fıtrata, yani yaratılışa ters düşerler. Sonuçta böyle
anlayışlar üzerine kurulan toplumlarda bir takım aile bozulma ve çözülmeleri meydana gelir.
İslam’da kadın ailede, erkek de toplumda görevlidir derken, bu her zaman ve mekanda, her türlü şartlar
altında bu böyledir demek değildir. İstisnalar her zaman bulunduğu gibi, bazı şartlarda geçici olarak kadın, erkeğin
görevini üstlenebilir. Erkek de kadının görevini üstlenebilir. Gerekirse erkek evde çocuk bakarken, kadın da
dışarıda çalışabilir. Fakat toplumdaki iş bölümünü tersine çevirerek erkek çocuk baksın, kadın ise çalışsın gibi bir
prensip getirilirse, bu insanın yaratılışına ters düştüğü için yürümez. Yoksa kadının çalışması yasak değildir.
Kur’an-ı Kerim: “Erkeklere, çalışmalarından bir pay, kadınlara da çalışmalarından bir pay
vardır.” (Nisa, 4/32) Buna göre kadına iş yasağının varlığını düşünmek, İslam’da kadın çalışamaz, demek
yanlıştır. Ancak kadın ile erkek çalışmada eşittir diyerek toplumu böyle bir anlayışla şekillendirmek de yanlıştır.
Çalışan kadınların bugünkü sorunlarından birisi de çocuk bakımıdır. Çocuk, belli bir zamana kadar annesiyle
13
beraber olmak zorundadır. İslam’da kadının kamu görevi alması konusunda herhangi bir yasak söz konusu
değildir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder,
kötülüğü yasaklarlar, namazı kılar, zekatı verir ve Resul’üne itaat ederler. Allah’ın esirgeyeceği
kimseler işte bunlardır. Allah sonsuz izzet ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/71) Ayetteki veliden
maksat, amme velayeti, yani kamu görevidir. Böylece ayet kadına veli olma, yani devlet başkanlığından en alt
seviyedeki bir kamu görevine kadar velayet ifade eden bütün görevleri alabileceğini bildirmektedir. İslam’da
kadının yerini iyice tespit edebilmek için onun dini, ilmi, siyasi, iktisadi ve ailevi yönleriyle ele almak gerekir.
Burada dini yönden amaç iman, ahlak ve ibadet konularıdır.
İslam’ın kadın anlayışına hücum edenler, iman, ibadet ve ahlak konularından daha ziyade şahitlik, miras
ve siyaset gibi noktalardan eleştiri getirmektedirler. Zaten iman ve ibadet konularında; Namaz kılmak, Oruç
tutmak, zengin olduğu zaman Zekat verip Hacc’a gitmek konusunda kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Bu
ibadetleri yapmak, her ikisine de farzdır.
İslam geldiği zaman doğuda ve batıda kadının hangi durumda olduğu, okuyan ve biraz tarih bilgisi olan
kimseler için bellidir. Kız çocukları doğduğunda ana-baba için bir talihsizlikti. Kadınların adeta hukuki şahsiyetleri
hiç yoktu. Daha düne kadar kadının seçilme değil, seçme hakkı bile yoktu. İslam kadına, böyle bir ortamda tam bir
hak ve görev ehliyeti getirdi. Birçok alanda aşağı kabul edilen kadını yükseltip erkeğin seviyesine çıkardı ve onu
“eş” yaptı. Kadın ile erkek, evlenip karı-koca olduklarında, birbirine karşı hak ve görevde eşit olduklarından
“eş”tirler.
İman ve ibadette, amel edip karşılığını almakta kadın ile erkek arasında hiçbir fark olmadığını göstermek ve
böyle uygulamaları kaldırmak için erkeğin yanında kadını zikreden birçok ayetler gelmiştir. İster dünyada ve ister
ahirette olsun, çalışan kadın ve erkeğin ücretini veya ecrini mutlaka alacağını bildiren Ayet’te: “Rableri,
onların dualarını, “Sizden erkek olsun, kadın olsun, hiç bir çalışanın çalışmasını boşa çıkarmam;
siz birbirinizdensiniz...” diyerek kabul etti. (Al-i İmran, 3/195) Başka bir Ayet’te de: “Erkek veya kadın
kim mü’min olarak, yararlı işler yaparsa, işte onlar Cennete girerler ve kendilerine zerre kadar
zulmedilmez.” (Nisa, 4/124)
İslam’da ilim, dini öğrenmekle başlar. O nedenle İslam’ın ilme, eğitim ve öğretime ne kadar önem verdiği
sadece Müslümanlarca değil, başkaları tarafından da çok iyi bilinmektedir. Kadınla erkek arasında eğitim ve
öğretimde bir fark gözetilmez, ama bilenlerle bilmeyenler arasında fark olduğunu Ayet söylemektedir: “De ki:
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/ 9; Osman Eskicioğlu “İslam’da Kadının
Yeri” adlı makalesi) Hz. Peygamber (s.a.v)’in kadınların eğitim ve öğretimlerine erkekler kadar önem verdiği
Hadis kitaplarından anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında kadınlar beş vakit namazda mescide gelip
erkeklerle birlikte namaz kılabildikleri için, Hz. Peygamber (s.a.v)’in tavsiye ve öğütlerinden her zaman
faydalanıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v), kadınların okuma ve yazmayı öğrenmelerini teşvik etmiştir. Hatta kendi
eşi Hz. Hafsa’nın sahabe olan Şifa Hatun’dan yazı yazmasını öğrenmesini sağlamıştır. (Osman Eskicioğlu, agm,
Alıntı: Hasan el-Benna, “Elmeret’ül-Müslimetü”, s. 3; el-İsabe, IV, 333) İslam düşüncesinin öngörüldüğü bir
toplumda kadın ve erkek kim olursa olsun, herhangi bir konuda öğrenim yapmak istediği zaman, onun bu arzusunu engelleyecek
hiçbir güç ve kuvvet olamaz. Sonuç olarak görülüyor ki, İslam’da kadın ilk eğitim ve öğretimden son eğitim ve öğretime
kadar aynı erkek gibi bütün haklara sahip bir mükelleftir. Kadın seçmen olabildiği gibi, kanun yapmak üzere parlamento
üyesi de seçilebilir. Bilindiği gibi İslam’da herhangi bir konuda hüküm ve karar verebilmek için Kitap ve Sünnet’e dayanmak
şarttır. Fertler biliyorlarsa kendileri içtihat ederler, eğer bilmiyorlarsa bilenlere sorarlar. Toplumun işleri ise istişare ile
yürütülür.
İslam düşmanlarının din, kadını erkeğin yarısı kabul ediyor demeleri, bilgisizliklerinden öte onların
cahilliklerini gösterir. Onlar yeni bir insan tipi yaratmadıklarına göre, fıtratın kurallarına boyun eğmek zorunda
kalacaklardır. İnsanlar gibi aile hayatı yaşayan kumrular bile aralarında iş bölümü yaparak, erkek çöp getirirken,
dişi kuş yuva yapar. Birisi içerde görev alırken, diğeri dış işlerini üstlenir.
Kişinin hakim önünde bir dava için bilgisini sunmasına tanıklık, bilgi veren kimseye de tanık denir.
Kur’an’ı Kerim’de; bir ayrıcalık dışında, kadın-erkek ayrımı yapılmadan bütün insanların
tanık olabileceği kuralı geneldir. Ancak Bakara, 2/282. ayetinde yalnız ticaret ile ilgili vadeli
borçlanmalarda, bir erkeğe karşılık, iki kadının tanıklığı geçerli olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de buna gerekçe olarak;
kadının şaşırma, unutma ve yanılması gösterilmiştir. O zamanlarda, kadınların okuma-yazma bilenleri çok az
olduğu gibi, ticaret ile de ilgilenmedikleri bilinmektedir. Bu bakımdan hakkın ve adaletin tam işlemesi için bu
14
ayrıcalıklı kural konulmuştur. (Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, “İslam Nasıl Yozlaştırıldı”, s. 377) Bugün
değişen toplumumuzda kadın; erkek ile birlikte her alanda olduğu gibi ticari işlerde de çalışarak tecrübe
kazanmış, böylece adaletin temini için gerekli tanıklık ehliyetine de sahip olmuştur. Kur’an-ı Kerim: “Mü’min
erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar.
Namazı kılarlar, zekatı verirler. Allah’a ve Resulü’ne itaat ederler. Allah bunlara rahmet
edecektir.” (Tevbe, 9/71) Ayet’i de kadın ile erkeğin Allah katında hakların ayni olduğunu açık bir şekilde ifade
etmektedir. Eski bir dönem için konmuş olan ayrıcalıklı kuralın din şurası, yani danışma kuruluna gidilerek çağdaş
yorumlar ile yeniden düzenlenmesi Kur’an-ı Kerim’in hükümlerindendir: “...(İman edenlerin) Yönetimleri
aralarında bir Şura’dır...” (Şura, 42/38)
Kur’an-ı Kerim’de; kadın-erkek ayırımı yapılmadan bütün insanların tanık olabileceği kuralı, bir ayrıcalık
dışında geneldir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu dünyadan ayrılışı ile kadını küçümseyen eski Arap örf ve
adetleri, Kur’an-ı Kerim’e rağmen İslam dünyasını etkileyerek kadının tanıklığını kısıtlamıştır. Bugün şartlar
değişmiş ve kadın değişmiştir; şahitliğin amacını gerçekleştirmek bakımından kadın ile erkek arasında fark
kalmamış ve kadın da erkek gibi gerektiğinde şahit olur ve şahitliği geçerlidir. Kadının değişmesinin bir gelişme
mahiyetinde olduğu hem ilmi ve hem de İslami değer ölçülerine uygun olarak ortaya çıkarsa, ancak o zaman
Ayet’in belli bir duruma ve şarta bağlı hüküm getirdiğinden, bu durum ve şartın değişmesi nedeniyle hüküm de
değişebileceğinden bahsedilebilir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “İslam’da Kadın ve Aile” adlı
makalesi) Ayrıca kadınların şahitliği, yalnız erkekler bulunmadığı zaman geçerli değildir, iki erkek bulunsa bile
bir erkek ile iki kadın yine şahitlik yapabilirler. Çünkü Ayet’teki olumsuzluk, genelin olumsuzluğudur, yoksa
olumsuzluğun genelleşmesi değildir. (Alusi, III, 58) Öyleyse bir erkek yerine iki kadının şahitliği, zaruretten
dolayı tanınmış bir ruhsat olmayıp, esasta meşrudur. Kadın ile erkeğin şahitlik alanlarının ayrılmış olması da
gösteriyor ki, şahitlik yapmak bir hak değil, bir görevdir.
Sermaye emekle birlikte üretim yapar, kadın da erkekle birlikte çocuk yapar, besler ve büyütürler. Emek
sermaye düşmanlığı fayda getirmediği gibi, kadınla erkeği karşı karşıya getirmek bir yarar sağlamayacaktır. Biz
İslam’ın kadına her dinden, her hukuktan ve her felsefeden daha fazla ve uygun haklar verdiği kanaatindeyiz.
