SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Journal of Social Science

advertisement
ISSN: 1012-0165.
FIRAT ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Journal of Social Science
Cilt/Volume: 15
Sayı/Issue: 2
Temmuz / July– 2005
ELAZIĞ
(Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Hakemli Bir Dergidir)
FIRAT ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Journal of Social Science
ISSN: 1012-0165
YAYIN İLKELERİ / The principles of the publication
Her yıl Ocak ve Temmuz aylarında olmak üzere iki sayı halinde yayımlanır.
This journal is published two issues in January and July every year.
Dergide sosyal bilimler alanlarında Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış özgün
araştırma makaleleri yayımlanır.
Original articles written in Turkish or in any foreign languages are published in
the area of social science in this journal.
Yazılar yayınlama ve danışma kurulunun onayından geçtikten sonra yayımlanır.
Articles are published after approving of editorial and advisory boards.
Yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.
All writers are responsible for the content of the articles.
Tüm hakları saklıdır. Derginin adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz.
No part of this publication may be reproduced or utilized in any form without
referring the name of the journal.
Cilt/Volume: 15
Sayı/Issue: 2
ISSN: 1012-0165
EDİTÖR / Editor
Doç. Dr. Ahmet AKSIN
Enstitü Müdürü
EDİTÖR YARDIMCISI
Associate Editors
Yrd. Doç. Dr. Ömer Osman UMAR
Yrd. Doç. Dr. Çetin SEMERCİ
YAZI İŞLERİ / Editorial Secretary
Hüseyin DONMUŞ
Hülya TOPAL
Ahmet KILIÇ
Yazışma Adresi / Correspondence
Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
23119 - ELAZIĞ
Tel : 0-424-241 54 80
Faks : 0-424-233 21 80
e-mail: [email protected]
Web: http://www.firat.edu.tr/
akademik/enstituler/sosyal/dergi.htm
Kapak/ Cover Design: Sabri KARADOĞAN
Dizgi / Composition:
Yrd. Doç. Dr. Ömer Osman UMAR
Baskı / Print: Fırat Üniversitesi Basımevi
Tel : 0-424-237 00 00/3134
ELAZIĞ - 2005
YAYIN KURULU
Editorial Board
Doç. Dr. Ahmet AKSIN
Yrd. Doç. Dr. Ömer Osman UMAR
Yrd. Doç. Dr. Çetin SEMERCİ
BU SAYININ BİLİMSEL
DANIŞMA KURULU
Advisory Board
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK (Fırat)
Prof. Dr. Ali Fuat DOĞU (Yüzüncü Yıl)
Prof. Dr. Muhammed Beşir AŞAN (Fırat)
Prof. Dr. H. Musa TAŞDELEN (Sakarya)
Prof. Dr. Mehmet Naci BOSTANCI (Gazi)
Prof. Dr. Saadettin TONBUL (Fırat)
Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ (İnönü)
Prof. Dr. Emrullah GÜNEY (Dicle)
Prof. Dr. Emine ORHANER (Gazi)
Prof. Dr. Yasemin İNCEOĞLU (İstanbul)
Prof. Dr. Tahsin AKTAŞ (Gazi)
Prof. Dr. Hayati DOĞANAY (Atatürk)
Prof. Dr. Hasan KAVRUK (İnönü)
Prof. Dr. Altan ALPEREN (Gazi)
Prof. Dr. Erdal ZORBA (Muğla)
Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL (Pamukkale)
Prof. Dr. İzzet GÜMÜŞ (Gazi)
Prof. Dr. Ali AKTAN (Erciyes)
Prof. Dr. Erhan ATİKER (İstanbul)
Prof. Dr. Nevhiz ERCAN (Gazi)
Prof. Dr. S. Selçuk GÜNAY (Atatürk)
Prof. Dr. Mualla Bilgin AKSU (İnönü)
Prof. Dr. Prof. Dr. Vehbi ÇELİK (Fırat)
Prof. Dr. Burhan AYKAÇ (Gazi)
Prof. Dr. Ekrem MEMİŞ (Selçuk)
Prof. Dr. Nazmiye ÖZGÜÇ (İstanbul)
Prof. Dr. Ahmet NİŞANCI (Ondokuz Mayıs)
Prof. Dr. Eyüp AKTEPE (Gazi)
Doç. Dr. Ahmet AKSIN (Fırat)
Doç. Dr. Muammer GÜL (Harran)
Doç. Dr. Ali YILDIRIM (Fırat)
Doç. Dr. Zekai ÖZDEMİR (İstanbul)
Doç. Dr. Ali Ahmet DOĞAN (Karadeniz Teknik)
Doç. Dr. Muhsin HALİS (Gaziantep)
Doç. Dr. Selahattin TURAN (Osmangazi)
Doç. Dr. Ömer EROĞLU (Süleyman Demirel)
Doç. Dr. Ruhi KALENDER (Ankara)
Doç. Dr. Pervin ÇAPAN (Muğla)
Doç. Dr. Vahit TÜRK (Gaziantep)
Doç. Dr. Mehmet TAŞPINAR (Fırat)
Doç. Dr. Murat KARAGÖZ (İnönü)
Doç. Dr. Ali UZUN (Ondokuz Mayıs)
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, TÜBİTAK – ULAKBİM
Sosyal Bilimler Veri Tabanı (SBVT) tarafından dizinlenmektedir.
İÇİNDEKİLER / CONTENT
Coğrafya / Geography
İhsan ÇİÇEK: Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık Farklarındaki Değişiklikler (19702002)/ Variation in Urban and Rural Temperatures Differences in Ankara (1970 2002)…...
1
Gürcan GÜRGEN, Necla TÜRKOĞLU, İhsan ÇİÇEK: Kuzey Atlantik Salınımının
(KAS) Büyük Menderes Havzası’nda Yağış ve Akım Üzerine Etkileri/ Effects of North
Atlantic Oscillation on Precipitation and Stream Flow at Büyük Menderes Basin..................
17
Erdal KARAKAŞ: Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II: Suç Harita Tipleri/ Crime
Maps
in
Applied
Geography:
Types
of
Crime
Maps
II……………………………….…….…
Şermin TAĞIL, İsa CÜREBAL: Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi Değişimini Belirlemede
Uzaktan Algılama ve Coğrafi Bilgi Sistemleri/ Remote Sensing and GIS Monitoring of
Coastline
Change
in
Altınova
Coast,
Turkey………………………………………………….
31
51
Dil ve Edebiyat / Language and Literature
Şerife YILDIZ: Enkulturation Und Sprache: Ein Untersuchungsmodell Zum Vergleich
Der Enkulturationsbedingungen Und Spracherwerbsprozesse Bei Türkischen
Migrantenkindern In Deutschland/ The Process of Culturation and Language: Comprasion
of the Language Learning processes of the German and Turkish Children Through Cultural
Interaction……
69
Şener DEMİREL: Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları/ Simile Elements About
Fire
In
Husn
u
Ask…………………………………………………………………………….
81
Ahmet Turan SİNAN: Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine/ A İnvestigation of
Idioms
In
Necati
Beg
Collections………………………………………….…………………..
107
Süleyman ÇALDAK: Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l Ulûm’undaki İlimler Tasnîfi
Üzerine/ On the Classification of Sciences in the Mevzû’âtu’l-Ulûm of Taşköprülüzâde……
115
Eğitim Bilimleri / Education Sciences
S. Ercan BAĞÇECİ: Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin Analitik Yaklaşımlar/
Analitic
Approaches
Related
to
The
Second
Term
of
Piano
Education……………………..……......
Çetin SEMERCİ, Zeynettin SAĞLAM: Polis Adaylarının Sınavlarda Kopya Çekmeye
İlişkin Tutum ve Görüşleri (Elazığ İli Örneği)/ Attitudes and Ideas Towards Cheating of
Policeman Candidates In Exams……………………………………………………………...
Fatma ÖZMEN, Sinan YÖRÜK: İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde, Okul
Yöneticilerinin Karar Verme Sürecindeki Etkiliklerine İlişkin Ölçek Geliştirilmesi/ In The
147
163
Frame of Human Resource Management, A Development of An Inventory Related to The
Effectiveness of School Principals in Decision Making Process……….……………………
179
Ramazan ERDEM, İbrahim KOCABAŞ: Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri/
Cultural
Values
of
Educational
Inspectors….………………………………………………...
199
A. Haydar TEKİN, Yüksel SAVUCU, Fikret RAMAZANOĞLU: Klasman ve Bölge
Futbol Hakemlerinin Sosyo-Ekonomik Durumları ve Sorunları/ Social Status and Problems
of Classifying and Region Referees…………………………………………………………...
209
İktisadi ve İdari Bilimler / Economics and Administrative Sciences
Murat KARAGÖZ, Çetin DOĞAN: Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi: Türkiye Örneği/
Exchange Rate Foreign Trade Relationship: Case of Turkey………….……………………..
Mehmet TİKİCİ, Erkan T. DEMİREL, Neslihan DERİN: Bilgi Toplumu’nda Toplam
Kalite Liderliği: Elazığ Bankacılık ve Finans Sektörü Uygulaması/ Total Quality
Leadership in Information Community :Application of Banking and Finance Sector of
Elazığ………….
Ferit KÜÇÜK: İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj/ Corporate Image from
Perspective
Human
Resources…………………………………….…………………………..
M. Emin AKKILIÇ: Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam İçeriklerinin İncelenmesi ve
Çeşitlendirmesi Üzerine Bir Araştırma/ A Research on Examination and Diversification of
Advertising Contents of The Intermediary Travel Establishments……………….…………...
219
229
247
267
İletişim / Communication
Basri BARUT: Siyasal Reklamcılık Özelinde Siyasal Tutumların Oluşması Süreci/ The
Process of Formation of Political Attitudes in Particular Political Advertisement……….….
295
Sosyoloji - Psikoloji / Sociology - Psychology
Ömer AYTAÇ: Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu/ Modern Bureaucracies
and
Alineation
Ethos……………………………..……………….……………………………….
319
Zahir KIZMAZ: Kriminolojide Yeni Yönelimler: Bütünleşik (Integrated) Suç KuramlarıI/
New
Directions
in
Criminology:
Integrated
Crime
TheoriesI………………………...……..
349
Tarih / History
Veli SEVİN: Elazığ/Bahçecik Yazıtı Ve Urartu Eyalet Sistemi Üzerine Düşünceler/ The
Inscription of Elazığ/Bahçecik and Some Observations About Urartian Province System…..
Enver ÇAKAR, Füsun KARA: 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir Sancağında İskân ve
379
Nüfus (1643 Tarihli Avârız-Hane Defterine Göre)/ The Inhabiting and Population of The
Sanjaq of Arapgir In The Middle of The 17th Century (According to The Avâriz-Hane
Defteri Dated 1643)……………………………...……….…………………………………...
Ramazan IŞIK: Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da Bağımsız Bir
Hıristiyan Devleti Kurma Girişimlerinin Fikri Temelleri/ The Endeavour of the Maronites
to Set up An İndependents Christian State in Lebanon in the Late Period of the Ottoman
Empire……………………………………………………...………………............................
.
Aydın ÇELİK:
State…………….
Fatımîler
Devletinin
Makale
Yazım
Kuralları/
Papers………………………………….
Kuruluşu/
Writing
The
Founding
of
Instructions
385
413
Fatimid
433
for
455
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa:1-16, ELAZIĞ-2005
ANKARA’DA ŞEHİR VE KIRSAL SICAKLIK
FARKLARINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER (1970-2002)
Variation in Urban and Rural Temperatures Differences in Ankara
(1970-2002)
İhsan ÇİÇEK
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Ankara.
cicek@hu ma n ity.ankar a.edu.tr .
ÖZET
Bu çalışmada şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu amaçla şehir
özelliği taşıyan Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ) ve kırsal özellikler taşıyan Esenboğa
Meteoroloji İstasyonlarının (EMİ) 1970-2002 yılları arasına ait saatlik verileri incelenmiştir. Buna
göre gündüz saatlik sıcaklık farklarında azalma, akşam sıcaklık farklarında artma eğilimleri
saptanmıştır. Aylık ortalama sıcaklık farkları incelendiğinde ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi
Ankara’da da yaz ve sonbahar mevsimlerinde şehir ısı adalarının geliştiği saptanmıştır. Bununla
birlikte kış aylarında da şehir ısı adası gelişmektedir. Bunda Ankara’nın jeomorfolojisi ve buna
bağlı olarak gelişen çanak terselmelerinin önemli etkisi vardır. Saatlik sıcaklık farklarının sıklık
dağılımlarında bütün
sıklıklarda pozitif tarafa yönelimler saptanmıştır. Bu durum sıcaklık
farklarında şehirleşme etkisini kanıtlayan önemli bir bulgudur.
Anahtar Kelimeler: Ankara, şehir iklimi, şehir ısı adası, sıcaklık farklılığı.
ABSTRACT
In this study, effects of urbanization on the temperature have been investigated. For this
purpose, hourly temperatures recorded by Ankara Meteorology Station (AMİ) which is located in
the city and by Esenboğa Meteorology Station (EMİ) which is located in a rural area near Ankara
in the period of 1970-2002 have been analyzed. These analyses show that day time temperature
differences decreased and night temperature differences have increased in time. From the analysis
of monthly temperature differences it was observed that the urban heat islands form in summer
and autumn seasons, in Ankara as in temperature latitude cities. Urban heat islands are also seen in
winter months. On this, geomorphology of Ankara and valley inversion plays important roles. In
this distribution of temperature differences, a positive variation was observed. This is proof of
urbanization on temperature differences.
Key Words: Ankara, urban climate, urban heat island, temperature differences.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Şehirleşmeden en çok etkilenen iklim elemanı sıcaklıktır. Şehirleşme sonucunda
sıcaklıklarda belirgin bir artış görülmektedir. Şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık
farklılığı (∆T(ş-k)) sinoptik koşullara bağlı olarak gelişir. ∆T(ş-k) açık ve sakin hava
koşullarında büyürken, bulutlu ve rüzgarlı havalarda kaybolmaktadır. ∆T(ş-k) gelişiminde
farklı topografik özellikler, yerel iklim, ışınım akısı ve türbülans değişimleri gibi
farklılıklar önemlidir. Şehir ve çevresindeki kırsal alanlar arasındaki yüzey sıcaklık
farklılığı şehir ısı adası (ŞIA) olarak tanımlanır (Landsberg 1981). ŞIA, şehirlerin doğal
yüzey yapısının değiştirilip asfalt ve çimento ile kaplanması, yeşil alanların ve yüzey
neminin azalması, binalardan kaynaklanan kanyon etkisinin bir sonucudur (Chandler
1965, Landsberg 1981). Bu etki genellikle pozitiftir. ŞIA gündüz ve gece görülmekle
birlikte genellikle geceleri daha yoğun olarak oluşur.
∆T(ş-k)Ankara şehri, Ankara Çayı ve kollarının oluşturduğu Ankara ovası üzerinde
kurulmuştur. 850-900 metre ortalama yükseltiye sahip Ankara Ovası doğu, kuzey ve
güney yönlerinden kapalı, batıya açıktır. Çevresindeki dağların ortalama yükseltisi ise
1250-1500 metre arasında değişmektedir. Şehir ilk kurulduğu yıllarda ovanın doğu
kenarında kaleyi çevrelemektedir. Bu durum koşulların uygun olduğu dönemlerde
şehirlerin etrafa yayılması, uygun olmadığı dönemlerde kaleye çekilmesi olayının bir
örneğidir (Erol 1976). Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’ya gelenler daha çok ova
tabanı ve alçak sekiler üzerine yerleşmişleridir. Resmi ve büyük sosyal yapıların yönelimi
de bu yöndedir. 1950’li yıllarda sonra yaşanan hızlı nüfus artışı sonucunda ova
tabanından yüksek sekilere, yamaçlara hatta şehirleşme açısından uygun olmayan kayalık
alanlara doğru yayılmıştır (Erol 1973). Bu hızlı nüfus artışı sonucunda yerleşmeye uygun
olmayan alanlar gecekondular ile dolmuştur (Şekil 1).
Thornthwaite tarafından yapılan iklim sınıflamasına göre Ankara yazları şiddetli su
açığı bulunan, birinci dereceden mezotermal, deniz etkisine yakın, yarı kurak (D B´1 s2
b´3) bir iklim tipine sahiptir (Çiçek 1996). Yine Ankara ve çevresinde yıllık ortalama
sıcaklıklar yılın 3 ayında 20.0 ºC üzerinde, 4 ayında 10.0-20.0 ºC arasında, 5 ayında ise
10.0 ºC altındadır (Çiçek 2000).
Ankara ve yakın çevresini kış mevsiminde cephe geçişleriyle aralanan antisiklonik
koşullar etkilemektedir. Antisiklonik koşulların hakim olduğu dönemlerde açık gökyüzü,
sakin koşullar ve yağışsız bir hava durumu yaşanır. Bu koşullar sıklıkla sıcaklık
terselmesine sebep olur. Antisiklonik koşullar ŞIA gelişimine uygun koşullar
yaratmaktadır. Cephesel faaliyetler ise yağışlı, rüzgarlı hava durumlarına neden olur. Bu
durum ŞIA büyüklüğünü etkilemektedir. Yaz mevsiminde ise hakim olan Azor yüksek
2
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
basıncı sıcak, sakin ve kurak koşullar yaratmaktadır. Bu atmosferik koşullar şehir
kanyonları ve yüzey örtüsündeki farklı ısınma davranışlarına neden olarak ŞIA
gelişiminde etkili olur.
Şekil 1: Ankara şehri ve yakın çevresinin topografya haritası.
İlk nüfus sayımı 1927’de yapılan Türkiye’de yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı
yılları ve 2000 yılı dışında daima % 2’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu hızlı nüfus artışı
sonucunda 1927’de 13.348.270 olan nüfus 2000 yılında 67.803.927 kişiye ulaşmıştır.
Hızlı nüfus artışı ve 1950’li yıllarda artan sanayileşme sonucunda şehirlere hızlı bir göç
yaşanmış ve şehir nüfusu hızla artmıştır. 1950 yılında % 23 olan şehir nüfusu ilk defa
1985 yılında köy nüfusunu geçmiştir. Şehir nüfusunun oranı 1990 yılında % 59 iken 2000
yılında % 64.9 ulaşmıştır. Ankara'da, Türkiye'ye benzer bir nüfus artışı yaşanmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda ve başşehir ilan edildiğinde 74.553 (1927 sayımı) nüfusu sahip
Ankara’nın hızlı bir şehirleşme sonucunda nüfusu artmış ve nüfus 2000 yılında 3.203.362
kişiye ulaşmıştır. 1950 yılına kadar yavaş bir artış gösteren Ankara nüfusu bu tarihten
3
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
sonra hızla artmıştır. Ankara’da yıllık nüfus artış hızı 1927 - 2000 döneminde % 5’in
üzerinde gerçekleşmiştir. Bu oran aynı dönemdeki Türkiye ortalamasından yaklaşık 2 kat
fazladır. 1990 ile 2000 yılları arasında ise Türkiye’de nüfus artış hızı % 2 iken Ankara
şehrinde nüfus artış oranı % 8.8 olmuştur. Bu İstanbul’dan sonra ülkenin en hızlı nüfus
artış oranıdır.
Şehir klimatolojisi üzerine ilk yayını Luke Howard 1818 yılında yayınlamıştır
(Landsberg 1981) Şehir çalışması ile ilgili çalışmalar 1960-1970’li yıllarda yoğunlaşmış
ve ABD’inde St Louis şehrinde “Metropolitan Meteorological Experiment
(METROMEX)” isimli proje geliştirilerek büyük metropoliten alanların atmosfer
üzerindeki etkisi araştırılmıştır.Bu projenin sonuçlarının pek çoğu Journal Applied
Meteorlogy isimli dergide yayınlanmıştır. Şehir klimatolojisi hakkında bu dönemde
yapılan çalışmalar Chandler (1970) ve Oke (1974) tarafından bibliyografik olarak
derlenmiş ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) tarafından yayınlanmıştır.
Türkiye’de şehirleşmenin sıcaklık üzerine etkisini inceleyen çalışmalarda (Karaca
ve diğerleri 1995a, Karaca ve diğerleri 1995b, Tayanç ve Toros 1997, Karaca ve Tayanç
1998) şehirleşme sonucunda ŞIA gelişimine ait ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Karaca ve
Tayanç (1998), 54 istasyon üzerinde yaptıkları çalışmada
ülkemizdeki şehir
sıcaklıklarındaki artışının % 99 anlamlılık düzeyinde ortalama sıcaklıklarda 0.24 °C 40
yıl-1 ve minimum sıcaklıklarda 0.48 °C 40 yıl-1 olduğunu saptamışlardır.
Karaca ve diğerleri (1995a), İstanbul ve Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerine
etkisini araştırdıkları çalışmalarında Ankara’da şehir, kasaba ve kırsal özellikler taşıyan 5
istasyonu ele alarak bu istasyonlardaki uzun yıllık sıcaklık eğilimlerini incelemişlerdir.
Bu çalışmada hem kır hem de şehir istasyonlarının sıcaklıklarında bir azalma eğilimi
gözlemlemişlerdir. Yine bu araştırmada şehir ile kırsal alan sıcaklık farkları arasında
anlamlı bir eğilim saptanamamıştır. Araştırmacılar İstanbul’daki pek çok istasyonda da
saptanan bu özelliği, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de görülen anlamlı sıcaklık azalması ve
Ankara’nın nispeten planlı şehirleşmesi ile ilişkilendirmişlerdir.
2. VERİ VE METODOLOJİ
Bu araştırmada Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki uzun yıllık etkisini
ortaya koymak için Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne ait rasat süreleri uzun
ve kesintisiz olan iki istasyon seçilmiştir. Bu istasyonlardan biri uzun yıllardır şehirleşme
alanı içinde kalmış olması sebebiyle şehir özelliklerini pek çok yönüyle yansıtacağı
düşünülen Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ), diğeri ise kırsal özellikler taşıyan
Esenboğa Meteoroloji İstasyonudur (EMİ). AMİ, Ankara ovasının kuzeyinde 39º 38´
4
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
kuzey enlemi ve 32º 41´ doğu boylamında, 891 metre yükseklikte yer alıp, 1926 yılından
beri gözlem yapmaktadır. 949 metre yükseklikte, 40º 07´ kuzey enlemi ile 33º 00´ doğu
boylamında bulunan EMİ ise Ankara Ovası’nın kuzeyindeki Çubuk Ovası’nda kurulu
olan Esenboğa Havalimanı’nda bulunmaktadır. Kırsal özelliklere sahip olan ve yöredeki
doğal iklim eğilimlerini gösteren EMİ 1956 yılında gözlem yapmaya başlamıştır
(Şekil:1).İki istasyon arasındaki 58 metrelik yükselti farkı değerlendirme yaparken
yükselti farklılığı nedeniyle oluşacak etkileri ortadan kaldırmaktadır.
Bu çalışmada AMİ ve EMİ istasyonlarına ait 1970-2002 yılları arasındaki döneme
ait saatlik sıcaklıklar kullanılmıştır. Ancak 1996 yılı Ağustos ayından 1999 yılı Ocak
ayına kadar olan sürede her iki istasyonda da veri boşluğu bulunmaktadır. Her bir saatlik
verinin yıllık ortalamaları hesaplanarak bunlara doğrusal regresyon analizi yapılmış ve bu
serilerdeki eğilim analizleri yapılmıştır. Ayrıca saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin birer derecelik
sınıf aralıkları ile yıllık ve mevsimlik sıklık dağılım analizleri yapılmıştır. Ancak sıklık
dağılımları mevsimlik ve yıllık dağılımları incelenirken günün her saatine ait veriler
değerlendirilmemiş üçer saat aralıklarla (00, 03, 06, 09, 12, 15, 18 ve 21) günün 8 farklı
dönemine ait grafikler çizilmiş ve yorumlamalar yapılmıştır. Bu saatlerin seçiminde şehir
ve kırsal alanların farklı termal davranışları etkin olmuştur.
3. SONUÇLAR VE DEĞERLENDİRME
3.1. Sıcaklık Farklılıklarının Özellikleri
∆T(ş-k) genliklerinin aylara ve mevsimlere dağılışı incelendiğinde büyük ∆T(ş-k)
değerlerinin yılın sıcak dönemi ile kış mevsimi başında toplandığı görülür. Aylık
ortalama ∆T(ş-k) ≥ 2.0 °C genlikler yılın 5 ayında görülmektedir. Bunlar haziran, eylül,
ekim, kasım ve aralık aylarıdır (Şekil 2). Aynı durum mevsimlik sıcaklık farklarında da
izlenmektedir. Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki uzun yıllık ortalama sıcaklık
farkı 2.01 °C’dir. En büyük ∆T(ş-k) değerleri sonbahar ve kış mevsiminde tespit edilmiştir
Ancak yaz ile kış arasında 0,05°C gibi çok küçük bir fark bulunmaktadır (Tablo 1).
Ilıman kuşaktaki şehirlerde ŞIA mevsimlik değişimi incelendiğinde bunun sıklıkla yılın
sıcak döneminde (yaz-sonbahar) oluştuğu tespit edilmiştir (Chadler 1965, Lee, 1979,
Unwin 1980, Oke1982, Oke 1987). Bu durum antropojenik ısının ŞIA gelişiminde ilksel
önem taşımadığı şeklinde yorumlanmıştır (Oke 1982, Oke 1987). Ankara’da ŞIA gelişimi
ılıman kuşakta şehirlere büyük oranda benzemektedir. Ancak Ankara’da kış aylarında da
büyük ∆T(ş-k) değerlerinin saptanması yörede hüküm süren yarı karasal iklim koşulları ve
jeomorfolojik özellikleri ile ilgilidir. Ankara’da kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan ısı
∆T(ş-k) genliği üzerinde etken olmaktadır. Havza jeomorfolojisinin bir sonucu olarak
5
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
UT(ş-k) (°C)
soğuk dönemde açık ve sakin günlerde yaşanan terselme, antropojenik ısının yere yakın
kısımda hapis olmasına neden olmaktadır. Bu durum Ankara’yı diğer ılıman kuşak
şehirlerinden farklılaştırmaktadır.
3
2
1
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12
Aylar
Şekil 2: ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi
Tablo 1: ∆T(ş-k) değerlerinin mevsimlik ve yıllık ortalamaları (1970-2002)
Mevsim
Kış
İlkbahar
Yaz
Sonbahar
∆T(ş-k) ºC
1,96
1,84
1,91
2,31
Yıllık
2,01
Benzer özellikler saatlik ortalama ∆T(ş-k) değerlerinin aylara dağılışında da tespit
edilmektedir. 3.0 °C den büyük ∆T(ş-k) değerleri mayıs ve kasım ayları arasındaki 7 aylık
döneme dağılmıştır (Şekil 3). Şekil 3, ŞIA dinamiği hakkında da önemli bilgiler
sunmaktadır. ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimleri incelendiğinde gündüz saatlerinde
düşük olan sıcaklık farklılığının özellikle güneşin batma saatlerinde hızla arttığı
görülmektedir. Isı kapasitelerinin düşük olması nedeniyle kırsal alanlar hızla soğurken
şehir alanlarının güneşten gelen enerji kesildikten sonra gün boyu emdikleri enerjiyi
atmosfere yaymaları, bu farkın hızla artmasına neden olmaktadır. Bu fark bütün aylarda
pozitif olarak saat 06’ya kadar büyüyerek devam etmektedir. Sabah saatlerinde ise güneş
doğması ile ısı kapasitesi düşük kırsal alanların hızla ısınmaya başlaması ∆T(ş-k)
genliğinin azalmasına neden olmaktadır (Oke ve diğerleri 1972). Gündüz saatleri ∆T(ş-k)
genliğinin en az olduğu saatlerdir. Sabah saatlerinde eş yükselti eğrileri arasındaki
sıkışıklık bu ısınmanın çok hızlı gerçekleştiğini göstermektedir. Şehir ve kırsal alanların
farklı ısınma tablolarını gösteren bu özellik Şekil 4’de görülmektedir.
6
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
12
10
Aylar
8
6
4
2
12 14 16 18 20 22 00
02 04 06 08 10 12
Saatler
Şekil 3: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi
Oke ve diğerleri (1972), şehir ve kırsal alanlar arasındaki soğuma oranları ve yer
ışımasındaki farklılıkları ŞIA gelişiminin ana nedeni olarak belirlemiştir. Farklı yüzeyler
arasındaki farklı soğuma oranları ŞIA genliği üzerinde etkili olmaktadır. ŞIA kırsal
alanlardaki yer ışımasıyla enerji kaybı, açık gökyüzü ve az kirletilmiş atmosfer nedeniyle
sabahın erken saatlerine kadar gelişmeye devam eder. Daha sonra ısınma şehir yüzeyleri
üzerinde türbülanslı bir karışma seviyesi oluşumuna neden olur, böylece şehir ve kırsal
alanlar arasındaki sıcaklık farkı akşam üzerine kadar azalmaya devam eder. Ankara’da
gündüz saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkı çok azken güneşin
batması ile fark hızla artmaya başlar ve bu fark sabah saatlerine kadar daha da belirgin
olur. Güneş doğmasıyla birlikte fark tekrar azalmaya başlar. Bunu ∆T(ş-k) değerlerinin
günlük gidişi de göstermektedir. Öğle saatlerinde 0,9°C ye kadar düşen ∆T(ş-k) genliği,
saat 05:00 de 3,0 °C ye kadar çıkar (Şekil 4).
7
∆T(ş-k)
UT(ş-k) (°C)
10
7
1
0
4
5
0
1
3
2
22
15
10
19
4
16
20
13
°C
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Saatler
AMİ
EMİ
Şekil 4: Sıcaklıkların günlük değişimi
Uzun yıllık ortalama mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arasındaki değişimleri
incelendiğinde en farklı mevsimin kış mevsimi olduğu görülür (Şekil 5a). Kış
mevsiminde diğer mevsimlerdeki kadar büyük ∆T(ş-k) yaşanmamaktadır. Yine bu
mevsimde akşam saatlerinde görülen büyük ∆T(ş-k) değerleri gündüz saatlerinde de
görülmektedir. Öğleden sonra yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri şehir atmosferine salınan
antropojenik ısı ile ilgili iken, sabah saatlerinde yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri terselme
ile ilgilidir( Şekil 5a). Yaz aylarında sabah saatlerinde kırsal alanların hızla ısınması ∆T(şk) genliğinin kısa bir zaman aralığında azalmasına neden olmaktadır (Şekil 5c). Kış hariç
diğer mevsimlerde büyük ∆T(ş-k) genliklerine 1980’li yıllardan sonra rastlanması artan
şehir etkisini yansıtmaktadır. Özellikle şehir merkezlerindeki az katlı binaların yıkılıp
yüksek katlı binaların yapılması şehir kanyon etkisini artırmaktadır. Şehir kanyonları
rüzgar hızını azaltmak, yerden yayılan uzun dalga boyundaki yer ışımasına engel olmak
ve gün boyu ısınan yüzey alan büyüklüğünü arttırmak gibi çeşitli etkilerle ∆T(ş-k)
genliğinin büyümesine neden olur (Johnson ve diğerleri 1991, Oke ve diğerleri 1991,
Runnals ve Oke 2000). Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişiminde saptanan
özellikler yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin dağılışında da tespit edilmektedir (Şekil 6).
3.2. Sıcaklık Farklarındaki Eğilimler
∆T(ş-k) değerlerinin doğrusal regresyon analizleri incelendiğinde gün içinde iki
farklı eğilim olduğu görülür. Kış haricinde öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar
negatif eğilimler vardır (Tablo 2). Yani şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık farkları
azalmaktadır. Öğle saatlerinde şehirsel alanlarda görülen türbülanslı karışım seviyesi bu
azalma eğilimi üzerinde etkili olmaktadır. Negatif eğilimlerin yaz ve sonbahar aylarında
saat 19:00’a kadar görülmesi bu mevsimlerde güneşin geç batması ile ilgilidir. Günün
diğer zamanlarında pozitif eğilimler vardır. İlkbahar mevsimi dışında en büyük pozitif
eğilimler sabah saatlerinde görülmektedir. Bunda şehir alanlarında yüzey yapısının
8
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
b) İlkbahar
Saatler
Saatler
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
2000
2000
1995
1995
1990
1990
Yıllar
Yıllar
a) Kış
1985
1985
1980
1980
1975
1975
1970
1970
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
Saatler
Saatler
d) Sonbahar
Saatler
Saatler
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
2000
2000
1995
1995
1990
1990
Yıllar
Yıllar
c) Yaz
1985
1985
1980
1980
1975
1975
1970
1970
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
Saatler
Saatler
Şekil 5: Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi
9
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
2000
1995
Yıllar
1990
1985
1980
1975
1970
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
Saatler
Şekil 6: Yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi
Tablo 2: Ankara’da sıcaklık farklarının doğrusal eğilimleri (°C 10 yıl-1)
Saat
01
02
03
04
05
06
07
08
09
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
10
Kış
0.20
0.18
0.20
0.20
0.17
0.19
0.17
0.20
0.25
0.14
0.17
0.07
0.06
0.04
0.00
0.00
0.04
0.13
0.16
0.18
0.18
0.21
0.19
0.19
İlkbahar
0.19
0.21
0.18
0.20
0.19
0.20
0.22
0.06
0.12
0.01
0.04
-0.07
-0.04
-0.02
-0.02
-0.04
-0.03
0.12
0.12
0.21
0.23
0.22
0.17
0.19
Yaz
0.08
0.09
0.08
0.12
0.19
0.34
0.33
0.15
0.22
0.05
0.04
-0.07
-0.11
-0.07
-0.12
-0.18
-0.17
-0.05
-0.06
0.03
0.04
0.11
0.03
0.09
Sonbahar
0.08
0.06
0.04
0.06
0.04
0.08
0.09
0.08
0.28
0.09
0.13
-0.06
-0.08
-0.07
-0.09
-0.15
-0.24
-0.10
-0.07
0.02
0.04
0.08
0.03
0.07
Yıllık
0.14
0.14
0.13
0.14
0.15
0.20
0.20
0.12
0.22
0.07
0.10
-0.03
-0.04
-0.03
-0.06
-0.09
-0.10
0.03
0.04
0.11
0.12
0.15
0.10
0.14
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
değişmesi, kırsal alanlarda ise değişmemesi etkilidir. Değişen yüzey yapısının yüksek ısı
kapasitesine sahip unsurlardan oluşması ve bu yüzeylerin toprağa olan sızmayı ve
buharlaşmayı azaltması sabah saatlerindeki sıcaklık farklarının artmasına neden
olmaktadır. Kış aylarında ∆T(ş-k) değerlerinde negatif eğilimler görülmemesi, artan rüzgar
hızı ve cephe koşulları ile ilgili olmalıdır. Artan rüzgar hızı ve cephesel koşullar şehirler
üzerindeki şehir sınır tabakasının dağılmasına neden olmaktadır. Bu da şehir ve kırsal
alanlar arasında sıcaklık farklılıklarını ortadan kaldırmaktadır. Şehirleşme etkisi ile
saatlik sıcaklık farklarında sıklıkla 0.20 °C 10-1 gibi büyük sıcaklık eğilimleri
saptanmıştır.
3.3. Sıcaklık Farklarının Sıklık Dağılımları
Sıcaklık farklarının mevsimlik sıklık dağılışı incelendiğinde gündüz saatlerinde 1-2
°C arasındaki sıcaklık farkları sıklığının yüksek olduğu görülmektedir (Şekil 7,8,9,10).
06
1500
12
Gün1500
15
1000
1000
Sıklık
500
10
8
6
4
2
0
-10
UT(ş-k) (°C)
-2
0
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-4
500
-6
Sıklık
09
-8
Gün
UT(ş-k) (°C)
Gün 1500
18
21
Gün1500
03
1000
1000
UT(ş-k) (°C)
10
8
6
4
2
0
-2
-4
0
-6
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
500
-8
500
-10
Sıklık
Sıklık
00
UT(ş-k) (°C)
Şekil 7: Kış mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları.
Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
Bu sınıf aralığındaki değerlerin sıklığı akşam üzeri % 40’a kadar çıkar. Gündüz
saatlerinde grafiğin dar bir sıcaklık bandında dağılması ve sivri şekle sahip olması gündüz
saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkının az olduğunu
kanıtlamaktadır. Akşam saatlerinde ise pozitif sıcaklık farklarının sıklığı artar. Bu da
11
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
06
Gün 1500
12
15
500
UT(ş-k) (°C)
8
6
4
2
0
-2
-4
-10
8
0
10
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-6
500
1000
-8
1000
Sıklık
UT(ş-k) (°C)
Gün 1500
18
Gün 1500
00
03
Sıklık
500
1000
0
500
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-8
Sıklık
21
1000
10
Sıklık
09
10
Gün 1500
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Şekil 8: İlkbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın
% 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
Gün1500
06
1300
09
700
500
300
500
18
1500
Gün
00
1500
21
1000
Sıklık
500
0
03
1000
500
UT(ş-k) (°C)
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
8
10
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-10
Sıklık
10
8
6
4
2
0
-2
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Gün
-4
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
-6
0
100
-100
1000
-8
Sıklık
900
12
1500
15
Sıklık
1100
Gün
UT(ş-k) (°C)
Şekil 9: Yaz mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50
olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
12
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
grafikleri basık bir hale getirmektedir. Bu durum özellikle sonbahar mevsimde çok
belirgin olarak görülmektedir (Şekil 10). Örneğin sonbahar mevsiminde sabah saat
06:00’daki en yüksek sıklığa 5-6 °C arasındaki ∆T(ş-k) değerleri sahiptir. Bu sınıftaki ∆T(şk) değerinin sıklığı %18.13’tür. Hiçbir mevsimde -2 °C’ den düşük ∆T(ş-k) değerinin sıklığı
%1’in üzerine çıkmaz. Oysa %1’den yüksek sıklığa sahip pozitif sıcaklık farkı 8 °C’ye
kadar çıkar. Tüm mevsimler ve yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık analizleri incelendiğinde
günün her saatinde sıklıkların sıcak tarafta yığıldığı görülür. Gündüz saatlerinde sıklık 12 °C sağa kaymışken, gece saatlerinde bu 2-4 °C arasında değişmektedir. Bu da
Ankara’da belirgin bir ŞIA geliştiğinin kanıtıdır. Bu durum şehirlerde insan aktiviteleri
sonucunda yayılan antropojenik ısı yanında şehirsel alanların güneş battıktan sonra daha
geç soğuması ile ilgilidir. Kış mevsiminde gündüz saatleri ile akşam saatlerinde görülen
∆T(ş-k) değerlerinin büyüklükleri arasında çok büyük farklılıklar yoktur (Şekil 7). Bu
durum kış mevsimini diğer mevsimlerden ayırmaktadır. Soğuk mevsimde binalardan
yayılan antropojenik ısı yayılımı ŞIA gelişiminde termal iletkenlik ve şehir geometrisi
kadar önemli bir role sahiptir. Gündüz saatlerinde şehir alanlarının kısa dalga enerjiyi
daha fazla absorbe etmesi buna karşılık kuru kırsal alanlardaki düşük albedo gündüz
pozitif sıcaklık anomalisine neden olmaktadır (Jauregui 1997).
Gün1500
06
1300
09
Sıklık
900
700
12
15
Sıklık
1100
Gün 1500
1000
500
500
300
18
1500
21
1000
500
0
Gün
Sıklık
10
8
6
4
2
0
00
1500
03
1000
500
UT(ş-k) (°C)
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-10
Sıklık
-2
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Gün
-4
-6
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
-100
-8
0
100
UT(ş-k) (°C)
Şekil 10: Sonbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın
% 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
13
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Sıcaklık farklarının yıllık en yüksek frekansları incelendiğinde gündüz saatleri ile
akşam saatleri arasında 1°C lik bir sıcaklık oynaması görülür.Yine akşam saatlerinde
sıklık değerlerinin düşmesi ve pozitif tarafa doğru yayılması Ankara’daki ŞIA gelişimi
kanıtlayan bir faktördür (Şekil 11).
5000
Gün
06
4500
3000
3000
Sıklık
3500
4000
3500
2500
12
4500
09
4000
2500
2000
2000
1500
1500
1000
1000
15
500
500
8
10
6
00
4500
4000
3500
3000
2500
2000
1500
1000
500
0
10
8
6
4
2
0
-2
-4
03
-6
10
8
6
Sıklık
UT(ş-k) (°C)
4
2
0
-2
-4
-6
-8
4
Gün5000
21
-8
18
4500
4000
3500
3000
2500
2000
1500
1000
500
0
-10
Gün5000
-10
2
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Sıklık
0
-2
-4
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
-6
0
0
-8
Sıklık
Gün5000
UT(ş-k) (°C)
Şekil 11: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllık sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu
sıcaklıkları göstermektedir.
4. Tartışma
Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki yıllık ortalama sıcaklık farkı 2.01
°C’dir. Yıllık ortalamada görülen pozitif fark tüm aylarda da saptanmıştır. Bu durum
Ankara şehir alanının çevresine göre daha sıcak ortamlar yarattığını göstermektedir. Yani
şehirleşme sonucunda Ankara’da çevresine göre mikro iklim alanları gelişmektedir. Bu
farklılık özellikle küresel iklim değişikleri çerçevesinde yapılan çalışmalarda dikkate
alınmak zorundadır. Küresel ısınmaya bağlı olarak ülkemizde de sıcaklık eğilimlerinde
değişiklikler olmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda İç Anadolu Bölgesi’nin geneli
ve Ankara’da sıcaklıklarda genellikle azalma eğilimleri saptanmıştır (Türkeş ve diğerleri
1995 Kadıoğlu 1997, Türkeş ve diğerleri 2002 ). Bu durum Doğu Akdeniz Havzasındaki
genel soğuma eğilimi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak şehirleşmenin oluşturduğu bu fark
eğilimin yönünü ve anlamlılık düzeyini etkileyecek büyüklüktedir. Bu nedenle sıcaklık
eğilimleri ile ilgili çalışmalarda şehirleşme etkisi muhakkak göz önüne alınmalıdır.
14
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
Ankara’da ŞIA diğer ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi yaz ve sonbahar
mevsimlerinde oluşmaktadır. Ancak Ankara’da çanak morfolojisinin sonucu olarak
oluşan terselmeler kış mevsiminde de büyük ŞIA değerlerinin görülmesine neden
olmaktadır. Kış mevsimi diğer mevsimlerden ayrılan özelliklere sahiptir. Diğer
mevsimlerde gündüz ve akşam saatlerinde büyük ∆T(ş-k) genliği bulunmasına rağmen kış
mevsiminde bu genlik çok büyük değildir. Bunda kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan
ve şehir atmosferine salınan enerji ile terselmenin etkisi vardır. Özellikle antropojenik
enerji gündüz saatlerinde de diğer mevsimlere göre yüksek ∆T(ş-k) değerlerinin
görülmesine neden olmaktadır. Kış aylarında gündüz saatlerinde de büyük ∆T(ş-k)
değerlerinin görülmesi aylık ortalamaların yüksek çıkmasına neden olmaktadır.
∆T(ş-k) değerlerinde en büyük eğilimler ilkbahar mevsimi hariç sabah saatlerinde
yaşanmaktadır. Gündüz saatlerinde de genellikle negatif eğilimler vardır. Bu gündüz
saatlerinde ısınan şehir yüzeylerinin yarattığı türbülanslı karışım seviyesi ile ilgilidir.
Kaynakça
Chandler, T. J. 1965 The Cclimate of London, Hutchinson, 292 p.
Chandler, T. J.1970 Selected Bibliography on Urban Climate, WMO Pub. No: 276, T.P.
155.
Çiçek, İ. 1996 “Thornthwaite Metoduna Göre Türkiye’de İklim Tipleri” Ank.Üniv., DTC.
Fak., Coğ. Araş. Der, 12:33-71.
Çiçek, İ. 2000 “Türkiye’de Termik Dönemlerin Yayılışı ve Süreleri” Ank. Üniv. DTC Fak.,
Fakülte Der., C:40:1-2:189-212.
Erol, O. 1973 Ankara Şehri Çevresinin Jeomorfolojik Ana Birimleri. A.Ü. D.T.C.F. Yay.
No: 240, Coğ. Araş. Enst. Yay. No:16.
Erol, O. 1976 “Ankara Şehrinin Gelişiminde Doğal Koşulların Etkisi” 50. Yıl
Konferansları, A.Ü. D:T.C.F. Yay. No: 257.
Jauregui, E. 1997 “Heat İsland Development in Mexico City”. Atmospheric Environment,
31, 22, 3821-3831
Johnson, G.T., Oke, T.R., Lyons, T.J., Steyn, D.G., Watson, I.D., Voogt, J.A., 1991
“Simulation of Surface Urban Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 1: Theory and
Tests Against Field Data” Boundary-Layer Meteorology, 56:275-294
Kadıoğlu, M. 1997 “Trends in Surface Air Temperature Data Over Turkey” Int. J.
Climatol, 17:511–520.
Karaca, M., Tayanç, M., Toros, M. 1995a “Effects of Urbanization on Climate of Istanbul
and Ankara” Atmospheric Environment, 29, 23, 3411-3421.
15
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Karaca, M., Anteplioğlu, Ü., Karsan, H. 1995b “Detection of Urban Heat Island in Istanbul,
Turkey” Il Nuovo Cimento, 18, 1, 49-55.
Karaca, M., Tayanç, M. 1998 “Urbanization Effects on the Regional Climate in Turkey”
Proceedings of Second European Climate Conference, 18-23 October 1998 Vienna.
Landsberg, H. E. 1981 The Urban Climate, Academic Press, 275 pp.
Lee, D. D. 1979 “Contrasts in Warming and Cooling Rates at an Urban and a Rural Site”
Weather, 34, 60-66.
Oke, T. R. Yap, D., Maxwell, G. B, 1972 “Comparison of Urban/Rural Cooling Rates at
Night” Proceedings Int. Symp. On Environment and Second Conf. On Biometeor, American
Meteor Soc, Boston 17-21.
Oke, T. R. 1974 Review of urban climatology 1968-1973. WMO Tech Note No 134
Oke, T. R.1982 “The Energetic Basis of the Urban Heat Island” Quarterly Journal of the
Royal Meteorological Society, 108: 455, 1-24.
Oke, T. R.1987 Boundary Layer Climates, Routledge New York 435 p.
Oke, T. R., Johnson, G. T., Steyn, D. G., Watson, I. D. 1991 “Simulation of Surface Urban
Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 2: Diagnosis of Causation” Boundary-Layer
Meteorology, 56:339-358.
Runnals, K. E., Oke, T. R. 2000 “Dynamics and Controls of the Near-Surface Heat Island
of Vancouver, British Columbia” Physical Geography, 21:4, 283-304.
Tayanç, M., Toros, H. 1997 “Urbanization Effects on Regional Climate Change in the Case
of Four Large Cities of Turkey” Climatic Change, 35, 501-524.
Türkeş, M., Sümer, U., M., Kılıç, G. 1995 “Variations and Trends in Annual Mean Air
Temperatures in Turkey With Respect to Climatic Variability” Int. J. Climatol , 15:557-569
Türkeş, M., Sümer, U. M., Demir, İ. 2002 “Re-Evaluation of Trends and Changes in Mean,
Maximum and Minimum Temperatures of Turkey for the Period 1929–1999” Int. J.
Climatol, 22: 947–977.
Unwin, D. J. 1980 “The Synoptic Climatology of Birmingham’s Urban Heat Island” 196574. Weather, 35, 43-50.
