ILAHIYAT FAKÜLTESI ' • ve Di bi im ve Hermenöt ik SEMPOZYUMU Qi '\ YÜZÜNCÜ YIL ÜNiVERSiTESi İLAHİYAT FAKÜLTESi 17-18 MAYIS 2001 KUR' AN ve DİL -Dilbilim ve Hermenötik- SEMPOZYUMU Sahibi Yüzüncü Yıl Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Bekir TiLEKLiOGLU Düzenleme Kurulu Başkanı Doç. Dr. Necati KARA (ilahiyat Fakültesi Temel islam Bilimleri Bölüm Başkanı) Mizanpaj Dr. Ömer KARA Baskı Bakanlar Matbaası 10.442 235 48 35 ERZURUM YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESi KUR' AN ve DİL -Dilbilim ve Hermenötik- SEMPOZYUMU VAZ'-I CEDİD mi, KEŞF-İ KADIM mi? (Varlık/Nesne> Düşünce/Kavram> Dil/Sözcük Bağıntısına Dair) Dücane CÜNDİOGLU • "Ol prçri ayıttı birgün görmedim uyku". düşüne girürem bir şeb/Nice yıllar Anlamı kısaca şöyle: Ma'şuk aşıkına demiş geçüpdür ki: "Bir gece rüyana gireceğim, bekle!" Aşık da hicran ve dahi büsran içerisinde bize diyor ki: "Bu habere o denli sevindim ki sevincimden yıllardır gözümü uyku tutmuyor." Ben de yetkililerinden sempozyuma katılınam için teklif aldığımda sevincimden -yıllardır değilse bile- haftalardır uyumaksızın buralara geldim, sevgiliyi görmek için. Çünkü ne de olsa Kur'an üzerine, dil üzerine, dilbilim üzerine uzun zamandır hasretini çekmekte olduğum bir şölene katılacaktım. Görmek istediklerimizin bir kısmını da gördük çok şükür. Fakat bir kısmını sadece ... Babanzade Ahmed Naim'in kayınpederi Fatih Sultan türbedarı Amiş Efendi birgün damadını sıkıntı içinde görünce kendisine şöyle demiş: "Matlubun husulü veya adem-i husUlü nezdinde müsavi değilse ndkısszn evlddım". Yani birşeyin olup olmaması sence eşit değilse, alman gereken daha çok yol var! O bakımdan, matlubun hasıl olup olmamasını öneınseıniyor ve şimdilik sadece bulduklarımla yetiniyoruın. XVII. yüzyılin ünlü düşünürlerinden Melaınizade Kemaleddin Efendi, "Dil, dilcilere bırakı/amayacak kadar ciddi bir iştir!" der ki çok doğrudur. • Araştırmacı- Yazar. 4621 Dücane CÜNDİOGLU Nitekim burada konuşmaları dinlerken epeyce not aldım, ama bütün bunları 20 dakikada özetieyebilme kabiliyetini haiz olmadığım için mecburen bir kısmından vazgeçeceğim. O halde temel bir tespide konuya girelim: - "Batı dilbilimiyle İslam dilbilimi -birbirinden çok farklı varlık, ve dil tasavuratına sahip olmaları sebebiyle- karşılaştırılamazlar." düşünce Batı dilbilimi, dili kutsaldan arındırdı. Çünkü varlığı kutsaldan dilbilim geleneği (ve esasen bu geleneğin bir Ilasılası olan çağdaş dilbilim), tamamlanmamış, ser-hoş, yolunu bulamamış ve bulması da pek mümkün olmayan bir gelenektir. Niçin? Çünkü dil, o dilin temsil ettiği bir kavram ve o kavramın temsil ettiği bir varlık anlayışıyla hakiki anlamını kazanır. Burada örnekler vermek isterdim ama zaten konunun mütehassısları burada olduğundan, ayrıca mal'fımu i'lam etmeyi uygun bulmuyorum. Lakin yine de kısa bir denemeyle meraınıını anlatmaya çalışayı m: arındırdı. Dolayısıyla Batı Batı'daki anlatılan bilimsel gelişmelerle, o parlak teknolojik bir fıkrada, adamın biri Einstein'a der ki: gelişmelerle ilgili - "Teknoloji ilerledi, bilim ilerledi. Biteviye devrimler oluyor. Neredeyse üç gÜnde bir, bir bilimsel devrim yaşanıyor. (Nedense Batı'da