Kadın hakları diyenler, erkek hakları diyemiyorlar ve böylece kadınla erkeği birbirinden ayırıyorlar. Hak diyenler
görevden bahsetmiyorlar. Bütün bunlar aldatmacadan ibarettir. Eşyayı sömürenler çevreyi kirlettiler, çevreyi
kirletenler insanın kafasını ve kalbini kirlettiler, insanı kirletenler, kadını sömürdüler ve hala sömürüyorlar. Artık bu
sapık ve çıkmaz sokak yolculuğu bitmeli, kadın, kendi fıtri yoluna ve alanına dönmelidir. Ailenin ve toplumun
huzur ve mutluluğu buna muhtaçtır.
İslam Hukuku, boşanma konusunu, müfarakat (Müfarakat: Ayrı olma durumu, birinden
uzak düşme, düşünce, görüş veya duygu arasındaki uymazlık, evlilik birliğinin hakim kararı ile
geçici bir süre için kaldırılmasıdır.) başlığı altında ele almaktadır. İki kişinin birbirinden ayrılması anlamına
gelen müfarakat, İslam hukuku dilinde, evlilik bağının çözülmesiyle eşlerin birbirinden ayrılması anlamına gelir.
Evliliğin sona ermesi bazen evlilik akdindeki bir bozukluk veya eksiklikten, bazen de eşlerin evlilik birliğini devam
ettirememelerinden dolayı söz konusu olmaktadır. Birinci durumda evlilik birliği feshedilmiş olurken, ikinci
durumda talakla sona erdirilmiş olur. (Mustafa Kurukız, “Talakın İslam Hukuku ve Medeni Hukuk
Açısından Değerlendirilmesi”, Bitirme Tezi, Alıntı: Halil Cin, “Eski Hukukumuzda Boşanma”, s.
33) Evlilik birliğini, sona erdirdiği için talakla birlikte ele alınan fesih; evlilik akdi yapılırken var olan veya daha
sonra meydana gelen bir eksiklik veya bir engel nedeniyle evlilik birliğinin bozulmasını ifade eden bir terimdir.
Sıhhat şartlarından birinin eksik oluşu akit anındaki bir bozukluğu, tarafların bir arada yaşmamalarının dinen
mümkün olmaması akitten sonraki bir bozukluğu ifade eder. Şahitsiz evlenme akit anındaki bir bozukluktur,
eşlerden birinin dinden çıkmış olması da akitten sonra meydana gelen dinen beraber yaşamayı imkansız kılan
bozukluğa örnektir. Ayrıntılı olarak ele alacağımız talak, fesih gibi evliliği sona erdirse de, ondan farklı hukuki
sonuçlar doğurur. (Mustafa Kurukız, age, Alıntı: Hamdi Döndüren, “Delilleriyle Aile İlmihali”, s.
342; Mehmet Akif Aydın, “İlmihal”, İsam, c. II, s. 224)
İslam’da kocanın boşaması kabul edilmekle birlikte, boşama yetkisi tamamen kocaya ait değildir.
Aksine boşama yetkisi, kadına üçüncü bir şahsa veya mahkemeye verilebilmektedir. Kocanın boşama yetkisini
kullanması tamamen kayıtsız şartsız olmayıp, bazı hallerde erkeğin hanımını boşaması haram kabul edilmektedir.
Boşanma hakkı üç ile sınırlanmış olup, bu hakların bir celsede kullanılması hoş karşılanmamıştır. Gerek koca ve
gerekse kadın, eşindeki hastalık, kusur ve aralarında oluşan geçimsizlik nedeniyle, mahkemeye başvurarak
15
boşanma kararı aldırabilmektedir. Diğer taraftan kadın, aldığı mehri geri vermek şartıyla, somut bir gerekçe
göstermeksizin boşanma talebinde bulunabilmektedir. Ayrıca mahkeme bazı durumlarda hukuki geçersizlik
nedeniyle, evlilik ilişkisine resmen son vermektedir. (Mustafa Kurukız, age, Alıntı: Nihat Dalgın, “İslam
Hukukunda Boşanma Yetkisi”, s. 26-27)
İslam’a göre boşanma; kadın adetinden temizlendikten sonra iki şahit huzurunda eşine boşanmak
istediğini söyler. Bir adet dönemi bekler, kadın temizlendikten sonra boşanmakta ısrarlı ise yine iki şahit
huzurunda hanımına boşanmak istediğini söyler ve yine bir adet dönemi bekler. Kadın bir adet daha görüp
temizlendikten sonra erkek boşanmaya kararlı ise yine boşanmak istediğini söyler. Böylece evlilik bağları
kopmuş, boşanma gerçekleşmiş olur. “Üç talak” diye ifade edilen boşanma budur ve böyle gerçekleşir. Bunun
dışındaki boşanma şekilleri Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulamalarına aykırıdır. (Bakara,
2/229) Erkek, kadına evlendiği sırada vermiş olduğu şeyleri geri alamaz. Ayıca şartlara göre kadına nafaka
bağlanır.
İslam dininin bütün Müslümanları kardeş ilan etme prensibi, herkesi eşit kılmış ve kardeşliğin en başta
gelen sonuçlarından ve en doğru tanıklarındandır. Eşitlik ahlakını benimsemek ve uygulamak, kardeşliğin en açık
göstergesidir. Eşitliğin, Müslümanlar arasında farz olan kardeşliğin sonuçlarından birisidir. Eşitlik aynı zamanda,
İslam’da sosyal düzenin temellerinden birisidir. İslam hukukunun hedeflediği eşitlik, her durumda mutlak geçerli
olmayan, ama eşitliğin söz konusu olduğu durumlarla ilgili eşitliktir. Eşitlik, İslam’ın bir edep görünümü olan
yönüdür ve İslam inancına bağlıdır. İslam camiasına katılmanın bir uzantısı olan kardeşliğin bir alt dalıdır. Bu
eşitlik, dini öğrenmek, ibadet ve Allah’a yakınlaşmada eşitliği gerektirir. İnsanlar bu ölçüde eşittir ve yükümlülüğün
kendileriyle ilgisi bakımından, bir engel çıkanlar dışında, tam eşitlik içindedirler. Farzlar konusunda Allah’a aynı
ibadeti yaparlar. Allah’a eşit derecede yakınlaşırlar ve yalnızca hayırda yarışmaları ölçüsünde farklılaşırlar. Dinin
alınması konusunda Allah, hem mü’minlere ve hem de insanlara hitap etmiş, hiçbir grubu diğerinden
ayırmamıştır. Bu eşitliğin bir benzeri de hayır ve ümmete yarar sağlamaya elverişlilikte eşitliktir. İslam hukuku,
eşitliğin uygulanmasında engellerin ortadan kalkıp kalkmaması durumunu dikkate almıştır. Dinin alınmasında ve
uygulanmasında kadın ve erkek herkes Allah nezdinde eşit olarak sorumludurlar.
Allah, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde, takva sahiplerinden,(Al-i İmran, 3/15) sadıklardan,
(Maide, 5/119) iman, hicret ve cihat edenlerden (Tevbe, 9/21) ve bunun en güzel örneklerini sergileyen
sahabeden (Tevbe, 9/100; Fetih, 48/18) razı olduğunu belirtir. Ayetlerinde ise, razı olduğu kulların birçok
özelliğini bir arada sayar. “...Erkek-kadın bütün mü’minler birbirlerinin velileridir...” (Tevbe, 9/71)
Hayatın her alanında karşılıklı işbirliği, dayanışma ve sorumluluk içindedirler. İyiliği emrederler. Hak, hayır ve
güzel olanı telkin ve tavsiye ederler. “Kötülüğü yasaklarlar.” Batıl, şer ve çirkin olan şeyleri men edip
sakındırırlar. “Namazı dosdoğru kılarlar.” Günde en az beş vakit Allah’a yönelirler. “Zekatı verirler.”
Allah’ın verdiği servetten, yoksulun hakkını verirler. “Allah ve Resulü’ne itaat ederler...” İlahi ve Nebevi
emirlere uyarlar, yasaklardan ise kaçınırlar. Bu özellikler Müslüman’ı, hem bireysel ve hem de toplumsal açıdan
“inançlı, bilinçli ve sorumlu bir şahsiyet” olarak tanımlamaktadır.
Cuma namazının tanımı ve mahiyetine geçmeden önce, Kur’an-ı Kerim’de Cuma namazı ile ilgili ayetleri
gözden geçirmek gerekir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:
“Ey İman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı
anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” “Namaz bitince
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfünden rızık isteyin, Allah’ı çok anın ki, umulur ki, kurtuluşa
erişesiniz.” (Cum’a, 62/9-11)
Cuma günü kılınan öğle namazı toplu bir namazdır ve Müslümanlara farzdır. Cuma esas olarak
toplanmak, bir araya gelmek anlamındadır. O halde, Müslümanlar hangi yerde ve hangi şartlar içinde olurlarsa
olsunlar, Cuma namazı kılma imkanına sahip bulunduklarında, kendilerine bu namaz farz olmuştur. Hitap bütün
mü’minlere olduğuna göre, kadınların da Cuma namazı kılmaları kesinlikle farzdır. Elbette ki, zorlayıcı
nedenlerden dolayı istisnai durumlar olabilir. Ancak kadınların Cuma namazı kılmamalarını prensip haline getirip,
Allah’ın emrini erkeklere özgü haline getirerek, kadınları bu hayatı ve ilahi emrin dışında tutmak, Kur’an-ı Kerim’in
ruhuna aykırıdır. Kesinlikle kadınların Cuma namazına katılmaları, diğer namazları kılmalarından çok daha önemli
nimet ve bereketlerin doğmasına yol açacaktır. Bu gün var olan uygulama, kaynağını Kur’an-ı Kerim’den
almamaktadır. Tamamen bir Emevi geleneğidir ve günümüze kadar varlığını korumaktadır. Kur’an-ı Kerim’de
16
Cuma namazı ile ilgili sadece bir ayet vardır. Yukarıda ifade edilen ayet, herkesin rahatlıkla anlayabileceği
kadar açıktır. Herkese hitap ederek başlayan ayette kadın ve erkek ayırımı yapılmamaktadır. Ne acıdır ki, bu
anlamda bir açıklama yapan her ilahiyatçıya, her nedense toplumumuzda bir tepki ortaya çıkmıştır. Bu satırları
okurken bana çok kızabilirsiniz ve şaşırabilirsiniz, ama amacım ilahi emri bir defa daha
bilgilerinize arz etmek ve bu konuda düşünmenizi sağlamaktır. Bu gün camilerimizde kadınların namaz kılma
ortamları arzulanan doğrultuda olmasa da, onları Cami’nin dışında tutmak, sosyal hayatın dışına itmek ve
cemaatten uzaklaştırmak anlayışı, İslam’dan onay alamaz. İslam’ın bu konudaki emri de bu anlayışı ortaya
koymaz. Kadını Cami’den ve sosyal hayattan uzaklaştırmak, İslam’ın emri değil, Emevi geleneğinin devamı ve
erkek egemen bir din anlayışının sonucudur. Oysa dinin bütün emirlerinin muhatabı, kadın-erkek bütün
Müslümanlardır. Bu konu, uzmanlarınca açıkça konuşulmalı ve tartışılmalıdır. Bir an önce bu konuda toplum
aydınlatılmalı ve yanlıştan dönülmelidir. Çünkü Allah’ın emri, “Ey iman Edenler!” diye başlar. Bu iman
edenler, sadece erkeklerden ibaret olamaz. İlahi emir gayet açıktır.