16
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa:1-16, ELAZIĞ-2005
ANKARA’DA ŞEHİR VE KIRSAL SICAKLIK
FARKLARINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER (1970-2002)
Variation in Urban and Rural Temperatures Differences in Ankara
(1970-2002)
İhsan ÇİÇEK
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Ankara.
cicek@hu ma n ity.ankar a.edu.tr .
ÖZET
Bu çalışmada şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu amaçla şehir
özelliği taşıyan Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ) ve kırsal özellikler taşıyan Esenboğa
Meteoroloji İstasyonlarının (EMİ) 1970-2002 yılları arasına ait saatlik verileri incelenmiştir. Buna
göre gündüz saatlik sıcaklık farklarında azalma, akşam sıcaklık farklarında artma eğilimleri
saptanmıştır. Aylık ortalama sıcaklık farkları incelendiğinde ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi
Ankara’da da yaz ve sonbahar mevsimlerinde şehir ısı adalarının geliştiği saptanmıştır. Bununla
birlikte kış aylarında da şehir ısı adası gelişmektedir. Bunda Ankara’nın jeomorfolojisi ve buna
bağlı olarak gelişen çanak terselmelerinin önemli etkisi vardır. Saatlik sıcaklık farklarının sıklık
dağılımlarında bütün
sıklıklarda pozitif tarafa yönelimler saptanmıştır. Bu durum sıcaklık
farklarında şehirleşme etkisini kanıtlayan önemli bir bulgudur.
Anahtar Kelimeler: Ankara, şehir iklimi, şehir ısı adası, sıcaklık farklılığı.
ABSTRACT
In this study, effects of urbanization on the temperature have been investigated. For this
purpose, hourly temperatures recorded by Ankara Meteorology Station (AMİ) which is located in
the city and by Esenboğa Meteorology Station (EMİ) which is located in a rural area near Ankara
in the period of 1970-2002 have been analyzed. These analyses show that day time temperature
differences decreased and night temperature differences have increased in time. From the analysis
of monthly temperature differences it was observed that the urban heat islands form in summer
and autumn seasons, in Ankara as in temperature latitude cities. Urban heat islands are also seen in
winter months. On this, geomorphology of Ankara and valley inversion plays important roles. In
this distribution of temperature differences, a positive variation was observed. This is proof of
urbanization on temperature differences.
Key Words: Ankara, urban climate, urban heat island, temperature differences.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Şehirleşmeden en çok etkilenen iklim elemanı sıcaklıktır. Şehirleşme sonucunda
sıcaklıklarda belirgin bir artış görülmektedir. Şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık
farklılığı (∆T(ş-k)) sinoptik koşullara bağlı olarak gelişir. ∆T(ş-k) açık ve sakin hava
koşullarında büyürken, bulutlu ve rüzgarlı havalarda kaybolmaktadır. ∆T(ş-k) gelişiminde
farklı topografik özellikler, yerel iklim, ışınım akısı ve türbülans değişimleri gibi
farklılıklar önemlidir. Şehir ve çevresindeki kırsal alanlar arasındaki yüzey sıcaklık
farklılığı şehir ısı adası (ŞIA) olarak tanımlanır (Landsberg 1981). ŞIA, şehirlerin doğal
yüzey yapısının değiştirilip asfalt ve çimento ile kaplanması, yeşil alanların ve yüzey
neminin azalması, binalardan kaynaklanan kanyon etkisinin bir sonucudur (Chandler
1965, Landsberg 1981). Bu etki genellikle pozitiftir. ŞIA gündüz ve gece görülmekle
birlikte genellikle geceleri daha yoğun olarak oluşur.
∆T(ş-k)Ankara şehri, Ankara Çayı ve kollarının oluşturduğu Ankara ovası üzerinde
kurulmuştur. 850-900 metre ortalama yükseltiye sahip Ankara Ovası doğu, kuzey ve
güney yönlerinden kapalı, batıya açıktır. Çevresindeki dağların ortalama yükseltisi ise
1250-1500 metre arasında değişmektedir. Şehir ilk kurulduğu yıllarda ovanın doğu
kenarında kaleyi çevrelemektedir. Bu durum koşulların uygun olduğu dönemlerde
şehirlerin etrafa yayılması, uygun olmadığı dönemlerde kaleye çekilmesi olayının bir
örneğidir (Erol 1976). Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’ya gelenler daha çok ova
tabanı ve alçak sekiler üzerine yerleşmişleridir. Resmi ve büyük sosyal yapıların yönelimi
de bu yöndedir. 1950’li yıllarda sonra yaşanan hızlı nüfus artışı sonucunda ova
tabanından yüksek sekilere, yamaçlara hatta şehirleşme açısından uygun olmayan kayalık
alanlara doğru yayılmıştır (Erol 1973). Bu hızlı nüfus artışı sonucunda yerleşmeye uygun
olmayan alanlar gecekondular ile dolmuştur (Şekil 1).
Thornthwaite tarafından yapılan iklim sınıflamasına göre Ankara yazları şiddetli su
açığı bulunan, birinci dereceden mezotermal, deniz etkisine yakın, yarı kurak (D B´1 s2
b´3) bir iklim tipine sahiptir (Çiçek 1996). Yine Ankara ve çevresinde yıllık ortalama
sıcaklıklar yılın 3 ayında 20.0 ºC üzerinde, 4 ayında 10.0-20.0 ºC arasında, 5 ayında ise
10.0 ºC altındadır (Çiçek 2000).
Ankara ve yakın çevresini kış mevsiminde cephe geçişleriyle aralanan antisiklonik
koşullar etkilemektedir. Antisiklonik koşulların hakim olduğu dönemlerde açık gökyüzü,
sakin koşullar ve yağışsız bir hava durumu yaşanır. Bu koşullar sıklıkla sıcaklık
terselmesine sebep olur. Antisiklonik koşullar ŞIA gelişimine uygun koşullar
yaratmaktadır. Cephesel faaliyetler ise yağışlı, rüzgarlı hava durumlarına neden olur. Bu
durum ŞIA büyüklüğünü etkilemektedir. Yaz mevsiminde ise hakim olan Azor yüksek
2
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
basıncı sıcak, sakin ve kurak koşullar yaratmaktadır. Bu atmosferik koşullar şehir
kanyonları ve yüzey örtüsündeki farklı ısınma davranışlarına neden olarak ŞIA
gelişiminde etkili olur.
Şekil 1: Ankara şehri ve yakın çevresinin topografya haritası.
İlk nüfus sayımı 1927’de yapılan Türkiye’de yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı
yılları ve 2000 yılı dışında daima % 2’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu hızlı nüfus artışı
sonucunda 1927’de 13.348.270 olan nüfus 2000 yılında 67.803.927 kişiye ulaşmıştır.
Hızlı nüfus artışı ve 1950’li yıllarda artan sanayileşme sonucunda şehirlere hızlı bir göç
yaşanmış ve şehir nüfusu hızla artmıştır. 1950 yılında % 23 olan şehir nüfusu ilk defa
1985 yılında köy nüfusunu geçmiştir. Şehir nüfusunun oranı 1990 yılında % 59 iken 2000
yılında % 64.9 ulaşmıştır. Ankara'da, Türkiye'ye benzer bir nüfus artışı yaşanmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda ve başşehir ilan edildiğinde 74.553 (1927 sayımı) nüfusu sahip
Ankara’nın hızlı bir şehirleşme sonucunda nüfusu artmış ve nüfus 2000 yılında 3.203.362
kişiye ulaşmıştır. 1950 yılına kadar yavaş bir artış gösteren Ankara nüfusu bu tarihten
3
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
sonra hızla artmıştır. Ankara’da yıllık nüfus artış hızı 1927 - 2000 döneminde % 5’in
üzerinde gerçekleşmiştir. Bu oran aynı dönemdeki Türkiye ortalamasından yaklaşık 2 kat
fazladır. 1990 ile 2000 yılları arasında ise Türkiye’de nüfus artış hızı % 2 iken Ankara
şehrinde nüfus artış oranı % 8.8 olmuştur. Bu İstanbul’dan sonra ülkenin en hızlı nüfus
artış oranıdır.
Şehir klimatolojisi üzerine ilk yayını Luke Howard 1818 yılında yayınlamıştır
(Landsberg 1981) Şehir çalışması ile ilgili çalışmalar 1960-1970’li yıllarda yoğunlaşmış
ve ABD’inde St Louis şehrinde “Metropolitan Meteorological Experiment
(METROMEX)” isimli proje geliştirilerek büyük metropoliten alanların atmosfer
üzerindeki etkisi araştırılmıştır.Bu projenin sonuçlarının pek çoğu Journal Applied
Meteorlogy isimli dergide yayınlanmıştır. Şehir klimatolojisi hakkında bu dönemde
yapılan çalışmalar Chandler (1970) ve Oke (1974) tarafından bibliyografik olarak
derlenmiş ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) tarafından yayınlanmıştır.
Türkiye’de şehirleşmenin sıcaklık üzerine etkisini inceleyen çalışmalarda (Karaca
ve diğerleri 1995a, Karaca ve diğerleri 1995b, Tayanç ve Toros 1997, Karaca ve Tayanç
1998) şehirleşme sonucunda ŞIA gelişimine ait ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Karaca ve
Tayanç (1998), 54 istasyon üzerinde yaptıkları çalışmada
ülkemizdeki şehir
sıcaklıklarındaki artışının % 99 anlamlılık düzeyinde ortalama sıcaklıklarda 0.24 °C 40
yıl-1 ve minimum sıcaklıklarda 0.48 °C 40 yıl-1 olduğunu saptamışlardır.
Karaca ve diğerleri (1995a), İstanbul ve Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerine
etkisini araştırdıkları çalışmalarında Ankara’da şehir, kasaba ve kırsal özellikler taşıyan 5
istasyonu ele alarak bu istasyonlardaki uzun yıllık sıcaklık eğilimlerini incelemişlerdir.
Bu çalışmada hem kır hem de şehir istasyonlarının sıcaklıklarında bir azalma eğilimi
gözlemlemişlerdir. Yine bu araştırmada şehir ile kırsal alan sıcaklık farkları arasında
anlamlı bir eğilim saptanamamıştır. Araştırmacılar İstanbul’daki pek çok istasyonda da
saptanan bu özelliği, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de görülen anlamlı sıcaklık azalması ve
Ankara’nın nispeten planlı şehirleşmesi ile ilişkilendirmişlerdir.
2. VERİ VE METODOLOJİ
Bu araştırmada Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki uzun yıllık etkisini
ortaya koymak için Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne ait rasat süreleri uzun
ve kesintisiz olan iki istasyon seçilmiştir. Bu istasyonlardan biri uzun yıllardır şehirleşme
alanı içinde kalmış olması sebebiyle şehir özelliklerini pek çok yönüyle yansıtacağı
düşünülen Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ), diğeri ise kırsal özellikler taşıyan
Esenboğa Meteoroloji İstasyonudur (EMİ). AMİ, Ankara ovasının kuzeyinde 39º 38´
4
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
kuzey enlemi ve 32º 41´ doğu boylamında, 891 metre yükseklikte yer alıp, 1926 yılından
beri gözlem yapmaktadır. 949 metre yükseklikte, 40º 07´ kuzey enlemi ile 33º 00´ doğu
boylamında bulunan EMİ ise Ankara Ovası’nın kuzeyindeki Çubuk Ovası’nda kurulu
olan Esenboğa Havalimanı’nda bulunmaktadır. Kırsal özelliklere sahip olan ve yöredeki
doğal iklim eğilimlerini gösteren EMİ 1956 yılında gözlem yapmaya başlamıştır
(Şekil:1).İki istasyon arasındaki 58 metrelik yükselti farkı değerlendirme yaparken
yükselti farklılığı nedeniyle oluşacak etkileri ortadan kaldırmaktadır.
Bu çalışmada AMİ ve EMİ istasyonlarına ait 1970-2002 yılları arasındaki döneme
ait saatlik sıcaklıklar kullanılmıştır. Ancak 1996 yılı Ağustos ayından 1999 yılı Ocak
ayına kadar olan sürede her iki istasyonda da veri boşluğu bulunmaktadır. Her bir saatlik
verinin yıllık ortalamaları hesaplanarak bunlara doğrusal regresyon analizi yapılmış ve bu
serilerdeki eğilim analizleri yapılmıştır. Ayrıca saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin birer derecelik
sınıf aralıkları ile yıllık ve mevsimlik sıklık dağılım analizleri yapılmıştır. Ancak sıklık
dağılımları mevsimlik ve yıllık dağılımları incelenirken günün her saatine ait veriler
değerlendirilmemiş üçer saat aralıklarla (00, 03, 06, 09, 12, 15, 18 ve 21) günün 8 farklı
dönemine ait grafikler çizilmiş ve yorumlamalar yapılmıştır. Bu saatlerin seçiminde şehir
ve kırsal alanların farklı termal davranışları etkin olmuştur.
3. SONUÇLAR VE DEĞERLENDİRME
3.1. Sıcaklık Farklılıklarının Özellikleri
∆T(ş-k) genliklerinin aylara ve mevsimlere dağılışı incelendiğinde büyük ∆T(ş-k)
değerlerinin yılın sıcak dönemi ile kış mevsimi başında toplandığı görülür. Aylık
ortalama ∆T(ş-k) ≥ 2.0 °C genlikler yılın 5 ayında görülmektedir. Bunlar haziran, eylül,
ekim, kasım ve aralık aylarıdır (Şekil 2). Aynı durum mevsimlik sıcaklık farklarında da
izlenmektedir. Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki uzun yıllık ortalama sıcaklık
farkı 2.01 °C’dir. En büyük ∆T(ş-k) değerleri sonbahar ve kış mevsiminde tespit edilmiştir
Ancak yaz ile kış arasında 0,05°C gibi çok küçük bir fark bulunmaktadır (Tablo 1).
Ilıman kuşaktaki şehirlerde ŞIA mevsimlik değişimi incelendiğinde bunun sıklıkla yılın
sıcak döneminde (yaz-sonbahar) oluştuğu tespit edilmiştir (Chadler 1965, Lee, 1979,
Unwin 1980, Oke1982, Oke 1987). Bu durum antropojenik ısının ŞIA gelişiminde ilksel
önem taşımadığı şeklinde yorumlanmıştır (Oke 1982, Oke 1987). Ankara’da ŞIA gelişimi
ılıman kuşakta şehirlere büyük oranda benzemektedir. Ancak Ankara’da kış aylarında da
büyük ∆T(ş-k) değerlerinin saptanması yörede hüküm süren yarı karasal iklim koşulları ve
jeomorfolojik özellikleri ile ilgilidir. Ankara’da kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan ısı
∆T(ş-k) genliği üzerinde etken olmaktadır. Havza jeomorfolojisinin bir sonucu olarak
5
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
UT(ş-k) (°C)
soğuk dönemde açık ve sakin günlerde yaşanan terselme, antropojenik ısının yere yakın
kısımda hapis olmasına neden olmaktadır. Bu durum Ankara’yı diğer ılıman kuşak
şehirlerinden farklılaştırmaktadır.
3
2
1
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12
Aylar
Şekil 2: ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi
Tablo 1: ∆T(ş-k) değerlerinin mevsimlik ve yıllık ortalamaları (1970-2002)
Mevsim
Kış
İlkbahar
Yaz
Sonbahar
∆T(ş-k) ºC
1,96
1,84
1,91
2,31
Yıllık
2,01
Benzer özellikler saatlik ortalama ∆T(ş-k) değerlerinin aylara dağılışında da tespit
edilmektedir. 3.0 °C den büyük ∆T(ş-k) değerleri mayıs ve kasım ayları arasındaki 7 aylık
döneme dağılmıştır (Şekil 3). Şekil 3, ŞIA dinamiği hakkında da önemli bilgiler
sunmaktadır. ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimleri incelendiğinde gündüz saatlerinde
düşük olan sıcaklık farklılığının özellikle güneşin batma saatlerinde hızla arttığı
görülmektedir. Isı kapasitelerinin düşük olması nedeniyle kırsal alanlar hızla soğurken
şehir alanlarının güneşten gelen enerji kesildikten sonra gün boyu emdikleri enerjiyi
atmosfere yaymaları, bu farkın hızla artmasına neden olmaktadır. Bu fark bütün aylarda
pozitif olarak saat 06’ya kadar büyüyerek devam etmektedir. Sabah saatlerinde ise güneş
doğması ile ısı kapasitesi düşük kırsal alanların hızla ısınmaya başlaması ∆T(ş-k)
genliğinin azalmasına neden olmaktadır (Oke ve diğerleri 1972). Gündüz saatleri ∆T(ş-k)
genliğinin en az olduğu saatlerdir. Sabah saatlerinde eş yükselti eğrileri arasındaki
sıkışıklık bu ısınmanın çok hızlı gerçekleştiğini göstermektedir. Şehir ve kırsal alanların
farklı ısınma tablolarını gösteren bu özellik Şekil 4’de görülmektedir.
6
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
12
10
Aylar
8
6
4
2
12 14 16 18 20 22 00
02 04 06 08 10 12
Saatler
Şekil 3: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi
Oke ve diğerleri (1972), şehir ve kırsal alanlar arasındaki soğuma oranları ve yer
ışımasındaki farklılıkları ŞIA gelişiminin ana nedeni olarak belirlemiştir. Farklı yüzeyler
arasındaki farklı soğuma oranları ŞIA genliği üzerinde etkili olmaktadır. ŞIA kırsal
alanlardaki yer ışımasıyla enerji kaybı, açık gökyüzü ve az kirletilmiş atmosfer nedeniyle
sabahın erken saatlerine kadar gelişmeye devam eder. Daha sonra ısınma şehir yüzeyleri
üzerinde türbülanslı bir karışma seviyesi oluşumuna neden olur, böylece şehir ve kırsal
alanlar arasındaki sıcaklık farkı akşam üzerine kadar azalmaya devam eder. Ankara’da
gündüz saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkı çok azken güneşin
batması ile fark hızla artmaya başlar ve bu fark sabah saatlerine kadar daha da belirgin
olur. Güneş doğmasıyla birlikte fark tekrar azalmaya başlar. Bunu ∆T(ş-k) değerlerinin
günlük gidişi de göstermektedir. Öğle saatlerinde 0,9°C ye kadar düşen ∆T(ş-k) genliği,
saat 05:00 de 3,0 °C ye kadar çıkar (Şekil 4).
7
∆T(ş-k)
UT(ş-k) (°C)
10
7
1
0
4
5
0
1
3
2
22
15
10
19
4
16
20
13
°C
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Saatler
AMİ
EMİ
Şekil 4: Sıcaklıkların günlük değişimi
Uzun yıllık ortalama mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arasındaki değişimleri
incelendiğinde en farklı mevsimin kış mevsimi olduğu görülür (Şekil 5a). Kış
mevsiminde diğer mevsimlerdeki kadar büyük ∆T(ş-k) yaşanmamaktadır. Yine bu
mevsimde akşam saatlerinde görülen büyük ∆T(ş-k) değerleri gündüz saatlerinde de
görülmektedir. Öğleden sonra yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri şehir atmosferine salınan
antropojenik ısı ile ilgili iken, sabah saatlerinde yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri terselme
ile ilgilidir( Şekil 5a). Yaz aylarında sabah saatlerinde kırsal alanların hızla ısınması ∆T(şk) genliğinin kısa bir zaman aralığında azalmasına neden olmaktadır (Şekil 5c). Kış hariç
diğer mevsimlerde büyük ∆T(ş-k) genliklerine 1980’li yıllardan sonra rastlanması artan
şehir etkisini yansıtmaktadır. Özellikle şehir merkezlerindeki az katlı binaların yıkılıp
yüksek katlı binaların yapılması şehir kanyon etkisini artırmaktadır. Şehir kanyonları
rüzgar hızını azaltmak, yerden yayılan uzun dalga boyundaki yer ışımasına engel olmak
ve gün boyu ısınan yüzey alan büyüklüğünü arttırmak gibi çeşitli etkilerle ∆T(ş-k)
genliğinin büyümesine neden olur (Johnson ve diğerleri 1991, Oke ve diğerleri 1991,
Runnals ve Oke 2000). Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişiminde saptanan
özellikler yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin dağılışında da tespit edilmektedir (Şekil 6).
3.2. Sıcaklık Farklarındaki Eğilimler
∆T(ş-k) değerlerinin doğrusal regresyon analizleri incelendiğinde gün içinde iki
farklı eğilim olduğu görülür. Kış haricinde öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar
negatif eğilimler vardır (Tablo 2). Yani şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık farkları
azalmaktadır. Öğle saatlerinde şehirsel alanlarda görülen türbülanslı karışım seviyesi bu
azalma eğilimi üzerinde etkili olmaktadır. Negatif eğilimlerin yaz ve sonbahar aylarında
saat 19:00’a kadar görülmesi bu mevsimlerde güneşin geç batması ile ilgilidir. Günün
diğer zamanlarında pozitif eğilimler vardır. İlkbahar mevsimi dışında en büyük pozitif
eğilimler sabah saatlerinde görülmektedir. Bunda şehir alanlarında yüzey yapısının
8
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
b) İlkbahar
Saatler
Saatler
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
2000
2000
1995
1995
1990
1990
Yıllar
Yıllar
a) Kış
1985
1985
1980
1980
1975
1975
1970
1970
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
Saatler
Saatler
d) Sonbahar
Saatler
Saatler
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11
2000
2000
1995
1995
1990
1990
Yıllar
Yıllar
c) Yaz
1985
1985
1980
1980
1975
1975
1970
1970
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
Saatler
Saatler
Şekil 5: Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi
9
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
2000
1995
Yıllar
1990
1985
1980
1975
1970
12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12
Saatler
Şekil 6: Yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi
Tablo 2: Ankara’da sıcaklık farklarının doğrusal eğilimleri (°C 10 yıl-1)
Saat
01
02
03
04
05
06
07
08
09
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
10
Kış
0.20
0.18
0.20
0.20
0.17
0.19
0.17
0.20
0.25
0.14
0.17
0.07
0.06
0.04
0.00
0.00
0.04
0.13
0.16
0.18
0.18
0.21
0.19
0.19
İlkbahar
0.19
0.21
0.18
0.20
0.19
0.20
0.22
0.06
0.12
0.01
0.04
-0.07
-0.04
-0.02
-0.02
-0.04
-0.03
0.12
0.12
0.21
0.23
0.22
0.17
0.19
Yaz
0.08
0.09
0.08
0.12
0.19
0.34
0.33
0.15
0.22
0.05
0.04
-0.07
-0.11
-0.07
-0.12
-0.18
-0.17
-0.05
-0.06
0.03
0.04
0.11
0.03
0.09
Sonbahar
0.08
0.06
0.04
0.06
0.04
0.08
0.09
0.08
0.28
0.09
0.13
-0.06
-0.08
-0.07
-0.09
-0.15
-0.24
-0.10
-0.07
0.02
0.04
0.08
0.03
0.07
Yıllık
0.14
0.14
0.13
0.14
0.15
0.20
0.20
0.12
0.22
0.07
0.10
-0.03
-0.04
-0.03
-0.06
-0.09
-0.10
0.03
0.04
0.11
0.12
0.15
0.10
0.14
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
değişmesi, kırsal alanlarda ise değişmemesi etkilidir. Değişen yüzey yapısının yüksek ısı
kapasitesine sahip unsurlardan oluşması ve bu yüzeylerin toprağa olan sızmayı ve
buharlaşmayı azaltması sabah saatlerindeki sıcaklık farklarının artmasına neden
olmaktadır. Kış aylarında ∆T(ş-k) değerlerinde negatif eğilimler görülmemesi, artan rüzgar
hızı ve cephe koşulları ile ilgili olmalıdır. Artan rüzgar hızı ve cephesel koşullar şehirler
üzerindeki şehir sınır tabakasının dağılmasına neden olmaktadır. Bu da şehir ve kırsal
alanlar arasında sıcaklık farklılıklarını ortadan kaldırmaktadır. Şehirleşme etkisi ile
saatlik sıcaklık farklarında sıklıkla 0.20 °C 10-1 gibi büyük sıcaklık eğilimleri
saptanmıştır.
3.3. Sıcaklık Farklarının Sıklık Dağılımları
Sıcaklık farklarının mevsimlik sıklık dağılışı incelendiğinde gündüz saatlerinde 1-2
°C arasındaki sıcaklık farkları sıklığının yüksek olduğu görülmektedir (Şekil 7,8,9,10).
06
1500
12
Gün1500
15
1000
1000
Sıklık
500
10
8
6
4
2
0
-10
UT(ş-k) (°C)
-2
0
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-4
500
-6
Sıklık
09
-8
Gün
UT(ş-k) (°C)
Gün 1500
18
21
Gün1500
03
1000
1000
UT(ş-k) (°C)
10
8
6
4
2
0
-2
-4
0
-6
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
500
-8
500
-10
Sıklık
Sıklık
00
UT(ş-k) (°C)
Şekil 7: Kış mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları.
Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
Bu sınıf aralığındaki değerlerin sıklığı akşam üzeri % 40’a kadar çıkar. Gündüz
saatlerinde grafiğin dar bir sıcaklık bandında dağılması ve sivri şekle sahip olması gündüz
saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkının az olduğunu
kanıtlamaktadır. Akşam saatlerinde ise pozitif sıcaklık farklarının sıklığı artar. Bu da
11
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
06
Gün 1500
12
15
500
UT(ş-k) (°C)
8
6
4
2
0
-2
-4
-10
8
0
10
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-6
500
1000
-8
1000
Sıklık
UT(ş-k) (°C)
Gün 1500
18
Gün 1500
00
03
Sıklık
500
1000
0
500
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-8
Sıklık
21
1000
10
Sıklık
09
10
Gün 1500
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Şekil 8: İlkbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın
% 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
Gün1500
06
1300
09
700
500
300
500
18
1500
Gün
00
1500
21
1000
Sıklık
500
0
03
1000
500
UT(ş-k) (°C)
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
8
10
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-10
Sıklık
10
8
6
4
2
0
-2
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Gün
-4
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
-6
0
100
-100
1000
-8
Sıklık
900
12
1500
15
Sıklık
1100
Gün
UT(ş-k) (°C)
Şekil 9: Yaz mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50
olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
12
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
grafikleri basık bir hale getirmektedir. Bu durum özellikle sonbahar mevsimde çok
belirgin olarak görülmektedir (Şekil 10). Örneğin sonbahar mevsiminde sabah saat
06:00’daki en yüksek sıklığa 5-6 °C arasındaki ∆T(ş-k) değerleri sahiptir. Bu sınıftaki ∆T(şk) değerinin sıklığı %18.13’tür. Hiçbir mevsimde -2 °C’ den düşük ∆T(ş-k) değerinin sıklığı
%1’in üzerine çıkmaz. Oysa %1’den yüksek sıklığa sahip pozitif sıcaklık farkı 8 °C’ye
kadar çıkar. Tüm mevsimler ve yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık analizleri incelendiğinde
günün her saatinde sıklıkların sıcak tarafta yığıldığı görülür. Gündüz saatlerinde sıklık 12 °C sağa kaymışken, gece saatlerinde bu 2-4 °C arasında değişmektedir. Bu da
Ankara’da belirgin bir ŞIA geliştiğinin kanıtıdır. Bu durum şehirlerde insan aktiviteleri
sonucunda yayılan antropojenik ısı yanında şehirsel alanların güneş battıktan sonra daha
geç soğuması ile ilgilidir. Kış mevsiminde gündüz saatleri ile akşam saatlerinde görülen
∆T(ş-k) değerlerinin büyüklükleri arasında çok büyük farklılıklar yoktur (Şekil 7). Bu
durum kış mevsimini diğer mevsimlerden ayırmaktadır. Soğuk mevsimde binalardan
yayılan antropojenik ısı yayılımı ŞIA gelişiminde termal iletkenlik ve şehir geometrisi
kadar önemli bir role sahiptir. Gündüz saatlerinde şehir alanlarının kısa dalga enerjiyi
daha fazla absorbe etmesi buna karşılık kuru kırsal alanlardaki düşük albedo gündüz
pozitif sıcaklık anomalisine neden olmaktadır (Jauregui 1997).
Gün1500
06
1300
09
Sıklık
900
700
12
15
Sıklık
1100
Gün 1500
1000
500
500
300
18
1500
21
1000
500
0
Gün
Sıklık
10
8
6
4
2
0
00
1500
03
1000
500
UT(ş-k) (°C)
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
0
-10
Sıklık
-2
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Gün
-4
-6
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
-100
-8
0
100
UT(ş-k) (°C)
Şekil 10: Sonbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın
% 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir.
13
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Sıcaklık farklarının yıllık en yüksek frekansları incelendiğinde gündüz saatleri ile
akşam saatleri arasında 1°C lik bir sıcaklık oynaması görülür.Yine akşam saatlerinde
sıklık değerlerinin düşmesi ve pozitif tarafa doğru yayılması Ankara’daki ŞIA gelişimi
kanıtlayan bir faktördür (Şekil 11).
5000
Gün
06
4500
3000
3000
Sıklık
3500
4000
3500
2500
12
4500
09
4000
2500
2000
2000
1500
1500
1000
1000
15
500
500
8
10
6
00
4500
4000
3500
3000
2500
2000
1500
1000
500
0
10
8
6
4
2
0
-2
-4
03
-6
10
8
6
Sıklık
UT(ş-k) (°C)
4
2
0
-2
-4
-6
-8
4
Gün5000
21
-8
18
4500
4000
3500
3000
2500
2000
1500
1000
500
0
-10
Gün5000
-10
2
UT(ş-k) (°C)
UT(ş-k) (°C)
Sıklık
0
-2
-4
-10
10
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
-8
-10
-6
0
0
-8
Sıklık
Gün5000
UT(ş-k) (°C)
Şekil 11: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllık sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu
sıcaklıkları göstermektedir.
4. Tartışma
Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki yıllık ortalama sıcaklık farkı 2.01
°C’dir. Yıllık ortalamada görülen pozitif fark tüm aylarda da saptanmıştır. Bu durum
Ankara şehir alanının çevresine göre daha sıcak ortamlar yarattığını göstermektedir. Yani
şehirleşme sonucunda Ankara’da çevresine göre mikro iklim alanları gelişmektedir. Bu
farklılık özellikle küresel iklim değişikleri çerçevesinde yapılan çalışmalarda dikkate
alınmak zorundadır. Küresel ısınmaya bağlı olarak ülkemizde de sıcaklık eğilimlerinde
değişiklikler olmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda İç Anadolu Bölgesi’nin geneli
ve Ankara’da sıcaklıklarda genellikle azalma eğilimleri saptanmıştır (Türkeş ve diğerleri
1995 Kadıoğlu 1997, Türkeş ve diğerleri 2002 ). Bu durum Doğu Akdeniz Havzasındaki
genel soğuma eğilimi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak şehirleşmenin oluşturduğu bu fark
eğilimin yönünü ve anlamlılık düzeyini etkileyecek büyüklüktedir. Bu nedenle sıcaklık
eğilimleri ile ilgili çalışmalarda şehirleşme etkisi muhakkak göz önüne alınmalıdır.
14
Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık …
Ankara’da ŞIA diğer ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi yaz ve sonbahar
mevsimlerinde oluşmaktadır. Ancak Ankara’da çanak morfolojisinin sonucu olarak
oluşan terselmeler kış mevsiminde de büyük ŞIA değerlerinin görülmesine neden
olmaktadır. Kış mevsimi diğer mevsimlerden ayrılan özelliklere sahiptir. Diğer
mevsimlerde gündüz ve akşam saatlerinde büyük ∆T(ş-k) genliği bulunmasına rağmen kış
mevsiminde bu genlik çok büyük değildir. Bunda kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan
ve şehir atmosferine salınan enerji ile terselmenin etkisi vardır. Özellikle antropojenik
enerji gündüz saatlerinde de diğer mevsimlere göre yüksek ∆T(ş-k) değerlerinin
görülmesine neden olmaktadır. Kış aylarında gündüz saatlerinde de büyük ∆T(ş-k)
değerlerinin görülmesi aylık ortalamaların yüksek çıkmasına neden olmaktadır.
∆T(ş-k) değerlerinde en büyük eğilimler ilkbahar mevsimi hariç sabah saatlerinde
yaşanmaktadır. Gündüz saatlerinde de genellikle negatif eğilimler vardır. Bu gündüz
saatlerinde ısınan şehir yüzeylerinin yarattığı türbülanslı karışım seviyesi ile ilgilidir.
Kaynakça
Chandler, T. J. 1965 The Cclimate of London, Hutchinson, 292 p.
Chandler, T. J.1970 Selected Bibliography on Urban Climate, WMO Pub. No: 276, T.P.
155.
Çiçek, İ. 1996 “Thornthwaite Metoduna Göre Türkiye’de İklim Tipleri” Ank.Üniv., DTC.
Fak., Coğ. Araş. Der, 12:33-71.
Çiçek, İ. 2000 “Türkiye’de Termik Dönemlerin Yayılışı ve Süreleri” Ank. Üniv. DTC Fak.,
Fakülte Der., C:40:1-2:189-212.
Erol, O. 1973 Ankara Şehri Çevresinin Jeomorfolojik Ana Birimleri. A.Ü. D.T.C.F. Yay.
No: 240, Coğ. Araş. Enst. Yay. No:16.
Erol, O. 1976 “Ankara Şehrinin Gelişiminde Doğal Koşulların Etkisi” 50. Yıl
Konferansları, A.Ü. D:T.C.F. Yay. No: 257.
Jauregui, E. 1997 “Heat İsland Development in Mexico City”. Atmospheric Environment,
31, 22, 3821-3831
Johnson, G.T., Oke, T.R., Lyons, T.J., Steyn, D.G., Watson, I.D., Voogt, J.A., 1991
“Simulation of Surface Urban Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 1: Theory and
Tests Against Field Data” Boundary-Layer Meteorology, 56:275-294
Kadıoğlu, M. 1997 “Trends in Surface Air Temperature Data Over Turkey” Int. J.
Climatol, 17:511–520.
Karaca, M., Tayanç, M., Toros, M. 1995a “Effects of Urbanization on Climate of Istanbul
and Ankara” Atmospheric Environment, 29, 23, 3411-3421.
15
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Karaca, M., Anteplioğlu, Ü., Karsan, H. 1995b “Detection of Urban Heat Island in Istanbul,
Turkey” Il Nuovo Cimento, 18, 1, 49-55.
Karaca, M., Tayanç, M. 1998 “Urbanization Effects on the Regional Climate in Turkey”
Proceedings of Second European Climate Conference, 18-23 October 1998 Vienna.
Landsberg, H. E. 1981 The Urban Climate, Academic Press, 275 pp.
Lee, D. D. 1979 “Contrasts in Warming and Cooling Rates at an Urban and a Rural Site”
Weather, 34, 60-66.
Oke, T. R. Yap, D., Maxwell, G. B, 1972 “Comparison of Urban/Rural Cooling Rates at
Night” Proceedings Int. Symp. On Environment and Second Conf. On Biometeor, American
Meteor Soc, Boston 17-21.
Oke, T. R. 1974 Review of urban climatology 1968-1973. WMO Tech Note No 134
Oke, T. R.1982 “The Energetic Basis of the Urban Heat Island” Quarterly Journal of the
Royal Meteorological Society, 108: 455, 1-24.
Oke, T. R.1987 Boundary Layer Climates, Routledge New York 435 p.
Oke, T. R., Johnson, G. T., Steyn, D. G., Watson, I. D. 1991 “Simulation of Surface Urban
Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 2: Diagnosis of Causation” Boundary-Layer
Meteorology, 56:339-358.
Runnals, K. E., Oke, T. R. 2000 “Dynamics and Controls of the Near-Surface Heat Island
of Vancouver, British Columbia” Physical Geography, 21:4, 283-304.
Tayanç, M., Toros, H. 1997 “Urbanization Effects on Regional Climate Change in the Case
of Four Large Cities of Turkey” Climatic Change, 35, 501-524.
Türkeş, M., Sümer, U., M., Kılıç, G. 1995 “Variations and Trends in Annual Mean Air
Temperatures in Turkey With Respect to Climatic Variability” Int. J. Climatol , 15:557-569
Türkeş, M., Sümer, U. M., Demir, İ. 2002 “Re-Evaluation of Trends and Changes in Mean,
Maximum and Minimum Temperatures of Turkey for the Period 1929–1999” Int. J.
Climatol, 22: 947–977.
Unwin, D. J. 1980 “The Synoptic Climatology of Birmingham’s Urban Heat Island” 196574. Weather, 35, 43-50.
16
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 31-50, ELAZIĞ-2005
UYGULAMALI COĞRAFYADA SUÇ HARİTALARI II :
SUÇ HARİTA TİPLERİ
Crime Maps in Applied Geography: Types of Crime Maps II
Erdal KARAKAŞ
Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Elazığ.
e kar ak as@ f ir a t. edu. tr
ÖZET
Günümüzde bir çok bilim dalı tarafından yapılan suç çalışmalarında suç haritaları yoğun bir
şekilde kullanılmaktadır. Bilim dalı ve çalışmanın özelliğine göre çeşitli tipte üretilen suç
haritalarının tipi, çalışma sahası ve buna bağlı olarak temin edilen veri kaynağının değişimi
nedeniyle farklılaşmaktadır.
Suç haritalarının çiziminde asıl amaç suçun oluştuğu ve geliştiği alanlar arasındaki
ilişkilerin ortaya çıkarılması ve analiz edilmesidir. Analiz işlemi çerçevesinde alanda meydana
gelen suçların artış, azalış, dağılış ve arazi kullanımıyla ilgili çeşitli bağlantıları değerlendirilir.
Bu çalışmada suç harita tiplerinden örnekler verilerek olumlu ve olumsuz yönlerinin
değerlendirilmesi yapılacak ve hangi tür veri ile ne tür bir harita çizilebileceği açıklanmaya
çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Suç Harita Tipleri.
ABSTRACT
At present, Crime maps are densly used in crime studies carried out by many branches of
science. The types of the crime maps produced in various sorts according to the branch of the
science and to the character of the study vary because of the source- change of the data obtained
depending on the study- field.
The basic aim in making the crime maps is to identif the relations between the fields in
which the crime develops and occurs and to analyze them. In the analysis process; the increase,
decrease, distribution of the crimes, and their links related to the usage of the field are evaluated.
In this study, the positive and negative aspects of the crime maps will be evaluated by
giving examples from the crime maps, and what type of the crime map can be made with what
kind of the data will try to be explained.
Key Words: Types of the Crime Maps.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Bugün suç haritaları bir çok bilim dalı tarafından yapılan suç çalışmalarında
kullanılmaktadır. Bu haritalarda asıl amaç suçla onun geliştiği veya oluştuğu alan
arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılması ve analiz edilmesidir. Analiz işleminde alanda
meydana gelen suçların artış, azalış, dağılış ve arazi kullanımıyla ilgili çeşitli bağlantıları
değerlendirilir.
Günümüzde suç haritaları elde ve coğrafi bilgi sistemleri ile kullanılan bilgisayar
programları yardımıyla bilgisayarda yapılabilmektedir. Bilgisayarda harita üretimi
gelişmiş batı ülkelerinde gelişmekte olanlara nazaran daha fazladır. Zira bilgisayar
donanımının pahalı oluşu, ülkelerin ekonomik yapılarındaki farklılık, gelişmiş olan
ülkelerde bilgisayar kullanımını artırırken, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerde
azalmasına neden olmaktadır. Diğer yandan bu ülkelerde hem kurumlardaki bilgisayar
miktarı ve kullanım oranının düşüklüğü, hem de kurumların sahip olduğu bilgilerin
bilgisayarlara yüklenmemiş olması da başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bir de
bunlara kurumlar arasındaki bilgilerin birbirlerine transferini sağlayacak bir bilgi ağının
bulunmaması (Griffin, 2001, 1-3) ve yetersizliği de eklenirse, suç haritalarının
üretilmesinin imkansız hale gelmesi daha da iyi anlaşılacaktır.
Suç haritalarının yapımında haritanın amacı, sunulacağı birim, kullanılan veri tipi
önemli rol oynamaktadır (Velasco, Boba,2000,1, Karakaş, 2005). Bu nedenle Haritanın
yapımı ve tipinin seçiminde yukarıda sunulan faktörlerin dışında, çalışmayı yapan kişinin
bağlı bulunduğu bilim dalına, çalışmanın niteliğine ve kişinin amacına göre
farklılaşmaktadır. (Yön, 2001, Demirci, Çoban, 2002, Murray, T. A, Mcguffog, I,
Western, J, Mullins, P, 2001, Canter, 2000). Sonuçta dinleyici veya bilgi sunulan grubun
niteliğine göre oluşturulan suç haritalarının detayı farklılaşmaktadır. Mesela halkı ve üst
makamı bilgilendirme amacıyla valiliğe verilen brifing ile emniyetin kendi birimleri
içerisindeki özel suç çalışmalarında kullanmak üzere hazırladıkları haritalar biri birinden
farklı olmaktadır. Zira her birimin beklentisi ve bilgi ihtiyacı farklılaştığından detaylarla
birlikte harita tipide değişmektedir.
Bu nedenle haritalar, bir alandaki toplam suç miktarının dağılışını ya da yıllar
içindeki gelişmesini göstermek veya bir suç tipinin belirli özellikleri çerçevesinde (yıl, ay,
gün, saat, belirli bir mahalle, mahalle içinde belirli bir cadde vb.), incelenmesi amacıyla
istenilen detaylarda yapılmaktadır.
32
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ ÇERÇEVESİNDE SUÇ HARİTALARININ
OLUŞTURULMASI
Coğrafi bilgi sistemleri ile bilgisayarlarda suç haritaları yapabilmek için öncelikle
suç bilgi sisteminin oluşturulması gerekmektedir. CBS’de coğrafi bilgiyi temsil etmek
üzere kullanılan grafik (konumsal) ve grafik olmayan (tanımsal, öznitelik) veriler olmak
üzere iki tür veri vardır. Grafik yani konumsal veriler coğrafi bir yerin ya da varlığın belli
bir koordinat sistemine göre konumunu ve biçimini ifade ederler. Biçimi nokta, çizgi,
alan şeklinde olan bu unsurlar bilgisayar belleğinde ve depolama birimlerinde vektör veya
raster formda temsil edilirler (Şekil 1).
Şekil.1. Coğrafi Bilgi Sistemleri Ortamında Suç Haritalamasında Grafik Verilerin İfadesi
Grafik olmayan (tanımsal, öznitelik) veriler ise konuma bağlı olmayan, doğrudan
detaya bağlı ve detayı tanıtıcı verilerdir. Bunlar, suçu işleyen kişi veya suçla ilgili veriler
olabileceği gibi suçun işlendiği alanla ilgili bilgilerde olabilir. Örneğin suçun işlendiği
yıl, ay, gün, saat, suçu işleyenin cinsiyeti, yaşı, mesleği, önceden suç işleyip işlemediği,
ikamet adresi, boyu, veya herhangi bir A mahallesindeki nüfusun cinsiyet durumu,
miktarı vb. öznitelik bilgileridir. Bu öznitelik bilgileri sayısal veya sözel karakterde
olabilir. Öznitelik bilgilerinin bilgisayar ana belleğinde ve depolama birimlerinde temsil
edilmesinde klasik bilgisayar kodlama yöntemleri kullanılır.
Gerek grafik gerekse grafik olmayan veri girişleri “katmanlar” halinde
gerçekleştirilir. Katman, aynı geometrik özelliğe (nokta, çizgi, alan) ve ortak tanımsal
özelliklere sahip detayların bütünüdür. Örneğin, “bina katmanı”, “yol katmanı”, “suç
katmanı” vb. Bu durumda belli bir bölgeye ait grafik ve grafik olmayan bilgiler katmanlar
halinde bilgisayar ortamına girilir (Şekil 2). İlişkisel veri modeline de uygun olan bu
33
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
katmanlama yaklaşımı hem görüntüleme işlemlerinde hem de katmanların üst üste
çakıştırılması ile analiz işlemlerinde büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Böylece girilmiş
bilgi detayına bağlı olarak farklı özellik ve çeşitlere göre suç haritaları ve analizleri
yapılabilir.
Bugün, GIS teknolojisindeki çok güçlü analiz araçları, alana bağlı suçların
ölçülmesini ve değişik alanlarla bağlantılar kurulmasını kolaylaştırmıştır. Ayrıca, polis
kayıtlarının bilgisayara yüklenmesi; polisin, şehir içindeki değişik alanlarda meydana
gelen suç faaliyetlerini sistemli olarak değerlendirmesine ve izlemesine imkan
tanımaktadır.
Günümüzde CBS ve bilgisayarlar yardımıyla aşağıdaki belli başlı analiz türleri
yapılabilmektedir.
Mekansal sorgulama (Spatial Query): Coğrafi bilgi kavramında hem coğrafi
konuma ilişkin grafik ve grafik olmayan bilgi, hem de bu bilgilerin kendi içlerindeki
karşılıklı ilişkileri anlaşılmalıdır.
Suç verileri
(Police data crime incidents)
Şehir planı yol ve kavşaklar
(City planning and roads)
Ada ve parseller
(Housing authoruty and structures)
Arazi kullanımı
(Tax assesor land use)
Şekil 2. Verilerin Katmanlar Halinde Gösterilmesi
Bilgiler arasındaki bu ilişkiler kullanılarak grafik bilgilerden grafik olmayan
bilgilere, grafik olmayan bilgilerden grafik bilgilere erişme işlemlerinin her birine
“mekansal sorgulama” denir. Mesela herhangi bir caddenin, sokağın yerleşme içindeki
yerinin tespiti, kısaca adres bulma ve yer tespiti, bir suç noktasına dokunduğunuzda o
suçla ilgili tüm bilgilerin görünmesi, merak ettiğiniz bir dönem veya bir yerdeki suçların
tahlil edilmesi mesela herhangi bir yılın belirlenen ayı içerisinde seçeceğiniz bir mevki
veya mahallede meydana gelen suçların görüntülenmesi, bir arsa, yol vb. sahanın
34
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
kullanım özelliği vb. alt detay bilgilerin görülmesi ve bu görüntülerin haritalanması
olayını içine alır (Şekil.3, 4)
Yakınlık Analizi (Proximity Analysis): Coğrafi detayları her yönden ve
tanımlanan uzaklık/uzaklıklarda çevreleyen yeni alan detaylar (tamponlar) oluşturulup
oluşturulan tamponlar içinde kalan detayları belirleme işlemine yakınlık analizi denir. Üç
çeşit coğrafi veri için üç ayrı tür yakınlık analizi vardır. Bunlar:
Nokta Detaylar İçin Yakınlık Analizi; Nokta tipinde coğrafi detay, merkez olmak
üzere istenen yarıçapta daire şeklinde bir alan (tampon) oluşturulup, bu alan içinde kalan
detaylar belirlenir. Örneğin bir suç veya suç yığınına (Hotspots) 30 metreden daha yakın
olan yerlerin ve kullanım alanlarının belirlenmesi için bu tür bir analiz yapılır (Şekil. 4 ).
Çizgi Detaylar İçin Yakınlık Analizi; Çizgi tipindeki detayları çevreleyecek şekilde
istenen uzaklıkta alanlar (tamponlar) oluşturulup, bu tamponlar içinde kalan detayların
belirlenmesi işlemidir. Örneğin Ana yolların 100 metre yakınındaki suçları görüntülemek
için böyle bir analiz uygulanır.(Şekil. 5 ).
Alan Detaylar İçin Yakınlık Analizi; Alan tipindeki detayları çevreleyecek şekilde
istenen uzaklıkta alan (tamponlar) oluşturulup, bu saha içinde kalan detayların
belirlenmesi işlemidir (Şekil. 3). Örneğin bir okul veya hastanenin 50 metre yakınındaki
suçların dökümü için bu yöntem kullanılır.