sürekli devrim olur ya!) Ben neler olup bittiğini tam olarak anlamıyorum. Doğrusu, siz de uzun uzun aniatsanız yine olup bitenleri tam olarak anlayabileceğimi sanmıyorum. Acaba kısaca bilim'deki, fızik'teki, doğa bilimlerindeki bu muhteşem terakki ve tekamülü bendenize bir iki cümleyle özetieyebilir misiniz?" Einstein biraz düşünür, -"Size ancak bir Batı düşünür ve sonunda der ki: şeylerin kımıldamaya başladığını dilbilimi için söyleyeceğimiz de ancak "bir demekten ibaret olacaktır. söyleyebilirim." şeylere kımıldıyor" Niçin? Çünkü temel sorun, dil'in düşünce'nin basit bir aracı haline Oysa dil, düşünce'nin basit bir aracı değildir. Onu istediğiniz gibi kesip biçemezsiniz. Bir dönemler TDK'nın yapmak istediği gibi dili dilediğinizce yönetemez, ona dilediğinizce biçim veremezsiniz. Ne var ki dünyevileştirilmiş, kutsaldan arındırılmış, modern 'varlık', 'bilgi' ve 'dil' anlayışı, tıpkı doğayı dilediğince dönüştürmek istediği gibi, dili de dilediğince dönüştürebileceğini zannetti ve doğaya müdahale ettiği gibi dile de müdahale etmeye kalkıştı. Oysa bizim geleneğimizde dil canlı bir organizmadır. O dili konuşanlar, onun üzerinde istediği gibi tasarruf'ta bulunamazlar; böyle birşeyi akıllarından bile geçirmezler. Heidegger'in dediği gibi, "Dil varlığın meskenidir". Bu meskende olanı (varlığı) dikkate dönüştürülmesi. Vaz-'ı- Cedid mi Keşf-i Kadim mi? /463 almaksızın salt meskenin kendisi üzerine konuşaınayız. O bakımdan Melamizade Kemaleddin Efendi'nin -yukarıda aktardığım- tesbiti dilcileri tahfıf etmek amacıyla söylenmiş olmayıp, dil'in kavram'la (zihin) ve varlık'la (doğa) ilişkisine işaret .etmek maksadına matuftur; yani dil'in varlık ve düşünce'yle irtibatı gösterilınedikçe, ,aralarındaki köklü bağıııtıya işaret edilmedikçe salt dil'in kendisi üzerinde konuşmak mümkün değildir; mümkün olsa bile bu doğru değildir. Müselleın olduğu üzere: "İliın ına'lfıma tabidir"; yani bilgi bilinene bağlıdır ve/veya bilinen (ne:ime) bilgiden öncedir. O halde 'varlık' ve (varlık'a ittibaen) 'bilgi'. hakkında, başka bir deyişle 'nesne' ve 'kavram' hakkında bir ön tasavvura sahip olmaksızın, bu tasavvurun dile getirilişi ve dile getiriliş yolları üzerinde de konuşaınayız. Fransız düşünürü Ernest Renan'ın 29 Mart 1883'de Sorbonne'da "İslam ve Bilim" başlıklı bir konferans verdiği ve bu konferansta öne sürdüğü iddialarla ilgili olarak kendisine İslam dünyasından birçok reddiyeler yazıldığı ına'lfıındur. işbu konferansında -özetle- şöyle der: - "Müslüınanlar felsefe ve bilim alanında söylediklerinin tamamını bizden (Batı'dan) aldılar, böylelikle Batı bilim ve felsefe mirasına bir süre bekçilik yapmış oldular. Yani bizden aldıklarını yine bize iade ettiler. Aralarında -o da nadiren- birkaç kişi çıktıysa da onlar da zındıklıkla suçlandılar. Hasılı müslümanların insanlık tarihinde felsefe ve bilim adına bizzat üretmiş olmakla övünebilecekleri hiçbir şey yoktur." Bu arada haksızlık yapıyor görünmeınek için kendisi müslümanların bizatihi orijinal katkılarıyla övünebilecekleri bir alana atıf yapmaktan kendini alamaz ve lütfen(!) şu itirafta bulunur: -"Bir konu hariç! Dil, ama sadece dil!" ilim tarihimizde başarılarıınızia