Cemaatle namaz kılmanın hükmü, Hanbeli mezhebine göre Farz-ı Ayn, Şafii mezhebine göre
Farz-ı Kifaye, Hanefi ve Maliki mezheplerine göre ise Sünnet-i Müekked olarak tespit edilmiştir.
(Mahmut Yeşil, Cami Kadın ve Aile, “Rivayetler Işığında Cami ve Kadın”, adlı makalesi”, s. 74;
Alıntı: Abdullah Kahraman, “Klasik Fıkıh Literatüründe Kadının Cemaatle İbadet
Konusundaki Yaklaşımlarda Fitne Söyleminin Rolü”, adlı makalesi, Marife, Yıl: 4, Sayı: 2, s.
59-80) Cemaatle namaz kılmanın fazileti, kadın ve erkek için aynı derecededir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v),
kadınların camiye gitmelerine engel olunmamasını ısrarla istemiş, onların geceleri bile camiye gitme taleplerinin
olumlu karşılanmasını emretmiştir. (Mahmut Yeşil, “Cami Kadın ve Aile”, agm, s. 75; Alıntı: Prof. Dr.
Mustafa Uzunpostalcı, “Cemaat”, s. 288) Kadınlar bayram, Cuma ve vakit namazlarında saf tutmuş,
(Buhari, Salat, 2; İdeyn, 7; İlim, 32) engellenmemiş, (Buhari, Ezan, 162; Müslim, Salat, 139)
sorularını sorup bilgi sahibi olmuş (Ahmet İbn-i Hambel, “Müsned”, c. VI, s. 148) toplumsal meselelerde
fikirlerini kınanmadan beyan edebilmişlerdir.(Fatma Bayraktar Karahan, “Cami Kadın ve Aile”
“Caminin Fonksiyon Çeşitliliği”, adlı makalesi, s. 68; Alıntı: Muhammed Reşid Rıza, “Vahyu’lMuhammedi”, s. 283) Kadınları camiden ve cemaatten uzaklaştırmak, onları ilim ve irfan meclisinden ve
toplumsal hayattan da uzaklaştırmaktır. Kadınları camiden ve cemaatten uzak tutmak, aileyi cehaletin kucağına,
hurafe ve batıl inanışların kör kuyusuna terk etmektir. Çocukları ve gelecek nesilleri edepten, adaptan, sohbetten,
terbiyeden, sevgiden, bilgiden, birlikten, ibadetten, saftan, huzurdan ve maneviyattan mahrum etmektir. (Prof.
Dr. Mehmet Görmez, “Cami Kadın ve Aile”, Sunuş, s. 9) Camiler, ibadet için kullara temiz kılınmış
yeryüzünün cennet bahçeleridir. “Cennet ise annelerimizin ayaklarının altındadır.” (Nesai, Cihad,
12) Camiler ve kadınlar arasında böyle bir bağ varken, kadınları camisiz ve camileri de kadın olmadan
düşünemeyiz. (Prof. Dr. İrfan Aycan, Cami Kadın ve Aile, “İslam Geleneğinde Cami ve Kadın”
adlı makalesi, s. 13)
Bugün toplumumuzda insanların İslam hakkındaki bilgi düzeyleri zayıftır. Her hafta en azından Cuma
hutbesini dinlemelerine rağmen böyle bir durum söz konusudur. Ancak kadınların din konusunda daha da yetersiz
bir bilgi seviyesinde olduklarını söylemek zor değildir. Çünkü onlar, caminin bu bilgilendirici ve eğitici yanından
erkekler gibi istifade edememektedirler. (Prof. Dr. İbrahim H. Karslı, Cami Kadın ve Aile, “Kadın,
Sosyal Hayat ve Cami”, adlı makalesi, s. 36
Eğitimde cinsiyet eşitliği prensibinin gözetildiği İslam dininde, ilim öğrenmenin herkes için önemli
olduğu ifade edilmiştir. (Ankebut, 29/43; Fatır, 35/28; Kalem, 68/1-3, Alak, 96/1-5; İbn-i Mace, I/81)
Nazil olan ayetler, herhangi bir ayırım gözetilmeksizin hem erkeklere ve hem de kadınlara bildirilmiştir. (Hüseyin
Yılmaz, “Cami Kadın ve Aile” “Kadınların Eğitiminde Camilerin Rolü”, adlı makalesi, s. 49;
Alıntı: Muhammed bin İshak, “es-Siretu’n- Nebeviye”, Tahk. Muhammed Hamidullah, s. 128)
Çünkü İslam inancına göre erkekler için gerekli görülen pek çok bilgi kadınlar için de gereklidir. Hz.
Peygamber(s.a.v) döneminde genç-yaşlı, kadın-erkek bütün Müslümanlar camiye gidiyordu. Mescid-i Nebevi’de
kılınan vakit, Cuma ve bayram namazlarına kadınlar da katılıyor, orada sunulan eğitim faaliyetlerinden toplumun
her kesimi yararlanıyordu.“Kadınlarınızı Mescitten alıkoymayınız!” (Buharı, Nikah, 116) buyuran Hz.
Peygamber (s.a.v), bu konuda yasaklama eğiliminde olanları uyarmıştır. (Hüseyin Yılmaz, “Cami Kadın ve
Aile”, agm, s. 49)
Kadın sorununa, biri tarihi gelişim süreci açısından, diğeri modern hayatta içinde bulunduğu sosyokültürel konum açısından olmak üzere iki temel noktadan yaklaşmak mümkündür: Bu bağlamda erkek
hegemonyasının ağırlık kazandığı tarihi gelişim süreci itibariyle kadının en genel anlamıyla bir tür
17
“kimliksizlik” sorunu ile çağdaş materyalist anlayışın hüküm sürdüğü modern hayat içindeki konumu itibariyle
ise, bir tür “rol karmaşası” ya da “kimlik bunalımı” ile karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz.
Bugün modern dünyada kadına tanınan haklar, öyle birden tanınmış haklar değildir. Bilhassa dünya
savaşlarının getirdiği iş gücü sıkıntısı, geçinmek zorunda kalan erkeksiz aileler, ekonomik ihtiyaçların baskısı
kadını iş dünyasına ve sokağa çıkmaya zorlamış, ama bu çıkışla birlikte kadın belki ekonomik bir özgürlük elde
etmiştir. Ama kendisinin bilhassa fiziki cazibesinden faydalanmak isteyen bir takım sermaye çevreleri için ise
tamamen istismar mevzuu bir alet haline gelmiştir. Piyasaya, pazara, eşyanın mali değerine katkıda bulunduğu ve
erkeklerin nefsani arzularına hizmet ettiği oranda, dolayısıyla hayatının sadece bir anında suni bir sevgi görmüş,
hayatının her karesinde toplumdan, baba, kardeş, eş, evlat, bacı, anne ve nine olarak erkeklerden ve toplumun
tamamından gördüğü ve yerini başka hiçbir şeyin dolduramayacağı sevgi ve saygıyı büyük ölçüde yitirmiştir.
(Hammude Abdul-Ati, agm, Çev. Mehmet Ünal)
İslam’ın verdiği bunca hak ve faziletli mevkiye rağmen çağımızdaki Müslüman kadın etrafında çok önemli
sorunlar oluşturuldu. İnsanlar bazen çağdaşlık, bazen yenilik, bazen laiklik ve bazen de cahillik adına bu sorunları
oluşturdu. Müslüman kadın bunu görüyor, bundan etkileniyor, infiale kapılıyor ve bunlara icabet ediyor ya da
reddediyor. Dinine sarılıyor ya da aldatıcı sözlerin çekiciliğine kanıp dini duyguları zayıflıyor. Bu zayıflama en
başta modernizm denilen medeniyetsizlerin işine yaradı. Her şeyi mubah gören bu kapıdan fırlayan kadın,
vakarını, iffet ve hayasını bir kenara bıraktı. Süslendi ve bütün güzelliklerini ortaya dökerek erkeklere katıldı.
Gözü dönmüş modernizm ve şehvet onu izledi ve bulduğu yerde sahipsiz ve korumasız koyun gibi avladı. Çeşitli
yollarla onu evinden koparanlar sözde medeniyet kazandırdıklarını zannediyorlardı. Ve kazandırdıkları bu
medeniyetin bedeli olarak kadından sorgusuz sualsiz ve yükümlülük almadan yararlanmayı ve onu sömürmeyi
başardılar. Sonuçta kadın belki toplum içinde varmış gibi görülüyor, ama yalnız ve tecrit edilmiş, yerini tespit
edememiş, yuvasını kaybetmiş, güvenlikten ve merhametten yoksun tedirgin bir ruh haliyle baş başa bırakılmıştır.
Yaptığımız bu tarihi gezintide şu gerçeği çok net ve açık olarak görebiliyoruz; kadının şeref, haysiyet ve vakarını
koruyarak ona her türlü hakkı tanıyan ve haklarını koruyan İslam’dan başka bir sistem ve düzen yoktur. Bu kadın
için çok büyük bir şereftir. Allah’ın bize verdiği bu şerefi, lekelemeden, karalamadan ve kırıp dökmeden sahip
çıkmalıyız.
Modernizm, Batı uygarlığının aydınlanma çağı ile gelen zihinsel dönüşümünün ortaya çıkardığı ideoloji
ve yaşam biçimidir. Hümanizm, sekülerizm ve demokrasi saç ayağı üzerine kurulu; insanı, hakikatin tek
ölçüsü kılan ve vahye dünya görüşünde fonksiyonel bir yer vermeyen, aklı Tanrı’dan ve kutsal prensiplerden
bağımsız gören, kurtuluşu dinde değil, bilimde arayan, insan biçimci, insan merkezci dünya görüşüdür ve
modernizm kendini eski karşıtlığıyla devamlı inşa eden bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. (Ayşe Çoban,
“Modernizmin Çağdaş İslam Düşüncesine Etkisi”, adlı makalesi, Alıntı: İsmail Albayrak,”
Klasik Modernizmde Kur’an’a Yaklaşımlar”, s. 16) “Şimdi” anlamına gelen modernite, yeniyi, son
durumu ifade etmektedir, şimdinin içinde kalarak geleceği kurgulamak olarak da tanımlanır. Yeni, ileri ve iyi ile
özdeşleştirilen modernlik ideolojiye dönüştürüldüğünde önce Avrupa’nın temsil ettiği bir şeydi, Avrupa’nın lokalliği
nedeniyle modernizmin evrensel ilkelerini aktarmak zor olduğundan “Batı” tabiri tercih edildi ve modernizm Batı
ile özdeşleştirildi, Batı da bu anlamda yeninin, ilerinin ve iyinin adı olarak zihinlere kazınmak istendi, daha sonra
politik baskılarla, silah zoruyla Batı dışına “medeniyet” aydınlanma dönemi ile laikleşme işlemini
tamamlamıştır. Ali Şeriati, kendi gerçek kültürümüzü süpürüp yerine tamamen farklı özellikler taşıyan ve
tamamen farklı bir tarihi döneme, farklı bir ekonomik yapıya ve düzeye, farklı bir kökene ve farklı politik ve sosyal
ortama uygun düşecek sahte bir kültür getiren sun’i faktörlerin modernizmden kaynaklandığını söylüyor. (Ayşe
Çoban, agm, Alıntı: Ali Şeriati, “Medeniyet ve Modernizm”, s. 21) Bütün bu zihniyetini de
gerçekleştirmek için öncü olarak kadını gördü ve kadını kullandı. Sonuçta modernizm adı altında İslam aile yapısı
hedef alındı. Güçlü olmasına rağmen sarsıntı geçirmesini sağladı.