Ağ analizi (Network analysis): Yol, kanalizasyon, elektrik şebekesi vb. çizgisel
detaylar birer ağ oluşturur. Ağ analizi kapsamında üç tür işlem vardır. Bunlar;
Optimum güzergah belirleme (Optimum path determination) :İlgilenilen coğrafi
bölge içerisinde bir noktadan başka bir noktaya olan en uygun güzergahın belirlenmesi
işlemidir. Örneğin; polis ekip otosu ile olay yeri arasındaki en uygun güzergahın
belirlenmesi, askeri birliklerin intikallerinin planlanması.
Adres belirleme (Address matching) Ağ üzerinde istenen adreslere ulaşma
işlemidir.
Kaynak tahsisi (Resource allocation) Ağ üzerindeki belli merkezlere en yakın
adreslerin belirlenerek çeşitli amaçlar için tahsis edilmesi işlemidir.
Grid analizi (Grid analysis) :Raster yapıdaki veriler kullanılarak Optimum
koridor belirleme Modellendirme ve simulasyon gibi yapılan analiz işlemleridir (Taştan,
Bank, 1994, Yumralıoğlu .2000, Karakaş, Karadoğan, Arslan, 2003,a, 2004).
Gerek elde gerekse bilgisayarlarda üretilen haritaların her ikisinin de avantajlı ve
avantajsız yönleri bulunmaktadır. Elde çizilen haritalarda yapılan hatanın düzeltilmesinin
zorluğu (jiletle silinmesi), çiziminin oldukça uzun zaman alması, yeni bilgilerin
işlenmesinin imkansızlığı, çok fazla sayıda unsur olduğunda karmaşık hale gelmesi ve
35
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
detay unsurların gösterilememesidir. Bilgisayar yardımıyla çizilen haritalarda ise. hatanın
anında düzeltilebilmesi ve hata izinin kalmaması, yeni bilgilerin kolaylıkla kayıt edilmesi
(uzun yıllara ait verilerin girilebilmesi), çok kısa sürede istenilen ölçekte ve değişik
özellikte farklı unsurlara bağlı haritaların (suç-arazi kullanımı, suç- ulaşım ağı, suçmahalle, suç- belirli bir mekan-iş hanı,okul vb.) üretilebilmesi, farklı unsurların bir arada
gösterilebilmesi, işlenen unsurların doğru olarak yerine konulabilmesidir.
Şekil.3 Daire İçinde Seçilen Alandaki Suçların Detayları
İstatistiksel haritalar kantitatif ve kantitatif olmayan olmak üzere iki grup içinde
incelenir (Özgüç, 1994, 195). Suç haritaları sayısal verilere dayandığı için kantitatif
haritalar grubunda yer alan tematik haritalardır ve harita tipinin seçiminde veri, alan,
çalışma tipi ve amacı önemli rol oynamaktadır (Karakaş, 2005).
Eldeki verinin niteliği önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç
verilerinde yer ve alansal özellikler bulunmakta ve bu durum haritalamada etkili
olmaktadır. Veriler suçun işlendiği cadde ve sokak detaylarında ise yer, mahalle veya il
bazında ise alan bilgisi ön planda yer almaktadır. Böylece veri detayı harita tipini ve
36
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
detayını farklılaştırmaktadır. Suç haritalamadaki amaç suçların dağılışı, yoğunluğu ve
bunları etkileyen yani artmasına veya azalmasına neden olan faktörlerin yada alanların
tespitidir. Böylece suçları önleme, azaltma çalışmalarının yapılması ve olayların
aydınlatılması daha da kolaylaşmaktadır. Suç verilerinde yer bilgisi olduğunda değişik
nokta sembollü, alan bilgisinde ise tarama (koroplet) haritalar kullanılmaktadır (Karakaş,
2005). İlkinde dağılış ikincisinde ise yoğunluk ön plandadır (Özgüç, 1994, 211) Esasta bu
kural araştırmacının araştırma esnasında vermek istediği özelliğe bağlı olarak değişiklik
gösterebilmektedir. Mesela yer bilgisinin bir alana bağlı olduğu göz önünde tutulursa ve
elinde yer bilgisi olan bir çalışmacı olayı genel bir alan içinde vermek isterse alana bağlı
koroplet harita, eğer suçların işlendiği yerleri göstermek isterse nokta sembollü
haritalama yapabilir.
Suç- Çevre
İlişkisi
∗∗
∗∗
λ
∗∗
∗∗
∗∗
∗∗
∗∗λ
∗∗ ∗∗∗
∗
∗∗ λ ∗∗
λ
λ
∗∗
∗∗
Şekil.4 Seçilen Bir Alan ve Onun Detayı
Çalışma alanı verinin niteliğini ve kapsamını etkilemektedir. Alanın ülke, bölge,
eyalet, şehir veya mahalle olmasına bağlı olarak veri özelliği de değişecektir. Ülke, eyalet
veya bölge çalışmasında veri miktarının artışı ve temin zorluğu alansal verileri ön plana
çıkarmaktadır. Şehir veya mahalle ölçeğindeki bir çalışmada ise veri temini daha kolay
olduğundan yer bilgileri ön plana çıkabilmektedir (Karakaş, 2005). Böylece ilkinde alana
37
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ait toplam veriler, ikincisinde ise suçların oluştuğu yerlerin detay verileri önem
kazanmaktadır. Dolayısıyla ülke, eyalet ve bölge çalışmasında koroplet, şehir
çalışmasında ise çoğunlukla nokta sembollü haritalar ön plana çıkmaktadır. Fakat harita
tipinin seçimini çalışma konusu, çalışmayı yapanın bakış açısı ve amacı önemli ölçüde
etkilemektedir. Zira istihbarat (bilgi toplama), suç tahmin, taktiksel, stratejik, yönetimsel
olmak üzere 5 tipe ayrılan suç analizi (Boba, 2001) hem kendi içerisinde hem de diğer
bilim dallarına göre farklılaşmaktadır. Çünkü her birinin amacı ve kullandığı veri ihtiyacı
ile detayı değişmektedir.
Şekil.5 Hindistan Chennai Şehrinde Belirli Güzergahlara Göre Oto Suçlarının Durumu
(Karuppannan, 2001)
Kısaca çalışmayı yapanın mensup olduğu bilim dalı, çalışma konusu ile konuya
bakış açısı ve değerlendirmesi makro veya mikro ölçekte değişiklik göstermektedir.
Burada kastedilen sadece alanın büyümesi değil olaya bakış açısının ve
değerlendirmesinin detayıdır. Mesela şehir çalışmasında mahalle ölçeğinde çalışma
38
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
makro, o mahalle içinde cadde ve sokak ölçeğindeki çalışma da mikro ölçektedir.
Dolayısıyla ilkinde hem nokta hem de koroplet harita kullanılabilirken, ikincisinde sadece
nokta sembolü harita kullanımı daha ön plana çıkar.
NOKTA SEMBOLLÜ HARİTALAR
Dağılış haritaları içinde en çok kullanılanlarından biri olarak dikkati çeker. Bu tip
haritalarda nokta değeri, büyüklüğü ve lokasyonu önemli unsurdur (Özgüç ,1994, 212).
Eğer veriniz yer detayına sahipse yani adres bilgisi (cadde, sokak vb.) varsa ve dinleyici
ya da çalışmayı yapan için yer detayı önemli ise bu tip haritalar kullanılır. Yani
noktalama işlemi suçun veya suçların işlendiği lokasyona göre yapılır ve haritadaki her
bir nokta suçun işlendiği yeri gösterir (Şekil.6). Bu tip haritalar karakol suç defteri
verileri kullanılarak yapılır (Karakaş, 2005) ve haritada suç yada suçlar işlendiği yerler
cadde, sokak bazında görülebilir (Şekil. 6,). Fakat yer detayından kaçınıp özet bilgi verme
amacıyla harita üretildiğinde detaydan kaçınarak verilebilir ki bu durumda cadde ve
sokak detayı gösterilmeden harita üretilir (Şekil. 7, 8). İlk tipinde okuyucu hangi suçun
yerleşmenin hangi mahalle, cadde ve sokağında yer aldığını rahatlıkla görebildiği halde
(Şekil. 6), ikinci tipte suçların hangi mahallelerde yoğunlaştığını görürken cadde ve
sokakların hangileri olduğunu bilemez (Şekil .7, 8). Dolayısıyla haritaların
oluşturulmasında çalışmanın amacı veya sunulacağı birime göre tercih yapılabilir.
İlk tipinde alanda suçların yoğunlaştığı cadde ve sokaklar belli olduğundan suçların
oluş nedenleri, önleme ve mücadelenin nerelerde yürütülmesi gerektiği net şekilde ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla genel bir alan içinde problemin yoğunlaştığı yerler net olarak
belirdiğinden emniyet ve özel suç çalışmalarında daha çok tercih edilmektedir. Böylece
zaman, para, eleman konusunda tasarruf sağlanmakta ve problemin çözümü daha da
kolaylaşmaktadır. Suçların herhangi bir sahadaki (şehir, mahalle, karakol sorumluluk
alanı, vb.) durumu haftalık, aylık ve günlük dağılışlar şeklinde verilebildiği gibi, yıl veya
yıllar bazındaki gelişmesi de haritalanabilir. Bu tip haritalar, karakolda görevli ekiplere
karakol sorumluluk alanındaki suçların dağılışı, miktarı, çeşidi, gibi özellikleri gösterme
ve üst makama bölgedeki son durum hakkında bilgi verme amacıyla kullanılabilir
(Karakaş, Arslan, Karadoğan, 2003,b, 359).
Bu tip haritalamanın olumsuz yönlerinden birisi aynı noktada veya yerde birden
fazla suç işlendiğinde noktaların birbirini kapatması ve haritanın karmaşıklaşarak
netliğinin bozulmasıdır (Şekil.9). Yukarıdaki olumsuzluklar ya alana bağlı koroplet
haritaları ile ya da büyüyen daireler (semboller) kullanılarak giderilebilir. Nokta sembollü
haritalar verinin az olduğu küçük alanlar veya birkaç aylık veriler ile çalışma yapıldığında
39
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
daha uygundur. Bu tip haritalar geçmişte ve günümüzde polis merkezleri ve karakollar
tarafından kendi sorumluluk alanlarındaki suçları yada geniş bir alan içerisinde belirli
suçların yoğunlaştığı lokasyonları (yerleri) görme ve özel çalışmalar yapmak amacıyla
yoğun olarak kullanılmıştır. Geçmişten günümüze tek fark geçmişte elle çizilen
haritaların günümüzde bir takım programlar yardımıyla bilgisayarlarda daha rahat ve kısa
zamanda çizilebilmesidir.
Şekil.6 İşlenen suçların Yer Detayı Örneği Elazığ.
Şekil. 7 Elazığ Şehrinde Cep Hırsızlığı 2001 (Karakaş,2004)
40
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
0
%
1000 m
Her nokta bir işyeri hırsızlığını göstermektedir.
Şekil. 8 Elazığ Şehrinde İşyeri Hırsızlığının Dağılışı (Karakaş,2004)
>
ARAC HIRSIZLIGI
(30)
AZMETTIRME
(13)
CEP TIRNAK
(22)
DIGER
(9)
EV HIRSIZLIGI
(103)
IS YERI
(119)
OTODAN HIRSIZLIK (52)
%
0
1,000
2,000
metre
Şekil..9 Elazığ Şehrinde Hırsızlıkların Dağılışı 2001.
41
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
DERECELENDİRİLMİŞ NOKTA SEMBOLLÜ HARİTALAR
Bir lokasyonda veya alanda birden fazla suç sayısı varsa tek nokta sembollü
haritada aynı yerde çok sayıda suç olayı meydana geldiğinde her bir suç noktası diğerini
gölgeleyeceğinden (Şekil.9) tek sembollü noktalamalı harita yerine büyüyen sembollü
haritalar üretilerek bu olumsuzluk ortadan kaldırılabilir. Böylece belirli bir sokakta veya
caddenin belirli bir alanında meydana gelmiş olaylar oluş yerleri ve sayılarıyla birlikte
rahat bir şekilde görülebilir (Şekil.10). Bu tip haritalar belirli bir suç çalışmasında, trafik
kazalarının değerlendirilmesinde ve herhangi bir alanda veya yerde meydana gelen
suçları göstermede kullanılabilir. Trafik kazalarında her bir kavşakta meydana gelen
trafik kaza sayısı ve meydana geldiği kavşaklar rahatlıkla görülebilir. Ayrıca iki farklı
unsur verilmek istendiğinde büyüyen daireler ile koroplet haritalar birleştirilerek ikisi bir
arada verilerek haritalanabilir. Bu tip haritalarda suçları etkileyen diğer faktörlerle suç
dağılışı arasındaki ilişkilerin verilmesi amaçlanır (Şekil.11,12 ).
Şekil.10. Derecelendirilmiş Nokta Sembollü Harita (Bromley, Thomas, 1997)
42
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
Şekil..11. Elazığ Şehrinde İşyeri Hırsızlığının İşyeri Sayısı ile Olan İlişkisi
YOĞUNLUK HARİTALARI
TARAMA (KOROPLET ) HARİTALAR
Alana bağlı oluşturulan tematik haritalarda ilk akla gelen koroplet haritalarıdır.
Mahalle, ülke, eyalet gibi sınırlı bir saha içindeki olayların nerelerde yer aldığını açıklar
ve alanlar hakkında özet bilgiler sunar ( Harries, 1999, 24). Tüm alan içindeki miktarın
alanın tümüne eşit dağıldığı varsayılarak (Özgüç, 1994, 216) herhangi bir idari veya
yönetim alanının istatistiksel değerlerine göre oluşturulan haritalardır. Ülke geneli illere
göre suç oranları, herhangi bir yerleşim biriminde yer alan mahallere göre suç oranları
veya yerleşim birimlerindeki oturan nüfusa göre (1000) suç yoğunluğu gibi haritalar bu
tip haritalara örnek olarak verilebilir (Şekil.12, 13). Koroplet haritalarla olay ya da
olayların yer aldığı alanlar hakkında özet bilgi sunulduğu gibi buralarda ki suçların yıllar
bazındaki gelişimi, değişimi ile alanlar arasındaki farklılıklar gösterilir.
Yoğunluk haritalarında suç çalışmalarında bilgisayarlar yardımıyla suç yoğunlaşma
alanlarını gösteren haritalar yapılmaktadır ki buna hotspot adı verilmektedir. İlk bakışta
yoğunluklara bağlı tarama haritaları gibi gözükse de bunlardan farklı bir özelliğe sahiptir.
Tarama haritalarında (koroplet) ele alınan bir A alanındaki toplam sayısal verinin o alan
büyüklüğü ile olan ilişkisi ön plandadır. Yani alan büyüklüğüne göre sonuç çıkar. Mesela
bir alandaki nüfusun toplamı ile o alanın büyüklüğü arasındaki oranı verir. Oysa o alan
içinde de ele alınan veya bulunan miktar standart bir dağılımda değildir ve alan içinde
43
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
arazi kullanımı, konut veya bina yoğunlukları ve özellikleri gibi çeşitli nedenlerden
farklılıklar vardır. Ama bu farklılıklar haritada göz önünde bulundurulmaz. Oysa
‘hotspot’da suçların dağılış özelliğine göre bir A alanı içinde tüm alanda aynı yoğunluk
ortaya çıkmaz ve gerçek dağılım bazında farklı yoğunluk kademeleri oluşur. Zira ele
alınan A alanı grid sisteme göre belirli parçalara ayrılmıştır (Şekil.14,15). Yani alan
tamamıyla belirli genişlikte karelere bölünmüş ve her bir kare içindeki suç sayısına göre
yoğunluk oluşturulmuştur (Şekil.16). İlkinde tüm alan miktarı suç sayısına bölünerek
yoğunluk bulunuyordu bunda ise her bir grid alan içindeki dağılışa göre yoğunluk ortaya
çıkmaktadır. Kısaca gerçek yoğunluk değerleri ortaya çıkarılmış olur. Hotspot suç
lokasyonlarını tespit, önleme ve suç oranını azaltmak amacıyla yapılır. Başka bir ifade ile
alandaki suç dağılışının analiz işlemidir ki suçun zaman, cins ve diğer karakterleriyle
birlikte ele alınarak yoğunlaşma noktalarının analizine dayanır (Harries,1999,23).
Şekil.12 Hindistan Chennai Şehrinde Mahallelere Göre Nüfus ve Suç Oranı İlişkisi
(Karuppannan, 2001)
44
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
Yani suçların, olayların, miktar, zaman ve coğrafi yönlerden belirli kriterleri
karşılayan hassas alanların bulunması, olayların yer ve zaman değişiminin incelenmesidir
(Erdoğan, Düzgün, 2003). Hot spot işleminin yapılabilmesi için elde en az bir yıllık
verilerin olması gerekir. Çok uzun yıllara ait veriler bulunduğunda geçmişteki verilerle
yapılan işlem ile günümüzdeki durumun karşılaştırılması yapılabilir. Böylece ele alınan
dönemler içinde suçların yoğunluk bölgelerinde bir değişim olup olmadığı yani gerileme
ve ilerleme alanları net bir şekilde ortaya çıkabilmektedir (Şekil.17). Bu durum mücadele
ve alınan tedbirlerin başarı oranını göstermekte ve nerelerde ne tür çalışmaların
yapılabileceğini ortaya koymaktadır.
Şekil.13 Hindistan Chennai Şehrinde 1997-1999 Yılları Arasında Hırsızlık İndeksi
(Karuppannan, 2001)
45
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Şekil. 14 Hotspotun Grid Şekilde Yapılışı. (Harries, K, 1999, syf.156)
Şekil 15 Elazığ Şehrinde Hırsızlık Hotspot’u
46
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
Şekil.16 Elazığ Şehrinde Hırsızlık Suçlarının Yoğunluk Değeri ( Hot spotu)
Şekil. 17 İki dönemi içine alan hotspota bir örnek. Detroit 1994-1997 yıllarına
ait kundakçılık olayı. Koyu daireler ile gösterilen 1997 yılı, kesik çizgili daire ile
gösterilenler ise 1994 yılına ait yoğunluk alanlarıdır ( Harries, K, 1999, syf.114) den.
47
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
SONUÇ
Geçmişten günümüze suçların mekansal dağılımı, yoğunlaştığı alanların tespiti vb
özelliklerinin ortaya çıkarılması ve resmedilmesi amacıyla ilk zamanlar elde sonraları ise
bir takım bilgisayar programları yardımıyla bilgisayarlarda suç haritaları üretilmektedir.
Suç haritalarının tipi çalışma yapan birime, kişiye, konuya, sahaya ve elde edilen
ya da varolan veriye bağlı olarak değişmektedir. Yukarıdaki etkenler çerçevesinde nokta,
derecelendirilmiş nokta sembollü ve koroplet haritalar olmak üzere değişik tipte haritalar
üretilmektedir.
Noktalama haritaları saha, amaç, veri ve olay sayısının uygunluğu şartıyla suçların
oluştuğu yerler gösterilmek istendiğinde yapılır. Bu tip haritalarda suçların işlendiği
yerler cadde ve sokak ölçeğinde görülebildiği için nerelerde ne tip çalışma yapılacağı
veya ne tür önlemler alınacağı tespit edilebilmektedir. Özel suç çalışmalarında, suç
mekan ilişkisinin değerlendirilmesinde emniyet güçleri ve araştırmacılar tarafından
kullanılır.
Derecelendirilmiş nokta sembollü haritalar ise yoğun verinin bulunduğu sahalarda
suç yerlerinin gösterimi önemli olduğunda olayların geçtiği yerleri gösterme amacıyla
noktalama haritaları yerine kullanılırlar. Zira noktalama haritalarında aynı yerde bir çok
olay meydana geldiğinde noktalar birbirini kapatabilmekte ve harita karmaşıklaşmaktadır.
Koroplet haritalar ülke, eyalet, bölge gibi geniş sahaların çalışılması esnasında
suçlarla ilgili yer bilgilerinin olmaması nedeniyle ya da suç yerlerinden ziyade alanlar ön
plana çıktığında tercih edilir. Burada esas amaç alanlar arasındaki özet bilgilerin
verilmesi ve farklılıkların gösterilmesidir. Bu nedenle ülkeler arası, ülke veya bölge
bazında yer alan iller ölçeğindeki suç çalışmalarında yoğunlukların gösterimi ve
karşılaştırmalarda daha fazla tercih edilir.
Bilgisayar programları ve suç yer bilgisi verilerinin olması şartıyla bilgisayarlar
aracılığıyla suç yoğunlaşma noktalarının tespiti için suç yoğunluk haritaları
oluşturulmaktadır. Bunda amaç genel bir saha içinde önem arz eden yerlerin tespitidir.
Böylece tüm saha içerisindeki hassas alanlar ortaya çıkarılmakta dolayısıyla mücadele
edilecek ve çalışma yapılacak yerler belirlenmektedir. Bu tip haritalar genelde suç önleme
çalışmaları ile yapılan faaliyetlerin başarı durumunu kontrol amacıyla emniyet birimleri
tarafından yoğun şekilde kullanılır.
48
Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II …
KAYNAKLAR
BOBA, R., 2001. Introductory Guide to Crime Analysis and Mapping. Community
Oriented Policing Services. USA.
BROMLEY, R. THOMAS, C.,1997. “Vehicle Crime in the City Centre Planning for
Secure Parking” Town Planning Review. Volum. 68. Page. 257-278. ENGLAND.
CANTER, F., 2000, (Ed. Victor Goldsmith, Philip G. Mcguire, John H. Mollenkopf,
Timothy A. Ross) “Using a Geographic Information System For Tactical Crime Analysis”
Analyzing Crime Patterns. Sage publications. LONDRA.
DEMİRCİ, S., ÇOBAN, E., 2002, “ Adli Birimlerin Uygulamaları İçinde Suç Analiz
Kavramı” Polis Dergisi Sayı.30, ANKARA.
ERDOĞAN, A, DÜZGÜN, Ş., 2003. “Mekan ve Suç, Suç Haritalaması ve Diğer Analitik
Yaklaşımlar” Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi. Yıl.9 Sayı.36 s.482-490 ANKARA.
GRIFFIN, J., 2001, “International Crime Mapping Caveats and Considerations” Crime
Mapping News, Volume.3, Issue.1.
HARRIES, K., 1999. Mapping Crime: Princple and Practice. www.ojp.usdoj.gov/nij/pubssum/m 178919
KARAKAŞ, E, KARADOĞAN, S., ASLAN, H., 2003.a.“CBS Ortamında Suç Haritalama
Teknikleri”, 1 Polis Bilişim Sempozyumu. s.123-134, ANKARA.
KARAKAŞ, E, KARADOĞAN, S, ASLAN, H., 2003..b. “ Suç Araştırmalarında CBS
Sistemiyle Oluşturulan Haritaların Önemi”, 1 Polis Bilişim Sempozyumu, s.358-362, ANKARA.
KARAKAŞ, E., 2004. “Elazığ Şehrinde Hırsızlık Suç Dağılışı ve Özellikleri” Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt.14. Sayı. 1 s.19-39, ELAZIĞ.
KARAKAŞ, E, KARADOĞAN, S, ASLAN, H., .2004. “Suç Haritaları ve Bilgisayar
Teknolojisi” Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Mühendislik Bilimleri Dergisi II.
Bilgi Teknolojileri Kongresi Özel Sayısı. s.37-42, DENİZLİ.
KARAKAŞ, E.,2005. “Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları I.Veri Kaynakları” Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt.15, Sayı.1,Syf.57-69, ELAZIĞ.
KARUPPANNAN, J., 2001. Crime Analysis Mapping in India : A Gis Implementation in
Chennai City http://www.ojp.usdoj.gov/nij/maps/Conferences/01conf / Jai_Karuppannan. doc.
MURRAY,T.A, MCGUFFOG,I, WESTERN, J, MULLINS, P., 2001 “Exploratory Spatial
Data Analysis Technıques For Examining Urban Crime” British Journal Criminoloji, Sayı.41, s.
309-329, ENGLAND.
ÖZGÜÇ, N.,1994. Beşeri Coğrafya’da Veri Toplama ve Değerlendirme Yöntemleri. İ.Ü
yay. No.3849, İSTANBUL.
49
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
TAŞTAN, H, BANK, E., 1994, “Coğrafi Bilgi Sistemlerinde Konuma Bağlı Analizler”. 1
Ulusal Coğrafi Bilgi Sistemleri Sempozyumu, s.33-52, TRABZON.
YÖN, H., 2001., “Suçun Bilgisayar Ortamında Haritalandırılması ve Suç Analizinde
Kullanılması” Polis Dergisi Sayı.29, ANKARA.
YUMRALIOĞLU, T., 2000. Coğrafi Bilgi Sistemleri (Temel Kavramlar ve Uygulamaları).
Bilgi Sistemleri A.Ş. İSTANBUL.
50
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 51-68, ELAZIĞ-2005
ALTINOVA SAHİLİNDE KIYI ÇİZGİSİ DEĞİŞİMİNİ
BELİRLEMEDE UZAKTAN ALGILAMA
VE COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ
Remote Sensing and GIS Monitoring of Coastline Change in Altınova Coast,
Turkey
Şermin TAĞIL
Balıkesir Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,
Coğrafya Bölümü, [email protected]
İsa CÜREBAL
Balıkesir Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,
Coğrafya Bölümü, [email protected]
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, Altınova (Karakoç Deltası - İskele Kıyı Oku - Madra Çayı Deltası)
sahilinde kıyı çizgisinin değişim paternini ortaya koymak (1), kıyı değişimleri sonucu ortaya çıkan
risk alanlarını değerlendirmek (2) ve haritalar üzerinde değişim ve dolayısı ile risk alanlarını
göstermek (3) tir. Bu amaçla 1958, 1977 ve 1998 yılları hava fotoğraflarından düzenlenen
topografya haritaları, çok bantlı (multispectral) sensörlerden Landsat MSS 1975, Landsat TM
1987 ve Landsat ETM+ 2000 uydu görüntüleri ile 2002 siyah beyaz stereo dijital hava fotosu
kullanılmıştır. Erdas Imagine 8.7 kullanılarak uydu görüntüleri, hava fotoğrafı ve topografya
haritalarının geometrik doğrulaması yapılmış ve daha sonra kıyı değişimi analiz edilmiştir.
Yapılan çalışlar kıyı şeridinin güneyinde yer alan Madra Çayı Deltası’nda kıyı gerilemesi
yaşanırken aynı sahil şeridinin sadece birkaç kilometre kuzeyinde yer alan İskele kıyı oku ile
Karakoç Deltası’nın denize doğru büyümelerine devam ettiği ya da sabit kaldığı tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Kıyı çizgisi değişimi, Madra Çayı Deltası, Karakoç Deltası, Altınova
(Balıkesir), Uzaktan algılama, GIS.
ABSTRACT
Objectives of this study are to determine the pattern of shoreline changes along the coastal
area of Altınova (Karakoç Delta - İskele spit - Madra Creek Delta) (1), determine the hazard areas
due to coastal changes (2) and provide maps showing the hazards areas over the coastal zones of
Altınova. For this reasons, topographic maps which are produced by 1958, 1977 and 1998 years
air photos, Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 and Landsat ETM+ 2000 remotely sensed data
from multispectral sensor systems and 2002 white and black, stereo digital air photo were used.
After the satellite images, the air photo and the topographic maps were geometrically corrected by
the use of Erdas Imagine 8.7 software, shorelines changing were analyzed. Shortly, it is determine
that while Madra Çay Delta on southern portion of the coast may be experiencing retreat, İskele
spit and Karakoç Delta on the same costal zone but just a few kilometers north of Madra Delta
may prevail stable or advancing conditions.
Key Words: Shoreline change, Madra Çay Delta, Karakoç Delta, Altınova (Balıkesir),
Remote sensing.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. Giriş
Kıyılar hava, su ve karanın etkileşim altında bulunduğu ve doğal kaynakların
zenginliği ile dikkati çeken, bu nedenle her zaman aşırı kullanıma maruz kalan alanlardır.
Bu aşırı kullanım, kıyı ekosistemindeki hassas dengeyi bozabilmektedir. İnsanın etkisiyle
ortaya çıkan bu ikincil ekosistemler, bir çok türün doğal dengesini etkilemektedir.
Aslında bu alanlar, insan merkezli baskılarla birlikte doğal süreçlerdeki bozulmaların da
etkili olduğu yerlerdir. Bu nedenle ekolojik açıdan sürdürülebilirlikleri önemlidir.
Sürdürülebilir kalkınma, insanoğlunun parçası olduğu ve varlığını sürdürebilmesi
için temel desteği sağlayan ekosistemlerle uyumlu ve denge içinde, yaşam kalitesinin
yükseltilmesi ve geliştirilmesi olarak tanımlanmaktadır (Demirayak 2002). Biyolojik
çeşitliliğin sürdürülebilir kullanımını, biyolojik çeşitliliğin bugünkü ve gelecekteki
nesillerin ihtiyaçlarını ve özlemlerini karşılama potansiyelini muhafaza etmesi anlamını
taşımaktadır. Bu bağlamda, biyolojik çeşitliğin sürdürülebilir kullanımı, bir yandan
bugünkü kuşakların gereksinimleri diğer yandan da gelecek kuşakların haklarının
güvence altına alınmış olmasını içermektedir. Bu kapsamda incelendiğinde geçtiğimiz
yıllarda kıyı kullanımında gelecek nesillerin dikkate alınmamış olduğu görülmektedir.
3621/3830 sayılı Kıyı Kanunununa göre “kıyı çizgisi” deniz, göl ve akarsularda,
suyun taşkın durumları dışında kara parçasına değdiği noktaların birleşmesinden oluşan
meteorolojik olaylara göre değişen doğal çizgidir (Efe 1995). “Kıyı kenar çizgisi” ise
deniz, tabii ve suni göl ve akarsuların, alçak basık kıyı özelliği gösteren kesimlerinde kıyı
çizgisinden sonra kara yönünde su hareketlerinin oluşturduğu kumsal ve kıyı
kumullarından oluşan kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık ve benzeri alanların doğal
sınırı, dar-yüksek kıyı özelliği gösteren yerlerde ise şev ya da falezin üst sınırıdır. “Sahil
Şeridi” kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde yatay olarak en az 100 metre
genişliğindeki alandır. “Sahil şeridinin birinci bölümü”, kıyı kenar çizgisinden itibaren
kara yönünde 50 metre genişliğindeki alan olup sadece açık alanlar, yeşil alan, gezinti
alanları, çocuk bahçesi ve rekreatif kullanımlar ve yaya yolu olarak kullanılabilecek
alanlardır. “Sahil şeridinin ikinci bölümü” ise sahil şeridinin birinci bölümünden itibaren,
kara yönünde en az 50 metre genişliğindeki alan olup, toplumun yararlanmasına açık,
günübirlik turizm yapı ve tesisleri, taşıt yolları, açık otoparklar ve arıtma tesislerinin
yapılabileceği alanlardır. Kıyı zonu, uluslararası kaynakların değerlendirilmesinde, çevre
ve ekonomik bakımdan önemli alanlardır.
Kıyı çizgisinde doğal olarak bazı değişimler yaşanmaktadır. Gibeaut (2001) kıyı
52
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
çizgisinde meydana gelen değişmeleri uzun dönemli değişmeler, kısa dönemli değişmeler
ve epizodik değişmeler olmak üzere üçe ayırmaktadır. Bu kapsamda uzun dönemli
değişmeler 10 ile 1000 yıllık zaman diliminde gerçekleşen değişmelerdir; kısa dönemli
değişmeler sadece 5 ile 10 yıllık dönemlerde gerçekleşen değişmelerdir. Epizodik
değişmeler ise fırtınalar gibi doğal olaylar sonucunda gerçekleşen ani değişmeler olarak
tanımlanmaktadır. Uzun dönemli değişmelerden bütün kıyı aynı düzeyde etkilenirken
kısa dönemli değişmelerde aynı kıyıda birkaç kilometre aralıklarla bir tarafta çekilme
gözlenirken diğer tarafta karanın ilerlemesi ya da durağan olması gözlenebilmektedir. Bu
değişmeler alçak kıyıların doğal karakteristiği gereği; dalgalar, rüzgârlar gibi doğal
şartlarda gerçekleşen değişmelerin bir sonucu olarak çekilmesi ya da ilerlemesi şeklinde
gerçekleşmektedir.
Kıyı çizgisinde meydana gelen değişmelerde uzun dönemlik verilere ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu verilerin değerlendirilmesinde ise CBS ve uzaktan algılama (UA)
yöntemleri tercih edilmektedir. UA, aynı zamanda kıyı değişiminde kullanılan en verimli
yöntemlerden biridir (Vinodkumar vd. 1998, Zhu 2001, Kostiuk 2002).
2. Çalışma Alanı
Araştırma alanı, Altınova (Balıkesir) sahil şeridinde yer alan Karakoç Deltası İskele Kıyı Oku - Madra Çayı Deltası’nı kapsamakta ve Ege Bölgesi’nin Asıl Ege
Bölümü’ndeki Bakırçay Yöresi’nde yer almaktadır (Şekil 1). Bu bölgedeki deltalardan
Madra Çayı Deltası’nın oluşum ve gelişimini sağlayan ana sediment kaynağı, aynı
zamanda deltaya adını veren Madra Çayı’dır. Karakoç Deltası’nın sediment kaynağı ise
Madra Dağı’nın kuzeybatı yamaçlarından doğan Karakoç Deresi’dir.
Bu bölgenin jeomorfolojik gelişiminde etkin olan akarsuların beslenme alanını
Madra dağlık kütlesi oluşturmaktadır. Madra Dağı, Anadolu’nun kuzeybatısındaki
önemli plüton alanlarından biridir (Akyürek ve Soysal 1978). Bu kütle temelde granit granodioritlerden oluşmakta ve bunun üstünde metamorfik seriler, kristalize kireçtaşları,
andezitler, tüfler ve Neojen gölsel sedimanlar yer almaktadır. Plütonun çekirdeğini
oluşturan granit-granodioritler, Madra Çayı’nın yukarı havzasında yüzeye çıkmıştır.
Bilindiği gibi bu tür kayaçlar mekanik parçalanmaya ve kimyasal ayrışmaya yatkındır. Bu
da bölgeyi besleyen akarsulara bol malzeme vermektedir. Bunun bir sonucu olmalıdır ki
araştırma alanındaki plajlar, genelde; ince kum boyutunda, açık renkli, kuvars, feldspat,
mika ve kalkopirit kumlarından oluşmaktadır. Tektonik bakımdan araştırma alanı NW-SE
uzanışlı faylarla sınırlandırılan Dikili Depresyonu’nda yer almaktadır (Yılmaz vd. 2000).
53
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Şekil 1. Çalışma alanın konumu ve yakın çevresinin topografyası.
Araştırma alanında nüfusun 1935’te 2780 kişi iken, 1960’da 5376 kişi olduğu,
1990’da ise 8469 kişiye yükseldiği görülmektedir. Sahadaki genç nüfusun dışarıya göç
etmesine rağmen gerçekleşen artışın nedeni, yazlıklara bağlı olarak emekli nüfusun
bölgeyi yaz kış kullanmasıdır. Bu nedenledir ki 0-250 m yükselti basamağında yaklaşık
olara km2 ye 150 kişi düşmektedir. 1977–2000 arasında yerleşimlerin alansal olarak
büyük değişim yaşandığı da görülmektedir. Bu dönemde alansal olarak Altınova’da %90;
kıyı yerleşmelerinde ise %1900 artış tespit edilmiştir (Cürebal 2003).
Araştırma alanı, iklim özellikleri bakımından Akdeniz iklimine ait karakteristikleri
taşımaktadır. Erinç yağış etkinliği indisine göre yarı nemli (38.18) iklim şartları hüküm
sürmektedir. Hakim rüzgâr yönü ise NE’dur. Altınova meteoroloji istasyonu verilerine
göre ortalama uzun yıllık yağış 574.6 mm (1976-1995)’dir; sağanaklar Ekim-Mart ayları
arasında gözlenmektedir. Yaz aylarında belirgin su noksanı yaşanmaktadır. Bu nedenle
tarım faaliyetleri sulama ile sürdürülmekte ve hızlı bir şekilde taban suyu
kullanılmaktadır.
Madra Çayı’nın ortalama akımı 2.6 m3/s dir. Yağmurlu Akdeniz rejim tipine sahip
olan bu akarsuda en yüksek su seviyesi Şubat ayında gözlenmektedir. Akarsuyun yaz
54
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
aylarında akarsuyun tamamen kuruduğu da tespit edilmiştir.
Araştırma alanı, Akdeniz fitocoğrafya bölgesine dahil edilmekte ve yaygın bitki
örtüsü olarak da kızılçamlar gösterilmektedir (Davis 1965, Avcı 1993, Atalay 1994,
Sönmez, 1996). Bitki formasyonunu genellikle kurakçıl maki türleri, kızılçam,
fıstıkçamı, karaçam, meşe toplulukları meydana getirmektedir. Yapılan arazi
çalışmalarında Madra Dağı’nın batı-güneybatı yamaçlarında doğal bitki örtüsü büyük
ölçüde tahrip edildiği belirlenmiştir. Bu tahribat, Karakoç Deresi havzasında çok daha
belirgindir.
Araştırma alanı kapsamındaki Madra Çayı Deltası ile ilgili birçok araştırma
olmasına rağmen Karakoç Deltası ve İskele kıyı oku ve bunların birlikte karşılaştırmalı
olarak incelendiği bir çalışmaya rastlanamamıştır. Bu çalışmalara DEÜ Deniz Bilimleri
ve Teknoloji Enstitüsü tarafından hazırlanan “Madra Çayı Mevkii Kıyı Erozyon Etüdü”
(1997), Yaşar (1998) tarafından hazırlanan “Dünya Deniz Seviyesi Değişimleri ve
Türkiye’deki Örnekleri” ve Eronat (1999) arafından hazırlanan “Altınova Madra Çayı
Bölgesinin Kıyı Erozyon Çalışması” örnek verilebilir. Bu çalışmaların genelinde Madra
Çayı ağzındaki değişiklikler incelemiştir. Ayrıca bölgede arkeolojik kalıntıların olması
nedeniyle birçok uluslararası proje de yapılmıştır. Bu projeler, bölgenin doğal şartlarında
Kuaterner dönemindeki gelişimini göstermesi bakımından önemlidir (Lambrianides ve
Spencer 2001).
3. Amaç
Bu çalışmanın amacı: Altınova (Karakoç Deltası- İskele Kıyı Oku- Madra Çayı
Deltası) sahilinde kıyı çizgisinin değişim paternini ortaya koymak (1), kıyı değişimleri
sonucu ortaya çıkan risk alanlarını değerlendirmek (2) ve haritalar üzerinde değişim ve
dolayısı ile risk alanlarını göstermek (3) tir.
4. Materyal ve Yöntem
Bölgede kıyı değişimini tespit edebilmek için 1958 yılı hava fotoğraflarından
düzenlenen 1963, 1977 yılı hava fotoğraflarından düzenlenen 1978 ve 1998 yılı hava
fotoğraflarından düzenlenen 2000 tarihli topografya haritalarının J17c1 ve J17d2 paftaları
ile çok bandlı (multispectral) sensörlerden Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 ve
Landsat ETM+ 2000 uydu görüntüleri kullanılmıştır. Landsat TM (Thematic Mapper) ve
Landsat ETM+ (Thematic Mapper Plus) 30 metre mekansal çözümleme ve 16 gün
zamansal çözümlemeye sahiptir. Buna karşın Landsat MSS (Multispectral Scaner) 79
metre mekansal ve 16-18 gün zamansal çözümlemeye sahiptir. Günümüze en yakın kıyı
çizgisini tespit edebilmek amacıyla da Eylül 2002 tarihli siyah beyaz stereo dijital hava
55
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
fotoğrafı kullanılmıştır.
Öncelikle topografya haritaları, yüksek çözünürlükte taranmış ve Erdas Imagine
8.7 kullanılarak geometrik doğrulaması yapılmıştır. Geometrik doğrulaması yapılan temel
verilerden ArcGIS 9.0 programında vektör ve raster formatta veri üretilmiştir. Veriler
üretimi, kara ve su yüzeylerini ayıracak şekilde iki temel sınıf oluşturularak yapılmıştır.
1:25.000 ölçekli topografya haritaları sadece kıyı çizgisini belirlemede değil uydu
görüntülerinin geometrik doğrulamasında da kullanılmıştır. Geometrik düzeltme
yapılırken her bir görüntü için 30 yer kontrol noktası (Ground Control Points-GCPs)
kullanılmıştır.
Yakın kızılötesi band olan 4, su yüzeylerinin kıyı çizgisini çizmede belirleyicidir
(Zhu 2001). Bu band, su sınırını çizmede kullanılmıştır. Çünkü bu band, elektromanyetik
tayfın infrared (kızılötesi) bölümünde, su ve kara arasında kontrastı ortaya koymaktadır.
Kara-su sınırının belirlenebilmesinde görüntü inceleme tekniklerinden “Tasseled Cap” da
kullanılmıştır.
Uydu görüntüleri, denetlenmemiş (unsupervise) sınıflandırma yöntemi kullanılarak
sınıflandırılmıştır. Yapılan sınıflandırmalarda hem kıyı çizgisinin tespiti, hem de deniz
içi topografyası ve şelf özellikleri belirlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle kara
yüzeylerinde arazi kullanımı ve arazi örtüsü değerlendirilmesi yapılmamıştır. İlk olarak
yapılan 40 sınıf tayf özellikleri dikkate alınmış, daha sonra 3 sınıfa indirgenmiştir. Bu
sınıflar; derin su (1), sığ su (2) ve kara (3)dır.
Eylül 2002 tarihli siyah beyaz stereo dijital hava fotoğrafından da geometrik
doğrulaması yapıldıktan sonra 2002 yılına ait kıyı çizgisi çizilmiştir.
Farklı yıllara ait kara deniz sınırı belirlendikten sonra “interactive change
detection” (Armenakis vd. 2002) yöntemi kullanılarak, değişik zamanlara ait veriler
karşılaştırılmış ve değişim alanları belirlenmiştir. Bu yöntem ile mevsimler arasında değil
yıllar arasında kıyı çizgisinde meydana gelen değişim belirlenmeye çalışılmıştır. Kıyı
çizgisinde meydana gelen yıllık değişimi hesaplanabilmek için basit doğrusal regresyon
analizi (linear regression model) kullanılmıştır.
Arazi çalışmaları ile kıyıda meydana gelen değişim ve sahil şeridinin aktüel
kullanımı hakkında bilgiler toplanmıştır. Yapılan arazi çalışmaları geçmişte meydana
gelen olumsuz değişmelere rağmen günümüzde de yapılanmanın devam ettiğini ve bu
konuda önlemlerin alınmadığını göstermektedir.
ArcGIS 9.0 yazılımı sonuçların değerlendirilmesinde ve canlandırmalarda
kullanılmıştır.
56
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
5. Analiz Sonuçları
1958-1977, 1977-1987, 1987-1998, 1998-2000, 2000-2002 ve 1958-2002
dönemlerinde Madra Çayı Deltası, Karakoç Deltası ve İskele kıyı okundaki değişimleri
gösterebilmek için basit doğrusal regresyon analizi yapılmıştır. Bu analiz sonuçlarına
göre 44 yıllık dönemde Madra Çayı Deltası’nda yıllar arasında değişik salınımlar
görülmekle birlikte değişimin yönü negatiftir (Şekil 2). Ancak İskele kıyı okunun ve
Karakoç Deltası’nın kıyı uzunluğunun sözü geçen dönemde hep artış eğiliminde olduğu
tespit edilmiştir (Şekil 3 ve 4). Karakoç Deltası’nın kıyı uzunluğunun 1977 yılında bir
sonraki döneme göre daha uzun olması, daha sonraki dönemde deltanın gelişim
göstermemesinden değil delta kıyısında hızlı gelişime bağlı düzensiz şekillenmenin
olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim hem İskele kıyı okunun hem de Karakoç
Deltası’nın düzensiz görünümü, kıyı okunun ve bu deltanın gelişim aşamasında
olduğunu, bu nedenle de durağan karakter kazanmadığını göstermektedir.
m
12400
12000
11600
11200
Doğrusal Eğim
10800
10400
1958
R2 = 0.7726
1977
1987
1998
2000
2002
Şekil 2. Madra Çayı Deltası’nda kıyı uzunluğunun yıllar arasında değişimi.
m
10000
8000
6000
4000
2000
1958
Doğrusal Eğim
1977
1987
1998
R2 = 0.5406
2000
2002
Şekil 3. İskele kıyı okunda kıyı uzunluğunun yıllar arasında değişimi
57
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
m
2200
1800
1400
1000
Doğrusal Eğim
600
200
1958
R2 = 0.4219
1977
1987
1998
2000
2002
Şekil 4. Karakoç Deltası’nda kıyı uzunluğunun yıllar arasında değişimi
Farklı dönemlerde kara iken deniz istilasına uğrayan ya da deniz iken alüvyal
malzeme birikimine neden olan alanlar “cahange detection” yöntemi ile ortaya konmaya
çalışılmış ve sonuçlar şekil 5 üzerinde gösterilmiştir. Buna göre araştırma alanının 1958
ve 1977 yılı kıyı çizgileri karşılaştırıldığında, Madra Çayı ağzında ve İskele kıyı okunda
belirgin değişikliklerin olduğu görülmektedir (Şekil 2, 3). 1958 yılı kıyı çizgisine göre
Madra Çayı’nın ağzını kapatan bir kum bariyeri izlenmektedir. Ancak 1977 yılında bu
bariyerin ortadan kalktığı görülmektedir. Bu iki kıyı çizgisi arasında ikinci belirgin fark
ise, İskele kıyı oku üzerinde görülmektedir. 1958 yılı kıyı çizgisinde güneydoğukuzeybatı yönünde ∼1350 m kadar uzanan kıyı okunun, 1977 yılı kıyı çizgisinde aynı
yönde ∼2350 m uzunluğa sahip olduğu belirlenmiştir. Bu 20 yıllık süre dikkate
alındığında kıyı okunun yıllık ilerleme hızı ∼71 m olarak hesaplanmıştır. Aynı zamanda
1958 yılında genişliği 230 m iken 20 yıllık bir zaman diliminde daralarak uzadığı (1977)
izlenmektedir. 1977 yılında kıyı okunun doğu kıyılarında, NW-SE yönlü mikro kıyı
oklarının gelişmeye başladığı da belirlenmiştir. Ayrıca 1958 yılında kıyı okunun
kuzeyinde küçük bir adanın varlığı dikkati çekmektedir. 1977 de ise adanın ortadan
kalktığı görülmektedir. Bu adanın daha önceki bir kıyı okunun kalıntısı olup olmadığı,
daha önceki dönemlere ait veri bulunamadığı için değerlendirilememiştir. Bu dönemde
Karakoç Deresi’nin ağız kesimindeki değişiklikler ise denizin aleyhine olmuştur. 1958
yılında derenin deniz ile birleştiği noktada akarsu biriktirmesine ait izler belirgin
değilken, 1977 yılında bu kesimde çok belirgin bir birikim söz konusudur. Bu iki dönem
arasında ∼325 m bir denize doğru ilerlemenin olduğu tespit edilmiştir. 1958 -1977 yılları
arasında gerçekleşen bu değişmelerde 32 hektar alan kara iken deniz olmuş; 34 hektar ise
deniz iken kara olunuştur (Tablo 1).
