Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! TEMMUZ/AĞUSTOS 2012/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X158 ☛ Kapitalizm cinayet, burjuvazi katildir! ☛ Fransa’da Devlet Başkanlığı Seçimleri Yapıldı ☛ Kürtaj haktır - Yasaklanamaz! ☛ Başkanlık seçimi ya da ordunun iktidarı orduya devretmesi! ☛ Van Depreminin Ardından • EDİTÖRDEN Pa n o r a m a s a y f a l a r ı m ı z ı Tü r k i y e d a h i l emperyalistlerin müdahale tehditleri ile uluslararası bir savaşın eşiğinde olan Suriye’ye ve son dönemde Mısır’da yapılan seçimlerin ardından yaşanan gelişmelere ayırdık. Kavganın Doğ rusu Doğ runun Kavga sı sayfalarımızda Troçkizm dizisinin altıncı bölümünü yayınlıyoruz. Bu sayıda Türkiye’de Troçkizmden etkilenen örgütlerin değerlendirmesine devam ediyoruz. Çevre sayfalarımızda Van depremi ve ardından y a ş a n a n g e l i ş m e l e r e , o k uy u c u m e k t u b u bölümümüzde ise bir okurumuzun bize ulaştırdığı Çin izlenimlerine yer verdik. Tüm okurlarımıza iyi tatiller diliyoruz. Eylül sayımızla tekrar buluşmak dileğiyle... B ir kimsenin bir başkasını bilerek öldürmesi cinayettir. Bu tanımda neden-sonuç ilişkisi açıktır. Katil bu işi bilecek ehliyette olmalıdır. Bu kadar saf nitelikte cinayetlerin yanında ihmal, dikkatsizlik, duyarsızlık gibi etkenlerde cinayet suçunun içerisinde yer alabilir. Bu nedenle hukuk kuralları içerisinde cinayet, yaygın kullanımla insan öldürme ile ilgili ku- gündem editörden - içindekiler Değerli okuyucu, yeni sayı ile merhaba. Bu sayımızın başyazısını kapitalistlerin gerekli önlemleri almadıkları için her geçen gün bir yenisi daha yaşanan iş cinayetlerine ayırdık. İlgiyle okuyacacağınızı umuyoruz. Geçtiğimiz günlerde Fransa’da başkanlık seçimleri yapıldı. Bu seçimleri sosyalist olduğunu iddia eden Sosyalist Partinin adayı Francois Hollande kazandı. Bu yazımızda seçim sürecini ve seçim sonuçlarının değerlendirmesini bulabilirsiniz. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Sovyet Ansiklopedi sinde Ermeni Sorunu ile ilgili değerlendirmelere ve bu konudaki çarpıtmalara karşın takındığımız tavrı okuyabilirsiniz. Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızı tahmin edebileceğiniz gibi Kürtaj meselesine ayırdık. Bu konuda şimdiye kadar takınılan tavırların ele alınarak kapsamlı olarak değerlendirildiği bir makale sunuyoruz. Bu kapsamlı değerlendirmeyi ilgiyle okuyacaksınız. Kapitalizm cinayet, burjuvazi katildir! maddeleri öldürme, 86 ve 89. maddeleri de yaralama ile ilgili suçları ve cezalarını tanımlar. Ancak bunların yanında belki de en önemlisi Türk Ceza Kanunu’nun 77. maddesinde açıklanan “İnsanlığa karşı suçlar”dır. Kanun öldürme, yaralama, işkence, alıkoyma ve cinsel saldırı suçlarının “siyasal, felsefî, ırkî veya dinî saiklerle (güdülerle) toplumun YDİ Çağrı Temmuz 2012 ✓ İÇİNDEKİLER GÜNDEM Kapitalizm cinayet, burjuvazi katildir!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 GÜNCEL Fransa’da Devlet Başkanlığı Seçimleri Yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Çatışmalardan savaşa doğru gelişmeler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 Başkanlık seçimi ya da ordunun iktidarı orduya devretmesi! . . 34 “ GÜNCEL O’nu anıyor, sahipleniyoruz!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde “Ermeni Sorunu” ve kimi TROÇKİZM ÜZERİNE VI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 çarpıtmalar!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ YENİ KADIN DÜNYASI Van Depreminin Ardından. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59 Kürtaj haktır - Yasaklanamaz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 OKUR MEKTUBU PANORAMA Çin – Gezi İzlenimleri. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 63 2 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 158 · Temmuz / Ağustos 2012 • ISSN 1301-692X158• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net • [email protected] Kaynak: Sendika.Org’un ulusal ve yerel basından derlediği 2011 yılı aylık iş kazaları raporları. rallarda kasten öldürmenin yanı sıra ihmal ve taksir* (bilinçli taksir - bilinçsiz taksir) kavramları da yer alır. Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun “Hayata Karşı Suçlar” başlığı altında yer alan 81 ve 85 arasındaki bir kesimine karşı bir plân doğrultusunda sistemli olarak işlenmesini” insanlığa karşı suç olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamalar ile yaşanan iş cinayetlerinin, işçi 3 vinde katledilen 13 kişi bu cinayetlerin son örneğini oluşturuyor. Kapitalist devlet hapishanelere tıktığı insanları korumakla da sorumludur. Oysa özellikle Türkiye/Kuzey Kürdistan’da hapishaneler katliam yuvaları gibi çalışıyor. Binlerce insana zorunlu sağlık Kaynak: Ulusal ve yerel basından derlenen 2010 yılı aylık iş kazaları raporları. Alp Tekin Babaç - S. Murat Çakır. Sendika.Org 4 kalifiye olmayan işçilere yaptırmanın, taşeron kullanmanın işçi ölümlerine ve yaralanmalarına neden olduğunun farkındadırlar. Bugüne kadar yaşanan iş cinayetlerinin büyük çoğunluğunun nedenleri bunlardır. Bu konuda oldukça bilinçlidirler. Bu tür iş cinayetleri kapitalistler için öngörülemez değildir. Ama işlerine gelmediği, elde ettikleri karın küçük bir bölümünü bile bu güvenlik önlemlerine ayırmak istemedikleri için her ay onlarca işçi canından olmaktadır. Kapitalistler kanunun tanımladığı “siyasal, felsefî, ırkî veya dinî güdülerle” değil ama kapitalizm şartlarında bu güdülerin en güçlüsü olan maddi güdülerle “toplumun bir kesimine karşı”, işçi ve emekçi kesimlerle karşı “bir plân doğrultusunda sistemli olarak” suç işlemektedirler. Bu suç esnek çalışma ve taşeronlaştırma yöntemleriyle, patronlar ve devlet ortaklığı ile planlı ve sistemli bir şekilde işlenmektedir. Kapitalistler, kapitalist oldukları için sürekli olarak insanlığa karşı suç işlemektedirler. Bu suçu bilerek, tasarlayarak ve planlı bir şekilde işlemektedirler. Bugüne kadar işletmesinde bir cinayet yaşanmamış olan patronlarda bu suçun ortağıdırlar. Çünkü onlar da bu planlı ve bilinçli cinayet sisteminin bir parçasıdırlar. Bu sistemde her kapitalist bir katildir, insanlığa karşı suç işlemektedir. Kapitalizmin cinayetleri doğrudan emek sömürüsü mekanizmasından başka alanlarda da aynı hız ve canilikte yaşanıyor. Roboski katliamı son zamanların açık ve kitlesel bir cinayetiyken, Şanlıurfa’daki cezae- hakkı doğru dürüst verilmiyor. İnsanlar ancak ölecekleri anlaşıldığı zaman salıveriliyor. Operasyonlarda, hak gasplarına karşı yapılan eylemlerde tutuklu ve hükümlülerin kitlesel olarak öldürülmesi olağan durumda. Benzer uygulama ve sorunların neredeyse dünyanın tüm hapishanelerinde de yaşandığını görüyoruz. Hapishaneler, kapitalistlerin çoğunlukla siyasi veya maddi kurallarına uymayanları, karşı gelenleri etkisizleştirmek için kullanılır. Bu nedenle kapitalistler için mahkûmlar kapitalist topluma uyum sağlamadıkları için her zaman gözden çıkarılabilirler. Kapitalistler ve devleti için buralarda katledilenlerin herhangi bir değeri de yoktur! Bu kadar da değil. Doğaya verilen zararla her kapitalist doğacak yeni nesillerin de katili olacaktır. Açlıktan değil, kapitalistlerin doymak bilmeyen iştahlarından dolayı ölen, hastalanan milyonlarca insanın tek sorumlusu da kapitalistlerdir. Kapitalistler emperyalist çıkarlar, daha fazla kar ve sömürü uğruna yapılan savaşlarda, hem de her iki taraftan ölen milyonlarca insanın katilleridir. İnsanlar her gün esas olarak sigaradan, dengesiz ve yetersiz beslenmeden değil, kapitalizme bağlı nedenlerden dolayı ölüyor. Bütün medyası, eğitim sistemi, dini ve devlet aygıtı ile kapitalistler bunun farkındalar. Neden ve sonuç ilişkisini çok iyi biliyorlar. Ölümlerin kaçınılmaz olduğunun bilincindeler. Tersine tüm kurumları ile ortak çabaları her gün ölümle burun buruna gelen milyonlarca işçi ve emekçiyi, bu- nun böyle olmadığı, insanların ölmelerinden üzüntü duydukları yalanına inandırmak ve alet etmektir. Kapitalizm şartlarında “iş kazası” olarak yutturulmaya çalışılan her olaydan, Roboski ve Şanlıurfa cezaevi benzeri her kitlesel katliamdan, işkence ve kötü muameleden, buna bağlı ölümlerden dolayı, bu Kapitalizm bir cinayet sistemi, her burjuva da bir katildir. Kapitalizme bağlı her bir ölümde burjuvaların siyasal sorumluluğu vardır. Kapitalizm insanlığa ve doğaya karşı işlenen en büyük suçtur. Bu suçlara ortak olmamak, cinayetlere sesiz kalmamakla, tanıklık etmekle, katil sistemi teşhis ederek, gündem gündem yaralanmalarının, siyasi nedenlerle hapsedilmelerin, hapishanelerde katledilmelerin, göz göre göre ölüme terk edilmelerin bağlantısı oldukça açıktır. Kapitalistler eksik güvenlik önlemlerinin, fazla çalıştırmaların, kalifiye işleri ucuz olması nedeniyle Kaynak: Ulusal ve yerel basından derlenen 2010 yılı aylık iş kazaları raporları. Alp Tekin Babaç - S. Murat Çakır. Sendika.Org suçların doğrudan muhatapları olan kapitalistler ve devlet görevlileri Türk Ceza Kanunu’nun hayata, vücut bütünlüğüne ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında yargılanmalıdır. “İş kazalarından” dolayı gerçekleşen her ölümden ve yaralanmalardan dolayı patronlar ihmal veya güvenlik önlemlerinin yetersizliği vb. değil, öldürme ve yaralama suçlarından dolayı yargılanmalıdır. hak ettiği cezaya çarptırmakla mümkündür. Kapitalizm bir devrimle yıkılmalı, burjuvazi mülksüzleştirilmelidir. İşçi ve emekçiler kapitalizmin gırtlağına ayaklarını dayayarak, bu cinayetlerin işlenmesini engelleyebilirler. Devrim insanlığa ve doğaya karşı işlenen bu suçu ortadan kaldıracaktır! 20.06.2012 ✓ Kaynak: Ulusal ve yerel basından derlenen 2010 yılı aylık iş kazaları raporları. Alp Tekin Babaç - S. Murat Çakır. Sendika.Org Ama biz sivrisineklerle mücadelede biliyoruz ki, çözüm sivrisinekleri yok etmek değil, bataklıkları yok etmektir. Kapitalizmin ürünü sorunları yok etmek için gerçek çözüm, bir bütün olarak kapitalizmi yok etmektir. * Taksir: Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında belirtilen sonucu öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir. 5 A 6 ylarca süren Devlet Başkanlığı seçim yarışı 22 Nisan’da birinci tur ve 6 Mayıs 2012‘de ikinci tur yapılan seçimlerle sona erdi. Sosyalist Partinin adayı Francois Hollande kazandı. Birinci turda adayların hiçbiri %50’nin üzerinde oy almadığı için sonuç ikinci tura kaldı. 22 Nisan’da yapılan birinci tur seçimlere 10 aday katıldı. UMP’nin (Halk Hareketi İçin Birlik) adayı Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, Sosyalist Partinin adayı Francois Hollande, FN (faşist parti-Milliyetçi Cephe) nin adayı Marine Le Pen, Sol Cephe’nin (FKP ve diğer küçük sol partilerin oluşturduğu cephe) adayı Jean Luc Melenchon, Yeşillerin adayı Eva Joly ve Merkez Partisi (Demokratik Hareket) MODEM’in adayı ise Francois Bayrou idi. Bunların dışında iki Troçkist aday ve iki de öneme sahip olmayan aday daha vardı. Troçkist adaylardan Lutte Ouvriere (İşçi Mücadelesi) adayı, diğeri Devrimci Komünist Ligası olarak bilinen grup ve NPA (Yeni Anti-Kapitalist Parti) adında parti oluşturdular. Sosyalist Parti adayı Francois Hollande parti içinde 6 aday arasında yapılan oylamada en fazla oyu alarak Sosyalist Partinin adayı olmuş, seçim çalışmalarına çok erken başlamıştı. Seçim sloganı olarak Francois Hollande da ABD Başkanı Obama’nın seçimlerde kullandığı „now time for change“ gibi “Şimdi Değişim Zamanı”nı seçip, seçim kampanyasını Sarkozy’nin özellikle ekonomik alandaki başarısızlıkları üzerine yoğunlaştırdı. Francois Hollande seçim propagandalarında; 20072012 arasında Sarkozy’nin Devlet Başkanlığı‘nda Fransa’nın borçlarının arttığı, işsizliğin aynı dönemde bir milyon daha fazlalaşarak 4 milyona yükseldiğini, Fransa’nın kredi notunun 3A’da 2A+ (AAA dan AA+) düştüğünü vb. konular üzerine yoğunlaştırdı. Sarkozy 2007 seçimlerinde “işsizlerin sayısını 5 sene içinde düşürmezsem kendimi başarısız sayarım“ demişti. Bu Francois Hollande için Sarkozy’e yüklenme konusunda iyi bir malzeme oldu. Sarkozy erken emeklilik yaşını 60 dan 62 normal emeklilik yaşını da 65 ten 67 ye çıkararak kitlelerden yeterli tepkiyi zaten almıştı. Francois Hollande bunu da iyi kullandı. Bu konuda 18 yaşında çalışmaya başlamış ve 41 çalışma yılını doldurmuş olanın 62 yaşına kadar beklemesi- Aday François Hollande Nicolas Sarkozy Marine Le Pen Jean-Luc Mélenchon François Bayrou Eva Joly Nicolas Dupont-Aignan Philippe Poutou Parti geçtikten sonra Sarkozy tekrar düşüşe geçmiştir. Faşist FN partisinin adayı seçim kampanyasını yine bilinen yabancı düşmanlığı üzerine yoğunlaştırdı. Sosyalist Partiden ayrılan Sol Cephenin adayı Jean Melenchon ise, asgari ücretin yükseltilmesi, insanların alım gücünün seviyesinin ve ekonominin iyileştirilmesi vb.nin yanı sıra esas olarak seçim kampanyasında Sarkozy’nin tekrar seçilmemesi üzerine yoğunlaştı. Fransa’daki DİDF taraftarları Sol cephe adayına oy verilmesi için çalışma yaptılar. Birinci tur seçimlerden önce kamuoyu araştırma şirketlerinin bazıları Hollande’yi 1-2 puan önde, bazıları Sarkozy’i 1-2 puan önde gösteriyorlardı. Bazıları ise, şansların hemen hemen eşit olduğunu, anketler her ikisinin de %27-28 civarında oy toplayacağı yönündeydi. Üçüncü sırada ise, faşist partinin adayı Marine Le Pen’nin %15-17’lerde dolaştığına yer veriliyordu. Sol cepheye öngörülen oy oranıysa %13-15 civarındaydı. Yeşiller adayı %2-2,5 diğerlerine ise %0.5 şans tanınıyordu. Bütün anket şirketlerinin birleştiği ortak görüş, ikinci turda Hollande’nin kazanacağıydı. Anket yüzdeleri ise %54‘e %46 veya %55’e %45 Hollande lehineydi. Bundan dolayı da Sarkozy’nin partisi UMP anket şirketlerini “seçimleri yönlendirmekle“ suçluyordu. Bu bağlamda bir başka nokta, seçimler sırasında okulların tatil olmasından dolayı seçimlere katılım oranının düşük olacağı yönündeydi.. Bunun içinde tüm partiler ve adayları seçmenlerin sandığa gidip oy vermeleri için yoğun çabalar sarf ettiler. 2012 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimi 1. Tur Seçmen Sayısı: 46,037,965 Kullanılan Oy: 36,584,538 Geçerli Oy: 35,885,801 Geçersiz Oy: 698,737 Katılım Oranı: 79.47% 2012 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimi 2. Tur Seçmen Sayısı: 46,037,965 Kullanılan Oy: 37,016,982 Geçerli Oy: 34,869,809 Geçersiz Oy: 2,147,173 (%4,6) Katılım Oranı: % 80.34 Sosyalist Parti Halk Hareketi Birliği Ulusal Cephe Sol Cephe Demokrat Hareket (Merkez P.) Yeşiller Yeni Cumhuriyetçiler Yeni Antikapitalist Parti Aldığı oy sayısı 10,273,480 9,754,316 6,421,802 3,985,089 3,275,395 9 828,381 644,043 411,182 güncel güncel Fransa’da Devlet Başkanlığı Seçimleri Yapıldı nin gerekmediğini, 60 yaşında da emekli olunabileceğini vaat etti. Bunların yanı sıra işsizliği azaltacağını, insanların alım gücünü yükselteceğini, Fransa’nın borçlarını düşüreceğini, ekonomiyi düzelteceğini, Avrupa Birliği‘nin ekonomisinin yeniden düzenlenmesi gerektiğini vb. vb. bir dizi bilinen seçim vaatlerin de bulundu. Bu vaatler seçim döneminde yapılan kamuoyu araştırmalarının, insanların öne çıkan sorunların içinde hayat şartlarının kötü ve alım gücünün düşük olduğu sonuçlarıyla uyum içindeydi. Sarkozy’nin UMP’nin adayı olacağı önceden bilinmesine rağmen, tekrar aday olduğunu Mart 2012’de açıkladı. O’nun seçtiği slogan ise, “Güçlü Fransa“ idi. Sarkozy işsizliğin yükselmesini, borçların artmasını, ekonomik durumu 2008 krizinin sonucu olarak görüyor, krizi en az zararla atlatan ülkelerden biri olduğunu savundu. Seçim konuşmalarında, Hollande’nin seçilmesi durumunda Fransa’nın daha da kötüye gideceğini, halbuki kendilerinin ekonomiyi iyileştirmek için, emeklilik reformu gibi, cesaretle yeni reformların yapılması gerektiği üzerine yoğunlaştı. Esas olarak 2007 seçimlerinde olduğu gibi seçim çalışmalarında birinci plana yabancıları, ikinci plana da iç güvenlik meselesini aldı. Seçim araştırmacılarının verilerine göre 2-3 günlük kısa süreli başarılar dışında bu defa başarılı olmadı. Toulouse’da 11 Mart’ta 1 asker motosikletli bir saldırganın silahından çıkan kurşunlarla ölmüştü. Olayın dört gün sonrasında kent yakınlarındaki Montauban’da da iki asker daha benzeri bir saldırıya ölünce, Sarkozy için malzeme çıkmıştı. Bu olaylar da iç güvenlik için kullanılmış, Sarkozy’e geçici puanlar kazandırmıştı. 2-3 gün sürelik Sarkozy’i öne geçiren önemli bir olay da; Al Kaide üyesi olarak lanse edilen Magrep asıllı Fransız bir gencin yine Toulouse kentinde 20 Mart 2012 de Yahudi okulu önünde 3 öğrenci ve bir öğretmen 4 İsrail vatandaşını öldürmesi olayıdır. Olayların güncelliği Oy Oranı %28,63 %27,18 %17,90 %11,10 %9,13 %2,31 %1,79 %1,15 7 François Hollande Sosyalist Partisi 18,000,483 oyla %51.62 Nicolas Sarkozy Halk Hareketi Birliği 16,869,371 oyla %48.38 ulaştı. 8 Sonuçlarla ilgili ilginç olan birkaç noktaya dikkat çekersek: 3. Kez aday olan François Bayrou’nun oylarının 2007’ye göre %18,57 den %9,13 düşmesidir. Yeşiller adayının %2,5 diğerlerinin ise hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığıdır. Mesela 2007’de %7 lerde dolaşan Troçkistlerin (Anti-Kapitalist Parti) %1’lerde konaklamasıdır. Açık faşist Le Pen’nin partisi 2007’de %10,44 alırken 2012 de birinci turda %17,9 ulaşarak oylarını %7,5 artırmıştır. Yine bir başka ilginç nokta da, ikinci turdaki geçersiz oy sayısının (kullanılan oyların %5,78’i) birinci tura oranla (kullanılan oyların %1,8) çok fazla olmasıdır. Diğer ilginç nokta da; seçimlere katılım oranı konusunda araştırma şirketlerinin çuvallamış olmasıdır. Yine araştırma şirketleri faşist parti, sol cephe ve merkez partinin oy oranlarını tutturamadıklarıdır. Birinci tur sonunda yapılan değerlendirmelerde, Hollande, Sol Cephe ve Yeşiller adına konuşanlar seçim sonuçlarının Sarkozy’nin başarısızlığını vurgulama yönündedir. Yani seçmenin Sarkozy’i istemediğidir. Bunu sonucu Yeşiller, Sol Cephe adayları birinci tur sonuçlarının açıklandığı akşam, ikinci turda Hollande’yi destekleme çağrısı yaptılar… Sarkozy ve UMP adına konuşanlar ise; birinci turda kendilerine saldıran 9 adaya karşı mücadele ettiklerini, ikinci turda tek adayla mücadele edeceklerini ve kazanacaklarını söylediler. Faşist aday Le Pen televizyonda yaptığı değerlendirmede, birinci turdan zaferle çıktıklarını, sağın esas temsilcisinin kendileri olduğunu (ki bu gerçektir, Sarkozy bunların kopyasıdır) ikinci turda nasıl oy kullanacaklarını 1 Mayıs’ta açıklayacaklarını dile girdiler. 1 Mayısta yaptıkları açıklamada ise; beyaz oy kullanacaklarını söylediler. Geçersiz oyların fazlalığı buna yorumlanabilir. Merkez Partisi adayı ise, ikinci turda kime oy vereceklerini 2 Mayıs’taki TV düellosundan sonra açıklayacaklarını bildirdiler ki, büyük çoğunluğu Sarkozy için oy kullandı. Birinci turun hemen ertesinde Hollande aynı taktikle kampanyasına devam etti. Sarkozy ise, taktik değiştirip açık faşist partiye oy veren seçmenlerin oylarını alabilmek için, kampanyasının merkezine yabancı düşmanlığı ve iç güvenliği iyice yerleştirdi. Diğer taraftan Merkez Parti oylarını kazanmayı da ihmal etmedi. Fakat kendi partisi içinde bazıları bu taktiğe karşı çıktı ve ikinci turda Hollande oy vereceklerini açıkladılar. 2 Mayıs’ta TV düellosundan (Hollande-Sarkozy canlı TV tartışması) sonra Mer- hiçte söz konusu değildir. İsteği gerçek yerine koyanlar yanıltıcı bilinç yaymaktadırlar. Avrupa Birliği açısından önemli sorunlar kapıdadır. Almanya’da Merkel iktidarı ile bunlar önemli sorunlarda karşı karşıya geleceklerdir. İsteklerden biri de Almanya’da gelecek seçimlerde Sosyal Demokratların iktidar olmasıdır. Almanya/Merkel ile Fransa/Hollande arasında önemli farklılıklar vardır, birincisi doğrudan sosyal kesintilerle sonuca gitme yanlısı gözükürken, diğeri yatırım yanlısı tavırlar içindedir. Ama emperyalist burjuvazinin emekçiler karşısındaki çıkarları noktasında uzlaşma içine gireceklerinden şüphe yoktur. güncel güncel kez Sağ Parti adayı seçmenlerine doğrudan bir çağrı yapmadı, ama kendisi oyunu Hollande yönünde kullanacağını açıkladı. Birinci tur ile ikinci tur arasında nerdeyse günlük yapılan anketlerde bütün anket sonuçları ikinci tur için Hollande’nin lehine sayılar yayınlıyorlardı. Rakamsal olarak şansları %52 Hollande %48 Sarkozy şeklinde açıklandı. Yani sonuçta 6 Mayıs’ta yapılan ikinci tur sonucu yukarda açıkladığımız gibi, kullanılan oyların %51,62 alan François Hollande Burjuva Cumhuriyeti Fransa’nın Başkanlık sistemini uyguladığı 1947 den bu yana 9. Cumhurbaşkanı olarak Fransa tarihinde Seçimlerin genel anlamda sola kayış isteği olarak yorumlanması da gerçeği yansıtmıyor. Tam tersi sağa, milliyetçiliğe kayış gelişmenin esas yönüdür. Le Pen oylarının artışı buna en iyi örnektir. Sarkozy, Hollande arasındaki farkın azlığı, merkez parti oyları da buna eklenirse, aslında Fransa’da sola kayış vs. hiçte söz konusu değildir. İsteği gerçek yerine koyanlar yanıltıcı bilinç yaymaktadırlar. yerini aldı. Bu seçimler Fransa’da emekçiler açısında fazla bir değişikliği gündeme getirmeyecektir. 1995’te François Mitterrand’an sonra iktidarı UMP’ye kaptıran Sosyalist Parti, Hollande ile emaneti geri almışlardır. “Enkaz“ devir aldık yakınmalarıyla, beklentileri aşağı çekmeye başladılar bile. Bunlarda Fransız emperyalizminin siyasi temsilcileridir. Emperyalist Fransız burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmek en kutsal görevlerinden biridir. Bundan kimsenin kuskusu olmasın. Hollande’nin göz boyamak için kendi maaşını düşürmüş olması kimseyi aldatmasın! Seçimlerin genel anlamda sola kayış isteği olarak yorumlanması da gerçeği yansıtmıyor. Tam tersi sağa, milliyetçiliğe kayış gelişmenin esas yönüdür. Le Pen oylarının artışı buna en iyi örnektir. Sarkozy, Hollande arasındaki farkın azlığı, merkez parti oyları da buna eklenirse, aslında Fransa’da sola kayış vs. Sarkozy’i de sarsan ekonomik kriz bireyin değil emperyalist sistemin önü alınamaz devri krizidir. Sarkozy’nin gitmesi Türk burjuvazisini de biraz olsa rahatlatmış gözüküyor. Ama Türk burjuvazisi fazla umutlanmasın, çıkarlar çatıştığında Hollande de Sarkoz’den farklı tavır içine girmeyecektir. Ha Sarkozy ha Hollande emekçiler için değişen fazla bir şey olmayacak. Sorun işsizliğin, açlığın, tüm krizlerin sebebi olan emperyalist/kapitalist sistemin yerle bir edilmesindedir. Oklar sisteme yönlendirilmedikçe kurtuluşun yolu açılamaz. Fransa da olan burjuva seçimleri bir daha ki dönem kimin emekçilerin çıkarlarını/haklarını ayaklar altına alacağının bizzat emekçilerin oylarıyla tescil edilmesidir. Komüncüleri yaratan bu halk, şartlar oluştuğunda bu oyuna son verecektir. 15.06.2012 ✓ Fransa’dan YDİ Çağrı Okuru. 9 ✌ O kurlarımız dergimizin 147. sayısında (sayfa 4042) Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nde “kısa bir karşılaştırma” yaptığımızı biliyor. Bundan dolayı da “neden bir kez daha?” diye sorabilir. Bu nedenle somut olarak çarpıtmalara değinmeden önce durumu ve de sorunu açıklama ve anlaşılır kılma görevimizi yerine getirmemiz gerekiyor. Sorunu anlaşılır kılma çabasında kimi noktalardaki tekrarlar kaçınılmaz oluyor. Bundan dolayı da okurlarımızdan sabır ve anlayış bekliyoruz. GİRİŞ YERİNE 10 147. sayımızda Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısının orijinalinin elimizde olmadığını, olsa da Rusça bilmediğimizden karşılaştırma imkanımızın da olmadığını; bu yüzden karşılaştırmayı “Aydınlıkçılar” tarafından yapılan çeviri ile ansiklopedinin 1950’deki Rusça 2. baskısının Almancası ile yapmaktan başka bir seçeneğimizin olmadığını belirtmiştik. Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısına da 1950 baskısıyla karşılaştırma temelinde kimi eleştiriler yöneltmiştik ve aradaki çelişkilere dikkat çekmiştik. Bu konuda –1926’daki baskıyı kontrol etme imkanı olmadığından da- 1950’deki baskıyı temel aldığımızı belirtmiştik. Sovyetler Birliği’nin tarafımızdan bilinen tavırlarına bakıldığında “Aydınlıkçılar” tarafından yapılan çeviride terslik olduğu bizim için açıktı, fakat isbat edemediğiniz bir konuda “bu böyledir” biçiminde iddia temelinde bir tespit, bilimselliğe ters olduğundan, bilinçli olarak bundan kaçındık. Ama sorunun peşini Birinci sırada saydığımız çeviri esasta ikinci sıradaki Kaynak Yayınları’nın çevirisi ile aynıdır. Yine dilin kullanımı ve cümle kuruluşlarında farklılıklar vardır. Fakat genelde özü aynıdır. İçerikte farklı olan iki şey var esasta: Biri, birincisinde “soykırım” kavramı kullanılmaktadır (alıntıları bu yazıdan aktardığımızdan 147. sayımızda biz de bunu aktardık) –ki 1926’da bu kavram kullanılmıyordu- Kaynak Yayınları’nda bu “kırım” olarak kullanılmaktadır. İkinci farkılık ise 1907’de Paris’te yapılan bir kongre “tüm muhalif partiler kongrelerini yaptı” diye çoğul olarak gösteren tespittir. Kuşkusuz ki bu farklılıklar da sorunun özüne tekabül etmiyor. Bu nedenle de bu iki çeviri özde aynı çeviri olarak kabul edilebilir. Bu iki çevirinin temel birliğinden biri de, çeviride herhangi bir bölümün çıkarılıp çıkarılmadığı ya da yayınlanmadığı konusunda herhangi bir şeyin belirtilmemesidir. Basın kurallarından biri, alıntı ya da çeviride herhangi bir kesim aktarılmazsa parantez içi üç nokta (...) biçiminde gösterilmesidir. Bunun yapılmadığı yerde, yayınlanan kesim okur için sözkonusu yazının tümüdür. Bu da yanlış bilgilendirmenin bir yolu ve aracıdır. Mehmet Perinçek ise dört yerde (...) işaretliyor ve böylece yazının tümünü aktarmadığını belirtiyor. Bu yanıyla diğer ikisinden farklıdır. Bunlardan farklı bir yanı da bu ikisinin çevirilerinde olmayan kimi pasajları aktarması ve kimi pasajları da aktarmamasıdır. Mehmet Perinçek’in Kaynak Yayınları’nın yayınladığı çevirinin bilgisine sahip olduğu halde neden bu yolu seçtiği belli değil tabii ki. Buna rağmen Mehmet Perinçek de, Ermenilere yönelik soykırımın üzerini örtme konusunda aynı konumdadır. Bu üç tercümenin de temel yaklaşımı Ermenilere yönelik katliamları, soykırımını “sözde” ve “yalan” ilan etmektir. Bu çıkış noktasıyla çarpıtmalar yapmaktadırlar. Çarpıtmanın esası işlerine gelmeyen yerlerin “yok sayılması” ve (...) biçiminde işaretlense de okurların Rusça orijinale bakma imkanının olmadığı hesabıyla önemli bölümlerin aktarılmamasıdır. Ayrıca cümleleri kısaltarak kendilerine uygun hale getirme temelinde de okurlara olduğundan başka bir tablo göstermektedirler. Sahtekarlığın biçimi ve düzeyinin ne olduğu tartışmasını daha fazla sürdürmeden tespit edilecek esas şey: bu çevirilerin çarpıtıldığı -en azından burada saydığımız üç çevirinin- ve “Aydınlık” şürekasının sahtekarlık yaptığıdır. Bunların “Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı” başlıklı kitap dizisinde de sahtekarlık yaptığına emin ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde “Ermeni Sorunu” ve kimi çarpıtmalar! bırakmadık. Uluslararası ilişkilerimiz çerçevesinde Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısının “Ermeni Sorunu” maddesine ulaşma ve çevirisinin imkanlarını aradık. Sonunda bulduk da! Bizimle dayanışmasını pratik olarak Ansiklopedi’deki bu maddeyi Almanca’ya çevirerek gösteren ve böylece bize Türkçe’ye çevirme imkanı sağlayan Alman kökenli kadın arkadaşa çok teşekkür ediyoruz. Kendisi hakkında başka bir bilgi verip veremeyeceğimizi sorduk ama herhangi bir yanıt gelmediğinden daha fazla bilgi verme durumunda değiliz. Sözkonusu bu çeviriyi dergimizin 157. sayısında (sayfa 13-19) yayınladık. Böylece devrimci kamuoyuna ve okurlarımıza da Ansiklopedi’nin 1926’daki baskısını karşılaştırma imkanını sunduk. Biz bu araştırma çerçevesinde farklı çevirileri de karşılaştırdık ve karşımıza çeviriler bağlamında şöyle bir tablo çıktı: 1) 147. sayımızdaki karşılaştırmada, “www.ortakyasam.org” sitesinden aldığımız ve “Mahmut AYAZ ve Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV (ORTAK YAŞAM PORTALI)” tarafından çevrildiği belirtilen çeviri. 2) Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan “Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu, Tahliller – Belgeler – Kararlar” adlı kitaptaki çeviri. 3) Mehmet Perinçek tarafından derlenen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan “Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi” adlı kitaptaki çeviri. Sözkonusu derlemedeki çevirinin Mehmet Perinçek ve Arif Acaloğlu tarafından yapıldığı belirtilmektedir. (bkz. adı geçen kitap sayfa 23) 4) Sovyet Ansiklopedisi’nin bu bölümünün Bakü1990 tarihli yeniden basımından F. Akhundov’un Rusça’dan İngilizce’ye ve İsmet Tekerek’in de İngilizce’den Türkçe’ye yaptığı çeviri. Bu çeviri için “www.e-hayalet.net” adresinde bakılabilir. 5) Dergimizde yayınladığımız kendi çevirimiz. Bunlar dışında başkasının çevirisi var mı diye özel bir araştırma yapmayı da gereksiz bulduk. Bu beş çevirinin ilk üçü bir, son ikisi de bir çeviri olarak birbirinden ayrılabilir. Dördüncü sırada saydığımız İsmet Tekerek tarafından yapılan çeviri, kullanılan dil, cümle kuruluşları farklı olsa da, birbirinden bağımsız çevrilse de, dergimizde yayınladığımız çeviri ile genelde aynıdır. Bu nedenle de son cümleyi, Rusça’dan Almanca’ya çeviren arkadaşın gözden kaçırmış olma olasılığını hesaplayarak kendi çevirimize ekledik. 11 ✌ ÇARPITMALAR, SAHTEKARLIKLAR! 12 Karşılaştırmayı, Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan “Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu, Tahliller – Belgeler –Kararlar” adlı kitaptaki çeviri ile (Bunu kısaca KY olarak belirteceğiz.) kendi çevirimiz temelinde yapıyoruz. Çevirideki sahtekarlığa geçmeden önce iki noktaya dikkat çekelim. Birincisi, Kaynak Yayınları’nın bu kitabında Doğu Perinçek’in “Sovyet Belgeleriyle Emperyalizm ve Ermeni Sorunu” başlıklı (s. 1370) bir yazısı var. Bu yazıda Doğu Perinçek Sovyet Ansiklopedisi’ne değinirken şu tespiti yapmaktadır: “...Ansiklopedi’ye V. Gurko ve Krvajin adlı bilim adamlarının yazdıkları ‘Ermeni sorunu’ maddesinden alıntılarla, tarihsel gerçekler şöyle özetlenebilir:” (abç.) (s.15) Kitabın 140. sayfasını açtığınızda “V. GurkoKrvajin”in bir kişi olduğu görülür. Yani Doğu efendi bilerek “V. Gurko ve Krvajin gibi bilim adamları”ndan bahsetmekte ve bu sahtekarlıkla okuyucuya olduğundan farklı bir durum lanse etmektedir. Diğer nokta ise Sovyet Ansiklopedisi’nin bu maddesini yazan kişinin isminin yazılmasındaki karışıklıktır. Kaynak Yayınları bunu “V. Gurko-Krvajin” olarak yazıyor. Dergimizin 147. sayısında kullandığımız www.ortakyasam.org’da ise “V.Gurko-Kryajin” olarak yazılı. İsmet Tekerek’in ve bizim çeviride ise yazarın adı “V. Gurko-Krjazhin”dir. Kuşkusuz ki Rusça’dan yapılacak tercümede kimi isimlerin kullanımı ya da yazılımı farklı olabiliyor. Bu açıdan bakıl- dığında bu farklılık önemli görünmüyor. Fakat eğer siz meraklanıp da internette bu yazarı ararsanız karşınıza çıkacak olan bilgi ya da belge farklı oluyor! Kaynak Yayınları’nın kullandığı biçimiyle “V. Gurko-Krvajin” diye yazarsanız karşınıza “Aydınlıkçı”lar ve şürekasının kaynakları çıkmaktadır. Bu yüzden ismin farklı yazılımı da önemlidir. Sayfa sırasına göre baktığımızda çarpıtmalar konusunda karşımıza aşağıdaki tablo çıkmaktadır. Okurların alıntıları birbirinden rahat ayırabilmesi için çarpıtmayı italik ve doğru olanı da bold olarak yazıyoruz. “Ne var ki, Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeni çiftçilerin siyasal ve ekonomik durumları çok kötüydü.” (KY, s. 141) “Sadece Türkiye’nin doğusunda yaşayan Ermeni köylüler – gerek siyasi gerekse ekonomik olarak – kanlı baskının hüküm sürdüğü bir durumda idiler.” (YDİÇ, sayı 157, s. 13) Köylüler çiftçi olarak gösterilirken, “durumları çok kötüydü” denerek de gerçekte Ermeni köylülerin “kanlı baskının hüküm sürdüğü bir durumda” oldukları gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Bu çarpıtma basit görülebilir. Ama resmi ideolojinin Osmanlı/ Türk devletinin Ermenilere sürekli iyi davrandığı, baskı altına almadığı teranesine uygun bir tablonun sunulması gerekiyor ki, soykırımın “sözde” ve “yalan” olduğuna kitleler inandırılsın. Bu yüzden de çarpıtmaların veya aktarılmayan pasajların hemen hepsi de Ermenilere yönelik baskı ve katliamdan bahsedilen yerlerdir. Katliamlardan bahsedildiği yerlerde de Türkler değil Kürtler sözkonusudur. Sayfa 142’de Kürt feodalitesinin Doğu Anadolu’da gelişmesinin Osmanlı yönetimi tarafından anlatıldığı yerde: “Türk hükümeti, Kürt aşiretleri üzerindeki etkisini artırmak için bu sürece göz yumdu ve bu toprakları aşiret reislerinin mülkiyetine verdi. Yani Doğu Anadolu’da Kürt feodalitesinin gelişmesini sağladı. Bu süreçten sonra, Kürtler ile Ermeniler arasındaki kanlı kavgalar, kan davasına, katliamlara dönüştü.” (KY, s. 142) Burada Türk hükümetinin Kürt aşiretlerinin Ermenilere yönelik saldırılara “göz yumdu”ğu söylenirken, devletin sorumluluğu yumuşatılıyor, gerçekte ise Kürt aşiretlerinin Ermenilere karşı “kışkırtıldığı” ve “Türk hükümeti”nin, “bu süreci her tarzda teşvik etti”ği olgusunun üzeri örtülüyor. Bunun üzerini sağlam biçimde örtebilmek için de: “Bu bağlamda onların dini fanatizmini de kulla- narak, Kürtleri Ermenilere karşı her tarzda kışkırttı. Böylece önceleri münferit olaylar olan Ermenilere karşı şiddet faaliyetleri, şimdiye kadar görülmemiş bir kitlesel nitelikte vahşete dönüştü.” (YDİÇ, sayı 157, s.14) tespitinin birinci cümlesi yok gösteriliyor, ikincisi ise çarpıtılıyor. Dergimizin 147. sayısında (sayfa 40) 1870 yılına kadar Osmanlı/ Türk devletinin Ermenilere yönelik olumlu davrandığı yönlü tespiti eleştirmiştik ve 1870 yılından önceki dönemde Ermenilere yönelik baskılara dikkat çekmiştik. Bu eleştirimiz –verdiğimiz örnekler ve itirazımız doğru olsa da- eksik ve çarpıtılmış çeviriye dayandığından bu haliyle yanlıştır ve geri çekiyoruz. “Ermeni burjuvazisinin bu tutumu, Türk Hükümeti’nin 1870 yılına kadar süren olumlu yaklaşımını tersine çevirdi.” (KY, s. 142) Sözkonusu edilen olumlu tavır genelde Ermenile- larda geniş çapta oldu. ‘Büyük Ermenistan’ın temelini oluşturan çiftçilerin kırımından sonra, Ermeni burjuvazisi şansını büsbütün kaybetti ve silahlı terör eylemlerine başladı.” (KY, s. 143) Çarpıtılmamış hali ise şöyledir: “Tehlikeyi bertaraf etmenin en basit ve en gerçeğe sadık aracı Sultan Abdülhamit tarafından şu kısa formülasyon ile ifade edildi: ‘Ermenilerin işini bitirerek Ermeni sorununu halletmek.’ 