Din ile modernizm uzlaşamaz bir yapıya sahiptir. Modernizm dinin kerih gördüğü dünya eğilimini
kurumsallaştırmıştır. Bilgiyi kutsal referansından koparıp tek yönlü bilgi kurgulaması yapmıştır. Dolayısıyla
modernizm kaynağı gereği, dini bilgiyi de kabulü dışına itmiştir. Din mahremiyeti teşvik ederken, modernizm aleni
yaşamak, ifşa etmek üzerine bina edilmiştir. Dinin israf dediğini, modernizm ihtiyaç olarak dayatmıştır. Dini
kültürler dünün mükemmelliği üzerine kurulmuşken, modernizm bugünü ve yeniyi kutsamıştır.
18
Çağdaş İslam düşünürleri İslam’ın modernizm ile uyumunu sorgulamak yerine taban tabana zıt olduğu
kabulünden yola çıkarak modern dünyaya itiraz etmelidir. Bizzat dini karşısına alan bir sisteme dinin uygun olup
olmadığını sorgulamak o ideolojiyi yüceltmekten ve dinden taviz vermekten başka bir sonuç doğurmaz.
Modernizmin savaş açtığı geleneğe, topyekun savaş açıp yenilik taraftarlığı yapmak yerine, geleneğin sağlam
yapısına yaslanıp geleceğe dair ihya faaliyetlerinde bulunmakta sakınca yoktur; din tabii bir değişim arz eden
zamanın yapısına her zaman uyumludur, ama o değişim tabii sürecinden koparılıp insanın zoraki kıldığı bir şeye
dönüşmüşse ona uyum sağlama zorunluluğu yoktur. İslam’ın özgün yapısını muhafaza edip onu çağımızda
yaşanılır kılmak, İslam’ı asra değil, asrı İslam’a uydurmak bizim elimizdedir. Hayatı İslami kılmak, Müslümanların
kaynaklarını ideolojilerden uzak bir şekilde ele alıp samimi bir şekilde hayata geçirmelerinden geçmektedir.
(Ayşe Çoban, agm) Bütün bunları gerçekleştirmek için ailede ve toplumda kadın önemlidir ve tek öğretmendir.
İslam’da kadının örtünmesi, onun aşağılanması anlamına gelmez. İslam’da hem kadının ve hem de
erkeğin örtünmesi kuralı vardır. Kadının örtünmesinin temel felsefesi; kadın, toplumsal yaşama katıldığı zaman
tüm cinsel nitelik öğelerinden kendini arındırır. Dolayısıyla toplumda dişiliği ile değil, kişiliği ile kendini ortaya
koymalıdır. Kadının örtünme konusunda erkeklerden bir derece farklı bir statüde olması, bedensel çekicilik ve
farklılıktan kaynaklanmaktadır. Bu gün kadının en fazla cinselliği ile sömürüldüğü açık bir gerçektir. İslam’a göre
kadın ve erkeğin tüm cinselliği eşlerinedir. Günümüzde alabildiğine azgınlaşmış olan cinsel anarşi, toplumsal
barışı tehdit eder boyuttadır. Bu açıdan ele alındığında kadın ve erkeğin örtünmesi hem her iki cinsin ahlaki
sorumlulukla yükümlü olduklarının bilincine varmasının ve hem de toplumsal barış ve huzurun gereğidir. Kadının
örtünmesi konusunda başka bir arayışa gitmek, yüzünü, gözünü örtmek serbestisini önleyecek gereksiz kayıtlar
getirmek, İslam’dan değil, yanlış geleneklerden kaynaklanmaktadır. Ayrıca burada kadının sesinin yasak
olmadığını da belirtelim. Kesinlikle belirmek gerekir ki, kadının örtünmesi kuralı, “kadın fesatlığı” gibi saçma
gerekçelere dayanmamaktadır.
Kur’an-ı Kerim; dürüst, namuslu ve ahlaklı bir toplumu öngörmektedir. Bunun için toplumun çekirdeğini
teşkil eden ailenin kadın ve erkek bireylerini uyarıyor: “Bakışlarınızı kontrol edin ve ırzlarınızı korumak
için örtünün.” Kadına, hem kendi iffetini ve hem de erkeğin korunmasına yardımcı olması için daha kapsamlı
örtünmeyi öngörüyor. Kadının erkekten biraz daha fazla kapanması, dişi olarak yaratılışının gerektirdiği
yükümlülükten kaynaklanmaktadır. Oysa Allah katında kadın ile erkek eşittir ve bu gerçek Kur’an-ı Kerim’in birçok
ayetleri ile açık bir şekilde vurgulanmıştır. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerine veli (Dost,
arkadaş, yardımcı, koruyup gözetleyici) leridir.” (Tevbe, 9/71) Allah; özenerek en güzel biçimde var ettiği
kadın ve erkek kullarının, yaratılışa yakışır şekilde güzel ve süslü giysiler içinde olmasını istemektedir. İlkel,
bayağı bir giyimle kendilerini çirkinleştirmemelidir. Temiz ve güzel giyinmek inananlara helaldir ve Allah’ın emridir.
“İnanan erkeklere söyle:Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırz ve namuslarını
korusunlar… İnanan kadınlara da söyle: Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırz ve namuslarını
korusunlar…” (Nur, 24/30-31) Ayet’te belirtildiği gibi; gözlerdeki cinsel istek ile dolu bakışları kontrol etmek
ve iffetin korunması icabı olan örtünme emri kadınlardan önce erkeklere verilmiştir. Dinen, vücudun örtünmesi
gerekli mahrem yerlerine avret denir. İslam bilginleri bu yerin, erkeklerde diz kapağı ile göbek arasındaki kısım
olduğunda birleşmişlerdir. Bugün bunu da tartışmak gerekir kanaatindeyim. Kadında ise örtünme, zinet, yani süs
yerlerinin ilavesi ile biraz daha fazladır.
İffetin, yani namusun korunması; yalnız kadınlar için değil, önce erkekler için farzdır.
İffetli olma emrinin öncelikle erkeklere verilmesi, bu konuda onların kadınlardan daha çabuk tahrik olmasından
kaynaklanmaktadır. Kadınlar da erkeklere cinsel istek ile bakmamalı, onları yoldan
çıkarmamalıdır. Gözlerin şehevi bakışları gibi dar veya şeffaf elbise giyerek vücut teşhirciliği ve duyguları
okşayan sözler de erkeği tahrik etmektedir. Kur’an-ı Kerim, kadınları şöyle uyarmaktadır :“…Sözü duyguları
okşayan bir biçimde söylemeyin ki kalbinde kötülük bulunan biri ümide kapılmasın…” “İlk
cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek (kırıta kırıta) yürümeyin…” (Ahzab, 33/32-33)
Konuşmalarda ve yürüyüşlerde dişilik değil, ciddiyet ve kişilik sergilenmelidir. Kadın hiçbir zaman bir şehvet aracı
olmamalı; iyi bir eş, mükemmel bir anne ve topluma birçok alanlarda hizmet veren bir varlık olduğunu
unutmamalıdır.
Evlilik dışı cinsel ilişkiler, yani zina, kadın ve erkek için ayni derecede toplumu sarsacak kötü işlerdir.
Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:“Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir
19
yoldur!” (İsra, 17/32) Zina, kadın için olduğu kadar, erkek için de çirkindir. Aralarında değer farkı olmadığı
gibi, her ikisi de birbirine eşittir.
“İnanan kadınlara da söyle: Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırzlarını korusunlar.
Süslerini (zinetlerini) açıkta kalanlar dışında göstermesinler. Örtülerini (hımar) göğüs
yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar…” (Nur, 24/31) Kadınlarda örtünme; ırzların korunması ile ilgili üreme
organlarının kapatılması mecburiyetinden başka, zinet, (Zinet kelimesinin anlamı burada önem
kazanmaktadır. Zinet mana olarak süs demektir. Kadında süs ise, hem zinet takılarını ve hem
de vücudunun çekici yerlerinin gösterilmesi yasaklanmıştır. Örtünmede kadına; “Süslerini
açıkta kalanlar dışında göstermesinler.” ifadesi ile iklim şartları, örf ve adetlere göre bir esneklik
tanındığı da anlaşılmaktadır.) süs yerlerinin de ilavesi ile erkeklerden biraz daha fazladır. Zinetlerini açıkta
kalanlar dışında göstermesinler. Örtülerini (hımar) (Ayetin anlaşılabilmesi için “Hımar” kelimesinin
manası çok iyi bilinmelidir. Arapça büyük lügatlara göre Hımar: Örtü örtmek, her şeyin üstünü
örten şey, kadın ve erkeklerin başlarını örten şey demektir. Böylece de “hımar” kelimesi;
yalnızca hanımların başörtülerinin özel ismi olmadığı, genel olarak örtü anlamında kullandığı
anlaşılmaktadır.) göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar.
“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini
(cilbab) üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu çok daha uygun bir yoldur…”
(Ahzab, 33/59) Ayet; Peygamber ailesine mensup hanımlarla, mü’minlerin kadınları, evlerinin dışına çıktıkları
zaman, tanınmamaları ve dolayısıyla sarkıntılıktan korunmaları için dış giysilerini (cilbab) üzerlerine örtmeleri için
uyarmaktadır. Kur’an-ı Kerim çocuk yapma ümidi kalmayan yaşlı hanımları, örtünmenin dışında tutmaktadır.
Ancak iffetlerini korumaları, dikkat çekici, tahrik edici giyinmemeleri vücut teşhirciliği yapmamakta titiz
davranmaları, kendileri için daha hayırlı olacağı vurgulanmıştır.
Kur’an-ı Kerim, örtünmede belli bir giysi şekli önermemiştir. Kadın veya erkeğin giysisi; (Nur, 24/30-31)
ayetinin örtünme için çizdiği sınırlar içinde iklime, tarihe, örfe, yani halkın kabul ettiği adete uygun olarak
kendisine en çok yakışanı seçmelidir. Vücudun çekici yerlerini dışarı fırlatarak dar, allı morlu giysiler ile kendini
teşhir edenler, giyene yakışmadığı gibi ona sadece seks aracı olarak bakılmasına sebep olur ve insanların da
beğenisini kazanamaz. Oysa kadın; mükemmel bir anne, iyi bir eş ve topluma birçok alanlarda hizmet veren bir
varlık olduğunu unutmamalıdır. Halkın memnun olduğu bir giyinme şeklinden, Allah da memnun olur. Her İslam
ülkesinin elbisesi ayrı ayrıdır ve kendi özelliklerini taşır. İran’da İran giysisi, Yemen’de Yemen giysisi kullanılır.