alanlardan birkaçını sayınalarını istesek, -sanırım- dil'i, dilbiliın'i zikretınek ya akıllarına gelmez ya da zikredecek olurlarsa sonlara doğru bir yerlerde zikrederler. Oysa bu, İslam Medeniyeti'ne tarih içerisinde hiçbir surette şeref payesi verıneyi düşünmeyen ınutaassıb bir pozitivistin bile itiraf etmek zorunda kaldığı bir durumdur. Bugün İlahiyatçılarıınızdan övünebileceğiıniz Acaba İslam düşünce geleneğinin dilbilim alanında bu denli güçlü, zengin ve derinlikli bir miras bırakabilınesinin temel sebebi nedir? En şedid muhaliflerinin bile itiraf ettiği üzere İslam dilbilim mirasının böylesine büyük bir zenginlik ve derinlikle ınuttasıf olması, doğrudan İslam'ın 'varlık' (nesne) ve 'bilgi' (kavram) tasavvuruyla alakalıdır. Bu 'varlık' ve 'bilgi' tasavvuru nazar-ı itibara alınmaksızın 'dil'le ilgili yapılacak tüm açıklamalar, belki uzmanlar için bir nebze değer taşır ve fakat bize olup bitenleri anlamamızı, ihata etmemizi sağlayacak sağlıklı bir 464 1 Dücane CÜNDİOGLU kudreti vermez; bu kadarını bile vermediği gibi, içinde anlamak ve anlamiandırmak konusunda bize ihtiyacını duyduğumuz o köklü duruşu da kazandırmaz. Bu gerekçeyle burada ve şimdi 'dil' hakkında konuşmaya nereden başlamak gerektiğiyle ilgili olarak -klasik Osmanlı düşüncesi dolayımında- kısa bir parantez açmayı deneyeceğim. tasavvur, bir nüffız yaşadığımız dünyayı Kazvini'nin medreselerde de okutulan Şemsiyye adlı meşhur Mantık risalesinin şarihi büyük düşünürümüz Kutbuddin er-Razi et-Tahtani -ki kendisi tarihin tanık olduğu en büyük mantıkçılardan biridir- Tahrir'ulKavaid'il-Mantıkıyye adlı eserinde ilm'i, İlm-i Hudurf ve İlm-i Husulf olmak üzere ikiye ayırır: İlm-i Hudurl için üç misal verir: Tanrı'nın bilmesi, insanın kendisini bilmesi ve mücerredatın kendisini bilmesi ki bu üçüncüsü kadim kozmoloji anlayışı içerisinde anlaşılacak bir keyfıyet taşır. İnsanın kendisini bilmesi ise, insanın kendini, kendi 'ben'ini bilmesidir; yani insan hiçbir aracıya dayanmaksızın, dolayımsız olarak kendisini, kendi ben'ini bilir. İşte bu, mantıkta 'özdeşlik ilkesi'ne meşruiyetini kazandıran temel hareket noktasıdır. (Vaki vakidir; vaki gayr-ı vaki olamaz; gayr-ı vaki gayr-ı vakidir; gayr-ı vaki vaki olamaz.) Descartes'ın, "Düşünüyorum öyleyse varım" şeklinde tamamİyle ünlü sözü cogito ergo sum -tam da bu bağlamda- Batı düşüncesinin modern formunu anlamak bakımından belki bize bir dayanak noktası teşkil edebilir. [Hemen belirtmeliyim ki ibarede geçen sum 'varım' değil, 'benim' demektir; yani I am thinking therefore I am (Düşünüyorum o halde benim)]. yanlış Türkçeleştirilen Burada dikkat edilirse düşünme/düşünce varlık'tan ayrılmakla tekaddüm de etmiş/ettirilmiş oluyor. Oysa ilm-i hudurl'nın tanımı gereği insan kendi doğasını dolayımsız olarak bilir. Bu bilişte 'bilen' (alim) ile 'bilinen' (ma 'lılm) müttehid'dir, birdir; çünkü insan hem bilen, hem de bilinen'dir. İnsanın benini bilmesinde 'bilen' kim? Elbette 'ben'! Peki 'bilinen' kim? Yine 'ben'! Dolayısıyla bilen'le bilinen bir ve aynı olduğu için bu bilgi (ben'in bilgisi) apaçıktır, dolayımsızdır ve yine bu nedenle kat'idir. Bu durumda düşünme/düşünce varlığa (ben'in