1890’lı yıllarda Türk Ermenistan’ı için – dış siyasi zorluklar çıkmasın diyeadım adım ve fakat sürekli olarak uygulanan Ermeni nüfusun kökünün Kürtler tarafından kazınması siyaseti başlar. Bunun için düzensiz Kürt Süvari birlikleri olarak Hamidiye alayları – görünürde Rusya ile sınırları savunmak, aslında ise her şeyden önce Ermeni kıyımları için – kurulur. Büyük güçlerin yardımı konusunda hayal kırıklığına uğrayan ve her şeyden önce “Büyük Ermenistan”ın ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için olabiliriz. Çevirileri karşılaştırmada dergimizin 147. sayısındaki tavrımızda Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısına yönelttiğimiz eleştirilerin büyük bölümünün, esasında çevirinin çarpıtılmış olması olgusuna dayandığını tespit etme durumunda kaldık. Elimizde şimdi çarpıtılmamış çeviri var. Buna baktığımızda çevirilerin farklılığından kaynaklanan ve buna bağlı olarak Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısına yönelttiğimiz eleştirilerimizin Ansiklopedi bağlamında geçersiz ve eleştirilerin muhatabının çeviriyi çarpıtanlar olduğunu burada açıklıyoruz. Bunların somut olarak neler olduğuna aşağıda çarpıtmalara değinirken de dikkat çekeceğiz. İlk bakışta ansiklopedinin birinci ve ikinci baskısı arasındaki esas uyumsuzluk, katledilenler hakkında verilen rakamlardır. Bu da sorunun özünü değiştirmiyor! Burada Türk hükümetinin Kürt aşiretlerinin Ermenilere yönelik saldırılara “göz yumdu”ğu söylenirken, devletin sorumluluğu yumuşatılıyor, gerçekte ise Kürt aşiretlerinin Ermenilere karşı “kışkırtıldığı” ve “Türk hükümeti”nin, “bu süreci her tarzda teşvik etti”ği olgusunun üzeri örtülüyor. re yönelik değil, Ermeni burjuvazisine yöneliktir ve bunun tarihi de 1870 değil, 1877’dir (Rus-Osmanlı savaşı). Bu bir cümlelik alıntı aynı zamanda çevirinin nasıl kısaltılarak aktarıldığını da göstermektedir. Doğrusu şöyledir: “Bu pozisyon Türk hükümetinin Ermeni burjuvazisi ile ilişkisini kökten değiştirdi. Türk hükümeti 1877 Savaşına kadar Ermeni burjuvazisini takibat altında tutmadı; tersine hatta öne çıkan kimi devletsel işlevleri ona verdi.” (YDİÇ, sayı 157, s.14) Sayfa 143’te İngiltere, Rusya ve Osmanlı arasındaki hesaplar dile getirilip sonuçta İngiltere’nin Ermenileri “Türk Hükümeti’nin ‘himayesine’ verdi”ği tespit edilmektedir. Bu tespitten sonra şunlar söylenmektedir: “Ve Türkiye Ermenileri için zor günler böyle başladı. Kürtler sürekli olarak Doğu Anadolu’da Ermeniler’i katletmeye başladılar. Özellikle bu kırım, 1890’lı yıl- tabanını oluşturacağını düşledikleri köylü kitlelerin fiziksel olarak imha edilmesi olgusu karşısında ümitsizliğe düşen Ermeni burjuvazisi, bu durumda hükümet terörüne karşı silahlı mücadeleye sarıldı.” (YDİÇ, sayı 157, s.15) KY’nın alıntısında dikkat çeken üç nokta var: a) Kürtlerin devletten bağımsız, kendi başına davranarak Ermenileri katlettiği, b) Buna bağlı olarak devletin sorumluluğunun gizlenmesi ve c) Ermeni burjuvazisinin gerçekte “hükümet terörüne” karşı silahlı mücadeleye sarıldığı ve bunun da meşru olduğunun üzerinin örtülmesi. Yine sayfa 143’te “1890’lı yılların sonunda Hınçak Partisi sahneden çekiliyor ve Ermenilerin biricik partisi Taşnaksütyun oluyordu. Ermenilerin gerilla hareketine Türk Hükümetin’nin cevabı çok sert oldu.” tespiti yapılmaktadır. Dergimizin 147. sayısında bu konuda şunu söylemiştik: 13 ✌ Abdülhamit döneminden Jön Türkler dönemine geçerken: “1908’de devrim oldu, fakat Ermenilerin durumu hiç değişmedi. Ermeni siyasal çevreleri yeniden yön değiştirerek, tekrar ilk yöneldikleri Rusya’ya yöneldiler.” (KY, s. 144) tespiti yapılıyor ve bu arada 1909 katliamının anlatıldığı bölüm yok sayılıyor. “Devlet darbesi 1908’de gerçekleşti; ama bu darbe Taşnakların beklediği değişiklikleri beraberinde getirmedi: Bu yeni rejimin yönetiminde Ermenilerin durumu her halükârda hiç de iyileşmedi: 1909’da Kilikya’da 20.000’den fazla Ermeninin mağdur olduğu yeni bir katliam gerçekleşti; Jöntürk hükümeti faillere sadece hafif cezalar verdi. Bu bağlamda Ermeni siyasi çevreleri yeniden yönelimlerini değiştirdiler ve ilk dayanak noktalarına – Rusya’ya yeniden yöneldiler.” (YDİÇ, sayı 157, s.16) Sadece katliamı değil Ermenilerin Osmanlı tarafından ezildiğinin üzeri de örtülmeye çalışılmaktadır. Bunun için de: “Rus diplomatları 1913’de örgütlü Ermeni burjuvazisi ile bir anlaşma yaparlar; “ezilen Ermenilerin savunulması için” açıkça tavır alırlar ve doğu vilayetlerindeki reformların yapılmasını talep ederler.” (YDİÇ, sayı 157, s. 16) tespitindeki “ezilen Ermenilerin savunulması için açıkça tavır alırlar” bölümü yok sayılarak bu cümle şu hale dönüştürülmektedir: “1913’te Rus diplomatları, örgütlenmiş Ermeni burjuvazisiyle anlaşma yaparak, Türkiye’den Doğu vilayetlerinde reform yapmalarını talep ettiler.” (KY, s. 144) Burada da en basit halde Ermenilerin ezilen kesim olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Sözkonusu edilen reformlar için Osmanlı/ Türk hükümeti “26.01.1914’de Türk hükümeti, Almanya tarafından desteklenen ısrarlı direnişinden sonra, reformlar öngören bir anlaşmayı imzalamak zorunda kalır.” (YDİÇ, sayı 157, s. 16) Bu anlaşmaya bağlı olarak şu tespit yapılmaktadır: “Rusya’nın bu girişimi, 1. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle Ermeniler’in durumunu daha da zorlaştırdı. Oysa Ermeniler ‘Büyük Ermenistan’ sloganını unutmamışlardı. Ve Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çeteler kurmaya başladılar. Bu çeteler, açıkça Türk Hükümeti’ne karşı eylemlere geçtiler, ancak bir şey elde edemediler.” (KY, s. 144) Buradaki esas sahtekarlık, “Büyük Ermenistan” sloganının ve Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çetelerin kurulmasının tüm Ermenilere mal edilmesidir. Böylece bir kesim Ermeninin –somutta Taşnakyutyun’un (Taşnakların)- siyaseti tüm Ermenilerin siyaseti gibi gösterilmektedir. Soykırım da esasında bu yaklaşım temelinde – yani tüm Ermenilerin suçlanması temelinde- gerçekleştirilmiştir. Çarpıtılmamış çeviriye göre sözkonusu olan durum şöyledir: “Bu anlaşmadan kısa bir süre sonra patlak veren dünya savaşı zamanında, Rusya’nın bu müdahalesi ertesinde, Taşnakzutyuncular (Taşnak Partisi taraftarları ÇN) dünya savaşının başlamasıyla yeniden bir “Büyük Ermenistan” şiarından söz etmeye başladılar. Onlar bununla kalmayıp, aynı zamanda her şeyden önce askerden firar eden Türk Ermenilerden oluşan gönüllü birlikleri kurmaya geçtiler. Böylece Ermenilerin durumu çok daha karmaşıklaştı.” (YDİÇ, sayı 157, s. 16) Bu alıntıların hemen devamı soykırım dönemini anlatmaktadır. KY tarafından aktarılmayan ve yok sayılan, Ermenilerin planlı ve genel imhasını ortaya koyan tespit şöyledir: “Türk hükümeti buna, en sert zulüm ile cevap altında” tamamlandığı vb. olgular atlanarak “Bu savaş nedeniyle Ermeni ulusu”nun “Doğu Anadolu’yu “terk etmek zorunda” kaldığının söylenmesi, açıkça soykırım gerçeğinin gizlenmesi çabasıdır. Bu, o dönemde soykırım kavramının kullanılmadığı olgusu bilindiğinde ve soykırımın en belirleyici yanının “planlı ve genel imha” olduğu gözönüne alındığında, “Aydınlıkçılar” şürekasının tavrı ve çabası çok daha açık ortaya çıkmaktadır. KY’nin çevirisine göre savaşı çıkaran, “Büyük Ermenistan” sloganını unutmayan ve asker kaçaklarından gönüllü çeteler kuran ve de “Türk Hükümetine karşı eylemlere geçen “Ermeniler”in kendileri “suçludur”! “Bu savaş nedeniyle” tespiti de bu sahtekarlık için yapılmaktadır. İnce ama ustaca bir sahtekarlık! Soykırımın inkarı için her tür sahtekarlık mübahtır! KY bu sahtekarlığı yaparken rakamları değiştirmemektedir. Bu da esasında soykırımda 1,5 Milyon insanın katledildiği tespitine karşı kullanılabilecek bir rakam olduğundan dolayıdır. Rakamlar değiştirilmiyor ama “Türk Ermenistan”nın Ermenisiz kaldığı tespiti yok ediliyor. ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için 14 “Bu alıntıda göze çarpanlar arasındaki en önemli noktaların başında, Abdülhamit yönetiminin Ermenilere yönelik katliamlarının dile getirilmemesi ve sadece ‘Türk Hükümeti’nin yanıtı sert oldu’ tespitiyle sorunun geçiştirilmesi gelmektedir.” (sayfa 41) Bu eleştirimiz de haklıydı, ama eleştirinin kendisinin Sovyet Ansiklopedisi’ne değil çarpıtılmış çeviriye olduğunu, doğru çeviriye baktığımızda gördük. “Ermenilerin gerilla hareketine Türk Hükümetin’nin cevabı çok sert oldu.” (KY, s.143) diye çevirilen tek cümle doğru çeviride şöyledir: “Ayaklanma mücadelesi doğal olarak yerel mekânda durumu daha da keskinleştirdi ve Türk hükümetinin ‘kökünü kurutma politikası’ için elini rahatlattı. İngiltere Mısır’ı işgal ettikten sonra Nil Vadisi’nin fethi için Sultan Abdülhamit’ten onay alamayınca, Ermenileri ‘hatırladı’ ve onları Sultan’a karşı tehdit olarak kullanmaya çalıştı. Bu durumda Türk hükümeti ‘ihtiyat önlemleri’ almaya girişti ve Ermenilerin kitlesel olarak giderek köklerinin kurutulması aşamasına geçti. Sultan bunu alaycı bir şekilde ‘nüfusun azaltılması’ olarak adlandırdı. 1894’de hükümet Ermenilere karşı Sasun’da 24 köyün imha edildiği bir katliam örgütledi. 1896’da Anadolu’nun hemen hemen tüm bölgelerinde katliamlar vardı. 8000 kadar köy tahrip edildi, yaklaşık 50.000 insan katledildi; 100.000 kadarı ağır yaralandı; 300.000’i yerinden yurdundan edildi ve büyük bir sayısı Rusya’ya göç etti. Konstantinopel’de elçilerin müdahalesi bile 6000 Ermeninin hayatını kaybettiği bir katliama sebep oldu.” (YDİÇ, sayı 157, s.15) Bu dönemin ifade edilmesinde Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısı ile 1950 baskısı arasında özde bir fark yoktur. Farklılık yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi katledilenlerin sayısı hakkındaki verilerdir. Çarpıtmanın, sahtekarlığın değerlendirilmesi için özel bir yoruma gerek yoktur burada. Bu alıntının hemen devamındaki paragraf özetle üç cümleye dönüştürülmüş ve Osmanlı’nın katliamlarının üzerini örtmek için: “Bağdat Demiryolu imtiyazları ile uğraşan Almanya ise katliamları protesto etmemekle kalmadı, aynı zamanda hatta İmparator II. Wilhelm’in şahsında Abdulhamit’in “başkaldıran tebaa”ya karşı politikasını üstüne basa basa onayladı.” (YDİÇ, sayı 157, s.15) tespiti şöyle çevirilmektedir: “Almanya ise, o sıra, bu sorunlarda açıkça Sultan Abdülhamit’in siyasetini destekliyordu.” (KY, s. 143) Buradaki esas sahtekarlık, “Büyük Ermenistan” sloganının ve Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çetelerin kurulmasının tüm Ermenilere mal edilmesidir. Böylece bir kesim Ermeninin –somutta Taşnakyutyun’un (Taşnakların)- siyaseti tüm Ermenilerin siyaseti gibi gösterilmektedir. verdi. Rus askeri birlikleri Türk cephesinde başarı kazandıklarında ise Türk hükümeti Ermenilerin planlı ve genel imhasına girişti. Bu, güvenilmez Ermeni nüfusun savaş çatışmalarının sürdüğü bölgeden Mezopotamya’ya tehcir edilmesi (göç ettirilmesi ÇN) örtüsü altında tamamlandı. Gerçekte pratikte olan ise örgütlü, olağanüstü derecede vahşi bir kırımdı.” (YDİÇ, sayı 157, s.?) KY yukarıdaki alıntının devamında çeviriyi şöyle sürdürmektedir: “Bu savaş nedeniyle Ermeni ulusu, Doğu Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı. Bu savaşta 300 bin kişi öldürüldü. 300 bin kişi Mezopotamya yollarında öldü. 200 bin kişi Rusya’ya kaçtı, 400 bin kişi ise İslamı kabul etti.” (KY, s.144) “Türk hükümeti”nin “Ermenilerin planlı ve genel imhasına girişti”ği ve bunun “tehcir edilmesi örtüsü “Sonuçta yaklaşık 300.000 kişi katledildi, bir o kadarı da Mezopotamya yolunda yaşamını yitirdi; 200.000’i Rusya’ya kaçtı ve yaklaşık 400.000’i İslam dinine geçerek hayatlarını kurtardılar. Bu korkunç vahşetten sonra Türk Ermenistan’ı pratikte Ermenisiz bir hale geldi.” (YDİÇ, sayı 157, s. 16) Sayfa 145’te Ekim Devrimi’nden sonra Transkafkasya’daki gelişmeler anlatılırken yapılan çeviri şöyledir: “1917 Ekim Devrimi’nden sonra üç cumhuriyeti birleştiren Transkafkasya Birliği kuruldu. Yeniden Ermeni-Türk çatışmaları başladı. Bu çatışmaların sonunda, Transkafkasya Birliği dağılıp üç cumhuriyetin ortaya çıkmasından sonra, Ermenistan, Konstantinapolis Anlaşması’nın ardından, 1918 yılının Haziran ayında Türkiye’nin tüm taleplerini kabul etmişti.” (KY, s. 145) Çarpıtılmamış hali ise şöyledir: 15 ✌ Fransa’nın tavrı aktarılmaktadır. Sabrınıza sığınarak bu alıntıyı da karşılaştıralım: “Aynı işi Fransızlar 1919’da işgal ettikleri Kilikya’da yaşayan Ermenilere yaptılar. Fransızlar Ermeniler’e işgal ettikleri topraklarda devlet kurdurmak vaadinde bulunmuşlardı. Bu vaatle Ermeniler, Kilikya’da yaşayan Müslüman nüfusa karşı harekete geçtiler. Ankara Hükümeti 1920’de Kilikya’ya daimi ordu gönderdi ve bu ordular Fransızları deniz kıyısına kadar sıkıştırdı. Bunun sonucunda Fransızlar Türkiye’yle barış görüşmelerine başladılar. 1921’de Fransa Türkiye’yle barış anlaşması yaptı. Bu anlaşmaya göre, Fransızlar Kilikya’dan vazgeçtiler. Ermeniler tekrar yalnız kaldılar. Sonuçta Kilikya’yı terk ettiler; Suriye’ye, Kıbrıs’a, Mısır’a kaçtılar.” (KY, s. 146-147) Ermenilere yönelik “katliamlar”ın 1921’deki TürkFransız anlaşması sonrasında da sürdüğünün bilince çıkarılması, soykırımın değişik biçimlerde ne zamana kadar sürdürüldüğü tartışması için önemlidir. 16 sayı 157, s. 17) Burada Türklerin fetihçi olduğu, bunun için “uygun anı” beklediği ve “Ermenistan”ın “Türk askeri birliklerinin keyfiliğine terk” edildiği olguları, soykırım tarışmaları bağlamında önemli olduğundan ve resmi ideolojinin inkarcı yaklaşımına ters geldiğinden “Aydınlıkçılar” bunu kamuoyundan gizlemeye çalışıyor. Bu yaklaşım temelinde aşağıdaki pasaj da yok sayılanlar içinde yerini almaktadır: “Taşnakçı Çetniklerin (çetelerin) üslerinin bulunduğu Karabağ’daki çatışma çok şiddetliydi: Karabağ’lı Ermenileri tamamıyla imha edilmekten sadece Mussavatçı iktidarın alaşağı olması ve 27.04.1920’de Bakü’nün Sovyetleştirilmesi kurtardı.” (YDİÇ, sayı 157, s. 17) Bunun yerinde sadece “Asıl şiddetli savaş, Karabağ’da sürüyordu” (KY, s. 146) tespiti yapılmaktadır. Devamında Milletler Cemiyeti’nin ve ABD başkanı Wilson’ın tavırları, gelişmeler aktarıldıktan sonra Bu alıntıyı şimdi aktaracağımız çarpıtılmamış çeviriyle karşılaştırıp neyin KY’nin çevirisinde olmadığını bulmayı siz okurlarımıza bırakıyoruz: “Fransız hükümeti, kendileri tarafından 1919’da işgal edilen Kilikya Ermenilerine aynısını yaptı. Bu verimli alan 11. – 14. yüzyıllar arasında küçük Ermeni Çarlık İmparatorluğunu oluşturuyordu ve Ermeni nüfusun çekirdeği (nüfusun yaklaşık % 33’ü) bu alanda yaşıyordu. 1915 kıyımlarından sonra ilticacı akımın da hızla artmasıyla nüfus daha da çoğalmıştı. Türk milliyetçilerin Fransızlara karşı savaş çatışmaları başladığında, Fransızlar Ermenilere kendi himayeleri altında bağımsız bir Ermenistan devleti vaat ettiler ve onları baş kaldıran Müslüman nüfusa karşı cezalandırma eylemleriyle görevlendirdiler. 1920’de Ankara hükümeti, düzenli askeri birliklerini Kilikya’ya yolladı. Fransızlar deniz yönüne geri çekilmeye zorlandı ve bir dizi Ermeni köyleri darmadağın edildi, yaklaşık 16.000 Ermeni katledildi. Ümitsizliğe itilen Ermeni nüfusu, verilen sözler temelinde Fransa’nın himayesinde bağımsız bir cumhuriyet ilan etti; hükümet organları ve yaklaşık 10.000 kişilik bir “Ermeni kendini savunma lejyonu” kurdu. Bir dizi askeri çatışmadan sonra Fransızlar deniz yoluyla bu kez sonal olarak kaçtılar ve Türkiye ile barış görüşmelerine giriştiler. Kendi kaderlerine terk edilen Ermeniler kendi kalelerinde (Hadzina ve Zeytuna) Türkler tarafından kuşatıldılar ve inatçı direnişten sonra tamamen imha edildiler. Onlardan 20.000’i yaşamlarını yitirdiler. 1921’de Fransa Türkiye ile barış anlaşması yaptı; buna göre onlar (Fransızlar – ÇN) Kilikya’dan vazgeçmeye karar verdiler. Bundan sonra ancak müttefiklerin Konstantinopel’i nihai olarak alma tehdidi ile son bulan Ermeni katliamları yeniden başladı. Ermeni nüfusun ancak salt acınacak geride kalanları Suriye’ye, Kıbrıs’a ve Mısır’a kaçtılar.” (YDİÇ, sayı 157, s. 17-18) Ermenilere yönelik “katliamlar”ın 1921’deki TürkFransız anlaşması sonrasında da sürdüğünün bilince çıkarılması, soykırımın değişik biçimlerde ne zamana kadar sürdürüldüğü tartışması için önemlidir. Taşnaklar yönetiminde Müslüman nüfusa karşı gerçekleştirilen katliam(lar)a “Türkler”in yanıtı anlatılırken de (sayfa 147) “Türkler yolları üzerindeki bütün Ermeni nüfusu istisnasız imha ettiler” (YDİÇ, sayı 157, s. 18) tespiti, çeviride yok edilmiştir. KY çevirisi “Batı Avrupa emperyalistleri tarafından Lozan Konferansı’nda Ermeni sorunu yeniden gündeme getirildi, ancak başarılı olamadılar.” (KY, s. 147) dendiği yerde bitiyor. Böylece devamındaki bölümün tümü yok sayılıyor. Aktarılmayan yerde gerçekten Lozan’dan bahsedilmektedir. Ama yine de kendilerinin ifadesini çeviri olarak okurlara sunmaları sahtekarlıktır. Sözkonusu aktarılmayan ve bu sorunun Lozan gündeminden düştüğü belirtilen yerin devamında, Lozan Konferansı ertesindeki durum şöyle ifade edilmektedir: “Ve akabindeki sürede Batı Avrupalı güçler Ermeni nüfusun son geride kalanlarının Kilikya’ya komşu (Mardin, Antep, Urfa ve diğerleri) bölgelerde nasıl imha edilip defedildiklerine tam bir serinkanlılıkla şahit oldular.” (YDİÇ, sayı 157, s. 19) KY’nin çevirisinde aktarılmayan bölümde, özellikle Sovyet Rusya’nın o dönemdeki tavrını özetleyen şu paragrafla karşılaştırmamızı sonlandıralım: “Ermenilere tek gerçek yardımı Sovyet Rusya gösterdi. 27.01.1923’de Çiçerin yoldaş, Rusya ve Ukrayna hükümetlerinin sınırın öteki tarafında bulunan büyük bir sayıdaki Ermeni mültecilerini kendi topraklarında yerleştirmek niyetinde olduklarını Lozan Konferansı’na bildirdi. Çiçerin yoldaş, Sovyet delegasyonunun tartışmadan dışlandığından Ermeni sorununun bu konferansta lâyık bir tarzda çözülebilmesinin uygun olmadığı üzerine bütünüyle haklı olarak dikkat çekti. Çiçerin’in mektubu hududun öte tarafındaki Ermeni çevrelerinde son derece canlı bir yankı buldu: Bir dizi siyasi ve hayırsever dernek ve partiler Sovyet hükümetine şükranlarını ifade ettiler ve Rus önerisinin gerçekleşmesi için kendi planlarını bildirdiler.” (YDİÇ, sayı 157, s. 19) Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nde “Ermeni Sorunu” maddesinin karşılaştırılması tartışmasında okurlarımızın dergimizin 147. sayısındaki yazımıza bakmaları ve “Dikkat edilmesi gereken kimi noktalar” ara başlıklı bölümde dikkat çekilen noktaları gözönüne almalarını tavsiye ediyoruz. Bu karşılaştırma temelinde varsa eleştiri ve önerilerinizi yazılı olarak iletmenizi, tartışmaya katkıda bulunmanızı bekliyoruz. Bu tartışma en azından iki açıdan önemlidir: Birincisi, soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğu olgusunu reddetmek için Sovyetler Birliği’nin tavrının kullanılmasına karşı mücadele vermek için; ikincisi ise milliyetçi ve sosyalizm karşıtı tavırlar temelinde kimi Ermeni kesimlerin genel olarak Sovyetler Birliği’nde “soykırım hakkında konuşmanın yasaklandığı” yönlü eleştirilere yanıt verebilmek, milliyetçi yaklaşımlarla mücadele etmek ve eğer yapılan bir yanlış varsa bunu ortaya çıkarıp düzeltmek için. Sosyalizm için mücadelede tüm konularda olduğu gibi bu konuda da daha yapılacak çok işimiz var! Bu konuda mücadelemizin merkezine egemenlerin soykırımı inkar ve Ermenilere karşı düşmanlığı körüklemeye, Türk şovenizmine karşı mücadeleyi koyarken, kimi Ermenilerin Sovyetler Birliği’ne milliyetçi temelde getirdiği eleştirilere karşı da tavır takınma görevine sahip olduğumuzu bilinçte tutmamız gerekiyor. Ansiklopedinin bu karşılaştırması esasında Kaynak Yayınları’nın “Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı” dizisi ile de uğraşmanın bir ön adımıdır. Bu örnek bize yapılan çevirilerde çarpıtmalar yapıldığını, sözkonusu kitapların da –özellikle soykırımın tarihi gerçeklik olduğunu gösteren yerlerin, tespitlerin- çarpıtıldığından yola çıkılması gerektiğini göstermektedir. Bu konuda da eleştiri ve önerilerinizi, katkılarınızı bekliyoruz. 24 Haziran 2012 ✓ ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için “Ekim Devrimi’nden sonra Osakom yerine devlet organı haline gelen Trans Kafkasya Seymi (meclisi), doğal olarak uygun anı toprak fetihleri için kullanmak isteyen Türklerin saldırılarına karşı, Trans Kafkasya cephesinin korunmasının tüm yükünü pratikte Ermenistan’ın üzerine yıktı. Ermenistan’ın sınırda yaşayan nüfusu - özellikle Kars ve Erivan ve de Azerbaycan bölgelerindeki Ermeni nüfusu - askeri birliklerin tekrarlanan saldırılarında ağır kayıplara uğradı. 1918’de Trans Kafkasya’nın Gürcü, Azerbaycan ve Ermeni Cumhuriyetleri şeklinde üç devlet bünyesine parçalanması sırasında, Ermenistan Türk askeri birliklerinin keyfiliğine terk edilmişti ve Haziran 1918’de Konstantinopel anlaşmasıyla Türkiye’nin tüm taleplerini kabul etmeye zorlanmıştı.” (YDİÇ, 17 Yürüyen kürtaj tartışması ile ilgili Evrim Solmaz arkadaşımızın “Kürtaj haktırYasaklanamaz!” başlıklı yazısını yayınlıyoruz. Yazıyı genel itibari ile doğru bulmak ile birlikte Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirildiği yerde, yapılan değerlendirmenin bugüne kadar savunduğumuz değerlendirme ile çeliştiğini düşünüyoruz. Okurlarımıza Evrim Solmaz arkadaşımızın değerlendirmesi ile “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt 1”, kitabında “Sovyet devletinin sosyalist nüfus politikası” bölümü, sf. 356 ve devamında yapılan değerlendirmeyi karşılaştırmalarını öneriyoruz. Konu hakkında değerlendirmemizi gelecek sayımızda yayınlayacağız. Okurlarımızı da konu hakkında tartışmaya katılmaya çağırıyoruz. YDİ ÇAĞRI B 18 aşbakan Erdoğan’ın verdiği startla Türkiye toplumu kürtajı tartışıyor. Daha doğrusu kürtajla birlikte onunla alakalı-alakasız ne kadar konu varsa hepsi iç içe tartışılıyor. Bu arada da muhafazakar, sosyal-demokrat, milliyetçi, dinci ve daha hangi renkten ve etiketten olursa olsun binlerce yıllık erkek egemen ideolojinin en köhne, en basmakalıp anlayış ve önyargıları (en unutulmuşları bile) çıkarılıp yeniden kullanılıyor. Çıkarılmak istenen yasanın ne olduğu, hangi yasak ve sınırlamaları beraberinde getireceğini henüz bilmiyoruz. Fakat Başbakan’ın “her kürtaj bir cinayettir!” açıklamasıyla, getirilmek istenen yasanın rengi belli olmuş, bunun her ihtimalde kürtaj hakkına bir saldırı olacağı, yeni sınırlama ve darlaştırmalar getireceği anlaşılmıştır. Hele hele, hükümetin bazı sözcülerinin açıklamalarında dile geldiği gibi, kürtaja ancak gebeliğin 4. haftasına kadar izin verilebileceği yönündeki düşünceler gerçekten yasalaşırsa, bu kürtajın bilfiil yasaklanması anlamına gelecektir. (Andaki 10 hafta sınırını 8 haftaya indirme de gündemde...) Kaldı ki, çıkarılmak istenen yasayla olsa olsa kür- Gebeliğin bu ilk on haftası içinde kürtaj yaptırmak isteyen kadının herhangi bir gerekçe, rapor vb. gösterme zorunluluğu olmaksızın salt isteğini belirtmesi yeterli olmaktadır. Fakat, vazgeçilmez bir koşul olarak kürtaj, evli kadınlarda kocasının ve 18 yaşından küçüklerde anne-babanın rızası aranmaktadır. Ki, bu uygulama, özelde kocalarından ayrılma sürecinde olan kadınları ve ailenin ve çevresinin tepkilerinden, şiddet ve dışlanmadan korkan reşit olmayan kadınları daha da mağdur etmektedir. veren “Aile planlaması programları” uygulamalarının yanı sıra, 1965 yılında 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ve buna bağlı yönetmelikle birlikte kürtajı, “ırk aleyhine işlenmiş bir suç” olmaktan çıkartmış ve annenin yaşamının tehlikede olduğu hangi durumlarda kürtaja başvurulabileceğini bir listeyle belirlemiştir. Üçüncü dönem: Bunu daha sonraları, 1983 yılındaki yasal düzenlemeyle kürtajın kısmen serbest bırakıldığı dönem izlemektedir. Günümüze kadar yürürlükte olan söz konusu yasa ve yönetmeliklerle kürtaj, TC tarihinde ilk kez tıbbi zorunluluk aranmaksızın gebeliğin ilk on haftası içinde serbest bırakılmıştır. (Kürtajın kısmen serbest olduğu ülkelerde bu süre genellikle 12 ile 14 hafta olarak belirlenmiştir.) Bunun ötesinde yasal düzenlemede kadının tecavüz yoluyla gebe bırakıldığı durumlarda 20. haftaya dek gebeliğin sonlandırılmasının yolu açık bırakılmıştır. (1) yeni kadın dünyası yeni kadın dünyası Kürtaj haktır Yasaklanamaz! biçimdeki kesin kürtaj yasağı 1965 yılına kadar uygulamada kalmıştır. İkinci dönem: 1960’lı yıllardan bu yana dünya çapında “gelişmekte olan ülkelerde” (siz emperyalizme bağımlı ülkeler diye okuyun!) nüfusun azaltılması nüfus politikasında baş hedef haline gelmiş ve IMF ve Dünya Bankası bağımlı ülkelere kredi verirken şartlardan biri olarak çokça “Aile Planlaması Programları”nın uygulanmasını dayatmıştır. Bu sürece uygun olarak T.C. de, doğum kontrolüne öncelik taja yeni sınırlama ve darlaştırmalar getirilecektir diyoruz, çünkü andaki kürtaj yasası da, örneğin evli kadınların kürtaj için kocasının iznini ve imzasını almasını buyuran erkek egemen zihniyet üzerinde yükselmektedir. TC tarihinde kürtaj TC’nin kuruluşundan bu yana kürtaj ile ilgili yasalar üç ayrı dönemde kürtajın yasak olduğu bir durumdan şu andaki, gebeliğin ilk on haftası içinde kürtajın kısmen serbest olduğu duruma evrimlenmiştir. Birinci dönem: Nüfus artışının hedeflendiği TC’nin ilk kurulduğu yıllarda gebeliğin sonlandırılması (düşük/kürtaj) hangi nedenle ve yöntemle olursa olsun kesinlikle yasaklanıyordu. Konulan yasak salt düşükle sınırlı kalmıyor, gebeliği önleyici tedbirler de yasaklanıyordu. “Çocuk yapmaya mani fiil ve hareketlerin işlenmesi için propaganda yapılması” da eski TCK’nın yasaklarındandı. Genç TC devletinin nüfusu artırma azmi bilindiği üzere marşlara dahi yansıyordu: “Çıktık açık alınla, 10 yılda 15 Milyon...”) Bu Kürtaj bir haktır - Yasaklanamaz! Kürtaj, erkek egemen dünyada kadınların özlük haklarına ve bedenlerine yönelik en vahşisinden en incesine dek saldırılara karşı, kadınları bir parça olsun korumaya yarayan bir haktır! Bu hak, içinde yaşadığı erkek egemen toplumdan dolayı, bir canlıyı dünyaya getirmeye psikolojik-tıbbi, ekonomik ve sosyal nedenlerle hazır olmayan bir kadının elindeki son çıkış noktası anlamına gelen bir 19 Kadınlar neden kürtaja başvurur? 20 En yaygın nedenlere bir bakalım: -Kadının yeterli sayıda çocuğu vardır (1, 2, 3, ya da 5, 6, 9..vs..kaç çocuğun yeter çocuk sayısı olarak görüldüğü her kadının kendi koşullarına ve yaşam anlayışına göre değişir) ve bir çocuğu daha kaldıracak ne bünyesi ne de (aile) bütçesi vardır. -Çalışan kadındır, yaşamak için çalışmak zorundadır, yeterli sayıda çocuğu vardır (ya da yoktur). Çocuk bakımını örgütleyecek ne maddi gücü ne de sosyal çevresi vardır. - Meslek hayatını önemseyen kadındır, annelik ilk tercihi değildir. Annelik nedeniyle mesleğinden uzak kalmak istemiyordur. Çocuk andaki yaşam planına uygun değildir. - Kadın evli değildir ve gebe kalmıştır. Bu gebelik hem kendisi ve hem de ailesi açısından bir felaket anlamına gelecektir. - Kadın çocuk sahibi olmak istese de kocası, nişanlısı, sevgilisi kesinlikle çocuk istemediğini açıklamakta, çocuğu doğurursa terk edileceği tehdidini savurmaktadır. Kadın tercihini çocuktan yana yapmayı göze alabilecek durumda değildir. (ilişkide bağımlılık) - Çocuk sahibi olmak istemediği konusunda kararlı olmasına karşın, kocası, nişanlısı, sevgilisi, yaşam arkadaşı kadının gebe kalma korku ve çekincesini hiçe saydığı ve kadın istemediği halde onu kendi zevkini tatmin için sevişmeye “ikna” ettiği, hatta zorladığı için gebe kalmıştır. - Kadın mutsuz ve şiddet dolu bir evlilik içindedir (ki, bunun ülkelerimizdeki yaygınlığı ortadadır). Bu evlilikten kendi canını ve çocuklarını kurtarmak peşindedir. Erkek kadının özgürleşme adımını bilinçli olarak engellemek için kadını zor kullanarak gebe bırakmıştır. Kadının canını ve dünyaya getirmiş olduğu çocukların canını kurtarma kaygısı vardır. Gebelik bu şartlarda onun için yeni bir felaket anlamına gelmektedir. - Kadın tecavüze uğramış, kendi arzusu ve iradesi dışında gebe kalmıştır - ki bu yabancı bir erkeğin saldırısına uğramak şeklinde olabilir, ama birlikte yaşanılan kocanın ya da sevgilinin tecavüzü şeklinde de olabilir. - Bunun ötesinde kadının sağlığı olduğu kadar ceninin sağlığı da(genetik anomalinin söz konusu olması vs.) gebeliğin sonlandırılmasının nedenleri olabilmektedir. - Psiko ve sosyal gerekçelerle kürtajı yasaklayan ya da istisnalar çerçevesinde ele alan bir çok ülkede dahi, “tıbbi nedenler”le kürtaja sınırlı izin verilmiştir Bu anlamda çıkartılmak istenen yeni yasada da büyük ihtimalle buna yer verilecektir. Burada önemli olan “tıbbi nedenler”in kapsamının hangi darlıkta ya da genişlikte tutulduğudur. Bunlar, kadınların kürtaja başvurmasında rol oynayan en yaygın psiko-sosyal, ekonomik ve tıbbi nedenlerdir ve şüphesiz bunlara daha başkalarını da eklemek mümkündür. Ve bunların yalnızca bir tanesi söz konusu olabileceği gibi, birden fazla nedenin iç içe olması durumu da söz konusu olabilir. Şurası çok açıktır: İstenmeyen gebeliklerin yükünü esasta çekenler kadınlar olmaktadır. Dünyaya gelen çocukların bakımı, sağlıklı gelişme için vazgeçilmez olan sevgi ve ilgiden iyi bir eğitime dek ihtiyaçlarının karşılanması ailelere ve özelde de kadınların sırtına yüklenmiş durumdadır. Kürtajın yasaklanması ya da sadece tıbbi zorunluluk ve tecavüz gerekçeleriyle sınırlandırılması, özelde kadınların bütün sorunlarıyla yalnız bırakılması ve dahası, onları istemedikleri gebeliklerden kurtulmak için sağlıksız koşullardaki kürtaja yöneltmek anlamına gelir. Yasakların kürtajı engellemediği, tam tersine sadece ve sadece sağlıksız-güvensiz koşullarda kürtaja yönelterek kadın sağlığını tehdit ettiği, kadın ölümlerine yol açtığı dünya tarihinin şimdiye kadarki bütün deneyimleriyle kanıtlıdır. Sağlıksız koşullarda yapılan düşükler nedeniyle her yıl dünya çapında onbinlerce kadın hayatını kaybetmektedir. Ve bütün dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de kürtaj yasağından en olumsuz etkilenenler işçi ve emekçi kadınlar olacaktır. Varlıklı sınıflardan kadınlar istenmeyen gebeliklerden kurtulmanın yollarını bulabilmekte ve örneğin yurtdışında kürtaj yaptırma yoluna başvurabilmektedir. Bu yolların kapalı olduğu ezilen kadınlara ise ilkel ve güvensiz koşullarda kendi sağlıklarını tehdit eden yöntemlere başvurma yolu kalmaktadır. Bu anlamda, eğer ille Başbakanın seviyesinde konuşmak gerekiyorsa, o zaman kürtaj değil ama, esas kadın ölümlerine yol açacak olan kürtaj yasağı cinayettir. Kürtaj yasağı gerekçelendirilmeye çalışılırken sıkça kürtajın doğum kontrol yöntemi olmadığı ileri sürülmektedir. Evet kürtaj doğum kontrol aracı değil, istenmeyen gebeliğin sonlandırılmasının aracıdır. İstenmeyen gebelikleri engellemek için en baştan kullanılması mümkün ve gerekli olan belli sayıda doğum kontrol aracı vardır ve bunların kullanımının yaygınlaştırılması mutlak gerekliliktir. Ne var ki, Türkiye’de birincisi doğum kontrol araçları hakkındaki bilgi ve bunlara ücretsiz ve kolayca erişilmesi söz konusu değildir. Ve ikincisi doğum kontrolünün sorumluluğu, yöntemlerin çoğunun kadına yönelik olması bağlamında da esasta kadına yüklenmiştir. Fakat bundan da vahimi ülkelerimizde var olan bu doğum kontrol araçlarının dahi tanınıp kullanılmaması, bunun yerine hala daha en yaygın “yöntem” olarak “geri çekme”nin rağbet görmesi söz konusudur. Gerçek durumun bu olduğu yerde “kürtaj cinayettir” vb. şeklinde kadınların suçlanması ve “faturanın” tek taraflı olarak kadına çıkartılması açık bir ayrımcılık ve en kabasından erkek şovenizmidir. Dert eğer gerçekten de kürtajın bir nevi doğum kontrol yöntemi gibi kullanılmasının engellenmesi olsa, o zaman yapılması gereken şey açıktır: Kadınların ve erkeklerin doğum kontrol yöntemleri konusunda aydınlatılması, özellikle erkeklerin sorumluluklarında bilinçlendirilmesi, ücretsiz doğum kontrol araçlarına ulaşmanın sağlanması vs. Ancak derdin bu olmadığını zaten Başbakan “üç çocuk istiyorum” diyerek açıklamıştır. Kaygısı yaşam hakkıymış!... Hadi oradan! Başbakan diyor ki: “Biz yaşam hakkından hareket ediyoruz. Bir vücutta cenin öldürüldüğünde ha yaşam halinde öldürülen ha orada. Bizim için aynıdır. Bunu öldürme hakkına kimse sahip değil. Bu tür olaylar insan sağlığını tehdit eden yollardır, bu oyunu da bozacağız.” Başbakanın bu türden açıklamalarının hiçbir inandırıcılığı olmadığı apaçıktır. Bu ülkede nerdeyse her gün kadın cinayeti işleniyor, kar hırsından doğan açık ihmalkarlık sonucu iş kazalarında işçiler yaşamını kaybediyor, Uludere’de olduğu gibi devlet eliyle katliamlar gerçekleştiriliyor. Sefalet içinde her gün var olmakla yok olmak arasında gidip gelen sayısız yoksul çocuğun kaderi de cabası. Bütün bunlar her gün gözümüzün önünde cereyan ederken, birilerinin kalkıp “yaşam hakkı”ndan dem vurması düpedüz ikiyüzlülüktür. Ne Başbakanın ve AKP hükümetinin, ne gelmiş geçmiş TC hükümetlerinin, ne de kapitalist dünyada herhangi bir başka devletin “yaşam hakkı” ya da “insan sağlığı” kaygısı yoktur! Kapitalist dünyada istisnasız bütün devletler kürtaj hakkını yasaklar ya da kısmen serbest bırakırken gözettikleri yegane şey sermayenin ihtiyacının karşılanmasıdır ve buna uygun nüfus politikasıdır. Başbakan ve AKP hükümeti açısından da söz konusu olan budur. İktidarını sağlamlaştıran AKP hükümeti sermayenin gelişmesinin önündeki engellerin bir bir kaldırılmasını sağladıkça kapitalizm coştu. Buradan aldığı güçle AKP ve Başbakan Erdoğan da coştu. Kendilerini “Yeni Osmanlı”, “Büyük güç” olma hayallerine kaptırdılar. Öyle ki, her gün yeni bir vizyon sunmak ve ileriye yönelik büyük yatırımlar yapmak bunların yeni sporları oldu. Niyetlerini saklamıyorlar da... Başbakan “üç çocuk istiyorum” diyor! -Olur, emredersiniz Başbakanım. Siz savaşlara süresiniz ve ezilenlerin sırtından zenginleşesiniz diye doğuralım! Öyle mi? “Allah rızkını