Temiz ve güzel giyinmek, süslenmek inananlara helaldir ve Allah’ın emridir.
Kur’an-ı Kerim’de evlilik ve önemi de vurgulanmıştır. İslam dinine göre aile kutsal bir müessesedir.
Kutsiyetinin en belirgin çizgisi de nikahtır. Belli prensipler çerçevesinde, meşru bir akitle eşlerin bir araya
gelmesine nikah denir ki; bu hedefi ve amacı belli bir anlaşmadır. Allah, nikah prensipleri içinde olmayan bir araya
gelmelere “Sifah” ve “Zina” nazarıyla bakar. Kur’an-ı Kerim, nikah adı altında böyle bir birleşmeyi iyi bir
milletin temeli ve esası kabul eder. Ancak meşru birleşmeler bile bir amaca bağlıdırlar. Amacı olmadan gelişigüzel
evlilikler, meşru sınırları zorlayacağından bir Müslüman bu konuda oldukça hassas olmalıdır. İzdivaçtaki hedef,
Allah’ı hoşnut ve Hz. Peygamber(s.a.v)’i memnun edecek bir neslin yetiştirilmesi olmalıdır. Bir başka ifade ile
evlenmek, eş sahibi olmak, uyuşmak ve anlaşmak demektir. Çünkü her yönden farklı iki insan bir araya gelip aile
oluşturmaktadırlar.
Yeri gelmişken, fazlaca istismar edildiğinden, biraz olsun açıklamak gerekir. Sınırsız kadınla
evlenmenin mümkün olduğu İslam öncesi Cahiliye geleneği göz önüne alındığında, Kur’an-ı Kerim’de yer alan
ve Hz. Peygamber(s.a.v)’in şahsi hayatında görülen birden fazla kadınla evlilik, bir bakıma bu uygulamaya yönelik
bir sınırlama anlamına gelse de, bizzat Kur’an-ı Kerim’in tavsiyesinin bir kadın ile evlilik olduğu, ilgili ayetlerden
zorlanmadan çıkarılabilecek bir sonuç olarak görünmektedir. Ancak savaşlar vb. nedenlerden dolayı
toplumlardaki kadın-erkek nüfus dengesi aşırı bir biçimde bozulduğunda, bir ruhsat olarak dörde kadar
kadın ile evliliğe İslam’ın karşı çıkmadığı genel olarak kabul edilen bir görüştür. Bunun dışında ortada hiçbir
neden yokken, olağanüstü hallere karşılık ortaya konulan bir ruhsatı keyfi olarak kullanmak, Kur’an-ı Kerim
ölçülerine uymamaktadır. Hele hele gizli bir şekilde sözde dini bir nikah ile başka kadınlarla
birliktelik devam ettirmek, kesinlikle Kur’an-ı Kerim’den onay almaz. Aleniyetten uzak, bir
birliktelik kesinlikle zinadır. İslam dini Müslümanların evlenip yuva kurmalarına büyük önem verir. Konu ile
20
ilgili olara Kur’an-ı Kerim: “Sizden bekar olan kimseleri, köle ve cariyelerinizden uygun olanları
evlendiriniz. Eğer onlar fakir iseler Allah fazlından onları zenginleştirecektir. Allah (imkanları ve
rahmeti) geniş ve (her şeyi) bilendir’’ (Nur, 24/32)
İslam’ın genel yaklaşımının kadınla erkeğin birbirinden uzak durması değil, Allah tarafından konulan
sınırlar içinde bir arada yaşanması olduğunu göstermektedir. Allah tarafından konulan sınırlar derken, meşru bir
nikah ilişkisi kastedilmektedir. Eşler arasındaki sevgi ve merhamet bağlarının oluşmasının ön şartı nikahtır. Hz.
Peygamber (s.a.v) nikah hakkında: “Nikah benim sünnetimdir. Sünnetimden yüz çeviren benden
değildir.” (Müslim, Nikah, 1) Bu mesaj, bir taraftan aile yuvasının ancak nikah ile kurulabileceğini ve diğer
taraftan da nikahsız beraberliklerin dinen kesinlikle doğru karşılanmadığını çok özlü bir şekilde dile getirmiştir. İşte
ailede anne ve baba arasında oluşan bu sevgi ve saygı ortamında büyüyen çocuk, hem bedensel ve hem de
ruhsal gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlama imkanı bulur. Önemine binaen tekrar ifade etmek isterim ki;
nikahtan kastedilen aleniyettir, yani en az iki kişi huzurunda açıkça evlilik ilanıdır. Gizliliği esas
alan birliktelikler kesinlikle İslam’dan onay almaz, velev ki, bir hoca nikahına bağlanmış
olabilsin. Bunu nikah olarak kabul etmek mümkün değildir.
İslam bazı nedenlerden dolayı bir erkeğin birden fazla kadın ile evlenebilmesini emretmemiş, sadece izin
vermiştir. Bu verilen iznin, kesinlikle kadının küçük görülmesi gibi nedenleri yoktur. Konulan bu kuralda, toplumsal
bazı yararlar gözetilmiştir. Çok evlilik izni Kur’an-ı Kerim’in verdiği boyutta ve şekilde ele alındığında, bir mucize
yaklaşımdır. Kur’an-ı Kerim birden fazla kadınla evliliği bir emir veya sosyal düzen olarak değil, bir imkan olarak
getiriyor. Bu konuya itiraz edenlerin farkında olmadıkları veya olmak istemedikleri esas nokta budur. Kur’an-ı
Kerim’in getirdiği sosyal düzende, birden fazla evlilik esas değildir. Nisa suresinin birden fazla evliliğe izin veren
3. Ayetin’de bu izin, eşler arası adalete bağlanmıştır. Ancak Kur’an-ı Kerim aynı surenin 129. Ayet’i ile bu
adaletin, insanın bütün hırs ve gayretine rağmen duygu alanında yerine getirilemeyeceğini bildirmektedir. Bu
demektir ki, Kur’an-ı Kerim tek evliliği esas almaktadır. Ama unutulmaması gereken başka hayati noktalar vardır.
Kur’an-ı Kerim, gelişinden itibaren bütün zamanlara ve mekanlara hitabeden ve zaman-mekan üstü
gerçekler getiren bir emirler toplamıdır. O halde Kur’an-ı Kerim, insanlığın yalnız dününü, yalnız bu gününü ve
yalnız şu veya bu bölgeyi değil, tüm zamanlara ve mekanlara hitap eder ve dikkate alır. İnsanlık hayatında öyle
dönemler vardır ki, nüfus dengesi bozulmuştur. Çünkü yaratıcı kudret erkeği mücadeleci yaratmıştır. Ayrıca savaş
da insanın kaderidir. Erkek nüfusun büyük ölçüde helak olmasının ortaya çıkaracağı sosyal ve ahlaksal felaketleri
önlemenin en ideal yolu, birden fazla kadın ile evlilik imkanının kullanılmasıdır. Kur’an-ı Kerim bu imkanı böylesi
istisnai durumlar için getirmiştir. İnsanlık, ikinci dünya savaşından sonra böyle bir istisnai durumu yaşadı, ama
Kur’an-ı Kerim’in getirdiği imkanı kullanmadı. Sonuç ortadadır. AİDS başta olmak üzere, fuhuştan kadın
ticaretine kadar birçok bela insanlığın yakasına yapışmıştır. Aile, güzelliğini ve özelliğini kaybederek dejenere
oldu. Kur’an-ı Kerim’in bu noktadaki temel tavrının kısa ve net ifadesi şudur: “Ya tek kadın ile yetinirsin
veya birden fazla kadın ile beraber yaşamanın tüm gereklerini yerine getirirsin.” Bunu yaparken
de kadının rızasını alma zorunluluğu gereklidir. İnsanlık, Kur’an-ı Kerim’in getirdiği perspektifi, sadece Kur’an-ı
Kerim’in, bilimin ve tecrübenin ışığında yeniden değerlendirmek zorundadır. Ayrıca bu iznin nedeni, erkeğin
harem kurması değil, kadın sayısı çok olan veya dul kadın sayısı çeşitli nedenlerle artan toplumlarda kadının
yuva kurması ve toplumsal güvencesini sağlamaktır. Ancak adaleti yerine getirememe korkusu varsa, tek
eş ile evlilik en doğrusudur. (Nisa, 4/4) Çok eşli evlilik ancak belirli şartlarda ve yine kadını korumak için
verilmiştir. Erkeğin ödüllendirilmesi gibi bir mantığa dayanmamaktadır. Zaten kadın eğer istemezse, erkek başka
bir eş ile daha evlenemez. Erkek bu konuda ısrar ederse kadının boşanma hakkı doğar. Görülmektedir ki, burada
kadına yapılmış bir haksızlık söz konusu değildir.
Mut’a nikahı, belirli bir süreyle sınırlandırılan nikahla evlilik, sünni inanç mensuplarının kabul
etmediği bir uygulamadır. Ancak Şii inanç mensuplarının kabul ettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde
uygulandığına inanılır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in de onayladığına inanırlar. Daimi ve geçici olmak üzere iki çeşit
evlilik olduğuna inanan İmamiyye Şia’sından olan Caferiler, süresi belli olan ve bir kaç dakikalığına bile
nikahlanmak suretiyle yapılan Mut’a nikahı ile evlilikte, kararlaştırılan sürenin bitiminde evlilik de sona ermiş olur.
Konu ile ilgili olarak: İmam Cafer es-Sadık: “Üç şeyde, kimseden çekinmem: Nisa tavafı, kadınla Mut’a
21
(yani Mut’a nikahı ile evlenmenin helal oluşunu bildirmek) ve ayağa giyilen ayakkabıya mesh etmemek.”
şeklinde buyurmuştur. Buna göre Mut’a’nın helal olduğuna ittifak etmişlerdir.
Mut’a nikahı ile evlenen kadın ve erkek birbirinden miras alamazlar. Ancak Mut’a nikahı ile evlilikten olan
çocuklar babaya ait olup, miras hakkına sahiptirler. Mut’a nikahı ile yapılan evlilikte kadın belli olacak, Mut’a
nikahı müddeti belli olacak, bundan dolayı kadına verilecek ücret, mutlaka belirlenecek ve müddetin sona
ermesiyle mut’a nikahı da sona ermiş olacaktır. (Mehmet Bozkurt, “Sünnilik Şiilik Alevilik Vehhabilik
Nedir?” s. 171-172, Alıntı: Abdulbaki Gölpınarlı, age, s. 617-618) Caferiler, Mut’a nikahı ile ilgili
görüşlerini Nisa suresinin 24. Ayet’ine dayandırmaktadırlar.