varlığına) takdim edilemeyeceğinden ve dahi 'bilen'le 'bilinen' bir ve aynı olacağından, düşünce varlık'tan önce gelmez; gelemeyeceği için de "Düşünüyorum, o halde benim (varım?)" denilemez. Nitekim Heidegger, Descartes'in bu temel zaafına açıkça işaret eder ve Was ist Metaphysik? adlı risalesinin girişinde Descartes'in ünlü benzetme.sini ele alarak kendisine ciddi bir eleştiri yöneltir. Ma'lum olduğu üzere Descartes, Felsefe'yi bir ağaca benzetir ve Felsefe'den "kökleri metafizik, gövdesi fizik, dalları diğer ilimler olan bir ağaç" olarak söz eder. (Ainsi toute la Philosophie est conıme un arbre, dont les racines sont la Metaphysique, le tronc est la Psysique, et les branches qui sortent de ce tronc sont toutes les autres sciences.) kalmıyor, varlığa Heidegger de haklı olarak şöyle sorar. İyi de bu ağaç nerede durur? Bu Vaz-'ı- Cedid mi Keşf-i Kadim mi? 1465 ağaç suyunu nereden alır, köklerini nereye salar? Kısacası hangi toprağın üzerinde durur bu ağaç? (Wir fragen, um bei diesem Bild zu ,bleiben: In welchenı Boden finden die Wurzeln des Baumes der Philosophie ihren llalt?) • Cevap açıktır oysa: "O ağaç, varlık topdığının üzerinde durur, suyunu oradan alır, varlık toprağından beslenir!" İslam düşünce geleneğinin ustalarını biraz yakından tanıyanlar için Heidegger'in bu eleştirisi aslında gayet tanıdıktır. Çünkü yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım ilm-i hudurt ile ilm-i lıusulf ayrımı öteden beri bilinen bir şeydir. İlmi Husitll, ben'in bilgisi değil, sen'in bilgisidir; obje'nin bilgisidir. ilmi Huditri ise -bir kez daha söyleyelim- suje'nin bilgisidir. Dolayısıyla, insanın kendisini bilmesi (ben'in bilgisi) ile kendi dışında olanı bilmesi (sen'in bilgisi) birbirinden çok farklı iki düzlemde cereyan eder. İlim sen'in bilgisinden (ilm-i husüli'den) ibaret addedildiğinde, ilim bizzat nesnelerin zihindeki tasavvuru (es-suret'ul-hasıla) ya da otasavvurun husfilü (husul'üs-suret) demek olur ki bu tarif hiç değilse Aristo'dan beri böyle yapılagelir. İşte meratib'ul-vücud bağlamında varlık'tan (nesne), düşünce'den (kavram) ve dil'den (sözcük) söz ettiğimizde, doğrudan doğruya istisnasız olarak bütün klasik İslami ilimierin 'varlık', 'düşünce' ve 'dil' tasavvurunun üzerinde yükseldiği geleneksel şemadan söz etmiş oluruz. Bu şema kamilen şu sırayı izler: 1) vücud-i ayni, 2) vücud-i zihnf, 3) vücud-i lisanf, 4) vücud-i hattf. Yani varlığın kendisi, zihindeki sureti/kavramı, dildeki varlığı ve son olarak yazıdaki varlığı. Baş tarafa atıf yaparak söyleyecek olursak, "İlim ma'lüma tabidir" şeklindeki tesbit, bütünüyle bir varlık tasavvurundan ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi ateşin kendisi 'vücüd-i ayni' dir, kavramı 'vücfid-i zihni' dir, zihindeki varlığıdır. (Ateşin kendisi yakar, zihindeki kavramı ise yakmaz.) 'Ateş' sözcüğüne gelince, bu da 'ateş' kavramının dil'deki varlığıdır. Bir de ateş'in yazıdaki varlığından söz edebiliriz ki bu varlığın son mertebesidir. Hüccetimiz İmam Gazall dil'in ve yazı'nın (varlığın dildeki ve yazıdaki tezahürlerinin) toplumdan topluma değiştiğini, zaman ve mekana göre değişiklik arzettiğini, buna karşın ateşin aynf ve zihnf varlığının değişmediğini söyler ki gayet yerindedir. Çünkü ateş Arab'ı da Türk'ü de, İngiliz'i de, Eskimo'yu da yakar. 