58
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
Tablo 1. 1958-1977, 1977-1987, 1987-1998, 1998-2000, 2000-2002 ve 1958-2002 dönemlerinde kara iken
deniz olan alanlar (ha) ve deniz iken kara olan alanlar (ha).
1958-1977
1977-1987
1987-1998
1998-2000
Kara iken deniz olan alanlar (ha)
Değişim
32
36
24
33
2000-2002 1958-2002
20
80
Deniz iken kara olan alanlar (ha)
34
25
21
14
7
35
1977 kıyı çizgisi ile 1987 kıyı çizgisi incelendiğinde, daha önceki dönemin aksine
negatif yönlü bir değişimin olduğu saptanmıştır (Şekil 5). Bu dönemde Madra Çayı’nın
ağız kesiminde ∼135 m ye ulaşan bir gerileme izlenmektedir. Bahsedilen gerileme,
özellikle akarsu ağzının kuzey ve güneyindeki sahil şeridinde de belirgin olarak
görülmektedir. Madra Çayı Deltası’nda negatif yönlü bir gelişim söz konusu iken, 1977
yılında ∼2350 m uzunluğa sahip olan kıyı okunun 1987 yılında ∼2450 m ye ulaştığı
belirlenmiştir. Yani aradan geçen 10 yılda kıyı oku ∼100 m daha uzamıştır. Aynı
dönemde kıyı okunun ucunda ciddi anlamda bir daralma meydana gelmiştir. Kuzey yönlü
rüzgârlar nedeniyle kıyı okunun uzunluğunun artmadığı ve daha önceki dönemde olduğu
gibi mikro kıyı oklarının geliştiği görülmektedir. Bahsedilen dönemde Karakoç
Deltası’nda ise önemli bir değişiklik meydana gelmemiştir. Ancak 1977 yılında delta
kıyılarında izlenen girinti ve çıkıntıların 1987 yılında düzenlendiği izlenmektedir (Şekil
5). Bu dönemde 36 hektar alan kara iken deniz, 25 hektar alan ise deniz iken kara
olmuştur (Tablo 1). İskele oku ve kuzeyinde denizden kara kazanılırken, bu sahanın
güneyindeki kıyılarda kara alanları deniz durumuna geçmiştir.
İnceleme alanında 1987 kıyı çizgisi ile 1998 yılı kıyı çizgisi incelendiğinde, Madra
Çayı Deltası’nın normal şartlarda aradan geçen yaklaşık 11 yıllık dönemde denize doğru
ilerlemesi beklenirken tam tersine bir gelişim meydana gelmiştir (Şekil 5). 1987 yılında
akarsuyun ağız kesiminde belirgin bir çıkıntı izlenirken, 1998 yılında bu çıkıntının
ortadan kaybolduğu görülmektedir. Bu kesimde deltanın ∼65 m gerilediği belirlenmiştir.
Bu gerileme özellikle akarsu ağzının yakınındaki sahil şeridinde belirgin şekilde
izlenmektedir. Bu dönemde de İskele kıyı oku ∼100 m daha uzayarak ∼ 2550 m ye
ulaşmıştır. Aynı dönemde Karakoç Deltası’nda az olmakla birlikte denize doğru bir
ilerleme meydana gelmiştir. Fakat deltanın batıya doğru değil, delta üzerinde gelişmeye
başlayan kıyı oku nedeniyle güneye doğru yöneldiği izlenmektedir. Bu gelişimde de
muhtemelen kuzey sektörlü rüzgârlar etkin rol oynamaktadır. 1987-1998 döneminde 24
hektar alan kara iken deniz, 21 hektar alan ise deniz iken kara olmuştur (Tablo 1).
1998 ile 2000 yılları arasında Madra Çayı ağzındaki gerilemenin daha da arttığı
görülmektedir (Şekil 5). Bu dönemde deltanın uç kesiminde ∼125 m gerileme meydana
gelmiştir. Ayrıca kıyı şeridindeki kumsallarda da daralma yaşandığı izlenmektedir. Aynı
59
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
dönemde İskele kıyı okundaki kuzeybatı yönlü gelişmenin ise devam ettiği belirlenmiştir.
Aradan geçen iki yılda kıyı oku ∼120 m daha uzamıştır. Karakoç Deltası’nda ise söz
konusu dönemde ∼100 m lik ilerleme meydana gelmiştir. Yine bu dönemde delta
kıyılarındaki N-S yönlü kıyı oku gelişimin sürdüğü anlaşılmaktadır. 1998-2000
döneminde 33 hektar alan kara iken deniz, 14 hektar alan ise deniz iken kara olmuştur
(Tablo 1). Bu da göstermektedir ki bu dönemde denizin karaya doğru ilerlemesi daha
baskın hale gelmiştir.
2000 ile 2002 yıllarına ait verilere göre, araştırma alanında kıyı çizgisinin
değişiminin sürdüğü görülmektedir (Şekil 5). Bu süre içinde Madra Çayı ağzında ∼40 m
lik bir gerileme daha yaşanmıştır. İskele kıyı okunda ise aynı dönemde ∼40 m lik bir
uzama gerçekleşmiştir. Bu dönemde kıyı çizgisinde yaşanan en büyük değişim, kıyı
okunun parçalanarak ikiye ayrılmasıdır. Daha önceki dönemlerde bahsedilen kıyı
okundaki daralma, kıyı okundan 900x150 m boyutlarında bir parçanın ada haline
dönüşmesine neden olmuştur. Bu ada ile kıyı oku arasında ∼400 m lik kumul alanı deniz
haline dönüşmüştür. Bu değişimin 1958 yılında da gözlenmesi, kıyı okunun bazen
parçalandığının, bazen ise birleşerek uzadığının bir kanıtıdır. Bu dönemde Karakoç
Deltası’nın dış kuvvetler tarafından şekillendirilmesinin devam ettiğini, bu süreçte delta
kıyılarında N-S yönlü kıyı oku gelişimin sürdüğü görülmektedir. 2000-2002 yılları
arasında 20 ha alan kara iken deniz, 7 ha alan ise deniz iken kara alanı haline gelmiştir.
Çalışmanın ilk veri kaynağı olan 1958 yılı kıyı çizgisi ile 2002 yılı kıyı çizgisi
arasındaki değişim dikkate alındığında, kıyıdaki değişimin hızı ve boyutu daha da çarpıcı
sonuçlar vermektedir (Şekil 5). Öyle ki bu değişimin birinci noktası olan Madra Çayı
Deltası’nda 44 yıllık dönemde ∼365 m (yıllık ortalama: ∼9 m) gerilemenin yaşandığı
anlaşılmaktadır. Değişimin ikinci noktası olan İskele kıyı oku ise 1958 yılında ∼1350 m
uzunluğa sahipken 2000 yılı verilerine göre ∼2670 m (yıllık ortalama ilerleme: ∼36 m)
uzunluğa sahiptir. 1958 yılında parçalı halde görülen kıyı oku, 2000 yılına kadar
uzamasını sürdürmüş, ancak 2002 yılında tekrar parçalı hale gelmiştir. 2004 yılında
yapılan arazi çalışması esnasında ise kıyı okunun ucundaki adanın tamamen kaybolduğu
belirlenmiştir. Kıyı değişiminin belirgin olarak izlendiği son nokta olan Karakoç
Deltası’nda söz konusu dönemde ∼450 m ilerleme (yıllık ortalama ilerleme: ∼12 m)
belirlenmiştir. Araştırmanın maksimum dönem aralığını oluşturan bu 44 yıllık dönemde,
80 hektar alan kara iken deniz, 35 hektar alan deniz iken kara olmuştur (Tablo 1).
60
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
Şekil 5. Farklı dönemlerde kıyı çizgisinde meydana gelen değişimler
Yaşar (1998) tarafından yapılan çalışmada, delta kıyılarında gerçekleşen değişimler
genel anlamda küresel deniz seviyesi değişimlerine bağlanmaktadır. Aynı zamanda kıyıda
meydana gelen değişikliklerde insan faaliyetlerinin etkisinin de büyük olduğu
vurgulanmaktadır. Ancak bu ölçekteki bir değişim sürecinden Madra Çayı Deltası ile
61
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
birlikte Karakoç Deltası’nın da aynı derecede etkilenmesi beklenmelidir. Bir yandaki
delta küçülürken diğer taraftakinin büyümesine devam etmesi, böyle bir etkinin gerçekçi
olamayacağını göstermektedir. Aynı zamanda bu kıyılarda çalışmaları bulunan Kayan
(1999) günümüzden 6000 yıl önce deniz seviyesinin bugünkü durumuna yükseldiğini
ancak 5000-3500 yılları arasında yaklaşık 2 metre bir alçalma meydana geldiğini
belirtmektedir. Deniz seviyesinin alçalması delta gelişimini hızlandırmış olmalıdır. Su
seviyesi tekrar yükseldiğinde ise deniz suyunun içerilere kadar sokulamaması, bu
dönemdeki birikmenin fazla olmasına dayandırılmaktadır (Kayan, 1999). Bu durumda
kıyıda birikmenin ve delta oluşum süreçlerinin etkili olması beklenmelidir. Daha önce de
belirtildiği gibi aynı kıyılarda birbirinden kuş uçuşu ~7500 m uzaklıktaki iki deltanın
farklı gelişim göstermesi, kıyı değişiminin nedeninin deniz seviyesinde meydana gelen
uzun dönemli bir değişmenin sonucu olmadığını göstermektedir.
Araştırma alanında kıyı çizgisinde meydana gelen değişme kısa dönemlidir. Kısa
dönemli değişmelerde hem bölgede hakim olan doğal süreçlerin değişmesi, hem de insan
faaliyetleri tarafından değiştirilmesi etkin faktörlerdir. İnsanoğlunun XX. yüzyılın
başlarından itibaren fiziki ortama yoğun müdahalesi nedeniyle doğal olay ve süreçlerde
meydana gelen değişiklikler, kıyı çizgisinde de değişimlere yol açmış olmalıdır. Doğaya
yapılan bu müdahaleler, birbirlerinin oluşumunu destekleyen olay halkalarının gelişimine
neden olmuştur. Kıyı çizgisinde izlenen değişikliklerde insanoğlu iki şekilde etkili
olmuştur. Öncelikle Madra Çayı havzasında son yüzyılda yerleşik hayata geçilmesiyle
birlikte artış gösteren bitki örtüsü tahribatı, deltaya önemli miktarda malzeme taşınmasına
neden olmuştur. İskele kıyı okunun gelişmeye başlaması da bu olayla eş zamanlı
olmalıdır. Günümüze yaklaşıldığında ise Madra Çayı Deltası’nı besleyen sediment
miktarında azalmaya neden olan müdahaleler gerçekleşmiştir. Sulama ve taşkın önleme
amaçlı Madra Barajı’nın yapımına 1991 yılında başlanmış ve 1997 yılında bitirilmiştir.
Bu dönemle birlikte Madra Çayı için baraj göleti bir yerel kaide seviyesi oluşturmuş ve
daha önce deltaya ulaşan sedimentlerin çoğunluğu baraj göletinde depolanmaya
başlamıştır. Barajın etkisiyle Madra Çayı’nın akımı düzenlenmiş ve bunun sonucunda
taşkınlarla gelen önemli ölçüde malzeme deltaya ulaşamaz hale gelmiştir. Ayrıca DSİ
tarafından akarsu havzasında da erozyon kontrolüne yönelik çalışmalar da yapılmıştır
(DSİ 1998). Madra Çayı Deltası’na gelen malzemenin azalmasının yanında, delta
üzerinde de özellikle batı kesimindeki kıyılarda son 20-30 yılda yaygın bir şekilde yazlık
konutların yapılması ve konutların yapımında, delta kıyılarındaki ve akarsu yatağındaki
kum, çakıl gibi malzemelerin kullanılması da delta üzerindeki doğal dengeyi bozmuş
olmalıdır. Yapılan spektral tayf analizleri de kıyının açıklarında birden fazla çukurluğun
62
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
olduğunu göstermektedir (Şekil 6). Bu düzensiz çukurlukların nedeni inşaatlarda
kullanmak amacıyla malzeme çekiminden kaynaklanmış olmalıdır.
Şekil 6. Band 1, 2, 3 ve 6 kullanılarak kıyıdan yaklaşık 850 m açığa kadar olan alanın tayf özellikleri
(Landsat ETM+ 2000).
Ayrıca bazı araştırıcılar, delta kıyılarından 100 m açıkta, derin bir çukurluğun
varlığının da kıyıdaki erozyonu arttırıcı etkilerde bulunduğunu ileri sürmektedirler (İrtem
ve Kapdaşlı, 2001). Bu çukurluk, aslında deniz içindeki bir platformun sonucudur. Şekil 7
incelendiğinde, bu platformun 1977-2000 döneminde yapılan uydu görüntüsü
analizlerinde gözlendiğini ve hatta hemen hemen şeklinde bir değişmenin olmadığı
görülmektedir. Ancak doğal şartlarda deltadaki birikimin ve materyal taşınmasının bu
platformun sonuna kadar devam etmesi beklenmektedir. Erol (1975)’a göre deniz
altındaki bu topografya, iki farklı kıyı oku olarak nitelendirilmektedir. Bu kesimde
derinliğin 4-5 m kadar olduğu ve ani bir şekilde 10 m ye düştüğü aynı araştırmacı
tarafından tespit edilmiştir.
Araştırma alanında hakim rüzgâr yönünün NE olduğu bilinmektedir. Ancak şiddetli
rüzgârların WSW ve WNW dan estiği de görülmektedir. Bu nedenle olmalıdır ki
rüzgârlar Madra Çayı Deltası’ndan aldıkları materyali, İskele kıyı oku ve çevresinde
biriktirmektedir. Bu nedenle kıyı oku araştırma süresi boyunca büyümüş, fakat aynı
gelişim Madra Çayı Deltası’nda gözlenememiştir. Benzer şekilde Karakoç Deltası da
büyümesine devam etmiştir. Çünkü bu akarsuyun yatağı üzerinde henüz bir baraj
yapılmamıştır. Aynı zamanda akarsu yatağından malzeme çekimi de Madra Çayı’na
oranla daha azdır. Karakoç Deresi havzasında doğal bitki örtüsü tahribatı, havzada
erozyonun artmasına neden olmuş olmalıdır. Karakoç Deltası’nın denize doğru
ilerlemesinde İskele kıyı okunun da etkisi büyüktür. Çünkü bu kıyı oku sayesinde
63
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
akarsuyun döküldüğü alan, güney sektörlü akıntı ve dalgalardan korunmaktadır. Uydu
görüntüsü analizleri, Karakoç Deltası’nın meydana geldiği alanda 1977-2000 yılları
arasında genel olarak deniz tabanında bir sığlaşmanın olduğunu göstermektedir (Şekil 7).
Bu olay da deltanın alanını hızla genişletmesine yardımcı olmuştur.
Şekil 7. Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 ve Landsat ETM+ 2000 uydu görüntülerinden deniz altı
topografyası.
6. Sonuç ve Tartışma
Altınova sahil şeridi, yerli turistler tarafından yazlık konut için tercih edilen bir
64
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
alandır. Oysa bu kesim imara açılmadan önce bataklıklarla kaplı ve geniş kumsallarıyla
dikkat çekmekteydi. Doğal süreçlerin etkisi ile gelişim gösteren bu alanda özellikle
konutlardaki artış ve beraberinde Madra barajının yapımıyla aşındırma ve biriktirme
şeklindeki doğal denge bozulmuştur. Bu doğal dengenin bozulması, geniş kumsalların
yakınına yapılan konutların daha sonra dış kuvvetlerin aşındırma etkisi altında kalmasına
neden olmuştur. Bu durum ev sahiplerini bazı tedbirler almaya zorlamıştır. Bu kapsamda,
kıyı erozyonunu engellemek amacıyla genellikle büyük kaya blokları kullanılarak, bazen
de beton dökülerek kıyıya dik setler oluşturulmuştur.
Araştırma alanında yaşanan kıyı çizgisi değişikliklerinin gelecek zaman diliminde
de sürmesi olasılığı yüksektir. Çünkü bu kıyılarda kıyı çizgisi değişimini önlemeye
yönelik bir çalışmaya rastlanamamıştır. Kıyı kesiminde yapılan setlerin yazlık konut
sahiplerinin kendileri tarafından yaptırıldığı arazi çalışmaları esnasında sözlü
görüşmelerde dile getirilmiştir. Ancak bu kıyılarda doğal ekosistemi bozan yapılaşma
halen devam etmektedir. Oysa deltalar bataklıklarla birlikte doğal ortamın korunmasına
yönelik çalışmaların yapılacağı alanların başında gelmektedir. Bunun için bu kıyılarda
yapılaşma önlenerek ve kalan doğal ortamlar korunarak sürdürülebilirliği sağlanmalıdır.
İnsanoğlunun temel ihtiyaçları dikkate alınarak bataklıklar, kumsallar ve tarım alanları
gelecek nesillerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla korunmalıdır.
Analizler, çalışma dönemi kapsamında Madra Çayı Deltası’nda erozyonun, fakat
Karakoç Deltası’nda birikmenin etkili olduğunu göstermektedir. İskele kıyı okunda ise
bazen birikim bazen aşınım etkili olmaktadır. Değişimin nedenleri olarak, Madra Çayı
havzası üzerinde insanoğlunun çevreye olan etkilerinin artması ve bunun bir sonucu
olarak aşınma ve birikmedeki doğal dengenin bozulması etkili olmuştur. Normalde
aşınmadan artakalan materyal, Madra Çayı Deltası’nda birikirken, son yıllarda azalan
materyal de akıntılar ve rüzgârlarla taşınmaktadır. Hatta rüzgârlar ve akıntıların aşındırma
etkilerinin devam etmesi, delta çevresinde gerilemeye neden olmaktadır. Özellikle delta
ağzından aşındırılarak taşınan materyalin İskele kıyı oku çevresinde birikmesi nedeniyle
kıyı oku bu dönemde büyümesini sürdürmüştür. Ancak 2000 yılına kadar kuzeybatı
yönünde sürekli uzayan kıyı oku, 2002 yılında parçalanmıştır. Daha sonra ise kıyı
okundan ayrılarak ada haline geçen kara parçası tamamen kaybolmuştur. Bu dönemde
kıyı okunun giderek daralması ve küçülmesi, Madra Çayı Deltası sahilinde kıyıya dik
setlerin kıyı gerilemesini nispeten yavaşlatmasının, son yıllarda kıyı okunu besleyen
materyalin azalmasının ve kuzeyli rüzgârların hakimiyetini arttırmasının sonucu
olmalıdır.
Sonuç olarak kısa mesafelerde gözlenen bu farklı değişim, deniz seviyesinde
65
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
meydana gelen bir değişmenin değil doğal dengenin bozulmasının bir sonucudur. Şartlar
devam ederse Madra Çayı Deltası ile yakın çevresi dalga, akıntı ve rüzgârların neden
olduğu erozyon riski altında kalmaya devam edecektir. Fakat Karakoç Deltası ve yakın
çevresi ise rüzgârlardan, dalgalardan ve akıntılardan daha az etkilenen korunaklı bir
alanda bulunması ve aynı zamanda havzasında su kontrolüne yönelik çalışmalar olmadığı
için daha çok birikmenin etkili olduğu bir alandır. Bu şartlar devam ederse Altınova
sahilinin bu kesiminde birikme devam edecektir. Analizler güneyli ve kuzeyli rüzgârlar
arasında yaşanan hakimiyet savaşı nedeniyle zaman zaman uzayan ve kısalan kıyı okunda
bu tür parçalanmaların devam edeceğini göstermektedir. Bu araştırmada kıyı okundaki
değişimin kara ile İskele kıyı oku arasındaki İskele koyu kapanıncaya veya doluncaya
kadar devam edeceği hipotez edilmektedir. Çünkü uydu görüntülerinden yapılan tayf
analizleri bu kesimde sığlaşmanın gün geçtikçe arttığını göstermektedir. Diğer yandan
kıyı oku da kara yönünde yer değiştirmektedir. Bu kesimdeki sığlaşmanın da birikmenin
devam etmesinde etkili olacağı düşünülmektedir.
7. Gelecek Çalışmalar
Bölgede deniz içindeki platform hakkında ayrıntılı deniz altı topografyasına
yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Akıntı ve dalgaların yönü ve hızı konusunda mevsimlik
ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca farklı mevsimleri temsil eden uydu
görüntüleri bulunmadığı için mevsimlik kıyı değişimi çalışılamamıştır. Araştırmacıların
bundan sonraki amacı mevsimler arasındaki kıyı değişimini ortaya koymaktır.
8. Teşekkürler
Bu çalışmanın şekillenmesinde önemli katkısı bulunan Erdas Imagine 8.7 ve
ArcGIS 9.0 yazılımlarının kullanım hakkını sağlayan İşlem Şirketler Grubuna
yardımlarından ötürü teşekkür ederiz.
Kaynaklar
Akyürek, B. ve Soysal, Y. (1978) Kırkağaç-Soma (Manisa) - Savaştepe, Korucu, Ayvalık
(Balıkesir) – Bergama (izmir) Civarının Jeolojisi, MTA Rap. No. 6432 (yayımlanmamış), Ankara.
Armenakis, C., Cyr, I. ve Papanikolaou, E. (2002) “Change Detection Methods for the
Revision of Topographic Databases”. Symposium on Geospatial Theory. Processing and
Applications, Ottawa.
Atalay, İ. (1994) Türkiye Vejetasyon Coğrafyası, EÜ Basım Evi, ISPN 975 85527 8 7,
İzmir.
66
Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi…
Avcı, M. (1993) “Türkiye’nin Flora Bölgeleri ve Anadolu Diyagonaline Coğrafi Bir
Yaklaşım” Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 28, s. 225-248, İstanbul.
Cürebal, İ (2003) Madra Çayı Havzasının Uygulamalı Jeomorfoloji Etüdü, İ.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul.
Davis, P.H., (1965) Flora of Turkey, Vol:1, Edinburg.
D.S.İ. (1998) Balıkesir-Ayvalık-Madra Barajı Yukarı Havza Islahı Planlama Raporu, DSİ.
XXV. Bölge Müdürlüğü, Erozyon ve Rusubat Kontrol Şube Müdürlüğü, Balıkesir
Efe, F. (1995) Kıyı Mevzuatının Gelişimi ve Planlama, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı,
Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürlüğü, Yayın No:77, Ankara.
Erol, O. (1975) “Ayvalık Güneyi-Altınova Çevresinde Madra Çayı Deltasının Holosen
Birikintileri ve Deltanın Gelişim Safhaları”, Coğr. Araş. Derg., No:7, s.1-44, Ankara.
Eronat, A.H. (1999) “Altınova Madra Creek Region Coastal Erosion Study”, MEDCOAST
99-EMECS 99 Joint Conference, Land-Ocean Interactions: Managing Coastal Ecosystems, 9-13
November 1999, Antalya, Turkey.
Demirayak F. (2002) Biyolojik Çeşitlilik-Doğa Koruma ve Sürdürülebilir Kalkınma,
TÜBİTAK VIZYON 2023 Projesi Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Paneli, Ankara.
Gibeaut, J.C., Hepner, T., Waldinger, R., Andrews, J., Gutierrez, R., Tremblay, T. A.,
Smyth, R., ve Xu, L. (2001) Changes in Gulf Shoreline Position, Mustang, and North Padre
Islands, Texas. A Report of the Texas Coastal Coordination Council Pursuant to National Oceanic
and Atmospheric Administration Award No. NA97OZ0179, GLO Contract Number 00-002R, The
University of Texas at Austin Austin, Texas.
İrtem, E. ve Kabdaşlı, S. (2001) “Kıyı Alanları Yönetimi ile Akarsu Havzalarının Yönetimi
Arasındaki Entegrasyon”, Türkiye’nin Kıyı ve Deniz Alanları III. Ulusal Konferansı, Türkiye
Kıyıları 01 Konferansı Bildiriler Kitabı, s. 21-30, İstanbul.
Kayan, İ. (1999) “Holocene Stratigraphy and Geomorphological Evolution Of The Aegean
Coastal Plains of Anatolia”, Quaternary Science Reviews, Sayı: 18, s. 451-548.
Kostiuk, M. (2002) Using Remote Sensing Data to Detect Sea Level Change, Pecora
15/Land Satellite Information IV/ISPRS Commission I/FIEOS 2002 Conference Proceedings
Lambrianides, K. ve Spencer, N. (2001) The Madra River Delta Archaelogical Project,
Oxford Archaeological Reports, London.
Madra Çayı Mevkii kıyı Erozyon Etütü, (1997) DEÜ Denizbilimleri ve Teknoloji Enstitüsü,
İzmir
Sönmez, S. (1996) Havran Çayı Bakırçay Arasındaki Sahanın Bitki Coğrafyası, İÜ Sosyal
Bil. Enst. Doktora tezi (Basılmamış), İstanbul.
Yaşar, D. (1998) “Dünya Deniz Seviyesi Değişimleri ve Türkiye’deki Örnekleri”, Türkiye’
67
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
nin Kıyı ve Deniz Alanları II. Ulusal Konferansı, Türkiye Kıyıları 98 Konferans Bildiriler Kitabı,
s.749-757, Ankara.
Yılmaz, Y., Genç, Ş.C., Gürer, F., Bozcu, M., Yılmaz, K., Karacık, Z., Altınkaynak, Ş. ve
Elmas, A. (2000) “When did the Western Anatolian Grabens Begin to Develop?", Geological
Society Special Publications, 173, s. 353-384, London.
Vinodkumar, K., Bhattacharya, A. ve Subramanian, C. (1998) Coastal Morphological
Influences for Trophical Cyclone Track Deviation Along Andhra Coast: GIS and remote sensing
based approach Current Science 75 (9), s. 955-958.
Zhu, X. (2001) “Remote Sensing Monitoring of Coastline Change in Pearly River Estuary”,
Assian Conference of Remote Sensing, Singapore.
68
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 69-80, ELAZIĞ-2005
ENKULTURATION UND SPRACHE: EIN
UNTERSUCHUNGSMODELL ZUM VERGLEICH DER
ENKULTURATIONSBEDINGUNGEN UND
SPRACHERWERBSPROZESSE BEI TÜRKISCHEN
MIGRANTENKINDERN IN DEUTSCHLAND
The Process of Culturation and Language: Comprasion of the Language
Learning processes of the German and Turkish Children Through Cultural
Interaction
Şerife YILDIZ
Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü, Ankara.
s yild iz@h ace ttep e. edu. tr
ÖZET
Dil ve sosyal bilimlerle ilgili çalışmalarda genellikle ne dilsel ne de sosyalbilimsel süreci
analiz eden, alana özgü araştırma metotları yayımlanır. Bu çalışmada, enkulturasyon koşulları ile
dil edinme sürecinin analizini kapsayan, disiplinlerarası bir araştırma modeli teorik ve empirik
yönleriyle ortaya konmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Enkulturasyon, göçmen ailesi, dil edinimi, proband.
ABSTRACT
In the studies related to the Language and Social sciences, the research methods peculiar to
the field usually analyzing neither lingual nor the socio-scientific process are published. In this
study, inter-disciplinary research model including the Unculturation terms and the analysis of the
process of acquiring language is put forward with its theoretical and empirical aspects.
Key Words: Unculturation, Immigrant Family, Acquiring Language, Subject.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 )
1. Einführung
In
der
wissenschaftlichen
Literatur
für
Sprachwissenschaft
und
Sozialwissenschaften werden fast immer die fachspezifischen Untersuchungsmethoden
veröffentlicht, die entweder die sprachlichen oder die sozialwissenschaftlichen Prozesse
analysieren. Im vorliegenden Beitrag wird jedoch ein interdisziplinäres
Untersuchungsmodell dargelegt, die sowohl die Analyse der Enkulturationsbedingungen
als auch die der Spracherwerbsprozesse einschließt.
Im Folgenden werden zuerst die theoretischen Aspekte dieses interdisziplinären
Untersuchungsmodells erörtert und dann die empirischen. Ausgehend von den
theoretischen Erörterungen werden dann Fragestellungen entwickelt, die für die
empirischen Untersuchungen erforderlich sind. An den theoretischen Teil schließen sich
die Abschnitte, in denen die Untersuchung für Enkulturationsbedingungen und die
Untersuchung zum Spracherwerb beschrieben werden.
2. Theoretische Aspekte der wissenschaftlichen Begleitung
2.1. Zum Begriff Enkulturation
Der zum ersten Mal 1947 von dem amerikanischen Kulturanthropologen
Herskovits einge- führte Begriff Enkulturation ist das grundlegende Lernen von Kultur
(Gudjons 1997, S. 166). Sie ist sozusagen die kulturelle Geburt des Menschen. Durch den
Basisprozess Enkulturation wächst das Kind in die Kultur hinein. Es muss in diesem
Zusammenhang begrifflich bestimmt werden, was zur Kultur gehört:
Zur Kultur gehören: die Sprache mit ihren Begriffen und Bedeutungen, die dem
Menschen sich selbst und seine Welt verständlich, seine Wahrnehmungen und Gedanken
sichselbst und den Mitmenschen mittelbar machen und eine sinnvolle Weltansicht und
Matritze des Lebens entwerfen; die moralischen Normen und Verhaltensmuster, die sein
Leben regeln; die emotionalen Ausdrucksweisen, die sozialen Organisationen, Rollen und
Spielregeln, die sein Verhalten zum Mitmenschen bestimmen, (Kron 1994, S. 48).
Nach wie vor stellt die Familie die primäre Enkulturationsinstanz in der
Gesellschaft dar. In der Familie werden kulturelle Werte und Normen vermittelt und
erlernt, die prägenden Charakter für die Erziehung und das Lernen haben.
Erziehungspraktiken der Eltern sind abhängig von den kulturellen Werten und Normen
sowie den persönlichen Eigenschaften der Eltern. Die Herkunftskultur prägt auch in der
dritten Generation der türkischen Migranten die familiäre Enkulturation in Deutschland.
In der Auseinandersetzung mit der Herkunftskultur wird häufig versucht, eigenkulturelles
Erziehungs- und Sprachverhalten weiterzupflegen. Während der familiären Enkulturation
70
Enkulturation und Sprache…
haben die türkischen Eltern die Möglichkeit, eigene Erziehungsvorstellungen und
sprachliche Wünsche auf ihre Kinder zu projizieren.
Bei diesem eigenkulturellen und eigensprachlichen Wunsch spielt die soziale und
kulturelle Verunsicherung zahlreicher deutscher Eltern auch eine Rolle, weil sie dann für
Migrantenfamilien nicht immer eine Vorbildsfunktion erfüllen können. Dies ist
insbesondere in Wohnvierteln mit deutscher Unterschichtsstruktur der Fall. Für viele
deutsche Familien kann festgestellt werden, dass der gesellschaftliche Wertewandel der
letzten Jahrzehnte zu einer Enttraditionalisierung überlieferter Leitvorstellungen geführt
hat. In Bezug auf die Erziehung manifestiert sich dieser Wandel in der Forderung nach
mehr Individualismus im Eltern-Kind-Verhältnis. Wie konflikthaft viele deutsche Eltern
die Umsetzung dieser veränderten Erziehungsvorstellungen erleben, wird nicht nur von
deutschen Medien, aber auch von deutschen Wissenschaftlern diskutiert. Suche der
Migrantenfamilien nach einer einzigen Normalität in einer Gesellschaft, in der es mehrere
Normalitäten gibt, erschwert die Enkulturation ihrer Kinder. Die Enkulturation vollzieht
sich manchmal eher in Richtung der idealisierten und zum Mythos erhobenen
Herkunftskultur. Für die Integration der Migranten erweist sich die kulturspezifische
Ausformung der Grundstruktur der Persönlichkeit als notwendige Voraussetzung. Dieser
Prozess braucht den analytischen Hilfsbegriff der Enkulturation, um Einsicht in die
Wechselwirkung von Kultur und Sprache zu gewinnen. Ferner ist Enkulturation etwas
anderes als Sozialisation, die Eingliederung in eine soziale Gruppe bedeutet.
Enkulturation bedeutet aber das Hinenwachsen des Kindes in eine kulturelle Gruppe.
Nach Claessens wird bei der Eltern-Kind-Beziehung die Übernahme kulturspezifischer
Normen, Maßstäbe und Symbole vollzogen und eine kulturelle Grundstrukturierung der
Identität zwar weitgehend aber nicht vollkommen geprägt (Claessens 1972, S. 121).
2.2. Enkulturation und Sprache
Nach diesen Ausführungen über die Enkulturation wird deutlich, dass das in
Deutschland vorhandene Kulturgebilde verstanden und gelernt werden muss, wenn es die
Integration der Migrantenkinder zum Ziel gesetzt wird. Das wichtigste Medium dieses
Lernprozesses ist die Sprache. Die Sprache spielt zwar bei der Verinnerlichung von
kulturellen Werten die wichtigste Rolle, sie kann aber nicht die gesamte kulturelle
Realität abbilden, sondern nur deren Struktur: Die Sprache verhält sich zur Wirklichkeit,
wie eine Landkarte zum Gelände (Hörmann, 1967).
Im Medium der Sprache wird das Kind in das bestehende Kulturgebilde eingeführt
und lernt dabei einerseits seine kulturelle Identität, andererseits seine individuelle
71
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 )
Identität herauszubilden. Die kulturelle und individuelle Identität stehen in
Wechselbeziehung zueinander. Die kulturellen Normen beeinflussen die Identität
einzelner Individuen, einzelne Individuen bringen neue kulturelle Leistungen. Durch
diese Dynamik wird die Entwicklung kultureller und individueller Identität möglich
(Abalı 2000, s. 311).
Der Mensch passt sich nicht nur in das vorhandene Kulturgebilde an, sondern er
prägt es auch mit. Auch das Mitprägen der vorhandenen Kultur setzt das Erlernen der
Sprache voraus. In den Enkulturationsinstitutionen Familie und Kindergarten werden die
Kinder vor allem durch die Sprache in spezielle Bereiche der Kultur eingeführt. Mit
anderen Worten wird das Kind enkulturiert. Im Laufe des Enkulturationsprozesses wird
beim Kind eine Art kognitive Struktur gebildet, die aufgrund gewisser kultureller und
sozialer Dispositionen gegeben ist. Gleichzeitig müssen Spracherfahrungen und
Sprachhandlungen erlebt und verinnerlicht werden, aufgrund derer sich die in den
Dispositionen vorgegebenen Strukturen auch entwickeln können. Sprachentwicklung
kann also als Strukturgenese verstanden werden, die u.a. auf das Lernen in der Familie
und im Kindergarten angewiesen ist. Kulturen in Industriegesellschaften sind als
komplexe, widersprüchliche und dynamische Systeme zu betrachten. Trotzdem können
sie einen sprachlichen Filter für Wahrnehmungen und Bedeutungsgebungen bieten.
2.3. Türkische Migrantenfamilien
Es ist zu beachten, dass türkische Migrantenfamilien keine einheitliche
Familienstruktur und Erfahrungswelt aufweisen. Es existiert nicht die Migrantenfamilie
mit einheitlichem Erziehungs- und Sprachverhalten.
Nach dem Individualismus- und Kollektivismusindex, der von Hofstede aufgrund
einer in 53 Ländern durchgeführten empirischen Untersuchung erstellt wurde, ist die
Gesellschaft in der Türkei, aus der die türkischen Migranten stammen, überwiegend
kollektivistisch orientiert, während die deutsche Gesellschaft eher individualistisch
geprägt ist (Hofstede 2001, S. 70). Türkische Familien in Deutschland bilden zwar eine
Übergangsgesellschaft, dürfen aber dennoch mehr ihrer ursprünglichen und traditionell
kollektivistischen Kultur zuzurechnen sein (Kleiter 2004, s.38). Nach dem niederländischen Kulturanthropologen Hofstede (2001) lernen die Kinder in kollektivistischen
Familien generell in “Wir” -Begriffen zu denken, in individualistischen Familien eher in
“Ich” -Begriffen. Die vorschulischen Einrichtungen in Deutschland haben das Ziel, den
Individualismus der Kinder zu fördern. Individualistisch orientierte Gesellschaften sind
im Allgemeinen freier, offener und aufnahmebereiter als die tendenziell geschlossenen
72
Enkulturation und Sprache…
kollektivistischen Gesellschaften. Das Ausmaß des Kollektivismus und Individualismus
ist bei einzelnen Migrantenfamilien unterschiedlich ausgeprägt. Das eigenkulturelle Alte
wird bei tendenziell kollektivischtischen Migrantenfamilien mehr betont als das
zweitkulturelle Neue. Das zweitkulturelle Neue wird nur soweit aufgenommen, wie es
nötig ist, um in Deutschland zu überleben. Migrantenfamilien mit intensiveren und
tieferen individualistischen Zügen als die o.g. erste Gruppe dürften offener sein, wenn es
um die Aufnahme und das Lernen des Neuen geht (Vgl. Hofstede 2001, S. 85). Es kann
jedoch davon ausgegangen werden, dass in beiden Migrantenfamilien das Alte nicht
vollständig ersetzt, sondern im Neuen untergründig weiterklingt (Walter & Adam 2003,
S. 253).
2.4. Ziele des Untersuchungsmodells
1. Das hier erörterte Untersuchungsmodell bietet eine seltene Möglichkeit, den
konstitutiven Zusammenhang von Enkulturation und Sprache unter der besonderen
Berücksichtigung des Kollektivismus und Individualismus zu erforschen. Es soll
empirisch überprüft werden, ob die Kinder der Migrantenfamilien mit bestimmten
individualistischen Zügen die Zweitsprache Deutsch besser lernen als die Kinder der
kollektivistisch orientierten Migrantenfamilien.
2. Unter Berücksichtigung der obigen Fragestellung wird weiterhin analysiert, wie
der deutsche Kindergarten mit türkischen Eltern zusammenarbeiten kann und wie die
Kinder der kollektivistisch orientierten Migrantenfamilien durch die interkulturelle
Erziehung gefördert werden können.
3. Durch den Vergleich der lexikalischen und kognitiven Leistungen kann
festgestellt werden, ob die Migrantenkinder, die in deutschen Kindergärten sprachlich
gefördert werden, eindeutig über bessere lexikalische Kenntnisse verfügen als die Kinder,
die nicht eine vorschulische Sprachförderung genießen.
4. Anhand der im ersten und zweiten Punkt erwähnten Analysen werden
schließlich praktische Förderungsmaßnahmen vorgeschlagen, die sich auf die
sprachdidaktischen Aspekte der Vorschulerziehung beziehen.
3. Empirische Untersuchungen
Die Situation der türkischen Migrantenkinder in Deutschland ist durch
interdisziplinäre Phänomene gekennzeichnet, die sich gegenseitig beeinflussen.
Ausgehend von einem interdisziplinär orientierten Ansatz sieht das Untersuchungsmodell
zwei Untersuchungsschwerpunkte vor, die sich inhaltlich aufeinander aufbauen:
1. Untersuchung der Enkulturationsbedingungen,
73
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 )
2. Durchführung des Intelligenztests und Untersuchung zum Zweitspracherwerb.
3.1. Untersuchung der Enkulturationsbedingungen
Diese Untersuchung kann nicht das riesige Feld der Enkulturation umfassen. Sie
konzentriert sich auf die familiäre Enkulturation. Bei der Untersuchung der familiären
Enkulturationsbedingungen geht es insbesondere um den Aspekt des Kollektivismus und
des Individualismus. Es soll überprüft werden, inwieweit die türkischen
Migrantenfamilien kollektivistisch oder individualistisch geprägt sind. Im
Zusammenhang ihrer kollektivistischen oder individualistischen Orientierung werden
dann die besonderen Lernformen oder Lerntraditionen in Migrantenfamilien erforscht.
3.1.1. Leitfragen für die Untersuchung
Die Untersuchung der Enkulturationsbedingungen hat folgende Ziele:
1. Welche kollektivistische und individualistische Züge lassen sich bei
Migrantenfamilien feststellen?
2. Welche kulturelle Orientierung haben die Eltern? Eher heimatliche oder eher
Deutschland bezogene?
3. Welche Erziehungseinstellungen haben die kollektivistischen und
individualistisch orientierten Eltern?
4. Welche Lernformen werden bei kollektivistischen und individualistisch
orientierten Migrantenfamilien tradiert?
5. Welche Sprachkenntnisse haben die kollektivistischen und individualistisch
orientierten Eltern?
3.1.2. Untersuchungsdesign
Um die subjektive Sicht der Eltern zu erheben und zu analysieren, wird für die
Erforschung der Enkulturationsbedingungen türkischer Migrantenkinder eine Form der
qualitativen Untersuchung gewählt. Es handelt sich dabei um das Leitfadeninterview, das
zum Standardverfahren qualitativer Interviewführung gehört (König/Zedler 2002, S. 59).
Die Verfasser gehen davon aus, dass ein thematisch orientiertes Leitfadeninterview ein
effektives Verfahren sein kann, konkrete Aussagen über den Gegenstand der
Untersuchung zu erhalten. Bei einem Leitfadeninterview kann einerseits von den
vorläufigen theoretischen Aspekten ausgegangen werden, andererseits den Aussagen der
Migrantenfamilien Priorität eingeräumt werden
3.1.3. Auswahl der Probanden
An
der
Untersuchung
für
74
Enkulturationsbedingungen
können
30
Enkulturation und Sprache…
Migrantenfamilien mit türkischer Herkunft teilnehmen. Um möglichst aufschlussreiche
und vergleichbare Daten zu erheben, sollten Eltern mit verschiedenem Bildungsniveau,
Beruf, Herkunftsort und unterschiedlicher Aufenthaltsdauer sowie Kinderzahl
berücksichtigt. Der Vergleich Großstadt-Kleinstadt ist ein weiterer Aspekt der Auswahl
der Probanden. Aus diesem Grund sollten Migrantenfamilien mit ländlichem und
städtischem Wohnort in die Untersuchung aufgenommen. Vor der Auswahl der
Migrantenfamilien kann eine Informationsveranstaltung für die türkischen Eltern zum
Thema Vorschulerziehung stattfinden. Diese pädagogische Veranstaltung kann
gleichzeitig dazu dienen, erste Kontakte mit Eltern anzuknüpfen und eine
Vertrauensatmosphäre einzuleiten.
3.1.4. Datenerhebung
Nach bisheriger Forschungserfahrung mit Migrantenfamilien ist es nicht immer
angebracht, mit einem Kassettenrekorder oder mit einem anderen Aufnahmegerät in die
Wohnung einer Migrantenfamilie zu gehen und eine qualitative Untersuchung
durchzuführen. In diesem Falle besteht die Gefahr, dass sich die Migranten nicht offen
äußern. Nach einer Voruntersuchung bei einer Migrantenfamilie können die Daten durch
8 Leitfragen erhoben und die Antworten darauf durch den Interviewer notiert. Direkt nach
dem Interview sollten diese Notizen im Detail verschriftet werden. Das
Leitfadeninterview sollte sprachlich flexibel durchgeführt werden, je nach Bedarf in
türkischer oder deutscher Sprache. Dabei haben die Familienmitglieder die freie
Sprachwahl. Für jede Migrantenfamilie sind zwei Sitzungen vorgesehen.
3.1.5. Auswertung der Daten
Die Daten des Leitfadeninterviews können durch ein analytisch-typologisches
Verfahren Ausgewertet. Bei der Auswertung soll versucht werden, den
Untersuchungsgegenstand aus subjektiver Sicht der Migrantenfamilien zu analysieren.
Anhand der aufbereiteten und analysierten Daten sollen Einzellfalldarstellungen
vorgenommen werden. Zum Schluss können die Ergebnisse der Analyse in einem
Forschungsbericht festgehalten werden, der sowohl die Ergebnisse der
Enkulturationsuntersuchung als auch die Ergebnisse der Untersuchung des Spracherwerbs
berücksichtigt.
3.2. Untersuchung zum Zweitspracherwerb
Der Begriff Migrantenkinder schließt nicht nur die Kinder ein, die in die
Bundesrepublik eingewandert sind, sondern auch die Kinder, die in Deutschland geboren
und aufgewachsen sind. Gewöhnlich wird die erste Sprache, die ein Kind erwirbt, als
75
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 )
Muttersprache oder Erstsprache bezeichnet. Sie ist in der Regel auch die Familiensprache.
Unter Zweitsprache wird jene Sprache verstanden, die ein Individuum als zweite, zeitlich
nach der ersten erwirbt. Migrantenkinder in Deutschland erwerben die Zweitsprache
Deutsch häufig sukzessiv. Bevor sie mit drei Jahren in den Kindergarten kommen, haben
sie also unter Umständen wenige Kontakte zur deutschen Sprache. Viele Migrantenkinder
in Deutschland verfügen über unzureichende Deutschkenntnisse. Auch wenn sich in der
gesprochenen Sprache häufig kaum Defizite erkennen lassen, so scheitert ein erheblicher
Teil von ihnen im schriftsprachlichen Bereich bzw. in der Bildungssprache Deutsch.
Grundsätzlich beschränken sich die sprachlichen Probleme der Migrantenkinder nicht auf
einen einzigen Aspekt von Sprache. Die vorgesehene Untersuchung zum
Zweitspracherwerb begrenzt sich aber bewusst auf den deutschen Wortschatzbereich im
Vorschulalter. Es geht also um den Erwerb von lexikalischem Wissen und um die Frage,
wie
lexikalische
Verarbeitungsdefizite
bei
spracherwerbsbenachteiligten
Migrantenkindern türkischer Herkunft entstehen können.
3.2.1. Leitfragen für die Untersuchung
Migrantenkinder sind häufig nicht in der Lage, aus dem Inputkontext neue Wörter
in ihr deutsches Lexikon aufzunehmen. Es ist zu überprüfen, ob und inwieweit die
lexikalischen Defizite der Migrantenkinder auf kulturelle, soziale und kognitive
Benachteiligungen zurückzuführen sind. Im vorliegenden Artikel wird angenommen, dass
die Migrantenkinder mit lexikalischen Problemen oft nicht in der Lage sind, die
erforderlichen kognitiven Erwerbsstrategien einzusetzen, um angemessene lexikalische
Repräsentationen zu erstellen. Leitfragen für die Untersuchung zum Spracherwerb
können wie folgt formuliert werden:
1. Über welches lexikalisches Wissen in der Zweitsprache Deutsch verfügen die
Migrantenkinder türkischer Herkunft in deutschen Kindertagestätten in ihrem dritten
Kindergartenjahr?
2. Welche Formen der zweisprachigen Mischung hinsichtlich des lexikalischen
Wissens lassen sich bei Migrantenkindern feststellen?
3. Lassen sich Unterschiede hinsichtlich des Erwerbs verschiedener Wortarten
feststellen?
4. können die in Deutschland geborene Migrantenkinder, die durch einen
mangelhaften deutschen Wortschatz auffallen, die kognitiven Erwerbsstrategien
genügend einsetzen?
5. Inwieweit können die defizitären lexikalischen Repräsentationen durch die
76
Enkulturation und Sprache…
familiären Enkulturationsbedingungen erklärt werden? Können sie auf sprachliche,
kulturmilieubedingte Lernvoraussetzungen in der Familie zurückgeführt werden?
3.2.2. Untersuchungsdesign
Die Untersuchung zum Spracherwerb konzentriert sich auf den Erwerb des
deutschen lexikalischen Wissens der Migrantenkinder in Kindertagesstätten. Die Daten
über das Lexikon der Zweitsprache Deutsch werden durch die fast mappingUntersuchung erhoben. Der Prozess, in dem die Kinder Wortformen aus dem Inputkontex
in ihr Lexikon aufnehmen und mit Bedeutung belegen, kann sehr schnell ablaufen. Dieser
Prozess wird als fast mapping bezeichnet. Fast mapping ist der Prozess des schnellen
Abbildens. Der Erwerb eines neuen Wortes schließt zwei Prozesse ein. Im ersten Prozess
identifiziert das Kind Referenten und Bedeutungen. Im zweiten Prozess isoliert es
mögliche Wortformen. Im dritten Prozess integriert das Kind die ersten beiden Prozesse.