“(Savaş esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram
kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere
mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helal kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık
kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (biraz indirim için) karşılıklı
anlaşmanızda, size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/24)
Konu ile ilgili olarak kanaatim odur ki, inanmamak ve kabul etmemek ile birlikte, inançları kutsal kabul
etmek ve saygı duymak gerekir. Aslında tanıtmaya ve anlatmaya çalıştığımız Şiilik inanç sistemi ile ilgili olarak,
yorum yapmamaya dikkat etmekteyiz. Fakat ayette de görüleceği gibi, evliliğin devamı yönünde, Mut’a nikahı ile
ilgili herhangi bir emir yoktur. Kaldı ki, Mut’a nikahı uygulaması ile oluşan evlilikte, kadın hafife alınmakta ve bir
menfaat karşılığında yararlanılan bir varlık durumuna düşmektedir. Kadını böyle kabul etmek kesinlikle mümkün
olmadığı gibi, doğru da olamaz. İslam inancında kadın, bizzatihi değerlidir. Bir ücret karşılığında anlaşılsa bile,
geçici bir zaman için evlenmek doğru değildir, kanaatindeyiz. Ayrıca İslam dininin de çok önemsediği aile kurumu,
bu tür geçici nikahla yapılan evliliklerde ciddi anlamda kan kaybeder. Aileyi oluşturan iki kişi yerine, hakim olan
karar sahibi erkeği öne çıkaran bir uygulama ortaya çıkmış olur. Bu uygulama İslam dininin emrettiği ve
oluşmasını istediği aile yapısına uymamaktadır.
Nikah, oluşacak aile için bir ciddiyeti ortaya koyma adına yapılır. Ayrıca aile kurumunun tarifinin temel
taşıdır. Şartların oluşmasının dışında, nikah bağına geçici ve akla uygun olmayan anlamlar yüklemek, öncelikle
kadını incitir ve büyük zarar verir. Ayrıca aile kurumunun büyüklüğünü küçültür ve doğacak çocuğu anneden
öksüz bırakır.
İnsanlarla olan ilişkilerinde anlayışlı ve müsamahakar davranan Hz. Peygamber (s.a.v), eşlerine karşı da
aynı yumuşaklıkla muamele etmiş, onları incitecek kaba söz ve davranışlardan uzak durmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.v)’in evliliklerinin çeşitli nedenleri vardır. Temelde karşılıklı sevgi olmak üzere, eğitim ve tebliğ amaçlıdır.
Sosyal yararlar içermektedir. Siyasi nedenleri vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in 55 yaşından sonra dul, yaşlı ve
korumaya muhtaç kadınlarla evlenmesi, onun için bir eksiklik değil, aksine onun merhamet ve şefkatine işarettir.
Nedenlerini genel olarak şu şekilde sıralamak mümkündür.
1- İslam uğruna çekilen sıkıntılara karşılık, onları ödüllendirmedir.
2- Kocası savaşta şehit olan kimsesiz dul hanımları koruma altına almadır.
3- En yakın dostlarının kızları ile evlenerek aileyi onurlandırmadır.
4- Düşman kabilelerinden kadın alarak onları İslam’a kazandırmadır.
1- Hz. Hatice (r.anha), miladi 556 yılında Mekke’de doğmuş, 620 yılında da vefat etmiştir. İslam’dan
önce dürüstlüğü ve iffetine düşkünlüğünden dolayı “Tahire” lakabıyla, Hz. Muhammed (s.a.v)’in en büyük
hanımı olması dolayısıyla da “Hatice’ül-Kübra” lakabıyla anılmıştır. Kendini işine ve çocuklarına adamış,
güvenilir bulduğu kişilerle iş ortaklığı yapmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v) ile de bu ortaklık nedeniyle tanışarak
evlenmişlerdir. Hz. Hatice ile yaptığı evlilik yaklaşık 25 yıl sürmüştür. Hz. Muhammed (s.a.v) ticaretle uğraştığı
dönemde zengin bir kadın olan Hz. Hatice ile tanışır ve üzerinde iyi bir izlenim bıraktığı Hz. Hatice ile
evlendiklerinde Hz. Muhammed (s.a.v)’in 25, Hz. Hatice’nin ise 40 yaşlarında olduğu ifade edilir. (İbn-i Hişam,
22
“es-Siretü’n-Nebeviyye”, I/190) Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hz. Hatice’den, 2 erkek ve 4 kız olmak üzere,
Kasım, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah adlarında 6 çocuk dünyaya gelmiştir.
(İbn-i Hişam, age, I/190; İbn-i Sa’d, “Tabakat”, I/133) Maruyye (Mariyye) isimli eşinden de
İbrahim isimli oğlu olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v), Hz. Hatice öldüğünde yaklaşık 50 yaşındaydı. Hz. Hatice,
Hz. Peygamber (s.a.v)’in kalbinde çok özel bir yer edinmiştir. O’nun en sıkıntılı günlerinde yanında olan ve ona ilk
inanan kişidir. Kendine ait mal varlığını, eşinin hem davası için ve hem de fakir akrabaları için severek
harcamıştır. Bütün bu güzel davranışlarından dolayı cennetle müjdelenmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Hatice
vefat edene kadar başka bir kadınla evlenmemiştir. Hz. Hatice, Arap olan ve olmayan, bütün Müslümanlar
tarafından çok sevilmiştir. Öyle ki, kız çocuklarına Hatice adını koymaktan şeref duymuşlardır.
Hz. Peygamber (s.a.v) 25 yaşındayken, kendisinden 15 yaş büyük olan Hz. Hatice ile evliliğinde, teklif Hz.
Hatice’den gelmiştir. Bu evlilik Hz. Hatice’nin ölümüne kadar yaklaşık 25 yıl devam etmiştir. Bu süre içinde Hz.
Peygamber (s.a.v) tek kadınla evli kalmıştır. 25 yaşına kadar iffetli ve namuslu bir şekilde yaşayan, 25
yaşındayken kendisinden 15 yaş büyük olan dul bir kadınla evlenerek onunla 25 yıl yaşayan bir insanı hangi akıl
ve vicdan sahibi şehvet düşkünlüğü ile itham edebilir? (İsmail Acarkan, age, s. 91) Kaldı ki, bütün Arap
dünyası ısrarla davasından vazgeçmesi haline büyük ödüllerin yanında en güzel kızları ile nikahlanmasını da
vadediyorladı. Ama o, asla bunu kabul etmemiştir. Sonuç olarak Allah, İslam’a ilk inanma şerefini bütün kadınların
şahsında Hz. Hatice’ye vermiştir. İslam mücadelesinde ilk şehit olan da yine bir kadın olan Hz. Sümeyye’dir.
2- Hz. Sevde (r.anha), ilk evliliğini amcasının oğlu Sekran bin Amr ile yapmıştı. Müşriklerin baskıları
sonunda birlikte Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Daha sonra müşriklerin bazı ileri gelenlerinin Müslüman olduğu
haberi üzerine tekrar Mekke’ye dönmüşlerdi. Kısa bir süre sonra kocası öldüğü için 5 çocuğu ile dul kaldı.
Korumaya muhtaçtı ve akrabaları Müslüman olmadıkları için onların yanına dönemiyordu. Çünkü onu zorla
İslam’dan vazgeçirmeye çalışacaklardı. Sığınacak bir yer arıyordu. İşte bu zor durumda Hz. Sevde’nın yardımına
Hz. Peygamber (s.a.v) yetişti. Hz. Sevde, çocuklarının kendisine rahatsızlık vereceğinden endişe ettiğini
söylediyse de Hz. Peygamber (s.a.v) bunda bir sakınca görmedi ve onunla evlenerek onu himayesine aldı. Hz.
Sevde ile 3 yıl beraber yaşadı. Hz. Aişe ile evleninceye kadar 3 yıl boyunca Hz. Peygamber (s.a.v)’in tek eşi olan
Hz. Sevde, anneleri Hz. Hatice vefat ettiğinde küçük yaşta olan Ümmü Gülsüm ve Fatıma’ya annelerinin
yokluğunu hissettirmedi. Bu evliliğin 3. yılından sonra, yani 55 yaşından sonra Hz. Peygamber (s.a.v), diğer
evliliklerini yapmıştır. (İsmail Acarkan, age, s. 76-77)
3- Hz. Aişe (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.v)’in dul olmayan tek eşidir. Hz. Ebu Bekir (r.a)’in kızıdır. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in kıymetli eşi Hz. Aişe, Hane-i Saadet’in en sevgili hanımefendisi olmuştur. Hz Aişe ile
evlenmesinin birçok yararları olmuştur. Bu evlilik, Hz. Ebu Bekir (r.a) ile akrabalık bağı kurarak O’nu ödüllendirmiş
ve O’nun akrabalarıyla yakınlık sağlanmıştır. Nitekim bu evlilik, Hz. Ebu Bekir (r.a) için hayatının en sevindirici
olayı olmuştur. Hz. Ebu Bekir (r.a)’in kabilesiyle olan düşmanlık, dostluğa dönüşmüştür. Hz. Aişe, Hz. Peygamber
(s.a.v) hayatta iken, hep yanında ve yakınında bulunmuş, sadakat sahibi ve sevgi dolu bir eş, vahyi ve Hz.
Peygamber (s.a.v)’in sünnetini tedris eden bir talebe olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) eşini çok sevmiş ve ona
saygı duymuş, onun huzur ve mutluluğu için fedakarlıkta bulunmuş, sıkıntılı günlerinde Hz. Aişe annemiz ile
teselli ve huzur bulmuştur.
İslam’ın kadınlarla ve aile hayatıyla ilgili öyle prensipleri vardır ki, Hz. Peygamber (s.a.v) bunları açık açık
anlatamıyordu. Bazı kadınlar da utandıklarından dolayı sorup öğrenemiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v), bu konuları
kadınlara açıklaması için ona genç ve zeki bir eş ve yardımcı gerekiyordu. Nitekim tarih göstermektedir ki, Hz
Aişe bu görevi çok başarılı bir şekilde yapmıştır. Hz. Aişe, Hz. Peygamber (s.a.v)’in diğer eşleri, yani mü’minlerin
anneleri arasında en zeki ve en bilgili olanıdır. Hz. Aişe’nın babası Hz. Ebu Bekir (r.a)’in evinde iyi bir eğitim
almasının ardından dokuz yıl boyunca Hane-i Saadet’te, Hz. Peygamber (s.a.v)’in terbiyesinde yetişmesi onu
müstesna kılan en önemli özelliği oldu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) vefat ettiği zaman Hz. Aişe, genç yaşına
rağmen Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet’i en iyi bilen sahabeler arasında yer alıyordu. Kendisinden rivayet edilen 2210
Hadis ile O, en çok Hadis rivayet eden sahabelerin dördüncüsüydü. Yalnız Hadis alanında değil Tefsir, Fıkıh,
Hadis, Tarih, Nesep, Edebiyat, Şiir ve Tıp alalarında da oldukça bilgiliydi. Hz. Aişe, Hz. Peygamber (s.a.v) hayatta
iken, kadınlara ve genel olarak bütün Müslümanlara öğretmenlik yaptığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v) vefatından
sonra 47 yıl gibi uzun bir süre daha bu görevi başarıyla yapmıştır. (İsmail Acarkan, age, s. 92)
23
İslam düşmanları, Hz. Aişe’nın, Hz. Peygamber (s.a.v) ile evlenirken yaşı konusunda İslam’a ve Hz.