verir” nasıl olsa, öyle mi? Zaten biz kadınlar da kuluçka makinesiyiz, öyle mi? Doğur dersiniz doğururuz, doğurma dersiniz çilemizi çekeriz, öyle mi? Başbakanın kadına bakış açısı, erkek egemen TC devletinin kadına biçtiği rol işte böyle oluyor!!!! yeni kadın dünyası yeni kadın dünyası haktır! Bu hak, kadınları kürtaj yapmaya sürükleyen neden ve koşullardan doğmaktadır ve bu neden ve koşullar ortadan kalkmadığı sürece bu hak savunulmak zorundadır! Kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıklarını kontrol etme hakları vardır. Kadınların bu hakkı ülkelerimizde küçük yaşta evlendirme, berdel, kumalık, zorla evlendirme, koca şiddeti ve tecavüzle madden gasp edilmiş durumdadır. Ve devamen genel olarak kadınların ekonomik ve sosyal bağımlılıkları onları bu haklarını özgürce kullanmaktan alıkoymaktadır. Özellikle kırsal alanda, taşrada ve büyük kentlerin yoksul mahallelerinde yaşayan kadınların modern doğum kontrol yöntemleri hakkında bilinci ve bunlara ulaşması oldukça sınırlıdır. Ülkelerimizde yoksulluk, bilinçsizlik ve erkek egemenliği üçgenine hapsolmuş olan kadınların doğurganlıklarını kontrol etme olanağı da ellerinden alınmıştır. Din ve kürtaj Erkek egemenliğinin ortaya çıkışından bu yana, iktidar hırsı, miras hakkı ve yayılmacılık emelleriyle soyun sürdürülmesi kaygılarıyla kadının cinselliği ve doğurganlığının kontrolünü erkekler tekellerinde tutmaya çabalıyorlar. Bütün özel mülkiyet toplumlarında bu böyle olagelmiştir ve günümüzün emperyalist-kapitalist dünyasında egemen olan da budur. Ve yine tarihten bugüne bütün dinler kadının cinselliğinin ve doğurganlığının kontrolünde erkek egemen 21 Nüfus politikaları, kadının doğurganlığı ve kürtaj 22 Emperyalist-kapitalist dünyada nüfus politikalarının merkezinde insan yaşamı değil, aşırı kar hırsı ve dünya hegemonyası için dalaş durmaktadır. Bu böyle olduğu sürece devletlerin nüfus politikasının içeriği, bu ister nüfusun azaltılması isterse çoğaltılması yönünde olsun, tümüyle gericidir, yayılmacıdır, militaristtir! Bu dünya aynı zamanda mutlak erkek egemenliğinin olduğu, kadınların yaşamları hakkında erkeklerin karar aldıkları bir dünyadır! Böyle olduğu için de kadınların cinselliğinin ve doğurganlığının kürtaj yasağı gibi “yasal” düzenlemeler üzerinden kontrol edilmeye çalışılması erkek egemenliğinin katmerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bütün dünyada ezilenlerin ve özelde de ezilen kadın kitlelerinin emperyalist-kapitalist nüfus politikalarına karşı mücadele etme zorunluluğu vardır. Hiçbir erkeğin ve hiçbir devletin kadınları doğurmaya zorlama hakkı yoktur! Doğurganlık kadınların doğadan gelen bir özelliğidir ve “yaşamdan yana” olanların öncelikle buna gerçekten saygı duymayı öğrenmeleri gerekir. Saygı duymadan anladığımız içi boş “annelerin ayağının aldı öpülür.” lafları değildir. “Yaşamdan yana” olmak öncelikle kadınların doğurma ya da doğurmama tercihlerinin kabulüdür, yoksa “Üç çocuk istiyorum!” türünden kabalıklar, “kadın kendini öldürsün” türünden nefret söylemleri değil. Kadınların tercihlerini doğurma yönünde kullanmasını isteyen erkekler ve devletler öncelikle bunun şartlarını yaratmakla zorunlu ve sorumludur. Bunun ise emperyalist-kapitalist devlet politikalarıyla olmayacağı açıktır. Diğer taraftan, doğurganlık kadınların doğal bir yetisidir, ancak kadınların yetenekleri ve rolleri salt doğurma ve annelikle sınırlanamaz. Hiç kimsenin bir kadını salt doğurma özelliği var diye anne olmaya zorlama ve onun rolünü salt anneliğe indirgeme hakkı yoktur. lumsallaştırıldığı, kadın-erkek eşitliğinin lafta değil, gerçekten yaşam bulduğu sosyalizmin inşasıyla diğer bir dizi kötülük gibi kürtajın da yok olup gideceği doğru öngörüsünde bulunulmuştu. Ne var ki, başında bu doğru çıkış noktasına sahip dünya tarihinin ilk sosyalist devleti, 1936 yılına ait kürtaj kararnamesiyle önceki siyasetini değiştirmiş, sosyalizmin inşasının vardığı seviye, kadın-erkek eşitliğinin vardığı seviye ve dolayısıyla sosyalist devletin kadınların sırtındaki yükleri hafifletmek için attığı adımları temel alarak eski kürtaj serbestisinin sınırlandırılmasına karar vermiştir. Kitleler önündeki tartışmalarda, sosyalizmin inşasının tüm kazanımlarına rağmen, hala çocuk bakımının yüklerinin önemli ölçüde kadınların sırtında olduğu ve kadınların istenmeyen gebeliklere zorlanamayacağı yönündeki haklı itirazlar gündeme gelmesine rağmen “kürtaj kötülüğüne karşı mücadele” adına bu kararname kabul edilmiş ve maalesef eski doğru siyasetten sapılmıştır. ‘Her devletin nüfus politikası gütme hakkı vardır’ doğru önermesinden yola çıkarak, devletin bu hakkı kürtaj yasağı ve dolayısıyla kadınların doğurganlığının baskı ve zorla kontrolü biçiminde kullanmasının yanlış olduğu ve geri teptiği Sovyetler Birliği’ndeki deneyimde kendini göstermiştir. (2) Bugün tabii ki, çok farklı bir durumun varlığı söz konusudur. Emperyalist-kapitalist devletlerin nüfus politikaları tümüyle insanlık düşmanıdır ve kökten reddedilmek zorundadır. Bunlar, özünde ezilenlerin, emekçilerin aşırı kar ve hegemonya dalaşında yok edilmesine hizmet eden nüfus politikalarıdır ve bu özellikleriyle reddedilmek zorundadır. Bir not da “sezaryen” tartışmasına... Tarihte sosyalizm deneyimi ve kürtaj Dünya tarihinde kar ve yayılmacılığı değil de, gerçekten de “yaşam hakkı”nı temel alan Sosyalizmin oldukça kısa süreli bir deneyimi vardır. Ekim Devrimiyle Sovyetler Birliği Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Komünist Partisi önderliğinde gerçekten de insan yaşamını ve kadın erkek eşitliğini temel alan bir politika ve ekonomi gündeme getirilmiştir. Sosyalist devlet, dünya tarihinde ilk olarak kürtajı yasallaştırmış, haklı olarak kürtajı ortadan kaldırmanın yolunun kürtaj yasağı değil, bu “kötülüğü” ortaya çıkaran koşulların değiştirilmesi için mücadele olduğunu ortaya koymuştur. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, çocuk bakımı ve eğitiminin top- Çıkartılacak yeni yasal düzenlemelerde “sezaryenle doğum”a ilişkin de bir takım değişiklikler yapılmak istendiği Başbakanın açıklamalarından belli olmaktadır: Başbakan diyor ki, “Sezaryen olayı bu ülkede nüfusu dondurmaya yönelik bir adımdır. Sezaryenle doğum yaptık, bir-iki çocuk olabiliyor. Böyle bir yaklaşım tarzı. Dert başka, dert money. Daha rahat doğum yapıyormuş, hayır. Oralarda daha iyi para götürüyorlar bundan. Biz bunun çalışmasını yaptık. Özel hastanede yüzde 90’a kadar sezaryenla doğum var. Türkiye ortalaması yüzde 50. Biz bu adımı da atacağız.” (Ajanslar) (radikal internet, 2.6.2012) Bu bağlamda Başbakan bilinen taktiğini uygulamakta, bir yandan gerçek neden ve niyeti açığa vu- rurken, diğer taraftan diğer tartışmalarla bağlantılı olarak desteksiz savurmaktadır. (Anda yürürlükte olan kürtaj yasasının 1983 tarihli olması nedeniyle “12 Eylül yasası” olarak göstermeye çalışması gibi...) Sezaryenle doğumun “nüfusu dondur”acağı, sezaryenle doğum yapan kadınların bir-iki doğumdan fazlasını yapamayacağı kesinlikle tıbbi-bilimsel dayanağı olmayan palavradır. Sezaryenle doğum yapan kadın, daha sonra normal doğum yapabileceği gibi tekrar sezaryenle de doğum yapabilir. Tabii ki, bunun tıbben mümkün olmadığı durumlar olabilir, ancak “sezaryenle ancak bir-iki doğum yapılabilir” gibi bir genel kural yoktur. Belirli ölçüde risk her doğumda ve cerrahi müdahalede vardır, hepsi budur. Sezaryen tartışmasının özü Başbakanın devamen söylediklerinde yatmaktadır. Devlet, sezaryenle doğumun mali külfetinden kurtulmanın yollarını aramaktadır. Yani sorun tam da Başbakanın dediği gibi “money” sorunudur. Burda da geliyoruz, en başta söylediğimize: Bütün politikalarında olduğu gibi sağlık konusunda da kaygısının merkezinde “insan” değil, “para” duran bir sistemde kadının nasıl doğuracağı üzerine haddine düşmeyen bir Başbakan ve ağzını açan herkes konuşur oluyor. Doğum sezaryenle mi olacak, yoksa hangi yoldan olacak sorusu ancak ve ancak doğuracak kadını ve ona tıbbi desteği verecek olan doktor ve ebeleri ilgilendirir. Ve tabii ki, anne ve çocuk sağlığını kaygısının merkezinde tutan bir sistemde doğumun anne ve çocuğa en az zarar verecek biçimde gerçekleşmesi yönünde karar verilir, daha da doğrusu, doğuracak kadının en doğru kararı verebilmesi için ona gerekli destek verilir. Ama tabii ki sorunun “money” olduğu kapitalizmden bu yaklaşım beklenemez. 16 Haziran 2012 ✓ yeni kadın dünyası yeni kadın dünyası devletlerin aracı olmuştur. Katolik dünyaya egemen Papa “yaşam hakkı” adına bırakalım kürtajı bir tarafa doğum kontrol araçlarının kullanılmasını dahi reddediyor. Bu öyle bir ikiyüzlülük ki, örneğin birçok Afrika ülkesinde erkeklerin, dine ve Papa’ya da dayanarak, prezervatif kullanmaya yanaşmamaları sonucu Aids hastalığının yaygınlaşması sınırlandırılamıyor. Dahası, bakire kızlarla cinsel ilişkinin AİDS hastalığını iyileştireceği şeklindeki erkek şovenisti batıl inançlarla kızlara tecavüz ediliyor ve onlara kasten AİDS hastalığı bulaştırılıyor. Din adına fetva verenlerin “Yaşam hakkı” anlayışı işte böyle bir şey. Cehalet ve yoksulluk ne kadar köklü ve yaygınsa, kitlelerin dini duygularını emperyalist-kapitalist nüfus politikaları için kullanmak da o kadar kolay oluyor. Dinin erkek egemen kapitalist devlet çıkarlarına nasıl alet edildiğini, şimdi Türkiye’de yaşıyoruz. Diyanet fetva veriyor, “kürtaj caiz değildir.” diye, Başbakan başta olmak üzere Müslümanlık adına konuşma hakkını kendinde görenler çıkıp “anneliğin kutsallığı” ve kürtajın günah olduğu üzerine ahkam kesiyorlar. Başbakan “Evet biz anne diyoruz. Annenin ayaklarının altı öpülür. Gerekli adımı atacağız.” diyor, başkaları “cennet annenin ayağının altındadır.” diye buyuruyor. Anneliğin sözüm ona “kutsallığı” üzerine sarf edilenler hiç de yeni değildir ve büyük bir sahtekarlıktır. Kadınların bir mal gibi alınıp satıldığı, her türden cinsel taciz ve tecavüze uğradığı, erkekler tarafından öldürüldüğü, namus, berdel, kumalık, zorla evlendirme, kasten intihara sürükleme gibi erkek egemenliğinin en bariz şiddetine maruz kaldığı bir ülkede, kadına saygının sıfır olduğu bir ülkede “anneliğin kutsallığı” gibi laflar erkek şovenisti propagandadır ve yegane amacı dine işaret ederek kadınlara çileli yaşamlarına katlanma telkinidir! Yaşam hakkından yana olan önce kadınların ve dünyaya gelen çocukların yaşam hakkından yana tavır almalıdır. Kürtaj yasağının buna yaramayacağı gayet açıktır. Aksi, “din” adına, “anneliğin kutsallığı” adına kadınları bir kere daha mağdur etmek ve onları gebe kaldıkları için şiddet uygulayan, karnına çıkıp tepinen kocalara teslim etmektir. Evrim Solmaz Kaynaklar: (1)TÜRK HUKUKUNDA GEBELİĞİN SONLANDIRILMASI Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programı Kadın ve Sağlık Dersi Ödevi, 23.05.2012, Ayşe Aydın Şafak (2) Bkz. Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt 1, “Sovyet Devletinin sosyalist nüfus politikası” Bölümü, sf. 356 ve devamı 23 -SURİYE - Muhalefetin tek merkezli olmaması kuşkusuz ki Esad yönetiminin bugüne kadar ayakta kalmasını olanaklı kılan noktalardan biridir. Fakat bu parçalı muhalefetin karşısında sadece Esad yönetiminin ordusu ve de polisi durmuyor. Suriye halkının önemli bir kesimi de – kimi tahminlere ya da verilere göre nüfusun %55’i- hala Esad rejiminin arkasındadır. rap Baharı” olarak da adlandırılan, kitlelerin protesto ve isyanlarının yaşandığı ülkelerdeki gelişmeler yavaş yavaş gündemin ön sıralarından düşse de, Suriye’deki gelişmeler gündemin ön sırasındaki yerini koruyor. Suriye ve Suriye’deki gelişmeler uluslararası emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin de gündemindeki önemli sorunlardan biri durumunda. Kuzey Afrika ve Ortadoğu üzerine yürüyen dalaş, Suriye somutunda kendisini açıkça göstermektedir. Bu dalaşta Türk devleti de yer almakta ve Esad yönetimine karşı silahlı mücadele yürüten, özellikle “Müslüman Kardeşler” ve onların etkisindeki güçleri desteklemekte ve savaş kışkırtıcılığı yapmada önemli rol oynamaktadır. Suriye’deki gelişmelerle ilgili bundan önce takındığımız tavır, 17 Ağustos 2011 tarihli ve dergimizin 153. sayısında yayınlanan tavırdır. Sözkonusu makalemizde değindiğimiz, dikkat çektiğimiz sorunların önemli bir bölümü özde değişmemiştir ve de –yer yer biçimi değişse de- varlığını sürdürüyor. Bunların başında gelen düşünce, her ülkenin somutuna bakılması ve sanki “Arap baharı” bağlamında sözkonusu olan tüm ülkelerdeki durum ve gelişmeler bir ve aynıymış gibi genelleme yapılmaması gerektiği düşüncesidir. Bir diğer nokta medyanın açık taraflılığına bağlı olarak “güvenilir” haberlerin olmamasıdır. Bu durumda gelişmeler bağlamında genelde yaygın olan haberlerle karşı taraftan haberlerin içinden, satır aralarından sonuçlar çıkarma zorunluluğu gündeme geliyor. Gelişmeler, Suriye’ye karşı tavırların çok yönlü hesaplar üzerine kurulduğu yönlü tespitimizi de bu süreçte yeniden doğruladı. Buna rağmen 17 Ağustos 2011 tarihli yazımızdan bugüne kadar tavır takınılması gereken çok şey -yeni gelişmeler- yaşandı. 17 Ağustos 2011 tarihli yazımızda Baas rejiminin faşist bir rejim olduğunu ortaya koyduk ve demokratik haklar ve talepler için de Baas rejimine karşı mücadelenin meşru olduğunu savunduk, savunuyoruz. Şubat 2011 başlarındaki protestolara katılım ciddiye alınacak düzeyde değildi. Bu durum Mart 2011 ortalarından itibaren değişmeye başladı ve protestocuların dile getirdiği temel talepler, OHAL’in kaldırılması, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü, yürüyüş ve gösteri özgürlüğü, basın ve partilere özgürlük getirecek yeni yasalar, yeni seçim yasası, Baas Partisinin anayasal temeldeki egemenliğine son –Anayasanın 8. maddesinin silinmesi-, siyasi tutukluların serbest bırakılması, Kürtlere kimlik hakkı vb. vb. taleplerdi. Çatışmalardan savaşa doğru gelişmeler.. . “A 24 mücadeleyle, Esad yönetimiyle diyalogla Suriye’nin “demokratikleşmesi”nden yanadırlar. Bu “iç” muhalefet de kendi içinde farklıdır ve Kürtler de çoğunlukla bu muhalefetle hareket etmektedir. Kısacası dış müdahaleye karşı olan muhalefet, bu noktada bir olsa da, kimi diğer sorunlarda kendi içinde de parçalıdır. Buna karşı Esad yönetimine karşı öne çıkan ve özellikle başta TC olmak üzere Arap Ligi ve Batılı emperyalist güçlerin destekleyip oluşturduğu, 15 Eylül 2011 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda kurulduğu ve ABD ve AB ülkelerinin sonradan resmi muhatap olarak da kabul ettiği muhalefet ise “Suriye Ulusal Konseyi” (SUK) adlı muhalefettir. Bunların başını da esasında “Müslüman Kardeşler” çekmektedir. “Suriye Ulusal Konseyi” resmi muhatap olarak kabul edilmiştir. Bu destekleyici güçler için Suriye muhalefeti dendiğinde sözkonusu olan SUK’dır. Yabancı güçlerin müdahalesine karşı olan muhalefet yok sayılmaktadır. SUK ve destekleyicisi kimi güçler, sürekli olarak BM’den ve Batılı emperyalist güçlerden Suriye’ye askeri müdahale talebinde bulunmaktadır. Buna karşı dış müdahaleye karşı olup görüşmeler /diyalog temelinde “reformlar” yapma yoluyla Suriye’nin demokratikleştirilmesini isteyen kesimlerden “Suriye Ulusal Koordinasyon Komitesi” de Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Muhalefetin tek merkezli olmaması kuşkusuz ki Esad yönetiminin bugüne kadar ayakta kalmasını olanaklı kılan noktalardan biridir. Fakat bu parçalı muhalefetin karşısında sadece Esad yönetiminin ordusu ve de polisi durmuyor. Suriye halkının önemli bir kesimi de –kimi tahminlere ya da verilere göre nüfusun %55’i- hala Esad rejiminin arkasındadır. Suriye Başkanı Esad, Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri gözönüne alarak, Suriye’de daha protestolar başlamadan önce “reformların zamanı geldi” yönlü tespitte bulunmuş ve kendisinin yönetimde olduğu süre içinde söz verip yerine getirmediği reformları yapmaya hazır olduğunu ima etmişti. Kitlelerin protestoları genişledikçe Esad sözkonusu reformları yapmaya başladı. Bu durumu gözönüne alarak 17 Ağustos 2011 tarihli makalemizde şu tespiti yapmıştık: “Esad rejimi bu değişikliklerle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Emperyalistlerin ve aynı zamanda TC’nin herhangi bir doğrudan müdahalesi gündeme gelmezse ve muhalefet Libya’daki gibi doğrudan ve açıkça savaşa sürülmezse, Esad rejimi yapılan ve yapılacak kimi reformlarla ayakta kalacağa benziyor.” (sayfa 43) panorama panorama PA NOR A M A Bu talepler için Baas rejimine karşı mücadele meşru olduğu gibi, demokrasi için de mücadeleydi, mücadeledir. Bu açıdan bakıldığında kuşkusuz ki mücadelenin hedefine konacak olan Baas faşist rejimiydi, rejimidir. Biz bu talepler uğruna verilen demokratik mücadelenin ötesinde, faşist Baas rejiminin Suriye’deki değişik milliyetlerden işçi ve emekçiler tarafından yıkılması, yerine işçi sınıfı önderliğinde demokratik (Halk demokrasisi) bir iktidarın kurulmasından yanayız. Böylesi bir mücadele Suriye halkları tarafından verildiğinde, kuşkusuz ki imkanlarımız dahilinde her tür dayanışmada bulunacağız. Ama Baas rejimini yıkması gereken ve yıkacak olan Suriye’nin değişik milliyetlerden halklarıdır, işçileri ve emekçileridir. Bu açıdan bakıldığında “demokrasi” istemi sahtekarlığıyla Esad’ı iktidardan alaşağı etmeye çalışan emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin, Suriye somutunda da TC’nin her türlü müdahalesine karşıyız! Tüm bu güçlerin iktidarları, tıpkı Suriye’de Baas rejiminin işçi ve emekçiler tarafından yıkılması gerektiği gibi, işçi ve emekçiler tarafından yıkılması gereken iktidarlardır, rejimlerdir. Bu güçlerin Esad yönetimine karşı sahtekarlıklarını ortaya koymak da, Esad’ı ve yönetimini savunmak anlamına gelmez. Özcesi, biz tüm bu kapitalist, emperyalist güçlere – bunlar ister faşist, isterse de burjuva demokrasisi ya da feodal dinci despot yönetim biçimine sahip olsun farketmez- karşıyız, sınıf düşmanıyız! Baas rejimine karşı mücadele meşrudur derken de bizim için sözkonusu olan ezilenlerin demokratik hakları için verdiği mücadeledir. Baas rejimine karşı kitlelerin dile getirdiği taleplerin haklı ve meşru olduğunu savunurken, muhalefetin çok parçalı olduğu, bunun da rejime karşı mücadeleyi güçsüz kıldığını belirtmiş ve aynı zamanda sözkonusu muhalefetin Baas rejimi yerine gerçekte demokratik (burjuva anlamda demokratik) bir rejim getirebilecek bir muhalefet olup olmadığının ise soru işareti olduğuna dikkat çekmiştik. (sayı 153, sayfa 43) Gelişmeler muhalefetin parçalı olma durumunu ortadan kaldırma yerine daha da güçlendirdi. Demokratik talepler temelinde rejimin reforme edilmesi için sokaklara çıkan muhalefet varlığını sürdürse de, geri plana itilmiş durumdadır. Muhalefetin bir kesimi, esasta Suriye’de olan “iç” muhalefetin önemli bir kesimi yabancı güçlerin, ülkelerin müdahalesine karşıdır. Bunlar arasında önemli bir kesim silahlı mücadeleye, şiddete de karşıdır, “barışçıl” protestolarla, 25 adımları atarken, ya da atmışken, Esad’a “reformlar yapmak için zamanı vardı ama değerlendirmedi” vb. biçimde eleştiri yönelterek savaş kışkırtıcılığı yapmak da Esad’ın iktidarını korumaya çalışmasından daha iyi değildir. Örneğin kısa başlıklar halinde ifade edersek Esad yönetimi protestoların başlamasından bu yana “reformlar” bağlamında attığı kimi adımlar şöyledir: OHAL’in resmen kaldırılması, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin lağvedilmesi, yeni partiler ve seçim yasası çıkarılması, Kürtlere kimlik ve vatandaşlık hakkı verilmesi, yeni anayasa yapma ve referanduma sunma, Baas Partisinin egemenliğini garantiye alan 8. Maddenin anayasadan çıkarılması, bu arada yerel koordineli biçimde, bu muhalefet silahlandırılmakta açıkça savaşa sürülmektedir. Fakat Suriye’nin Libya olmadığı bunlar için de bellidir. Suriye’de savaş başlatmada Libya ile benzerlik açısından eksik olan esasta resmen dış müdahalenin başlatılmasıdır. Bunun gerekçelendirilmesini hazırlamak için de tüm yol ve yöntemlerle çalışmaktadırlar. Bu arada ama Esad yönetiminin kitlelerin protestolarda dile getirdiği taleplere yanıt olarak “reformlar” bağlamında attığı kimi adımlar da yok sayılmaktadır. Bunlar için ne olursa olsun Esad yönetimine son verilmesi gerekiyor, gerekiyorsa savaş da ilan edilir! Kuşkusuz ki Esad “reformlar” bağlamında attığı adımları iktidarını korumak için atıyor. Ama Esad bu yönetimlerin ve parlamento seçimlerinin yapılması, değişik çapta ve içerikte “genel af”lar ilan edilmesi, buna bağlı olarak binlerce tutuklunun serbest bırakılması vb. vb. Bu atılan adımlar esasta protestoların başlangıcında, protestocuların talepleriydi ve bunlar yok sayılmaktadır. Kuşkusuz ki savaş haline benzer bir iç çatışmanın yaşandığı bir ortamda OHAL’in kaldırılması pratikte fazla bir anlam taşımıyor, ya da OHAL’in kaldırılmasının veya diğer değişikliklerin pratik sonuçları kendisini göstermiyor. Ama yine de 48 sene sonra OHAL’in resmen kaldırılması adımının atıldığı, Anayasa’da Baas partisinin egemenliğini garantiye alan maddenin çıkarıldığı yok sayılırsa, bunda bir terslik vardır! Esad yönetiminin “reformlar” bağlamında attığı adımların yok sayılması kuşkusuz ki Batılı emperyalistlerin ve de TC’nin medyasının bilinçli olarak tek yanlı yayın, haber siyasetinin bir parçasıdır. Esad yönetimine karşı olanların temel yaklaşımı Suriye’de yaşanan tüm barbarlıkların sorumlusu ve suçlusunun Esad ve rejimi olduğunun kamuoyuna kabul ettirilmesi ve askeri müdahalenin kamuoyunun gözünde “meşru” kılınmasına yöneliktir. Örneğin kendisine “Özgür Suriye Ordusu” adını veren, başta TC olmak üzere Batılı emperyalistlerin ve Suudi Arabistan ile Katar’ın her türden destek verdiği muhalefetin ve de paralı askerlerin silahlı eylemleri, kendilerinden yana olmayan insanları katletmeleri, ya da herhangi bir resmi kuruma yönelik saldırıda bomba ya da patlayıcı maddeyi patlatması temelinde sayısız insanın katledilmesi vb. eylemler de Esad rejimine maledilmektedir. Mart 2011’den bu yana yaşanan çatışmalarda öldürülenlerin sayısı kesin belli değil, ama tahmini hesaplar var. Buna göre yaklaşık 10.000 (kimi tahminler 14.000’den fazla diyor) kişi öldürülmüştür. BM Mart ayı sonunda yaptığı açıklamada toplam 9000 kişinin öldüğünü ilan etti. Bunun içinde 2600 kişi devletin askeri ve polisi, yani kolluk güçleridir. Buna göre öldürülen sivillerin sayısı 6400’dür. Bunun da yaklaşık yarısı Esad karşıtı silahlı muhalefetin hanesine yazılması durumu var, ama yapılmıyor. Haydi diyelim ki muhalefet rejimin kolluk güçlerinden daha az sayıda sivil öldürdü. Buna rağmen 9000’in yaklaşık yarısı muhalefetin hanesine hesaplanması gerekiyor. Böylesi bir durumda bile çatışmaların, öldürme olaylarının iki tarafın silahlı çatışmasından ve her iki tarafın da kendisinden yana olmayanlara yönelik katliamlar gerçekleştirmesinden –üstüne üstlük muhalefetin dış bir askeri müdahalenin ortamını yaratma çabasından da- kaynaklandığı gerçeğinin üzeri örtülmekte; tüm bunların tek suçlu ve sorumlusunun Esad rejimi olduğu kamuoyuna lanse edilmektedir. Bu tek yanlı suçlama, Esad karşıtı olan bu silahlı kesimin gerçek yüzünü gizlemeye ve bunların “suçsuz” olduğunu göstermeye hizmet etmektedir. Buna bağlı olarak yapılan bir sahtekarlık da muhalefetin “barışçıl” gösterilmesidir. Biz, burjuvazinin çanak yalayıcılarının sahtekarlığına karşı çıkarken, faşist bir rejimin yıkılması için şiddete başvurulmak zorunda olunduğunun bilincindeyiz ve de devrimci şiddetten yanayız. Bu açıdan burjuvazinin çanak yalayıcısı kalemşorların şiddet karşısındaki tavırlarının sahtekarlık olduğunu bir kez daha vurguluyoruz. Ama eğer bir silahlı çatışma varsa, bu karşılıklıdır. Sorun kimin haklı olup olmadığıdır. Somutta Batılı emperyalistler, TC, Katar ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgesel gerici güçlerin savaş kışkırtıcılığının aracı olan “Özgür Suriye Ordusu” ve bunlarla ortak hareket eden silahlı muhalefet de Esad rejimi ve silahlı güçleri gibi haksız gerici savaşın bir parçasıdır. Bu bağlamda sözkonusu medya, Esad rejimine karşı savaş kışkırtıcılığının, Batılı emperyalistlerle yerel işbirlikçilerinin ve de TC’nin savaş propagandasının borazanlığını yapmaktadır. Bu arada Esad rejimini zayıf düşürebilmenin yollarından biri olarak mezhepsel çatışmaların temelleri de atılmaktadır. Çatışmalar alevi-sünni çatışması olarak da gösterilmektedir. Emperyalistlerin hesapları içinde sadece mezhepsel çatışmaların olasılığı değil, aynı zamanda ulusal farklılıklar temelinde de çatışmaların gündeme gelme olasılığı ve bunların bölgedeki durumu içinden çıkılmaz hale getirebileceği yönlü hesaplar da var. Uluslararası düzeyde ele alındığında emperyalist güçlerin –özellikle ABD ve AB içindeki emperyalist güçlerin- Libya somutunda gerçekleştirdikleri müdahale ile, kağıt üzerinde hala geçerli olan BM’nin başka ülkelerin iç işlerine karışmama kuralını geçersiz saymışlardır ve bunu da genel geçerli bir kural haline getirmeye çalışmaktadırlar. Buna göre emperyalist güçler herhangi bir yönetimi çıkarına ters gördüğünde, bunu “antidemokratik”, “barışı tehdit eden güç” vb. vb. ilan ederek askeri olarak da müdahale etme ve rejimi devirip kendisine uygun gördüğü birilerini yönetime getirme edimi BMÖ’nün kurallarından biri olacaktır. Kuşkusuz ki bu konudaki çabalar, tartışmalar sonlanmış değil, ama somutta Suriye ile ilgili Batılı emperyalist güçlerle Rusya ve Çin arasındaki çelişkilerden biri bu konudadır. Kendi çıkarlarını tehdit altında gördüklerinden Rusya ile Çin başka ülkelerin iç işlerine karışmama, sözkonusu ülkede kimin yönetimde olacağını belirlemenin o ülkenin halkına ait olduğu tezini savunarak kendilerini “demokrat” olarak satmaya çalışıyorlar. Bu noktada perde arkasındaki en önemli sorunları ise, bugün kendileri Batılı emperyalistlerin bu siyasetine evet derlerse, yarın öbürsü gün sıranın kendilerine de gelebileceği olasılığıdır. Bunu da Libya somutunda gördüler ve aynı duruma bir kez daha düşmek istememektedirler. Taşeron savaşlardan doğrudan emperyalistler arası savaşa giden panorama panorama 26 Andaki güçler dengesi gözönüne alındığında Suriye’de “iç” muhalefetin Esad rejimini devirebilecek durumda olmadığı ortadadır. Aradan geçen yaklaşık 10 aylık sürede rejimin ayakta kalmış olması da andaki muhalefetin Esad rejimini yıkabilecek bir muhalefet olmadığını belgelemiştir. Burada esas olarak TC’nin içinde önemli rol oynadığı ve Batılı emperyalist güçlerle Arap Ligi içindeki ülkelerin büyük çoğunluğunun ortak davranışlarıyla ortaya çıkardığı ve açıkça silahlandırdığı muhalefetle, Esad rejimini yıkmaya çalışmaktadırlar. Bu bağlamda Libya’ya benzer bir durumun yaratılmaya çalışıldığı net biçimde ortaya çıkmıştır. “Özgür Suriye Ordusu” adı altında ve “Suriye Ulusal Konseyi” ile 27 yollardan biri de böyle döşenmektedir. Yukarıda dikkat çektiğimiz ve özetle ortaya koyduğumuz noktalar, gelişmelerin kimi temel yanlarını oluşturuyor. 17 Ağustos 2011 tarihli makalemizden sonraki gelişmelerin detayına değinmek ise makalemizin kapsamını aşmaktadır. Bu yüzden de kendimizi öne çıkan kimi noktalara değinmekle sınırlıyoruz. a) İç gelişmeler... Suriye’deki gelişmeler, protestolardan iç savaşa doğru gelişen bir çatışma seyrini izlemektedir ve bu askeri olarak bir dış müdahalenin de gerekçelendirilmesinin önkoşullarından biri olma durumundadır. Esad rejimine karşı silahlı mücadele verenlerin sadece Suriyeli muhalifler olmadığı; bunlar içinde değişik ülke kökenli binlerce paralı asker olduğu da, değişik biçimlerde medyaya yansımıştır. Hatta bu kesim içinde muhalefeti “eğitme, yönlendirme” amacıyla başta ABD, Fransa ve Türkiye’nin olmak üzere değişik ülkelerin ajanlarının da olduğu yönlü bilgi medyaya yansımıştır. MİT ya da Fransız gizli haber alma örgütünün ajanlarının tutuklandığı yönlü haberler ise Esad yönetimince uluslararası anlaşmalara uyma adına tasdik edilmemiştir. Garantili olan durum, bu güçlerin protestolar başladıktan sonra çatışmaları kızıştırmak ve Esad rejiminin devrilmesi için sistemli biçimde çalışmaları durumudur. Bunun gibi Suriye Başkanı Esad’ın olayların başlangıcında devlet güçleri tarafından hatalar yapıldığını kabul ettiği ve “Suriye halkının” demokratik haklar ve daha iyi bir yaşam için taleplerinin “haklı” olduğunu lafta da olsa dile getirdiği ve ordunun bunlara karşı değil “silahlı çetelere”, “teröristlere” vb. karşı mücadele ettiği yönlü tavır takındığı da olgudur. Esad’ın faşist Baas rejiminin barbarlıklarının üzerini örtmek için seçtiği bu üslub kuşkusuz ki onun gerçekte halkın taleplerini haklı bulduğu anlamına gelmiyor. Ama Esad’ın bu tavrı, rejimin “terörist” ilan ettiği kesimlere karşı ordusu ve polisiyle mücadele ettiği ve edeceğinin ilanıdır. İki taraf da birbirini bertaraf etme amacındadır. Böylesi bir durumda aslında hiç bir pazarlık veya görüşme sorunu çözme yeteneğine sahip değildir. Bu durumun garanti ettiği tek şey, silahlı çatışmalardır, bunun dış müdahaleli bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği ise bir çok etkene bağlıdır. Taraflar amacından vazgeçmezse ve karşılıklı anla- b) Dış gelişmeler... Emperyalistlerin ve yerel gerici güçlerin Suriye’ye yönelik hesaplarının çok yönlü olması gibi, uluslararası düzeydeki gelişmeler ve diplomatik pazarlıklar da, emperyalistlerin, gerici yerel güçlerin çıkarlarına bağlı olarak çok yönlü ve çeşitlidir. Kabaca bakıldığında uluslararası düzeyde tavır takınanları, Esad rejimine karşı olan ve askeri bir müdahaleyi de savunan güçlerle, dış bir askeri müdahaleye karşı olan, Esad’ın devrilmesini Suriye halkının işi olarak savunan güçler olarak ikiye ayırabiliriz. Bunlar da ABD, AB, Arap Ligi’nin büyük çoğunluğu ve Arap Ligi içinde yer alsalar da Körfez İşbirliği Konseyi ve de Türkiye bir tarafta, Rusya, Çin, İran, BM içinde Rusya ve Çin ile birlikte davranan Hindistan ve Brezilya ve de ALBA içinde yer alan Latin Amerika’nın diğer ülkeleri de diğer tarafta durmaktadır. Kuşkusuz ki bu liste tam değil, sadece öne çıkanların listesidir. Bu taraflılık özellikle BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı bulunan daimi üyelerden Rusya ve Çin ile ABD, İngiltere ve Fransa arasında BM’nin karar alıp almayacağını belirleme durumunda. Bugüne kadar da Rusya ve Çin için tek yanlı olan, çatışmanın iki tarafındaki güçler yerine sadece Esad tarafını tehdit eden, yaptırımlar istenen karar tasarıları veto edil- di. Suriye’ye askeri bir müdahalenin BM kararlarına dayanılarak “meşru” kılınmasını mümkün kılmak için batılı emperyalistlerin Rusya ve Çin emperyalistlerini “aynı gemiye bindirmek” için çabası değişik biçimlerde sürdü, sürüyor. Gerekli görüldüğünde ve ortam yaratıldığında BM’nin kararı olmadan da askeri müdahale olasılığı var ve bunun için de çalışmalar yürütülüyor. Örneğin “Suriye Halkının Dostları” adı altında buluşan oluşum böylesi bir müdahalenin de hazırlığının bir aracıdır. Kabaca ifade edilirse Suriye üzerinden yürüyen emperyalist dalaş genelde Ortadoğu’ya egemen olma dalaşıdır. Ama bu genel dalaşın sadece bir yanıdır, parçasıdır. Her emperyalist gücün ayrı çıkarı ve hesabı olduğu gibi, her yerel gerici kapitalist gücün de ayrı çıkar ve hesabı var. ABD ve AB içindeki emperyalist güçlerin hesapları içinde Ortadoğu’ya egemen olmanın bir parçası olarak örneğin hedefte İran da var! İran ve Suriye ABD eski başkanlarından Bush tarafından “şer ekseni” içinde yer alan ülkeler olarak ilan edilmişti, Afganistan ve özellikle Irak’taki savaştaki gelişmeler bu ülkelere silahlı bir müdahaleyi geciktirdi! Bir nevi Suriye üzerinden İran’a uzanma hesabı sözkonusudur. Anda Rusya ve Çin’e karşı ortak davransalar da kendi aralarında da dalaş yürütmektedirler. Almanya’nın Libya’ya yönelik takındığı “savaştan yana görünmeme” tavrı gibi tavırlar da bunun örneğidir. Genelde ama bunların hesaplarında, Rusya ve Çin’in nüfuzunu geriletme, bunların kendilerinin egemen oldukları ülkelere girişini engelleme, olmazsa da savaşla durumu kendi lehlerine çevirme vb. vb. yönlü hesaplar var. Bunun karşısında da Rusya ve Çin’in benzeri hesapları duruyor. Rusya eskiden beri Suriye ile olan ilişkilerini, özellikle de silah satışı ticaretini ve askeri üssünü korumaya çalışmaktadır. Çin ise açıkça anda Rusya gibi koruması gereken bir askeri üssü falan yok ama, Batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki nüfuzunu geriletmeye, frenlemeye çalışmakta, Arap Ligi ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini güçlendirerek bölgeye yerleşme çabasındadır; özellikle de İran’a yönelik herhangi bir müdahalede İran ile ticari anlaşmaların tehlikeye girmesini istememektedir. Emperyalistler arası dalaşta kimin ne çıkarı ya da hesabı olduğu kuşkusuz ki daha geniş biçimde ortaya konabilir, ama bu makalemizde bu kadarına dikkat çekmenin yeterli olduğunu düşünüyoruz. Körfez İşbirliği Konseyi ve Arap Ligi’nin genel tavrı emperyalistlerle, başta da ABD emperyalizmiyle iş- birliği temelinde hareket etmektir. Kendi aralarında “Arap Dünyası”na hükmetme dalaşı olsa da, çoğunda feodal-despot yönetim/rejim hüküm sürse de emperyalistler bu işbirlikçileriyle “iyi” ilişkiler içindeler. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batılı emperyalistlerin bu ülkeler üzerinde bölgede nüfuzunu korumaya çalışması ve özellikle de enerji kaynağı petrol ve doğalgaz ihtiyaçlarını giderme durumu var iken, bu yerel gerici yönetimlerin çıkarları da, bu ilişkiler sayesinde de feodal-despotizmlerini sürdürebilmeleridir. Karşılıklı çıkarlar ve işbirliği bu ülkelerde insan haklarının kokusunun bile olmadığı halde sorun bile yapılmamasını beraberinden getirmektedir. Bu da gerçekte emperyalistler için insan haklarının herhangi bir önemi olmadığını, sadece ve sadece kendi çıkarları sözkonusu olduğunda insan haklarını kullandıklarını göstermektedir. Türkiye’ye gelince durum biraz karmaşıklaşmaktadır. Başta bilince çıkarılması gereken gerçeklik, hala “sol” ve devrimci kesimler tarafından gösterildiği gibi TC, ABD emperyalizminin düdüğünü öttüren, ne deniyorsa ona göre davranan bir güç konumunda değildir. TC hem dünya çapında hem de bölgede büyük Türk burjuvazisinin yayılma siyasetine uygun davranan ve tabii ki kendi çıkarına uygun gördüğü noktalarda ve konularda emperyalistlerle işbirliği içinde davranan, bu temelde ABD emperyalizmiyle de işbirliği yapan bir güçtür. TC’nin emperyalizme bağımlılığı, emperyalistlerin her dediğini yapma düzeyinden ya da biçiminden çıkmıştır. TC kendisi genelde emperyalist bir devlet olmasa da emperyalist yayılma siyasetine sahiptir. Bu siyasetin uygulanmasında “Arap Baharı” denen gelişmeler TC burjuvazisine yeni imkanlar sağlamıştır. Özellikle AKP’nin islamcı yanı ve Erdoğan’ın İsrail’e karşı Filistinlilerin haklarını savunma pozisyonuna bürünmesi genelde Arap ülkelerinde sempati toplamıştır. Tunus ve Mısır gibi ülkelerde Bin Ali ve Mübarek yönetimine karşı gelen “Müslüman Kardeşler” AKP ile farklılıklarına rağmen, Türkiye’yi kendilerine “örnek” aldıklarını ilan etmişlerdir. AKP’nin hükümette olması Türk burjuvazisinin bu “islam” kartını oynama imkanını da yaratmıştır. Suriye somutunda da hem “Müslüman Kardeşler”in desteklenmesi temelinde genelde bu kesim üzerinde nüfuz kazanmak hem de bölgesel dalaş çıkarında Suriye’deki Esad rejimini devredışı bırakma yönlü hesapları var Türk egemen sınıflarının. Buna bir de Suriye’deki Kürtlere yönelik siyasetleri eklenince TC’nin Suriye’ye karşı açıkça savaş panorama panorama 28 ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER, TAVIRLAR... şabilecekleri bir noktada uzlaşmaya hazır olmazsa, çatışma ve savaş kaçınılmazdır ve bir seneden fazla bir süredir de bu temelde çatışmalar yaşanmaktadır. Hangi tarafın ne kadar insan katlettiği hesabından ve de sayısından bağımsız olarak binlerce insan yaşamını yitirmiştir, yitirmektedir. Onbinlerce insan da Türkiye ve diğer kimi ülkelere sığınmıştır. Esad karşıtı kesimlerin egemenliğindeki medyanın –buna Katar ve Suudi Arabistan egemenliğindeki medya da dahildir- tek yanlı haberlerine rağmen, hemen her gün çatışma, saldırı, bombalama vb. konularda haberler medyada yer almaktadır. Bu tek yanlı medyada –Esad yanlısı medya da tek yanlı ama bunların gölgesinde kalıyor- savaş kışkırtıcılığının bir parçası olarak psikolojik savaş da yoğun biçimde sürdürülmektedir. Emperyalistler arasındaki çelişkilere rağmen uluslararası diplomatik mücadele de esasında bu savaş kışkırtıcılığının bir parçasıdır. Suriye’deki durum, iç gelişmeler, çatışmaların, psikolojik savaşın yaygınlaştırıldığı ve her geçen gün ölülerin sayısının arttığı, kısa sürede düzelme yerine daha da kötüye, evet bir savaşa doğru yol alan bir durum olarak ifade edilebilir. 29 Özetle kronolojik gelişmeler... 30 ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere kendilerini Esad’dan açıkça ayırıp istifasını talep ettiler. Bunlara göre Esad her türlü meşruiyeti yitirmişti! 23 Ağustos’ta BM İnsan hakları Konseyi Suriye’de şiddeti incelemeye başladı. 2 Eylül’de AB Dışişleri Bakanları’nın Polonya’da yaptığı toplantıda Suriye’ye yönelik petrol almama ambargosu kararı aldı. Buna göre 3 Eylül’den itibaren AB Suriye’den petrol ithal etmeyecekti. AB’nin yaptırım kararları birçok kez yenilendi ve sadece petrol ambargosu ile sınırlı kalmadı. Diğer alanlardaki ticaret ve seyahatler konusunda da yaptırım kararları alındı. Yaptırımlarda ABD de yer almaktadır. Genel olarak ele alındığında Esad karşıtı cephenin tümü yaptırımlara başvurmaktadır. Arap Ligi de, Körfez İşbirliği Konseyi de, Türkiye de... 10 Eylül’de Arap Ligi Genelsekreteri Nabil el-Arabi Başkan Esad’ı ve kimi diğer hükümet yetkilileriyle görüştü. Açıklamalara göre bu görüşmede atılması gereken reform adımları üzerine anlaşma sağlandı. 15 Eylül’de Suriye muhalefetinin –Müslüman Kardeşlerin etkin olduğu muhalefet- İstanbul’da yaptığı toplantıda “Suriye Ulusal Konseyi”nin kuruluşu ilan edildi. Amacı açıktı: Esad yönetiminin devrilmesine destek verip geçiş hükümetini oluşturmak! Aynı gün BM Genelsekreteri Ban Ki-Moon Esad’a şiddete son verme ve daha önce verdiği sözüne uygun davranma çağrısı yaptı. Eylül ayı ortalarında Şam’a yakın bir yerde “ulusal diyalog” için 200 kadar temsilcinin katıldığı ve “Demokratik Değişim İçin Ulusal Koordinasyon” grubunca koordine edilen muhalefet toplantısı yapıldı. “Ulusal diyaloğa” evet demelerinin önkoşulunun Suriye’de tüm silahların susturulması olduğu açıklaması yapıldı. Bu açıklama sadece devlet güçlerine değil, Esad karşıtı silahlı muhalefete de yönelik bir tavırdı. 24 Eylül’de İsviçre de AB’nin petrol ambargosuna katıldığını açıkladı. Eylül ayı sonlarına doğru kimi muhalif güçler “Özgür Suriye Ordusu’ndan ve 10.000 kadar üyesinden bahsetmeye başladı. 2 Ekim’de İstanbul’da yapılan bir konferansta “Suriye Ulusal Konseyi”nin hedefleri daha da geniş biçimde belirlendi ve en önemlilerinden biri olarak da muhalif güçlerin birleştirilmesi amacı açıklandı. “Suriye Ulusal Konseyi” kendisini değişik grupların temsilcisi olarak göstermeye çalıştı, ama bugüne kadar hala yerine oturmuş bir durumu yok. 2 Ekim’de seçilen başkan Galyun, gelinen yerde istifa etmiş ve yerine Kürt muhalefeti yanına çekebilmek için de Kürt kökenli biri SUK’nın başkanlığına atandı! Bu arada birçok kişi de konseyden ayrıldı. 5 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’nde Esad rejimini kınamak için hazırlanan karar tasarısı Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Bu arada Rusya hem SUK hem de Suriye Ulusal Koordinasyon Komitesi gibi muhalif güçlerle görüşmeler yapmak için bu kesimleri davet etti ve Rusya’nın BM GK için Suriye’de çatışan iki tarafı da, yani hem devlet güçlerini hem de silahlı muhalefeti kınayacağı bir karar tasarısı hazırladığını açıkladı. 15 Ekim’de Esad yeni anayasa hazırlamak için bir komite görevlendirdi. Buna göre 4 ay içinde anayasanın hazırlanması gerekiyordu. Buna bağlı olarak da çok partili sisteme geçiş sözü verildi. Esad, İngiliz gazetesi “Sunday Telegraph”ın 30 Ekim’de yayınladığı röportajda “güvenlik güçlerinin olayların başlangıcında hatalar” yaptığını, “ama artık sadece teröristlerin üzerine” yüründüğünü açıkladı. 2 Kasım’da Arap Ligi ile Esad yönetimi arasında protestoculara karşı şiddete başvurulmayacağı yönünde anlaşma yapıldığı yönlü haberler medyaya yansıdı. Esad yönetiminin “protestoculara” karşı değil de “teröristlere” karşı şiddet uyguladığı yönlü açıklama, Esad karşıtı kesimleri doğal olarak tatmin etmiyordu. Çünkü onlara göre Esad’ın “terörist” ilan ettiği kesim protestoculardı! Bu temelde de giderek savaş kışkırtıcılığı yapıldı. Buna göre Esad verdiği hiç bir söze uygun davranmıyordu. Bu tür seslerin yankıları Arap Ligi ülkelerinden Türkiye’ye ve Avrupa’dan ABD’ye kadar geniş bir alanda yankılanıyordu! Esad görüşmelere/ diyaloğa hazır olduğunu Arap Ligi temsilcilerine garanti ederken, “Suriye Ulusal Konseyi” Esad rejimiyle görüşmeleri tümüyle reddetti. Görüş- melerin gerçekleşmemesi nedeniyle suçlanan yine Esad ve rejimiydi! Bu arada herhangi bir “cinayet suçuna” bulaşmayan ama silah taşıyan, satan veya dağıtanlara silahlarını bir hafta içinde teslim etmeleri durumunda af edilecekleri içerikli bir af yasası açıklandı. Bu afla birlikte 700 kadar da tutuklu serbest bırakıldı. En başta ABD emperyalizminin dışişleri sözcüsü Victoria Nuland olmak üzere Esad karşıtları, Suriyelilere silahlarını teslim etmemesi çağrısında bulunuyorlardı. Bu arada Esad’a da “Yemen formülü” olarak adlandırılan görevini bırakması, çatışmalara son verme “çözüm önerisi” olarak dillendirilmeye başlandı. 7 Kasım’da Arap Ligi Suriye ile anlaşması üzerine 12 Kasım’da bir danışma toplantısı yapacağını açıkladı. Sözkonusu toplantıdan önce Fransız Dışişleri Bakanı Juppe Arap Ligi’nin inisiyatifinin boşa çıktığını ve “Suriye Ulusal Konseyi”nin resmen tanınmasını gündeme getirdi. 12 Kasım’da Arap Ligi Suriye’nin Arap Ligi üyeliğini dondurma ve yaptırımlar uygulanması yönünde karar aldı. Bu yaptırım kararının Fransa ve Türkiye tarafından sonuna kadar destekleneceği her iki devletin Dışişleri Bakanları tarafından ilan edildi. Sözkonusu yaptırımlar 27 Kasım’da 9 madde olarak da somutlaştırıldı. Arap Ligi üyesi Irak ile Lübnan sözkonusu yaptırımlara katılmayacaklarını açıkladılar. 12 Aralık’ta yeni seçim yasasına uygun olarak yerel seçimler yapıldı. Bu arada Arap Ligi’nin Esad yönetimiyle üzerine anlaştığı, Suriye’ye gözlemci heyeti gönderme planı Rusya ve Çin’in de desteğini aldı. Heyete Sudanlı General Mustafa el-Dabi başkan olarak atandı. Bunların görevi Esad’ın tankları, panzerleri sokaklardan geri çekip çekmediğini, tutukluları serbest bırakıp bırakmadığı ve muhalefetle diyaloğa başlayıp başlamadığını gözetlemekti. Yani bir nevi kontrol komisyonu görevine sahiptiler. Fakat daha sözkonusu gözlemci heyeti görevbaşı bile yapmadan Esad karşıtı kesimin “ancak rejim devrildiğinde diyalog mümkündür” yönlü tavırları, bu misyonun boşa çıkarılacağı, çıkacağı anlamına geliyordu. Buna dikkat çeken Rusya Dışişleri Bakanı haklı olarak böylesi bir tavırla Arap Ligi’nin planının herhangi bir öneminin olmadığının ilan edildiği yönlü eleştiride bulundu. Bu gözlemciler heyetinin kimi üyeleri 22 Aralık’tan itibaren Suriye’ye gitmeye başladı. Arap Ligi gözlemciler heyeti daha çalışmalarına başlamadan Esad’a karşı savaş ve dış müdahale isteyenler bu gözlemci he- panorama panorama kışkırtıcılığı yapması ve muhalefeti desteklemesi anlaşılır olmaktadır. Bu konuda AKP hükümetinin ve TC’nin genel tavrının ve çıkarlarının ortaya konup teşhir edilmesi gerekiyor, ama bu makalenin çerçevesini aştığından bu genel durum tespitiyle yetiniyoruz. Burada ortaya koyduğumuz genel çerçeve temelinde uluslararası diplomaside ve atılan adımlardan öne çıkan kimi gelişmeleri kronolojik biçimde aktardığımızda, 18 Ağustos 2011 tarihinden itibaren karşımıza aşağıdaki tablo çıkmaktadır. yetin çalışmasının da boşa çıktığı yönlü propagandayı yoğunlaştırdı. 23 Aralık’ta Suriye “güvenlik” güçlerinin binalarına yakın iki yerde bombalar patlatıldı ve en az 44 kişinin öldüğü bildirildi. Gözlemci heyeti resmen 26 Aralık’ta başladığı çalışmalarına Ocak ayı sonunda –ki kısa süre önce Arap Ligi gözlemci misyonun çalışmalarını bir ay uzattığı halde- ara verdiğini açıkladı. Bu aslında ara vermekten çok gözlemci heyetin çalışmasının sonlandırılmasıydı. Bu adım için heyet üyelerinden farklı farklı açıklamalar yapıldı. İlginç olan bu komisyonun BM’ye sunduğu raporun yayınlanmaması ve BM’nin Suriye’ye yönelik kınama kararlarında herhangi bir rol oynamamasıdır. Arap Ligi Gözlemciler Heyetinin görevi yapılan anlaşmaya uygun davranılıp davranılmadığını gözlemlemekti. Ama şiddet varlığını sürdürdüğü için bu gözlemciler misyonunun da boşa çıktığı ilan edildi. Savaş kışkırtıcıları bu noktada amaçlarına ulaştı. Heyetin başkanı, Suriyeli yetkililerin heyetle birlikte çalışmalarını övmüş ve silahlı aşırı güçlerle paralı askerlerin Suriye ordusuna karşı saldırılarda bulunduğunu sözkonusu raporunda yazmıştı. 163 gözlemcinin katıldığı bu çalışmanın raporu kaale alınmazken, “Suriye Ulusal Konseyi”nin itirazları “deger” görüyordu... Kuşkusuz ki böylesi bir rapor Esad’dan ne olursa olsun kurtulmak isteyenlerin hoşuna gitmez! Çalışmalarına ara verildiği söylenen heyetin Başkanı 12 Şubat’ta görevinden istifa etti. Aralık sonlarından Ocak 2012 sonlarına kadar genelde haberlerin merkezine konan gelişmeler bu gözlemci heyetin çalışmaları ve yaşanan çatışmalardı. Arap Ligi Barış Planı denen plan da bu haliyle tarihe karıştı ve yerini BM ile ortak misyona bıraktı. 31 kararıyla Suriye’ye yönelik savaşın uluslararası kurallara uydurulamaması durumunda, savaşın nasıl hazırlanacağının görüşmelerini, pazarlıklarını yapmak için oluşturulmuştur. İlk toplantıya 60 ülkenin dışişleri bakanları, BM genelsekreteri Ban Ki Moon ve uluslararası kuruluşların temsilcileri katıldı. 26 Şubat’ta yeni anayasa için referandum yapıldı. 24 Şubat’ta BM’nin eski genelsekreteri Kofi Annan’ın BM ve Arap Ligi’nin Suriye özel temsilcisi olarak atandığı kamuoyuna açıklandı. Annan’a yönetimle muhalefet arasında arabuluculuk yapma görevi verilmişti. Annan bu görev için tayin edildikten sonra dikkatler “Annan Planı”na çevrildi ve bunun Esad tarafından kabul edilip edilmeyeceği spekülasyonları yapıldı. Annan zaman geçirmeden görüşmelere başladı. Başta işverenleri BM ve Arap Ligi temsilcileriyle görüştükten sonra Suriye’ye gidip 10 Mart’ta Esad ve kimi hükümet/ devlet yetkilileriyle görüştü. Sözkonusu görüşmeyi Annan “açık” ve “kapsamlı” görüşme olarak değerlendirdi. “Tarafsız” basına yansıdığı kadarıyla Esad diyaloğa ve değişikliklere hazır olduğunu belirtmiş ama şiddet olaylarının “silahlı terörist grupların ülkeyi kaosa sürüklemelerine son verilmediği sürece bitmeyeceği”ni de Annan’a söylemiştir. Bu bağlamda silahlı muhalif güçlerin destekleyicisi ülkelerden, muhalefetin herhangi bir ateşkes kabulü durumunda ateşkese uyacakları yönünde yazılı tavır talep etmiştir. “Annan Planı” üzerine görüşmeler pazarlıklar sürerken Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri 16 Mart’ta Suriye’deki elçiliklerini kapattı. Türkiye Dışişleri bakanlığı Türk vatandaşlarının Suriye’yi terketmeleri çağrısında bulundu ve elçiliği kapatmayı tartıştıklarını açıkladı... 21 Mart’ta ise BM’nin “Başkanlık Açıklaması” adını verdiği ve Rusya ile Çin’in de onayladığı ortak açıklama kararlaştırıldı. Annan Planı’nın kabul edilmesi ve uyulması, ateşkes ve devlet ile silahlı muhalefet arasında diyalog sağlanması taleplerini içeriyordu bu “Başkanlık Açıklaması”. Rusya ve Çin’in bu açıklamayı onaylaması, bunun tek yanlı olmadığı, çatışan iki tarafa da çağrıda bulunduğu vb. yönlü açıklamalarla gerekçelendirildi. Buna göre Rusya ve Çin değil Güvenlik Konseyi’nin diğer üyeleri tavır değiştirmişti. 26 Mart’ta Suriye’nin “Barış Planı”nı kabul ettiğini açıkladı. “Suriye Ulusal Konseyi” hemen karşı propagandasına başladı. Sözkonusu edilen 6 maddelik plan şöyledir: “1) Suriye halkının meşru taleplerine cevap vermek üzere yürütülecek siyasi süreçte BM temsilcisi ile çalışılacak. 2) Çatışmalar durdurulacak ve acilen BM gözetiminde bir ateşkes sağlanıp siviller korunacak, ülkede istikrar sağlanacak. 3) Çatışmalardan etkilenen tüm bölgelere vakitli insani yardım yapılacak. 4) Keyfi tutuklamalar sonucu hapiste bulunan daha fazla sayıda kişi salıverilecek. 5) Gazetecilere ülke içinde seyahat özgürlüğü sağlanacak. 6) Toplantı ve gösteri hakkı garanti edilecek.” (aktaran Hürriyet gazetesi, 28 Mart 2012) Bu planın uygulamaya geçirilmesine çalışılırken başta Katar ve Suudi Arabistan olmak üzere –ki Annan Arap Ligi’nin de sözcüsü olarak bu görüşmeleri sürdürüyordu- Körfez İşbirliği Konseyi “Özgür Suriye Ordusu”na 2 Nisan’da 100 Milyon Dolar vererek savaşa daha da hazır hale gelmesi için teşvik ediyorlardı. Başından istenen şey “Annnan Planı”nın da boşa çıkmasıydı. Bunun için de fazla bir şey yapmaya gerek yoktu. Silahlı muhalefetin eylemler yapması ve devlet güçlerini çatışmaya zorlaması yetiyordu. Görüşmelerde ateşkes üzerine uzlaşma oluştu, silahlı muhalefet de ağababalarının kulaklarını çekmesiyle ateşkese uyacaklarını açıkladılar. 10 Nisan itibarıyle BM gözlemcileri Suriye’ye gitmeye hazırlandılar ve 12 Nisan’dan itibaren de ateşkes uygulamaya kondu. 21 Nisan’da BM’nin aldığı karara göre gözlemcilerin sayısı 30’dan 300’e çıkarıldı. Esad karşıtlarının tüm süreçteki tavırları, “Annan Planı”nı boşa çıkarmak için de kendisini gösterdi. Esad yönetimi anlaşmaya uymaya çalışırken, karşı taraf saldırılarla provoke etmekten, tek yanlı ve yanlış haberler yaymaya yoğunlaştılar ve sonuçta BM gözlemcilerinin çalışmalarını 16 Haziran’da dondurmalarına kadar da her türlü yola başvurdular. Bu arada güçlerini toparlama ve daha da fazla silahlanma gerçekleştirerek güçlendiler. Ateşkes süreci aslında pratikte silahlı muhalefete yaramıştır. “Annan Planı” misyonunun çalışmalarını ne zaman başlatıp başlatmayacağı ya da Temmuz ayı ortalarında süresinin uzatılıp uzatılmayacağı soru işaretidir. Dış müdahale ve savaş istemeyenler bu planın desteklenmesi, daha da güçlendirilmesini isterken, dış müdahale ve savaş isteyenler bu misyonun boşa çıktığının resmen ilan edilmesini istiyor. “Annan Planı” üzerine tartışmalar görüşmeler sü- rerken 7 Mayıs’ta Suriye’de parlamento seçimleri yapıldı. 29 Mayıs’ta başta ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya olmak üzere birçok devlet Suriyeli diplomatları ülkelerinden kovdular. Buna “missileme” olarak da Suriye sözkonusu ülkelerin diplomatlarını “istenmeyen kişi” olarak “kara listeye” aldı... En son Türk uçağının Suriye tarafından düşürülmesi bağlamında yürüyen tartışmalar, Türk devlet yetkililerinin, başta da Başbakan Erdoğan’ın sorunu NATO’ya götürme ve herhangi bir NATO üyesi devletin saldırıya uğraması durumunda NATO’nun üye devleti korumak için savaş da yürütmesini öngören maddeyi işleme koyup koyamayacakları üzerine çalışmaları sürüyor. Kronolojik olaylar listesi bu “kısa” haliyle bile kaba bir resim çizmeye yetiyor sadece. Gelişmelerde değinmediğimiz ve okurlarımız açısından ama değinilmesi gereken önemli noktalar da kuşkusuz ki dile getirilmeme durumundadır. Yine de sorunların özünü ortaya koymada bu çerçevede gerekli gördüğümüz noktaları ortaya koymaya çalıştık. Eksikleri tamamlayı da siz okurlarımızdan talep ediyoruz. Sonuçta söylenmesi gereken esas şey, demokratik talepler için başlayan bir protesto hareketi, emperyalist ve yerel gerici güçlerin müdahalesiyle iki tarafında gerici, karşıdevrimci güçlerin yer aldığı bir çatışmaya dönüştürülmüş ve Suriye’ye karşı Batılı emperyalistlerin desteği ve yerel gerici güçlerin doğrudan içinde yer aldığı bir savaş kışkırtılmaktadır. BM ya da NATO üzerinden savaş ya da müdahale olasılığı her geçen gün daha da yükselmektedir. Suriye’ye karşı tavırda özellikle Arap Ligi ve Türkiye yerel gerici kolonu oluşturmaktadır. Faşist Baas rejimine karşı Suriye halklarının demokratik hakları ve özgürlükleri için mücadelesinin yanındayız! Kahrolsun faşist Baas rejimi! Aynı biçimde başta faşist TC’nin olmak üzere tüm emperyalistlerin ve yerel gerici devletlerin Suriye’ye müdahalesine de hayır! Türkiye’de kuşkusuz ki tüm demokrat, devrimci ve komünistlerin Türk devletinin yayılmacı, savaş kışkırtıcılığı siyasetine karşı birlikte mücadele etmesi, Suriye’nin ezilen halklarıyla enternasyonal dayanışma göstermesi Suriye’ye yönelik tavırlarda en temel görevlerden biridir. Gelişmelerin hangi yönde yol alacağını takip edip göreceğiz! 25 Haziran 2012 ✓ panorama panorama 32 16 Ocak tarihli basında Esad’ın “15 Mart 2011-15 Ocak 2012 tarihleri arasında meydana gelen olaylar sırasında işlenen suçlar için genel af ilan” edildiği haberi kamuoyuna yansıdı. Bu arada Rusya yeniden BM Güvenlik Konseyi’ne Suriye ile ilgili karar tasarısı sundu. Çin, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika bu tasarıyı desteklerken, ABD, Almanya, Fransa gibi devletler çatışmalardan iki tarafı da sorumlu gören böylesi bir tasarı kabul edilemez diye tavır takındılar. Arap Ligi de “Yemen formülü” ya da planını daha yüksek sesle gündeme getirdi ve Esad’a “iki ay süre” verdi! Arap Ligi gözlemci heyetinin çalışmalarına paralel BM’de yürüyen pazarlıklar sonucu birkaç kez “değiştirildiği” söylenen karar tasarısı 4 Şubat’ta Güvenlik Konseyi’nde oylandı. Suriye’ye yönelik bu karar tasarısı da Rusya ve Çin’in vetosuna takıldı. Rusya ve Çin sözkonusu tasarının tek yanlı olduğu, yaşanan çatışmalardan devlet güçleri gibi silahlı muhalif güçlerin de sorumlu olduğunu, ayrıca yaptırımlara karşı olduklarını, bu gerekçeyle tasarıyı veto ettikleri yönlü açıklamalarda bulundular. Bu aynı zamanda kimin yönetimde olacağına Suriye halkının kendisinin karar vereceği, dışardan dayatmayla yönetim değişikliği talebinin yanlış olduğu, BM’nin içişlere karışmama şartına bağlı kaldıkları düşüncesiyle de birleştirilmektedir. Burada bir noktaya daha dikkat çekmekte yarar var. BM’de ya da uluslararası görüşmelerde Suriye hakkında karar verileceği toplantılardan kısa süre önce veya eş zamanlı olaylar, patlama veya katliam gerçekleştirilmektedir. Bunun bir amacı da Suriye’ye yönelik yaptırımların yoğunlaştırılmasından askeri bir müdahalenin kararlaştırılmasını da içeren kararların alınmasını etkilemektir. Sözkonusu saldırılar, katliamlar her seferinde Esad rejimine mal edilmektedir. Ama tarafsız her siyasetçinin kabul edeceği şey, Esad rejiminin kendisini daha da zor duruma düşürecek böylesi davranışlara girmeyeceğidir. Arap Birliğ Şam yönetimiyle ilişkilerini kestiğini açıkladı. Rusya Dışişleri bakanı Şam’a gidip Esad’la görüştü. BM Genel Kurulu’nda ise bağlayıcı olmayan bir Esad’ı kınama ve istifasını talep eden karar tasarısı 137 evet, 12 karşı ve 17 çekimser oyla kabul edildi. Bu arada BM’den Suriye’ye yönelik yaptırım kararının çıkmayacağına inanan Esad karşıtı cephe “Suriye Halkının Dostları” adı altında bir oluşum örgütlemeye başladı. İlk toplantısını 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta gerçekleştirdi. Bu oluşum esasında BM GK 33 - MISIR - M 34 ısır’da askeri yönetimli “kontrollü geçiş” süreci sürüyor! Dergimizin 156. sayısında 25 Şubat 2012 tarihine kadarki gelişmelere değinmiştik. Parlamento ve Şura seçimlerinden sonraki “geçiş planı”, Meclis’in bu iki kamarası tarafından 100 kişiyi seçip anayasa hazırlamakla görevlendirmesi, anayasanın referanduma sunulması ve ardından başkanlık seçimlerinin yapılması gerekiyordu. Ordu da başkanlık seçimlerinden sonra yönetimi sivillere devredecekti. Protestolara yanıt olarak başkanlık seçimlerinin en geç Haziran ayı sonuna kadar yapılacağı açıklanmıştı. Pratikte bu sıralamaya uygun davranılması halinde ya başkanlık seçimlerinin ertelenmesi gerekiyordu, ya da anayasa referandumu yapılmadan başkanlık seçimlerinin ertelenmeden yapılması. Başkanlık seçimleri ertelenmedi! 29 Şubat’ta Seçim Komisyonu Başkanı başkanlık seçimi için öngörülen tarihleri ve seçime katılımın koşullarını açıkladı. Buna göre 10 Mart – 8 Nisan tarihleri arasında adayların kayıtlarını yapması gerekiyordu. Kayıt olabilmek için adayların 40 yaşını doldurmuş ve Mısır vatandaşı olması, 30.000 kadar destek açıklaması ya da 30 milletvekilinin imzası gerekiyordu. Seçim kampanyası da 30 Nisan – 20 Mayıs tarihleri arasında yapılacaktı. Seçim tarihi ise birinci tur için 23 ve 24 Mayıs, ikinci tur için ise 16 ve 17 Haziran olarak belirlenmişti. 3 Mart’ta Parlamento ve Şura biraraya gelerek anayasa hazırlaması için seçmeleri gereken 100 kişinin seçiminin kurallarını ve gidişatını belirlemesi için 30 kişilik bir komite seçti. Bu çalışma temelinde 24 Mart’ta sözkonusu 100 kişilik kurucu meclisin seçilmesi gerekiyordu. Olmadı. Sandalye sayısı az olan birçok parti Müslüman Kardeşler ile Selefiler’in sözkonusu kurucu mecliste belirleyici rol oynamasını boykot etmeleri sonucu, anayasayı hazırlayacak 100 kişilik kurucu meclis seçimi sürüncemede kaldı. 8 Haziran’da medyaya yansıyan haberlere göre Askeri Konsey ile meclisteki partiler anlaşmıştı. Buna rağmen çoğunluğu islamcılar oluşturacaktı. Yüksek Askeri Konsey Başkanı Tantavi 12 Haziran’da parlamento oturumunda kurucu mecliste kimlerin yer alacağının belirleneceğini açıkladı. tı. İkisinin oy oranı da %25’in altındaydı. Mursi bir puan kadar öndeydi. Medyaya yansıyan seçmenlerin tavırlarından öne çıkan esas şey, sonucun başta belli olmadığı bir seçimin ilk kez yapılıyor olmasıydı. Kimin kazanacağı belli değildi. Mısır’da “kontrollü geçiş”te ilerleme kaydediliyor yönlü tahminleri boşa çıkaran gelişmeler, ikinci tur seçimin hemen öncesinde yaşandı. 14 Haziran’da Anayasa Mahkemesi parlamento vatandaşı olması nedeniyle, Müslüman Kardeşler’in birinci adayı da devlete karşı suç işlemede ceza yemiş olmasından dolayı seçimlere katılmalarına izin verilmedi. Müslüman Kardeşler “yedek lastikle” yarışa katıldı! Muhammed Mursi’yi aday gösterdi. Seçimlerden önce fazla şans tanınmıyordu. Mübarek döneminin son Başbakanı general eskisi Ahmet Şefik’in aday olabilmesi için Anayasa Mahkemesi’nin izin kararı gerekiyordu, verildi. Müslüman Kardeşlerce dışlanan adaylardan biri Abdul Müneym Fütuh idi. Tanınmış isimler arasında da Amr Musa vardı. Toplam 13 aday vardı, hepsi de erkekti! Yaklaşık 52 Milyon seçmenin %43,4’ünün katıldığı söylenen ilk turda Mursi ile Şefik ilk iki sırayı kazandığından ikinci tur seçim bunlar arasında olacak- seçimlerini yasaya aykırı yapıldığı gerekçesiyle iptal etme kararı verdi. Buna bağlı olarak meclis feshedildi. Anayasa hazırlamak için düşünülen 100 kişilik kurucu meclis de daha işine başlamadan lağvedildi. Kararın gerekçesi milletvekillerin sayısının üçte birinin, partisiz, bağımsız adaylara ayrıldığı ama partili milletvekillerin sayısının üçte ikiden fazla olmasıdır. Bu gelişmeye bağlı olarak Yüksek Askeri Konsey “yumuşak” bir “darbe” gerçekleştirdi. Daha yönetimi sivillere devretmeden ordunun yetkilerini çoğaltan bir “darbe”. Sonuçta eskisi gibi ülkede esas söz sahibi olma durumunu yeni koşullara uydurma adımı atıldı. Yüksek Askeri Konsey, basına yansıdığı kadarıyla birçok noktada anayasal değişiklik kararı vermiştir. 2011 yılı Mart ayında yapılan anayasal değişiklikler panorama panorama Başkanlık seçimi ya da ordunun iktidarı orduya devretmesi! Mübarek rejimine karşı isyanda önemli rol oynayan “sol” kesimin, muhalefetin bir bölümü seçimleri boykot etmiştir. Bir bölümü de adaylar içinde iki-üç adaya oy vermiştir. Gelişmeler Mısır’da “sol”un kısa sürede fazla güçlenmediğini, hatta Mübarek’i devirme amacının gerçekleşmesinden sonra belli bir ayrışmanın yaşandığı, bunun da “renklerin” ortaya çıkmasına hizmet ettiği bir durumu göstermektedir. Kurucu meclis için pazarlıklar sürerken 31 Mayıs’ta OHAL’in tamamen kaldırıldığı açıklandı. 25 Ocak’ta, isyanın yıldönümünde sınırlı biçimde kaldırılmıştı! Bu ama yeni bir kanunla delindi bile. Buna göre kolluk güçleri istediği kişiyi istediği zaman tutuklayabilir! Geriye, başkanlık seçimlerine dönersek, ilk turu 23 ve 24 Mayıs’ta gerçekleşti.Selefilerin başkanlık adayı Hazım Ebu İsmail’in annesi hem Mısır hem de ABD 35 sında Başkanın göreve başlaması ve bir hükümet oluşturması biçiminde olacaktır. Anayasa hazırlama ve referanduma sunma, ardından da parlamento seçimlerinin yapılmasına kadar herhalükarda ordu ülkeyi yöneten esas güç olma durumundadır. Ordunun yetkilerinin ne kadar kısıtlanıp kısıtlanmayacağı da yeni anayasada ortaya çıkacaktır. Ordunun veto hakkı olduğu koşullarda hazırlanacak bir anayasaya, ordunun işine gelmeyecek herhangi bir maddenin gireceğini düşünmek bile abesle iştigaldir. Başkan eskisi Mübarek hakkında yürüyen davada Haziran ayı başında Mübarek’e ömür boyu hapis cezası verildi. Mübarek ve iki oğlu hakındaki yiyicilik, rüşvetçilik vb. konulardaki davada ise zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle beraat kararı verildi. Ömür boyu hapis cezasının verilmesinin gerekçesi ise 2011 Ocak – Şubat aylarındaki protestolarda yaklaşık 900 kişinin ölümünden sorumlu olmasıdır. Yani Mübarek 2011 Ocak ayından önce ceza verilmesi gereken bir suç işlememiştir... Mahkemenin bu kararı cılız da olsa protestolarla karşılaştı. Mübarek’e verilmesi gereken cezanın idam cezası olduğu haykırıldı. Bu arada Mübarek’in kalbinin durduğu, beyin kanaması geçirdiği yönlü haberler ve bu haberleri yalanlayan açıklamalar da Mübarek’in çoktan tarih olduğu gerçeğini değiştiremez. Mübarek rejimine karşı isyanda önemli rol oynayan “sol” kesimin, muhalefetin bir bölümü seçimleri boykot etmiştir. Bir bölümü de adaylar içinde iki-üç adaya oy vermiştir. Gelişmeler Mısır’da “sol”un kısa sürede fazla güçlenmediğini, hatta Mübarek’i devirme amacının gerçekleşmesinden sonra belli bir ayrışmanın yaşandığı, bunun da “renklerin” ortaya çıkmasına hizmet ettiği bir durumu göstermektedir. Bu gelişmeler bir kez daha, eğer işçilere, emekçilere devrim için mücadelede bilmsel sosyalizm temelinde yol gösterecek bir komünist örgütlenme yoksa, devrimci durum da yaşansa, işçilerin emekçilerin çıkarlarını savunan bir iktidarın kurulması mümkün değildir. İşçi ve emekçilerin militanca, can siperane mücadelesi, onların sınıf düşmanları tarafından yine onlara karşı kullanılmaktadır. “Arap baharı” denen isyan ve mücadelelerin kitlelerde yarattığı coşku, devrimin yarıda kalmasıyla moral bozukluğuna dönmüştür. Anda morali yükselenler “Müslüman Kardeşler” ve genelde islamcılardır. Mısır’da “kontrollü geçiş”te durum şimdilik böyledir. Gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. 25 Haziran 2012 ✓ “O’nu anıyor, sahipleniyoruz!” “…gider … gider, nice Koçyiğitler gider Senin de içinde bir oğlun varsa çok değildir Ey mavi gök! Ey yağız yer bilesin ki Yüreğimiz kabına sığmamakta Örsle çekiç arasında yoğrulduk Hıncımız derya gibi kabarmakta.” (İbrahim Kaypakkaya) Komünist önder İbrahim Kaypakkaya faşist katillerce katledilişinin 39. yıl dönümünde, 19 Mayıs Cumartesi günü Taksim’de düzenlenen anma yürüyüşü ve basın açıklaması ile anıldı. Tünel Meydanı’nda toplanan kitle, İstiklal Caddesi üzerinden Taksim Meydanı’na yürüdü. Taksim Meydanı’nda anmayı düzenleyen kurumlar adına basın açılaması yapıldı. En önde İbrahim Kaypakkaya yoldaşın, üzerinde “O’nu anıyor, sahipleniyoruz” yazan büyük bir resmi, anmayı düzenleyen ve destekleyen kurumların flamaları yer aldı. Üzerinde “O’nu anıyor, sahipleniyoruz” yazan, yüzlerce döviz taşındı. Yürüyüş ve basın açıklaması boyunca; “Önderimiz İbrahim, İbrahim Kaypakkaya!, İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür!, İbrahim Kaypakkaya yaşıyor, yaşayacak!, Katil devlet hesap verecek!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Bıji bıratiya gelan!, Kürdistan goristan ji bo faşistan!, İbrahim Kaypakkaya onurumuzdur!, Kürdistan faşizme mezar olacak!, Faşizme karşı omuz omuza!, Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!” sloganları atıldı. Yürüyüş boyunca Türkçe, Kürtçe ajitasyon konuşmaları yapıldı. Kurumlar adına ortak basın metni Türkçe ve Kürtçe okundu. Ortak basın açıklamasında İbrahim Kaypakkaya yoldaşın anılmasının yanı sıra Mayıs ayında tohum olup toprağa düşen devrimciler, yurtseverler de anıl- dı. “Kızıldere’de katledilişlerinin 40. yılında Mahir Çayan’la birlikte katledilen ON’ları; idam edilerek katledilişlerinin 40. yılında Denizleri; katledilişinin 39. Yılında İbrahim Kaypakkaya’yı; Sinan Cemgil ve arkadaşlarını; Dörtleri, Haki Karer ve Hasan Ocak’ı saygıya anıyoruz. Hem de onları anmanın, onların mücadele ruhlarını kuşanmak olduğunu bilerek anıyoruz. Onları anmanın işçi ve emekçilere yönelik emek düşmanı politikalara, onların militan ruhuyla karşı çıkmak anlamına geldiğini bilerek anıyoruz. Onları anmanın, Kürt ulusuna yönelik imha, inkar ve katliamcı politikalara karşı mücadele etmek olduğunu bilerek anıyoruz.” Eylemi örgütleyen kurumlar adına basın açıklaması yapıldıktan sonra, HDK adına Mukaddes Erdoğdu Çelik bir konuşma yaptı. Partizan adına okunan açıklamadan sonra basın açıklaması sona erdi. Devrimci ve komünist önderleri anmak suç değildir! İbrahim Kaypakkaya’yı sahiplenmek ve anmak onurdur! İbrahim Kaypakkaya’yı anıyor ve sahipleniyoruz! Anma şu kurumlar tarafından örgütlendi: HDK İstanbul Meclisi, Alınteri, Yeni Dünya İçin Çağrı, Devrimci Hareket, Munzur Çevre Derneği, Munzur Kültür Derneği, Alibeyköy Dersimliler Derneği, Dersim Gazetesi, DDSB, Partizan, Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri, Yeni Demokrat Kadın, Yeni Demokrat Gençlik, Kızılbaş Dergisi, Nor Zartonk, 2 Eylül Kültür ve Dayanışma Derneği, Gülsuyu-Gülensu Dayanışma Derneği, Yeni Dünya Gençliği, ATİK Destekleyen kurumlar; EHP, DHF, BDSP, Mücadele Birliği Platformu. 20.05.2012 ✓ güncel panorama 36 referanduma sunulmuştu. Bu seferki değişiklikler hemen yürürlüğe girdi! Yeni bir parlamento seçimi yapılana ve meclis oluşana kadar tüm yetkiler Yüksek Askeri Konsey’in elinde toplanmıştır. Bu seçimler de anayasanın hazırlanması ve referanduma sunulup onaylanmasından sonra gündeme gelecektir. Aslında yürütme de yasama da yargı da ordunun elindedir... Rejimin özünde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Fakat “yumuşak darbe” esasında Başkan’ın yetkilerinin kısıtlanması ve ordunun yetkilerinin genişletilmesiyle ilgilidir. Örneğin Başkanın ordunun başkomutanı olması bu değişiklikle engellenmiştir. Orduyu ilgilendiren tüm konularda ordu özerk ilan edilmiştir. Bu temelde ordunun ekonomideki gücü, gelirleri, giderleri de sadece ordunun kendisi tarafından kontrol edilebilecektir. Ekonomik çıkarlar da korunmaya alınmıştır. Başkan herhangi bir durumda bir başka ülkeyle savaş ilan edebilecek ama ordunun onayı olmadan bu adım atılamayacak. Ordu anayasanın her maddesinin yazılımında veto hakkına sahiptir. Anayasa oluşturma sürecinde son kararı yine ordu verecektir. Kurucu Meclis herhangi bir nedenle görevini yerine getirmezse ordu bu meclisi dağıtabilir ve yeni bir meclis oluşturabilir. Kısaca ifade edildiğinde Ordu “ülkenin yüksek çıkarlarına zarar” verdiği kanaatine sahip olduğu her duruma müdahale etme yetkisine sahiptir. Seçimlerin ikinci turundan sonra, ama sonuçların resmen açıklanmasından önce oluşturulan güvenlik konseyi, başkanla birlikte 16 kişiden oluşuyor. Bunun 11’i asker 5’i sivil ve kararlar da oy çokluğuyla alınacaktır. Bu kadar açık yani: Mısır’ı ordu yönetmeye devam ediyor! Bu gelişmelerin gölgesinde yapılan ikinci tur seçimlerine seçmenlerin yaklaşık %50’sinin katıldığı bilgisi basına yansıdı. Seçimin sonuçları resmen açıklanmadan iki adayın tarafları da kendilerinin adayının kazandığını ilan etti. Seçim Komisyonu seçimler hakkında 400 kadar şikayetin bulunduğunu, bunların incelenmekte olduğunu söyleyerek sonucun resmi ilanını erteledi. 