Es bildet die Referenten und Bedeutungen auf die Formen ab. Mit anderen Worten wird
eine „Lauthülse“ mit einem Objekt, einer Handlung oder mit einer Eigenschaft assoziiert
(Rothweiler 2001, S. 257 ff). Erste fast mapping-Studien stammen von Carey und Bartlett
(1978), die mit dreijährigen Kindern gearbeitet haben. In Deutschland wurde das fast
mapping - Experiment, das als fast mapping German- Test (FMG-Test) bezeichnet wird,
von Rothweiler (2001) durchgeführt.
3.2.3. Auswahl der Probanden
In die fast mapping-Untersuchung werden nicht die sprachbehinderten Kinder
aufgenommen, sondern die sprachnormalen Migrantenkinder. Für die Berücksichtigung
sollte eine Auswahl von Probanden stattfinden. Das Untersuchungsmodell hat keinen
ausschließlich quantitativen Forschungsschwerpunkt mit einer großen Stichprobe,
sondern eher einen qualitativen Forschungsschwerpunkt mit einer kleinen
Versuchsgruppe. Ziel der Probandenauswahl ist, dass die Probandengruppe aus 40
Migrantenkindern türkischer Herkunft der Altersgruppe 3-6 besteht, und zwar 30 für die
Bildung einer Versuchsgruppe und 10 für die Bildung einer Kontrollgruppe, die für den
Vergleich der lexikalischen Daten erforderlich ist. Bei den 30 Kindern handelt es sich um
die
Kinder
der
Migrantenfamilien,
die
an
der
Untersuchung
für
Enkulturationsbedingungen teilnehmen. Bei der Auswahl der Versuchskinder spielen
nicht nur die Ziele des Untersuchungsmodells (Abschnitt 2.2.4) und die Leitfragen für die
Untersuchung (Abschnitt 3.2.1) eine Rolle, sondern auch die Bereitschaft der
Migrantenfamilien zur Mitarbeit eine Rolle. Die Versuchsgruppe soll aus 15 Mädchen
und 15 Jungen türkischer Herkunft bestehen, die an der Untersuchung beteiligten
77
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 )
Kindertagestätten in Deutschland besuchen. Die Wissenschaftler, die eine derartige
Untersuchung durchführen, sollten sprachliche Voraussetzungen bringen. Ein weiterer
Aspekt der Auswahl ist die Aussage der betreffenden Erzieherin. Die Einschätzungen der
Erzieherinnen über die Kinder, ob die betreffenden Kinder lernbehindert sein können,
sollen ebenfalls berücksichtigt werden.
3.2.4. Datenerhebung
Für die Erhebung der Daten werden die Kinder Versuchsgruppe und die der
Kontroll- Gruppe zwei Tests unterzogen:
1. Der fast mapping-Test (FMG-Test) und
2. Der non-verbaler Intelligenztest CMM (Columbia Mental Maturity Test)
(Schuck u.a. 1975). Die Durchführung des non-verbalen Intelligenztests hat zwei Gründe.
Durch den Intelligenztest soll sichergestellt werden, dass die sprachlichen Defizite der
Versuchskinder nicht auf ein außersprachliches kognitives Defizit zurückzuführen sind.
Zweitens kann durch den nicht verbalen Intelligenztest überprüft werden, ob die Kinder
der Versuchsgruppe und die Kinder der Kontrollgruppe über ähnliche kognitive
Leistungen verfügen. Dies ist für den Vergleich des lexikalischen Wissens der am Projekt
teilnehmenden und nicht teilnehmenden Kinder von großer Bedeutung. Für die
Durchführung des fast mapping-Tests sollen den betreffenden 40 Kindern kurze
Zeichentrickfilme vorgeführt werden, die keine Dialoge enthalten. Alle Kinder der
Versuchs- und Kontrollgruppe sollen an vier Testsitzungen teilnehmen und einzeln
getestet werden. Auch die fast mapping-Videos sollen die Versuchskinder einzeln sehen,
bzw. in Anwesenheit des Verfassers dieses Aufsatzes und einer studentischen Hilfskraft.
Die Testsitzungen können in Kindertagesstätten oder in den Wohnungen der Kinder
durchgeführt werden, und zwar nachmittags in einer ungestörten Atmosphäre. Die
Testsitzungen für die fast mapping-Untersuchung werden auf Audio-Kassetten
mitgeschnitten.
3.2.5. Auswertung der Daten
Die Ergebnisse des fast mapping-Tests und die des non-verbalen Intelligenztests
durch ein quantitatives und itemspezifisches Verfahren ausgewertet. Durch diese
Methoden, die eine aufschlussreiche Standardisierung ermöglichen, können die Daten
über ein bestimmtes Phänomen des lexikalischen Erwerbs anschaulich verglichen
werden. Nach der Auswertung der lexikalischen Daten werden die Ergebnisse der
Untersuchung
zum
Spracherwerb
und
die
der
Untersuchung
für
Enkulturationsbedingungen verglichen. Somit fließt die Auswertung der Daten zur
78
Enkulturation und Sprache…
lexikalischen Untersuchung in die Fallanalyse der Enkulturationsbedingungen.
4. Schlussbemerkungen
Die Sprache ist das wichtigste Medium der langfristigen Enkulturation in
individualistischen und kollektivistischen Gesellschaften. Sie bestimmt sowohl die
Gedanken als auch soziale und kulturelle Sprachhandlungen. Inwieweit die bikulturelle
Enkulturation der Migrantenkinder in die Kultur des Einwanderungslandes Deutschland
von Spracherwerbsprozessen hängt, lässt sich fast unendlich diskutieren, solange keine
entsprechenden empirischen Daten vorliegen. Durch das in diesem Beitrag dargestellten
Untersuchungsmodell können neue empirische Zusammenhänge festgestellt und die
wissenschaftliche Diskussion über die Verbindung von Enkulturation und Sprache
vorangetrieben werden. Das Modell erfasst die Enkulturationsbedingungen, den Aufbau
und Erwerb von sprachlichen Repräsentationen, wobei die Bedeutung der Zweitsprache
Deutsch für den Enkulturationsprozess verdeutlicht werden kann. Schließlich können die
Ergebnisse eines solchen Untersuchungsmodells pragmatische Hinweise für ein
interkulturelles Leben in Europa geben.
Literatur
Abalı, Ünal, Kulturelle Identität und Sprache. Türkische Schülerinnen und Schüler in
Deutschland. In: Deutsch lernen. Zeitschrift für den Sprachunterricht mit ausländischen
Arbeitnehmern, 4 (2000), S. 310-331.
Carey, S., Bartlett, E.: Acquiring a single new word. Papers and Reports on Child
Language Development 15, 1978, S. 17-29.
Claessens, Dieter, Familie und Wertsystem. Eine Studie zur zweiten, sozio-kulturellen
Geburt des Menschen und der Belastbarkeit der, Kernfamilie, Berlin 1972.
Gudjons, Herbert, Pädagogisches Grundwissen. Überblick-Kompendium-Studienbuch,
Heillbrunn, 1993.
Hofstede, Geert, Lokales Denken, globales Handeln. Interkulturelle Zusammenarbeit und
globales Management, München, 2001.
Hörmann, Hans, Psychologie der Sprache, Heidelberg, 1967.
Kleiter,
Ekkehardt
F.,
Psychologie
einer
cross-kulturellen
Sozialpersönlichkeit.
Egozentrismus und Sozialpersönlichkeit in verschiedenen Soziallagen bei Deutschen, USAmerikanern und Deutsch-Türken, Lengerich, 2004.
König, Eckard., Zedler, Peter, Qualitative Forschung. Grundlagen und Methoden,
Weinheim, 2002.
Kron, Friedrich W., Grundwissen Pädagogik, Stuttgart, 1994.
79
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 )
Rothweiler, Monika, Wortschatz und Störungen des lexikalischen Erwerbs bei spezifisch
sprachentwicklungsgestörten Kindern, Universitätsverlag Winter, 2001.
Schuck, K. D., Eggert, D., Raatz, U., Columbia Mental Scale CMM 1-3 (Sprachfreier
Gruppenintelligenztest), Weinheim, 1975.
Walter, J., Adam, H., Der kulturelle Kontext und seine Berücksichtigung bei Migrantenund Flüchtlingsfamilien. In: Cierpka, Manfred (Hrsg.): Handbuch der Familiendiagnostik, Berlin,
2003, S. 251-268.
80
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 81-105, ELAZIĞ-2005
HÜSN Ü AŞK’TA ATEŞLE İLGİLİ TEŞBİH UNSURLARI
Simile Elements About Fire In Husn u Ask
Şener DEMİREL
Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Bölümü, Elazığ.
[email protected]
ÖZET
Hüsn ü Aşk mesnevisi, 18. yüzyıl Divan şairlerinden Şeyh Gâlib’in adıyla özdeşleşmiş,
sadece kendisinin değil, aynı zamanda bütün bir Türk edebiyatının en seçkin eserlerinden biridir.
Eserde genel olarak, İlâhî aşka ulaşmanın zorlukları anlatılmış; sâlikin Allah'a ulaşma yolunda pek
çok sıkıntının üstesinden gelmek zorunda olduğu ve bunu başarabilmesi için de, mutlaka bir
mürşidin yardımına ihtiyacı bulunduğu anlatılmıştır. Hüsn ü Aşk, aynı zamanda Sebk-i Hindî’nin
kendine özgü tasavvuf, aklın sınırlarını zorlayan zengin ve karmaşık hayalleri, orijinal
mazmunları, benzetmeleri çerçevesinde kaleme alınmış orijinal ve alegorik bir eserdir.
Bu makalede Hüsn ü Aşk mesnevisinde dikkat çekici oranda kullanılan ateşle ilgili
benzetmeler üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede önce Hüsn ü Aşk mesnevisi taranarak ateşle ilgili
teşbih unsurları fişlenmiş, daha sonra bu fişler belli başlıklar altında tasnif edilmiş ve en sonda da
yer yer tasavvufî bakış açısıyla tahliller yapılarak, bu kullanımın arka planı gözler önüne serilmeye
çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, mesnevi, alegori, tasavvuf, tahlil.
ABSTRACT
Husn-u Ask mesnevi was identified by the name of Sheikh Galib, a Court poet in the18th
century, and it is not only one of the best work of art of him, but it is also one of the best work of
arts of Turkish Literature. Shortly, this work of art is about the difficulties in reaching to divine
love; a believer has to overcome many difficulties in reaching God, and he must to get help from a
guide. Also Husn-u Ask is an allegoric work that was created by Sebk-i Hindi’s sufism, mixed
imaginations that walk in the limits of sanity, original verses and similes.
In this article similes about fire in Husn-u Ask is examined. These similes were used in
considerable amounts. In this respect similes about fire in Husn-u Ask are identified and grouped
under certain topics. Finally, analysis are made in sufism perspective and background of this
simile practice is tried to be exposed.
Key Words: Sheikh Galib, Husn-u Ask, mesnevi, allegory, sufism, analysis.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Hüsn ü Aşk adlı mesnevi, 18. yüzyıl Divan şairlerinden Şeyh Gâlib’in ismiyle
özdeşleşmiş, neredeyse bütün bir Türk edebiyatının en seçkin ve özgün eserlerinden
biridir. Eserin konu ve üslûp açısından taşıdığı özgünlük, onu yerli yabancı çok sayıda
araştırmacı ve bilim adamı tarafından araştırma ve inceleme konusu yapmıştır. Hüsn ü
Aşk’ı özgün kılan bir başka unsur da çok geniş bir yelpazeye yayılan teşbihlerdir. Bu
makalede daha çok, söz konusu teşbihlerden biri olan ateş üzerinde durulacaktır.
Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ın çok sayıdaki beytinde farklı unsurlar ile ateş arasında
ilgi kurması, hiç kuşkusuz incelemeye değer bir konu olsa gerek. Burada yapılmaya
çalışılan, ateşle ilgi kurulan çeşitli unsurları, somut bir şekilde gözler önüne sermek, söz
konusu benzetmelerin çok geniş ve değişik bir yelpazede işlendiğini tespit etmektir.
Ayrıca tespit edilen beyitlerin açıklanmasında, şairin mutasavvıf kişiliğinden ve
mesnevînin tasavvufî özelliğinden dolayı, yer yer tasavvufî yorumlamalara gidilmiştir.
A. Hüsn ü Aşk Mesnevisi Hakkında Bilgi
1.Mesnevinin Kısa Özeti
Hüsn ve Aşk, Beni Muhabbet kabilesinde aynı gün doğan kız ve erkek
çocuklarıdır. Doğar doğmaz kabilece nişanlanan çocuklar büyüyünce Mekteb-i Edeb adlı
okula giderler. Hocaları Molla-yı Cünûn’dur. Aşk’a aşık olan Hüsn ilk başlarda aşkına
karşılık almazsa da daha sonra aralarında büyük bir aşk başlar. Aşk, lalası Gayret ve
hocası Mollâ-yı Cünûn’un yol göstermesiyle Hüsn’le evlenmek ister. Kabilenin ileri
gelenleri Aşk’ın Hüsn’e kavuşabilmesi için Kalb Diyarı’ndaki Kimya’yı alıp
getirmelerini isterler. Aşk lalası Gayret ile bu zor ve meşakkatli yolculuğa çıkar. Hem
lalası Gayret’in hem de Sühan’ın yardımlarıyla önüne çıkan engelleri ( dibi olmayan
kuyu, gam harabesi, ateş denizi, Zatüssuver Kalesi, devler, periler, büyüler, cadı vs.) birer
birer aşan Aşk, sonunda Kalb Diyarı’na ulaşır. Burada Hüsn’ün sarayıyla karşılaşır. Bu
arada karşılarına Mollâ-yı Cünûn, İsmet ve Hayret çıkar. Sühan bütün olup bitenlerin ne
anlama geldiğini açıklar: Aşk Hüsn’dür, Hüsn de Aşk’tır. Aralarında ikilik yoktur, aksine
“birlik”in farklı tezahürleridir.
2.Mesnevi Hakkında Bazı Görüşler
Victoria Holbrook, “Alegori’nin Ölümü, Hüsn ü Aşk’ın Özgünlüğü” adlı
makalesinde Hüsn ü Aşk hikâyesinin özetini şöyle vermiştir: Yolcu olan Aşk’ın, Hüsn ile
evlenmek için aradığı “kimya”nın, yoldaki belâları aşarak yaşadığı, içsel dönüşümün sırrı
olduğu anlaşılır. Kimyanın bulunacağı yer olan Hisar-ı Kalb’in hükümdarı Hüsn, Hisar’ın
da Aşk’ın kalbi olduğu ortaya çıkar (Holbrook, 1996: 76).
82
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
Hüsn ü Aşk hakkında önemli görüşler ileri süren yazarlardan biri de Abdulbaki
Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı, Hüsn ü Aşk ile ilgili bir yazısında "Hüsn ü Aşk"ta biz, iki asli
unsur görmekteyiz, der ve bunların 1. Tasavvuf ve tasavvuftaki "seyr ü sülûk"; 2. O
zamana dek yazılan mesnevi tarzındaki hikâyelere üstünlük cehdi, olduğunu belirtir ve
şöyle devam eder: Tasavvufta, bilhassa Melâmet yoluna gidenlerce aşk, insanı, sevilen
kişiden, bütün sevilenlerde cemalini, güzelliğini gösteren, bütün sevilenlerde görünen tek
sevgiliye, kesretten vahdete, fertten topluma ve nihayet şehvetten istiğraka, kendinden
geçişe götüren en kudretli bir vasıtadır; bu bakımdan mecazî, yani tatmin sonucu geçen
ve bir sevgiliye duyulan aşk da, gerçek aşka bir köprüdür. Gerçek aşksa, önce zuhura,
yani güzellere, sıfat ve eserlere, mazharlara taalluk ederken yavaş-yavaş, güzelliğe, zata
taalluk eder ve âşık, kendisini, maşukta yok eder; âşıkın, maşukun bir tecellisi olduğu
tahakkuk edince de aşk yok olur ve vahdet belirir. Bu, ikiliğin birlik, kesretin vahdet
olduğunu, oluş halinde meydana çıkarır. Manevi yolculukta, gayret, yani mücahede,
insanın eşi-dostudur; varlık âleminden yokluğa, varlıkların, Gerçek Varlık'a, Hakk'a
nispetle izafî olduğunu bilmeye, bu bilgiyi buluş ve oluş haline getirmeye vasıta, manevi
mücahededir. Sâlikin uğrayacağı vehimden doğan bütün sıkıntılarda, ayak sürçmelerinde
ona, mürşidin sohbeti yardımcı olur. Galib, bu manevi yolculuğu ve nihayet varılacak
makamı, bu eserinde, cidden çok güzel ve tam bir şiir havası içinde anlatmış ve
duyurmuştur.(Gölpınarlı, 1971:112).
Şeyh Gâlib’in yakın arkadaşı olan Esrâr Dede, Hüsn ü Aşk’ın muhtevasını
Mevlevilikte geçirilen bir iç tekâmülün yansıması olarak açıklamaktadır: Mesnevideki
âyet/delillerin parıltılı aydınlığı ve Mevlevî seyr ü sülûkunda, müritlerin her bir derece ve
makama ulaştıkça, onlarda meydana gelen haller ve bu vesile ile meydana gelen son
derece şahsî sırlar. İşte bunlar Hüsn ü Aşk’ın muhtevasıdır. (Türinay,1995:114)
Yukarıdaki görüşlerin yanında Hüsn ü Aşk’ın tamamen tasavvufî bir içerikle
yazılmadığını belirten görüşler de bulunmaktadır. Bunlardan birisini Victoria Holbrook,
Sadettin Nüzhet Ergun’dan alıntı yaparak belirtiyor: “Fakat şunu da unutmamalıdır ki,
Hüsn ü Aşk tamamen tasavvufî bir maksatla yazılmış değildir. Şairin gayesi, edebiyatta
bir yenilik husule getirmektir. Bu eseri, sırf tasavvufî bir görüşle tahlil ve izaha kalkışmak
manasız bir külfet olur. Şair bu tasavvufî mevzuları ancak imgelemine bir çeşni vermek
için intihap etmiştir(Ergun, 1932’den akt. Holbrook,1998:248).
3. Hüsn ü Aşk ve Tesirleri
Gâlib’den, özellikle de Hüsn ü Aşk’tan etkilenen şairlere şöyle kabaca bir göz
attığımızda, Gâlib’in sırdaşı Esrâr Dede ile başlayan, XIX ve XX. yüzyıllarda yaşamış
83
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
uzun bir şair listesiyle karşılaşırız: Keçecizâde İzzet Molla ve Yenişehirli Avnî’den
Ethem Pertev Paşa ve Abdülhak Hâmid’e, Namık Kemal’den, Cenab Şehâbeddîn’e,
Ahmet Haşim’den Faruk Nafiz’e, Behcet Necatigil ve Attila İlhan’dan Hüsrev Hatemi,
Sezai Karakoç ve Hilmi Yavuz’a kadar uzanan bir çok isim Gâlib’den esinlenerek şiirler
yazmışlardır. Nesir sahasında bu kadar çeşitliliği göremesek de Şeyh Gâlib ve eseri Hüsn
ü Aşk zaman zaman romanlara da konu olmuştur. Muallim Naci ile başlayan bu alandaki
yankılanma, Tanpınar’ın, Halide Edib’in, Emine Işınsu ve Orhan Pamuk gibi yazarların
romanlarında açıkça hissedilmektedir. Bunlardan başka, Turan Oflazoğlu’nun Güzellik
İle Aşk ve III. Selim Kılıç ve Ney adlı oyunlarında, yine Kenan Işık’ın Aşk Hastası isimli
oyununda Gâlib ve eseri karşımıza çıkmaktadır (Ayvazoğlu, 1995).
Şeyh Gâlib’in ve dolayısıyla Hüsn ü Aşk’ın etkileri kuşkusuz burada verilenlerle
sınırlı değildir. Biz sadece söz konusu çalışmalara örnek olması açısından yukarıdaki
eserlerden bahsettik.
B. Teşbih sanatı ve Ateş Unsuru Hakkında Kısa Bilgi
Hüsn ü Aşk mesnevisinde ateşle ilgili benzetme unsurları hakkında etraflı bir yazı
yazmadan önce, yazının adında ön plana çıkan iki unsur olan teşbih sanatı ve ateş unsuru
ile ilgili bir takım tespit ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Kuşkusuz burada
yapılmaya çalışılan ateşle ilgili benzetme unsurlarının tespiti ve özellikle bazı beyitlerin
tasavvufî açıdan tahlili olduğu için, ne teşbih sanatını ne de ateş unsurunu etraflı bir
şekilde incelemek istedik. Bununla beraber az da olsa hem teşbih hem de ateş ve onunla
ilgili olduğunu düşündüğümüz kırmızı renk üzerine bir şeyler söylemekten geri
duramadık.
Teşbih, bir tanıma göre, sözü daha etkili bir duruma getirmek için aralarında türlü
yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı nitelikçe
daha üstün olana benzetmektir (Dilçin, 1983:405).Bir başka tanıma göre de teşbihin,
sözlük anlamı benzetme demektir. Benzetme, bir varlıktaki ya da eylemdeki herhangi bir
özelliğin daha etkin belirtilebilmesi için, onunla andırma ilişkisi içinde bulunduğu var
sayılan başka bir varlığın ya da eylemin örnek gösterilmesidir (Uğur, 2003:49). Hüsn ü
Aşk mesnevisinde hem Dilçin’in hem de Uğur’un yaptığı sınıflandırmalara ilişkin zengin
bir seviyede teşbihin varlığı söz konusudur.
Ateş ise, anasır-ı erba’a/dört unsurdan biridir. Söz konusu dört unsur aynı zamanda
“tüm maddesel yapıların ve organik bütünlerin temel taşıdır (Arroyo, 2000:101) Hemen
bütün mitolojilerde ve inanışlarda dört unsura dair bazı kabuller görmek mümkündür.
Çünkü, her element hepimizin içinde işleyen temel bir enerji ve bilinç türünü temsil eder”
84
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
(Arroyo, 2000:101). Bu açıdan bakıldığı zaman insan vücudunun dört unsurdan meydana
geldiği, bunlardan birinin ön plana çıkmasının kişinin karakterinin şekillenmesinde etkili
olacağı kaçınılmaz bir sonuçtur.
Bu arada öncelikle belirtilmesi gereken bir husus da ateş ile ilgili benzetmelerin
hemen hepsinin ortak paydasının ısı ve renk kaynaklı olduğudur. Ateşin temel özelliği
esasında ısısından kaynaklanan yakıcılığıdır. Bu yakıcılık hem maddî hem de manevî
nitelikte karşımıza çıkmaktadır. Bachelard, “ışık renk itibarıyla ateşle paralellik taşısa da
yakıcılık açısından farklılık arz eder” diyerek ateş ile ateşe fizikî açıdan benzerlik
gösteren ışık arasındaki ilgiye dikkat çeker (Bachelard,1995:46). Ayrıca mesnevideki
beyitlerde dikkat çekecek yoğunluktaki ateşle ilgili benzetmelerin arka plânında,
“yoğunlaştırılmış aşk ve ıstırap atmosferi” (Türinay,1995: 102)’nin önemli bir yer
tuttuğunu da ileri sürebiliriz. Çünkü “ateş” sadece makaleye konu olan mesnevinin
beyitlerinde değil, aynı zamanda şairin çoğu şiirlerinde çok belirgin bir şekilde kendisini
göstermektedir.
Ateşin bir başka özelliği de canlı varlıkların hayatiyetlerinin önemli derecede bir
göstergesi olmasıdır. Canlı varlıklara yaşama gücünü veren içlerindeki ateştir. Bu ateş
kendini en çok rengiyle özdeşleşen kanda gösterir. Şairin ateşe bu derece önem
atfettiğinin bir başka nedenini de bu gerçekte aramak söz konusu olabilir.
Geleneksel açıdan bakıldığında dört unsurun kendi arasında ikiye ayrıldığı; ateş ve
hava aktif ve kendini ifade edici, su ve toprağın ise pasif, alıcı ve kendini baskı altında
tutucu özellikler taşıdığı kabul edilir. Bunlar içinde konumuzun hareket noktası olan ateş,
hareketliliği, yerinde duramazlığı, sürekli yükselme arzusu içinde olması ile en dikkat
çekici unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu özellikler, durağan, yere doğru ve
yerçekimi ile ilgili olan toprak ve suyun aksine havada da görülmektedir.
Ateş elementi evrensel ısı ve ışın yayan enerjiyi; kolay heyecanlanan ve ışığı
kanalıyla dünyaya renk getiren enerjiyi anlatır. Bu element C.G. Jung tarafından psişik
enerjinin dinamik çekirdeği ile ilişkilendirilmiştir (Arroyo, 2000:102).
Buraya kadar yapılan tespit ve değerlendirmeler bize ateşin evrenin yaratılışından
insanoğlunun bugün geldiği noktaya kadarki süreç içerisinde oldukça önemli bir rol
oynadığını göstermektedir. Böylesine önemi haiz bir unsurun Şeyh Gâlib’in şiir dilinde
hangi tasavvurlara ve tahayyüllere konu olduğu bundan sonraki kısımda ele alınacak ve
değerlendirilecektir.
C. Hüsn ü Aşk’taki Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili benzetmelerin tespit ve tahlili yapılırken, Şeyh
85
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Gâlib’in mutasavvıf kişiliğinden de hareketle, her bir unsurun, yer yer tasavvufî
açıklamasının yapılması gerektiğini belirtmek gerekir. Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili
benzetmeler birkaç başlık altında şöyle toplanabilir:
1.İnsan: Beni Muhabbet Kabilesi, Hüsn, Aşk, Gayret, Sâkî.(Kuşkusuz
mesnevideki insanlar alegorik bir nitelikte belli değerleri sembolize etseler bile, burada
daha çok insanî özellikleriyle değerlendirileceklerdir.)
2.Tabiat: Deniz, gül, güneş.
3.Hayvan: At (Aşk’ın atı Aşkar)
4.Nesne: Şarap, Kılıç, Gemi, Mektup, Yem.
5.Soyut Unsurlar: Âh, Figân, Gam, Cehennem.
1. İnsan-Ateş
a. Ateş-Beni Muhabbet Kabilesi
Hüsn ve Aşk’ın bağlı bulundukları kabile şair tarafından tasvir edilirken ateşle
ilgili çeşitli tasavvurlardan faydalanılmıştır. Bunlardan birkaçı şunlardır:
Giydikleri âfitâb-ı temmûz
İçdikleri şu’le-i cihân-sûz (245)1
“Sevgi oğulları kabilesinin giydikleri temmuz güneşidir. İçtikleri ise cihanı yakan
ateştir.”
Orijinal iki benzetmeyle donanmış bu beyitte tasviri yapılan Beni Muhabbet/Sevgi
Oğulları Kabilesi çoğunlukla tasavvuf ehlinin sembolü olarak değerlenmiştir. Tasavvuf
ehlinin giydiği “âfitâb-ı temmûz”dan kasıt ise vahdettir. Temmuz güneşinin en belirgin
özellikleri yakıcılık ve ısıtıcılıktır. Temmuz güneşinin yakıcılığı ilâhî aşktan ileri
gelmekte, ısıtıcılığı ise ilâhî aşkın güzelliğinin sonucudur; daha doğrusu ilâhî aşkın
güzelliğinin tecellîsidir. Giyme ve içme fiilleri “insan”ın doğal gereksinimleridir. Bu
nedenle Beni Muhabbet Kabilesi ilâhî tecellîye mazhar olduğu için sürekli olarak ilâhî
aşka bağlıdır ve onunla hayat bulmaktadır. Şair “giydikleri” derken her ne kadar somut
bir nesneye işaret ediyorsa da, giyilen giysi tasvir edilirken “âfitâb-ı temmûz”
tamlamasıyla soyut bir benzetmeye çağrışım yapmıştır. Aynı şekilde tasavvuf ehlinin
içtikleri ifadesinin cevabı olarak verilen “şu’le-i cihân-sûz/cihanı yakan alev benzetmesi
gibi soyut bir ifade ile ortaya konulmuştur. Hem giyilen hem de içilen unsurlar ilâhî aşkı
1
Makaledeki örnek beyit ve açıklamalar “Hüsn ü Aşk, Şeyh Gâlib, Haz. Orhan Okay-Hüseyin Ayan,
Dergâh Yay. 2000.” adlı çalışmadan alınmıştır.
86
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
sembolize etmektedir. Tasavvuf ehli, hayatiyetini devam ettirmek için temel gıda olarak
ilâhî aşkı giyinmek, onunla donanmak, onu sürekli olarak içmek, onunla hayat bulmak
zorundadır. Beyitte dile getirilen benzetmenin benzeri aşağıdaki
Ekdikleri dâne-i şerâre
Biçdikleri kalb-i pâre pâre (250)
“Kıvılcım tohumu ekiyorlar, paramparça olmuş kalp biçiyorlardı.”
beytindeki “dâne-i şerâre” tamlamasında bulunmaktadır. Giydikleri ve içtikleri ateşle
ilgili benzetmelerden oluşan Beni Muhabbet Kabilesinin hiç kuşkusuz “ektikleri” de
“biçtikleri” de ateşle ilgili olacaktır. Beni Muhabbet Kabilesi, ateşten bir parça olan
kıvılcım tohumu ekmekte, bundan da parça parça olmuş kalp biçmektedir. Doğal olarak
toprağa ekilen şey, insanın gıda ihtiyacını karşılayan bir besin olacaktır. Ancak beyitte
farklı bir anlam ifade etmekte, yani “dâne -i şerâre” ile ilâhî aşkın feyzi sembolize
edilmektedir. “Ekdikleri dâne-i şerâre” mısraına, yapılan tasvir açısından baktığımızda
herhangi bir sorun görünmemekte; fakat ekilen kıvılcım tanesinin yerine biçilen
paramparça olmuş kalp, ortaya çelişkili bir tablo çıkarmaktadır. Esasında söz konusu
çelişki, doğal olarak Beni Muhabbet Kabilesinin çektiği ıstırapları ifade etmektedir. Ama
bu, kesinlikle maddî bir ıstırap değildir; aksine ilâhî aşktan kaynaklanan ve içinde, doğal
olarak sonunda, hem de sonsuza kadar sürecek, mutluluk barındıran bir ıstıraptır.
b.Ateş-İnsan-Hüsn
Hüsn, Hüsn ü Aşk mesnevisinde Şeyh Gâlib’in aynı zamanda mesneviye adını
verdiği kahramanlardan biridir. Hüsn kelimesinin sözlük anlamı güzelliktir. Tasavvufta
ise ilâhî güzellik anlamındadır. Âlemdeki bütün güzellikler ve güzeller O’nun/Cemâl-i
Mutlak’ın güzelliğindendir. Bir başka ifadeyle Hüsn, Ma΄şuk’tur. Hüsn ü Aşk mesnevisi
için “Ma΄şuk’un kuluna olan aşkı”nı anlatan bir hikâyedir, diyebiliriz. Hüsn’ün
mesnevide üstlendiği rol “sabır, iffet, sadakat ve haz”dır (Türinay, 1995:93).
Hüsn’e dair ateş ilgili benzetmeler, onun güzellik unsurlarından olan dudak ve boy
ile ilgilidir.
La’l-i lebi şu’le-i şeker-nûş
Gül-ruhları nev-bahâr-ı gül-pûş (452)
“Dudağının mercanı, tatlı bir alev, gül yanakları ise güller giyinmiş ilkbahardır.”
Şair Hüsn’ü tasvir ederken onun adından, yani Hüsn/Güzellik(Hüsn-i MutlakVahdet-i Mutlak) hareketle tasavvufta vahdetin simgesi olan yanak ve dudak unsurlarını
zikrediyor. Esasında beyitte bir dualist ifade de dile getirilmiştir, diyebiliriz. Ancak
burada üzerinde durulması ve vurgulanması gereken husus, ilahî güzellik/vahdet ile
87
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
kesretin bir arada bulunup bulunmayacağıdır. Gerçekte dudak ve yanağın
rengi/kırmızılığı ilâhî güzelliğin bir yansımasıdır. Dudağın kırmızılığı tatlı bir aleve
benzetilmiştir. Dudak için dile getirilen “şu’le-i şeker-nûş/şeker içen alev” benzetmesi,
daha doğrusu imajı, oldukça dikkat çekici bir niteliktedir.
Tasavvufta hüsn batinî/iç, cemâl ise zahiri/dış güzelliği ifade etmektedir. Hüsn ü
Aşk mesnevisi bir bakıma şairin iç yolculuğu (Miraç) olduğuna göre, yolculuğun en
sonunda Hüsnü kendi içinde görmesi, bu güzelliği farkına varması, gerçekte seyr ü
sülûkta geçirdiği iç yolculuğun sonucudur. Aşk bu haliyle gerçek aşka veya bir başka
ifadeyle insan-ı kâmil noktasına ulaşmış, gerçek güzelliğin esasında insanın kendi içinde
gizli olduğunu, bir rehber/mürşid-i kâmil eşliğinde anlamış bulunuyor.
c.Ateş-İnsan-Aşk
Hüsn ü Aşk mesnevisinin baş kahramanlarından biri olan Aşk, mesnevide “vuslat,
hasret, ıstırap” gibi duyguları sembolize etmektedir. Aşk, Türinay’a göre Şeyh Gâlib’in
kendinden başkası değildir Ona göre şair, yaşadığı bir istihaleyi, üçüncü bir şahıs
üzerinden, Aşk üzerinden, bize aktarmıştır(Türinay, 1995:103). Aşk’ın Kalb Diyarı’na
yaptığı yolculuk esnasında karşılaştığı devler, periler, büyüler, cadılar veya gulyabanîler,
ateş denizi vs. bir bakıma şairin seyr ü sülûk esnasında geçirdiği haller ve makamların
birer sembolüdür.
Mesnevide dikkat çeken bir nokta Aşk’ın, Hüsn’e göre daha zengin bir ateş
imajıyla donatılmış olmasıdır. Bu durum, Aşk’ın çektiği sıkıntı, geçirdiği yolculuk ve bu
yolculukta karşılaştığı güçlükler açısından bakıldığında normal bir durum olarak
değerlendirilmelidir.
Bir beyitte “cehennemin alevli goncası” olarak nitelenen Aşk,
K’ey gonca-i şu’le-zâr-ı dûzah
N’oldı ki edersin böyle âveh (1128)
“Ey cehennemin alevli goncası, ne oldu ki böyle ah ediyorsun?”
denilerek “gonca-ı şu’le-zâr-ı duzah” tamlamasında ateş/şu’le ile gonca arasında renk ve
şekil gibi yönlerden bir benzerlik kurulmuştur. Goncadan maksat Aşk’tır. Gonca, gülün
aksine, kapalı, tek bir unsur olarak görünüşüyle, tasavvufta vahdeti simgeler. Cehennem
ise kesreti. Bu nedenle beyitte, kesret içinde vahdet anlayışı ortaya konulmuştur.
Gonca/Aşk’ın sürekli bir şekildeki feryatları cehennemde/kesrette olduğundan dolayıdır.
Beyitte ayrıca vahdet-kesret tezadı söz konusudur. Vahdeti simgeleyen gonca/Aşk ile
kesreti simgeleyen duzah/cehennem bir arada verilerek tezat sanatı yapılmıştır. Tezat
sanatı Sebk-i Hindî’nin önemli özelliklerinden biridir. Yalnız, klasik tezat sanatından
88
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
farklı olarak Sebk-i Hindî şairleri tarafından bir tamlama içinde birbirine zıt unsurların bir
arada verilmesi suretiyle gerçekleştirilmiştir. Bir başka beyitte şair,
Bir hâl ile eylemezdi ârâm
Ditrerdi misâl-i şu’le endâm (328)
“O, Aşk, bir türlü rahat edemez, vücudu alev gibi titrerdi.”
diyerek Aşk’ın vücudunu titreyen aleve benzetmiştir. Ateşin yalımının yukarıya doğru
sürekli bir şekilde titremesi ile daha beşikte bulunan Aşk’ın durumu arasında bir
benzerlik kurulmuştur. Titreyen bir alev benzetmesiyle nitelenen Aşk’ın vücudu, bu
haliyle sürekli bir değişim içinde olduğunu göstermektedir. Aşk burada aynı zamanda
ilâhî tecellînin mazharı olan kâinatı temsil etmektedir. Kâinat da sürekli bir değişim ve
gelişim içindedir. İlâhî tecellînin anlık değişimleri somut olarak kendisini kâinatta, bir
başka ifadeyle âlem-i sagir olan insanda yani Aşk’ta göstermektedir. Bir Kandilin Alevi
adlı eserinde Gaston Bachelard, alevin titremesi ile ilgili olarak şunları söyler: “Alevde
mekân kımıldar, zaman kıpırdar. Işık titreyince, her şey titrer…(Bachelard 1999:30).
Yazarın bahsettiği titreme, bir bakıma kâinattaki değişimi de çağrıştırmaktadır,
denilebilir.
Aşk’ın “gül vücutlu ateş” olarak tahayyül edildiği bir beyitte ise şair,
Velhasıl o âteş-i gül-endâm
Bu cünbiş ile geçirdi eyyâm (330)
“Sözün kısası, o gül vücutlu ateş (Aşk), günlerini bu çırpınışlarla geçirmekteydi.”
diyerek sık başvurulan bir benzetme ortaya koyuyor: “Âteş-i gül-endâm” tamlamasında
renk ve şekil bakımından birbiriyle ilgili iki unsur olan âteş ile gül Aşk’ın vücudunun
nitelenmesinde bir arada kullanılmışlardır.
Bir başka beyitte ise,
Hatt-ı ruhı dûd-ı nâr-ı Nemrûd
La’l-i lebi kevser-i mey-âlûd (480)
“Yanağının tüyleri Nemrûd ateşinin dumanı, dudağının kırmızılığı şarapla karışık
kevserdi.”
denilerek bir yandan Nemrûd’un Hz. İbrahim’i ateşe atma olayına telmih yapılmış, bir
yandan da Aşk’ın yanağının tüyleri Nemrûd’un Hz. İbrahim’i yakmak için yaktırdığı
ateşin dumanına benzetilmiştir.
Şair beytin birinci mısraında “hatt-ı ruhı dûd-ı nâr-ı Nemrûd” diyerek Allah’ın
“celâl”, “la’l-i lebi kevser-i mey-âlûd” diyerek ise “cemâl” sıfatına işaret etmekte ve bu
iki sıfat Aşk’ın yüzünde tecellî etmekte, bulunmaktadır. Şair beyitte aynı anda hem
89
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Aşk’ın yüzünün özelliklerini hem de Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarını bir arada vermeye
çalışmıştır. Bu haliyle beyitte bir tezat sanatının varlığı da kendisini göstermektedir.
Beyitte ayrıca la’l-i lebi/dudağının kırmızılığı da kevser-i mey-âlûd/ şarapla karışık
kevser olarak tahayyül edilerek vahdet, yani ilâhî aşk şarap; “hatt-ı ruh/yanağındaki tüyler
ise dûd-ı nâr-ı Nemrûd” biçiminde nitelenerek kesret ifade edilmiştir. Bu açıdan
bakıldığında beyitte vahdet-kesret tezadı da bulunmaktadır. Ayrıca İlâhî tecellînin aynı
anda ve aynı yerde farklı şekillerde tezahür edebileceği genel görüşünün varlığına
rastlanılmaktadır.
Bir başka beyitte ise şair farklı bir tasavvurla,
Ruhsâresi âfitâb-ı tâbân
Âteşler içinde mihr-i rahşân (529)
“Parlak güneşe benzeyen yanağı, ateşler içinde parlayan bir güneşti.”
diyerek Aşk’ın yanağını ateşler içinde parlayan bir güneşe benzetiyor. Fakat bu
benzetmeyi yaparken farklı kelime ve tamlamaları kullanmıştır. Yani dolaylı bir şekilde
“vahdet-i vücûd”a işaret etmiştir. Şöyle ki; şair, birinci mısradaki âfitâb-ı tâbân” ve ikinci
mısradaki mihr-i rahşân” tamlamalarının nesnesi olan güneş ile Aşk’ın yanağı arasında
ilgi kurmuştur. İlginin özünde ise parlama, yanma, dolayısıyla ateş vardır. Bu durum, bizi
vahdet-i vücûd görüşünün temel dayanağı olan “kâinatta yaratılan her şey Allah’ın
değişik suretteki tecellîleridir” ifadesine götürmektedir. Aslında şairin anlatmak istediği
Aşk’ın yanağının ateşe/ilâhî nûra benzediğidir. Bu benzerlik âfitâb-ı tâbân ve mihr-i
rahşân gibi farklı ifadelerle ortaya konularak anlatıma zenginlik ve kesinlik
kazandırılmıştır.
d.Ateş-İnsan-Gayret
Aşağıdaki beyitte belâ çeken, tecrübeli, gün görmüş bir kişi olarak tanıtılan ve aynı
zamanda Aşk’ın Lala’sı, rehberi dolayısıyla bir insan-ı kâmil olarak ifade edebileceğimiz
Gayret’in sözleri ateşe teşbih edilmiştir.
Var idi yanında bir belâ-keş
Gayret adı her peyâmı âteş (1119)
“Aşk’ın yanında, Gayret adında ve her sözü ateş gibi olan bir belâ tutkunu vardı.”
Gayret’in sözlerinin ateş gibi olması, yakıcı olması, Aşk’ı eğitmesi, ona yol
göstermesi, pişmesi içindir. Gerçekte insan-ı kâmilin her hareketinin ve her sözünün
Allah’ın birer tecellisi olduğu düşünülürse, Aşk kendisine söylenen sözler karşısında
sürekli yanıp tutuşacaktır, ya da mecazen böyle bir intibaı hissedecektir.
90
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
e. Ateş-İnsan- Sâki
Sâkî dahi kendi ol perî-veş
Bir hûr idi kim şarâb-ı âteş (1659)
“Sakinin kendisi de şarabı ateş olan peri yüzlü bir huri idi.”
Tasavvufta sâki mürşid-i kâmildir. Mürşid-i kâmilin sunduğu şarap ilâhî aşkın
şarabıdır. Âşık, mürşid-i kâmil/sâkinin sunduğu ilâhî aşk şarabıyla kendinden geçiyor.
Bir meyhane alegorisi üzerine kurulmuş olan bu beyitte sâki, güzelliği ile peri, hûri
ve şarap kelimeleri arasında bir tenasüpten bahsedebiliriz. Sâki, bir mecliste veya
meyhanede bazen su, bazen içki dağıtan güzel, genç olarak kabul edilir. Peri yüzlü bir
hûri denilerek sâkinin güzelliğine mübalağalı bir vurgu yapılmıştır. Çünkü hem peri hem
de huri çoğunlukla bir güzelin teşbih unsuru olarak kullanılagelmiştir. Şair bu iki unsuru
saki üzerinde aynı anda kullanıyor. Çünkü esas vurgulanmak istenen ilahî güzelliktir.
Diğer bir deyişle de saki, beyitte, aynı zamanda tasavvuf literatüründe mürşid-i kâmil,
ilâhî tecellîye mazhar olmuş, dolayısıyla ilahi güzellikle donanmış bir rolle karşımıza
çıkmaktadır. Mürşid-i kâmilin seyr ü sülûk esnasında müritlerini ilahi aşkla tanıştırmak,
onları mutlak güzele götürebilmek için kullanabileceği unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz
ilahî aşkı temsil eden şaraptır. Şair şarapla ateş arasında hem renk hem de ısıtıcılık,
yakıcılık açısından ilgi kurmuştur. İlgi unsurlarından biri olan ısıtıcılık ve yakıcılık hem
maddî hem de manevî açıdan değerlendirilebilir. Şöyle ki ısıtıcılık açısından içilen şarap,
belli bir zaman içinde kana karıştıktan sonra vücudun hararetini artırır. Bu durum
kendisini en çok yüzde gösterir. Yakıcılık da benzer bir şekilde şarap içilirken kendisini
gösterir ve içen kişinin başta boğazının, daha sonra da iç organlarını belli ölçüde yakar.
Bütün bunlar maddî açıdan getirilen yorumlardır. Esas üzerinde durulması gereken husus,
konunun manevi boyutudur. Saki, mürşid-i kâmilin sunduğu şarap, doğal olarak ilahî aşk
şarabıdır. Bu nedenle böylesine bir şarabın içen üzerindeki etkisi daha çok manevi
düzeyde olacaktır. Yani âşığın gönlünde yankı bulacaktır ilahî aşk şarabı. Çünkü âşığın
gönlü mahall-i tecellîdir ve aynı zamanda İlahî tecellînin kendisini izhar edeceği yerdir
gönül. İlahî tecellî, âşığın gönlüne ilahî aşk şarabı ve saki/mürşid-i kâmil aracılığıyla
girecektir.
Şairin Divanı’ndaki bir beyitte ise sâkî Allah olarak ifade edilmiştir:
Yek-reng feyz-i sâkî ile bezm-i gülsitân
Her câm-ı bâde bir gül-i sîr-âbdır bu şeb (Kalkışım, 1994:258)
“Bu gece gül bahçesi meclisi Allah’ın feyzi ile tek renge büründü ve her şarap
kadehi de bir yeni açmış gül oldu.”
91
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
“Bu şeb” redifli gazelde, “bu şeb”den kasıt varlık âlemidir. Varlık âlemindeki her
şey zıddıyla kaimdir. Beyitte kesret âlemi olarak ifadesini bulan gül bahçesi (gül
tasavvufta kesreti ifade eder) Allah’ın feyzi ile tek bir renge, yani vahdete dönüşmüştür.
Feyz beyitte su olarak ifade edilmiş olabilir. Su da tasavvufta vahdeti temsil eder. Gül
bahçesindeki güllerin Allah’ın feyzi/ onlara bahşettiği su ile tek bir renge dönüşmesiyle
tasavvufun önemli ilkelerinden biri olan kesrette vahdete işaret edilmiştir. Kesrette
vahdeti sağlayan sâki, yani Allah’tır. Yine her şarap kadehi Allah’ın feyziyle yeni açmış
bir güle dönüşürken, bir taraftan İlâhî aşkı ifade etmekte, bir taraftan da yeni açmış bir
güle benzetilerek, kesreti çağrıştırmıştır.
2.Tabiat-Ateş
a. Deniz
Dünyâları tutmuş âteş-i gam
Gird-âbları çeh-i cehennem (1588)
“Gam ateşi dünyaları kaplamıştı. Girdapları cehennem kuyusuydu.”
Aşk, yoluna çıkan ateş denizini, içine düştüğü ıstırabın etkisiyle gam ateşi olarak
tahayyül ediyor. Bu öylesine bir ateş denizidir ki girdapları cehennemin gayya
çukurlarına benzemektedir. Gam ateşi kesreti, mâsivâyı simgeler. Aşk ,karşısına çıkan
girdapları cehennem kuyusu gibi olan ateş denizinin büyüklüğü karşısında ümitsizliğe
kapılıyor.
Dûzah velî şu’le-i sîm-âb
Her ahkeri cur’a-nûş-ı gird-âb (1589)
“Cehennem, fakat civa alevleriyle dolu. Her kıvılcımı, girdapları bir yudumda
içiyor.”