'Ateş' kavramı için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. (Elbette bir Mecusi'nin 'ateş' kavramıyla başkalarının 'ateş' kavramı benzer değildir; ama unutulmamalıdır ki bu arazf bakımdan böyledir, zatf bakımdan değil!) Sözün özü, müslümanlar 'dil' hakkında konuştuklarında ancak üçüncü mertebesinde iş görüyor olduklarını nazar-ı dikkate almak ve iki mertebeyi gözönünde bulundurmaksızın salt dil üzerinde varlığın ilk 4661 Dücane CÜNDİOGLU konuşulamayacağını anlamak zorundadırlar. 'Dil' hakkında konuşan müslüman bilimadamları bilmelidirler ki öncelikle nasıl bir 'nesne' ve 'kavram' anlayışına sahip olduklarını temellendirmedikçe, bu düzeye ilişkin kavrayışlarını açık-seçik bir biçimde ortaya koyınadıkça ve tabiatıyla mevcut (!) varlık ve bilgi tasavvurlarının hesabını verınedikçe, 'dil' hakkında söylediklerini kimse ciddiye almayacaktır! Müsaadenizle birkaç noktaya daha erdirmek istiyorum. işaret edip konuşmaını sona burada Kur'an çevirileri hakkında değerlendirmelerini bir arkadaşımız, verdiği örnekler arasında rahmet içinde ifadesinin asimda cennet içinde olarak çevrilmesi gerektiğine işaret ettiler ve rahmet sözcüğünün cennet anlamında kullanıldığı hususunda bazı kaynaklara istinaden mütalaalar yürüttüler. Oysa sebebin zikredilip ınüsebbebin kastedilmesine dair eski bir "belağat kaidesi" vardır; yani rahmet zikredilir ama cennet kastedilir (="Rahmet sebebiyle cennettedir."). Rahmet sözcüğü zikredildiğinde ınuhataptan cennet manasını kendi zihninde tamamlaması istenir. Takdir edersiniz ki bu bir söz sanatıdır, mecazdır; tıpkı parçayı zikredip bütünü kastetınek, bütünü zikredip parçayı kastetmek gibi. Dolayısıyla bir başkasının metne dışarıdan müdahele edip oradaki dili ('sözcükleri' demiyorum), üslCıbu, anlatım tarzını, edayı değiştirmek, rahmet sözcüğü yerine cennet sözcüğünü koymak hakkı yoktur. Metnin aslında olduğu gibi Türkçesinde de okur, sebebi gördüğünde ınüsebbebi anlaınalı, hiç değilse ınüterciın Türkçe okurun da metindeki söz sanatının zevkine varmasına müsaade etmelidir. Bugün dinlediğimiz Bu vesileyle söylemeliyim ki New York'ta rahmet yağınaz, rahmet(!) İstanbul'da yağar, Türkiye'de yağar. Londra'da belki yağınur çok yağar ama orada asla rahmet(!) yağmaz. Çünkü dil, içinde bir dünya tasavvuru taşır. O tasavvuru kendisinden aldığınızda, onu o tasavvurdan soyduğunuzda, dil, bazılarının tekrarlayıp durdukları gibi- salt 'iletişiın/bildirişim' düzeyine iner ki hiç kuşkusuz bu, dilin sadece bir tarafıdır. Oysa dil, bizahihi varlığı dile getirmek, ifade etmek için sıradan bir araç değitdir. Dil'in kendisi bizatihi bir dünyadır. Dil'i naiv bir biçimde salt iletişime, bildirişiıne, hatta kullarla Tanrı arasında gerçekleşen sıradan bir haberleşıneye indirgemek demek, onu bütün yan anlaınlarından, derin anlaınlarından, daha da önemlisi ait olduğu, içinden çıktığı dünya tasavvurundan arındırmak demektir. "Annem ağlıyor" dediğinizde bir haber cümlesi kurmuş olursunuz ve fakat "Anam ağlıyor" dediğinizde artık başka birşey söylemiş olursunuz. Çünkü