Peygamber (s.a.v)’a saldırıyorlar. Bu konuda Prof. Dr. Süleyman Ateş, Hz. Aişe’nin yaşı ile ilgili rivayetlerin
Hz. Aişe’nin özgeçmişini yazan tarihçilerin verdiği bilgilerle uyuşmadığını ifade etmektedir. Süleyman Ateş konu
ile ilgili açıklamasında: “Tarihçilerin ve bibliyografların tespitine göre Hz. Aişe, Hz. Peygamber
(s.a.v)’in kızı Hz. Fatıma’dan beş yaş küçüktür. Hz. Fatıma Peygamberlikten 5 yıl önce
doğmuştur.” Demek ki Hz. Aişe, Peygamberliğin başlangıç yılında doğmuştur. Hz. Muhammed (s.a.v)
Peygamber olduktan itibaren 13 yıl Mekke’de kaldı. Hz. Peygamber (s.a.v) hicret ettiği zaman Hz. Aişe 13
yaşında olmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye göçtükten iki yıl sonra Hz. Aişe ile evlendiğine göre, (elİsabe, 4/359) demek ki evlendiği zaman Hz. Aişe en az 15 yaşında idi. Bu yaş da Arabistan gibi sıcak ülkelerde
tam evlenme çağıdır. Zaten evlenecek çağda olmayan birisini Hz. Peygamber (s.a.v)’e önermezlerdi. Çünkü Hz.
Aişe’yi direkt olarak Hz. Peygamber (s.a.v) istememiş, halası onu Hz. Peygamber (s.a.v)’e önermiş, o da uygun
görmüştü. Bir başka rivayete göre Hz. Aişe, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kızı Hz. Fatıma ile yaşıttır. Hz. Fatma’nın
doğumunda babası 35 yaşında idi. Bu durumda Hz. Aişe evlendiğinde 20 yaşlarındadır. (Reşit Haylamaz.
“Aişe”, s. 54)
Mehmet Soysaldı, Hz. Muhammed (s.a.v)’in evlilikleri ile ilgili değerlendirmesinde; “Tarih boyunca
İslam düşmanları, İslam dinini insanlara kötü göstermek ve Müslümanları dinlerinden soğutmak
amacıyla planlı bir takım girişimlerde bulunmuşlardır. İşte onlardan biri de İslam Peygamberi Hz.
Muhammed (s.a.v)’e yönelttikleri iftiralar ve batıl sözlerdir...” ifadesine ek olarak “...onların bu
iddialarının Hz. Muhammed (s.a.v)’e olan kin, haset ve düşmanlıklarından kaynaklandığını ve
bütün bunları insanları İslam dininden uzaklaştırmak için ortaya attıklarını...” savunmakta ve Hz.
Muhammed (s.a.v)’in fazla evliliğinin “sebep ve hikmetleri” açısından değerlendirildiğinde “...İslam
düşmanlarının iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı...” görüşüne yer vermektedir.
4- Hz. Hafsa (r.anha), Hz. Ömer (r.a)’in kızıydı. Bilgili ve kültürlü hanım sahabelerden biriydi. Okuma
yazmayı Şifa binti Abdullah’tan öğrenmişti. İlk eşi Huneys bin Huzafe, Bedir savaşında şehit olunca, Hz. Hafsa dul
kalmıştı. Hz. Ömer (r.a), kızının genç yaşta dul kalmasına çok üzülüyordu. Onu hayırlı bir insanla evlendirmek
istiyordu. Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’in Hz. Hafsa ile evlenmesini teklif edince, Hz Peygamber (s.a.v),
onun duygularına ve acılarına ortak oldu ve evlenme teklifini kabul etti. (İsmail Acarkan, age, s. 93) Hz.
Peygamber (s.a.v), Hz. Hafsa ile hicretin üçüncü yılında Şaban ayında nikahlandı.
5- Hz. Huzeyme kızı Zeynep (r.anha), Arabistan’ın en güçlü kabilelerinden Amir bin Sa’saa
kabilesine mensuptu. İlk evliliğini Tufeyl bin Haris ile yapmış, ondan boşandıktan sonra ise Ubeyd bin Haris ile
evlenmişti. Kocası Bedir savaşında şehit olunca Hz. Zeynep (r.anha) 60 yaşında dul kaldı. O’nun bu durumunu
gören Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine evlenme teklifi yaptı. O’nun acılarını hafifleterek mü’minlerin annesi olma
şerefiyle onurlandırdı. Hz. Zeynep, Hz. Peygamber (s.a.v) ile 2 yıl evli kaldıktan sonra 62 yaşında vefat etti.
(İsmail Acarkan, age, s. 93) Hz. Peygamber (s.a.v) ile evliliği uzun sürmedi. Cahiliye döneminde, muhtaçlara
yardım ettiği ve onlara daima yemek yedirdiği için yoksulların annesi anlamına gelen “Ümmü’l- Mesaki”
lakabiyla anılan ve cömertliği ile tanınan Hz. Zeynep, Müslüman olduktan sonra da bu vasıflarıyla temayüz etti.
Cenaze namazı bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından kıldırılan Zeynep binti Huzeyme validemiz, yine onun
eliyle Baki mezarlığına defnedildi. Zeynep binti Huzeyme, Hz. Peygamber (s.a.)’in Medine’de ilk vefat eden
hanımı oldu.
6- Hz. Ümmü Seleme (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.v) ile evlenmeden önce eşi Ebu Seleme ile
birlikte Mekke’deki ilk Müslümanlardandı. Kocası ile birlikte Habeşistan’a hicret etmişler ve bir süre sonra tekrar
Mekke’ye dönmüşlerdir. Daha sonra Medine’ye hicret izninin verilmesiyle Ümmü Seleme kocası ve çocukları ile
birlikte yola çıktı. Fakat akrabaları onun gitmesine engel oldular. Akrabaları tarafından hapsedilen Ümmü Seleme
çok gözyaşı döktü. Bir yıl kadar sonra insafa gelen akrabaları onun Medine’ye gitmesine izin verdiler. Ümmü
Seleme ailesine kavuştu, fakat çok geçmeden Uhut savaşında kocası Ebu Seleme şehit olunca, 4 çocuğu ile
birlikte dul kalmıştı. Bu durumundan dolayı himayeye muhtaçtı. Ümmü Seleme dini uğruna birçok sıkıntı ve
üzüntüye katlanmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v) bu cefakar hanıma bir elçi aracılığı ile kendisine evlenme teklif etti.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in teklifini kabul eden Ümmü Seleme böylece mü’minleein annesi olma şerefine nail oldu.
Böylece 65 yaşında ve 4 çocuklu Ümmü Seleme, 60 yaşında olan Hz. Peygamber (s.a.v) ile hayatını birleştirdi.
(İsmail Acarkan, age, s. 94) Bu evlilik tamamen bir koruma ve ödüllendirmeden ibarettir.
24
7- Hz. Cahş kızı Zeynep (r.anha), Zeynap bin Cahş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in halası Ümeyye binti
Abdülmüttalib’in kızıydı ve İslam’a ilk iman edenlerdendir. Evlilik çağına geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.v) onu
evlatlığı Zeyd bin Harise ile evlendirmek istemişti. Hz Zeynep, bu evliliğe razı değildi, fakat Hz. Peygamber
(s.a.v)’in verdiği itaati emreden Ahzab suresinin 36. Ayeti’nin indirilmesi üzerine Zeyd ile evlenmeyi kabul etti.
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulü’ne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur(iman dairesinden çıkmış olur).”(Ahzap, 33/36)
Hz. Zeyd (r.a) eskiden köleydi. Hz. Peygamber (s.av) onu alarak hürriyetine kavuşturdu ve O’nu evlatlık
edindi ve yetiştirdi. Böylece Kur’an-ı Kerim, köle-hür ayırımını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Bu ayetin inişi ile
Hz. Zeynep, Hz. Zeyd (r.a) ile evlenmeyi kabul ettiğini bildirdi. Bu sayede soy üstünlüğü kavramı yerle bir ediliyor
ve insanların eşit oldukları ilan ediliyordu. Fakat bu evlilikten kısa bir süre sonra Hz. Zeynep ile Hz. Zeyd (r.a)
arasında uyumsuzluk ve geçimsizlik kendisini gösterdi. Hz. Zeyd (r.a), geçimsizlik nedeniyle Hz. Peygamber
(s.a.v)’e başvurarak Hz. Zeynep ile uyuşamadıklarını ve boşanmak istediğini defalarca bildirdi. Hz. Peygamber
(s.a.v) ise Hz. Zeyd (r.a)’e sabretmesini öğütlüyordu. Bu evlilik uzun sürmedi ve sonunda boşandılar. Hz.
Peygamber (s.a.v), “manevi geçimsizlik” nedeniyle Hz. Zeyd (r.a) ile Hz. Zeynep arasındaki evliliğin son bulmasından son derece üzüldü. Çünkü bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, Hz. Zeynep ile
olaydan dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu. Bu aşamadan sonra Allah, Hz. Peygamber
(s.a.v)’e Hz. Zeynep ile evlenmesini emretti.
“Ey Peygamber! Hani hatırlarsan, Allah’ın lütufta bulunup iman nimetine
kavuşturduğu, senin de gözetip kolladığın kişiye (Zeyd’e), “Karını boşama, (evlilik hukukunu
gözetme konusunda) Allah’tan kork ve sorumlu davran.” demiştin. Ama bu sözü söylerken
Allah’ın açıklayacağı bir düşünceyi içinde saklamıştın. Çünkü halkın, (Muhammed evlatlığı
Zeyd’in boşadığı kadınla evlendi.) diye dedikodu edecek olmasından çekinmiştin. Oysa asıl
çekinilmesi gereken halk değil, Allah’tı! Zeyd karısını (Zeyneb’i) boşayıp onunla ilişkisini
kesince biz de senin o kadınla evlenmeni sağladık ve bunu evlatlıklar, zevcelerini boşayıp onlarla
ilişkilerini kestikten sonra, o kadınlarla evlenme hususunda mü’minler için bir engel
bulunmadığını göstermek için yaptık. İşte böylece Allah’ın emri/hükmü gerçekleşmiş oldu.”
(Ahzap, 33/37)
Bu emir Hz. Peygamber (s.a.v) için çok ağırdı. Çünkü münafıklar ve İslam düşmanları bu durumda
“Muhammed, oğlunun eşiyle evlendi” şeklinde yaygara yapacaklardı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), Hz.