Bir önceki beyitte ateş denizindeki girdapları cehennem kuyularına benzeten şair,
bu beyitte cehennem teşbihine açıklık getiriyor. Bu ateş denizi cehennemdir ve öylesine
bir cehennemdir ki civa alevleriyle doludur. Ayrıca önüne çıkan girdapları yok
etmektedir. Civa, yerinde duramama, kararsızlığı simgeler. Mâsivâyı temsil eden
cehennem ateşi içinde, âşığın önüne çıkan çeşitli engeller sürekli bir şekilde değişmekte,
âşığın sıkıntı ve ıstıraba kapılmasına ve onun azmini kırmaya neden olmaktadır.
Her gavtası bir muhît-i âteş
Her lüccesi bir cahîm-i ser-keş (1590)
“Her anaforu bir ateş çemberi, her dalgası da havalanan bir cehennem gibiydi.”
Aşk’ın yoluna çıkan ateş denizi çeşitli benzetmelerle tasvir edilmiştir. Bu
benzetmelerden biri anaforuyla, diğeri de dalgalarıyla ilgilidir. Şair anaforu ateş çemberi,
92
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
dalgayı ise havalanan cehennem olarak tahayyül etmiştir. Ateş denizi mâsivâyı simgeler.
Aşk, Kalb Diyarı’na ulaşma yolunda önüne çıkan bu maddî âleme ait engelleri aşmak
zorundadır. Bu unsurların her biri âşık için sıkıntı ve ıstıraptır.
Hûn-âb-ı ciger misâl-i gül-gûn
Deryâ-yı şirâre kulzüm-i hûn (1591)
“Gül renkli bir ciğer kanıydı; kıvılcım deryası ve kan deniziydi.”
Şair, Aşk’ın yoluna çıkan ateş denizini “kırmızı renk” eksenli bir benzetme/imaj
çerçevesinde tasvir etmiştir. Bütün bu benzetmelerin ana noktası kesret âlemidir. Aşk, işte
böylesine bir kesret ortamı içinde derin bir ıstıraba ve ümitsizliğe kapılır. Kalb Diyarı’na
ulaşabilmesi için bütün bu unsurların üstesinden gelmesi gerekecektir.
Bin başlı bir ejder-i münakkaş
Mumdan gemi altı bahr-ı âteş (1245)
“Bin başlı bir nakışlı yılan, ateş denizinin üzerinde mumdan bir gemi.
Beni Muhabbet kabilesi, Aşk’ın Hüsn’e kavuşması için Kalb Diyarı’ndan kimyayı
getirmesini ister. Kalb Diyarı’na yapılacak yolculuk esnasında Aşk’ın karşılaşacağı bir
takım engeller bulunmaktadır. Bunlardan birisi de ateş denizidir. Kabile mensupları,
Aşk’ın nasıl bir denizle karşı karşıya geleceğini anlatırken, denizi, derisi nakış nakış bin
başlı yılan olarak tasvir ederler. Bu arada söz konusu denizi geçebilmesi için de mumdan
bir gemiye binmesi gerekmektedir. Beyitte orijinal bir tezat söz konusudur. Ateş denizi ve
onun üzerinde yolculuk yapacak mumdan gemi. Aşk, kesret âlemini geçmek için bu
mumdan gemiye binmek zorundadır. Bu bir anlamda Aşk’ın ateş denizinde/kesret
âleminde yok olması demektir. Çünkü mumdan gemi ateş denizi içinde belli bir süre
sonra eriyecek ve Aşk da ateş denizinde yok olacaktır. Ateş denizi bir anlamda da ilahî
aşkı ifade eder. Aşk, sürekli bir şekilde bu ilâhi aşk içinde bulunmakta ve Cemalullaha
ulaşmak için bu ortamı teneffüs etmek zorundadır.
Gûş etmiş idi o sergüzeşti
Âteş yemi üzre mum keştî (1548)
“Aşk, ateş denizi üzerinde mumdan gemi macerasını daha önceden duymuştu.”
Beyitte, bir önceki beyitte de dile getirilmiş olunan “mumdan gemi” benzetmesiyle
karşılaşmaktayız. Burada, Sebk-i Hindî’nin önde gelen özelliklerinden biri olan tezadın
farklı bir şekilde kullanımı söz konusudur: Bir tarafta ateş denizi, diğer tarafta Aşk’ın
içinde yolculuk yaptığı mumdan gemi vardır. Bu tezat aynı zamanda Aşkın içinde
bulunduğu ruhî karmaşayı da göstermesi açısından önemlidir. Bir bakıma mübalağa
boyutundaki bu benzetmenin arka planında Aşk’ın “Gerçek Aşk”a ulaşma yolunda ne
93
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
derece zor bir durum içinde olduğunu, her an için mumdan geminin eriyip, Aşk’ın ateş
denizinde kaybolup gideceğini göstermektedir. Bu durum aynı zamanda seyr ü sülûkun
ne derece meşakkatli olduğuna ve bir anlık tereddüdün, o ana kadar alınan yolun heba
olabileceğine de işarettir.
b. Gül
Nev-reste nihâl-i erguvânî
Bâr-âver-i âteş-i civânî (658)
“Yeni yetişen erguvan fidanı gençlik ateşinin meyvesini getirmişti.”
Beyitte erguvan çiçeği kırmızı rengi dolayısıyla ateşe benzetilmiştir. Gül
bahçesinde bulunan erguvan fidanının gençlik ateşini getirmesi hayali/imajı bize Aşk’ın
ilâhî aşk yolunun daha başında olduğunu anlatmaktadır. Beyitteki nev-reste/yeni yetişmiş
ve âteş-i civânî/gençlik ateşi arasındaki tenasüp, bizi dolaylı olarak seyr ü sülûka yeni
girmiş müride götürmektedir.
Bilmez ki nedir nihâl-i gül-nâr
Âteş mi bitürdi yoksa gülzâr (278)
“Nar fidanını bilmediklerinden dolayı, (acaba) gül bahçesi ateş mi bitirdi, yetiştirdi,
diye şaşırırlardı.”
Beyitte ateşle gül arasında renk ve şekil açısından bir ilgi kurulmuştur. “Nihâl-i
gül-nâr” tamlamasındaki gül mutluluğu, nâr/ateş ise ilâhî aşk ıstırabını temsil etmektedir.
Beyitte mutluluk içinde ıstırap ya da ıstırap içinde mutluluk tezadı söz konusudur.
Birbirine zıt unsurların bir tamlama içinde yer alması Sebk-i Hindî’nin önemli
özelliklerinden biridir.2 Gül tasavvufta “cemâl-i mutlak”ı, ateş ise “celâl-ı mutlak”ı temsil
eder. Her iki unsurun “Vücûd-ı Mutlak”ta bulunması ve birbirlerinden ayrılmaz bir
şekilde tecellî etmesi söz konusudur.
Hayretle dehân-ı gonca ebkem
Düştü gül-i şu’le üzre şebnem (1791)
“Goncanın ağzı hayretten kapandı. Sanki alev gülü üzerine çiğ tanesi düştü.”
Gülün kapalı şekli olan gonca beyitte hüsn-i talil sanatıyla hayretten, şaşkınlıktan
donakalmış, ağzı kapanmış bir kişi olarak tahayyül edilmiş. Ayrıca beyitte renk ve şekil
yönlerinden sık tekrarlanan gül-alev ilgisi de söz konusudur. Gonca vahdeti, gül ve alev
her iki unsur da kesreti simgeler. Ayrıca alev gülü üzerine düşen çiğ tanesi, kesret içinde
2
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkadir Gürer; “Şeyh Gâlib’in Şiirlerinde Bir Anlatım Özelliği”
Türkoloji Dergisi, C.XIII., S.1, 99-108
94
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
vahdeti ifade etmektedir.
c.Güneş (Mihr, Hurşid)
Hüsn ü Aşk mesnevisinde kozmik âlemin önemli bir parçası olarak farklı
tahayyüllerle nitelenen güneş unsurunun, konumuz çerçevesinde, bir iki beyitte ateşle
ilgisi kurulmuştur.
Âteş nazarımda mihr-i rahşân
Cennet gözüme diken mugaylân (1819)
“Ateş, gözüme parlak güneş gibi; cennet ise gözüme diken gibi gözüküyor.”
Aşk, çıktığı yolculuğun sonsuzluğu karşısında bir an için dahi olsa böylesine bir
ümitsizliğe kapılıyor ve yukarıdaki sözleri söylüyor. İlahî aşkı temsil eden ateş, sıradan
bir varlık gibi algılanarak parlak güneşe benzetiliyor. Benim gözümde denilerek bu
benzetmenin yapılması, daha sıradan ve şahsî bir nitelik kazanıyor. Ateşin güneş,
cennetin de dikenlik ve çalılık olarak görülmesi, o andaki ruh haletinin yansımasıdır.
Aynı zamanda cemal-i ilâhiyi hedef alan Aşk/âşık için cennet, gerçekten çalı ve diken
gibi tahayyül edilecektir. Çünkü esas hedef “cemalullah”tır ve O cennetle sınırlı değildir.
Sadece cennetle sınırlı olmadığına göre, benim için cennetin bu anlamda pek fazla bir
değeri yoktur. Ben kendime daha yüce hedefler tayin etmişim ve onun yolundayım. Bu
yolculuk esasında önüme çıkacak olan ateş, gözüme parlak bir güneş; cennet de diken
gibi görünecektir.
Ruhsâresi âftâb-ı tâbân
Âteşler içinde mihr-i rahşân (529)
“Parlak güneş olan yanağı, ateşler içinde parlayan güneşti.”
Tasviri yapılan Aşk’tır. Hüsn’ün parlak güneş olan yanağı Aşk’ın yüzüne
aksetmiştir. Yanak, tasavvufta vahdettir. Vahdetin Aşk’ın yüzünde aksetmesi, tecellî
etmesi söz konusudur. Hüsn daha önce de söylendiği gibi cemâl-i İlahîyi temsil
etmektedir. Cemal-i ilahîyi temsil eden ve güneşe teşbih edilen Hüsn ateşler içerisinde
kalmış gibidir. Yani Allah’ın cemal sıfatının her yeri ve her şeyi kapsaması söz
konusudur. Cemal-i ilahîyi yani vahdeti temsil eden Hüsn ve dolayısıyla onun yanağı,
Aşk’ın yüzünde tecellî ederek, her yeri ve her şeyi kapsamıştır. Beyitte ateş ile güneş
arasında ilahî aşkı, cemal-i ilahiyi temsil etmeleri açısından bir benzerlik söz konusudur.
3. Hayvan
a. Ateş-Hayvan-At (Aşkar)
Hüsn ü Aşk mesnevisinde tasviri yapılan birkaç hayvandan biri Aşkar adlı ve aynı
95
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
zamanda Aşk’ın Kalb Diyarı’na olan yolculuğu esnasında bindiği attır. Mesnevideki
birçok unsur gibi Aşkar da birkaç beyitte ateşle ilgili benzetmelerle tanımlanmıştır.
Aşağıda bu benzetmelerden birkaçı verilmiştir.
Dâg gibi durur o şu’le-endâm
Çün künbed-i la’l-reng-i Behrâm (1495)
“Tıpkı Behrâm’ın la’l renkli künbedine benzeyen o alev vücutlu/Aşkar dağ gibi
duruyor.”
Behrâm, Sasaniler soyundan İran’lı bir hükümdardır. Babası Yezdcürd’ün ölümü
üzerine tahta çıkmış, Mimar Sinnimâr’a yedi kubbeli bir köşk yaptırmış, zamanının
çoğunu avla geçirmiş ve bir av esnasında ölmüştür (Pala, 1989:133; Demirel, 1995:20).
Şair, Behrâm’ın yaptırdığı la’l-renkli künbede telmihte bulunarak künbet ile Aşk’ın atı
Aşkar arasında azametli görünüşleri yönünden bir ilgi kuruyor.
Tûbâ-yı cinân dıraht-ı şu’le
Kâşâne-i adn ü taht-ı şu’le (1486)
“ O (Aşkar), cennet Tûbâsı, alevden bir ağaç, cennet köşkü ve ateşten bir tahttır.”
“Dıraht-ı şu’le/alevden ağaç” tamlamasıyla Kur’an-ı Kerim Tâhâ Suresi 10, 11 ve
12. ayetlerde Hz. Mûsâ’nın Tûr dağı’nda şahit olduğu olaya telmih yapılmıştır.3 Şairin
burada Aşk’ın atı Aşkar’ı “dıraht-ı şu’le/alevden bir ağaç benzetmesiyle tasvir etmesi
orijinal bir benzetmedir. Kuşkusuz at sadece bu benzetmeyle verilmemiştir. Atın tasviri
sırasında kullanılan ifadeler, alışılagelmişin dışında özellikler taşımaktadır. Tûbâ-yı
cinân/cennet Tubası ve kâşâne-i adn/cennet köşkü, dıraht-ı şu’le ve taht-ı şu’le ile
paralellik göstermektedir. Cennetteki Tûbâ ağacı ile alevden ağaç ve cennet köşkü ile
ateşten taht arasında dikkat çekici bir ilgi kurulmuştur.
Cennetteki Tûbâ ağacı, kökü yukarıda, dalları aşağıda olan bir ağaçtır. Deniz
üzerinde Aşk’ı hedefine götüren Aşkar da şair tarafından böyle resmedilmiş, tasvir
edilmiştir. Burada dikkat çeken nokta böylesine farklı bir yapıdaki ağaç ile alevden ağaç
arasında kurulan ilgidir.
Su gibi akar zemîn ü kâne
3
“Hani o bir ateş görmüş ve ailesine: bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meşale
getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti. Oraya vardığında kendisine tarafımızdan: Ey
Musâ! Diye seslenildi: Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen
kutsal vâdi Tuvâ’dasın.” Tâhâ. 10- 11-12. Ali Nihad Tarlan Şeyh Gâlib’in bir beytini açıkladığı
makalesinde yukarıda sözü edilen sureyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Tûr dağındaki bu nur ve
ateş şeklinde görünen ağaç müfessirlere göre Mûsâ yahut Avsec ağacı denen dikenli bir ağaçtır (Tarlan,
1990:107).
96
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
Âteş gibi sıçrar âsümâne (1500)
“At (Aşkar), su gibi toprağa ve maden ocağına akar, ateş gibi de göğe sıçrar.”
Şair, Aşk’ın atı Aşkar’ı tasvir ederken zıt unsurlardan faydalanmıştır. At, birinci
mısrada suya benzetilerek, su gibi toprağa ve maden ocağına akmakta, ikinci mısrada ise
ateş/kıvılcım gibi göğe sıçramaktadır. Su-âteş, zemin-âsümân tezatı söz konusudur. At,
Aşk’ı Diyar-ı Kalbe götürecek vasıtalardan biridir. Daha doğrusu, Aşk’ın seyr ü sülûkta
karşılaştığı bir takım engelleri aşmasına yardımcı olacak bir unsurdur.
Gaston Bachelard, Bir Kandilin Alevi adlı eserinde ateş ve suyun özelliklerini
şöyle belirtir: Su yapısı gereği yatay ve dişil; ateş ise eril ve dikey bir karakter taşır. Alev
hem atılgan hem kırılgan bir dikeydir (Bachelard, 1999:49). Bu sözlerden aynı zamanda
şairin neden Aşkar’ı bir ateş olarak tahayyül ettiği ve bazen su gibi yatay, sakin ve
durağan, bazen de ateş gibi yerinde durmaz, hareketli dikey, sürekli yukarı çıkmak arzusu
içinde olduğunu az çok anlamak mümkündür. Tabiattaki sürekli değişim ve oluşum, bir
anın bir ana benzememesi, tabiatın bir parçası olan Aşkar için de söz konusudur
Ankâ-yı sühan-şinâs-ı hoş-dem
Pervâzda şu’le-i mutalsam (1502)
“Tatlı nefesli sohbet bilir bir Anka, uçuşta tılsımlı bir alev.”
Yukarıdaki beyitte ise Aşkar’ın uçuşu tılsımlı bir alev olarak tahayyül edilmiştir.
At, Aşk’ın hedefine ulaşmasında bir vasıtadır. Aşkar’ın Anka kuşuna benzetilmesi
tasavvurunun arkasında tasavvufta gözle görülmemesinden dolayı mâsivâdan veya
dünyanın maddi ağırlığından kurtulmuş ruhu simgelemesi yatmaktadır. Anka-yı mugrib
tamlamasıyla da anılan bu kuş ismi var cismi yok şeklinde tarif edilmektedir. (Batislâm,
2002:101)
4.Çeşitli Nesneler
a. Kılıç:
Şair, Aşk’ın kılıcını tasvir ederken bir iki beyitte ateşle kılıç arasında değişik
açılardan benzetmeler kurmuştur. Bu beyitlerin birinde şair,
Bâr u beri şu’le şâh-ı âteş
Endamı bir âteş-i müzerkeş (1470)
“Yemişleri alev olan bir ateş dalı, endamı altın yaldızlı bir ateş.”
Bir başka beyitte ise,
Kan ırmağı cûy-bâr-ı âteş
Zehr-i ecel ejder-i münakkaş (1463)
97
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
“O (kılıç), kan ırmağı, âteş nehri, ölüm zehri ve nakışlı ejder gibidir.”
diyerek, Aşk’ın kılıcını âteş-i müzerkeş, kan ırmağı, cûy-bâr-ı âteş zehr-i ecel ve ejder-i
münakkaş şeklinde tasvir ve tahayyül ediyor.. Beyitte sıralanan benzetmeler kılıcın
özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır ki bunlardan biri de ateş ırmağıdır. Kılıcın
özünde ateş vardır. Kılıç sıradan bir demir parçası iken ateşte kızdırılır, dövülür, suya
sokulur ve aslî görevini yapacak hale gelinceye kadar bu işlem birkaç kez tekrarlanır.
Ateşle kılıç arasında kurulan ilginin bir yönü budur. Bir diğer yönü ise öldürücü ve
yaralayıcı bir alet olması nedeniyle ecelin zehri ve nakışlı bir yılan (ejder/yılanın
üzerindeki çeşitli renkteki motifler akla gelebilir.) olarak tahayyül edilmiştir. Bu ilgi aynı
zamanda savaş esnasında kılıç üzerinde oluşacak kanların şair tarafından ateşten bir kan
ırmağı şeklinde yorumlanmasına da neden olmuştur.
b.Yem
Mâhileri sayd için ser-â-ser
Baglı idi oltalarda ahker (1348)
“Balıkları avlamak amacıyla oltalara ateş bağlanmıştı.”
Şair Aşk’ın yoluna çıkan ateş denizini tasvir ederken, oldukça orijinal bir hayali,
ateş denizindeki balıkları avlamak için oltalara ateş bağlandığını, tahayyül ediyor. Benzer
bir tasavvuru aşağıdaki beyitte de görmekteyiz:
Tâ olmaya dâne- çîn-i hırmân
Güncişk’e şerer dökerdi sıbyân (1361)
“Çocuklar serçeler yemsiz kalmasınlar diye önlerine kıvılcım dökerlerdi.”
Beyitte kıvılcımlar, çocukların kuşlara attığı yemlere teşbih edilmiştir. (Muhammet
Nur Doğan, Hüsn ü Aşk adlı çalışmasında bu beyitle ilgili olarak şu dipnotu düşmüş:
Kışın, yanan sobaların kıvılcımlı külleri karın üstüne serpildiğinde, kızgın kül zerreleri
karı eriterek toprağa saçılmış buğday tanelerinin manzarasına benzer bir görüntü(yü)
ortaya çıkar(ırlar). Bunun yanında, kışların uzun ve soğuk yaşandığı yörelerde çocukların
en ilginç oyunlarından birisi de, karların üzerine işeyerek şekil çizmeleridir. Şair bunu
“şerer” kelimesini tevriyeli olarak kullanmak sureti ile esprili bir şekilde hissettiriyor.
Doğan, 2002:281. Parantez içi ekler bana aittir.)
c.Gemi
Keştî velî nahl-i sûra benzer
Kâlîbedi sürh şu’le-peyker (1554)
“Onlar gemiydi, ama düğün alayındaki nahle; tekneleri kırmızıydı, alevden
yapılmıştı.
98
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
Nahıl, balmumundan yapılmış bir süs ağacıdır. Bunlar eskiden düğünlerde çeşitli
yapma meyveler, çiçekler, altın veya gümüş yapraklarla süslenerek gelinin önüne
getirirlerdi. (Doğan: 2002:317). Aşk, Kalb Diyarı’na giderken yoluna çıkan ateş denizi
üzerinde, devlerin yaptığı ateşten yapılmış mumdan gemiler görür. Bu geminin teknesi
alev görünüşlü idi. Tezatlarla donanmış bu beyitte şair iç yolculuk sırasında geçirdiği ruhî
dalgalanmaları gözler önüne sermeye çalışmıştır. Ateş denizi içinde mumdan gemi
tasavvuru gerçekleşmesi mümkün olmayan veya bir araya gelmesi mümkün olmayan iki
unsurun ateş ile mumun birlikte verilmesiyle dikkat çekmektedir.
d. Şarap
Mînâdaki penbe penbe-i dâg
Dâg içre şarâb-ı şu’le ırmag (261)
“İçki içtikleri şişelerin tıpaları, yaralarına koydukları pamuktu; yaralarından ise
alev şarabı gibi bir ırmak akmaktaydı.”
Oldukça orijinal bir hayâlle kurulan beyitte yapılan benzetmelerin ortak noktası
renktir. Mînâ/testi ile âşığın kalbi, testinin tıpası yaranın pamuğu ve yaradan akan kanlar
da alevden bir ırmak olarak tahayyül edilen şaraba benzetilmiştir. Kalbi kanla dolu
olmasından dolayı rengi kırmızıdır. Yara kırmızıdır ve yaradan akan kan da kırmızıdır.
Kırmızı tasavvufta kesreti ifade etse de burada ilâhî aşkla olan ilişkisine dikkat
çekilmektedir. Şair, şarabı ateşe benzetmiştir. Beyitteki mînâ/şarap testisi, âşığın kalbidir.
Bu kalpteki yaranın kırmızılığı, yani ateş, ilâhî aşkı temsil etmektedir. Beni Muhabbet
kabilesi mensuplarının, tasavvuf ehlinin kalplerindeki yaralardan ırmak gibi alevden
şarap akmaktadır. Yani sürekli olarak ilâhî aşkı yaşamaktadırlar.
Varmış o suya şarâb-ı bîgaş
Kim reşk ile olmış ayn-ı âteş (683)
“Saf şarap o suya varınca, kıskançlığından ateş gibi olmuştu.”
Şarap, mai ateş olarak kabul edilir. Ateş-i seyyâle olarak da tarif edilen şarap,
suyun ve ateşin bir arada bulunduğu unsurlardan biridir. “Ateş ve su ilkeleri aynı
zamanda hem mai ateş hem de ateşli su olan şarapta bir araya gelir; işte özgürleştirici
sarhoşluk zıt unsurların bu simyevî ve mucizevî bileşiminin bir sonucudur”
(Schuon,1997.83). Saf şaraptan kasıt henüz mâsivâdan elini eteğini çekememiş olan
sâliktir. Mürşid sâlikin elinden tutarak, onun belli makam ve hâllerden geçerek insan-ı
kâmil olma yolunda ilerlemesine vesile olur.
Suyun temel özelliği saflığı ve cisimleri yansıtma özelliği ile bir ayna görevi
görmesidir. Ancak saf, yani henüz hiçbir kimyasal işlemden geçmemiş olan şarap, ki bu
99
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
haliyle kesreti temsil etmektedir, vahdeti temsil eden suyun karşısında, suyun bulunduğu
durumu kıskanmasından dolayı kıpkırmızı olacaktır.
Sâkî getür âteş-i sabuhu
Nûr eyle o âteş ile ruhu (1536)
“Sâki şarap ateşini getir ve o ateşle ruhu nurlandır.”
“Sâki tasavvufta mürşid-i kâmildir. Seyr ü sülûkta sâlikin çeşitli makam ve
hâllerden geçmesine yardımcı olan kişidir. Beyitte âşık, sâki/mürşid-i kâmile seslenerek
ondan şarap ateşini/ ilâhî aşkı sunmasını ister. İlâhî aşk şarabını içen âşıkın ruhu
aydınlanacaktır.
Câm-ı mey-i şu’leye kanardı
Ruhsarı parıl parıl yanardı (547)
“Alevden şarabı kana kana içerdi. Yanağı da şarabın etkisiyle parıl parıl parlarrdı.”
Şair şarapla ateş arasında ilgi kurmuştur. Sık sık tekrarlanan bu benzetme ile Hüsn
(ilâhî güzellik)’ün aşk şarabı içmesi söz konusu edilmiştir. Hüsn ilâhî güzellik bir
anlamda Allah’ı ifade etmektedir. Allah’ın ilâhî aşk şarabını içmesi ise tasavvufî
terminolojide ilk âşık olanın Allah olduğu inancıyla ilgilidir. Beyitte tecellî nazariyesine
de atıfta bulunulmuştur. Yani Allah kendi güzelliğini görmek ve göstermek amacıyla
varlığı yaratmış ve kendi güzelliğini onda seyrederek âşık olmuştur. Bir anlamda aşk
şarabını içmiştir, diyebiliriz.
e. Mektup
Bu nâme ki bir siyeh şererdür
Hâkister-i şu’le-i cigerdür (932)
“Bu mektup siyah bir kıvılcımdır. Öylesine ki bu mektup ciğerimin ateşinin
külüdür.”
Şair mektubu siyah bir kıvılcım olarak tahayyül ediyor. Kıvılcım normalde
kırmızıdır, ama yere düştükten sonra sönünce siyahlaşır. Mektubun siyah olarak
nitelenmesi âşığın çektiği ıstırabın ifadesi olarak düşünülebilir.
5. Soyut Unsurlar
Bu başlık altında üzerinde durulacak olan, âh, gam, figân gibi karamsarlık ve
ıstırap ifade eden unsurlar her ne kadar bütün Divan şairlerinin ortak temalarından ise de
Sebk-i Hindî şairlerinin bu noktada daha yoğun duygular yaşadıklarını ve bunları dile
getirdiklerini söyleyebiliriz.
a. Âh (Timsah)
Aşk’ın Kalb Diyarı’na yaptığı sıkıntı ve ıstırap dolu yolculuğun sonlarına doğru
100
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
içinde bulunduğu ortamdan şikâyet ve buna bağlı olarak âh etmesi söz konusudur. Şair
Aşk’ın âhlarını bir beyitte ateşten bir timsaha benzetmektedir:
Âh etsem olur neheng-i âteş
Âhır bana kasdeder o ser-keş (1796)
“Âh etsem âhım ateşten bir timsah olur ve sonunda o serkeş beni öldürmeye
yeltenir.”
Beyitte Aşk’ın âhı bir ateşten bir timsah olarak tahayyül edilmiş. Kuşkusuz burada
somut bir şekilde âhın ateşten bir timsaha benzetilmesi söz konusudur. Ateşten timsah,
Yunan mitolojisinde geçen mitolojik varlıktır. Ona Typhoeus ve Echidna hayat vermiştir.
Vücudunun ön tarafı aslan, orta kısmı keçi ve bir yılan kuyruğundan oluşmuştur.
Ağzından alev üfler. Lycia'yı sığırları öldürdüğü için acımasızca katletmiştir. Bellerophon
tarafından öldürülene dek, hayatını orayı burayı ateşe vererek geçirmiştir. ∗ Âşık âh
ettikçe Allah’a yaklaşmaktadır. Allah ise bu çekilen âhlara karşılık “celâl” sıfatını tecellî
ettirir ve âşığa bu âhların ateşten bir timsah şeklinde görünmesini sağlar. Ortaya çıkan
ateşten timsahın doğal davranışı ise âşığı öldürmek, yok etmektir. Yani âşık çektiği
âhların içinde yok olacak, yoklukta “varlık”ı bulacaktır.
Bu beyitte geçen “âh”, yani elif ve he” harfi aynı zamanda Allah lafzını da
çağrıştırmaktadır. Şair sürekli bir şekilde âh etmekte, yani Allah’ı anmaktadır. Sürekli bir
anış, zikrediş sonunda âşığı O’nunla, O’nda yok olmaya kadar götürecektir
Beyitte âh ile ateşten timsah arasında ilgi kurulmasındaki ortak payda ateştir.
Şairin, ateşten timsah derken ilk çağlarda yaşadığı farzedilen ve ağzından alev çıkaran
hayvana atıfta bulunduğu düşünülebilir.
b. Figân
Gûyâ tutulup zebân-ı şu’le
Lerzende idi figân-ı şu’le (1338)
“Sanki alevin dili tutulmuş ve yine alevin feryatları da titremekteydi.”
Beyitte, çizilmeye çalışılan kış tablosu içinde karşımıza iki tasavvur çıkmaktadır.
Bunlardan birincisi zebân-ı şu’le/alevin dili, diğeri de figân-ı şu’le/alevin feryadıdır. Her
iki tasavvur da kişileştirilmiştir. Aşk kalp diyarına yaptığı yolculuğun bir döneminde kış
mevsimiyle karşılaşır. Şair kışın şiddetini anlatmaya çalışırken gerçekte bu mevsimle
∗
http://www.deepnature.com/life_mitoloji.htm
101
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
tezat oluşturan bir unsurdan, ateşten faydalanır. Kış öylesine şiddetlidir ki, ateşin dili
tutulur ve ateşin çıkardığı sesler feryat olarak algılanarak titrek bir tablo içinde tahayyül
edilir.
c. Gam
Ol âteş-i gam ki düşdi câna
Lutfeyle ki düşmesin zebâna (988)
“Canıma düşen o ıstırap ateşinin dillere düşmemesini lutfet.”
Hüsn düştüğü aşk derdini İsmet’e anlatırken ondan bir istekte bulunuyor. Canına
düşen gam ateşi, yani aşk ateşi/ilahî aşk sürekli bir şekilde onu yakmaktadır. Bundan bir
kurtuluşun olmadığı anlatılıyor. Özellikle “Ol âteş-i gam ki düşdi câna” mısraındaki “ki”
edatı buradaki çaresizliği daha net gözler önüne sergilemektedir. Bu durumda Hüsn’ün
İsmetten isteği bu ilahî aşkın dile düşmemesidir, yani herkes tarafından bilinmemesidir.
Hiç kimsenin haberi olmadan düştüğü bu aşk ateşi içinde, kendi derdiyle baş başa
kalmasını istiyor.
Dünyâları dutmuş âteş-i gam
Girdâbları çeh-i cehennem (1589)
“Bu gam ateşi dünyaları tutmuştu. Girdapları cehennem kuyusuydu.”
Aşk, Aşkar’la konuştuktan ve başından geçenleri ona anlattıktan sonra karşılaştığı
ateş hakkında konuşmaya başlar. Hüsn ü Aşk mesnevisinde “Ateşe Dair” başlığı altında
dile getirilen beyitlerde ateş ile çeşitli unsurlar arasında türlü yönlerden ilgiler
kurulmuştur. Bunlardan birisi de gamdır. Sebk-i Hindî’nin önemli anlatım araçlarından
biri olan soyut/somut ilişkisi bu beyitte soyut unsur olan gam ile somut unsur olan ateş
arasında kurulmuştur. Gam ateşinin dünyaları tutması bir yandan mübalağaya, bir yandan
da içine düştüğü ilahî aşk ateşinin sonsuzluğuna işarettir. Ateş denizi içinde yer alan
girdapların cehennemin gayya çukurlarına benzetilmesi de seyr ü sülûk sırasında Aşk’ın
içine düştüğü sıkıntılara bir örnektir.
d. Cehennem
Bir berkin içindeyim ki medhûş
Dûzah nazarımda tıfl-ı âgûş (1816)
“Bir şimşeğin içinde öylesine bir dehşete düşmüşüm ki, cehennem, gözüme
kucaklanacak bir çocuk gibi geliyor.”
Aşk, gittiği yolun sonsuzluğundan dolayı karamsarlığa düştüğü anda gördüğü
berk/yıldırım ateş olarak düşünülebilir. Çünkü ikinci beyitteki dûzah/cehennem ile
ilgilendirilmiş. Beyitte dikkat çeken unsur cehennemdir. Çünkü cehennemin ateş olarak
102
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
düşünülmesi ve kucaklanacak bir çocuk gibi tahayyül edilmesi söz konusudur. Sevgiliden
ayrı kalan, ona ulaşma yolunda bin türlü sıkıntıya düçar olan âşık için ateş, çocuk kadar
sevimli olabilmektedir. Kuşkusuz âşığın böyle bir duyguya kapılmasının asıl nedeni ilâhî
tecellîdir. İlâhî tecellî anında, çektiği zorluklar karşısında, etrafındaki her şey, cehennem
bile ona hoş görünebilmektedir.
Buraya kadar yapılan tespit ve değerlendirmeler ışığında Hüsn ü Aşk
mesnevisinden ateşle ilgili benzetmelere örnek kabilinden seçilen beyitlerin zengin bir
yelpazeye yayıldığı görülmüştür. Fakat bu makalenin dar sınırları içinde, ancak belli bir
açıdan konuya açıklık getirilmiştir. Buna rağmen Şeyh Gâlib’in Sebk-i Hindî’nin en
önemli ve en son temsilcilerinden biri olarak, kendisinden önceki Sebk-i Hindî şairleri
gibi (Nâilî, Fehîm, Neşâtî ve Şehrî ) ateş unsuruna şiirlerinde oldukça geniş yer verdiği
söylenebilir. Şairin böyle bir unsura neden bu derecede fazla yer verdiğinin nedenlerinden
bazıları bir makalede ortaya konulmuştu (Demirel, 2000).
Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk mesnevisindeki ateşle ilgili benzetmeler ve bu
benzetmelerin bazen orijinal imajlara dönüşmesi hakkında bir takım tespitler yaparken şu
iki temel noktayı hatırdan çıkarmamak gerekir:
1.Şeyh Gâlib, her şeyden önce mutasavvıf bir kişiliğe sahiptir ve dolayısıyla edebî
kişiliğinin şekillenmesinde tasavvufî alt yapısının önemli bir yeri olduğu bilinen bir
gerçektir. Bu alt yapının kaynakları İbni Sina, Mevlânâ, İbni Arabî, Şebusterî, Attar ve
Fuzulî gibi şahsiyetler ve onların eserleridir.
2.Ateş, farklı özelliklere sahiptir. Yakıcılığı, ısıtıcılığı, yok ediciliği, temizleyiciliği
gibi özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda bir yönüyle ıstırap, bir yönüyle de ilâhî aşkı
sembolize etmektedir. Kendinden önceki Sebk-i Hindî şairlerinin şiirleri incelendiği
zaman dikkatleri çekecek boyutta ateş ve ateşle ilgili unsurlara yer verildiği görülecektir.4
Bu nedenle makalenin esas konusu olan Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili benzetme
unsurlarının arka plânında ilahî aşkın ve seyr ü sülûkta çekilen ıstırapların var olduğu ileri
sürülebilir.
Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili teşbih unsurları üzerine yaptığımız bu çalışmada
varılan sonuçlar şöyle özetlenebilir:
Ateşle ilgili benzetmeler;
4
Örnek olması açısından buraya Erdoğdu, R (2004); Neşatî Divanı’nda Ateş ve su Unsurunun kullanımı,
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ,. adlı yüksek
lisans çalışması alınmıştır.
103
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
a. Somut unsurlarla gerçekleştirilmiştir.
b. Tasvirî bir söylemle ifade edilmişlerdir.
c. Hayalî, yani, ancak hayal gücüyle kavranabilen niteliktedirler.
Hüsn ü Aşk Mesnevisindeki ateş ile ilgili benzetme, istiare (daha genel anlamda
imaj)’lerin ekseninde dört unsurdan ateş vardır. Ateş, seyr ü sülûkta yol alan sâlikin
karşılaştığı güçlükler, nefsiyle yaptığı mücadelelerin karşılığında nefsini tezkiye ruhunu
tasfiye etmesine vesile olmuştur. Çünkü ateşin önemli özelliklerinden biri de yakıcılığı ve
dolayısıyla temizleyiciliğidir. Temizleyicilik özelliği özellikle, devr-i nüzûldan sonra
devr-i urûc aşamasında nefsin bu süflî dünyada etkisinde kaldığı unsurları ortadan
kaldırması şeklinde kendisini gösterir. Makalenin başında belirtildiği gibi Hüsn ü Aşk, bir
iç yolculuk, şairin seyr ü sülûktaki serüvenidir. Bu serüven insan-ı kâmil olma ve vatan-ı
aslîsine ilk hâliyle yani saf ve temiz hâliyle ulaşma ile ilgilidir. Bu bir anlamda Aşk’ın
“Mirac”ıdır.
Şairin çok sık bir şekilde, önüne çıkan her unsuru ya da etrafında gördüğü her şeyi
ateşle birlikte tahayyül etmesi, onun süflî arzulardan, mâsivâdan arınmasının ifadesidir.
Kalb Diyarı’na yaptığı yolculuk esnasında karşısına çıkan deniz, bindiği gemi, yine onu
bu yolculukta türlü sıkıntılardan kurtaran atı Aşkar, elindeki kılıç vs. her şey ateşe
benzetilmektedir. Aşk/Şair, bütün bu unsurları ateş olarak görmektedir. Böyle bir
tahayyül içinde bulunması da doğaldır. Çünkü ateş, yukarıda da belirtildiği gibi ilâhî
aşktır. İlahî aşkı tadan, onun lezzetine varan kişi için artık bütün dünyası, yediği, içtiği,
gördüğü ve dokunduğu her şey ateş olarak görünecektir. Şairin, “âteş” redifli bir gazelinin
matla beytinde,
Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûy-bâr âteş
Semender-tıynetân-ı aşka besdir lâlezâr âteş (Kalkışım, 1994:327)
diyerek parçadan bütüne doğru çok güzel bir kompozisyonla resmettiği her şey,
ona, âteş olarak görünecektir.
KAYNAKÇA
Arroyo, S., (2000); Astroloji, Psikoloji ve Dört Element, Türkçesi: Barış İlhan, İlhan
Yayınları, İstanbul.
Bachelard, Gaston, (1995), Ateşin Tin Çözümlemesi, Öteki Yayınevi, Ankara,.
Bachelard, G., (1999), Bir kandilin Alevi, Türkçesi. Fahrettin Arslan, Yedi Gece kitapları,
İstanbul.
Batislâm H. Dilek; “Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları Hüma, Anka, Simurg”, Türk Kültürü
İncelemeleri Dergisi, İstanbul, 2002 s. 185-208.
104
Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları
Demirel, Ş., (1995), Behiştî ve Heft- Peyker Mesnevisi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ.
Demirel, Ş., (2000), “Ateş Redifli İki Matla Beytinin Karşılaştırmalı Tahlil Denemesi”,
Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:10, Sayı:2, s.65-89.
Dilçin, C., (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., Ankara.
Doğan, M. N.,(2002), Hüsn ü Aşk, Ötüken Yay., İstanbul.
Ergun, Sadettin Nüzhet, (1932), Şeyh Gâlib, İstanbul, Kanaat Kütüphanesi
Gölpınarlı, A., (1971), Şeyh Galib Divanı’ndan Seçmeler,1000 Temel Eser, MEB Yay.,
İstanbul.
Holbrook, V., (1996), “Alegori’nin Ölümü, Hüsn ü Aşk’ın Özgünlüğü”, Defter Dergisi, Yıl
9, S.27 İstanbul, s.65-80
Kalkışım, M., (1994), Şeyh Gâlib Divanı, Akçağ Yay., Ankara.
Kur’an-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli (1993), Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
Yayını, Ankara.
Pala, İ., (1989), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
Ankara.
Schuon, F., (1997), Varlık , Bilgi ve Din, Der, çev. Şahabeddin Yalçın, İnsan yay. Ankara.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını ,(1900), Prof.
Dr. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, Ankara.
Türinay, N., (1995), “Klasik Hikâyenin Son Merhalesi. Hüsn ü Aşk”, Şeyh Gâlib Kitabı,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı Yay., İstanbul, s.87-122.
Türinay, N., (1996), “Klasik Hikâye/Lirik Aşk Romanları ve Şeyh Galib”, Türk Edebiyatı,
Yıl 24, S.273, s.22-24.
Uğur, N., (2003), Anlambilim Sözcüğün Anlam Açılımı, Doruk Yay., Ankara.
105
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
106
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 107-114, ELAZIĞ-2005
NECATİ BEG DİVANINDAKİ DEYİMLER ÜZERİNE
A İnvestigation of Idioms in Necati Beg Collections
Ahmet Turan SİNAN
Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Elazığ.
ÖZET
Deyimler, diğer bir takım kalıp ifadelerle birlikte bir dilin önemli dil ürünleri
durumundadır. Deyimlerin ve atasözlerinin bir anlatım özelliği olarak divan şiirinde kullanılması
15 ve 16. yüzyıllarda daha belirgindir. Türk şiir sanatının gelişmesindeki payı bir çok araştırıcı
tarafından dile getirilen Necatî, deyimlerdeki kafiye ve ses tekrarlarının bir âhenk unsuru olarak
kullanılması gereğini iyi bilen bir şairdir. Orhun Yazıtlarından beri Türkçe metinlerde somut ve
soyut kavramları karşılamak üzere deyimlerin yer alması bir anlatım zenginliğidir. Bu zenginliğin
farkında olan Necati'nin; şiirlerinde, dilin önemli söz varlıkları olan deyimleri kullanması doğaldır.
Biz de Türk şiir sanatının bu önemli isminin Divan’ında geçen deyimleri tespit etmek amacıyla Ali
Nihat Tarlan'ın eserini esas alarak bir tarama yaptık ve bunları tasnif ettik. Bu tarama sonucunda
Necatî Beg Divanı'nda bugün de pek çoğu Türkiye Türkçesi'nde de kullanılmakta olan daha çok
birleşik fiil ve isim grubu biçiminde mevcut 433 deyim tespit ettik.
Anahtar Kelimeler: deyim, ata sözü, Necatî Beg, divan şiiri, Türkçe.
ABSTRACT
Idioms, with some other expressions are important functions of a language. The usage of
proverbs and expressions in the old Turkish lyric poems as a narration feature was more comman
in the 15 th and 16 th centuries. Necati, whose contribution is great to the growth of the Turkish
poetry and who is mentioned in this field by many researchers, is a poet who believes that the
rhymes and alliterations be used harmoniously. The abstract and concrete expressions being used
in Turkish texts is accepted as richness since the Orhon İnscriptions. It is natural for Necati who is
aware of this sententiousness to use the patterns being important functions of a language in his
poems. In order to determine the expressions of this important Turkish poet in his collection, we
glanced over Ali Nihat Tarlan’s work and classified them. At the end of this glance we determined
433 proverbs and expressions in Necati Beg collections most of which were in compound verbs
and nouns and many of which are still used in current Turkish language.
Key Words: İdioms, proverbs, Necati Beg, the old lyric Turkish poem, Turkish.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Deyimler, atasözleri vb. kalıp ifadelerle birlikte bir dilin önemli dil ürünleri
durumundadır. Az çok anlamının dışında kullanılan çoğu kere mantık dışı bir anlama
sahip ve en az iki kelimeden oluşan deyimler halk hayatının bir çok özelliğini
bünyelerinde taşırlar. Türkçenin bilinen en eski metinleri olan Orhun Yazıtları'nda bir çok
deyim ve atasözünü bulmak mümkündür(Sinan 2001:60-64). Klâsik şiirin bir çok
temsilcisi eserlerinde halk ağzının bu değerli sözlerini kullanmaya çalışmışlardır.
Özellikle bir düşünceyi somutlaştırmak için eskilerin "îrâd-ı mesel" ya da "irsâl-ı mesel"
dedikleri söz sanatını kullanmalarının atasözleri ve deyimlerin divân şâirleri arasında
rağbet bulmasına yol açtığı bilinmektedir(Kurnaz 1997: 113). Atasözü ve deyimlerin bir
anlatım özelliği olarak divan şiirinde kullanılması 15 ve 16. yüzyıllarda daha
belirgindir(Macit 1996:18, Yıldırım 1998: 9). Bu özellikleriyle deyimler edebî metinlerde
sürekli baş vurulan dil varlıkları durumundadırlar. Bir dilin vaz geçilemez unsurları
arasında sayılan bu ögeler Türk şiirinde de bir ahenk unsuru olarak da kullanılmıştır.
Deyimlerin yapısında mevcut olan armoni, onların diğer kelime ve söz tekrarları
gibi redif olarak kullanılmalarını sağlamıştır(Macit :91,Sinan: 206-250).
XV. yüzyılın en önemli şairleri arasında sayılan Necatî, bir çok kaynakta halk
deyişlerini şiirlerinde sıkça kullanan bir şair olarak anılmaktadır(Mengi 1986:48). Türk
şiir sanatının gelişmesindeki payı bir çok araştırıcı tarafından dile getirilen Necatî,
deyimlerdeki kafiye ve ses tekrarlarının bir âhenk unsuru olarak kullanılması gereğini iyi
biliyordu (Mazıoğlu 1961: 366). Hayatı hakkında bazı belirsizlikler olan Necatî'nin, gerek
Edirne gerekse de Kastamonu' da Türkçeyi çok iyi öğrendiği anlaşılıyor. 27 Mart 1509'da
İstanbul'da vefat eden şairin, halk söyleyişini benimseyerek Divan şiirine yerleştirmesi
ince bir dil zevki ve anlayışının olduğunu gösteriyor (Tarlan 1992: 21). Kendisinden
sonra gelen; Mihrî, Fuzulî, Bâkî gibi şâirler onun birçok şiirine nazireler söylemişlerdir
(Banarlı 1983;469). Bir çok kaynakta şairin bu özelliği vurgulanmakla birlikte sadece
Mine Mengi, Necâtî'nin şiirlerindeki atasözleri üzerinde durmuştur. Biz de Türk şiir
sanatının bu önemli isminin eserlerinde geçen deyimleri tespit etmek amacıyla Ali Nihat
Tarlan'ın eserini esas alarak bir tarama yaptık(Tarlan:1992). Bu tarama esnasında kimi
deyimlerin tekrarlandığını gördük. Ancak bunları sayısal açıdan yorumlamadık. Divân'da
geçen deyimleri öncelikle; isim grubu biçiminde olanlar ile birleşik fiil grubu biçiminde
olan deyimler olmak üzere iki başlık altında topladık. Yaptığımız incelemede birinci
grupta 47 deyim tespit ettik. Bunlar arasında iki tanesi belirtili isim tamlaması biçiminde
"alnının kara yazısı; yüzünün karası; yedi tanesi ise belirtisiz isim tamlaması
biçimindedir : " baş ağrısı; cân pazarı; devlet atı; karga derneği; oğlan oyuncağı;
108
Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine
ömr ekini; yüz karası" geriye kalanların bir bölümü sıfat tamlaması : "aç gözlü, kara
gönüllü, tatlı dil, kuru kavga, taş bağırlı, yedi iklim, onulmaz dert", bir bölümü ise
isnat grubudur: "eli açık, eli uzun, eli yufka, yüzü ak, yüzü kara, yüzü ekşi, yerden
göğe dek", bir kısmı da kimi yargılı anlatımlardır: "Allah bilir, başların üstünde yeri
var, eli üstüne el yok" gibi.