Türkçe'de anam ve annem sözcükleri çok farklı anlamlara gelirler. Annesi Alınan olan ve buna rağmen her dersinde öğrencilerini anadillerine (Türkçe'ye) önem vermeleri hususunda teşvik eden bir hocamıza, derste bir talebesi, annesinin Alman olduğunu hatırlatıp, "Hocam! Siz bize anadilinize önem vermemizi telkin ediyorsunuz ama bildiğimiz kadarıyla sizin anneniz Vaz-'ı- Cedid mi Keşf-i Kadim mi? i 467 Alman" diyerek muziplik yapmaya çalışır. Tecrübeli Hocamız kendisine hemen şu cevabı verir: "Evladıın! Benim ana dilim Türkçe, Almanca ise benim sadece anne dilim!" Dil, ait olduğu varlık tasavvuruııdan soyulduğu takdirde, gerçekten de basit bir bildirişime, sıradan bir iletişim aracına dönüşür. Mesela şu tamlamayı ele alalım: el-hayat'ud-dünya ve'l-ahire. Bu tamlamada üç sözcük geçiyor: hayat, dünya ve ahiret. sözcüklerin üçü, de TürkÇe... Bu sözcükleri dilimizden zaman, .mes.ale hayat' m yerine yaşam, alıiret'in yerine ötedünya dediğimizde dilde bir eksilme meydana gelir sanki, birşeyler uçar gider, sıyrılır; dil rayihasını, kokusunu kaybeder. Anadili Türkçe olan herkes sanırım söylemeye çalıştığım şeyi tam anlamıyla hissedecektir. Bu bakımdan dile müdahale, sadece bildirişime müdahale değildir, dilin özüne, dilin kendisine, dilin kendi içinde sakladığı dünya tasavvuruna müdahaledir. Bu arındırdığımız Kendi dilimizi kutsaldan arındırdığımız an, şundan emin olunuz ki bizlerin varlık ve bilgi anlayışı da kendi kutsallarından; kendi öz tasavvurundan arın(dırıl)mış olacaktır. Çünkü kişinin herhangi bir (yabancı) dili kendi anadili gibi konuşması, biraz da o dille düşünmesi demektir. Türkçe konuşmak demek, salt Türkçe konuşmak demek değildir, Türkçe konuşmak, o dilin içinde saklı olan dünyanın diliyle konuşmak demektir. O halde Türkçe'nin sözcük hazinesine, Türkçe'nin sözdizimine müdahale edip onu değiştirmeye kalkışmak, o dilde saklı dünya tasavvurundan vazgeçmek demektir. Sözgelimi yakın zamana kadar mantık kitaplarımızda sözsüz delaletin 'tabii' kısmını anlatmak amacıyla şöyle bir misal verilirdi: "Aşık ma 'şuku rüyet zamanında veeh-i aşıkta husule gelen kırmızılığın aşka delaleti gibi". Evet, ortaokul seviyesinde tahsil gören çocuklarımıza mantık hocaları böyle bir dille hitap ediyorlardı. Bu basit bir bildirişim değildir. Aşk sözcugu, delalet sözcugu, aşık-ma 'şuk sözcükleri, sadece salt bildirişimin/iletişimin aracı olarak kullanılan sözcükler değillerdi, ki halen de değillerdir. Bu sözcüklerin arkasında koca bir İslam Tarihi, koca bir Türk tarihi, kısaca bin yıllık ciddi bir tecrübe vardır. Özetle bugün 'dil' üzerine söylenenlerin tamamı, bugün revaçta olan teorilerin tümü, en nihayet Batı dilbilimi açısından ancak bir kımıltz düzeyindedir. Oysa İslam dilbilim geleneği, asırlar öncesinden bu sorunları hiç mübalağa etmeden söylüyorum- mukayese kabul etmeyecek denli köklü bir biçimde açıklamış ve çözüme kavuşturmuştur. Binaenaleyh bugün ilim adamlarımızın temel tasası vaz '-ı cedid değil, keşf-i kadfm olmalıdır. Çünkü tarih keşf-i kadim'i gerçekleştirememiş bir toplumun ciddiye alınabilir yeni şeyler(!) söyleyebildiğine bugüne değin tanık olmamıştır. Sanırım, bundan sonra da olmayacaktır!