Zeynep ile evlenince, her konuda fırsat kollayıp Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya can atan
münafıklar, bu konuda da ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliye devri inancına göre, evlatlığın boşadığı eşini
almayı haram sayıp, bunu Hz. Peygamber (s.a.v) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıyorlardı. Bunun üzerine Allah:
“(Ey mü’minler!) Muhammed, evladın karısıyla evlenmeyi haram kıldı, kendisi ise oğlu
Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi” diyerek yaygaraya başladılar. (Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 352) Gelen
vahiy bu konuda da cevap verdi: “Muhammed, içinizden hiç kimsenin babası değildir. (Dolayısıyla
Zeyd’in de babası değildir). O ancak Allah’ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Şüphesiz
Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Ahzap, 33/40)
Yukarıda arz etmeye çalıştığımız Ahzab suresinin 37. Ayet’i, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Hz. Zeynep ile
evlenmesini emrediyordu. Bu evlilikle amaçlanan ise, evlatlıklar Arap toplumunda öz evlat kabul ediliyordu. Bu
yanlış anlayış, bu uygulama ile ortadan kaldırıldı. Bunun yanında, bu evlilikle Hz. Zeynep (r.anha)’e Allah’ın
emrine itaatinin mükaafatı olarak verildi. O’nun kırılmış olan gururu tamir edildi. (İsmail Acarkan, age, s. 94)
Bizzat Allah’ın emri ile gerçekleşen bu evlilik, Hz. Peygamber (s.a.v)in evlilikleri arasında gerekçesi bakımından
en farklı evlilik oldu.
8- Hz. Ümmü Habibe (r.anha), Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden Ebu Sufyan’in kızıdır. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in halasının oğlu Ubeydullah bin Cahş ile evliydi. Birlikte İslam’ı ilk kabul eden kimselerden
olan bu çift, müşriklerin baskılarını artırmaları üzerine Habeşistan’a hicret ettiler. Ancak Ubeydullah bin Cahş bir
25
süre sonra Habeşistan’da dinini değiştirerek Hıristiyanlığı benimsedi. Ubeydullah bin Cahş, Ümmü Habibe’nin de
Hıristiyan olması için baskı uyguladı, fakat Ümmü Habibe dininden dönmedi ve eşinden ayrıldı. Ümmü Habibe o
günlerde babası Ebu Süfyan henüz Müslüman olmadığı için Mekke’ye onun yanına dönemedi. Bu sırada Hz.
Peygamber Ümmü Habibe’nin durumunu öğrendi.Habeşistan kralı Necaşi’yi İslam’a davet etmek üzere
gönderdiği elçiye Ümmü Habibe ile evlenmek istediğini bildiren bir de mektup verdi. Ümmü Habibe, Hz.
Peygamber (s.a.v)’in teklifini kabul etti ve Necaşi tarafından nikahları giyaben kıyıldı. Hicretin yedinci yılında
gerçekleşen bu evliliğin ardından Necaşi, Ümmü Habibe’yi ve diğer Müslümanları gemilerle Medine’ye geri
gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.v) yaklaşık 60 yaşında iken, onunla evlendi. Bu zor durumda, onun yardımına Hz.
Peygamber (s.a.v) yetişti. Hz Peygamber (s.a.v) onu bu zor durumdan kurtararak nikahladı. Ümmü Habibe o
sıralarda 55 yaşındaydı. (İsmail Acarkan, age, s. 95) Bu evlilik de koruma amaçlıdır ve aynı zamanda güçlü
bir iman sahibi hanımı ödüllendirmedir. Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden Ebu Sufyan’in kızı olması nedeniyle
manevi bir bağ kurarak Ebu Sufyan’ı Müslümanlara karşı yumuşatmak amacını gütmektedir.
9- Hz. Haris kızı Cüveyriy (r.anha), beni müstakil savaşında öldürülen bir adamın eşi idi. Hz.
Cüveyriye bir çok kadın ve erkek ile birlikte Müslümanlara esir düşmüştü. Hz. Cüveyriye kabile reisinin kızı idi ve
esaret ona ağır geliyordu. Hz. Peygamber (s.a.v) onu azat etti ve evlenme teklif etti. Hz. Cüveyriye bunu
memnuniyetle kabul etti. Bunun üzerine esirler Hz. Peygamber (s.a.v)’in akrabası haline geldiği için serbest
bırakıldılar. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir esir ile evlenmesi, o devrin esirlerini küçük gören anlayışı yıkmıştı. Ayrıca
Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu hareketi, Hz. Cüveyriye’nın kabilesinin tümünün Müslüman olmasını sağladı.
(İsmail Acarkan, age, s. 96)
10- Hz Safiye (r.anha), bir Yahudi kabilesinin başkanının kızıydı. Hayber savaşında Müslümanlara esir
düşmüştü. Hz. Peygamber (s.a.v), Hz. Safiye’yi azat ederek kendisini ve kabilesini seçmekte özgür bıraktı. Hz.
Safiye de Hz. Peygamber (s.a.v) ile evlenmeyi tercih etti ve Müslüman oldu. Bu evlilik sayesinde Yahudilerin
düşmanlığı biraz olsun hafifledi. (İsmail Acarkan, age, s. 96)
11- Hz Meymune (r.anha), daha önce iki evlilik yapmış, iki eşi de ölmüştü. Hz. Meymune, ikinci eşi
öldükten sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’e hizmet ederek hayatını ona vakfetmek istedi. Hz. Peygamber (s.a.v) bu
imanı ve bağlılığı ödüllendirmek için onunla nikahlandı ve onu onurlandırdı. (İsmail Acarkan, age, s. 96)
12- Mısırlı Hz. Maruyye (Mariye) (r.anha) ile evlenme, İslam’ın Mısır topraklarındaki
zaferlerinde, büyük kolaylıklar sağlamıştır. O’nun Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından nikahlanmasının asıl nedeni
budur. İslam’a davet için Mısır hükümdarına gönderilen mektuba çok nazik bir cevap verilmesi yanında, kız
kardeşi Mariye’yi de hediye olarak gönderdi. Hz. Mariye, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından nikahlandı. Bu evlilik
bütün Mısır halkının İslam’a ısınmasını sağladı. (İsmail Acarkan, age, s. 97)
Kan grubu ve kardeş evliliği de tartışma konusu yapılmaktadır. Allah, Hz. Adem (a.s) ile Hz. Havva
(a.s)’ı yaratmış ve bu iki insandan nesiller var etmeyi dilemiştir. Bu durumda sınırlı sayıda birkaç kardeşin
evlenmesi gerekli olmuştur. Allah, bu günkü durumda kardeşlerin evlenmesinde doğacak sakıncaları o zaman için
ortadan kaldırmıştır. Allah, birden fazla Adem ve Havva yaratsaydı, o zaman da insanlar hep birbirine düşman ve
birbirleri ile savaşıyorlar. Allah insanları neden birden fazla anne ve babadan yarattı denilecekti? Aslında amaç
anlamak değil de anlamamak olursa hiçbir şey çözülmez. Allah, özel zamanlarda özel kanunlar koymuş ve bu
özel kanunlar özel şartlarda ve zamanlarda geçerlidir.
Rivayet edilmektedir ki, Hz. Havva (a.s) 20 doğum yapmış ve her doğumda bir erkek ve bir kız
doğurmuştur. Allah, aynı batında doğanların birbirleriyle evlenmelerini yasaklamış, önce veya sonra doğanlar
birbirleriyle evlenebilmişlerdir. İnsanlar belli bir sayıya ulaşınca Allah, kardeşler arasındaki bu evlenmeyi
yasaklamıştır. (Prof. Dr. Adem Tatlı, “Yaratılış ve Evrim”, s. 55)
Hz. Adem (a.s)’in çocuklarının birbirleriyle evlenmelerinin dindeki yerine gelince; Hz. Adem (a.s)’den
Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelinceye kadar bütün Peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan iman
esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Adem (a.s)’dan Hz.
Peygamber (s.a.v)’e kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir.
26
Allah, her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Konu ile
ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:“Sizin her biriniz için biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik” (Maide, 5/48)
Allah, Hz. Adem (a.s)’in çocuklarının birbirleriyle evlenmesini de bir zaruretten dolayı helal kılmıştı.
Çünkü insan neslinin artması gerekiyordu. Başka insan da olmadığına göre, bir zaruret olarak kardeşlerin
birbirleriyle evlenmesi gerekiyordu. Bu adet bir süre devam etti, fakat insanlar çoğalınca böyle bir evliliğe ihtiyaç
ve zaruret kalmadı ve bu tatbikat da kalkmış oldu. (Mehmet Paksu, “Meseleler ve Çözümleri-2”)
Hz. Adem (a.s)’in ilk çocuklarının nasıl çoğaldıklarıyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de açık bir bilgi yoktur.
Öyleyse bizim bu konuyu merak etmemize gerek de yoktur. Bir takım rivayetler sıralanabilir. Kur’an-ı Kerim’in
bildirmediği bir konuda bize teslimiyet düşüyor. Binlerce yıl sonra Hz. İsa (a.s)’ı Hz. Meryem’in rahminde babasız
yaratarak bir örnek gösteren Allah, Hz. Adem (a.s)’in kızlarının rahminde babasız çocuklar yaratmaya kadir değil
mi? Elbette kadirdir. Zaten bu durumda bile, ilk karından sonra bu çocuklar birbirleriyle en yakın teyze veya
akraba çocukları oluyorlar ki, böylece birbirleriyle evlenebilmeleri bizim şeriatımızla da mümkün oluyor.
Deniliyor ki, Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva (a.s) birer tane kan grupları vardı. O halde eğer insanlar
Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva (a.s)’dan türemişse dört çeşit kan grubu nasıl açıklanabilir? Bütün karakterlerimizde
olduğu gibi, kan grubumuzda da anne ve babamızdan aldığımız genler önemlidir. Genlerin karaktere etki etmesi
zıt yönde de olabilir. Bu durumda bireyde görülen karakter genlerin kuvvetine bağlıdır. Hz. Adem (a.s) ve Hz.
Havva (a.s)’in kan grupları A ve B olması muhtemeldir. Yalnız bu grupların Heterozigot (Homozigot: Bir
karakteri kontrol eden iki alel gen birbirinin aynısına denir. SS, dd, OO, XX gibi. Heterozigot:
Bir karakteri kontrol eden iki alel gen birbirinden farklı olanına denir. Ss, Dd, XY gibi) halde
taşımalıdırlar. Yani AA ve BB şeklinde değil de A0 ve B0 şeklindedir. Allah’ın, Hz. Havva (a.s)’a A0 grubundan
ve Hz. Adem (a.s)’i B0 kan grubunda yarattığını kabul ederek, verecekleri üreme hücrelerini şöyle özetleyebiliriz:
A0xB0=AB A0 B0 00
Görüldüğü gibi bu durumda Hz. Adem (a.s)’in çocukları, dört çeşit kan grubunu da
taşıyabileceklerdir. (İsmail Acarkan, “Sorularla Aranan Gerçek”, s. 55) İnsan ve hayvan neslinin
devamı da şehvet sayesindedir. Eğer şehvet olmasaydı yeryüzü harabe, insanlar arası ilişkiler hükümsüz ve nesil
kesilmiş olurdu. (İsmail Acarkan, age, s. 75, Alıntı: Ahmet Rıfat, “Tasvir-i Ahlak”, s. 214-215)
Konu hakkında araştırmamızı zaman içinde daha da derinleştirmek isterim. Belki de bir kitap halinde
yayımlamayı de isterim. Ama şimdilik bu kadarı ile yetinelim. Araştırmamız bizi bu sonuca götürdü. En doğrusunu
Allah bilir.
Eğitimci, İlahiyatçı, Araştırmacı Yazar Mehmet BOZKURT
www.mehmetbozkurt.com.tr
Download