Deyimler arasında dikkati çeken bir husus da anlamca kaynaşmış birleşik fiil
yapılarının çoğunluğu oluşturmalarıdır. Kimi beyitlerde ise birden çok deyim yer
alabilmektedir :
"Kul oldu eşiğinde selâtin-i nâm-dâr
Bel bağlayalı hıdmet-i şâh-ı cihâna tîğ"
(K-11/18)
Elbette bu deyimlerin de bir bölümü Necatî Beg Divanı'nda mükerrer kullanıma
sahiptir. Bunları tespit etmekle birlikte ayrıca değerlendirmedik. Bugün de pek çoğu
Türkiye Türkçesi'nde kullanılmakta olan bu deyimlerin 386'sı birleşik fiil yapısında olup,
isim grubu biçiminde olanlarla toplam sayı, 433'ü bulmaktadır. Bunu durumu da Türk
dilinde tek tek kelimelerle anlatılamayan anlam ögelerinin bu tür birleşik yapılarla
anlatılması olarak yorumlamak mümkündür.
Yazılı en eski metinlerinden beri Türkçede somut ve soyut kavramları karşılamak
üzere deyimlerin yer alması bir anlatım zenginliğidir. Bu zenginliğin farkında olan
Necati'nin; şiirlerinde, halk dilinin önemli söz varlıkları olan deyimleri kullanması onun
şiir gücüne katkı sağlamıştır. Dikkati çeken bir diğer özellik de Necâti gibi Türkçeyi
sonradan öğrenmiş olduğu kabul gören bir kişinin bu dili yüksek bir söyleyiş gücüyle
kullanabilmiş olmasıdır. Bu da onun edebî değerini arttırıcı bir diğer özelliktir. Bütün bu
özellikler Türk dilinin tarihi devirlerde iyi kullanıcılar aracılığıyla üstün bir anlatım
gücüne sahip olduğunu da göstermektedir.
Divân'daki kasideler (K), mesneviler (M), mersiyeler (Mer), murabba (Mu),
müfretler (Müf), tercibentler (TB), kıtalar (Kı.), rubâîler (R), tarih (T) olarak
kısaltılmıştır. Örnek olarak K-3/42; ilgili deyimin "3" numaralı kasidenin 42. beytinde
geçtiğini anlatmaktadır.
DEYİMLER
I. İsim Grubu Biçiminde Olan Deyimler :
aç gözlü ; G-376/2, ağzı var, dili yok ; K-7/8, Allah bilir ; G-65/8, alnının kara
yazısı ; K-19/27, aziz başı için ; G-255/4, bağrı başlı gözü yaşlı ; G-25/3, baş açık abdalı
109
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
;G-241/4, baş ağrısı ; G-372/6, baş üzre yeri var ; K-8/31,K-11/11, başların üstünde yeri
var ; K-21-1/45, baştan ayağa ;K-21-2/10, G-13/4, G-120/5, G-516/3, bir ayağ üzre bin
ayak; G-273/3, bir içim su ; K-7/17, G-387/1, bir iki yüzü kara ; G-238/2, bir iki çıplak
abdâl ; G-92/5, bugün bana ise yarır sana : Mer-1/7, cân pazarı ; G-5/7, çok başlı ; G410/2, diş kirası ; G-126/6, eli uzun ; G-531/5, eli yufka ;G-86/1, gam bıçkısı ; G-293/6,
gözün aydın ; G-404/5, gözünün üstünde kaşı var; G-638/4, güneş yüzlü ; G-1/1, güzel
başı için ; G-27/3, iki rahmetten biri ;G-3/8, iki de bir ; G-140/4, kan içici ; G-25/6, kanlı
yaş ; G-147/3, kara gönüllü ; Mer-5/2, karga derneği; K-11/36, kendisini bilmez ; G239/1, kuru kavga ; K-17/7, oğlan oyuncağı ; G-314/8, ömr ekini ; M-4, taş bağırlı ;Mer5/2, tatlı dil ; Kı-44/3, yakasa açılmadık ; G-117/4, yedi iklim ; G-161/5, yedi kat gök ; G369/1, yerden göğe dek ; G-351/3, G-444/1, yüz karası ; Mer-2/3, yüzü ak ; G-139/4,
yüzü ekşi ;G-46/2, yüzü kara ; Kı-35/3, G-139/4, G-147/3, yüzünün karası ; G-89/5.
II. Birleşik Fiil Grubu Biçiminde Olan Deyimler :
ad eyle- :G-648/3, adını ağzına al- :K-19/24, adını anma- :K-7/2, G-326/4, adını
anmaya utan- : G-450/8, adını traş eyle- :Mer-1/1, âfâkı tut- : K-19/35, ağız bir et- :G305/7, ağız suyunu akıt- :G-181/3, ağzına bak- :G-305/6, G-360/3, G-403/4, ağzından od
yağ- :K-14/9, ağzından öp- :G-531/6, G-545/12, ağzını aç- :G-166/2, G-580/2, ağzını ara:K-19/28, Kı-44/1, G-145/6, G-211/2, ağzını bıçak açma- :G-156/3, G-271/3, G-424/5,
ağzını sulandır- :G-576/6, ağzının ölçüsünü al- :G-1/1, G-647/6, ağzının suyu ak- :K16/41, G-543/5, ah et- :K-18/20, ahı çık- ::K-2/9, ahı yerde kalma- :G-300/7, G-537/4,
aklını dağıt- :G-358/6, âlemi doldur- : Mu-6/1, alır göz ile bak- :Mer-1/3, alnı açık, yüzü
ağ/ ak ol- :G-139/4, G-437/3, altın adını bakır et-/ol- :G-169/3, G-600/3, altunlu giy- :K21-1/20, anadan doğma ol- :G-473/7, and içip inandır- :G-576/7, arada su sızma- :K11/53, G-447/5, G-489/4, arı ad altında öl- : G-204/2, arka ol- :G-545/6, arkasını yere ko:K-21-2/18, aslan ağzında ol- :K-4-20, aşk âyetini ezber oku- :G-545/14, avucuna al- :K19/12, ayağa düş-/düşür :K-12/8, Kı-21/2, G-57/3, G-109/7, G-255/4, G-376/7, ayağı
berk bas- :G-425/5, ayağı toprağına yüzünü gözünü sür- :G-192/4, ayağı
toprağına/tozuna yüz sür- :TB-2/8, 267-2, G-335/6, ayağına baş indir- :TB-2/10, ayağına
düş-/ :Kı-7/2, ayağına su gibi akıt- :K-25/10, ayağına su in- :G-51/3, ayağına yüz sür- :K5/13, K-22/3, TB-3/2, G-86/7, G-117/2, ayağına yüz ur- :K-6/11, K-8/29, ayağının
toprağını yüzüne sür- :K-19/31, G-642/3, ayak dola- :G-6/1, ayaklarına kara sular in- :K10/12, bacını boynuna al- : G-640/3, bağrı kara taşa dön- : G-449/7, bağrına bas- :G131/5, G-311/3, G-502/2, bağrına taş/taşlar bas- :K-7/17, K-5/5, G-344/1, bağrı taş ol- :
G-132/4, baş aç- :Mer-5/5, G-139/2, baş açıp dur- :G-345/1, baş açıp meydana gir- :G110
Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine
542/6, G-569/4, baş eğ- : K-21-2/43, Kı-60/1, G-109/4, G-329/3, baş eğip yalvar- :G374/6, baş eğme- :K-20/21, Kı-14/2, Kı-60/1, baş ko- :G-148/5, G-487/6, G-520/4, baş
oyna- :G-446/5, baş üstüne de- :K-14/27, baş üzre gel- :K-14/33, baş üzre yeri ol- :G75/3, baş ver- :G-487/7, başa çık- :G-78/4, G-571/1, başı ağrı- :K-20/23, başı eflâke er:G-157/5, başı göğe yetiş- :K-22/27, başı göklere er- :G-172/7, başı hoş olma- :G-470/7,
başın alıp git- :K-7/27, başına gel- K-9/6, başına gün doğ- : G-128/4, başını döv- :G266/3, başını duvarlara vur- :G-465/5, başını gavgâya sal- :G-279/6, başını hırkaya çek:G-542/5, başını kes- :K-16/35, başını eteğine sar-: K-21-1/12, başını ortaya koy- :K14/13, K-14/30, G-313/5, G-434/3, G-522/3, G-596/4, başını şâh şâh et- :K-11/40, başını
top eyle- :G-485/3, başının üstünde yeri ol-:TB-3/2, başlar üzre yeri ol- : K-15/14, K15/14, başlar ayak, ayaklar baş ol-:G-608/5, baştan ayağa düşür- :Mer-6/4, baştan çık- :G197/1, baştan çıkar- :K-3/ 38, bel bağla- :K-11/18, belini bük- :K-21-1/31, G-228/5, G260/6, G-291/8, G-496/5, belini iki bük- :G-355/4, benzi kızar- :G-249/3, bir ayağ üzre
bin çınar dur- :K-6/7, bir yastığa baş koy- : G-123/5, bir yumup bin dök- :G-245/3,
boynuna urgan tak- :G-183/3, boyun eğ- :K-22/35, G-502/3, burnunu kayaya daya- :G572/3, cân bağışla- :TB-2/6, cân fedâ eyle- :Mer-7/2, cân verip cân al- :G-55/8, cânı çık:G-156/5, G-459/6, cânlar bağışla- :G-395/3, cihânı başına dar eyle- :G-65/7, çekip çevir:G-138/6, G-193/7, çetvel çek- :K-8/12, çınarın pençesini bur- :G-246/6, çok başlı ol- :G321/5, dağlar kadar dayan- :G-545/6, dağlara düş- :K-22/20, G-461/2, deftere yaz- : Mer6/7, defterini dür- : K-18/5, deli taşla- : G-123/4, delirip dağlara düş- :G-630/2, derdini
dök- :G-58/3, derdiyle bin kez öl- :G-546/3, devrânı geç- :G-325/5, dil çıkar- :K-7/34, dil
uzat- :K-11/11, K-11/57, G-460/6, dilden düşürme- :G-347/6, dili çalma- :K-7/29, dili
dolaş- :K-22/46, dili lâl ol- : K-16/38, dili varma- : G-450/5, dilini kes- :K-10/9, diş bile:G-311/8, G-486/1, diş kopar- :G-293/6, du'aya el götür- :Mer-7/7, dükkân aç- :G-487/5,
dünya yüzüne gelme- :G-645/2, dünyaya verme- :G-405/3, dünyayı tut- :K-9/21, ecel
uykusu gel- :K-11/34, ecel yastığına baş koy- :G-56/5, edep yolunu gözet- :G-319/5,
eflâkin ciğerini del- :G-571/7, ekmediğin yerde bit- :K-22/22, el aç- :K-19/45, K-21-2/49,
el bir et- :/eyle- : G-194/7, G-425/5, el çek- :K-9/50, K-12/11, G-84/5, G-125/7, G-330/1,
G-638/7, el elden üstün ol- :K-21-2/17, el erişme- :K-19/36, G-334/3, el götür- :G-345/6,
G-452/2, el kavşur- :K-21-2/45, el sal- :G-95/7, el ucuyla tut- :G-564/5, el üstünde tut:G-25/4, G-86/1, G-587/5, el üşür- :K-13/28, el üzere/ üzre tut- :G-44/4, G-78/4, G226/5, G-332/4, el ver- :K-16/12, K-21-2/14, K-21-2/40, Kı-86/5, G-148/5, G-314/4, G384/6, G-384/6, G-520/4, elden çıkar- :Mer-4/4, ele ver- : G-634/3, eli açık ol- : Kı-76/1,
eli üstüne el olma- : G-492/4, G-553/3, elif çek- :G-466/1, elinde büyü- :K-21-2/37,
111
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
elinden düş- : K-15/4, K-15/4, elinden bir şey gelme- :G-198/7, elinden yan- :G-175/5,
elini çek- :TB-1/8, G-344/3, elini kana boya- :G-168/4, ellere ayaklara düş- :G-449/4, em
dileyene emân ver- :K-15/7, G-388/5, emeğini zâyi et- :G-84/5, esip savur- :K-9/10,
eşigine yüz sür- :K-3/29, G-336/3, G-467/4, G-621/4, eşiğinde kul ol- :K-11/18, eşiğine
yüz ur- :K-18/9, gavgayı başına satın al- :K-11/37, geceyi gündüze kat- :G-295/3, G539/7, G-575/6, gerisine bakma- : G-496/5, göğe çık- :M-12, Kı-61/6, G-489/5, göğsünü
taşla döğ- :K-5/5, G-112/2, gökler kapısı açıl- :K-9/17, göklere boyan- :G-331/1, göklere
çık- :Mer-4/1, Kı-31/1, G-227/6, G-373/7, göklere çıkar- :G-91/33, gökte isteyip yerde
bul- :G-154/5, G-428/6, gökten zembille in- : G-139/1, gönlü gözüne uy- :K-3/ 42, gönlü
karar- :Kı-27/2, G-162/4, gönlünü yap- :G-565/6, gönül düş- :Kı-42/1, gönül et-: K-5/ 14,
gönül evinin yık- :G-85/4, gönül götür- :K-21-2/19, gönül ver- : G-459/6, gönül yıkığını
yap- :K-3/34, görmezliğe ur- :G-239/4, görür gözü tutar eli ol- :G-573/7, göz aç- :G568/3, göz açtırma- :G-85/1, göz dik- :G-75/4, göz sal- :G-580/1, göz ucu ile bak- :G239/4, göz yaşı dök- :G-149/6, göz yaşını sil- :K-14/34, göz yumup aç- : G-119/6, gözden
ırağ et- :G-292/4, göze görünmez ol- : Kı-61/6, gözle ye- :Mer-2/3, gözleri ak ol- :G640/4, gözü açık ol- :K-19/10, gözü açık uykuya var- :K-22/16, gözü kirpiğine dayan- :K11/48, gözünden kanlı yaş ak- :G-149/4, gözüne görünme- :K-6/16, gözüne sürme gibi
çek- :K-25/24, gözünü aç- :K-15/7, G-102/1, G-421/7, gözünü yumma- :K-9/8, gözünün
üstünde kaşı ol- : G-521/1, gözünün yaşı kanlı ol- :G-69/5, gün geçir- :G-451/7, gün
gösterme- :G-85/1, gündüz güneşi çerağ ile ara- :K-14/7, haber çek- : G-145/6, hâline
itler gül- :G-613/5, halkın diline düş- :M-14, hâk olmak : K-5/ 22, harf at- :G-294/4,
hasretiyle öl- : G-25/5, hâtırını ele al- :K-21-1/44, havasına uy- :K-21-2/39, hayât suyu iç:K-7/18, hayât ver- : G-128/6, hüneri elden ko- :K-19/44, iç eşiği taşına baş ko- :G-491/3,
içi kan dol- :Mer-6/6, iki eli kanda ol- :G-552/2, iki gözsüz bak- :G-19/4, iki gözü kan
ağla- :G-579/6, işi Allah'a kal- :G-65/8, işini altın eyle- :K-20/41, G-273/6, G-413/4, işini
bilme- :G-239/5, işini bitir- : G-427/2, it gibi hâşrü hacil ol- :G-552/5, it gibi sürü- :G562/7, izin tozunu sat- :G-462/3, kafesten uç- : T-3, kaleminden dökül- :TB-4/9, kan ağla:G-72/4, G-190/5, G-233/3, kan inile- :K-18/11, kan yut- :K-3/43, K-15/12, K-15/12, K19/26, G-232/6, G-528/2, kana boyan- :G-353/4, kana kana iç- :K-11/17, kanadı altına al:G-297/5, kanı kan ile yu- : G-448/4, kanına gir- :G-111/10, G-522/4, kanını helâl et- :G556/3, kanını iç- :G-570/3, kanını yüze sür- :G-383/5, kanıyla sula- :K-25/6, kanlar ağla:Mer-1/7, kanlara boyanıp yat- :K-6/8, kapı kapı gez- :G-89/1, kapısında kul ol- :K8/26,K-9/43, kapısında sürün- :G-24/1, kapıya it gibi var- :G-184/7, kâr etme- :K-11/12,
G-537/5, kara defter sunul- :K-22/12, kara giy- :Mer-4/1, Mer-6/7, kaşları baş bir eyle:G-176/3, katına gel-: G-473/7, kefenden geç- :G-42/7, kellesi kız- :G-237/2, G-460/6,
112
Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine
kendi çalıp kendi oyna- : G-133/5, kendi eli ile et- :G-452/2, kendini yüksek tut- :G395/5, kılıcı suyu ile yu- :K-35/3, kıyamete kal- :Mer-3/4, kıyametler kopar- :G-287/2,
kızıl kanlara boya- :G-414/2, kin tut- : G-165/6, korkudan görünmez ol-:K-8/19, koynuna
gir- : G-516/3, kul gibi el kavşur- : G-122/5, kulağı çınla- : G-91/6, kulağını bur- :G161/6, kulaktan âşık et- :G-82/2, kuş kondurma- :K-21-2/50, külâhı göğe at- : TB-4/3,
mekân edin- : TB-5/2, Mısır'a sultan ol- :G-336/2, muradına erme- :Mer-7/2, nazar kıl:K-4/26, K-21-1/41, nişân at- :K-21-1/28, nişân ver- : G-388/8, olan ol- : G-84/5, oyun
oyna- :K-21-2/11, öge öge/ ögüp göklere çıkar- :G-188/4, G-403/7, ölü toprağı saç- :Kı90/1, parmağı ağzında kal- :G-69/3, parmak bas- :G-480/3, rızkını taştan çık- :G-197/6,
saçın çöz- :Mer-2/6, saçını elden ko- :K-14/14, saçlarını çöz- :Mer-6/2, sefâ sür- :G298/1, set çek- :K-8/26, silip süpür- :G-200/7, soğuk suyunu iç- : G-373/8, söz açıl- : G424/5, sözünden çıkma- :K-5/4, sözüne katlan- :K-21-2/13, sözünün eri ol- :G-638/7, su
gibi geç- :Kı-18/7, su gibi söyle- :K-7/29, su yerine kan iç- :K-2/23, suya sal- :K-16/12,
şafak oduna sal- :K-16/8, taş üzre taş kalma- :G-449/7, taşa/taşlara çal- :G-297/7, G580/5, taşı taş üzere koma- :G-590/8, teni ak mermere dön- : G-449/7, tırnak ur- :Mer2/6, top eyle- :K-22/29, toprağa düş- : Mer-2/5, tütünü tepesinden çık- :K-22/25, ümidi
kes- :G-330/1, üstüne bir avuç toprak at-:G-598/6, üstüne gel- : Kı-34/2, yabana atma:G-559/6, yabanda bul- : G-388/2, yaka yırt- :Kı-65/1, G-438/2, yakasından geçir- :G410/2, yakıp yandır- :G-82/4, yanıp kül ol- : G-124/7, yaş akıtmak : K-5/ 14, yer gök
kabul etme- :G-581/2, yer yüzünü göğe boya-:K-22/4, yerde kal- :G-369/3, yerden göğe
yalvar- : G-139/2, yere çal- :Mer-6/5, yere/ yerlere geç- :K-14/5, G-410/8, G-489/5, G531/5, yere yüz sür- : G-415/3, yeri göğü doldur- :G-457/1, yerini bul- :G-355/5, yerlere
çal- :G-552/4, yerlere gir- :G-544/5, yerleri göke kar- :M-9, yıldızı barışma- : G-453/1,
yıldızı alçak ol- : G-25/3, yok yere kavga et- :G-27/3, yol basıp baş kes- :G-413/4, yoldan
çık- :G-139/5, yollara sal-: K-14/ 35, K-14/35, yolunda öl- :G-439/6, G-439/6, yükü yık:G-572/1, yüreği oyna- :Müf-45, yüz çevir- :Kı-34/1, G-172/6, G-376/1, yüz döndür:TB-4/4, G-587/5, yüz göster- :G-165/6, yüz kızar- :G-526/4, yüz sür- :G-94/6, G-268/6,
yüz ur- :K-4/ 15, TB-5/4, yüz ver- :G-44/2, yüz verme- :G-167/9, G-427/7, G-528/4, yüz
yere ko- :G-404/1, yüze gül- :G-193/2, yüzü ak (alnı açık) ol- : G-414/2, yüzü başa gel:K-8/17, yüzü kara ol- : G-640/4, yüzü yerde ol- :G-172/7, yüzü yerlere düş- :K-22/33,
yüzük gizleme oyna- :K-19/32, yüzüne bakma- :K-12/15, G-23/1, G-25/1, G-453/7,
yüzüne gül- :R-56/2, G-76/2, G-522/7, yüzüne ur- :G-154/5, yüzünü eşiğine sür- :TB-3/4,
yüzünü göster- :G-162/3, G-280/1, yüzünü görme- : G-336/2, yüzünü gözünü aç- : G462/3, yüzünü kana yu- :Mer-4/6, yüzünü toprağa ur- : Kı-33/2, yüzünün karasını yedi
113
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
deniz yuma- :G-422/3, zevk u sefa et- :Mu-8/1, zillet nârını yak- :K-15/39, K-15/39, zulm
elini kes- :K-5/3.
Kaynakça
Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Fasikül 6, Devlet Kitapları, İstanbul
1983.
Eyüboğlu, E. Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar şiirde ve Halk Dilinde Ata
Sözleri ve Deyimler, II. Kitap, Doğan Kardeş, İstanbul, 1975.
Kurnaz, Cemal, Türküden Gazele, (Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Bir
Deneme), Akçağ Basım Yay. Paz. Aş., Ankara, 1997.
Macit, Muhsin, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, Akçağ Yay. , Ankara, 1996.
Mazıoğlu, Hasibe, “Necâti'nin Türk Dili ve Edebiyatındaki Yeri “, Türk Dili, C. X, S. 114,
Ankara, 1961, s. 366-369.
Mengi, Mine, "Necati'nin şiirlerinde Atasözlerinin Kullanımı", Erdem, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, C. 2, S. 4, Ankara 1986, s. 47-56.
Sinan, Ahmet Turan, Türkçenin Deyim Varlığı, Kubbealtı Yay., Malatya, 2000.
Yıldırım, Ali. "Baki Divanında Deyimlerin Kullanımı", Bir Dergisi, Ahmet Yesevî Vakfı
Yay., S. 9-10, İstanbul, 1998, s. 631-642.
Tarlan, Ali Nihat, Necâtî Beg Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1992.
114
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2 Sayfa: 115-146, ELAZIĞ-2005
TAŞKÖPRÜLÜZÂDE’NİN MEVZÛ’ÂTU’LULÛM’UNDAKİ İLİMLER TASNÎFİ ÜZERİNE
On the Classification of Sciences in the Mevzû’âtu’l-Ulûm of
Taşköprülüzâde
Süleyman ÇALDAK
İnönü Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, [email protected]
ÖZET
Bu çalışmada, Taşköprülüzâde’ye ait ilimler tasnifi çerçevesinde, ilimlerin alan ve sınırları
belirlenmeğe çalışılmıştır. Konu edindiği varlıkların vücut mertebelerine göre, dört kategoride ele
alınan ilimlerin, soyuttan somuta doğru sıralanışı şöyledir: Kitabî, ibarî, zihnî ve aynî vücutları
konu alan ilimler. Çalışmada, sayıları üç yüzü bulan bu ilimlerin tanımı ve konusu hakkında,
oldukça özet bilgiler verilmiştir. Sonuç bölümünde ise tasnif hakkında kısa bir değerlendirme
bulunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Taşköprülüzâde, ilimler tasnifi, ilimlerin konusu.
ABSTRACT
The main concern of this study is to determine the fields and the borders of sciences with
respect to the classification of sciences done by Taşköprülüzâde. Sciences are fallen into four
categories regarding the existences, from abstract to concrete, is as follow: Textual, literary,
intellectual and being real. İn this study, a quite brief information is given about the definition and
subject matters of these sciences, numbers of which are about three hundred (300) in total. İn
conclusion part, there is a brief evaluation about the classification.
Key Words: Taşköprülüzâde, classification of sciences, subject matter of sciences.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Giriş
Milletlerin kültürlerinde büyük değişiklikler meydana getiren sosyal olgulardan biri
hiç şüphesiz dindir. Yeni bir dini benimseyen milletlerin kültürel yapısı köklü bir
değişime uğrar ve bu dinin normlarına göre yeniden şekillenir. İşte Türk milletinin de
VIII. yüzyılda İslamiyet’le karşılaşıp onu benimsemeye başladığı günden itibaren bu yeni
medeniyetin etkisiyle sosyal hayat tarzından ahlâk yapısına, eğitim sisteminden dil ve
edebiyatına kadar kültürel yapısının bütün katmanlarında böyle bir değişim süreci
yaşadığı bilinmektedir. İslâm medeniyetinin tesiri altında vücuda getirilen Eski Türk
Edebiyatı, o devrin aklî ve naklî ilimlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Çünkü şair ve
ediplerin çoğu, aynı zamanda birer bilim adamı idiler. Uzmanlık alanlarına ait bilgi
birikimlerinin edebî eserlerine de yansıması gayet tabiî idi. Söz gelişi, Hüsrev ü Şîrîn ve
Har-nâme’nin yazarı Şeyhî (ö.835/1431) aynı zamanda bir hekîm idi. Fâtih’in nedimi ve
veziri olan Ahmed Paşa (ö.902/1497) yıllarca müderrislik ve kadılık yapmıştı. Bir
hükümdar olan Kadı Burhaneddin (ö.801/1399 )aynı zamanda bir din bilgini idi. Ali Şîr
Nevâyî (ö.906 /1501) ve Fuzûlî (ö.963/1556) gibi çok yönlü kişiliğe sahip olan daha pek
çok şair bulunmaktadır. Hatta bunlardan bazısı, bir kısım ilmî eserlerini manzum olarak
kaleme almışlardır. Meselâ, Klâsik şiirimizin kurucuları arasında yer alan Ahmedî (ö.815/
1412)’nin Tervîhü’l-Ervâh’ı, on bin beyitlik manzum bir tıp kitabıdır. Hamdullah Hamdî
(ö.909/1503)’nin Hamse’sinde yer alan Kıyâfet-nâme adlı eseri türünün ilk manzum
örneğidir. Klâsik Türk Edebiyatı yüzyıllar boyunca bu ilimlerle iç içe yaşamış ve bu
ilimlerin terimleriyle yoğrulmuştur. Bu edebiyatta kimya, simyâ, tıp, sihir, tılsım, ilâhiyât,
astronomi, coğrafya, felsefe, mantık, tarih vb. ilimlerin ve bu ilimlere ait terimlerin
kullanılarak, pek çok yeni mefhûm ve mazmûnların meydana getirildiği görülmektedir.
Meselâ, Nâbî’nin,
Çıkdı beyâz ü humret ile fâlumuz bizüm
Hükm itdi rûy-ı âlüne remmâlümüz bizüm (Nâbî, 1997:c.2, 840)
beyti remil ilmi ve terminolojisi bilinmeden açıklanamaz. Dil-sûz, nevâ, uşşâk ve şeh-nâz
kelimelerinin, Türk musikisinde birer makam adı olduğunu bilmeyen, Neşâtî (ö.1085/
1674)’nin,
Ney-i hâmeñde Neşâtî ne bu dil-sûz nevâ
Semt-i 'uşşâkda bir nagme-i şeh-nâz ancak (Neşâtî, 1996:127)
beytindeki güzelliği hakkıyla göremez. İlm-i nücûma ait terimler ve bu terimlerin neye
delalet ettikleri bilinmeyince, Şeyhülislâm Yahyâ (ö.1053/1644)’nın,
Yahyâ nükûd-ı eşküne kim i`tibâr ider
Ol mihre nakd-i encüm ile mâh müşteri
116
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
Devr iden câm-ı gam olunca tarab nice olur
Tutalum Zühre ola bezmimüze sâzende (Ş. Yahyâ, 2001:439, 383)
beyitlerindeki anlam inceliklerinin kavranması oldukça zordur. Nitekim XVIII.yüzyılın
şairlerinden olan Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye adlı eserinde, oğlu Lutfullah’a ilimlerle
ilgili tavsiyesinde, otuzdan fazla ilimden bahseder ve bu ilimler hakkında kısa
değerlendirmelerde bulunur. Bu da Eski Türk Edebiyatı açısından, bu ilimlerin ne derece
önemli olduğunu göstermektedir. (Vehbî,1996:40-79) Bu edebiyatın, Kur’ân ve hadîs,
kıssalar ve mucizeler, masallar ve efsâneler, hakîkî ve bâtıl ilimler, dînî ve felsefî ilimler
gibi oldukça çeşitli ve zengin kaynaklardan beslendiğini belirten Agâh Sırrı Levend’in,
bütün bu ilimler ve bu ilimlere ait terimler bilinmedikçe, Klâsik edebiyatımızın manzûm
ve mensûr metinlerine hakkıyla nüfuz edilemeyeceği yolundaki tespiti, yerindedir.
(Levend, 1984:9)
İşte bu ilimlerin en kapsamlı tasnifi ve onların konusu, gâyesi ve mâhiyeti
hakkında en derli toplu bilgi, Taşköprülüzâde’nin Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-siyâde
adlı eserinde bulunmaktadır. Bu eser, Kanunî döneminin meşhur bilgin, kadı ve müderrislerinden Taşköprülüzade Ebulhayr İsameddin Ahmed (ö.968/1561) tarafından Arapça
olarak kaleme alınmıştır. Selanik, Üsküdar, Halep, Şam, Bursa ve Galata kadılıklarında
bulunup Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini yapmış olan oğlu Taşköprülüzâde
Muhammed Kemâleddin (ö.1030/1620), bu eseri Mevzûatu’l-ulûm adıyla Türkçe’ye
tercüme etmiştir. (Levend, 1988: 352, 443; Bursalı, c.1, 454-456; Samî, 1306: c.4, 2985)
Ayrıca ilimlerin tarifi ve tasnifi konusunda, büyük ölçüde Taşköprülüzâde’nin bu
eserinden yararlanan Katip Çelebî’nin Keşfü’z-zünûn adlı eseri de bu hususta
başvurulabilecek en önemli kaynaklardandır. Bu ilimler hakkında ihtiyaç duyulacak özet
bilgilerin, sistematik bir makale formunda, Eski Türk edebiyatıyla ilgilenenlerin, özellikle
genç kuşakların ilgisine sunulması faydalı olacaktır. Bu çalışmada, Taşköprülüzâde’nin
yapmış olduğu tasnif çerçevesinde ilimlerin sınır ve alanlarını belirleyen kısa bilgiler,
muhtelif kaynaklara da başvurularak birtakım düzenleme ve ilavelerle birlikte, günümüz
okurlarına sunulmaya çalışılmıştır.
İlimler Tasnifi
Aristo başta olmak üzere, pek çok filozof ve bilginlere ait, farklı ilim tasniflerinin
varlığı bilinmektedir. Aristo’nun tasnifi, 1. Nazarî felsefe, 2.Amelî felsefe, 3. Şiir ve
estetik, şeklindedir.(Açıkgenç,1991:49-50) Büyük ölçüde bu tasniften ilhâm alan İslâm
bilginleri, sonuçta aynı şeyleri ifâde eden bir takım sınıflandırmalarda bulunmuşlardır:
Taftâzanî’nin torunu el-Hafîd Ahmed, 1.Şer’î, 2.Felsefî diye ilimleri iki grupta
117
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
toplar.(el-Hafîd, 2b-4b)
Filozof el-Kindi, ilimleri, I. Dinî ilimler (tefsîr, kelâm, fıkıh vb.), II.İnsanî ilimler:
1.Amaç olan ilimler: a. nazarî (fizik, psikoloji, metafizik) b. amelî (ahlâk, siyaset), 2.Araç
olan ilimler (mantık, geometri, mûsikî) şeklinde tasnif eder. (Kaya, 2002)
İbn Rüşd’ün sınıflandırması ise, 1.Alet ilimler (ilm-i âlî), 2.Alet olmayan ilimler
(ilm-i gayr-i âlî veya ilm-i ‘âlî) şeklindedir. (Sarıoğlu, 2003:29-32)
Fârâbî’ye ait iki tasnif bulunmaktadır; Fârâbî, birinde, 1.Nazarî ilimler: a.Ta’lîmî
(riyaziyât), b.Tabiî (fizik, kimya, astronomi vb.), c.İlâhiyât (metafizik), 2.Amelî ve felsefî
ilimler: a. Ahlâk, b. Siyaset, şeklinde bir tasnif ortaya koyar; diğerinde ise eğitimde takip
edilmesi gereken, soyut ilimlerden somut ilimlere doğru giden sıralamayı göz önünde
bulundurarak ilimleri, 1.Dil, 2.Mantık, 3.Talîmî, 4.İlahiyât, 5.Medenî ilimler, şeklinde
tasnif eder. (Fârâbî, 1990:48)
el-Kudsî’nin tasnifi ise şöyledir: I.Felsefî ilimler: A.Teorik ilimler (el-hikmetu’nnazariyye): 1.A’lâ, 2.Ednâ, 3.Evsat (geometri, astronomi, matematik, mûsikî).
B.Uygulamalı felsefe (el-hikmetu’l-ameliyye): 1.Ahlâk, 2. Siyaset. II.Felsefî olmayan
ilimler: (mantık, edebiyat) (Çelebi, 1971: c.1, 679)
İbn Haldun ise ilimleri, 1. Aklî ilimler (mantık, tabiî, ilahiyât, riyâziyat) 2. Naklî
ilimler (tefsîr, hadis, kelâm vb.) diye iki kategoride ele almıştır.(Haldun, 1996: 505-506)
Müslüman düşünür ve bilginlerin hemen hepsinin, ilim tasnifleriyle ilgilendikleri
ve kendilerince bir takım sınıflandırmalarda bulundukları görülür. Burada, bütün bu
tasniflerden söz etmek mümkün olmadığı gibi, bu makalenin amaçlarından biri de
değildir. Bu nedenle tasniflerden en bilinenlerine kısaca değinmekle iktifa edeceğiz.
Taşköprülüzâde’nin Tasnifi ve İlimler :
Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde’nin yazarı Taşköprülüzâde ilimleri,
konuları olan şeylerin varlık mertebelerindeki (ontolojik) düzeni esas alarak tasnif
etmiştir. Bu tasnif, İslam düşünür ve bilginleri tarafından yapılan pek çok tasniflerin
içinde en orijinal olanıdır. Yazar adı geçen eserinde, her şeyin bir varlığa sahip olduğunu
ve bu varlıkların da dört halde bulunabileceğini ifâde eder:
A. Kitâbet : Harf, yazı ve hat gibi kitabî vücûda sahip olan varlıklar,
B. İbâre : Söz ve telaffuz gibi sesle ilgili vücûdu bulunan şeyler,
C. Ezhân : Kavramlar gibi zihinde suretleri bulunan soyut vücûdlar,
D. A’yân : Dış dünyada somut vücûdları bulunan varlıklar.
Taşköprülüzâde’ye göre, bütün bu varlık mertebeleri birbiriyle ilgili olup, her biri
bir sonrakini göstermek için bir araçtır. Çünkü kitâbet (yazıyla tespit edilen şeyler), ibâre
118
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
(lâfız, yani sözlü bir ifâde)ye delâlet eder; ibâre ise zihinde soyut varlıkları bulunan anlam
ve kavramları gösterir. Bu zihnî varlıklar da a’yâna, yani dış dünyada somut varlığı
bulunan şeylere delâlet ederler. Meselâ, yazıyla tespit edilen “masa” harfleri, ses ile ifâde
edilen “masa”yı, o da “masa”nın zihindeki imgesini, o da fizikî âlemde, elle tutulan ve
gözle görülen gerçek “masa”yı göstermektedir. Bu dört vücûd mertebesinden, asıl hakîkî
varlık, aynî vücûda sahip olandır, yani masanın kendisidir. Zihnî vücûdu olan imge,
anlam ve kavramların vücutlarının hakîkî mi, yoksa mecâzî mi oldukları tartışmalıdır.
Fakat kitâbî ve ibârî vücûdların mecâzî oldukları muhakkaktır. Bu ilk üç vücûd
mertebesinde bulunan varlıkları konu edinen ilimlere âlî, yani âlet olan ilimler denir.
Taşköprülüzâde’nin tasnifi genel hatlarıyla şöyledir:
I.Kitâbî: Edevâtu’l-hat, kavâninu’l-kitâbet, tahsinînü’l-hat, tertîbu’l-hurûf, vb.
II. İbârî: Mehâricu’l-hurûf, lügat, vaz’, iştikâk, tasrîf, nahiv, me’ânî, aruz, vb.
III. Zihnî: Mantık, nazar, cedel, hilâf, âdâbu’d-ders.
IV.Aynî: A.Hikmetu’n-nazariyye:1.Ulumu’l-ilâhiyye, 2.İlmu’t-tabiî (tıb, baytara,
maadin, kimyâ, sihir vb.), 3.Ulûmu’r,riyâziye (hendese, hey’et, vb.), B.Hikmetu’lameliyye (ahlâk, siyâset vb.), C.Ulûmu’ş-şer’iyye (usûlu’d-dîn, kırâ’at, hadîs, tefsîr).
Aynî vücûd mertebesinde bulunan varlıkları konu edinen ilimler, temelde üçe
ayrılırlar. Kendileri bizzat amaç olmayıp da, başka ilimlerin elde edilmesi için birer araç
olan ilimler, amelî; bizzat kendileri amaç olanlar ise nazarî ilimler diye adlandırılırlar.
Ayrıca bu amelî ve nazarî ilimlerden, vahiy kaynaklı olanlar el-İlmu’ş-Şer’î, akıl yoluyla
elde edilen ve tecrübeye dayalı olanlar da el-İlmu’l-Hikmî adıyla anılırlar. Bunlar elUsûlu’s-Seb’a (yedi temel bilimler) olup, bu temel bilim dallarından her birinin anabilim
dalları (envâ’), anabilim dallarının da alt dalları (fürû’) vardır. (Taşköprülüzâde, 1975:
c.1, 94)
Taşköprülüzâde’nin Tasnîfi ve İlimlerin Tarifi, Konusu, Gayeleri
I. Kitâbî Vücûdları İnceleyen İlimler
İlmu Edevâti’l-Hat: Yazıda kullanılan kalem, divit, mürekkep, kâğıt vb. araçların
özelliklerinden bahsen ilimdir. İlmu Kavânîni’l-Kitâbet: Bu ilim ile harflerin yazılış şekli,
kalemin kullanılışı, yazarken hangi taraftan başlanacağı, harflerin nasıl daha kolay
yazılacağı bilinir. İlmu Tahsîni’l-Hat: Harflerin güzel yazılması için gerekli malzemelerin
neler olduğu ve bunların nasıl terkîb edileceğini öğreten ilimdir. İlmu Keyfiyeti
Tevvelüdi’l-Hutûti ǾAn-Usûlihâ: Harflerin aslî şekillerinden ekleme ve çıkarma yolu ile
nasıl elde edildiğini konu alan ilim dalıdır. İlmu Tertîbi’l-Hurûf: Halen kullanılmakta olan
harflerin, bilinen tertîb üzre sıralanmasından ve benzer harflerin noktalarla birbirinden
119
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ayrılmasından bahseden ilimdir. İlmu Terkîbi Eşkâli Besâ’iti’l-Hurûf: Harfler ayrı iken ve
satır içinde birbirleriyle birleşirken, nasıl güzel görüneceğini konu alan ilimdir. İlmu
İmlâ’il-Hatti’l-‘Arabî:Bu ilim dalı Arap harflerinin yazılmasına ait bilgilerden bahseder.
İlmu Hatti’l-Mushaf: Kur’ân’a mahsus hattan ve özelliklerinden bahseden ilimdir. İlmu
Hatti’l-Arûz: Şiirlerin taktî’inde, kelimelerin vezne göre yazılmasından bahseden ilim
dalıdır. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 103-107)
II. İbârî (Lafzî) Vücûdu Bulunan Varlıkları İnceleyen İlimler
1.İlmu Mehâricu’l-Hurûf: Harflerin dil, diş, damak ve boğaza göre ağızdaki
teşekkülünü fonetik açıdan inceleyen ilimdir. 2. İlmu’l-Lügat:Kelime köklerinin gerçek
anlamlarını ve sadece o anlamları göstermek için oluşturulan, bu köklere ait özel şekilleri
inceleyen bir ilimdir. 3. İlmu’l-Vaz’: Her hangi bir lâfzı bir anlama tahsîs etmek
mânâsında kullanılan vaz’ın mâhiyetinden, onun şahsî ve nev’î, umûmî ve husûsî diye
kısımlara ayrılışından, kelimelerin asılları ve yapılarıyla ilgili durumlardan bahseden bir
ilimdir. (Çelebi, 1971: c.1,1556; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 11, 130; Bûstânî, 1987:974)
4.İlmu’l-İştikâk: Kelimenin temel taşı olan harflerin dizilişinden hareketle hangi
kelimenin neden ve nasıl türetildiğini ve bu türemiş olan kelimenin asıl kökle ilgisinin ne
olduğunu inceleyen bilim dalıdır. Sözgelimi, “ne’aka: bağırmak” ile “neheka: anırmak”;
“cezebe :çekmek” ile “cebeze :çekmek” kelimeleri arasındaki bağlantıyı bu ilim dalı
inceler. Aynı zamanda iştikâk-ı kebir diye bilinen bu işlem, günümüzde kısmen etimoloji
terimiyle karşılanmaktadır. 5.İlmu’t-Tasrîf: Kelimelerin zatî arazlarını şekil ve yapı
bakımından inceleyen ilimdir. İsim ve fiillerin türleri, anlamları, aslî yapıları, i’lal ve
türetimden sonraki şekilleri, türetme ve şekil kuralları aynı zamanda İlmu’s-Sarf adıyla
da anılan bu ilmin konusudur. Bugün morfoloji diye adlandırılan bu ilimdeki kelime
türetme işlemine iştikâk-ı sağîr denir.(Çelebi, 1971: c.1, 101,412) 6.İlmu’n-Nahv: Cümle
çeşitlerini ve yapılarını, cümlede kelimelerin dizilişini ve bu dizilişten meydana gelen
anlam farklarını inceleyen ilimdir. Bu ilme cümle bilgisi veya sentaks da denir. 7.İlmu’lMe’ânî: Cümle bilgisi temeline dayalı olarak, yeterli ve eksiksiz bir anlamı ifâde etmek
amacıyla, içinde bulunulan şartlar gereğince sözün uzatılması (ıtnâb) veya kısa tutulması
(îcâz); cümle öğelerinin öne veya sona alınması (takdîm ve te’hîr) gibi hususlar göz
önünde bulundurularak sözün, durum ve ortamın icâb ettirdiği ifâde kalıbına uyup
uymadığını öğreten bir bilim dalıdır. Bu ilim, haber ve istek kiplerini inceler. Teşekkürşikayet, taziye-tebrik, emir-ricâ, tekdîr-teşvîk gibi makamlarda kullanılacak bu cümlelerin
nasıl olması gerektiğini, cümle bitirildiği zaman dinleyici veya okuyucunun zihninde soru
işaretine yer bırakmayacak bir anlam bütünlüğünün nasıl sağlanacağını öğretir. 8.İlmu’l120
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
Beyân : Sözle verilmek istenen mesajı, daha açık ve daha güçlü bir şekilde ifâde etmek
için gerekli melekeyi kazandıran; duygu ve düşünceleri mecâz, hakikat, teşbîh, istiâre ve
kinâye gibi değişik yollarla ifâde etmenin usûl ve kâidelerinden bahseden bir ilimdir. Bu
ilmin konusu, anlatılmak istenen mânâyı birbirinden farklı açıklık ve nitelikte ifâde eden
sözlerdir. Beyân, kişiye maksat ve niyetiyle birlikte, içinde bulunduğu durumu ve ortamı
da göz önünde bulundurmak şartıyla farklı söz ve usûllerle merâmını iyi ifâde edebilme
melekesini kazandıran bir ilimdir. 9.İlmu’l- Bedî’: Bedî, edebî sanatlarla örülü ifâdenin
lafız bakımından kusursuz, anlam bakımından makûl ve aynı zamanda bir âhenge sahip
olmasının kurallarını inceleyen ve sözü arızî güzelliklerle süsleme melekesini kazandıran
ilimdir. Bedî’ tezât, telvîh, teşhîs, intâk, hüsn-i ta’lîl, mübâlağa, iştikâk vb. söze aslî ve
zatî değil, ârızî bir güzellik kazandıran “vücûh-ı tahsîn-i kelâm” veya “sanâyi-i
bedi’iyye” diye adlandırılan edebî sanatları inceleyen bir ilimdir. Bedî’ ilmi bu yönüyle
sözün ifâde şekillerine dair özellikleriyle ilgilenen me’âniden ve delâlete (anlam
gösterme) ait hususiyetleriyle ilgilenen beyândan ayrılır. Arap ediplerinden bazıları her üç
ilme birden beyân adını vermişler; kimi de ilkine me’ânî, son ikisine beyan ile bedî’e
beyân adını vermiştir. Üçüne birden bedî’ ilmi diyenler de olmuştur. (Bilgegil,1989: 44,
125-126, 181-182; Paşa,1299: 5, 24; Hacımüftüoğlu, 1992: 22, 321; Taşköprülüzâde,
1975: c.1, 139, 173; Saraç, 2001:89, 141) 10.İlmu’l-Arûz: Arap şiirinde kelimelerin belli
ritimlerde ahenk ve ölçü ile söylenmesini sağlayan kalıpların çeşitlerinden, yapılarından
ve uygulanmasında gözetilen kurallardan bahseden bir ilimdir. Aruz ölçüsü, aslında hece
sonlarındaki harflerin harekeli ve sâkin oluşu temeline dayanır. ( Taşköprülüzâde, 1975:
c.1,181; İpekten,1994:117) 11.İlmu’l-Kavâfî: Hem söz hem anlam veya yalnız söz veya
yalnız anlam bakımından farklılık arz eden kelime ve harflerin, beyitlerin veya mısraların
sonlarında birbirine uygun bir tarzda kulağa hoş gelen bir ahenk oluşturacak şekilde
kafiyeli dizilmesinden bahseden ilimdir.(Naci, 43; Çelebi, 1971:c.2,1305) 12.İlmu
Karzi’ş-Şi’r: Karz, şiir söylemek veya ezbere şiir okumak demektir. Ancak bu ilim, şiirde
kullanılan kelimeleri estetik açıdan inceleyerek, onların şiirde kullanılmalarının uygun
olup olmadığını ve nedenlerini açıklar. Bu ilim kelimelerin vezin ve kafiye yönüyle
ilgilenmez. 13.İlmu Mebâdîi’ş-Şi’r: Dinleyiciyi olumlu veya olumsuz bir şekilde
etkileyecek hayâl unsurlarından oluşturulan önermeleri inceleyen bir ilimdir.
“Mukaddemât-ı tahyîliyye” diye adlandırılan bu önermeler, sevgilinin selvi boylu,
şarabın erimiş yakut olduğunu söylemek gibi benzetme esasına dayalı hayâl
unsurlarından oluşur. Bu önermeler ait oldukları kültürlere göre değişiklik arz ederler.