24 Haziran 2012 tarihinde sonuçlar resmen açıklandı. Buna göre Müslüman Kardeşler’in adayı Mursi oyların %51,7’sini alarak başkanlığa seçilmişti. Seçim Komisyonu’nun sonuçları açıklamayı ertelemesinin perde arkasında ordu ile Müslüman Kardeşler ve Mursi arasında pazarlıklar olduğu yönlü yorum ve tahminler de piyasayı kapladı ve bu yorum ve tahminlerin maddi temeli de vardır. Yapılan açıklamalara göre Haziran ayı sonunda yönetim sivil başkana devredilecek!?? Bu adım esa- 37 Türkiye Komünist İşçi Partisi 38 Kendilerinin verdiği bilgiye göre TKİP’in şekillenişi Nisan 1987’dir. Nisan 1987’de bir grup yayınladıkla- rı bir bildiri ile TDKP(Türkiye Devrimci Komünist Partisi)’den kopmayı ilan eder. Mayıs 1987’de “iki temel metinle ideolojik platformlarını devrimci kamuoyuna” ilan ederler. Ekim 1987’de TKİP’in merkez yayın organı olan “Ekim” dergisi yayın hayatına başlar. Mart 1991’de Ekim 1. Genel Konferansı toplanır. Kasım 1998’de TKİP Kuruluş Kongresi toplanır ve TKİP’in kuruluşu ilan edilir. Mart 1992’de “Ekimler” adlı derginin 1. sayısı legal olarak yayınlanmaya başlar. “Ekimler”in yeni döneme ilişkin değerlendirmeleri, Sovyetler Birliği kazanımları ve Stalin üzerineydi. Bu değerlendirmeleri de “teorisyen” H. Fırat yapıyordu. Troçkist örgütlerin en temel özelliği, Sovyetler Birliği kazanımlarını reddetme ve Stalin düşmanlığıdır. TKİP’in teorisyenlerinden H. Fırat, Mart 1992’de ilk sayısı yayınlanan “Ekimler”in 1. ve Şubat 1994’te yayınlanan 2. sayıda Sovyetler Birliği ve Stalin hakkındaki değerlendirmelerini ortaya koymuştu. Dergimizin öncülü olan Yeni Dünya İçin sayı 4’te, H. Fırat’ın Sovyetler Birliği hakkında yaptığı değerlendirmelere tavır takındık. O yazımızda diğer şeylerin yanı sıra şu tespitleri yaptık: ile 1930’ların sonundaki Sovyet ülkesi, iki ayrı dünyadır artık. Tarıma dayalı geri bir kırsal toplumdan, asgari sınai temele sahip bir kent toplumuna büyük bir sıçrayıştır bu. Buna bağlı olarak köylülüğün nüfus içindeki ezici ağırlığında büyük bir zayıflama, işçi sınıfının toplum içindeki varlığında ise görülmemiş bir büyüme ve güçlenmedir. Eski toplumdan kalan ya da NEP döneminde oluşan sömürücü sınıflar süpürülüp atılmıştır artık. Sürekli kapitalist öğeler yaratan yaygın küçük meta üretiminden ve onunla kopmaz biçimde bağlı sınırlandırılmış bir piyasa ekonomisinden, tarımda devlet mülkiyetinin yanısıra kollektif köylü mülkiyetine dayalı makinalaşmış geniş çaplı bir tarıma, sanayide kamu mülkiyetine, ekonominin tümünde ise planlı yönetime geçiştir. İktisadi gerilikle kopmaz biçimde bağlı kültürel geriliğe ve cehalete son verilerek, eğitimi ve öteki kültür öğelerini çalışan yığınların yaşamına maletmedir. Teknik ve üretim bilgisi, genel olarak bilimsel bilgi üzerindeki küçük bir burjuva uzmanlar azınlığının tekelini parçalayarak, onu milyonlarca işçi ve emekçiye maletmedir. Ve elbetteki, tüm bunlarla içiçe olarak, yığınların iktisadi, sosyal ve kültürel yaşamında göreli bir iyileşmedir. Kısacası sosyalist bir iktidar altında (abç), çapı ve hızı bakımından tarihte o güne dek eşi görülmemiş ve daha sonra da görülemeyecek olan büyük bir modernleşme hareketiydi bu.’ (agd., sf. 39) H. Fırat, Stalin önderliği döneminde sosyalizmin inşası bakımından birçok başarıları, özellikle de iktisadi başarıları reddedemiyor. Bunların birçoğunu sermayenin paralı tarihçileri de reddedemiyorlar. Burjuva tarihçileri ile H. Fırat gibi onların öğrencisi teorisyen tarihçilerin birleştiği nokta bu iktisadi ilerlemenin demokratik şartlarda ve araçlarla yapılmadığı, tersine iktisadi ilerleme içerisinde, daha önceden Sovyetleri işlevsizleştiren, parti ile devleti özdeşleştiren bürokratik aygıtın totaliter tedbirlerle (H. Fırat ‘oloğanüstü tedbirler’ diyor) kendi bürokratik yapısını daha da derinleştiğini savunuyorlar. Bunu H. Fırat, ‘1930’ların en trajik çelişkisi’ (agd., sf.49) olarak tanımlıyor ve siyasal alanda, aynı dönemde iktidar aygıtının ‘bürokratik bir deformasyona’ uğradığını, ‘sosyalizmin inşası sürecinin, politik planda aynı ilerlemeyi yaşayamadığı, daha da kötüsü, sürecin bu alanda bir bakıma tersine işlediği’ni (sf.49) iddia ediyor. İddia ediyor diyoruz, çünkü iddiasını ispat yönünde hiçbir ciddi kanıt getiremiyor. H. Fırat’a göre sosyalist iktidar altında, kendisinin yukarda saydığı başarılar elde edilse de, halen sos- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası D ergimizin 156 ve 157. sayılarında ülkelerimizde kendilerini açıkça Troçkist olarak nitelendiren kimi gruplar hakkında bilgi vermiştik. Bu sayımızda kendilerini açıkça Troçkist olarak adlandırmayan, fakat savundukları görüşler itibarıyla Troçkist görüşlerden önemli ölçüde etkilenen ve yarı-Troçkist olarak değerlendirdiğimiz TKİP ve KÖZ grupları üzerinde durmak istiyoruz. Ülkelerimizde, Troçkist görüşlerden önemli ölçüde etkilenen ve bu görüşleri Marksizm-Leninizm adına savunan çok sayıda grup var. Kuşkusuz ülkelerimizde yarı Troçkist konumda olan sadece TKİP ve KÖZ değil. TKİP ve KÖZ dışında, yarı Troçkist olarak değerlendirdiğimiz akımlar var. Bu akımları tek tek ele alıp değerlendirmeyi gerekli görmüyoruz. Troçkizm yazı dizimizi, TKİP ve KÖZ hakkındaki değerlendirmelerimizle birlikte sonlandırıyoruz. Bu soruya H. Fırat, sosyalist Rusya’nın iç savaştan muzaffer olarak çıktığı 1921 döneminden itibaren şöyle cevaplandırıyor: ‘İçsavaşın bitiminde, bu ilk ortaya çıkış biçimiyle Sovyet iktidarından ve onun dayanağı olan Sovyetlerden geriye pek az şey kalmıştı. İçsavaş ve ona eşlik eden savaş komünizminin olağanüstü koşulları, iktidarın aşırı bir yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini gerektirmişti. Bunun kendisi Sovyetlerin olağan demokratik işleyişini peşinen zaafa uğrattı. Öte yandan, bu yoğunlaşmada partinin oynamak zorunda olduğu kritik rol ise, daha devrimin ilk anlarından itibaren, iktidar aygıtı ile partinin özdeşleşmesi tehlikesini yarattı... Bu sorun bütün içsavaş boyunca partiyi uğraştırdı. Fakat fiilen, koşulların dayattığı zorunluluklar ile yaşanan zorlukların üstesinden gelmede düşülen kolaycı eğilimler, işaret edilen tehlikeyi içsavaş bitiminde artık bir olgu haline getirmişti. Sovyetler biçim olarak yine vardılar, fakat eski içerik ve işleyişlerini yitirmiş bulunmaktaydılar. Yığınların devrimci siyasal inisiyatiflerinin siyasal biçimleri ve proleter demokrasisinin uygulanma araçları olarak doğan bu örgütler, artık aktif ve militan katılım anlamında kitle dayanaklarını yitirmiş, yeni biçimiyle kitlelerin üstüne bir bürokratik ağırlık olarak çökmüşlerdi. Ruhunu, iradesini, yaşam gücünü kitlelerden alan Sovyetler ile şimdiki Sovyet aygıtları birbirinden bütünüyle ayrı kurumlardı.’ (Ekimler, S. 1, sf. 31-32) ‘Sovyet iktidarında bürokratik deformasyonun temelleri daha içsavaştan itibaren olmak üzere, bu nesnel temeller ve öznel hataların bileşkesi üzerinde şekillendi ve geleceğe doğru olarak sürekli bir biçimde gelişti, güçlendi ve yerleşik hale geldi. 1930’larda durum artık ‘olağan’laşmıştı.’ (age. Sf. 33) İşte H. Fırat’ın 1921 sonrası Sovyet iktidarının niteliğine ilişkin öne çıkardıkları karekteristik özellikler bunlar. H. Fırat bu tür karşı-devrimci özelliklere sahip bir iktidarın sosyalist bir iktidar olduğunu savunmanın yanısıra, bir başka saçmalığın savunuculuğunu da yapıyor. Artık eski niteliklerini tamamen yitirdiğini, yeni biçimiyle kitlelerin üstüne bir bürokratik ağırlık olarak çöktüğünü, parti ile sovyetlerin özdeleştiğini iddia ettiği bürokratik devlet aygıtının ve bürokratik bir partinin, sosyalist ekonomiyi ve sosyalist toplumu kurmasına bile sosyalizmin önkoşullarını yarattığını savunabiliyor. Olmaz demeyin! H. Fırat oldu diyor. Şunları yazıyor H. Fırat: ‘1929 öncesi Sovyet ülkesi ✒ ✒ TROÇKİZM ÜZERİNE VI “Sovyet İktidarının Niteliği Ne İdi? 39 bölüşümün temel ilkesi olarak kalmak zorundadır. Ancak, siyasi ekonominin ve hukukun abc’sinden haberi olmayan H. Fırat gibileri sosyalizmde, bölüşümün tek doğru ve mümkün olan hukuksal ilkesinin anayasaya alınmasına karşı çıkabilirler. ‘Teorisyen’imiz anayasayı programla karıştırma yanlışını da yapmaktadır. Stalin şöyle diyor: ‘Bir programla bir anayasa arasında temelden bir ayrılık vardır. Bir program henüz olmayan (abç) ama ancak gelecekte elde edilecek ve kazanılacak olanı gösterdiği halde bir anayasa tersine daha şimdiden olanı, şimdi ve bugün elde edilmiş ve kazanılmış bulunanı belirler. Program başlıca gelecekle ilgili olduğu halde, anayasa içinde bulunan zamanla ilgilidir.’ (SSCB Anayasa Taslağı Üzerine; Leninizmin Sorunları, Sol Yay. Sf. 627) H. Fırat’a göre, işçi sınıfının yönetici güç olması sorunu 1936 Anayasası ile ‘yurttaşların demokratik haklarını’ geliştirmek ve güvenceye almak gibi bir hukuksal soruna indirge’nmiştir. (Ekimler, sf. 57) Nasıl olmuş da, işçi sınıfının yönetici güç olması bu türden dar bir çerçevede olmuş? İspatı yine kendinden men- Bundan yirmi yıl önce yaptığımız tespitler, bugün de geçerliliğini korumaktadır. H. Fırat, Sovyetler Birliği kazanımlarına ve Stalin’e saldırması ile hangi kulvarda yol aldığını ortaya koymuştur. H. Fırat, Sovyetler Birliği kazanımları ve Stalin şahsında Marksizm-Leninizme saldırmaktadır. Stalin ve Sovyetler Birliği kazanımları savunulmadan MarksizmLeninizm savunulamaz. Stalin, Lenin’in ölümünden sonra, ortaya çıkan “muhalefet” gruplarına karşı Leninizmi savunmuş ve “muhalifler” ideolojik olarak yenilgiye uğratılmışlardır. “Yeni dönem”in ürünü olduğunu iddia edenlerin, Sovyetler Birliği kazanımlarına ve Stalin’e saldırmaları yeni değildir. Bu saldırılar TKİP veya TKİP’in “teorisyen”i H. Fırat ile başlamadı. H. Fırat, Lenin’in ölümü ertesinde Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm inşasına ve Stalin’e saldıran cepheye katılmıştır. Olan budur. Türkiye Komünist İşçi Partisi, Marks, Engels ve Lenin’i klasik olarak görmektedir. Bütün ‘Troçkist’ örgütlerin savunduğu “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” şiarını TKİP de savunmaktadır. Bilindiği gibi kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası bir kusurdur ki, hiç bir kapitalist toplum bu ‘kusuru’ gerçekte uygulamayacak durumdadır. Zira herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre ilkesini uygulasa idi kapitalizm, kapitalizm olamazdı. Bu ilke yalnızca bir yönüyle eski toplumun izini taşımaktadır. O da, gerçekte eşit olmayan emekçiler arasında eşit BİR ilkenin uygulanmasıdır. Gerçek eşitliliğin olması için hakkın eşit olmaması, insanların ihtiyacını temel alan bir hakkın uygulanması gerekirdi. Ama bu kusura rağmen, ‘herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre’ ilkesi sosyalist bir toplumun kurulup kurulmadığını ölçmenin en temel ilkesidir. Stalin’in bu ilkenin gerçekleştirilmiş olmasını sosyalizmin eksiksiz zaferinin kanıtı olarak saymasında şasılacak hiç bir şey yoktur. Buna ancak yolunu şaşırmış ‘teorisyen’ tarihçiler şaşabilirler. Yazarımız şaşkınlığı ile, Stalin Anayasası diye bilinen sosyalist anayasa ‘herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre’ ilkesinin konulmasına karşı polemik içerisinde şu saçmalığı da savunuyor; ‘madem bu evre ‘daha şimdiden’ gerçekleşmiştir, bu dinamik bir karekteri olan ‘geçiş süreci’nin yeni ve bir üst evresine geçilmekte olduğunu da anlatır. Böyle bir durumda ise, bölüşüm ilişkilerinde burjuva hukukunun ifadesi bir ilkenin, anayasal güvence altına alınmak bir yana, tersine adım adım tasfiyesi gündeme getirilir. Toplumsal gelişme süreçlerinde hukukun genellikle ‘arkadan topallayarak’ gelmesi bir kural olmakla birlikte, bu hiç de ömrünü doldurmuş bir evreye ait bir hukukun yeni bir evrede gündeme getirilmesi anlamına gelmez. Sosyalist bir toplumda hiç gelmez.’ (Ekimler sf. 53) Marksizm-Leninizmin, genel olarak hukuk, özel olarak da sosyalizmde uygulanacak ‘burjuva hukuku’ konusundaki en basit görüşlerini bile birbirine bu kadar karıştırıp laf salatasına çevirmesi için oldukça ‘açıklığa’ sahip olması gerekmektedir. Bir kere ‘hukuk, hiçbir zaman (teorisyenimiz H. Fırat genellikle diyordu!), toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden yüksek olamaz’ (Marks, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, Sol Yay. Sf. 33). Bu yüzden sosyalist bir toplumun hukuku da, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamaz. Toplumun iktisadi durumu, hangi bölüşüm ilkesine izin veriyorsa, o toplumun hukuku ve anayasası da o ilkeyi içermek zorundadır. Bu ilke sonal hedef olmasa da, bilinçli ve çok yönlü bir çaba ile yerini daha üstün bir hukuka terketmek zorunda olsa da, daha üstün bir hukuku gerçekleştirebilmenin iktisadi temeli olmadığı sürece ✒ ✒ 40 yalist toplum, sosyalist iktisadi yapı kurulmuş değil. ‘1930’ların ortasında, Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin zaferi değil, uzun bir tarihsel dönemi gerektiren bu zaferin nihayet elde edilebilen önkoşulları sözkonusudur.’ (sf.60) Hangi gerekçelere dayanarak böyle bir tez getirdiği yazarımızın teorik bir sırrıdır. O, bu soruya cevap vermez, bunun yerine 30’lu yılların ikinci yarısında SSCB’de kurulan düzene Stalin’in ‘eksiksiz bir sosyalist toplum’, ‘sosyalizmin kesin zaferi’ olarak adlandırmasına karşı gerekçeler getirir. Saydığı gerekçeler, değer yasasının SSCB’de halen ‘hükmünü sürdürebilmesi’, devlet mülkiyetine geçirilen üretim araçlarının ‘fiilen de toplumsallaşması’nın uzun zaman alacağı, işgücünün eski zamandan kalma izleri taşıyacağı, ‘bölüşümde, ücret ödemelerinde hala burjuva hakkının geçerli olacağı’ (sf.52) gerekçeleri ile genelde sosyalizmin, içinden çıktığı kapitalizmin halen izlerini taşıyacağı teorik gerekçesidir. H. Fırat’a göre ‘işte tam da böyle bir dönemden, ‘sosyalizmin eksiksiz zaferi’, ya da ‘kesin zaferi’ diye söz edebilmek, kendi içinde bir çelişkidir ve teorik bakımdan bir değer taşımaz.’ (agy) H. Fırat’ın burada yürüttüğü tartışma aptalca bir tartışmadır. Marksizm-Leninizmin klasikleri, komünist toplumun birinci aşamasının burjuva toplumdan arta kalan kusurlara sahip olacağının tamamen bilincindedirler. Bu kusurlara rağmen, eğer sömürücü sınıflar ve dolayısı ile sömürü ortadan kaldırılmışsa, sömürünün ortadan kaldırılması ile herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre ilkesi gerçekleştirilmişse, üretimde sosyalist mülkiyet rakipsiz bir egemenliğe sahipse, bunun komünizmin alt evresinin kurulması anlamına geldiğini teorik olarak açıklamışlardır. Sosyalist düzenin tüm bu temel şartlarının eksiksiz yerine getirildiği bir dönemi, Stalin’in ‘sosyalizmin eksiksiz’ ya da ‘kesin zaferi’ olarak adlandırmasında yanlış ya da kendi içinde bir çelişki oluşturan hiçbir şey yoktur. Yazar, kendi kafa karışıklığını Stalin’e maletmeye çalışmayı marifet saymaktadır. Teorisyen tarihçi yazarımız Stalin’e aptalca eleştiriler getirmeye devam ediyor. Yazar, Marks’ın ‘herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre’ ilkesini, eski toplumun bir kalıntısı, bir kusuru saydığını okumuştur. Ama ‘Stalin’in bu aynı şeyde sosyalizmin eksiksiz zaferinin bir kanıtını bulmasına yalnızca şaşılabilir’miş. (sf.52) ‘Teorisyen’ tarihçimiz, Marks’ın hangi anlamda bu ilkeyi, eski toplumdan kalma bir kusur olarak adlandırdığı üzerinde hiç düşünmüşmüdür? Bu kapitalist toplumdan kalma öyle Teorisyen tarihçi yazarımız Stalin’e aptalca eleştiriler getirmeye devam ediyor. Yazar, Marks’ın ‘herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre’ ilkesini, eski toplumun bir kalıntısı, bir kusuru saydığını okumuştur. Ama ‘Stalin’in bu aynı şeyde sosyalizmin eksiksiz zaferinin bir kanıtını bulmasına yalnızca şaşılabilir’miş. kul iddialar ortaya atılıyor ve ‘ben dedim, öyle oldu’ mantığından hareket ediliyor. Bu da basit bir yalandır. Ne anayasada ne de Stalin’in herhangi bir yazısında işçi sınıfının yönetici güç olması hukuksal bir soruna indirgenemez. Tersine herşeyden önce ve esas olarak ‘işçi sınıfının yönetici gü.’ Olmasının maddi ve kültürel ön koşullarının olup olmadığı soruşturularak cevaplandırılır. H. Fırat’ın başka bir iddiası da, yeni anayasanın ‘gerçekte iktidarın mevcut bürokratik yapısını kurumlaştırmaya’ (agd., sf.60) yaradığı şeklindedir. Bu iddia düzeyinde, ispatsız olarak ortaya atılmış bir değerlendirmedir, kanıtlanmadığı sürece de öyle kalacaktır.” (Bkz. Yeni Dünya İçin, Sayı 4, sf. 49-55, Eylül 1992) Marks ve Engels Komünist Parti Manifestosu’nu “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” şiarı ile bitirmişlerdi. Marks ve Engels’in yaşadığı dönem kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi idi. Bu dönemde emperyalizm olgusundan sözedilemezdi. Kapitalizm, 19. yüzyılın sonlarında, tekelci aşamaya yani emperyalizm aşamasına ulaştı. Lenin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, Marksizme önemli katkılar yaptı ve emperyalizmin analizini yaptı. Birinci paylaşım savaşı ertesinde, doğunun ezilen ve sömürülen halkları ayağa kalktı. Bu halklar emperyalizme darbe vurmakla yetinmiyor aynı zamanda objektif olarak proleter dünya devriminin dolaysız bir desteğini, proletaryanın sosyalist devrim mücadelesinin bir müttefikini oluşturuyordu. Ulusal sorun 41 TKİP, sadece emek-sermaye çelişmesine vurgu yapmaktadır. Emeksermaye çelişmesi, yalnızca emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, bugün dünyadaki bütün ülkelerde vardır. 42 nist Enternasyonal için, emperyalizm çağında somut ekonomik gerçekleri saptamak ve tüm sömürgesel ve ulusal sorunlarda soyut önermelerden değil, somut durumun olgularından hareket etmek özellikle önemlidir.” (Lenin, “Ulusal ve Sömürgesel Sorun Komisyonunun Raporu”, Seçme Eserler, Cilt 10, sf. 263, İnter Yayınları.) Ezen ülkelerle ezilen ülkeler arasındaki ayrımın yapılması aynı zamanda her ikisindeki devrim tiplerinin de farklılığı sorununu gündeme getirmektedir. Lenin, tezlerin dördüncü maddesinde Komintern’in ulusal sorun ve sömürge sorununa ilişkin siyasetindeki çıkış noktasını ortaya koymaktadır: Çıkış noktası, bütün ulusların ve bütün ülkelerin proleterlerinin ve emekçi yığınlarının, burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarını yıkmayı amaçlayan ortak devrimci savaşımları için karşılıklı yakınlaşmalarını sağlamaktır! “Çünkü” der Lenin, “yalnızca böyle bir yakınlaşma, kapitalizm üzerinde zaferi sağlar, bu olmadan, ulusal baskının ve hak eşitsizliğinin ortadan kaldırılması olanaksızdır.” Lenin’de sorunun konuluşu böyledir. Bu anlamda emperyalizm ve proleter devrimleri çağının temel şiarı, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz!” şiarıdır. Komintern’de belirlenen sistemidir. Emperyalizme karşı dünya çapında başarılı bir devrim savaşımı için, ezen ülkelerin proleterleri ile ezilen ve bağımlı ülkelerin halklarının sağlam bir ittifakı temel şarttır. “Bütün ülkelerin işçilerinin birliği” siyaseti, emperyalizm koşullarındaki değişime göre (sömürge ve bağımlı ülkelerdeki hareketlerin gelişme eğilimi göstermesi, emperyalizme darbe vurması vb.) “Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halkların birliği” siyasetine dönüşmüştür. Bu siyaset çok açık olarak gelişmiş ülkelerdeki proletarya hareketi ile sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı ortak bir cephede birliğini sağlama siyasetidir. Bu siyaset uygulanmadığı sürece ne gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın, ne de sömürge ve bağımlı ülkelerin ezilen halklarının emperyalizmden kopuşu gerçekleşecektir. Bu nedenle doğru şiar “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz!” şiarıdır. TKİP,“Bütün ülkelerin işçilerinin birliği” siyasetinin, emperyalizm koşullarında değişime uğrayarak, “Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halkların birliği” siyasetine dönüştüğü gerçeğini görmemektedir. Bu bağlamda TKİP Leninist konumda değil, Troçkist konumda yer almaktadır. TKİP, ezen ülkelerle ezilen ülkeler arasındaki ayrım noktalarını görmemektedir. Ayrım noktaları görülmediği için de devrim tiplerinin de farklı olabileceği gerçeği atlanmaktadır. TKİP programında emperyalizm çağında dünyanın ezen emperyalist ülkeler, ezilen sömürge, yarı-sömürge, bağımlı ülkeler biçiminde ikiye ayrıldığı tespitleri yoktur. (Bkz. www.tkip. org, TKİP, Program Tüzük, Eksen Yayıncılık) TKİP programında şunlar söylenmektedir: „Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralan, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. Emek-sermaye çelişkisi, tüm toplumsal çelişki ve çatışmaları belirleyen ana eksendir. Sermaye iktidarı, sırtını emperyalizme dayamış işbirlikçi tekelci burjuvazi şahsında, burjuvazinin tüm kesimlerinin ortak sınıf çıkarlarını temsilcisidir. Büyük burjuvaziye binlerce çıkar bağı ile bağlı kent ve kır orta burjuvazisi, karşı-devrimci bir tabakadır. Orta burjuvazinin kent ve kır emekçileri üzerindeki ideolojik, politik ve kültürel etkisini kırmak, devrimin başarısının temel bir koşuludur. Türkiye’yi karakterize eden temel iktisadi, toplumsal ve siyasal gerçeklerden hareket eden TKİP, toplumumuzun proletarya devrimi tarihi adımı ile karşı karşıya bulunduğunu saptar. Proletarya devrimi, sermaye egemenliğine son vererek sosyalizme geçişi sağlayacaktır.“ (Bkz. www.tkip.org, Program Tüzük, Eksen Yayıncılık) Emperyalist ülkelerle, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki sınıf mücadelesinin koşulları birbirinden farklıdır. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekir. Emperyalist ülkelerdeki sorunlar ve talepler ile, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki sorun ve talepler arasında benzerlikler kadar farklılıklarda vardır. Bu farklılıklar, devrimin niteliği ve sınıfların rolünün belirlenmesinde dikkate alınmayı gerektirir. Ezen ülkelerle ezilen ülkeler arasındaki ayrımın yapılması aynı zamanda her ikisindeki devrim tiplerinin de farklılığı sorununu gündeme getirmektedir. Bunun nedeni; başka halkları ezen ülkelerde burjuvazi, devrimin bütün aşamalarında karşıdevrimci bir rol oynar. Bu yüzden burjuvaziyle bu noktada bir ittifakın da temeli yoktur. Emperyalizme bağımlı yarı-sömürge ve bağımlı „ezilen ülke“lerde ulusal sorun devrimin bir momenti olarak gündeme gelmekte; emperyalizm, ulusal burjuvaziyi de baskı altında tutmaktadır. Bu durum ulusal burjuvazinin bir bölümünün belirli bir dönem, belirli koşullar altında emperyalizme karşı mücadelenin içine girebilmesinin koşullarını yaratmaktadır. Kapitalist emperyalist ülkelerde burjuvazi devrimci barutunu tümden tüketmiştir. Emperyalizme bağımlı ezilen ülkelerde ise burjuvazi milli devrim bağlamında belirli bir süre olumlu, devrimci bir rol oynayabilir. Emperyalist, ezen ülke burjuvazileriyle; ezilen ülke burjuvazileri arasında fark vardır. TKİP, bu farkı görmemekte ve bütün ülkelerin burjuvazisini bir ve aynı kefeye koymaktadır. Bu yaklaşımın Marksizmle-Leninizmle herhangi bir ilişkisi yoktur. Bu anlamda gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerde gündemdeki devrim sosyalist devrimdir. Emperyalizme bağımlı ezilen ülkelerde gündemdeki devrim işçi-sınıfı önderliğinde anti-emperyalist demokratik devrimdir. TKİP programında çok açık olarak belirtilmese bile ayrımsız olarak bütün ülkeler için sosyalist devrim savunulmaktadır. Bu savunu ML değil, Troçkist bir savunudur. TKİP, sadece emek-sermaye çelişmesine vurgu yapmaktadır. Emek-sermaye çelişmesi, yalnızca emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, bugün dünyadaki bütün ülkelerde vardır. Tabii ki bu çelişme toplumlardaki en önemli çelişmedir. Bu çelişme burjuvazinin iktidarının devrilmesi, işçi sınıfı iktidarının kurulması, sosyalizmin inşa edilmesi ve ücretli emek sömürüsüne son verilmesi ile çözülecektir. Öte yandan, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki temel çelişme, bugün de dünyadaki gelişmelere damgasını vuran temel çelişmelerden biridir. Bu çelişme, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde antiemperyalist demokratik devrimlerle, kimilerinde ulusal bağımsızlık devrimleri ile çözülecektir. Dünya çapında en önemli çelişmenin sadece proletarya ile burjuvazi arasında olduğunu söyleyenler, Marksizm-Leninizm ile çelişkiye düşmektedir. Marksist-Leninistlerin görevi; proleter dünya devriminin emperyalist dünyanın içindeki iki temel akımını, “kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrim akımı ve sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerdeki anti-emperyalist anti-feodal devrim akımını bir bütünün parçaları olarak” görmektir. Bu devrimci akımların ittifakı için mücadele etmektir. Lenin ve Stalin’in bize öğrettiği budur. Komünist olduğunu iddia eden bir örgütün programında bu çelişmeye atıfta bulunulmaması ilginçtir. Demokratik devrim aşamasında köylülük, proletaryanın müttefikidir. Demokratik devrimin gündemde olduğu bir ülkede temel hedef işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulmasıdır. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası bu şiarın içeriği gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalist devrim akımıyla, ezilen ülkelerdeki antiemperyalist, demokratik devrim akımının proleter dünya devrimi sürecini oluşturduğudur. Bu iki devrim akımı, aynı sürecin değişik bileşenleridir. Bu her iki akım birbirini destekler, birbirine muhtaçtır. Bu akımlardan birinin tek yanlı olarak abartılması ve birinin zaferinin tek yanlı olarak diğerinin zaferine bağlı olduğunun savunulması yanlıştır. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal sorun, sömürgeler genel sorunu haline geldi. Sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkelerde, emperyalizm karşıtı hareketler artmaya başladı. Emperyalizm, bir dizi şey yanında, aynı zamanda bir avuç “uygar” ülkenin dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ezilen halkların sömürülmesi ve baskı altına alınması ✒ ✒ ve sömürge sorunun proleter devrimle birleştirilmesi ve kaynaştırılması sorunu Lenin, Stalin ve Komintern tarafından teorik planda çözümlendi ve buna uygun bir siyaset geliştirildi. Komintern II. Kongresi’nde, ulusal sorun üzerine tartışma yürütüldü ve bu kongrede Lenin’in sunduğu tezler temelinde sorun tartışılarak önemli kararlar alındı. Lenin, bu tezlerin kabul edilmesi ertesinde II. Kongre’ye sunduğu 26 Temmuz 1920 tarihli raporunda, ileri sürdüğü tezlerin temelinde yatan görüşleri açıklarken, ezen ulus, ezilen ulus ayrımının yapılması konusunda şunları söyler: “Birincisi, tezlerimizin en önemli temel düşüncesi nedir? Ezilen ve ezen halklar ayrımıdır. İkinci Enternasyonal’in ve burjuva demokrasisinin tersine, biz bu ayrımı öne çıkartıyoruz. Proletarya ve Komü- 43 yaygın örgütlenme biçimleridir. Feodalizmin artığı kimi düşünce ve davranış biçimleri devrimci örgütlerde bile varlığını, etkinliğini sürdürmektedir. Görüldüğü gibi ülkelerimizde çok önemli çözülmemiş demokratik devrimin görevleri vardır. Yukarda saydığımız görevler demokratik devrimin çözmesi gereken görevlerdir. Sosyalist devrim için olmazsa olmaz kıstaslardan bir tanesi de işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesidir. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi; komünist partinin işçi sınıfı ile sosyalizmi birleştirme derecesi, yoksul köylülüğün sosyalist devrim programı temelinde proletarya ile ittifaka hazır olması anlamına gelmektedir. Andaki durumda Türkiye’nin gerçekliği bu değildir. Tüm bu nedenlerden dolayı emperyalizme karşı, gerçek bağımsızlık için antiemperyalist devrim en acil görevlerden biridir. Sosyalist devrim öncesi, demokratik devrim aşamasının yaşanması, proletaryanın sosyalist devrime geçmek için demokrasiyi yaşaması ve içselleştirmesi gerekir. Antiemperyalist demokratik halk devrimi ilk planda, emperyalizme bağımlı burjuvazinin faşist iktidarını yıkacak ve yerine işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kuracaktır. Türkiye bir halklar hapishanesidir. Demokratik halk devrimi ilk planda zoraki birliğe son verecek ve ülkelerimizi sözde değil gerçek anlamda demokratikleştirecektir. Demokratik halk devrimi ertesinde, proletaryanın bilinç ve örgütlenme seviyesine göre, mümkün olan en kısa süre içerisinde sosyalist devrime geçecektir. Sosyalist devrim, demokratik devrimin arta kalan görevlerini de geçerken çözecektir. TKİP programı aslında sosyalist devrimin değil demokratik devrimin programıdır. Şöyle diyorlar: “Zafere ulaşmış devrim aynı anda bunları emperyalizme karşı dolaysız siyasal ve askeri önlemlerle birleştirir. Programımız, devrimin “Siyasal Alanda”ki ilk önlemleri kapsamında, bunları şöyle ortaya koyar: “4) Emperyalizme köleliğe her alanda son verilecektir. Emperyalistlere tanınmış her türlü ayrıcalık kaldırılacak, açık-gizli tüm kölelik antlaşmaları geçersiz ilan edilecek, emperyalist askeri üs ve tesislere el konulacaktır. Emperyalistlerin devrimi boğmaya yönelik tüm girişimleri, işçilerin ve emekçilerin topyekûn seferberliğiyle püskürtülecektir.” (s.34) Programımız, zafere ulaşmış devrimin ilk adımda “Ekonomik Alanda” alacağı önlemler kapsamında ise, bunun başlıca ekonomik ve mali unsurlarını ortaya koyar. Emperyalizmin Türkiye topraklarındaki tüm ik- tisadi ve mali varlığına tazminatsız olarak el koymak, bu alandaki her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırmak, emperyalist iktisadi ve mali kuruluşlarla olan kölece ilişkilere son vermek ve dış borçları geçersiz ilan etmek, bu önlemlerin başlıcalarıdır.” ( Bkz: http://www.tkip. org/ana-sayfa/temel- belgeler/yazi/article/2/savas_ anti_emperyalist_muecadele_ve_pa-2.html) TKİP’in programında, ortaya konulan görüşler sosyalist devrimin değil, demokratik devrimin çözmesi gereken görevlerdir. Ülkelerimizin gerçekliği proletaryanın işe doğrudan sosyalist devrimle başlamasını engelliyor. TKİP’de, Türkiye’nin emperyalizme kölece bağımlı olduğunu savunuyor. Bu savunuya rağmen proleter devrimin gündemde olduğu söyleniyor. Ama ortaya konulan program ise demokratik devrimin programıdır. Anti-emperyalist demokratik halk devrimi ile sosyalist devrim tek bir zincirin iki halkasıdır. Birincisi ikincisine dönüşür. Sosyalist devrim, demokratik devrimin arta kalan görevlerini geçerken çözer ve kazanımlarını pekiştirir. Demokratik mücadele ile sosyalist mücadele, demokratik görevlerle sosyalist görevler karşı karşıya getirilemez. Demokratik mücadeleyle sosyalist mücadele proletaryanın yürüttüğü sınıf mücadelesinin iki yönünü, iki görüntüsünü oluşturur. Devrimin anti-emperyalist bir karakter taşıması, proletaryanın kendini sadece demokratik taleplerle sınırlayacağı anlamına gelmez. Demokratik ve sosyalist görevler arasında kopmaz bağlar vardır. Kopmaz bağlar olmasına rağmen, demokratik görevlerle sosyalist görevler arasındaki nitelik farklar da var. TKİP, demokratik görevleri sosyalist görevler olarak gösteriyor. Bu açıkça ML’nin çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Demokratik devrim ile sosyalist devrim arasındaki niteliksel farkın karartılması, proletaryanın bilinç ve örgütlenmesini zedeler. Kendilerine „komünist“ etiketi yapıştıranlar proletaryayı demokratik ve sosyalist görevleri temelinde eğitir. Gerçek komünistler, amaçlarının sosyalist devrim olduğunu, demokratik devrim aşamasının, içinden geçilmesi gereken zorunlu bir tarihsel aşama olduğunu, dolayısıyla demokratik görevlerin kalıcı olmayan geçici görevleri olduğunu, demokratik istemlerin sosyalizmin büyük çıkarları karşısında ikincil derecede önem taşıdığını anlatır. Sosyalist devrim, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti adım adım kaldırır, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetini adım adım gerçekleştirme yoluna girer. Sanayide devletleştirme; tarımda kollek- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası nedir? Devrimin ilk yönelimi emperyalizme bağımlılık olgusuna son vermektir. Bu devrim işçi köylü temel ittifakı temelinde, komünist partinin önderliği ve proletaryanın hegemonyası altında, emperyalizme bağımlı burjuvazinin faşist iktidarını yıkmak, yerine işçilerin-köylülerin demokratik halk iktidarını kurma hedefine sahiptir. Bu devrim, sosyalist devrimin, proletaryanın kır yoksulları ile ittifakı temelinde gerçekleştireceği proletarya diktatörlüğünün yolunu açacak, onun yolu önündeki engelleri temizleyecektir. Kapitalizmin gelişmişlik derecesi tek başına devrim aşamasının belirlenmesi için yeterli bir kriter değildir. Demokratik devrim aşamasının gündemde olmasının belirli nedenleri vardır. Bunlar sırasıyla, emperyalizme bağımlılık, faşizm, ulusal sorun, kadın sorunu, feodal artıkların varlığı, din olgusu vb. vb. T.C.’nin kuruluşundan bu yana devletin yönetim biçimi faşizmdir. Belirli dönemlerde burjuva demokrasisinin kırıntılarının yaşandığı dönemler de vardır. Bu ama yönetim biçiminin faşizm olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Türkiye’de devlet yapılanması en başından itibaren faşisttir. 2000’li yıllarda özellikle burjuvazinin kendi arasındaki çatışmalar sonucu, burjuvazinin bir kesiminin gelinen yerde faşist diktatörlük biçimini, iktidarları için gerekli görmedikleri, tersine bu biçimde bir diktatörlüğün andaki gelişmelerinin önünü kestiğini düşündükleri için demokratikleşmeden yana tavır takınması sonucu faşizm çözülme süreci içine girmiştir. Faşizm çözülme süreci içerisine girmesine rağmen andaki yönetim biçimi hâlâ faşizmdir. Ülkelerimizde “burjuva demokratik devrim” tamamlanmamıştır. Demokratik devrimin çözmesi gereken önemli görevler ve sorunlar var. Türkiye, burjuva demokratik siyasi bir sisteme sahip değildir. Ekonomik açıdan küçük işletmeler oldukça fazladır. Burjuvazinin %81,26’sı küçük burjuvazidir. Orta burjuvazinin oranı %16,38’dir. Büyük burjuvazinin tüm burjuvazi içindeki payı % 2,36’dır. Yani ülkelerimizde her üç kişiden biri küçük burjuvadır. Bu gerçekliğe rağmen küçük burjuvazi ile ittifak yapılmadan devrim yapmak mümkün değildir. Türkiye’de nufusun %30’u kırlık bölgelerde yaşamaktadır. Devrim açısından köylülüğün devrimci bir potansiyeli vardır. Kürt ulusal hareketinin sınıfsal olarak tabanı köylü kitlesine dayanmaktadır. Ülkelerimizde feodal artıkların ve feodal bilincin önemli bir etkisi vardır. Erkek egemenliği feodal sistemin izlerini taşımaktadır. Dini cemaat örgütlenmeleri ve mezhepsel örgütlenmeler ✒ ✒ 44 TKİP günümüzde moda olan „işçici“ geçinme adına köylülüğün devrimde oynayabileceği rolü görmezden geliyor. İşçi sınıfı içerisinde çalışmanın temel alınması, işçi-köylü ittifakının yaratılması için temel bir adımdır. İşçi-köylü ittifakı yaratılmadan devrimin olamayacağının kavranması gerekir. Troçkistlerin temel hatası köylülüğün devrimci potansiyelinin küçümsenmesi ve köylülüğü bir bütün olarak gerici olarak görmeleridir. Köylülük, herşeyden önce de yoksul köylülük, ezilen sömürülen yığınların önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Devrimin zaferinin olmazsa olmaz önşartı işçi-köylü ittifakının sağlanmasına bağlıdır. Ülkelerimiz açısından işçi-köylü ittifakının sağlanması devrimin kaderinin belirlenmesi açısından belirleyici önemdedir. TKİP programında işçi-köylü ittifakı ile ilgili tek bir kelime yoktur. TKİP, köylülüğün devrimci potansiyelini küçümsediği noktada Troçkist bir konumda yer almaktadır. TKİP “Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralan, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir“ tespitini yapmaktadır. TKİP programını açımlayan H. Fırat şöyle yazmaktadır: „Programımız Türkiye’yi “Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde” tanımlar. Emperyalizme bağımlılık, Türkiye’nin iktisadi, sosyal ve siyasal yapısının temel bir karakteri, bu yapıyı oluşturan ilişkilerin temel bir boyutudur. Türkiye iktisadi, mali, siyasi, askeri, diplomatik ve kültürel alanlarda emperyalizmin köleci boyunduruğu altındadır. (…) „Parti programımız, bu temel gerçeklerden hareketle, devrimimizin stratejik tablosunu şöyle özetlemektedir: “Kentin ve kırın yarı-proleter ve yoksul yığınlarını kendi önderliği altında birleştirecek olan işçi sınıfı, küçük-burjuva katmanları da mümkün mertebe kendine bağlayarak, üst kesimlerini ise en azından tarafsızlaştırarak, burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkacak, emperyalist kölelik zincirini kıracak, proletarya devrimini zafere ulaştıracaktır.”(Bkz. http://www.tkip.org/ ana-sayfa/temel- belgeler/yazi/article/2/savas_anti_ emperyalist_muecadele_ve_pa-2.html) Türkiye’nin emperyalizme bağımlı ve orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülke olduğu tespiti doğrudur. Doğrudur ama emperyalizme bağımlı ve demokratik bir dizi görevlerin olduğu bir ülkede “sosyalist devrim”in gündemde olduğunu savunmak yanlıştır. Sorulacak soru şudur? Ülkelerimizde işçisınıfı önderliğinde yapılacak devrimin ilk yönelimi 45 “Kapitalizmin yarattığı iktisadi ve kültürel temeller üzerinde, ondan daha ileri bir uygarlık olarak sosyalizm, gerçek sonuçlarına ancak evrensel bir çerçevede ulaşabilir. Sosyalizme geçişin öncelikle en zayıf halkalarda gündeme gelmesi, bu gerçeği değiştirmez.” tespiti, dünya devrimi sürecinin eşitsiz gelişme seyrinden doğan geçici tarihi durumların “ulusal sosyalizm”in meşrulaştırılmasına dayanak yapılmasını hedef alır. 20. yüzyılın bütün bir tarihi deneyiminin de gösterdiği gibi, “ulusal sosyalizm” bir çıkmaz yoldur. Sosyalizmin tek tek ülkelerin kendi sınırları içinde bütün sonuçlarına götürülebileceği iddiası bilimsel dayanaktan yoksundur ve tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi sonuçta yalnızca yozlaşmaya ve yıkıma götürür.(abç) Enternasyonalizm ilkesi ve dünya devrimi perspektifi burada tek çıkış yoludur. Sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumun inşası “uluslar arasına örülmüş her türden çitlerin yıkılması”ndan, sınırsız ve devletsiz bir dünyanın kurulmasından ayrı düşünülemez, bundan ayrı gerçekleşemez. Programımızın da net ifadelerle vurguladığı gibi, “... Sosyalizme geçiş sorunuyla öncelikle yüzyüze kalan ülke proletaryası, kazanımlarını kalıcılaştırmak istiyorsa, kendi devriminin kaderini hiçbir biçimde uluslararası devrimin kaderinden koparmamalıdır.” (s. 27, madde: 32). “... Devrimin sürekliliği ve dünya devrimi perspektifi, kesin zafer için belirleyici önemdedir.”(s. 30, madde: 39). (Bkz. Ekim, Sayı: 245, Mart 2006) TKİP’in tek ülkede sosyalizmin inşası bağlamında savunduğu görüşler, Troçki ve takipçilerinin savunduğu görüşlerdir. TKİP Leninist değil Troçkisttir. Dergimizin 156. sayısında, tek ülkede sosyalizmin inşası konusunda tavır takındık. Lenin’den okuyucuyu sıkma pahasına uzun alıntılar yaptık. Bu bağlamda çok kısaca tavır takınıp geçeceğiz. Lenin, emperyalizmi kapitalizmin yeni bir aşaması ve en son aşaması olarak tahlil etti. Tek tek kapitalist ülkelerde sosyalizmin zaferinin mümkün olduğunu söyledi. Sosyalizmin tek bir ülkede inşa edilmesi tezi Lenin’e aittir. Stalin, bu tezi geliştirmiş ve SSCB’de pratikte uygulamıştır. Sorulacak soru şudur: Proletarya, dünya devrimi olmaksızın tek bir ülkede iktidarı ele geçirebilir mi? Evet, Proletarya tek bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ve bu teorik olarak mümkündür. Emperyalizm koşullarında devrim, emperyalist zincirin en zayıf halkasında patlak verir. Çünkü kapitalizm çarpık ve dengesiz gelişmektedir. Proletaryanın tek bir ülkede iktidarı ele geçirmesi tarihsel olarak da kanıtlanmıştır. Proletarya Rusya’da bir dünya devrimi gerçekleşmeksizin iktidarı ele geçirmiştir. İktidarı ele geçiren proletarya yerinde saymayacak ve sosyalist toplumu inşa etmeye başlayacaktır. Eğer proletarya sosyalizmi inşa etmeyecekse, neden iktidara gelsin ki? Troçki ve takipçilerine göre; proletarya geri bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Bu düşünce ML bilimi ile örtüşmeyen bir düşüncedir. Bir ülkede proletaryanın iktidarı ele geçirdiğini varsayalım. „Kapitalizmin ana merkezlerinde“ beklenen devrim olmadı ve kapitalizm yıkılmadı! Peki, tek bir ülkede iktidarı ele geçirmiş olan proletarya ne yapacak? Troçkistlere göre, proletarya geri bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Sosyalizmin tek ülkede zaferi ile sosyalizmin nihai zaferi arasında fark vardır. Troçkistler bu farkı kavramadıkları için yanlış sonuçlara varıyorlar. Sosyalizmin nihai zaferi ancak tüm dünyada sosyalizmin egemen olması veya kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmanın almasıyla söz konusu olabilir. Sosyalizmi, sadece tek ülke sınırları içerisindeki proletarya değil, birçok ülke proletaryasının ortak mücadelesi ile nihai zafere götürebilir. Sosyalizm dünya genelinde egemen olduğunda, kapitalist kuşatma ortadan kaldırıldığında, ancak bu koşullarda sosyalizmin nihai zaferinden söz edilebilir. Lenin, sosyalizmin tek ülkede nihai zafer kazanamayacağını, ancak ileri ülkeler proletaryasının çabalarıyla yani dünya genelinde sosyalizmin kurulmasıyla ancak sosyalizmin nihai zafer kazanabileceğini belirtiyor. TKİP vb. gruplar Ekim devrimini savunur görünüyor. Her renkten gruplar ve grupçuklar Ekim devrimine sahip çıkıyor! Yani anlayan anlamayan herkes “ekim devrimi” türküsünü söylüyor. Öyleki isimlerini bile “Ekim” koymuşlar ve amaçlarının “yeni Ekimler”i gerçekleştirmek olduğunu söylüyorlar. Şöyle yazıyorlar: “Ekim Devrimi’nin kazanımları sadece devrimin yaşandığı coğrafya ve onun yolundan gidenlerle de sınırlı kalmadı. Emperyalist-kapitalist düzenin efendileri, Ekim Devrimi’nin basıncı ve korkusu altında, kendi işçi ve emekçilerini yatıştırmak için bir dizi sosyal ve siyasal hakkı tanımak zorunda kaldılar. Dünyanın dört bir köşesinden işçiler, emekçiler ve ezilen halklar, Ekim Devrimi’nden aldıkları güç ve ilhamla mücadelelerini büyüttüler. Dünya halklarını faşizm belasından kurtaranlar da yine, milyonlarca can pahasına, kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kilde savunduğu çağ tespiti; emperyalizmi proleter devrimi ile mezara gömmek için, dünya proleteryasına ve tüm emekçilere, ezilen dünya halklarına; emperyalizme karşı ayaklanma çağrısıdır. Tüm bu tespitler, ilkesel öneme sahip olup, her türden oportünistlere karşı ağır darbeler indirmiştir. Bu ilkesel tespitlerin oportünistlerin çeşitli saldırılarının hedefi olması kaçınılmazdı. Bu ilkesel tespitlere önce Troçkistler saldırdı. Bunlar, “saf proleter dünya devrimi” maskesi altında, çeşitli değişik devrimci süreçlerin birliğini engellemeye çalışarak, proletaryayı hem uluslararası alanda hem de tek tek ülkelerde müttefiklerinden kopararak, proleter dünya devrimini imkânsız hale getirmeye kalktılar. Kruşçev revizyonistleri de Marksizme-Leninizme ihanetlerini Stalin’in çağ tespitine saldırmakla başlattı. TKİP, “Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi, proletarya devrimleri çağını, dünya ölçüsünde kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını başlattı” tespitini yapıyor. Bu tespitin, soruna tarihsel olarak yaklaşıldığında, ilk başta, onca problemli olmadığı düşünülebilir. Ancak durum öyle değil. Özellikle TKİP’in bu çağ tespitinden ne anladığı kavrandığında, Leninist çağ tespitinin bilinçli olarak kullanılmadığı görülecektir. TKİP’de emperyalist dünyanın en önemli çelişkilerinden birini, herşeyi belirleyici olarak gören; diğer çelişmelerin önemini reddeden bir parti konumdadır. TKİP böylelikle, sosyalist devrimlerle, anti-emperyalist, anti-feodal devrimlerin ittifakı konusundaki Marksizmin-Leninizmin önermelerini tersyüz etmektedir. Bu anlamda TKİP’in içinde bulunduğumuz çağ konusunda savunduğu tespitler Leninist çağ tespiti değildir. Kimi doğruların yanlış görüşlerin içerisine serpiştirilmesi, savunulan görüşlerin doğru olduğu anlamına gelmemektedir. TKİP tek bir ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığını savunuyor. TKİP programının 30., 31. ve 32. maddelerinde, bu sorun üstü örtülü bir şekilde ele alınmaktadır. Fakat programı açıklamaya çalıştıkları yazıda çok açık bir şekilde tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceği Troçkist tezi savunulmaktadır. Aynen şöyle yazıyorlar: “Programımızda 20. yüzyılın kusurlu sosyalizm deneyimlerine de bu temel yaklaşımların ışığında bakılmaktadır. “Tek ülkede sosyalizm” teorisinden beslenen “ulusal sosyalizm” anlayışının mahkûm edilmesi, burada ortaya konulan temel noktalardan biridir. 30. 31. ve 32. maddeler bu sorunu ele alır. ✒ ✒ 46 tifleştirme; giderek komünleşme proletarya iktidarının tutması gereken yoldur. Tüm bu yolun sonunda sömürücü sınıflar ortadan kaldırılır. Yani önce işçi sınıfının siyasi iktidarı kurulacak ve sömürücü sınıflar yok edilecektir. Geriye aralarında farklılıklar olmasına rağmen dost sınıflar kalacaktır. Dost sınıflar arasındaki çelişme antagonist bir çelişme değildir. Buradan itibaren komünist toplumun üst evresi kendine özgü temeller üzerinden gelişmeye başlayacaktır. Gelişme içinde üretim araçları üzerindeki mülkiyet kamu mülkiyetine dönüştürülecek; kafa emeği ile kol emeği; kır ile kent arasındaki farklar kalkacak, bu dost sınıflar da yok olacaktır. Sınıfların bütünü ile ortadan kalkmasıyla birlikte, bütün bireyler özgür bir toplumun özgür bireyleri haline gelecektir. TKİP, içinde bulunduğumuz çağın tanımını şöyle yapmaktadır: “Üretici güçlerin uluslararasılaşması, üretimin ileri düzeyde toplumsallaşması ve muazzam servet birikimi, proletarya devrimi ve sosyalizm için koşulları dünya ölçüsünde olgunlaştırdı. Çağı belirleyen kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişmenin çözümü tarihin gündemine girdi. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi, proletarya devrimleri çağını, dünya ölçüsünde kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını başlattı. Bu yeni çağ, 20. yüzyılın büyük bölümünü kaplayan devrimler zinciri ve sosyalizmin inşası süreçlerinde açık ifadesini buldu.” (Bkz. www.tkip.org, Program Tüzük, Eksen Yayıncılık) Stalin, “Leninizmin Temelleri” adlı eserinde Leninizmin tanımını şöyle yapmaktadır: “Leninizm, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmidir. Daha tam söylemek gerekirse, Leninizm, genel olarak proleter devrimin teori ve taktiği, özel olarak proletarya diktatörlüğünün teori ve taktiğidir.” Stalin’in tanımı; içinde yaşadığımız çağın, “emperyalizm ve proleter devrimi” çağı olduğu tespitini de içermektedir. Bu tespit gündeme geldiğinden beri, tüm oportünistlerin saldırı hedefi oldu ve hâlâ da olmaktadır. Çünkü bu tespit; emperyalizmin aynı zamanda proleter devrimin arifesi olduğunu belirlemektedir. Çünkü içinde yaşadığımız çağ, emperyalist dünyada, devrimin olgunlaştığını; devrimlerin yalnız mümkün değil, aynı zamanda zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu da anlatmaktadır. Çünkü bu tespit, emperyalizmi gerçekten parçalamak için, tüm devrimci akımlarda proletaryanın önderliğinin zorunluluğunu dile getirmektedir. Stalin’in Lenin’den devraldığı ve mükemmel bir şe- 47 nusunda bir alternatif oluşturuyor. Bu niteliğin özellikle genç devrimci kesimler içinde güçlenmesinin, etkilenmesinin imkânları artıyor. Bunun bilincinde olarak Troçkizme karşı ideolojik bir mücadele yürütüyoruz, yürütmeye devam edeceğiz. “Komünist KÖZ” Köz gazetesi, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresini ve Mustafa Suphi’lerin TKP’sinin program ve dökümanlarını temel aldığını belirtiyor. KÖZ “işçi sınıfının egemen sınıf haline gelmek üzere girişeceği siyasal mücadeleye önderlik etme yeteneğine sahip komünist partiyi inşa etmeyi amaçlayan komünistlerin yayın organı” olduğunu belirtiyor. Biz bu yazımızda KÖZ’ün savunduğu temel görüşlerinin bir analizinden ziyade, kimi noktalarda savunduğu görüşlerine eleştirel notlar yöneltmek istiyoruz. KÖZ, kendisini Troçkist değil, “komünist” olarak adlandırıyor. KÖZ, Troçkiyi ve kimi Troçkist grupları da eleştiriyor. KÖZ 57. sayıdan itibaren “Troçkizm Dosyası” adı altında görüşlerini yayınlamaya başladı. KÖZ’ün, Troçkist olmamasına rağmen, savunduğu görüşler itibarı ile Troçkizmden önemli ölçüde etkilendiklerini düşünüyoruz. Bu yüzden KÖZ’ü Troçkist değil yarı-Troçkist bir grup olarak değerlendiriyoruz. KÖZ kendisini “komünist” olarak değerlendirmesine rağmen, Marksizm-Leninizm isimlendirmesini kullanmamaktadır. KÖZ’ün tespitleri şöyledir: „Bu bakış açısıyla Leninizmle «Leninciliği», Marksizm ile Marx müridliğini birbirinden ayırıyoruz. Marx ve Lenin’i hiç hata yap¬ma¬yan kişiler olarak göstermek kaygısıyla Lenin’in düşüncesin¬deki kopuşları ve sıçramaları yadsıyanlardan ayrılıyoruz. Bu kaygının aslında kendi kusurlarına kılıf hazırlama gayretinin ifadesi olduğunu pek çok somut deneyimle öğrendik. Marksizmi kendini Komünist Manifesto’yla takdim eden siyasal akım çerçevesinde kavrıyoruz. Leninizmi asıl olarak Komünist Enternasyonal’in belgelerinde teorik ifadeye kavuşturulmuş olan bolşevizm deneyiminin dersleri olarak kabul ediyoruz.“ (Bkz. “Komünistlerin Birliği Yolunda, Amaç ve İlkelerimiz“, sf. 29) Marks, Engels, Lenin ve Stalin’i diğer Marksist-Leninistlerden ayıran, onların hiç bir temel konuda hata yapmamış olmaları; yaptıkları hataları ise özeleştiri ile düzeltmeleridir. Onlar, Marksizm-Leninizmin ustalarıdır. Usta olmanın üç temel koşulu vardır. Bilimi geliştirmek, katkıda bulunmak, dünya komünist ha- reketine önderlik etmek ve bilimin temel ilkelerinde hata yapmamak, yaptığı hataları özeleştirel olarak aşmaktır. Marksizm, sadece Komünist Manifesto’yla tanımlanamaz. Leninizm de sadece Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresi temel alınarak açıklanamaz. 1848’de, Marx ve Engels Manifesto’yu yazdıklarında, Komünizm, “eski Avrupa’nın bütün güçlerinin ona karşı bir sürek avında birleştiği” bir öcüydü. Henüz komünistler, bütün dünyanın gözü önünde amaçlarını, görüşlerini açıkça ortaya koymamışlardı. Avrupa’nın egemen feodal güçleri ve onlarla iktidar için dalaşan burjuvazi, kendi kafalarında yarattıkları bir öcüyü komünizm olarak tanıtıyor, muhalif partilerin ve kişilerin tümüne “komünist” yaftasını asıyorlardı. Komünizm konusunda, tam bir cadı kazanı kaynatılıyordu… Marx ve Engels, Manifesto’da bu komünist hayaleti masalına son verdiler. Komünizmin görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini programatik olarak ortaya koyarak, onun bir öcü olmadığını, onun üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı sömürü sisteminin biricik alternatifi, insanlığın geleceği için biricik ışık olduğunu gösterdiler. Onlar, Manifesto’da sömürü sistemi savunucusu ideologların komünizmi öcü olarak göstermek için öne sürdükleri tüm korku hikâyelerini tek tek ele alarak cevaplandırdılar. Manifesto’da proleter devrimin programını ortaya koydular. Manifesto’yu yazdıklarında Marksizm henüz esas akım değildi. Marks ve Engels, “sosyalist” geçinen kimi akımlara karşı ideolojik mücadele yürüttüler. Marks ve Engels, Marksist bilimi, o bilime karşı olanlara karşı polemik içinde ortaya çıkarmış; o bilimin karşısında ortaya çıkan esas akımların en öne çıkan temsilcileriyle ideolojik alanda hesaplaşmışlardır. Bu hesaplaşma sonucudur ki, Marksizm tek bilimsel sosyalist akım olarak, işçi sınıfı hareketi içinde kendini kabul ettirebilmiştir. Dergimizin 155. Sayısında, Troçkist bir arkadaşın eleştirilerine yanıt verirken şöyle yazmıştık: “Bilimimizin adı Marksizm Leninizmdir! “Trockizm’i savunduğunu soyleyen kimi gruplar; daha çok “marksizm”, “devrimci marksizm” vb. kavramlar kullanıyorlar. Nedense Marksizm-Leninizm kavramını kullanmıyorlar. ML proletaryanın bilimidir. Marks ve Engels kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde yaşadılar. Marks ve Engels, henüz gelişmiş bir emperyalizmin olmadığı kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası geçer. İkinci makalede „faşizme karşı görkemli zafer“ anlatılıyor. Ama nedense ikinci dünya savaşında, Nazilere karşı yürütülen anavatan mücadelesinde Stalin’den sözedilmiyor. Yukarda alıntı verdiğimiz sadece bir yerde Stalin ismi geçiyor. Hepsi o kadar. Stalin’in isminin geçtiği yerde ise, Stalin’in Nazilere karşı savaşta oynadığı rolden bahsedilmiyor. Emperyalist burjuvazi bile Stalin’in Nazilere karşı oynadığı rolü kabul ederken, kendilerine „komünist“ diyenler, Stalin’in önderliği altında kazanılan zaferi anlatmaktan kaçınıyor! Kızılordunun komutanlığını yapan, Sovyet halklarına önderlik eden, Nazi sürülerinin Berlin’e kadar kovalanmasında doğrudan rol oynayan Stalin’dir. Ama „komünist“ etiketi takanlar, Stalin’siz bir Kızılordu, Stalin’siz bir komünist partisi ve Stalin’siz bir Sovyet halkları direnişini yaratıyorlar! Stalin önderliğindeki Kızılordu ve Sovyet halkları ölümüne tarihsel bir zafer kazandı. Anavatan savaşında 20 milyondan fazla Sovyet vatandaşı yaşamını yitirdi. Anavatanın savunulması savaşında, ön saflarda çarpışan 600 bin parti üyesi öldü. Moskova önlerine kadar dayanan, Nazi sürülerine karşı verilen savaşta, gösterilen kahramanlıklar, ölümüne yürütülen bir savaş, romanlara, filmlere konu oldu. Bu kahramanlık, sosyalist bilincin, sosyalist anayurdu koruma, tarihte bir ilk olan proleter devlete karşı canpahasına bir bağlılık idi. Bu savaşta Stalin’in önderliği ete kemiğe bürünmüş tarihsel bir olgudur. Bu tarihsel olguya rağmen, Stalin’den bağımsız, kendi başına, dağınık, raslantısal bir direniş öyküsü yaratılıyor. Rehberi Troçki olanlar, direnişin komutanının ismini yazmaktan imtina ediyor. Stalin’e düşmanlıklarını açık açık belli etmekten çekinen, Troçki hayranlığını ise „gizlice“ sürdüren TKİP’e çağrımız açık olmalarıdır. Emperyalist burjuvazinin Marksizm-Leninizme karşı ideolojik saldırı kampanyasını Stalin‘e ve “Stalinizm”e saldırı noktasında yoğunlaşması, Marksizm-Leninizm adına konuştuğunu söyleyenler içinde de etkisini gösteriyor. Marksizm-Leninizm adına konuşanlar içinde de “Troçkizm” hayranlığı artıyor. Stalin’in teori ve pratiğinin doğru savunulması veya savunulmaması, barikatın hangi tarafında durulduğunun temel ayracıdır. TKİP de ML etiketi altında Troçkizmi savunmaktadır. Troçkizm, hem “Stalinizm”e karşı olma, böylece burjuvazi açısından kabul edilebilme, hem de “Marksist” kalabilme ko- ✒ ✒ 48 devrimin ülkesinin yiğit işçileri ve emekçileri oldular.” ( B k z . h t t p : // w w w. k i z i l b a y r a k . n e t /r s s /a r siv/2011/11/07/artikel/169/ekim-devrimini-4.html) Bu makale Ekim devriminin 94. yıldönümünde yayınlanmış. Bu makale ilk okunduğunda denilebilinir ki, burda yanlış olan ne? Ama bu makale baştan sona okunduğunda görülecek eksikliği anlatmadan önce 2010’da yazılan bir makaleden iki alıntı daha yapalım. Şöyle yazıyorlar: „Orak-çekiçli kızıl bayrağı Brandenburg’un tepesine dikerek zaferini dünyaya ilan eden Kızıl Ordu, böylece İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na noktayı da koymuştu. Kızıl Ordu’nun zaferinden yaklaşık bir ay sonra Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atarak yüz binlerce insanı katleden ABD emperyalizmi, insanlığa karşı bu ağır suçu, savaş devam ettiği için değil, kapitalist/emperyalizmin yeni jandarması olduğunu dünyaya ilan etmek için işledi“(abç) (…) „Nazileri Sovyet yönetimine, Hitler’i Stalin’e(abç) tercih edeceklerini gizlemeyen ABD-İngiltere ikilisi, ancak Kızıl Ordu’nun tüm Sovyet topraklarını kurtarıp, Berlin’e doğru ilerleyişe geçince, Normandiya çıkarmasını başlattılar.“ (Bkz. Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/18, 05 Mayıs 2010 ). Bu alıntılar çoğaltılabilinir. Yukarda verdiğimiz alıntılar birer yıl ara ile kaleme alınmış yazılar. Okuyucularımızın kaynağını verdiğimiz makaleleri bütünlük içerisinde okumalarını öneriyoruz. Birinci makalede güya Ekim devrimi ve kazanımları anlatılıyor. İkinci makale ise „faşizme karşı görkemli zaferin 65.yılı“ dolayısı ile yazılmış. Birinci makalede, ne Lenin’den, nede Stalin’den sözedilmiyor. Ama yazı güya Ekim devrimi yazısı. Ekim devrimi önderlerinin isimlerini neden yazma gereği duymuyorlar? Çünkü Troçki sorunu var! Ekim devriminin önderlerini, rollerini yazdıklarında Troçki hakkında da bir şeyler söylemeleri gerekir. Bolşevik Parti ve onun önderlerinden bağımsız olarak, güya Ekim devrimi anlatılıyor. Troçkizmi gizlice savunmanın sonucu olarak, ortaya fevkalade bir teori çıkıyor! Bu savunuya da, parti politikası, sınıf politikası, devrimci teori diyorlar. Ekim devriminin zaferinde başrolü oynayan, ona yol gösteren ideoloji Leninizmdir. Ekim Devrimi, Leninist teori ile donanmış Leninist yeni tipte Bolşevik Parti önderliğinde zafer kazanmıştır. Ekim Devrimini savunmak, Lenin’i en başa koyarak anmaktan 49 değildir. Önemli olan 1920 programını temel alarak, geliştirmek ve daha ileri bir seviyeye taşımaktır. KÖZ’ün, TKP’nin 1920 programına hiç kimse sahip çıkmıyor, bu programı temel alarak kendi programını ortaya koymuyor vb. iddiaları gerçek durumu yansıtmıyor. KÖZ, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine sahip çıkıyor ve savunur görünüyor. KÖZ hemen hemen tüm yazılarında bu savunusunu öne çıkarıyor. Bildirgelerinde şöyle diyorlar: „Esin kaynağımız Ekim Devrimi, kılavuzumuz Ekim derslerinin ge¬nelleştirildiği ve somutlaştırıldığı Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin belgeleridir“( age, sf.12). KÖZ ilk dört kongreden sonra önderlik boşluğunun oluştuğunu iddia ediyor! KÖZ’ün bu savunusu diyalektiğe ve bilime aykırıdır. Lenin’in ölümü ertesinde, „gerisi tufandır“ anlayışını savunuyor KÖZ. Lenin sonrası dönem araştırılmadan, Sovyetler Birliği’nin nerden nereye geldiği kavranmadan, yüzeysel bir takım tespitler yapmak, kendilerine „komünist“ diyenlere yakışmıyor. 1924’te Lenin öldüğünde, partinin önünde çok büyük görevler vardı. İç savaşın yıktığı ülkeyi adım adım güçlü bir sosyalist ülkeye dönüştürmek, emperyalistlerin yeni saldırılarını önlemek, ülkede proletarya diktatörlüğünü güçlendirmek gerekiyordu. Başta işçi sınıfı olmak üzere Sovyet halkı, Stalin önderliğinde dev zaferler kazandı. İç savaşın yıktığı ülke ekonomisi ve NEP Rusya’sı artık geride kalmıştı. Sanayinin inşasında büyük başarılar elde edildi. 1928-1934 yılları arasında kulaklara karşı ve gönüllülük temelinde kollektifleştirme için saldırıya geçildi. 1930’dan sonra ülke çapında emekçilerin sosyalist yarışması yaygınlaştı. 1933’de 1. Beş Yıllık Plan ile tespit edilen zaman dolmadan, Sovyetler Birliği bir tarım ülkesinden sanayi-tarım ülkesine dönüştü. 1936’da kabul edilen yeni anayasa, sosyalist dünya ile emperyalizmin, faşizmin ve emperyalistlerin dünya çapında savaş hazırlığı yaptığı dünya arasındaki nitel farklılığı ortaya koydu. Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi, dünya emperyalizminin dünya çapında katliamlara girişeceklerinin bir işareti idi. Ama diğer yandan Sovyetler Birliği’nde sosyalizm inşa ediliyordu. İnsanın insan tarafından sömürüsü ortadan kaldırılmış ve böylece sosyalizm, dünya proletaryasının bir düşüncesi olmaktan çıkıp, bir ülkede elle tutulur bir gerçek olmuştu. SB’de proletarya diktatörlüğünün güçlenmesi, emperyalist burjuvazinin SB’ne duyduğu kini artır- mıştı. Alman faşizmi, emperyalist burjuvazinin can düşmanı Sovyetler Birliği’ni dize getirme görevini üstlenmişti. Stalin önderliğindeki Kızıl Ordu, Nazi sürülerini Berlin’e kadar kovaladı. Hitler faşizmi karşısında tarihi zafer kazanıldı. Bu zafer ertesinde, halk demokrasisi ülkeler ortaya çıktı ve sayısız komünist partilerin kitle etkileri arttı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa deneyi, modern revizyonistlerin iktidarı ele geçirdikleri döneme kadar olan takriben 35-40 yıllık bir dönemdir. Bu dönemin de ilk beş yılı içsavaş, 1939-1945 yılları arasındaki dönemi de genel savaş şartları altında yaşanmıştır. Yani şimdiye dek yaşanmış en uzun kesintisiz sosyalist inşa dönemi 25-30 yıllık bir dönemdir. Bu dönemde emperyalist kuşatma altında elde edilen sosyalist inşa başarılarının doğru değerlendirilebilmesi için, insanlık tarihi açısından 25-30 yıllık bir dönemin bir insan ömrü açısından göz açıp kapayana kadar geçen bir zamana eşit olduğu bilinmelidir! KÖZ, Sovyetler Birliği kazanımlarını ve Stalin öğretisini reddetmektedir. Lenin sonrası dönemi inkâr eden, tarihi olarak bir dizi olumlu gelişmeyi görmeyen KÖZ‘ün yaklaşımı idealisttir. Çok büyük laf edenlerin görevi, 1924 sonrasını yüzeysel değil, gerçek anlamda araştırmaktır. KÖZ’de Ekim devrimini, Lenin’i savunduğunu iddia ediyor. KÖZ ne Ekim devrimini, ne de Lenin’i savunuyor. Bu bağlamda yukarda TKİP için yazdıklarımız, KÖZ içinde geçerlidir. Devam edelim. KÖZ, Komünist Enternasyonal’in dağıtılması bağlamında şöyle diyor: „Komünist Enternasyonal’i tasfiye edenler de bu kararın Komünist Enternasyonal’i kuranların tutumuyla aynı doğrultuda olduğunu savunurken, bu örgütün, «değişen koşullar» nedeniyle artık gerekli olmadığını söylemişlerdi“ (Bkz. “Komünistlerin Birliği Yolunda, Amaç ve İlkelerimiz“, sf.10). Komünist Enternasyonal , «değişen koşullar» nedeniyle dağıtılmadı. Komünist Enternasyonal’in dağıtılma gerekçesinin tam metni için, “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sayfa 282-285, Birinci Baskı, Ekim 1979 adlı kitaba bakılabilinir. 15 Mayıs 1943’de KEYK Başkanlığı, tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile Komintern’in dağıtılması önerisini partilerin tartışmasına sundu. Savaş içinde kongre toplama imkânı olmadığından, KEYK Başkanlığı’nın dağıtma önerisi, tek tek seksiyonların onayına sunuldu. 8 Haziran 1943’de, Komintern’in dağıtıldığı resmen kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası nizm de o kadar devrimcidir. Geldiğimiz yerde-noktada Komünistler açısından ML’ye ek herhangi bir “izm” den söz edilemeyeceği gibi, Marksizm Leninizmden de koparılamaz. Yeni bir dünyanın yaratılması ve komünizme varmanın bilimidir ML. Komünist ve Marksist olduğunu iddia edenler ML bilimini temel almak zorundadırlar.“ (Bkz. YDİ Çağrı, Sayı 155, sf. 35-36) Komünist olduğunu iddia edenler ML bilimini temel almak zorundadır. Ülkelerimizde „komünist“ olduğunu iddia eden onlarca grup var. Bu grupların ortak paydası ML bilimini temel almamalarıdır. KÖZ de bu gruplardan bir tanesidir. KÖZ, „Komünistlerin Birliği Yolunda, Amaç ve İlkelerimiz“ başlıklı bildirgelerinde şöyle diyor: „Gelgelelim bunlardan hiçbiri TKP’nin ilk programına sahiden sa¬hip çıkmıyor. Bu programı kendi programının kalkış noktası olarak ka¬bul edip, bunu geliştirme iddiasını taşıyan legal yahut illegal tek bir parti bile yok. Gelmiş geçmiş örgütlerden hiç bi¬rinin programı, TKP’nin neredeyse yüzyıl önce ortaya koyduğu programı aşama¬dı. Aşmak şöyle dursun, TKP’nin ilk programı rafa kaldırıldı; da¬yandığı ilke ve esaslar şu ya da bu biçimde değiştirildi.“ (age sf. 8) Bu yaklaşım dünyayı kendileri ile başlatıp, kendileri ile bitirme anlayışıdır. „Komünist“ olduğunu iddia edenler biraz alçakgönüllü davranmak zorundadır. Mustafa Suphi’nin TKP’sine sahip çıkan onlarca grup var. Kuşkusuz bu grupların önemli bir bölümünün sahip çıkması şekilsel bir görüntüden ibarettir. Kuzey Kürdistan/Türkiye proletaryasının komünist önderi İbrahim Kaypakkaya, 1972’de TKP-ML’yi kurduğunda „Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP’nin mirasçısı“ (İK, Seçme Eserler, Sf. 320, Umut Yayımcılık) olduğunu yazdı. Sadece yazmakla yetinmedi, yaşadığı kısa dönem içerisinde yazdığı görüşlere uygun bir siyaset izledi. Şafak revizyonistlerine karşı yürüttüğü ideolojik mücadelede, Mustafa Suphi TKP’sinin Leninist olduğunu, Mustafa Suphi sonrası TKP’nin de revizyonistleştiğini ortaya koydu. (Bkz. İbrahim Kaypakkaya, Seçme Eserler, sf. 92, Umut Yayıncılık) İbrahim’in TKP hakkında yaptığı doğru değerlendirmeler, devrimci hareket içerisinde yapılan önemli değerlendirmelerdi. Daha sonraki süreç içerisinde Kuzey Kürdistan/Türkiye’li Bolşevikler, TKP’nin 1920 ve 1926 programlarını ele alıp değerlendirdiler. Dergimiz yayın hayatına başladığından beri, Mustafa Suphi önderliğinde ku¬rulan TKP’nin ülkelerimizde bir kıvıl¬cım olarak parladığını ortaya koydu. Sorun sadece 1920 programını doğru bulmak ✒ ✒ 50 dönemde kapitalizmin analizini yaptılar. Leninizm ise emperyalizm ve proleter devrimi çağının marksizmidir. Mark ve Engels’in öğrencisi olan Lenin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında marksizme önemli katkılar yaptı, marksizmi öncelikle sınıf mücadelesi teorisi alanında geliştirdi, onu yeni bir aşamaya, Leninizm aşamasına yükseltti. Bu yüzden bütün emperyalizm çağı boyunca Komünistlerin teorik dayanağı ve çıkış noktası bütünlük içinde ML bilimidir. Bu yüzden Komünistler kendilerini ML olarak adlandırırlar. Bu adlandırmadan her uzak durma, her çekinceli tavır aslında Lenin’in marksizme katkılarının önemini ve anlamını kavramamaya işarettir. ML bilimine emperyalizm çağında Lenin’den başka hiçbir Komünist katkıda bulunmamış mıdır? Öyle şey olur mu? Marksizmi –Leninizm bir bilim olarak hareket içindeki maddeyi, sınıflara bölünmüş maddi dünyayı çıkış noktası alır. Onun konusu hareket halindeki madde, hareket halindeki, her an değişme içinde bulunan sınıflara bölünmüş toplumdur. Marksizm Leninizm, bir din, mutlak gerçeğe sahip olma iddiasında donmuş bir doğmalar yığını değil, bir bilimdir. Her bilim gibi gelişir. Bu gelişmeye her bilimde olduğu gibi yüzlerce, binlerce bilim insanı, onun temel konularından biri sınıf mücadelesi olduğu için, sınıf mucadelesinin yeni deneyimleri, milyonlarca komünist savaşçı, her devrim hareketi ve bunlardan yeni dersler çıkaranlar katkıda bulunur, bulunmuştur. Stalin, Mao Zedung, Dimitrof, Rosa Luksemburg vb. bu bağlamda kuşkusuz akla ilk gelen komünistlerdir. Fakat onlar dışında binlerce, onbinlerce de isim sayılabilir. (Hatta yanlış görüşler savunanlar da, onlara karşı mücadele içinde teorinin geliştirilmesi anlamında, ML’in gelişmesinde rol oynamışlardır. Örneğin Kautsky! Örneğin Troçki! Örneğin Buharin vb.). Fakat bu katkıların hiç biri, ML‘i yeni bir aşamaya yükselten katkılar değildir. Emperyalizmin temel özellikleri değişmedikçe, emperyalist sistemde nitel değişikler olmadıkça, ondan nitel olarak değişik yepyeni bir sömürü sistemi ortaya çıkmadıkça, emperyalizm proleter devrimleri çağı değişmedikçe, aslında ML in yeni bir aşamaya yükseltilmesi de söz konusu olmaz. Bu yüzden Leninizm dışındaki her yeni moda “izm” gerçekte emperyalizmin temel özelliklerinin değiştiği iddiasının veya Troçkistler’de olduğu gibi, aslında bu yeni çağın teorik çözümlemesinin Lenin değil, Troçki tarafından yapıldığı iddiasının ifadesidir. Bu yüzden Leninizm Marksizmin daha da geliştirilmiş şeklidir. Marksizm ne kadar devrimci ise, ona eklenen Leni- 51 da insanı etkilemiştir. Bugünkü Troçkist akımların kaynaklandığı teorik temeller, Troçki tarafından Rus devrimi içinde ortaya konmuştur. KÖZ şöyle yazıyor: “Efsaneler yahut efsane kahramanları, komünistlerin gündemine gelenek sorunuyla ilişkili olarak ve geçmişin değerlendirilmesi çerçevesinde giriyor. Zira komünist geleneğin örgütsel- politik sürekliliğinin sağlanamayışı bu boşluğun bir nevi efsanevi anlatımlarla doldurulmasına zemin sunuyor. Bu sürekliliği sağlamak için oldukça uzun bir dönemi kapsayan siyasal gelişmeler hakkındaki efsanevi anlatımlardan kurtulmak gerekiyor. Bu yolda atılacak adımların kalkış noktalarını net bir biçimde saptayıp ayırt etmek belirleyici bir önem taşıyor.” (KÖZ, sayı 57, Aralık 2011, sf. 15) „Dönemin en büyük efsanelerinden birinin Troçki adı etrafında üretilmiş olduğu söylenirse abartma olmaz. ‘Troçkizm’ yaşayan, yaşatılan çağdaş efsanelerden biridir.“ (sf. 16) „Efsane“ veya „kahramanlar“ komünistlerin gündemine „gelenek sorunuyla“ gelmiyor. Marksizm ortaya çıktığından buyana, Marksizme düşman akımlar Marksizm adı altında ortaya çıktılar. Bu akımlar, Marksizmi, Marksizm adına revizyona tabi tuttular. Marks-Engels sonrası dönemde, revizyonizmin öne çıkan uluslararası temsilcisi Bernstein’dir. Bernstein’in ortaya koyduğu temel tezler, diğer ülkelerdeki revizyonizmin ideolojik kaynağı oldu. Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde öncelikle Kautsky, Bernstein’in tezleri ile hesaplaştı. Troçki’nin de Rus devrimi içinde ortaya koyduğu temel tezler, diğer ülkelerdeki Troçkistlerin dayandığı temel tezler oldu. Nasıl ki Bernstein’in revizyonizmine karşı mücadele edildi ise, Troçkizme karşı da mücadele edilmesi doğruydu, doğrudur. Troçkizm, Marksizm’i savunma adına konuşan oportünist akımlardan biridir. Troçkizm, eklektik ve “sol” lafızlarla süslenen çizgisiyle, Marksizm-Leninizm’in düşmanı olan bir akımdır. Onun savunduğu “fraksiyon özgürlüğü” tavrıyla, özellikle proleter disiplinden öcü gibi korkan aydınlar arasında bir çekiciliği vardır. IV. Enternasyonal adına konuşan her biri birbirini ihanetle suçlayan ve kendisinin Marksizm’in saflığını koruduğunu iddia eden onlarca grup var. Bu anlamda “komünist” olduğunu iddia edenler, komünizm adı altında bilinçleri esir alanlara ve karartanlara karşı ideolojik mücadele vermekle yükümlüdürler. Marksizm ortaya çıktığından beri, Marksizm düşmanı akımlarla ideolojik mücadele yürüterek hâkim hale gelmiştir. Lenin’in soruna yaklaşımı şöyledir: “Fakat bizzat işçi sınıfının mücadelesiyle bağlı ve öncelikle proletarya arasında yaygın olan öğretiler arasında bile Marksizm bir hamlede kendini kabul ettirmiş olmaktan uzaktır. Varlığının ilk elli yılında (XIX. yüzyılın kırklı yıllarından başlayarak) kendisine temelden düşman olan teorilere karşı mücadele etmiştir. Kırklı yılların ilk yarısında Marx ve Engels, felsefi idealizmin bakış açısında duran radikal Genç Hegelcilerle hesaplaştılar. Kırklı yılların sonunda ekonomik öğretiler alanındaki mücadele – Proudhonculuğa karşı mücadele ön plana çıkar. Ellili yıllar bu mücadelenin sonunu oluşturur: fırtınalı 1848 yılında ortaya çıkmış olan partilerin ve öğretilerin eleştirisi. Altmışlı yıllarda mücadele genel teori alanından, dolaysız işçi hareketine daha yakın bir alana kayar: Bakuninciliğin Enternasyonal’den kovulması. Yetmişli yılların başında Almanya’da kısa bir süre için Proudhoncu Mühlberger, yetmişli yılların sonunda pozitivist Dühring öne çıkar. Fakat hem birinin hem de diğerinin proletarya üzerindeki etkisi artık oldukça azdır. Marksizm işçi hareketinin diğer ideolojileri üzerinde artık tartışmasız zafer elde etmiştir. Geçen yüzyılın doksanlı yıllarının eşiğinde bu zafer ana hatlarıyla tamamlanmıştı. Proudhoncu geleneklerin en uzun süre dayandığı Latin ülkelerinde bile, işçi partileri program ve taktiklerini fiilen Marksist temel üzerine inşa etmiştir. İşçi hareketinin yeniden dirilmiş olan periyodik uluslararası kongreler biçimindeki uluslararası örgütü, tüm önemli noktalarda ta başından itibaren ve neredeyse hiç mücadelesiz Marksizm zemininde yükselmiştir. Fakat Marksizm, az çok bütünlüğe sahip kendine düşman bütün öğretileri gerilettiğinde, bu öğretilerde ifadesini bulan eğilimler kendilerine başka yollar aramaya başladılar. Mücadele biçimleri ve nedenleri değişti, ancak mücadelenin kendisi sürdü ve Marksizmin varlığının ikinci yarım yüzyılı (geçen yüzyılın doksanlı yılları), Marksizm içinde Marksizme düşman bir akımın mücadelesiyle başladı. Bu akıma adını veren, en yüksek sesle ortaya çıkan ve Marx’ta düzeltmeler yapılmasına, Marx’ın gözden geçirilmesine, revizyonizme en bütünlüklü ifadeyi veren, eski ortodoks Marksist Bernstein oldu. Rusya’da bile, gayri-Marksist sosyalizmin doğal olarak –ülkenin ekonomik geriliği sonucunda, serflik artıkları tarafından ezilen köylü nüfusun ağırlıkta olması sonucunda– en uzun süre varlığını sürdürdüğü Rusya’da bile o, gözlerimizin önünde revizyonizme doğru gelişiyor. Gerek tarım sorununda (tüm toprak ve arazinin belediyeleştirilmesi), gerekse de genel programatik ve taktik kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Sosyalist ekonomi, planlı ekonomi olmak zorundadır ve eğer planlama olanaksız ise sosyalizm de olanaksız demektir. 1928 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ilk Beş Yıllık Planı yaptı. Bu tamamlanınca İkinci Beş Yıllık Plan, onun ardından da Üçüncü Beş Yıllık Plan yapıldı ve uygulandı. Kapitalizmin tersine sosyalizm planlı ekonomiyi temel alır. KÖZ’ün ilginç görüşleri var. Hedeflerini şöyle açıklıyorlar: „Görevimiz kapitalizmi yok etmek; amacımız sınıfsız toplum; yöntemimiz proleter devrimi; biricik ahlakımız da bu devrimin ahlakıdır. Kapitalizmin yıkılmasına ve sınıfsız topluma giden yolun açılmasına öncülük etmekle yükümlü; dünya devrimi için yaşadığımız toprak¬lardaki devrimin zaferi ve sürekliliğinden sorumluyuz. Bu devrime önderlik edecek sınıfın öncü partisini yaratmak istiyoruz.“(age. Sf.46) KÖZ bu hedeflerine nasıl varacak? Komünist bir partinin yaratılmasının esas görevleri olduğunu açıklıyorlar ve devam ediyorlar: “Hem «demokratik devrim»cilik hem de «sosyalist devrim»cilik menşevizmden beslenir. Bu iki akım aynı madalyonun farklı yüzle¬ridir. Her iki akımdan da ayrı duruyoruz” (age. Sf.18). Neymiş? Demokratik devrimi savunanlar da, sosyalist devrimi savunanlar da menşevizmden besleniyor!!! Peki “proleter devrimi” nasıl yapacaksınız? Hangi yolları kullanarak hedefinize varacaksınız? “Proleter devrim” gökten zembille inmeyeceğine göre, nasıl olacak? Bir ülkede devrim yapabilmek için, o ülkenin somutunun Marksist-Leninist ilkelere dayanarak çözümlenmesi gerekir. Ülkenin sosyo ekonomik yapısının araştırılması, sınıfların durumu, ülke devriminin programının çıkarılması gerekir. Tabii ki öncünün yaratılması, inşa edilmesi esas görevdir. Her devrimin sorunu iktidar sorunudur. İktidara yürümede kullanılacak yol ve yöntemler, devrimin kaderini belirlemede önemli rol oynayacaktır. KÖZ, demokratik veya sosyalist devrim yolunu benimsemeyeceğine göre, hangi yolu kullanacağını açıklarsa biz de merakımızı gidermiş olacağız. Troçki bir efsane mi? Ya da Troçki’nin efsanesi mi yaratıldı? KÖZ efsaneler hakkında tutumunu uzun uzun anlatıyor. Masal ya da efsanelerin, gerçek dünyada karşılıkları bulunması gerektiğini, onların aynı zamanda gerçek ve tanıdık olmalarının şart olduğunu yazıyor KÖZ. “Troçkizmin” ne olduğu kavranmadığı için bu değerlendirmeler yapılıyor. “Troçkizm, Rus devrimi içinde şekillenmiştir. “Troçkizm” ortaya çıktığından bu yana bilinçleri karartmış ve çok sayı- ✒ ✒ 52 açıklandı. Komintern dağıtıldığında, bütün dünyada antifaşist mücadelede en ön saflarda mücadele eden kitlesel komünist partileri vardı. Bu partilerin elinde Komintern’in Yedinci Kongresi’nde formüle edilmiş doğru bir antifaşist mücadele çizgisi vardı. Yedinci Kongre’nin hemen ertesinden başlayarak partiler yetkinleşmiş görüldüğünden merkezi enternasyonal yönetim zaten önemli ölçüde koordinasyonla sınırlı bir yönetim haline gelmişti. Savaş içinde de bu da iyice sınırlanmıştı. 1943’e gelindiğinde zaten her parti çizgiyi kendi inisiyatifi ile ve kendi sorumluluğunda uygulamak durumundaydı. Fakat resmen bir merkezin varlığı, hem tek tek partilerin attığı her adımın sorumluluğunu bu merkezin de taşıması durumunu doğurmakta; hem de Stalin’in belirttiği gibi burjuvazi tarafından da tek tek ülkelerde anti-Hitler koalisyonunun sabote edilmesinde kullanılmaktadır. Komintern’in resmen dağıtılması kararı işte bu ortamda alınmış bir karardır. KÖZ’ün iddiasının tersine Komintern’in dağıtılma gerekçesinde “değişen koşullar” şeklinde bir kelime yoktur. Ayrıca “bu örgütün”, “artık gerekli olmadığı” şeklinde bir tespitte yoktur. Bu tespitlerin KÖZ’ün hayalinde yarattığı ve saldırdığı tespitlerdir. KÖZ’ün sosyalizmin inşası bağlamında savunduğu görüşlerin Leninizm’le hiç bir ilgisi yoktur. Şöyle yazıyorlar: „Bu bakış açısıyla, sosyalizmi devletçi ve planlı bir ulusal kal¬kınma modeline indirgeyen tüm anlayışlarla aramızı açıyoruz. Bu farklılığı sermayeye karşı mücadele içinde, somut siyasal pratik tutumlarla belirginleştirip göstermeyi hedefliyoruz. „ (Bkz. age, sf.34) Sosyalizmin temeli üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyettir. Toplumsal mülkiyetin iki temel biçimi vardır: Devlet mülkiyeti, Kooperatifsel-kolektif mülkiyet (grup mülkiyeti). Bununla uyum içinde iki tür sosyalist işletme vardır: Devlet işletmeleri ve kooperatif/kolektif işletmeler. Sosyalist toplumda devlet mülkiyeti tüm emekçilerin mülkiyetidir. Tüm emekçiler yararına kullanılır. Kooperatifsel-kolektif mülkiyet ise, sözkonusu kooperatif veya kolektifin içinde yer alanların grup mülkiyetidir. Burada da artık gerçek anlamda bir özel mülkiyet sözkonusu değildir. Yine de bu tip grup mülkiyeti, sözkonusu gruba özel bir konum sağlar. Bu tip bir mülkiyet, toplumsal mülkiyetin bir alt biçimidir. Sosyalist devlet mülkiyeti, sosyalist mülkiyetin en yüksek, en gelişmiş biçimidir. Bu alanın sürekli genişletilmesi sosyalizm açısından hayati önemdedir. 53 Ekim devrimini izleyen iç savaş ve müdahale döneminde proleter devletin uyguladığı politikaya savaş komünizmi adı verilmişti. Bu politika 1918’den 1921 yılına kadar, yerini “Yeni Ekonomik Politika”ya bırakana dek sürdü. Bu dönem, ülkenin iç savaş içerisinde kavrulduğu, sosyalist ekonominin inşasına başlanmasının mümkün olmadığı bir dönemdir. 54 olan kişileri yahut akımları yargılayıp aklamak ya da mahkûm etmek de bizim kaygımız olamaz. Birbirleriyle karşı karşıya gelmiş kişilerden yahut akımlardan biri yahut diğerinden yana tutum almak da söz konusu değildir“ görüşünü savunuyor. Bu savununun doğru olmadığını ve yukarda Lenin’den yaptığımız uzun bir alıntıda ortaya konulan yaklaşıma da ters olduğunun bilinmesi gerekir. KÖZ, Troçkist olmadığını, kendilerine yöneltilen Troçkizm suçlamasını doğru görmediğini söylüyor. KÖZ, Aralık 2011, sayı 57 ile birlikte “Troçkizm Dosyası” başlığı altında bir yazı dizisi yayınlamaya başladı. Bu yazı dizisini okurlarımızın okumasını öneriyoruz. (Bkz. http://www.kozonline.org/arsiv/ KK58/KK58.htm) KÖZ, evet açıkça Troçkist olduğunu söylemiyor ama utangaç bir şekilde Troçki’yi savunuyor. Sovyetler Birliği kazanımlarını ve Stalin’i rüttüğünü kanıtlayabildi, ne de bunu kanıtlayan başka herhangi bir kanıt o günden sonra bulunabildi. Aksine arşivler açıldıkça bu tür iddiaların aksini doğrulayan belge ve kanıtlar çoğaldı” (KÖZ sayı 57, sf.17). Neymiş? Moskova duruşmaları Troçki’nin “sovyet rejimine karşı bir silahlı komplo yürüttüğünü” kanıtlayamamış! Köz böyle yazıyor ama diğer yandan tarihsel gerçekler var. Duruşmalar anında radyo üzerinden bütün ülkede yayınlanıyordu. Enternasyonal medya (basın) bu açık duruşmaları bizzat mahkemeye katılarak izleyebiliyordu. Yani bütün sanıkların savunmalarını bütün dünyaya duyurma imkânları vardı. Onların yaptıkları itiraf dolu savunmaları ne yapacağız? Yok mu sayacağız? Diğer yandan hadi savcılık – polis ifadelerini bir yana bırakalım, sanıkların mahkemede verdikleri ifadelerin tutanakları var. Orada sanıklar sabotajlardan söz ediyor. Sanık- lar yalan mı söyledi? Neden burjuvazinin komünizme kara çalmak için anlattığı hikâyelere inanılıyor da, sanıkların ifadelerine ina¬nılmıyor. İlginç! Onun dışında bir başka sorun daha var. Partinin Kulaklara karşı topyekûn saldırıyı başlattığı dönemde, ülke içinde sabotajlar var. Bu işçi sınıfı ile burjuvazinin ölüm kalım mücadelesi ver-diği bir ortamda şaşırtıcı bir şey de değil! Burjuvazinin açık siyasi örgütlenmeleri¬nin yasak olduğu bir ortamda, onun il¬legal örgütlenmesi ve terörist eylemlere de başvurması, yine şaşırtıcı değil, sınıf mücadelesinin olağan görüntüsüdür. Hangi arşivler açılmış? Neden KÖZ Moskova Duruşmalarında yargılananların söylediklerine inanmıyor. Partinin “sevgilisi” Buharin’in mahkeme önünde yaptığı itirafları nereye koyacağız? Buharin, istemediği suçlamayı geri çevirebiliyordu. Neydi suçlamalardan bir tanesi? Lenin’e suikast olayında Buharin’in de parmağı olduğu iddia ediliyordu. Ama Buharin mahkeme önünde kimi itiraflarda bulunurken, Lenin’e sui¬kast olayında rolü olduğu iddiasını geri çeviriyordu. Moskova Duruşmaları ve Lenin’in vasiyeti hakkında görüşlerimizi yazdık. İsteyen sayı 154’te yazdıklarımıza yeniden bakabilir. Çokça belge olduğunu biliyoruz. Ama nedense birincil kaynaklara dayanmak yerine ikincil olarak üretilen ve yazılan belgeleri Troçkistler temel alıyor. Gerçeği olgular ve belgeler üzerinden tanımak isteyenler için 1936 Mahkeme Tutanakları vardır ve bunlara ulaşmak onca zor sorun da degildir. Elbette bu yargılamalarda “kurunun yanında yaş “ ta zarara uğramış, haksız idari tedbirlerle karşı¬laşmış olabilir. KÖZ, Troçkistlerin Sovyetler Birliği’nde komplo faaliyeti yürüttüğüne ve sosyalizmin anavatanına karşı işlenen cürümleri görmüyor, görmek istemiyor. Bu konu ile ilgili dergimizin 154. Sayısında diğer şeylerin yanısıra şunları söyledik: “İşbirliği” nin objektif temelleri: Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa¬sının başarıları, gerek tüm emperyalist dünyayı, gerekse “tek ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığı” tezini savunan Troçki ve Troçkistleri ve diğer yandan sosyalist inşanın hızı karşısında paniğe kapılan Sağcıları zor durumda bırakmış; Sovyetler Birliği’ne düşmanlık, çeşitli emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ndeki “muhalefet” ile “ittifakı”nın - daha doğrusu Sovyetler Birliği’ndeki muhalefeti kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmasının - ortak temelini oluşturmuştur. Aynı ortak temeldir ki, Sovyetler Birliği’ndeki “muhalefeti” hem kendi içinde ittifaka, hem de kendi amaçlarına ulaşmak - yani Sovyetler Birliği’ndeki iktidarı devirmek, yerine kendi iktidarlarını kurabilmek – için emperyalist güçlerden “yararlanma” adına onlarla anlaşma aramaya; objektif olarak emperyalist güçlerin “beşinci kol” faaliyetini yürütmeye itmiştir. Emperyalistler açısından da, Troçkist ve Sağcı muhalefet açısından da 1934 yapılan XVII. Parti Kongresi, Sovyetler Birliği’nde kendini ispatlayan sosyaliz¬mi yıkmanın [Troçkist ve sağ muhalefet açısından, lafta sorun tabii ki sosyalizmi yıkmak değildi; kurulan zaten sosyalizm değildi] tek yolu, Parti yönetimini yoket¬me yolu idi. Ve evet Troçkist ve Sağ mu¬halefet açısından, Sovyetler Birliği’nde amaçlanan değişikliğe ulaşabilmek için, dıştan bir saldırı da, hesaplar içinde yera¬lan bir olasılıktı.Yönetimi devirmek için her araç kullanılabilir, her yol mübahtı.Troçkistlerin ve Sağcıların XVII. Kongre ertesi, açıkça Parti çizgisine karşı çıkan bir programla, Parti platformu dışında bir platformla işçi sınıfı önüne, Sovyet emekçileri önüne çıkıp, onları kazanma umudu kalmamıştı. Parti çizgisinin doğruluğu pratikte ispatlanmıştı. Kitleler büyük bir çoşku ile sosyalizmin inşası çalışmasına katılıyorlardı. Muhalefet ideolojik mücadele sonucu, yığınlar içinde tüm inanırlığını yitirmişti. Bu durumda Parti yöneticilerine karşı bireysel terör, komplo yolu seçildi.” Kuşkusuz bu konu ile ilgili daha çok şeyler yazılabilinir. Ama bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyoruz. Devam edelim. Şöyle yazıyor KÖZ: “Aynı yıl Troçki ‘emeğin askerileştirilmesi’ ve ‘emek orduları’nın kurulmasına öncülük etti ve bu kavramların isim babası oldu; 9. Kongre’de ‘demokratik merkeziyetçi’ muhalefete karşı ‘sendikaların askerileştirilmesi’ fikrini savundu; bu kongrede ona destek veren Lenin daha sonra bu fikrin karşısına çıktı ve Merkez Komitesi’nde bu anlayışın terkedilmesini sağladı.” Ekim devrimini izleyen iç savaş ve müdahale döneminde proleter devletin uyguladığı politikaya savaş komünizmi adı verilmişti. Bu politika 1918’den 1921 yılına kadar, yerini “Yeni Ekonomik Politika”ya bırakana dek sürdü. Bu dönem, ülkenin iç savaş içerisinde kavrulduğu, sosyalist ekonominin inşasına başlanmasının mümkün olmadığı bir dönemdir. Savaş komünizmi dönemini belirleyen, para ekonomisinin yerine ürün değişiminin konması, köylülerin ürün fazlasını devlete teslim etme mecburiyeti, çalışabilir yaştaki kadın-erkek her bireye çalışma zorunluluğunun getirilmesi gibi tedbirler idi. Savaş komünizmi döneminde sendikalar atamalar ve askeri yöntemler- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ret ediyor. Bolşevizmi ve Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde şekillenen siyaseti savunduğunu iddia ediyor. İddia ediyor diyoruz; çünkü KÖZ ne Bolşevizmi ne de Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde şekillenen çizgiyi savunmuyor. Mesela Komintern 2. Kongresinde “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” bağlamında ortaya konan çizgiyi KÖZ savunduğunu iddia edebilir mi? Bu bağlamda TKİP için yazdıklarımız KÖZ içinde geçerlidir. Ne yazık ki KÖZ kimi tarihsel gerçeklikleri de çarpıtıyor. İşte kimi örnekler: Şöyle diyor KÖZ: “Ne Moskova duruşmaları Troçki’nin sovyet rejimine karşı bir silahlı komplo yü- ✒ ✒ sorunlarda Sosyal-Narodniklerimiz, eski, kendi tarzı içinde bütünlüklü ve Marksizme temelden düşman sistemlerin sönüp gitmekte olan, zayıflayan kalıntılarının yerine gittikçe artan oranda Marx’ta “düzeltmeler” yapmayı koyuyorlar. “ (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 11, sayfa 480-481, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Lenin, tarihsel süreç içerisinde Marksizm adına ortaya çıkan ve Marksizmi revizyona tabi tutanlara karşı verilen mücadeleyi anlatıyor. Lenin döneminde ve Lenin sonrasında da Marksizm adına ortaya çok sayıda akım çıktı. Bu akımlara karşı ideolojik olarak mücadele etmek ve Marksizm-Leninizmi hâkim kılmak komünistlerin görevidir. KÖZ, „bu efsanelere konu 55 aşamasında daha da belirgin hale gelmiştir. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, eşitsiz gelişim de hız kazandı ve eşitsizlik daha da büyüdü. Eşitsiz gelişme yasası sonucu, kapitalist üretim ilişkilerinin bütün dünyada hâkim hale gelmesi mümkün değildir. Ayrımsız olarak “emperyalizm çağında, kapitalist üretim ilişkileri dünyanın her köşesinde egemendir”düşüncesini savunmak yanlıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin henüz hâkim olmadığı ülkeler var. Mesela Afganistan, Etopya ve Afrika’nın kimi ülkeleerinde kapitalist üretim ilişkileri egemen değildir. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesiyle birlikte, dünyanın bütün ülkelerinde kapitalist üretim ilişkilerinin egemen hale geldiği şeklindeki bir savunu Leninizm ile çelişmektedir. KÖZ’ün savunduğu parti anlayışı, Leninist parti modeli değildir. “Amaç ve İlkelerimiz” broşürüne kimi doğruların serpiştirmesi, Leninist parti modelinin savunulduğu anlamına gelmez. Şöyle yazıyor KÖZ: “Bu nedenle devrimci parti aynı siyasal anlayışta buluşmuş, bilinçli, deneyimli ve başkaları tarafından sevk ve idare edilmeyip, başkalarının sorumluluğunu taşıyan militanlarla sınırlı tutulmalıdır” Kapitalist toplumda, işçi sınıfının çok küçük bir bölümü, Marksizm-Leninizmi inceleyerek, kavrayarak, işçi sınıfının kurtuluşunun gerekliliğini ve kurtuluş yolunu kavrayabilir. İşte bu bölüm, Komünist Partisinin program ve taktiklerini kabul etmesi, bir parti örgütünde doğrudan çalışması şartlarında, Komünist Parti içinde örgütlenen, örgütlenmesi gereken bölümdür. Lenin’in partiden anladığı, yalnızca mesleği devrimcilik olanlardan oluşan bir örgüt değildir. Tabi ki Komünist Partisinin merkezinde, mesleği devrimcilik olanlardan oluşan bir örgüt vardır. Lenin, parti örgütünün tümü ve yapısı hakkındaki düşüncelerini “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” kitabında ortaya koymuştur. Şöyle yazıyor Lenin: “İyice anlaşılır olması için mesele şu şekilde ortaya konulabilir. Genelde örgütlülük derecesine ve özelde de bir örgütün konspirasyon derecesine göre, aşağı yukarı şu kategoriler ayırt edilebilir: 1. Devrimcilerin örgütleri; 2. İşçilerin örgütleri, hem de mümkün olduğunca geniş ve çok çeşitli (kendimi sadece işçi sınıfıyla sınırlıyor ve başka sınıflardan bazı unsurların da belli koşullar altında bu kategoriye gireceğini kendiliğinden anlaşılır bir şey olarak varsayıyorum). Bu iki kategori, Parti’yi oluşturur. Devamla 3. Parti’ye dayanan işçi örgütleri; 4. Parti’ye dayanmayıp da, fiilen onun kontrolü ve yönetimine tabi olan işçi örgütleri; 5. hakeza kıs- men, en azından sınıf mücadelesi kendini çok sert bir şekilde açığa vurduğunda sosyal demokrasinin yönetimine tabi olan, işçi sınıfının örgütsüz unsurları. Benim bakış açımdan mesele aşağı yukarı böyledir.” (Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, İnter Yayınları, sf. 77) Görüldüğü gibi Lenin Komünist Partisini “, başkalarının sorumluluğunu taşıyan militanlarla sınırlı” tutmuyor. Lenin, Parti’yi iki kategoriden oluşan bir bütün olarak görüyor. 1) Devrimcilerin örgütleri: Bundan Lenin’in anladığı, mesleği devrimcilik olanların oluşturduğu örgütlerdir. Lenin için hareketin sürekliliğinin sağlanmasının garantisi budur. Parti örgütünün merkezinde, Lenin’in düşüncesine göre, “devrimcilerin örgütleri” vardır. 2) Olabildiği ölçüde yaygın ve çeşitli işçi örgütleri: Lenin bunlardan, mesleği devrimcilik olmayan; yaşamak için mesleklerini sürdürürken; partili olarak da çalışanlardan oluşan parti örgütlerini kastediyor. Bu iki kategori dışındaki örgütlenmeler artık doğrudan Parti değil; Parti önderliğindeki ya da Partinin içinde çalıştığı kitle örgütleridir. Lenin’de sorunun konuluşu böyledir. Leninist parti öğretisini savunduğunu iddia eden KÖZ şöyle yazıyor: “Devrimci parti kitleleri bünyesine katarak genişleyen bir yığın örgütü değildir. Aksine bu parti kitleleri örgütlendiren, onların eylemine siyasal bir içerik, süreklilik, kararlılık ve etkinlik katacak uzmanlaşmış bir alet olmalıdır.” Neymiş! Devrimci parti bünyesine kitleleri katarak genişleyen bir yığın örgütü olmamalıymış! KÖZ bu düşünceyi savunabilir. Ama bu düşüncesini Lenin’e maletmeye çalışması Lenin’in çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Proletarya önderliğinde devrim, işçi sınıfının en geniş emekçi yığınların önemli kesimlerinin doğrudan devrime katılması ile gerçekleşebilir. Bu anlamda işçi sınıfının ve geniş emekçi yığınların devrime seferber edilmesi Komünist Partisinin görevidir. Komünistlerin esas görevi gerçek ml partinin yaratılması ve inşasıdır. Bu parti daha en başından itibaren işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile sıkı bağ içinde inşa edilmek zorundadır. Çünkü gerçek komünist partisi sınıfsal taban açısından her şeyden önce işçi partisidir. Saflarında en başta işçi sınıfının en ileri kesimlerini barındırmayan bir parti, adı ML de olsa gerçek bir ML parti, Bolşevik bir parti değildir. İşçi sınıfının önderliği sorununu “ideolojik önderliğe” indirgeyen teori ML bir teori değildir. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Milli sorunda da Stalin gerek Büyük Rus şovenizmine, gerekse “yerel milliyetçiliğe” karşı (birinciye karşı mücadeleyi öne alarak) mücadele etmiştir. Stalin önderliğindeki SBKP(B)’in izlediği milliyetler siyaseti gerçekten örnek Leninist bir siyaset olmuştur. Yapılan, Lenin’in de dikkat çektiği belli hatalar, daha sonraları da ortaya çıkmış; eleştiri, özeleştiri ile aşılmıştır. Lenin’in Stalin’e getirdiği eleştiriler, bir Bolşeviğin diğer bir Bolşeviğe getirdiği eleştirilerdir. Lenin’in Troçki gibilerine getirdiği eleştiriler ise, bir Bolşeviğin Bolşevik olmayan birine getirdiği eleştirilerdir. Bunlar arasında fark vardır.“ Ulusal sorunda, Lenin ile Stalin arasında hiç bir görüş ayrılığı olmamıştır. Troçki ve takipçileri, Lenin’in vasiyetinde Troçki ile Stalin hakkında yaptığı değerlendirme farklılıklarını gözlerden gizlemeye çalışıyor. KÖZ’ün de yaptığı tam da budur. Ama gerçekler inatçıdır. KÖZ “Amaç ve İlkelerimiz” broşüründe “Leninistiz” başlığı altındaki bölümde şöyle diyor: “En yüksek aşamaya ulaştıkları emperyalizm çağında, kapitalist üretim ilişkileri dünyanın her köşesinde egemendir.” emperyalizm, kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu, onun en üst gelişme aşamasıdır. Marx ve Engels, kapitalizmi inceledikleri temel eserleri olan Kapital’de, sermayenin yoğunlaşması merkezileşmesinin kapitalizmin en önemli gelişme yasalarından biri olduğunu ortaya koymuşlardı. Bu gelişmenin tabii sonucu tekelleşmeydi! Lenin, Birinci Dünya Savaşı içinde kaleme aldığı “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” adlı eserinde emperyalizmin bütünlüklü bir marksist çözümlemesini gerçekleştirdi. O bunu, sosyalizm adına piyasaya sürülen emperyalizm teorileriyle hesaplaşma içinde yaptı. Avrupa’da ve ABD’de takriben 1880’lerden itibaren kapitalizmin yeni bir evresine girildi. Bu “rekabetçi kapitalizm” yerini tekelci kapitalizme, ya da bir başka deyimle emperyalizme bıraktı. Emperyalizm, kapitalizmin çelişmelerini en üst seviyeye kadar geliştirmiş olan, en yüksek ve son evresidir. Kapitalist toplumda üretim ilişkilerinin temeli, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyettir. Üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet, kapitalistlerin emekle elde edilmemiş ve ücretli işçileri sömürmek için yararlanılan özel mülkiyetidir. Yaptığımız bu açıklamalardan sonra KÖZ’ün savunduğu temel yanlışın açıklamasına geçebiliriz. Kapitalizm çarpık ve dengesiz gelişmektedir. “Kapitalizmin çarpık ve dengesiz gelişmesi emperyalizm ✒ ✒ 56 le yönetiliyordu. İç savaş döneminde savaş komünizmi uygulanmıştı. İç savaş sona erdikten sonra, ülke barışçıl iktisadi inşaya geçmiş, savaşın ve emperyalist ablukanın ürünü olan katı savaş komünizmini sürdürmek için bir neden kalmamıştı. Troçki ve hempaları ise, savaş komünizmini gevşetmeye gerek olmadığını, tam tersine vidaların daha da sıkıştırılması gerektiğini savunuyorlardı. Troçki, Lenin ve Bolşevik Parti Merkez Komitesi üyelerinin çoğunluğuna karşı mücadeleyi başlattı. Troçki, 1920 Kasımının başlarında toplanan V. Tüm-Rusya Sendikalar Konferansı Komünist fraksiyonunun oturumunda, “vidaları sıkıştırma” ve “sendikaları sarsma” gibi şiarlarla ortaya çıktı. Parti içerisinde yürüyen tartışmada Troçki ve yandaşlarının tezleri mahkûm edildi. 8 Mart 1921’de toplanan X. Parti Kongresinde, sendikalar üzerine tartışmanın sonuçları toparlandı ve Troçki’nin görüşleri ezici bir çoğunlukla mahkûm edildi. Sendikalar, yönetimler seçimle işbaşına gelecek ve barış koşullarına uygun olarak demokratik yöntemlerle yönetilecekti. Olgular ve gerçekler böyle. KÖZ’e göre Lenin önce Troçki’nin yanında durmuş, sonra fikrinden vazgeçmiştir! Bu açıkça Lenin’i kavranmaması ve Lenin’in çarpıtılmasıdır. Lenin, kongrede görüşlerini savunması için Troçki’ye görev verdiği şeklindeki görüşler Troçkistlerin uydurmasıdır. KÖZ Lenin’i çarpıtmaya devam ediyor. Şöyle yazıyorlar: “1923’te Gürcistan sorununda Stalin’in tutumunu sert bir biçimde eleştirip onu ‘Rus milliyetçiliği’ ile eleştiren Lenin, Troçki’ye kongrede bu konuda kendi görüşlerinin savunusunu üstlenmesini önerdi (kendisi hastalığı nedeniyle katılamayacaktı). Kamenev ile uzlaşan Troçki bu önerinin gereğini yerine getirmedi.” Lenin’in Stalin hakkında “Rus milliyetçisi” olduğu şeklinde bir değerlendirmesi yoktur. Bu tamamen KÖZ’ün uydurmasıdır. Dergimizin 154. Sayısında Lenin’in vasiyeti hakkında tavır takındık ve şöyle yazdık: „Lenin Stalin’i “kaba” olduğu noktasında eleştirmiştir. Stalin bu eleştirinin haklı olduğunu ve fakat bunun siyasi bir hata olmadığını ortaya koymuştur. XIII. Parti Kongresi delegeleri, Lenin’in Stalin hakkında düşüncelerini bildikleri halde Stalin’i Merkez Komitesi Sekreterliğine seçmişlerdir. Olayların gelişmesi içinde, Lenin’in çekindiği “Partinin bölünmesi” olgusu, Stalin Merkez Komitesi Sekreteri olmasına rağmen ortaya çıkmamış; muhalifler her zaman küçük bir azınlık olarak kalmıştır. 57 ✒ Partinin dikkatinin merkezinde artık partinin kendisi değil, milyonlarca kitle vardır.” (Stalin, İktidarın Ele Geçirilmesinden Önce ve Sonra Parti, Lenin-StalinKomintern, Parti Öğretisi Üzerine, İnter Yayınları, İstanbul, Mayıs 1988, s. 348-351) Parti aşamaları ile ilgili görüşlerimiz “Bolşevik Parti İnşa Öğretisi Üzerine, Dönüşüm Yayınları adlı kitapta ortaya konuldu. İsteyen okurlarımız bu kitaba yeniden bakabilir. KÖZ’ün Leninizm adına savunduğunu iddia ettiği parti modelinin Leninizmle hiç bir ilgisi yoktur. Dünyada ilk kez Çarlık Rusya‘sında proletarya iktidara gelmişti. Emperyalist burjuvazi bu proleter devrimi boğmak için her yola başvurdu. Bunda şaşılacak hiç birşey yoktu. Çünkü burjuvazi kendi sınıfsal tercihlerine ve konumlanışına göre hareket ediyordu. Fakat “Marksist” ve hatta kimi zaman “Leninist” maskesiyle ortalıkta dolaşanların Stalin düşmanlığı ve Sovyetler Birliği kazanımlarına saldırının üzerinde durulması gerekiyor. Komünizm ortaya çıktığından beri en zayıf dönemini yaşıyor. Gerçek komünistler ancak parmakla sayılabiliniyor. Devir kötü. Zaman pek bir kahırlı. Yenilgi dönemlerinin ürünü olan pek acayip oluşumlar çıkıyor sahneye. Kimileri de dünyayı kendileri ile başlatıp, kendileri ile bitiriyor. Daha önce söylenmiş, pratikte yanlışlığı kanıtlanmış “yeni” diye kimi görüşler piyasaya sürülüyor. Çok konuşup, çok “teori” ürettiğini sananlar aslında yeni hiç bir şey söylemiyor. Ne yazık ki, bilinç ve örgütlenme seviyesinin geri olması sonucu, “yeni” olduğunu söyleyen oluşumlar geçici de olsa taban bulabiliyor. Elbette bu böyle devam etmez, etmeyecek. Bu kahrolası günümüzün çarkı elbet bir gün kırılacaktır. Sosyalizmi, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm kazanımlarını ve bu kazanımların öncüsü olan Stalin’i savunmak tarih alanındaki mücadelenin bir parçasıdır. Stalin’i savunmak, Marksizm-Leninizm’in savunulması ve tarihin çarpıtılmasına karşı mücadeledir. Stalin’i savunmak bilimsel sosyalizmi savunmaktır. Stalin’i savunmak; ML ilkelerin hayata geçirilmesi noktasındaki sabır, inanç, disiplin ve çelik irade demektir. Stalin, sosyalizm inşasının tartışmasız önderidir. Stalin’in savunduğu Marksist-Leninist ideoloji ve sosyalist pratiği yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor, edecek. Marksizm-Leninizm zafere, Troçkizm ihanete götürür. 11. 06. 2012 ✓ Van Depreminin Ardından 23 Ekim ve 9 Kasım 2011’de Van’da deprem olmuştu. Deprem, Van kent merkezi ve Erciş ilçesinde yüzlerce binayı yerle bir etmiş, bazı köyler haritadan silinmişti. Van ve çevresinde meydana gelen depremler, resmi rakamlara göre 644 insanın ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına yol açtı. Birinci deprem Erciş’i, ikinci deprem ise Van kent merkezini vurdu. Ağır hasar yaratan bu depremler sonrasında on binlerce insan, AKP hükümetinin ihmali ve sorumsuzluğu yüzünden de kışı, -15 dereceyi bulan dondurucu soğukta, çadırlarda ya da naylon barakalarda geçirmeye mahkûm bırakıldı. On binlerce insan Van’ı terk etmek zorunda kalırken, on binlercesi barınma, yemek, ısınma, hijyen gibi temel yaşamsal ihtiyaçlardan tümüyle yoksun bir durumda kendi kaderine terk edildi. Soğuk, hastalık, yetersiz beslenme ve sobalardan çıkan çadır yangınları nedeniyle birbiri ardına çocuk ölümleri meydana geldi. Dergimizin 154. sayısında Van depremine, Kürtlere karşı sanal medyada yapılan mide bulandırıcı kampanyalara ve Müge Anlı’nın bir TV programında yaptığı yoruma tavır takınmıştık. Bu yazımızda Van depremi sonrasını ve AKP hükümetinin ayrımcı çizgisini anlatmak istiyoruz. Van’ın halkoyu ile seçilmiş belediye başkanı Av. Bekir Kaya’dır. Devletin tüm baskı ve ayrımcı politikalarına rağmen, 29 Mart 2009’da yapılan yerel seçimlerde BDP 99 Belediye başkanlığını kazanmıştı. Kimi il ve ilçelerde Kürt halkının kendi temsilcilerini seçmesine, egemen sınıflar tahammül edemiyordu. Belediye çalışmalarını illerde AKP’nin valileri, ilçelerde ise AKP’nin kaymakamları engelliyordu. Belediye Meclislerinin aldığı kararların uygulanması için vali ve kaymakam tarafından onaylanması gerekiyor. Onaylanmayan kararlar ve projelerin uygulanmasının imkânı yoktu. Van depremi sonrasında AKP hü- yaşam temellerini koruma mücadelesi kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 58 Bunun ötesinde biz her komünist partinin inşasında (devrim öncesinde) kabaca iki aşama Yaşanacağını, bunun zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bu iki aşama kaba şematik olarak ifade edildiğinde şöyledir: “1. Partinin biçimlendirilmesi, yaratılması aşaması Bu aşamada itici güç olarak parti zayıftır.(…) Partinin stratejisi, strateji yedeklerin varlığın, bunlarla manevra yapma olanağını şart koştuğundan, zorunlu olarak sınırlıdır, oldukça fakirdir. Parti kendisini hareketin stratejik planını çizmekle, yani hareketin tutmak zorunda olduğu yolu saptamakla sınırlar, partinin yedekleri ise –gerek Rusya içindeki, gerekse Rusya dışındaki düşman kampı içindeki çelişkiler-, partinin güçsüzlüğü sonucu yararlanılmadan ya da hemen hemen yararlanılmadan kalır. Partinin taktiği, taktik kitlelerin kazanılması ve stratejik başarının güvencelenmesinin çıkarları doğrultusunda hareketin her türlü ve her bir biçiminden, proletaryanın örgüt biçimlerinden yararlanılmasını, bunların kombinezonunu, karşılıklı olarak birbirini tümlemesini vb. şart koştuğunda, aynı şekilde zorunlu olarak sınırlıdır, atılımdan yoksundur. Bu dönemde partinin dikkatinin ve kaygısının merkezinde partinin kendisi, varlığı ve korunması durur. (…) Bu dönemde ... komünizmin temel görevi, en iyi, en aktif ve proletarya davasına en sadık işçi sınıfı güçlerini partiye kazanmak, proletarya partisini biçimlendirmek ve ayakları üzerine dikmektir. Lenin yoldaş bu görevi “Proletaryanın öncüsünü Komünizm için kazanmak” şeklinde formüle eder.” 2.En geniş işçi ve köylü kitlelerini partiye kazanma aşaması Bu dönemde parti, artık bir önceki dönemdeki gibi güçsüz olmaktan çok uzaktır; itici güç olarak son derece ciddiye alınması gereken bir faktöre dönüşür. Şimdi artık sadece kendi kendine yeten bir güç olamaz, çünkü artık varlığı ve gelişmesi için halihazırda emin garantiler vardır, şimdi o kendi kendine yeterli bir güçten, işçi ve köylü kitlelerini kazanmak için bir araca, sermayenin iktidarının devrilmesi için kitlelerin mücadelesine önderlik etmenin bir aracına dönüşür. Partinin stratejisi bu dönemde atılım kazanır (…) Partinin taktiği de atılım kazanır (…) Bu dönemde partinin temel görevi, burjuvazinin diktatörlüğünü devirmek, iktidarı ele geçirmek için milyonlarca kitleyi proleter öncüye, partiye kazanmaktır. 59 seyyar mutfakları arka plana itti. Van Belediyesi Van merkezini beş ayrı bölgeye ayırdı. Her bölgeye koordinasyon çadırları kuruldu. Bir bölgede sağlık merkezi kuruldu. Türk Tabipler Birliği’nin çağrısı ile yaklaşık 1500 sağlık çalışanı Van’a geldi. Van’da yaklaşık 20 bin hasta muayene edildi. 20 bin ilaç dağıtıldı. 3,5 ay boyunca sağlık hizmeti verildi. Bir konteyner muayene odası olarak kullanıldı. Kimi belediyelerden ambulans desteği sağlandı. Bu ambulanslarla köylerde sağlık taraması yapıldı. Van depreminin ardından yollar çöktü, binalar yıkıldı, şehir alt yapısı zarar gördü. Deprem sonrası vergiler vb yatırılmadı. Van Belediyesi, depremden dolayı İller Bankası’ndan belediyeye gönderilen paradan kesinti yapılmamasını talep etti. İller Bankası, belediyeye gönderdiği paradan % 40 kesinti yapıyordu. Belediyenin talebine rağmen, deprem sonrasında da % 40 kesintileri kesmeye devam ettiler. Belediye İller Bankasından gelen para ile ancak personelin maaşını ödüyordu. Para olmadığı için belediye hizmet te yapamıyordu. Belediye yalnızca İller Bankası’ndan kredi alabiliyordu. Başka bir bankadan belediyenin kredi alma imkânı yoktu. Van’da belediye binası yıkılmıştı. Yeni bir belediye binası yapılması gerekiyordu. Ama para olmadığı için belediye binası yapılamıyor ve Van Belediyesi çalışmalarını prefabrik bir binada yürütüyordu. Van’da konteyner kentler yapıldı. İlk gelen konteynerler polis ve askerlere verildi. Öncelikle asker ve polisin güvenliği sağlanmalıydı! Asker ve polisin güvenliği sağlandıktan sonra sıra halka gelecekti! Konteyner kentlerin alt yapısını belediyenin hazırlaması gerekiyordu. Van Belediyesi, İl Afet Kuruluna, “Konteyner kentlere su saati takalım, suların parasını İl Afet Kurulu belediyeye ödesin” teklifini götürdü. Van Belediyesinin teklifi reddedildi. Mart 2012 verilerine göre konteyner kentlerin yerleşim ve nüfus bilgileri şöyleydi: Konteyner Kentler Yerleşim ve Nüfus Bilgileri (Bkz. yandaki tablo) Görüldüğü gibi küçümsenmeyecek sayıda insan konteyner kentlerde yaşıyor. Konteyner kentlerin güvenliğini asker ve polis sağlıyor. Konteyner kentlerin girişlerinde kontrol noktaları var. Giriş ve çıkışlar kontrol altında. Sivil Toplum Örgütleri, basın, kadın örgütleri bu kentlere giremiyor. Konteyner kentler bir hapishane konumunda. Konteyner kentlerin ziyaret edilebilmesi için valiliğe yazılı olarak başvurmak ge- Sıra No Konteyner Kent Adı Adresi Konteyner Adedi Toplam Nüfus 1 Tahirpaşa İstasyon mah. Erçiş Yolu Üzeri 614 3378 2 Kale Yalı mah. Dilara Sokak 632 3956 3 Serhat Yalı mah. Eski Erzurum Yolu Üzeri 140 449 4 Hacı Mehmet Eminpaşa mah. Fidanlık Sokak 352 2114 5 Anadolu Eminpaşa mah. İpekyolu Caddesi 892 5292 6 Faki Teyran Süphan mah. İpekyolu cad. Edremit Yolu Olimpiyat Halı Saha Yanı 196 1398 7 Selçuklu Süphan mah. İpekyolu cad. Edremit Yolu Olimpiyat Halı Saha Yanı 426 2209 8 Kevenli Karşıyaka mah. Kevenli Köy Yolu 640 4475 9 Ferah Bostaniçi mah. Bostaniçi Belediye Yolu Üzeri 148 1017 10 Urartu Esenler Mah. Şamran Konteyner Kent Yanı 339 2386 11 Huzur Şabaniye Mah. Şehitlik Sokak 354 1854 12 Ahmed-İ Hani Buzhane Mah. Zümrüt Sokak 270 1483 13 Hüsrev Paşa Buzhane Mah. Zümrüt 2. Sokak 1121 2324 14 Erek Şabaniye Mah. Sofu Baba Cad. Selçuklu 9. Sokak 332 1337 15 Edremit Edremit İlçesi İpekyolu Cad. Üzeri 258 1023 16 Şemame Eminpaşa mah. Eminpaşa cad. 60 242 17 Barzani Eminpaşa Mah. İpekyolu Cad. Mehmetbey Sokak 161 410 18 Abalı Buzhane Mah. 326 Gülhane 1. Sok. Barzani Konteyner Kent Bitişiği 238 578 19 Van Gölü Eminpaşa Mah. Havaalanı Yolu Askeri Lojman arkası 417 0 20 Kayaçelebi Hatuniye Mah. Terzioğlu 1. Sok. 679 0 21 Şamran 130 0 22 Tuşba Esenler Mah. Şamran Konteyner Kent Üzeri 336 0 Toplam 8735 Esenler Mah. Karpuzalan Köy Yolu Üzeri, Eczacılar Birliği İlköğretim Okulu Yanı rekiyor. Van depremi ertesinde RTE hükümeti, yaraların sarılacağını ve yeni Van’ın kurulacağını müjdeliyordu! AKP hükümeti, neoliberal politikalar doğrultusunda kentler dahil yaşam alanlarının tamamını rant sağlamak amacıyla tasarlıyor. Yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, rant elde etmeyi sağlamak üzere yapılandırılmış ve görevlendirilmiştir. “Yapı Denetim” firmalarıyla, denetim piyasalaştırılmış, özelleştirilmiş ve paranın gücüne teslim edilmiştir. “‘Yapı Denetim’ uygulaması 19 pilot ilden sonra Türkiye’nin tüm illerine yayılmıştır” söylemiyle övünen AKP, Van ilinde bile yaşanan depremle bir kez daha açığa çıktığı gibi ölümleri, yaralıları ve acıları engelleyememiştir. AKP hükümeti, Van’ı yeniden inşa etme bahanesiyle sermayeye yeni rant alanları açmaktadır. Yıllardır “deprem vergisi” adı altında toplanan paraların akıbeti gibi basit bir maddi konu bile AKP hükümeti tarafından açıklanamamaktadır. Van depremi TOKİ yaşam temellerini koruma mücadelesi yaşam temellerini koruma mücadelesi 60 kümeti ve Van valisinin BDP Van belediyesine karşı uyguladığı ayrımcılık politikası tavan yaptı. RTE hükümetinin diline pelesenk olmuş demokrasi kelimesi var. Güya demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimi olarak adlandırılıyor. Demokrasinin en belirleyici özelliklerinden biri yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesinin adıdır. Ama biz biliyoruz ki, her sömürücü sınıfın kendine ait bir demokrasi anlayışı var. RTE hükümetinin demokrasi anlayışı ise, kendileri gibi düşünen, farklı düşüncelere tahammülü olmayan, tek tip AKP insanı yaratmak isteyen bir demokrasi anlayışıdır. Bu yüzden farklı örgütlenme ve düşüncelere izin vermek istemiyorlar. Deprem öncesi Van’ın nüfusu 480 bindi. Deprem sonrası Van’ın nüfusu 180-200 bine düştü. Deprem sonrası Van’dan batıya göç başladı. Maddi durumu biraz iyi olanlar diğer şehirlere göç ediyordu. Deprem sonrası yurtiçi ve yurtdışından Van’a yardımlar gönderildi. Deprem sonrasında ilk günler çok önemli idi. İran’dan gelen bir heyet “biz buraya bir seyyar hastane kurmak istiyoruz” dediler. Seyyar hastane kurma isteği valilik tarafından reddedildi. Oysa Van’da Bölge Hastanesi dışındaki tüm hastaneler yıkılmıştı. Van valisi birçok yardım tekliflerini reddediyordu. Reddin gerekçesi ise “biz gücümüzü sınamak istiyoruz” tavrı idi. Kışın ortasında çadır sıkıntısı yaşanıyor ve bir çadırda dört aile kalıyordu. Vali, AKP’li olarak çalışıyordu. Valilik, deprem çalışmalarında belediyeyi devre dışı bıraktı. Oysa koordinasyonu sağlaması gereken yer valilik idi. Ama valilik bunu yapmadı. Van Belediyesinin devre dışı bırakılması ile yetinilmedi. Van Belediyesinin çalışmaları engellendi. Van Belediyesinin deprem için açtığı banka hesap numaralarına el konuldu. Muhtarlar bile devre dışı bırakıldı. 38 mahalle muhtarı görevlerinden istifa etti. Van valiliği, kendisine yakın olan kurumlar ve yandaşlar ile bu işi götürmeye çalıştı. Bu kurumlara ciddi yardımlar yapıldı. Örneğin İHH’ya (İnsani Yardım Vakfı) büyük bir yer tahsis edildi. Alt yapı hazırlandı. İHH prefabrik ve konteyner getirdi. Prefabrik ve konteynerler öncelikle yandaşlara dağıtıldı. RTE hükümeti ve valisinin tüm engellemelerine rağmen Van Belediyesi çalışmalarına devam etti. BDP’li belediyeler ve Demokratik Sivil Toplum Örgütleri, Van belediyesine aktif destek verdiler. BDP’li belediyeler tarafından Van’a seyyar mutfaklar gönderildi. Valilik, BDP’li belediyelerin yardımlarını ve 35925 için yeni bir inşaat furyası alanına dönüştürmeye ve kentsel rant projeleri için bir gerekçe olarak sunulmaktadır. Kentsel dönüşüm adı altında sürdürülen rantsal dönüşüm projeleriyle halk kent merkezleri dışına, barınma hakkı güvencesi olmadan itilmektedir. Yukarda RTE hükümeti ve Van valisinin, Van Belediyesini bir afet olayında bile nasıl dışlandığını anlattık. 7 Haziran’da Van ve çevresinde BDP’lilere yönelik bir operasyon dalgası yapıldı. 10-11 Haziran’da Van Belediye Başkanı Bekir Kaya, BDP Van eski İl eş başkanı ve Asrın Hukuk Bürosu Avukatı Cüneyt Caniş, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınan Başkale Belediye Başkanı İhsan Güler, BDP Muradiye İlçe Başkanı Mehmet Şirin Yıldız, Özalp Belediye Başkanı Murat Durmaz, BDP Başkale eski İlçe Başkanı ve DTK üyesi Derviş Polat, Edremit Belediye Başkanı Abdulkerim Sayan, BDP Çaldıran İlçe Başkanı Metin Adugit, BDP Erciş eski İlçe Başkanı Veli Avcı ve BDP Özalp İlçe Başkanı Yakup Almaç, Van Ağır 61 üretmek olduğu bilinmelidir. Depremde kayıpların ağırlığının en belirleyici unsurunun sömürücü, kâr üzerine kurulu, insana değer vermeyen bu sistemdir. Van’da kamu binalarının büyük bölümü iskambil kulesi gibi çöktü. Van depremi ile birlikte hırsızlığın, rüşvetin yalnızca özel yapılarda değil, “devlet yapılarında” da olduğu bir kez daha görüldü. Yanlış imar planlamalarının gerçek sorumluları, yasaları yapanlar ve uygulayanlardır. Depremi gerçek anlamda felaket haline getiren bu devletin kendisidir. Evet, bu devletin gücü Kürtlere karşı savaş yürütmeye; işçi ve emekçilerin mücadelelerini ezmeye, egemen sınıfların ve emperyalistlerin çıkarlarını emekçilerin mücadelelerine karşı “kollama”ya yetmektedir. Fakat iş gerçekten halka hizmete gelince bu devlet ortalarda yoktur! Birinci derecede deprem bölgesi olan bir coğrafya üzerinde yaşandığı bilinmesine rağmen, olası bir deprem felaketine karşı bu devletin hazırlığı ve örgütlenmesi yoktur. Depremlerden en az zararla kurtulmak istiyorsak yapılacak iş, depremi bile kâr aracı gören bu sömürü düzenini Demokratik Halk Devrimi depremiyle yerle bir etmektir. Bunun için de bilinçlenmek, örgütlenmek ve mücadele etmek gerekir. 15 Haziran 2012 ✓ “1 işçi ortalama 4.000 – 5.000 Yuan aylık alıyor. Pekin’de 1-2 odalı bir dairenin kirası 2.000 Yuan’dan aşağı değil. Korkunç bir kooperatif / sosyal ev sıkıntısı var. Devlet bunu sağlamaya yetişemiyor. 50 m2 lik Pekin’de bir dairenin satış fiyatı 1 milyon Yuan. Bundan dolayı ev/daire özel mülkiyetine sahip olmak / satın almak isteyen, bankadan bunun için kredi almış sittinsene bu borcu ödemeye çalışanlara Çin’de “ev köleleri” deniyor. Eskiden sosyalizmde firma / işletme lojmanları vardı. Bunlar bu sorunun belli bir kısmını çözüyorlardı… Şimdi yoksul ile zengin arasında çok büyük bir uçurum var. Bir tarafta onlarca ev özel mülkü olanlar diğer yanda ev köleleri… Zaten şimdiki sistemin adı da sosyalizm ama sosyalist olmuş, kapitalist olmuş fark etmiyor. En önemlisi iyi yaşamak. Aslında bu hayat pahalılığı 1997’deki ekonomik kriz ile birlikte geldi.” (Rehberimizin görüşleri) - Rehberimiz, Çin’deki kentlerin ne zamandan beri var olduklarını anlatırken, Deng Sia Ping’in örnek bir kent kurdurduğuna değinerek onu övdü. - Mao Zedung’dan büyük başkan, başkan olarak söz etti. Çin’de tedavüldeki kağıt paraların hemen hemen hepsinin üstünde MZD-portresi var. - Yol tabelaları Çince ve İngilizce olmak üzere iki dilde. - Cep telefonları çok yaygın. Şanghay’da kaldığımız otel odamızın tuvaletinde cep telefonu koymak üzere özel yer yapılmıştı. Bunu başka hiçbir yerde görmedim… - Pekin’deki ikinci akşamımız için rehber resmi program dışında olan 90 dakikalık bir Çin Kun Fu gösterisine ortalama bilet fiyatı 300. – Yuandan 12 bilet satarak onları bu gösteriye götürdü… Pekin’deki 3. günümüzde gördüklerimizden kayda değer olanları şunlardı: Dünyanın emperyalist / kapitalist sistemi içinde bulunan herhangi bir ülkedeki gibi, turistlerin çok yoğun olarak ziyaret ettiği yerlerde mutat olduğu üzere, Pekin’deki böylesi mekânlarda da işportacı, sokak satıcılarının rahatsız edici davranışlarına tanık olduk. Buradaki fark, bunların çoğunlukla çocuk değil, istisnasız kadınlı-erkekli yetişkinler olmasıydı. -MZD’un büyük portresinin bulunduğu Gökyü- okur mektubu Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimliği tarafından “siyasi parti etkinliklerinin çoğulluk ve devamlılık arz eden, örgütsel faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle “Örgüt üyesi olmak” iddiasıyla tutuklanıp hapishaneye konuldular. Kürt halkına ve onun öncü güçlerine saldırılar artarak sürüyor. RTE hükümetinin bakanı Beşir Atalay, 18 Aralık 2011’de Kanal 7 televizyonunda şöyle diyordu: “Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var devlet olarak. Sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde, tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir.” 14 Nisan 2009 tarihinde BDP’li belediye başkanlarına ve siyasetçilerine yönelik başlatılan operasyonlar bugün hala devam ediyor. Van’a sıranın ne zaman geleceği zaten bekleniyordu. Haziran 2012’de Van’da operasyon dalgası için start verildi. Halkın oyları ile seçilen 99 belediye başkanın 35’i hapsedilmiş durumda. Beşir Atalay’ın itiraf ettiği gibi, BDP’ye yönelik operasyonlar RTE ve AKP hükümeti tarafından planlanıp uygulanmaktadır. Deprem bir doğa olayıdır. Bu doğa olayını engelleme imkânı yok. Bir doğa olayının böylesi acı sonuçlar doğurması kader değildir. Deprem hasar, zarar ve can kayıplarının azaltılmasının tek yolunun, depreme dayanıklı yerleşim alanları ve yapılar tasarlamak ve Mart 2012 Cumartesi günü Pekin’e inip rehberimizle buluştuğumuzda onun bize hava alanından kalacağımız otele giderken otobüste verdiği bilgiler arasında dikkatimiz çeken iki şey vardı: 1) Rehberimiz, Pekin’de kalacağımız 3 – 4 gün içinde bize, kaldığımız otelde çok ünlü bir hastanede çalışan bir göz doktoru bayanla randevu ayarlayabilirdi. Rehberin tespit ettiği üzere 24 kişilik grubumuzda epeyi gözlük kullanıcısı vardı. Sonra yine ısrarla göz hekimi ile randevu yapmak isteyenin olup olmadığını sordu… 2) Yine aynı yolculuk güzergâhı sırasında Çin’deki para birimlerini anlatırken ve bunları tanıtırken yanında getirdiği kağıt banknotları göstererek gerçek asıl geçerli para ile sahte paralar arasındaki farkları, bunları örnekleyerek bizim aramızda dolaştırarak anlattı. Bu sahte paralardan biri de Milliyetçi Çin – Tayvan parasıydı. Ve bizleri bu konuda dikkatli /uyanık olmamız konusunda uyardı. Hava alanından otele gitmeden önce otobüsle akşam yemeği yiyeceğimiz restorana geldik. Otobüsten iner inmez bizim görünüşümüzden turist olduğumuzu, turist rehberlerinin yabancı turistleri yemek yemeğe –tipik Çin yemeği– götürdükleri bir restoran – anlayan / bilen kadınlı-erkekli 3 – 4 kişi dilenerek elini açarak bizden para istedi… Rehber yine bu otobüs yolculuğunda son 2-3 yıl içinde Çin, Pekin’de hayatın çok pahalılaştığını söyleyerek yarım Yuan (RNB) (Çin para birimi) [* ] kağıt parayı örneğin otobüs şoförüne bahşiş vermenin bir hakaret olarak algılandığını; çünkü bu miktarın çok az olduğunu ve çok düşük satın alma değeri olduğundan kabullenilmediğini ve böylesi bir davranışın yapılmaması gerektiğini söyledi. 10 Yuan ile neyin nelerin alınabileceğini anlatırken normal bir süper markette yarım litrelik gazsız –Co2 siz– 3 pet şişe suyunun – pahalı bir marka değil – alınabileceğini belirtti. Çin’deki ilk günümüzün son notu: 4 yıldızlı otele giriş yaptırıp odamıza çıktığımızda kapımızda bir kartvizit vardı: Genç-güzel bir bayanın üzerinde resminin ve cep telefonu numarasının bulunduğu Tai ve diğer tam beden masajlarının yapılacağı reklamı… Benzin-akaryakıtı dışarıdan almamasına karşın şu anda benzinin litresi Çin’de 8,70 Yuan. ✒ yaşam temellerini koruma mücadelesi 62 24 Çin – Gezi İzlenimleri 63 Binanın dış cephe duvarında +avlunun cephesinde kırmızı yazılı yatay ve dikey pankartlar var: Üstünde ailenin bir kutlamasına tebrik dilekleri yazıyor. Evdeki fotoğraflardan birinde karı-kocanın kaliografi sergisi nedeniyle yurtdışına çıkabildikleri görülüyor. Aile reisi hobi olarak avluda güvercin besliyor. Bunlar anlatıldıktan sonra aile reisine soru sorulabileceği söylendi. Ben adama evi oğluna miras bırakabilip bırakamayacağını sordum. Soruya epeyi hayret edildi. “Gayet tabii miras bırakırım. Bizim özel mülkiyetimiz bu bina. Arsasının mülkiyeti devletin. “ Gruptan birisi evin değerini sordu. 20 milyon Yuan. Bir diğerinin sorusu üzerine ev için vergi ödenmediği söylendi. Rehber, otobüste öğrenim sistemi hakkında bilgi verdi. Çin’li öğrenciler, kentte 3. sınıftan itibaren, kırda 4. sınıftan itibaren İngilizce öğreniyorlar. Yukarda belirtildiği üzere üniversite + yüksel okula kabul/giriş sınav ile. İlk kez sınav başarılmazsa, gelecek yıl bir daha sınava giriliyor. Üniversite + Yüksel okul paralı. Yılda 15-20 bin Yuan. Bu sadece öğrenim harcı. Buna konut + ikame dahil değil. Sokak mutfaklarında en ucuz yemek (sebzeli, etsiz şerit makarna) 10 Yuan. Bir öğrenci bunu maddi açıdan günde ancak bir kez yiyebilir. Özellikle kır kökenli öğrencilerin yüksek okullarda öğrenim görmeyi finanse edebilmeleri onların ana-babaları için bir felaket. Yüksel okul öğrencisinin banka kredisi alma, bunu sonradan ödeme imkânı var. Bu ayda 2.000.- Yuan gelir demek. Bu para günde bir öğün yemek yemeye bile yetmiyor (2.400.- Yuan). Tek başına bir dairede oturmaları zaten madden mümkün değil. - Temel ücret ve verim/randıman ücreti var. Bir de prim var. Ayrıca esas işinden daha fazla kazandığı yan iş yapanlar var. - Gelir vergisi kesintisi 3.000.- Yuan aylıktan itibaren % 5 ile başlıyor. Gelir yükseldikçe vergi matrahı da yükseliyor. - Tienmen – Gökyüzüsel Barış –Meydanı: Meydanın ar(k)a sokaklarında Çevik Kuvvetler her an müdahaleye hazır bir vaziyette bekliyorlar. Meydandaki üniformalı görevliler zaten hazır ve nazır. Ne kadar sivil aynasızın turladığını kestirmek mümkün değil. Burada da haki renkte kızıl yıldızlı MZD-büstlü kep satanların haddi hesabı yoktu. Adım başı direkler Mobese+video+kameraları ve megafonlar ile donanmış halde. Ben de dahil herkes MZD’un kocaman resmini arkasına alarak resim çektirmek istiyor. Meydana havalimanı gibi X-Ray’lerden geçerek giriliyor. 22 milyon nüfuslu Pekin’deki 4. günümüzün ak- şamı Xian’a hareket etmek üzere Pekin Batı Garına vardık. Bir de Doğu Garı varmış. Rehberin verdiği bilgiye göre bu batı garı Asya’nın en büyük tren istasyonu. Bu gara giriş de gündüzün uğradığımız 2008 olimpiyatlarının yapıldığı olimpiyat köyüne, açılışkapanış töreninin yapıldığı “kuş-yuvası” şeklindeki büyük kapalı spor salonuna – 7 yıldızlı otel de burada – giriş de turnikeli, x-ray’lı güvenlik kontrollü. Gara girişteki turnikede tren biletini görevliye gösteriyorsun. Tek tek biletleri deliyor. Garın içinde her yer tertemiz. Büyüklük-kapsam bakımından gerçekten örneğin Berlin Tren Garına tur atar. Gideceğimiz kent Xian ünlü Terra-kotta hayali ordu ve atları müzesinin yakınında bulunduğu 9 milyonluk eski bir Çin imparatorluk kenti. Burda eskiden tekstil sanayi varmış. Şimdi serbest ticaret bölgeleri var. Örneğin Alman Siemens holdingi burada üretim yapıyor. Tren yolculuğumuzu akşam başlayıp yataklı vagonla sabah bitirdik. Tren zamanında kalktı, zamanında vardı. Xian garı eski bir istasyon. Dışarı bir çıktık. Curcuna. İşportacılar, dilenciler, ilan dağıtanlar etrafımızı sardı. Yüzümüzü, gözümüzü, tüm bedenimizi saran bir şey daha vardı: Pis bir koku + Smog. - Bu kentte dikkatimi çeken, oto-yollarda adım başı reklam-panolarının bulunmasıydı. Terra-kotta ordusu müzesi Xian’ın 30 km. dışında. Oraya otobüsle giderken yolda bir minibüsün üzerinde beyaz bezin üzerine siyah renkte yazıların bulunduğu afiş gördük. Rehber, bunların topraklarına devletin el koyduğu, devletin verdiği tazminatı yeterli görmediklerinden bunu protesto eden köylüler olduğunu söyledi. BM- UNESCO dünya kültür mirası olan Terra-kotta ordusu askerleri ve atlarına tarlasında kuyu kazmaya çalışırken tesadüfen ilk rastlayan köylü adam, müzenin içinde konu ile ilgili çeşitli dillerdeki kitapları imzalıyordu. Bu ordunun askerleri, atları ve arabaları bulunur bulunmaz devlet, kazı arazinin sahibi köylünün toprağını kamulaştırmış. - Kamuya açık üç ören yerinde de devlet kodamanları ve onların misafirleri için özel kırmızı halılı, kürsülü güzergâh var… 3 saatten fazla süren bu müze ziyaretinin bir arasında rehberimize göçebe işçiler konusunu anlatıp anlatmayacağını sordum. Sorduğumda yanımızda ikimizden başka kimse yoktu. “Yine ne diyor bu acayip adam?” der gibi suratıma baktı. Sonra anlamamazlığa vurdu. Ben üsteleyip sorumu açarak yineledim. okur mektubu okur mektubu adresi de bulunuyor. Fakat ilaçların fiyatları yazmıyor. Hekim nabzı eliyle ölçüyor. Bu arada çevirmen vasıtasıyla şu anda hangi hastalıklar nedeniyle tedavi altında bulunduğunuz soruluyor. Doktor, bunu öğrendikten sonra size verilen listedeki ilgili maddede – örneğin şeker hastalığı ile ilgili – bulunan ilaçları, halen almakta bulunduğunuz ilaçlar ile birlikte 1 ila 3 ay arasında kullanmanız gerektiğini ve hazır bulunan görevlileri çağırarak bunların Yuan – Avro ile ile ne kadar tuttuğunu size bir pusulaya yazıp veriyorlar. Kredi kartı ile ödemek te mümkün. Ama en iyisi para peşin kırmızı meşin! Yağlı müşteri olarak gözlerine kestirdikleri ile çok daha uzun zaman ilgileniyorlar. Ben, yanımda o kadar nakit para ve kredi kartı olmadığını söylediğimde benim yanımdan hızla ayrıldılar. Grubumuzdan epeyisi kişi başına ortalama en az 100.- Avro’luk ilaç aldı. Biz akademiye girerken saat 16.00 civarıydı. İki otobüs dışarı çıktı. Bizim otobüs içeri girdi. Bizim ayak masajlarımızı yapan genç insanlar yorgun görünüyor, esneyip duruyorlardı. Öğrendik ki, biz o günkü otobüs ile gelen sonuncu, 10.grup imişiz… Akşam, rehber, eğer istersek, Pekin ördeği yemeğe, sonra alış-veriş caddesindeki sokak mutfaklarının bulunduğu yeri gezmeye + 2008 Olimpiyatlarının yapıldığı yerdeki “kuş yuvası”nı – gece ışıklandırılmış halini- görmeye götürebileceğini – ücretinin 260 = yaklaşık 40.- Avro – söyledi. İstisnasız herkes katılmayı kabul etti. Yemek pek ahım-şahım değildi. “Kuş yuvası”na saat 22.00 den sonra gidebildiğimizden ışıklarını söndürülmüştü. Buraya yarın gündüz tekrar geleceğiz. - Bugün gördüğümüz dilenciler arasında müzik yapan, şarkı söyleyen engelliler de vardı… - Alış-veriş caddesine yaklaştığımızda rehber, burada dolaşırken bizi yankesici-kapkaççılara karşı uyarıp, el çantalarımızı sürekli gözümüzün önünde bulunmamız konusunda ikaz etti. Ertesi gün Pekin’in bir semtinde riçka ile dolaştıktan sonra seyahat acentasının önceden belirlediği bir Çinli ailesinin evini ziyaret ettik. Gittiğimiz yer avlulu müstakil bir ev. Bu evin sahibi tarafından bize bu evin 500 yıllık bir mazisi olduğu söylendi. Evde bir oğulları ile birlikte bir karı-koca ve evin sahibi olan emekli öğretmen kadın eşin annesi oturuyor. Koca Çin yazısı kaliografı olarak çalışıyor. Karısı da çalışıyor. 18 yaşındaki oğulları yüksek okula giriş sınavlarına hazırlanıyor. Çünkü üniversite+yüksel okula alınma/kabul edilme sınav ile… ✒ ✒ 64 züsel Barış Meydanını bizim ile birlikte ziyaret eden Çinlilerin – işportacılar MZD’un kızıl kitabının İngilizce / Almancasını turistlere satıyorlar - ve gezdiğimiz diğer yerlerde de onu batılı ülkelerde Che Guevara’yı pop-star olarak gördükleri gibi görmeleriydi. Rehbere, onun bu meydanda ÇHC-bayrağındaki bir büyük, onun etrafındaki dört küçük yıldızın ne anlama geldiğini, başkan Mao’nun bu meydanda ÇHC’nin kurulduğunu ilan ettiğini anlattığında MZD’un eserlerini okuyup okumadığını sordum. Böylesi siyasi şeyleri okumaya ilgisi ve isteğinin olmadığını söyledi… - Halka açık geniş, tertemiz parklarda halkın spor, gölge boksu, jimnastik, dans ederek açık havada boş zaman değerlendirmesi, eğlenmesi ve biz turistleri de kendilerine katılmaya çağırmalara çok hoş idi… - Çin’de ziyaret ettiğimiz her yerde yoğun havaçevre kirliliğinden dolayı belli insanlar ağız-burun maskesi ile dolaşıyorlar. Yoğun trafik te cabası. Bazen pis koku çevreyi sarıyor… - Rehber, bizi seyahat acentasının bize önceden sunduğu resmi program içinde bulunmayan bir tatlı sudan elde edilen inci mağazasına götürdü. Aynı KK-T’deki turistlerin halı, deri mağazalarına götürüldüğü gibi, önce incinin tatlı suda nasıl üretildiğini gösteren bir sinevizyon gösterisi + midyeden incinin çıkarılmasının gösterilmesi sonra da reklam ve satış işlemleri. Tabii biz turistlere % 30 indirim. Ha! Yasemin çayı servisini unutmayalım! Rehberimiz, bir ara mağaza menajeriyle kapalı bir mekâna kayboldu. Nedenini siz tahmin edebiliyorsunuz, değil mi?! Sonra rehber bizi yine resmi programa dahil olmayan geleneksel Çin Tıbbının incelenip araştırılarak geliştirildiği bir akademiye götürdü. Bize otobüste, isteye bağlı olarak burada yarım saatlik ayak masajı yaptırabileceğimizi, bunun ücretsiz olduğunu, ama genç masörleri teşvik için 20 Yuan bahşiş verebileceğimizi, kısa bir sunum yapılacağını, sunumdan sonra yine isteğe bağlı olarak hekimlere nabızlarımızı ölçtürebileceğimizi ve Almanca-Çince tercümanlar vasıtasıyla bu ölçüm sonrası teşhis konulacağını anlattı. Sonra yine istenirse, tavsiye edilen şifalı otlardan üretilmiş ilaçlardan satın alınabileceğini söyledi. Akademiye vardığımızda Almanca sunumdan sonra ayak masajına geçilmeden önce bu akademinin araştırıp ürettiği hangi hastalıklara hangi ilaçların iyi geldiğini anlatan bilgiler Almanca olarak bize dağıtıldı. Bu bilgilendirmede akademinin künyesi, e-mail 65 görmeye ancak 2-3 yılda bir gidebiliyorlar. Çin devlet TV’sinin yaptığı bir röportaja göre bu çocukların bir dizi psikolojik-psikosomatik sorunları var. Bu endüstri reformu esas olarak iyidir. Devlet işletmeleri batarken, özel işletmelerin – joint venture – durumu iyidir. Bu işletmelerde 2-3 yıl sürekli çalışıldığında, uygun koşullarda firma lojmanlarında oturulabiliyor, böylece emekli olana kadar aynı işletmede çalışılabiliyor. Mülkiyeti sana ait olan daire satın almak istiyorsan, ev fiyatının % 30 unu peşin olarak ödemek zorundasın. Tek Çocuklu Aile Planlama Politikası Köylüler ve ulusal azınlık mensuplarının ve engelli bir çocuğu olan ailelerin 2. çocuğa sahip olma hakları var. Bunların dışındakiler 2. çocuk yaparlarsa, ceza ödemek zorundalar. Ama bunun da kolayı var: Yetkili memura birkaç yüz Yuan rüşvet ödendiğinde bu 2. çocuk legal hale geliveriyor. Böylesi rüşvet alma-yeme olayları Çin’de gittikçe artıyor. Özellikle 60 yaşındaki emekliliklerine bir-iki sene kalmış memurlar, emeklilik zamanlarına hazırlık yaparak rüşvet yemede azıtarak yollarını buluyorlar. Sonra da aldıkları rüşvetlerle ABD, Kanada’da emekliliklerinin keyfini çıkarıyorlar. Çin’de buna vitamin B takviyesi yapmak deniyor. Yemeğe davet etmek, pahalı hediyeler vermek gibi rüşvet yöntemleriyle rüşvet aldıkları kanıtlanan bu devlet memurları 1-2 sene hapis yatıp çıkıyor; vurdukları vurgunların sefasını sürüyorlar.” 2 saatlik uçuştan – uçak Airbus 320 – sonra Şanghay’a vardık. 22 milyon nüfusa sahip Şanghay’ın da iki havalimanı var. Şanghay 19. yüzyıldan beri enternasyonal bir metropol ve banka –finans merkezi. Rehberin verdiği bilgiye göre Çin’de belirli sanayi dalları belirli kentlerde yoğunlaşmış. Örneğin bir kent esas / ağırlıklı olarak ayakkabı üretiyor. Diğeri başka bir ürün. Kentlerin böyle bir uzmanlaşması var. Şanghay da yurtdışı ile iş / ticaret yapan 14 kentten biri. Özerk bölgeler Hongkong, Makao dışta tutulursa en öne çıkan kentlerden birisi Şanghay. Bu metropolde dünyaca ünlü her markanın mağazasını bulmak mümkün. Şanghay’ın tüm taksileri VW-marka. VW (Volkswagen) nin Çin’de otomobil üreten iki fabrikası var. Şanghay aynı zamanda bir fuar, sergi ve de kongre metropolu. Expo 2010 Şanghay’da düzenlendi. 400-600 m. yükseklikteki binalar metropolün merkezinde gökyüzünü tırmalıyor… Hava yağmurlu olduğundan programımızı değiştirerek Şanghay müzesini ziyaret ettik. On binlerce yıllık kültür mirasının sergilendiği 4 katlı bu binayı bir saat içinde dolanmak zorunda kaldık. Bu müzeye günde sadece 8000 ziyaretçinin girmesine izin veriliyor. Gar istasyonu, hava alanı gibi bu binaya girişte de yine acayip güvenlik kontrolü var. X-ray, çantalar, beden hepsi aranıp, taranıyor. Gezimizin 8. gününde – cumartesi – önce bir yeşim Budist tapınağı ziyaret ettik. Tatil günü olduğu için bir ayin seromonisi/gösterisi vardı. Rehberin verdiği bilgiye göre 1, 34 milyar Çinlinin sadece yaklaşık 100 milyonu bir dine iman edenlerini oluşturuyordu. Bunlardan yaklaşık 60 milyonu Budist, diğer 40 milyonu Hıristiyan, Müslüman ve diğer dinlere mensupturlar. Ve bunların ezici çoğunluğunu yaşlı insanlar teşkil etmektedirler. Bizim ziyaret ettiğimiz tapınakta Buda’ya tapanların en az yarısından fazlası gencecik insanlardı. Bunlar Budist belirli ibadet rituallerini yerine getiriyorlardı. Bu tapınağa yeşim tapınağı denmesinin nedeni ibadethanede iki adet yeşimden Buda heykelinin bulunmasıydı. Resmi programın dışında sırada – bizdeki Antalya gezisinin tıpkısının aynısı – bir ipek manüfaktürü + mağazasına gitmek vardı. Rehber, bunu günlük resmi programın arasına sıkıştırıverdi. Sonra feodal dönemden kalma bir park-bahçeyi gezdik. Daha sonra restore edilip cilalanmış eski Şanghay’ı gezdik. Çok yapmacık, iğreti ve tamamen Amerikan-vari tüketime yönelik bir mekân. Bu semt meydanının ortasında Starbuck Koffee duruyor… Şanghay ziyaretinin zirvesi Şanghay kent merkezinden hava alanına bizi götüren Almanların yaptığı manyetik raylar üzerinde saatte 300 km. den fazla hız yapan trene binmek idi. Bu 25 km.lik bu yolculuğun fiyatı 50.- Yuan, yaklaşık 7 Avro. Emekçi Çinliler için epeyi pahalı bir bilet fiyatı. Şanghay’dan THY uçağı ile Istanbul aktarmalı uçağa binerken uçağımız yolcularının önemli bir kesiminin Şanghay’da bir fuara katılıp orda stand açan KKT-li iş insanları ve çalışanları olduğunu gördük. [* ] 1 USD = 6, 24 Yuan Euro = 8 Yuan Nisan 2012 Bir YDİ Çağrı Okuru ✓ okur mektubu okur mektubu ber, hükümetin ev-konut fiyatlarını denetlediğinden, zenginlerin paralarını artık emlak alanına yatırmadıklarını anlattı. Yeşime yatırıp bundan spekülatif kârlar sağlıyorlarmış. Bu mağazada da yine belli bir Almanca sunumdan sonra % 30 indirimli satış tezgâhlar başladı. Tabii rehberin hanutu buna dahil. Xian’ın tarihi müzesini ve 20 km.den uzun kent surlarını gezdikten sonra programa dahil olan Müslüman Mahallesini ve Büyük Camiyi ziyaret etmeye sıra geldi. Sorum üzerine, rehber, Çin nüfusunun, Uygurlar da dahil olmak üzere % 1-2 sini Müslümanların oluşturduğunu yine ikili sohbetimizde söyledi. Oraya vardığımızda, otobüsten inmeden önce yine bizleri yankesiciler üzerine uyarmak zorunluluğu hissetti. Bu mahalle kendi başına bir semt, rehberin söylediğine göre kendi içlerinde belli bir özerklikleri var. Feodal-imparatorluk döneminden beri sadakatli olup, burada yaşamaya devam ediyorlar. Erkeklerin birçoğu dışarıda beyaz takke ile dolaşıyorlar. Epeyi genç kız ve kadınlar türbanlı. Cami büyük bir arazi içinde eski/geleneksel Çin yapı usulüne göre edilmiş. Minaresi bile bu yapıda. Rehber, Müslümanların kendi gelenekleri doğrultusunda yaşadıklarını, onların ulusal azınlık olarak bu bağlamda kendilerinden farklı olduklarını, bizim de buna saygılı olup buna göre davranmamızı, sormadan izin almadan kişi fotoğrafı çekmememizi söyledi. Çin gezimizin 7. gününde Xian’daki otelden çıkıp Şanghay’a uçmak üzere hava alanına otobüsle gittik. Bu otobüs yolculuğu sırasında rehber bize şunları anlattı: “1980’de boyca küçük ama siyaseten büyük adam Deng Sia Ping reform politikasını başlattı. Önce Tayland, Malezya, Endonezya, Singapur’daki yurtdışı Çin’lilerin yoğun olarak bulunduğu bu Çin kökenlilerin kökenlerinin olduğu 4 kent yurtdışına açılma konusunda örnek seçildi. Ve bu ülkelerde yaşayan/ yerleşik Çinlilere ana-baba vatanlarının bulunduğu bu dört kente yatırım yapmaları ve Çin’e dönebilme izinleri verildi. Onlar da bunu seve seve kabul ettiler. 1990 da yabancı sermayeye açılan kentlerin sayısı 14’e çıkarıldı. 1997’deki ekonomik krizde küçük firmalar iflas ettiler. Sonra yabancı sermaye ile birlikte ortaklaşa Joint-venture işletmeleri kuruldu. Bu firmalarda kırda yeterince iş-aş bulamayan köylüler çalıştırıldı, çalıştırılıyorlar. Bunların kente çocuklarını getirmelerine izin verilmedi/verilmiyor. Bu çocuklar kırda ninededelerinin yanında yaşıyorlar. Anne-babaları onları ✒ ✒ 66 “Onlar, öğrenciler, hizmetliler değil zaten. Kırda yeterli kazanca sahip olmayanlar. Biraz daha fazla kazanmaları çok iyi bir şey” dedi. Sonra yanımıza gelen gruptan diğerlerinin yanına gitti. Rehber, gece trende gruptakilerin kaldığı kompartımanlara gelerek tek tek gruptaki herkesten adım başına 40 Yuan para topladı. Nedeni şu: Çin’de seyahat acentaları bavulları yolcu ile birlikte otobüsle taşımıyor. Ayrı özel taşıtları ile havalimanından otele, otelden havalimanına naklediyorlar. Bu nakliyat için bahşiş istiyorlar. Nakliyat başına 10.- Yuan. Bizim yaptığımız rezervasyon anlaşmasında hava alanı – otel, otel-havalanı/gar kişi/bagaj taşımaları servise dahil olduğu yazıyor. Rehber, bu gönüllü isteğe bağlı demesine rağmen tek tek herkesten takır takır paraları topladı. Aldığı paranın makbuzunu da vermedi. Aynı şey otobüs şoförü ve rehber için de geçerli. Tarife şöyle: Otobüs şoförü için günde kişi başına: 10.- Yuan Rehber için bunun iki kat, 20.- Yuan. - Ayrıca yukarda belirttiğim gibi her gün önceden belli resmi programa – fakultativ, yani isteğe bağlı gönüllü katılımlı, ücretli - yeni program maddeleri öneriyor. Burada da bu program ancak en az 10 katılımcı varsa gerçekleşiyor. Komisyon – hanut hikâyesi… - Zorla bahşiş toplama meselesinde gruptaki herkes homurdanıyor. İşi örgütlü eyleme geçiren ise yok. Grup çok kosmopolit ve karmaşık bileşimli. Eski sendikacı olduğumu bildiklerinden bu konuda benim ön ayak olmamı bekliyorlar. Herhalde bu konuda da herkes kendi bildiği doğrultuda hareket edecek… Örneğin Terra-kotta müzesi gezisi sona erdi. Yağmur yağıyor. Otobüse gidip otele yönelmek istiyoruz. Ne biz henüz otele gidip yerleştik ne de bavullarımız henüz otele gelmiş değil. Saat 15.00. Programda öğle yemeği var. Biz henüz öğle yemeği yememişiz. Rehber hanımefendi, benimle çay-kahve içmeye gelmek isteyen var mı? dedi. Benim gibi birkaç kişi homurdandı. Gitmedi. Gelmek istemeyenlerle yarım saat sonra şurda buluşalım, deyip plandaki öğle yemeğini akşama, akşam yemeğini de otele kayıt+yerleşmeyi yapmadan önceye aldı. Aslında derdi ordaki çayevine milleti götürüp onlara Çin çayı kakalatmak, kendisi de avantasını almak idi. Xian’daki 2. günümüzün gayri-resmi programında mücevherat-takı yapımında kullanılan Jade / yeşim madeninin işlenip satıldığı bir mağazaya ziyaret var. Yeşim madeni Çin’de yoğun bir şekilde çıkartılıp işleniyor. Buraya doğru yol alırken otobüste reh- 67