14.İlmu’l- İnşâ: Sözü, fasîh ve belîğ olması yanında, makam ve mevzûa; niyet ve
maksada uygun düşecek bir şekilde, düz yazı (nesir) ile ifâde etme melekesini kazandıran
121
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
mensûr yazı çeşitlerini inceleyen bilim dalıdır. 15.İlmu’l-Mebâdi’l-İnşâ ve Edevâtihi: Bu
ilim dalı bir münşînin sanatını icra ederken muhtaç olduğu hat, yazı, arabî ilimler, şer’î
ilimler, tarih ve bunlarla ilgili konuları araştırır. 16.İlmu’l-Muhâdara: Şekil ve anlam
bakımından birtakım özelliklere sahip olan sözleri, yerinde ve zamanında kullanma
melekesini kazandıran ve bu tür manzûm, mensûr sözleri inceleyen bir ilimdir. Bu ilim,
ortam ve şartlara uygun düşecek bir şekilde kullanılan (muktezâ-yı hâl) sözlerin, bir
başkasına ait olmaları bakımından me’ânî ilminden ayrılır. Çünkü me’ânî ilmi bu
şartları, konuşanın veya yazanın kendi sözlerinde arar. Muhâdara, zamanla kültürel değeri
bulunan edebî, tarihî fıkralar ve hikâyeler anlatmayı gaye edinen bir ilim haline
dönüşmüştür. 17.İlmu’d-Devâvîn: Şairlerin kasîde, kıt’a, gazel vb. manzûmelerini ihtiva
eden mecmûalara dîvân denir. Genel olarak bir dîvân sadece bir şairin manzûmelerine
tahsîs edilir. Farklı şairlere ait manzûmeleri ihtiva eden dîvânlar da bulunmaktadır. İşte
İlmu’d-Devâvîn bu dîvânları inceleyen, dîvânların tertîb ve tanzîmini, muhtevâsını
araştıran bir ilimdir. 18.İlmu’t-Tevârih: Vakti belirlemek anlamına gelen tarih, terim
olarak, gelecekte benzeri zararlı olaylardan sakınmak, faydalılarından yararlanmak için
geçmiş zamanlara ait olaylardaki sebep-sonuç ilişkilerini kavrama melekesini
kazandırmayı gâye edinen ilmin adıdır. Bu nedenle tarih, eski çağlarda meydana gelen
tabi’î ve sosyal olayları, bunların oluşumlarını kronolojik sıraya göre inceleyerek
kaydeder.(Çelebi, 1971: c1, 181, c.2, 1325, 1578, 1609;Taşköprülüzâde,1975: c.1, 186,
189, 195; Nev’î, 1995:85; Vehbî, 1996:66-69, 71)
19.el-Ulûmu’l-Arabiyye: Bu ilimler ilk olarak Araplar tarafından meydana
getirildiklerinden bu adla anılırlar. Arabî ilimler şunlardır :
İlmu’l-Emsâl : Araplara ait atasözü, deyim ve vecîzelerin şekil ve yapılarını konu
alan ve onların ne mânâya geldiklerini ve ilk defa kim tarafından ve nasıl kullanıldıklarını
inceleyen bir bilim dalı olup, ilmu’l-lûgat’ın bir alt disiplinidir. İlmu’l-Vakâyi’i’l-Ümem
ve Rüsûmihim: Belirli kavim ve kabilelerin yurtlarını, gelenek ve göreneklerini ve bazı
meşhur şahsiyetlerin hayat hikâyelerini, yine onların şiir, mektup ve kitaplarından
çıkararak inceleyen bir bilim dalıdır. Tarih ve muhâdara ilminin bir alt bölümü olan bu
ilmin yerini, bugün folklor araştırmaları almıştır. İlmu’l-İsti’mâlâti’l-Elfâz: Beyân ilminin
bir bölümü olan bu bilim dalı, kelimelerin teşbîh, mecâz, kinâye ve isti’âre mânâlarında
en güzel nasıl kullanılacağını inceler. Beyân ilminin konusu daha geneldir. Bu ilimde ise
kelimeler semantik yönünden ele alınır ve bu kelimelerin en güzel şekilde nasıl
kullanılacağı araştırılır. İlmu’t-Teressül: Mektuplaşma ve yazışmalarda göz önünde
bulundurulması gereken kurallardan bahseden bir ilim olup, ilmu’l-inşâ’nın bir alt dalıdır.
Bu ilim, yazanın ve kendisine yazılanın içinde bulundukları kültürel yapı, sosyal konum
122
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
ve arz edilecek konunun keyfiyeti gibi hususlara göre, yazının nasıl olması gerektiğini
araştırır ve kurallarını belirler. İlmu’ş-Şurût ve’s-Sicillât: Şahitler dinlendikten sonra
kadılar tarafından verilen hükümlerin kitaplara veya mahkeme tutanaklarına (şer’iyye
sicilleri), başka davalarda örnek olabilecek bir karar halinde nasıl yazılacağını öğreten
ilimdir. Kurulan cümlelerin kanunlara uygunluğu; ibârenin güzel ve doğru bir şekilde
yazılması bu ilmin ilgi alanına girer. Bu ilim, lafız bakımından inşâ ilminin, anlam
bakımından da fıkıh ilminin bir alt dalıdır. İlmu’l-Ehâcî ve’l-Eglûtât: Görünürde dilbilgisi
kurallarına uymayan ve bu kurallarla izahı mümkün görünmeyen kelimeleri inceleyerek
onların anlamlarını bulmayı amaç edinen bir ilimdir. Ühcüvve’nin çoğulu olan ehâcî,
bilmece; uglûta’nın çoğulu olan uglûtât, yanıltmaca anlamındadır. Bu özellikle muhatabı
zor durumda bırakmak niyetiyle kelime oyunları şeklinde ortaya konan ve Türkçede
“yanıltmaca” denilen bir tür bilmecedir. Lûgat, sarf ve nahiv ilimlerinin bir dalıdır.
İlmu’l-Elgâz :Somut bir varlığa ait bir takım özellikler, üstü kapalı bir şekilde söylenerek,
o şeyin ne olduğu istenen bilmece türünü konu alan bir ilimdir. Lugazda esas olan
delalettir. Bu yönüyle ilmu’l-beyân’ın bir dalıdır. Meselâ,
Ol nedür hercâi bir simîn-beden
Mahv olur ellerle ülfet etmeden
(Cevab: Sabun) İlmu’l-Mu’ammâ : Muamma da elgâz (lugaz) ilmi gibi beyan
ilminin bir alt dalı olup sözün delâletinin vâzıh oluşunu konu alır. Ancak muammâda
kasdolunan şey (medlûl) başka varlığa delâlet eden harfler veya sözler olmalıdır. Mesela,
Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir
kerre
(Cevab:Nâbî) İlmu’t-Tashîf: Belli maksadlarla, özellikle îmâ ile bir şeyi haber
vermek için beliğ insanların, hareke ve noktalarını değiştirdikleri kelimeleri inceleyen ve
bedî’ ilminin bir dalı olan bilimdir. Kaynaklarda buna şu örnek verilir: Hz. Ali’nin
“Harâbu’l-Basra bi’r-rîh: Basra’nın yıkılışı rüzgar iledir” cümlesindeki “rîh” kelimesinin
“zenciler” mânâsına gelen “zenc” olduğunun daha sonra anlaşılması gibi. İlmu’l-Maklûb:
Bedî’ veya muhâdara ilimlerinin bir dalı kabul edilen ilmu’l-maklûb, hem baştan sona
doğru, hem de sondan başa doğru okunuşları aynı olan cümle ve ibareleri konu alır.
İlmu’l-Cinâs: Aslında bedî’ ilminin bir konusu olan cinas, söylenişleri ve yazılışları bir,
anlamları ayrı olan kelimelerin bir arada kullanılmasını konu alan bir ilimdir. Meşhur
ediplerin bazı cinaslı sözleri sık sık iktibas edildiklerinden dolayı cinâs, muhâdara ilmi
içinde bağımsız bir dal olarak ele alınır. İlmu’l-Müsâmereti’l- Mülûk: Muhâdara’nın bir
alt bölümü olup, insanları idare etme hususunda, yöneticilere bir takım ip uçları veren
hikâye, temsil, kıssa, menkabe ve öğütleri konu alan bir bilim dalıdır. İlmu Hikâyeti’sSâlihîn: Tarih ve muhâdara’nın bir dalı olan bu ilim, din büyüklerinin hayat hikâyelerini
123
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ve menkabelerini inceler. İlmu Ahbâri’l-Enbiyâ : Peygamberlerin hayat hikâyelerinden ve
mücadelelerinden bahseden bir ilimdir. Bu ilim de tarihin alt dallarındandır. İlmu’lMegâzî ve’s-Siyer : Tarih ilminin bir dalı olup Hz. Muhammed’in hayat hikâyesini
inceleyen bir ilimdir. İlmu’s-Siyeri’s-Sahâbe : Bu ilim sahâbenin hayatını inceler ve
muhâdara’nın bir alt dalıdır. İlmu’t-Tarihi’l-Hulefâ: Halifelerin, özellikle dört halifenin
hayatını ve dönemini inceleyen bilim dalıdır. İlmu Tabakâti’l-Kurrâ: Kur’ân’ı çeşitli
rivâyetlere göre okuyan üstad hâfızların hayatını konu alan bilimdir. Tabakât ilimleri tarih
ilminin birer dalı olarak kabul edilirler. İlmu Tabakâti’l-Müfessirîn:Tefsîr âlimlerinin
hayatlarını ve ilmi metotlarını inceler. İlmu Tabakâti’l-Muhaddisîn: Hadîs âlimlerinin
hayatlarını inceler. İlmu Tabakâti’ş-Şafi’iyye: Şafiî mezhebine mensup müctehidlerin
hayatını konu alır. İlmu Tabakâti’l-Hanefiyye: Hanefî müctehidlerinin hayatını inceleyen
ilimdir. İlmu Tabakâti’l-Malikiyye: Malikî müctehidlerinin hayat hikâyelerini inceler.
İlmu Tabakâti’l-Hanbeliyye: Hanbelî mezhebinin müctehidlerini tanıtan ilimdir. İlmu
Tabakâti’n-Nuhât: Dil bilginlerinin biyografilerini inceleyen bilimdir. İlmu Tabakâti’lHükemâ: Felsefecilerin hayatını konu alan bilim dalıdır. İlmu Tabakâti’l-Etibbâ: Tıp
bilginlerinin hayatını araştıran ilimdir. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 219-229; Çelebi,
1971: c.1, 13, 149, 222, 395, c.2, 1045, 1086; Bilkan, 2000: 11, 53, 57)
III. Zihnî Vücûtları Bulunan Ma’kulât-ı Sânîyi Konu Alan İlimler
1.İlmu’l-Mantık: Doğru düşünmenin kurallarını belirlediği için birçok İslâm
mantıkçısı bu dalda yazdıkları eserlerine “İlmü’l-Mizân, Fenn-i Mîzân, Lisânü’l-Mîzân,
Mîzânü’l-Ukûl, Mi’yâru’l-Ukûl,” gibi adlar vermişlerdir. Mantık bilinenden bilinmeyene
nasıl ulaşılacağını öğretir. Konusu ma’kûlât-ı sânîdir. Çünkü insanlar akıl yürütmenin üç
yolu olan dedüksiyon, endüksiyon ve analojiyi takip ederek bilinenden bilinmeyene
ulaşırlar. 2.İlmu Adâbi’d-Ders: Öğrenci ile öğretmen arasında sağlıklı bir iletişimin
kurulması için gerekli şeylerden bahseden, pedagojik formasyon diyebileceğimiz bilgileri
inceleyen bilim dalıdır. 3.İlmu’n-Nazar: Bir iddiayı (hipotez) ispat etmenin yollarını ve
tartışmanın usûllerini öğreten bir bilim dalıdır. Bu ilimde ileri sürülen iddianın
doğruluğunu ispat etme esastır. 4.ilmu’l-Cedel: Nasıl olursa olsun başkaların iddia ve
fikirlerini çürütmek, onların geçersiz ve yanlış olduğunu ispat etmek için mantık
oyunlarını kullanmayı öğreten bir bilim dalıdır. Cedel (diyalektik)de karşı tarafın
iddiasını çürütmek ve karşı tarafı ikna ederek delillerle susturmak temel hedeftir.
5.İlmu’l-Hilâf: İstinbat edilmiş şer’î hükümler hakkındaki şüpheleri bertaraf ederek
muhaliflerin itirazlarına cevap vermek veya karşı görüşü çürütmek için o hükümlerin
dayandırıldığı şer’î delillerin delil olma durumlarını inceleyen ilimdir. Bir fıkhî hükmü
124
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
kabul edip etmeme hususunda tartışmacıların uymak zorunda oldukları birtakım kurallar
bulunmaktadır. Cedel ilmiyle aynı metotları kullanan hilâf ilmi, sadece fıkıh sahasında
kullanılmaktadır.( Çelebi, 1971:c.2,1862; Râzî,1295: 13;Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 245,
246; Fârâbî, 1990: 68, 80; Emiroğlu,1999: 33, 242; Haldun, 1996: 422; Özen,1998: 530)
IV. Aynî Vücutları Bulunan Şeyleri İnceleyen İlimler
Somut varlıkları olan şeyleri (a’yân) inceleyen bilimler temelde amelî ve nazarî
diye ikiye ayrılırlar. Amelî ve nazarî ilimlerden her biri de el-Ulûmu’l-Hikmiyye ve elUlûmu’ş-Şer’iyye şeklinde iki grupta incelenir.
A-Ulûmu’l-Hikmeti’n-Nazariyye
a.el-Ulûmu’l-İlâhiyye : Hârici ve lafzî varlıkları maddeye muhtaç olmayan
şeylerle ilgili ilimlerdir1.
1.İlmu Ma’rifeti’n-Nefsi’l-İnsâniyye: İnsanın yaratılışı, ölümü, kadîm veya hadîs
oluşu ve tekrar dirilişini araştıran ilimdir. 2.İlmu Ma’rifeti’n-Nefsi’l-Melekiyye:
Meleklerin yaratılışı, mâhiyeti ve keyfiyetini konu alan bir ilimdir. 3.İlmu Ma’rifeti’lMe’âd : İnsan rûhunun bedenden ayrıldıktan sonraki durumunu, tekrar bedenle ilişkisinin
olup olmadığını, ceza veya mükafat görmesini konu edinen bir ilimdir. 4.İlmu Emârâti’nNübüvvet : Peygamberliğin delilleri olan söz ve fiile ait irhasat ve mucizelerden, bunların
delil oluşunun keyfiyetinden ve sihir ile farklılıklarından bahseden ilimdir. Aslında
kelâmın bir dalıdır. 5.İlmu Makâlâti’l-Fırak: Dünyadaki bütün fırka, mezhep, ideoloji ve
dinlerin düşünce ve hareket tarzlarını araştıran bir ilimdir. 6.İlmu Mevzû’âti’l-Ulûm:
Genel konuların özel konularla ilişkisini, ana bilim dallarının bilim dallarıyla irtibatını, bu
ilimlerin ilkelerini, öncüllerini, sınıflandırılmalarını ve konularını inceleyen ilimdir.
(Taşköprülüzâde, 1975:c.1, 258-260; Çelebi, 1971:c.1, 161, c.2, 1905)
b.el-İlmu’t-Tabi’î:Tabiattaki cisimleri ve bu varlıkların arazlarını (ilinti) inceleyen
bilim dalıdır. ( Fârâbî, 1990:111) Şu ana bilim dallarına ayrılır:
1.İlmu’t-Tıb: Sağlık ve hastalık bakımından insan bedenini inceleyen bilimdir, pek
çok alt branşları vardır:
İlmu’t-Teşrîh: (Anatomi) Damar, sinir, kemik, kıkırdak, kas ve cilt gibi insan
bedenini oluşturan bütün unsurları inceleyen bilim dalıdır. Bir çok alt dalı vardır:
1
K. Çelebi, el-İlmu’l-İlâhî maddesinde bu ilmin, varlıkları varlık olmaları bakımından incelediğini, gayesinin
ebedî mutluluğun kazanılması için gerçek itikatları ve uygun tasavvurları elde etmek olduğunu, rubûbiyet
ilmini ihtiva ettiği için el-İlmu’l-İlâhî; bütün varlıkları şamil olduğu için el-İlmu’l-Küllî; maddeden
mücerret varlıkları konu aldığından dolayı da İlmu mâ-Ba’de’t-Tabi’a (metafizik) diye adlandırıldığını
ifade eder. (Çelebi, 1971: c.1, 160)
125
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
İlmu’l-Kehhâle: Göz hastalıklarını ve tedavi yollarını araştırır. İlmu’l-Et’ime:
Herkesin yapısına uygun lezzetli yemekleri hazırlamayı öğreten ilimdir. İlmu’s-Saydala:
Şifalı bitkilerin nerede ve ne zaman yetiştiklerini araştıran ve bu bitkilerin özelliklerini
inceleyen ilimdir. İlmu Tabhi’l-Eşribeti ve’l-Me’acin: Macun ve şurup halindeki ilaçların
nasıl hazırlanacağını, terkîbi oluşturan eczâların oranlarını ve bu ilaçların nasıl
korunacağını öğreten ilim dalıdır. İlmu’l-Kal’i’l-Asar mine’s-Siyâb: Elbiselerde yağ,
sakız, boya vb. lekeleri; kağıtlarda yazı ve çizgileri gidermenin usûllerini öğreten bir
ilimdir. İlmu Terkîbi Envâi’l-Midâd: Her çeşit renk ve yapıdaki mürekkeplerin
hazırlanmasını konu alan bilim dalıdır. İlmu’l-Cerâhat: İnsan bedenindeki yaralardan, bu
yaraların pansuman ve tedavisinden; gerektiğinde yaralara cerrahi müdahalenin
yapılmasından bahseden bir ilimdir. İlmu’l-Fasd: Damar ve çeşitlerini inceleyerek
hastalığına göre hangi damardan, nasıl kan alınacağını öğreten ilim dalıdır. İlmu’lHacamat: Vücudun neresinde nasıl ve ne zaman kan alınacağını, kupa ile kan almanın
usûllerini öğreten bilimdir. İlmu’l-Mekâdir ve’l-Evzân: Tıp ilminde kullanılan dirhem,
okka, ritil gibi ölçü birimlerinden bahseden ilim dalıdır. İlmu’l-Bâh: Cinsel gücü artıran
ilaç ve gıdalardan, ilişkinin şekil ve tarzlarından bahseden ilimdir. Erotik hikâye
kitaplarını yazmak ve resimler yapmak da bu ilmin konusudur.(Çelebi, 1971: c.1, 11, 218,
401, 408, 581; c.2, 1085,1095, 1355, 1474; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 280, 281)
2.İlmu’l-Baytara: Özellikle atları hastalık ve sağlık yönüyle inceleyen bilimdir.
Günümüzdeki baytarlık (veterinerlik) daha kapsamlı olup, bütün hayvan hastalıklarını
konu alır. 3.İlmu’l-Beyzere: Şahin, doğan ve tazı gibi avcılıkta kullanılan hayvanların
sağlıklarının korunmasından, hastalıklarının tedavisinden bahseden bir ilimdir. 4. İlmu’nNebat : (Botanik) Bitki türlerinden ve onların özelliklerinden, fayda ve zararlarından
bahseden ilimdir. 5.İlmu’l-Hayvan: (Zooloji) Bütün hayvan türlerini, özellikleri, yarar ve
zararları bakımından inceleyen bilim dalıdır. 6. İlmu’l-Felâhat: (Zıraat) Bitkilerin
yetiştirilmesi, ıslah edilerek geliştirilmesi gibi konuları inceleyen bilim dalıdır. 7.İlmu’lMe’âdin: (Mineraloji) Madenlerin filizlerini, mâhiyet ve yapılarını ve çıkarılarak
işlenişini araştıran ilimdir. 8.İlmu’l-Cevâhir: Elmas, yakut, inci gibi kıymetli madenlerin
özelliklerini ve yapılarını inceleyen ilimdir. 9.İlmu’l-Kevn ve’l-Fesâd: (Meteoroloji)
Yağmur, kar, şimşek, gök gürültüsü gibi atmosferde meydana gelen olayların mâhiyetini
inceleyen bilimdir. 10. İlmu Kavsi Kuzeh: Gökkuşağının meydana geliş nedenlerini ve
mâhiyetini inceleyen bilim dalıdır. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 266, 267; Çelebi, 1971:
c.1, 265, 695, c.2, 1362, 1526)
11.İlmu’l-Firâset: İnsanın fizikî ve uzvî özelliklerinden hareketle huy ve
karakterinin bilinmesinden, tabiattaki birtakım belirtilerden hareketle yağmur, fırtına vb.
126
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
olaylardan bahseden bir ilimdir. Bir çok dalı olup tecrübe ve rûhî arınma ile elde edildiği
söylenir.
İlmu’ş-Şammât ve’l-Hiyelan: İnsanın burnu ve vücudundaki benlerin durum ve
özelliklerinden mizaç ve huylarının bilinmesini öğreten ilimdir. İlmu’l-Esârîr: İnsanın
elinde, ayağında ve alnında bulunan çizgilerin, uzun ve kısalığından, birbirlerine uzaklık
ve yakınlıklarından ömrünün uzunluğu, rızkının bolluğu ve manevî durumu hakkında
hüküm yürütmeyi konu alan ilimdir. İlmu’l-Ektâf: Koyun ve keçilerin kürek kemikleri
ğüneş ışığına tutulunca görülen şekil ve çizgilerden savaş, kıtlık, deprem vb. büyük
hadîselerin olup olmayacağını çıkarma ilmidir. Kürek kemiği etleri pişirilmeden önce
yere atılır, sonra alınıp incelenir. Görülen renk, şekil ve çizgilerden ve bu belirtilerin
yönlerinden hareketle, nerede ne olacağı haber verilir. Bu ilim insanın ferdi halleriyle
ilgilenmez. İlmu İyâfeti’l-Eser : İnsan ve hayvanların ayak izlerinden, onlar hakkında
birtakım bilgiler elde etmeyi öğreten ilimdir. Bu ilim sayesinde iz kime ait ise o şeyin
türü, cinsi, yaşı gibi özellikler tespit edilir. İlmu Kıyâfeti’l-Beşer : İnsan organlarının
şekillerinden, iki kişi arasında akrabalık bağının olup olmadığını, huy ve ahlâk
bakımından birbirlerine benzeyip benzemediklerini bildiren bilim dalıdır. Bu ilim
çalışmayla elde edilmez. Araplar kişilerin soyunu tespitte bu ilme başvururlardı. İlmu’lİhtidâ bi’l-Berârî ve’l-Akfâr: Çöllerde, toprak kokusundan, yer şekillerinden ve
yıldızlardan hareketle, bulunulan yerin neresi olduğu tespit edilerek, takip edilecek
yolların belirlenmesini sağlayacak bilgilerden bahseden ilimdir. İlmu’r-Riyâfe:Bir
bölgedeki toprak, bitki ve hayvanların tür ve özellikleri, hayvanların hareketleri gibi
belirtilerden orada suyun bulunup bulunmadığını öğreten ilimdir. İlmu İstinbâti’lMa’âdin: Yerin derinliklerindeki madenlerin tespitini ve çıkarılmasını konu alan bilimdir.
Bu ilim yerin yüzeyindeki şekil ve renklerden oluşan bazı belirtilerden hareketle
madenlerin varlığını âdetâ sezgi ile tesbît etmeyi konu alır. İlmu Nüzûli’l-Gays: Şimşek,
bulut ve rüzgârların özelliklerinden hareketle yağmurun yağıp yağmayacağını araştıran
ilimdir. İlmu’l-İrâfe: Şimdiki olaylardan gelecekte vuku bulacak olayları anlama ilmidir.
Çünkü olaylar arasında gizli bir benzerlik ve sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. İlmu’lİhtilâc: İnsan organlarının seğirme ve titremelerinin kişinin başına gelecek olaylara nasıl
işaret ettiğinden bahseden ilimdir. (Çelebi, 1971: c.1, 31, 73, 80, 141, 203, 939; c.2, 1131,
1181, 1366, 1938; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 282, 283; Nev’î,1995: 236, 237)
12.İlmu Ta’bîri’r-Rü’yâ:Rûha ait tahayyüller ile gaybî olaylar arasındaki ilişkiyi
araştıran ilim dalıdır. Bu ilim rûha ait bu tahayyüllerden hareketle gaybi olayların,
kişilerin psikolojik durumlarının veya dış dünyada meydana gelecek olayların nasıl tespit
edileceğini öğretir. (Çelebi, 1971:c.1, 416; Nev’î, 1995: 197)
127
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
13.İlmu Ahkâmi’n-Nücûm: Yıldızların üçlü, dörtlü ve altılı gruplar halinde karşı
karşıya veya yan yana bulunmalarından oluşan şekil ve durumlardan, şu alemde havanın,
madenlerin, bitkilerin ve hayvanların hallerinde meydana gelen ve gelecek olan olaylara
dair bir takım işaretler bulma ilmidir. Vehbî,
Recm-i gayb itdigiçün ehl-i nücûm Oldı mânend-i şeyâtîn mercûm
diyerek bu ilim ve bununla uğraşanlar hakkındaki olumsuz kanaatini ifâde eder. Bu ilmin
bir çok dalı vardır:
İlmu’l-İhtiyârât: Her bir vaktin uğurlu veya uğursuz olduğunu tespit eden; her
hangi bir işe başlanması veya başlamaktan sakınılması gereken zamanlardan bahseden
ilimdir. Bütün bunlar güneşin burçlardaki, ayın evrelerindeki durumlarından ve onların
birbirleriyle oluşturdukları şekillerden çıkarılır. İlmu’r-Reml: On iki burçtan her birinin
gereği olan harf ve şekillerden hareketle gâipten haber vermeyi konu alan bir ilimdir. Bir
konu hakkında soru sorulduğunda burçların gerektirdiği, bir kısmı sa’d (uğurlu), bir kısmı
da nahs (uğursuz) kabul edilen ve sayıları 12 veya 16’yı bulan bu şekillerden biri
meydana gelir. O şeklin tekabül ettiği burçların ve gezegenlerin özellikleri; toprak, su,
ateş ve havadan oluşan anâsır-ı erba’a ile olan nispetleri hesap edilerek bunların tahlilleri
yapılır ve hükümler çıkarılır. İlk zamanlar bu şekiller parmakla kum üzerine çizildiği için
reml (kum) denilmiştir. Meselâ, bir kimse remmâle gelip bir iş hakkında soru sorunca, o
da önünde duran erkek çocuğa bazı tılsımlı sözlerle emrederek, kum üzerinde çok sayıda
çizgiler çizmesini söyler. Sonra da bu çizgilerin ikişer ikişer silinmesini emreder. En sona
kalan çizgi çift ise kurtuluş ve başarı; tek ise kayıp ve umutsuzluk hükmü çıkarılır.
Remlin sonunun iyi gelmesine “beyaz düştü” denir. İlmu’l-Fâl: Kur’ân ya da din
ulularının eserleri -Hafız Divanı, Mesnevi gibi- açılarak çıkan âyetten veya beyit ve
mısradan veya duyulan bir sözden hareketle geleceğe ait olaylardan haber verme ilmidir.
Fâlda hayra yormak, uğurlu görmek esastır. İlmu’l-Kur’a: Her hangi bir şeyin üzerine
harfler yazılarak niyet edilen şeklin çıkmasıyla gelecekte olması beklenen durumun
meydana geleceğine kanaat getirme yoluyla istikbalden haber vermenin usûlünü öğreten
ilimdir. Kur’a remile çok benzemekle beraber onun kadar güvenilir kabul edilmemiştir.
İlmu’t-Tayre: Kuşun ötüşünden, sağa ya da sola doğru uçuşundan veya yolda karşılaşılan
bir takım canlı ve cansız varlıklardan hareketle bir uğursuzluğun gelmekte olduğunu
çıkarmaktır. Meselâ, bir işe başlamadan önce, o işin uğurlu olup olmayacağını anlamak
için kuş uçurulur, kuş sağa uçarsa o iş yapılır, sola uçarsa yapılmaz. Yola çıkarken kör,
çolak veya topal olan biriyle karşılaşılınca bu yolculuğun uğur getirmeyeceği kanaatine
varılır. Hayra yormak olan falın tam tersi olan tayrada teşaüm (uğursuz kabul etme)
esastır. Buna ilmu’t-tayra ve’z-zecr de denilir.(Çelebi, 1971: c.1, 22, 34, 912, c.2, 1216,
128
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
1326; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 292, 297; Nev’î,1995: 225, 238; Vehbî, 1996:44,
Levend,1984: 220; Canan, c.8, 148; Pala,1989: 409)
14.İlmu’s-Sihr: Bir çok insanın mâhiyet ve sebebini anlayamadığı olağanüstü haller
göstermektir. Türkçede büyü olarak bilinen sihrin pek çok çeşidi bulunmaktadır:
İlmu’l-Kehânet: İnsanın cin ve şeytan gibi maddi bedenleri olmayan rûhanîlerle
bağlantı kurarak dünyaya ve istikbale ait bazı gaybî haberleri öğrenmesidir. Kehânet
günümüzde medyumluk diye bilinmektedir. İlmu’n-Nirenciyât: Aslı “nev-reng” olduğu
söylenen “neyreng” kelimesinin Arapçalaşmış şekli olan “nirenc”, hile, büyü ve efsûn
mânâlarına gelmektedir. Sevgi ve nefret gibi hallerin meydana gelmesi için eski
kavimlerden kalan veya rûhânîlerden alınan mânâları anlaşılmayan bir takım rakam ve
harfler vasıtasıyla kâinatla insanın bütünleşmesi halinden bahseden ilimdir. Nirenciyât
kimine göre sihir olmayıp bir tür göz bağcılık, hokkabazlık ve el çabukluğudur. İlmu’lHavâs: Allah’ın isimlerinin, Kur’ân, Zebur, İncil gibi semavî kitapların ve bazı özel
duaların okunmasından elde edilecek -şifa, işlerin iyi gitmesi gibi sonuçlardan bahseden
ilimdir. İlmu’r-Rukye :İplik, saç düğümü, su vb. şeylerin, birtakım mânâsı anlaşılan
dualar okunarak veya anlamsız kelimeler söylenerek, bazı işlemlere tâbî tutulmasını
öğreten ilimdir. Bu sözlerin bir kısmı anlamsız şifreler olup şeytan ve cinlerin
öğretmesiyle bilinir. Diğerleri ise Kur’ân ve peygamberin hadîslerinden alınmıştır.
Birincisiyle rukye yapmanın haram; ikincisi ile yapmanın ise helal olduğu söylenir ve
buna ta’vîz denir. Rukye, insanda hastalık, sağlık, nefret ve sevgi gibi haller meydana
getirmek için yapılır. İlmu’l-Azâ’im: Azim, kararlılık ve hâkim olma mânâsına gelen
azâ’im, rûhun ve rûhanî varlıkların kontrol altına alınarak, bir takım işlerde kullanılmasını
öğreten ilmin adıdır. Hüddâm denen bu rûhanîler iyiye de, kötüye de kullanılabilirler.
Ayrıca (yogalarda olduğu gibi) riyâzetle bir şeye konsantre olup, trans haline geçmek
suretiyle, rûh gücüyle eşyayı etkileme şeklinde baş gösteren haller de bu ilmin konusudur.
İlmu’l-İstihzâr: Rûhanî varlıkları çağırıp insan şeklinde görünmesini ve konuşmasını
sağlamaktır. Rûh veya cin çağırmada davet edilenin şahsı görülmez. İstihzârda ise misali
bir beden ile temessül eder. Bu yönüyle istihzâr azâ’imden farklıdır. İlmu’l-Fulkatirât:
Ucunda halka ve dairelerden oluşan şekil ve harflerin bulunduğu uzun çizgilerle yapılan
bir tür büyüdür. O şekil ve çizgilere özgü bir takım etkilerin bulunduğuna inanılır.
Taşköprülüzâde bu ilme ait bazı formaları gördüğünü, ancak hiçbir şey anlamadığını,
etkisinin olup olnmadığını da tecrübe edemediğini belirtir. İlmu Da’veti’l-Kevâkib : Her
yıldızın, özellikle güneş sistemindeki gezegenlerden her birinin bir rûhâniyeti olduğu
kabul edilir. Da’veti’l-kevâkib adından da anlaşılacağı üzere bu rûhâniyyâtı çağırmakla
ilgilenen bir ilimdir. Bu sihir türü özellikle Keldânîler tarafından geliştirilerek
129
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
kullanılmıştır. İlmu’l-Hafâ : Kişinin kendisini başkaların gözünden gizlemesini öğreten
ilimdir. Gizlenen kişi diğerlerini gördüğü halde, onlar bunu görmezler. Kendine has dua
ve aza’imi bulunan bu büyünün, rûhları etkilemesiyle gerçekleştiğine inanılır. İlmu’lHiyeli’s-Sâsâniyye : Her yörenin kendine has kıyafetini giymek veya fakih, vaiz, tüccar
ve eşraf kesimlerinden birinin kılığına bürünmek gibi çeşitli düzenbazlıklarla halktan para
ve mal toplamanın yollarını tanıtan ilimdir. Bir tür sihir olan bu sanatı kullananların,
istedikleri kişinin veya şeyin suretine bürünebileceklerine inanılır. İlmu Keşfi’d-Dekk:
Ticarette kalpazanlık yaparak gümüş, inci, yakut vb. kıymetli şeylerin sahtelerini halka
satmak için başvurulan hileleri tanıtan bir ilimdir. İlmu’ş-Şa’beze: Tahyîlât da denen bu
ilim, seyircilerin gözü boyanarak çeşitli hokkabazlıklarla bir takım anlaşılmaz şekil ve
suretler göstermektir. Daha çok el çabukluğuna dayanan ve Şa’bede adıyla da anılan bu
sanat sihir değildir. Herkesçe mâhiyeti anlaşılmadığından sihir zannedilir. İlmu
Ta’alluki’l-Kalb : Bazı zeki insanların aptal insanları kandırmak için bildiklerini iddia
ettikleri bilgilerdir. Böylece onların ism-i a’zam duâsını bildiklerine ve cinleri emri altına
alarak çalıştırdıklarına inanan bu saf insanlar, bu korkudan bazen hastalanır ya da onların
arzularını yerine getirirler. Kâtip Çelebi, bunun sihir ilminin bir dalı olarak ele
alınmasının doğru olmadığını belirtir. İlmu’l-İsti’âne bi-Havâssi’l-Edviye: Birtakım
kimyevi terkiplerle, mıknatısın demir tozlarını çekmesine benzeyen bazı olağanüstü gibi
görünen olayları göstermeyi öğreten ilimdir. Bu olayın sebep ve mâhiyeti
anlaşılmadığından sihir ilminin bir dalı kabul edilmiştir. Kâtip Çelebi bir şeyin mâhiyetini
kavrayamayışımız onun sihir olması için yeterli sebep değildir diyerek, bunu sihir ilminin
bir dalı olarak zikreden Taşköprülüzâde’yi eleştirmiştir.(Çelebi,1971: c.1, 79, 423, 694,
c.2, 1137, 1489, 1524; Taşköprülüzâde,1975:c.1, 295-301; Şükun,1989: c.3, 1935;
Levend, 1984:226; Nev’î,1995: 207)
15. İlmu’t-Tılsım: Dünyada bazı olayların meydana gelmesi için tılsım rûhâniyetini
celbeden ve güçlendiren buhurlarla, istenen şeyin etkileneceği, uygun bir zamanda aktif
semavî güçlerle pasif arzî güçlerin nasıl imtizaç ettirileceğini öğreten ilimdir.
(Çelebi,1971: c.2, 1114; Taşköprülüzâde,1975: c.1, 273) Tılsımla uğraşanlara göre, her
yıldızın bir rûhâniyâtı, her sayının bir sırrı, her mevcudun bir özelliği (havâs) ve her gök
cisminin, konumuna göre dünya üzerinde bir te’siri vardır. Himmet, azim ve irade ile güç
kazanmış bir rûh, yıldızların konumlarına uygun sayıları kullanarak, yıldızların
ruhâniyâtını celbeden buhur ve tütsülerin de yardımıyla, etki altına almak istediği cisim
ile birleşir ve onda tasarruf etme imkanına kavuşur. Sihir, kişinin doğuştan sahip olduğu
özel bir güç sayesinde, ruhun ruh ile birleşimi olduğu gibi, tılsım da tamamen tabiat
130
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
kanunlarına başvurularak elde edilen bir güç sayesinde, ruhun cisim ile birleşmesidir. (
Haldun, 1986: c.3, 23-25)
16. İlmu’s-Simyâ: Bazen sihrin gerçek olmayanına simya denir. Havada, elle
dokunulamayan bir takım hayâlî görüntülerin oluşturulması şeklinde gerçekleştirilir.
Bazen de gözle görülen ve elle tutulabilecek somut suretlerin oluşturulmasına denir. O
zaman hava zerrelerinden çabucak değişebilecek bazı suretler oluşur; hava zerreleri bu
suretleri uzun zaman koruma yeteneğine sahip olmadığından çabucak silinirler. Bunun
nasıl oluşturulduğunu uzmanlarından başkası bilemez. Ancak olmayan bir şeyi algılamak
gibi, insanın duyularında bazı hayâller oluşturan bir takım yağlarla, sıvılarla ve özel
kelimelerle yapıldığı bilinmektedir. (Çelebi,1971: c.2, 1020; Taşköprülüzâde,1975: c.1,
273) İbn Haldun, simyânın amelî zanaat ve bilgilere başvurulmaksızın, nefis ve rûhun
kuvvet ve tesiriyle, bir maddenin suret ve şeklini değiştirerek, diğer bir şekle sokmaktan
ibaret olduğunu, bu gücün riyâzet sonucunda isimlerle harflerin tabiatları ve kelimelerin
birbiriyle olan nispet ve tenasüpleri öğrenilerek elde edildiğini ifâde eder.(Haldun, 1986:
c.3, 26)
17. İlmu’l-Kimyâ: Madeni cevherlerin mâhiyetlerini değiştirerek yeni bir mâhiyet
elde etmenin yollarını araştıran ilimdir. (Çelebi,1971:c.2, 1526) Özellikle dışkı, kıl, kan
ve yumurta bazı işlemlerden geçirildikten sonra elde edilen iksir adı verilen bu sıvı veya
toprak, ateşte kızdırılmış gümüş üzerine döküldüğünde altın; bakır veya kalay üzerine
döküldüğünde ise gümüş olacağına inanılır. Bunun imkansız olduğunu ispat eden İbn
Haldun, aslında bunun bazen kalpazanlık, bazen de sihir yoluyla gerçekleştirildiğini
söyler. (Haldun,1996: 482-483; Levend, 1984:189) Ancak altın elde etmek için
elementleri inceleyen bu ilim, günümüz kimya ilminin gelişmesine büyük katkısı
olmuştur.
c. el-Ulûmu’r-Riyâziyye :İnceleme esnasında maddeden soyutlanmaları mümkün
olan maddi şeylerden bahseden bir ilimdir. Eski filozoflar, çocukların ilk eğitimine
başladıklarında bu ilimlerle onlara zihin jimnastiği yaptırdıkları için bunlara el-ulumu’rriyâziyye veya el-ulumu’t-ta’lîmiyye adını vermişler. el-ulumu’r-riyâziyye dört ana bilim
dalından oluşmaktadır.
1. el-İlmu’l-Hendese: (Geometri) Sayılara kemiyet (nicelik) bakımından arız olan
hallerden bahseden ilim olup, pek çok dalı vardır:
İlmu Ukûdi’l-Ebniye: İnşaat mühendisliğinde statik hesaplamalar yapılarak ev,
köprü, saray ve kale gibi binaların sağlam ve güzel olmalarını amaçlayan bilimdir. İlmu’lMenâzır: Uzak mesafeleri gözetlemeyi, aradaki uzaklığı ölçmeyi ve bu çalışmalarda
kullanılan cihazların yapımını ve kullanım metotlarını konu alan ilim dalıdır. İlmu
131
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Merâyâ’l-Muhrika: Mercekleri, aynaları ve ışığın kırılması ve yansımasıyla ilgili
kanunları inceleyen bilimdir. İlmu Merâkizi’l-Eskâl: Cisimlerin ağırlık merkezlerini
bulmayı konu alan ilimdir. Bu ilim sayesinde taşınan bir şeyin dengeli durması sağlanır.
İlmu Cerri’l-Eskâl: Az kuvvetle büyük ağırlıkları kaldırma ve taşıma yollarını araştıran
ilimdir. Kaldıraçlar bu ilmin konusudur. İlmu’l-Mesâha: Her türlü yüzey ölçümlerinde
kullanılan usûlleri araştırır. İlmu İstinbâti’l-Miyâh: Yer altı sularını çeşitli tekniklerle yer
yüzüne çıkarmayı amaçlayan ilimdir. İlmu’l-Alâti’l-Harbiyye: Mancınık gibi savaşta
kullanılan araç ve gereçlerden bahseden ilimdir. İlmu’r-Remy: Ok ve mermi gibi şeylerin
atılmasından ve hesaplamalarından bahseden ilimdir. İlmu’t-Ta’dîl: Gece ve gündüzün
uzama ve kısalmasındaki hesapları yapan ilim dalıdır. İlmu’l-Binkâmât: Belli bir program
dahilinde yapılması gereken görevlerin vakitlerini belirlemek maksadıyla kullanılan kum
saati, su saati ve çarklı saatler gibi zaman ölçme aletlerinin yapımından ve
kullanılmasından bahseden ilimdir. Bu isim, Farsçada, çiftçilerin su nöbetlerini
belirlemede kullandıkları “pingân” veya “pingâm” dedikleri altı delik tunç veya bakır
tastan alınmıştır. İlmu’l-Milâhe: Gemilerin yapımından, denizlerde hareket ettirilmesinden ve deniz yoluyla ulaşımın sağlıklı yapılması için bilinmesi gereken denizlere ait
coğrafik ve meteorolojik özelliklerden bahseden ilimdir. İlmu’s-Sibâhe: Yüzücülüğün
şekil ve kurallarını öğreten ilimdir. İlmu’l-Evzân ve’l-Mev’âzîn: Bina yapımında
kullanılan malzemenin cinsini, ağırlığını ve dayanıklığını ölçerek binanın ağırlığını tespit
eden ve bu işlemlerde kullanılan alet ve cihazların yapımını ve kullanılmasını öğreten
ilimdir. İlmu’l-Âlâti’l-Mebniyyeti alâ-Zarûreti Ademi’l-Halâ: Belli bir miktarın üstünde
su doldurulunca tamamen boşalan kadeh-i adl, az veya tamamen doldurulunca
dökülmeyip, yarım doldurulunca boşalan kadeh-i cevr gibi içinde hava boşluğunun
bulunup bulunmaması hesapları üzerine kurulu, su ile çalışan mekanik âletlerden
bahseden ilimdir. İnsanların eğlenerek hoş vakit geçirmelerini sağladığından ilmu’lâlâti’r-revhaniyye diye de adlandırılırlar. (Çelebi,1971: c.1, 145, 148, 255, 419, 581; c.2,
1652, 1812; Taşköprülüzâde, c.1, 305-307; Fârâbî, 1990:97; Şükun,1989: c.1, 501)
2. İlmu’l-Hey’et :Astronomi denen gökle ilgili araştırmalar yapan ilim olup bir çok
alt dalları bulunmaktadır:
İlmu’z-Zîcât:Yıldızların, özellikle gezegenlerin hareket yönlerini ve hızlarını,
burçlara girişlerini ve meydana getirdikleri üçlü, dörtlü, altılı kümeleri ve şekillerini
araştıran ilim dalıdır. Bunların bilinmesiyle vakitler, mevsimler, yıllar ve yönler tespit
edilir; onlar sebebiyle anâsır aleminde olacak vak’alar tahmin edilir. Farsça “zîg”
kelimesinden alınan zîcâttan asıl gaye, takvimle ilgili bilgilerdir. Kimine göre, aslı “zîh”
olup duvar ustalarının kullandığı ip ve cetveldir. Yunanca “kanun” anlamına gelir.
132
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
Astronomi âlimlerinin kullandığı tabloya “zîc” denildiği gibi, yıldızların hareketlerinden
bahseden kitaplara da denir. İlmu’t-Takvîm: Zîclerden çıkarılan bilgilerin sıralamaya tabi
tutularak, özel cetveller halinde, on iki kâğıda yazılmasını; on iki ayın ve dört mevsimin
ve bu mevsimlere göre olması beklenen günlük olayların belirtilerek, o yılın takviminin
hazırlanmasını konu alan ilimdir. İlmu Hisâbi’n-Nücûm: Aslında aritmetiğin bir kolu olan
ilmu hisâbi’n-nücûm, sadece astronomide kullanılan bir takım özel kuralları içerdiğinden,
zîçlerdeki hesaplamaların yapımında ve takvimlerin düzenlenmesinde kullanıldığından
hey’et ilminin bir dalı kabul edilmiştir. İlmu Keyfiyyeti’l-İrsâd: Gök cisimlerinin
hareketlerini gözetlemede kullanılan cihaz ve aletlerin yapımı ve işleyiş tarzlarını
inceleyen ilimdir. İlmu’l-Âlâti’r-Rasadiyye: Gökyüzü gözetlemelerinde kullanılan cihaz
ve aletlerin yapımı ve işleyiş tarzlarını inceleyen ilimdir. İlmu’l-Mevâkît: Özellikle her
bölgenin namaz vakitlerini doğru bir şekilde tayin etmek için, günlerin uzaması ve
kısalması, ayın ve güneşin doğma ve batma zamanları, ayın evreleri ve özellikleri, her
memlekete göre gölgelerin eğilim açıları ve yönleri gibi konuları araştıran ilim dalıdır.
İlmu Âlâti’z-Zıllıye: Gölgenin hareketine dayanan güneş saatinin hazırlanmasını,
hesaplanmasını ve kullanılan araç ve gereçleri konu alan ilimdir. İlmu’l-Üker: Küreleri
sırf küre oldukları için inceleyen ve çevresinin ve hacminin ölçümlerini ve onlara ait
geometrik özellikleri araştıran ilimdir. Bu bilgiler astronomi ilminde kullanıldığından
buraya alınmıştır. İlmu’l-Ukeri’l-Müteharrike: Küreler hareket halinde iken, kendilerine
ârız olan hâllerini araştıran ilim dalıdır. Katip Çelebi bu son iki ilmin ayrı birer ilim
olarak ele alınmasının anlamsız olduğunu belirtir. İlmu Tastîhi’l-Küre: Küreyi yüzey,
küre üzerindeki daire ve çizgileri düz çizgiler haline getirmenin yollarını öğreten ilimdir.
İlmu Suveri’l-Kevâkib: Eski astronomi bilginleri sabit olan felekte, dünya yörüngesi
üzerinde burç diye bilinen on iki ve ayın evreleriyle ilgili olarak da yirmi sekiz şekil
tespit etmişlerdir. Bu şekiller esas olmak üzere ayrıca bin iki yüz yirmi sabit yıldız tespit
edip her birinin enlem ve boylama göre yerlerini belirleyerek takriben eşit altı kısma
ayırmışlardır. Bunlar Suveru’l-Kevâkib ilminin konusudur. İlmu Mekâdiri’l-Ulviyyât:
Güneş, ay, dünya ve diğer yıldızların uzaklıklarını, büyüklüklerini ve yörüngelerini
araştıran ve bunları hesaplayan ilimdir. İlmu Menâzili’l-Kamer: Ayın yirmi sekiz
evresinin şekillerini, isimlerini ve her dönemdeki durumunu araştıran bilimdir. İlmu
Coğrafya: Yeryüzünün fizîkî şekil ve yapılarını, iklimlerini, beşerî yapısını ve
özelliklerini konu alan bir ilimdir. İlmu Mesâliki’l-Büldân: Şehir ve ülkeler arasındaki
kara ve deniz yoluyla yapılan ulaşım yollarını ve özelliklerini tanıtan ilimdir. İlmu’lBürud ve Mesâfâtihâ: Günümüzde on iki mile denk gelen postacılıkta bir konaklık mesafe
kabul edilen “berid” uzunluk ölçü birimine göre, şehir ve ülkeleri birbirine bağlayan
133
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
yolların ölçümünü konu alan ilimdir. İlmu Havâssi’l-Ekâlîm: Her bölgenin bitki örtüsünü
ve orada yaşayan hayvanların tür ve özelliklerini inceleyen bilimdir. İlmu’l-Edvâr ve’lEkvâr: Eski astronomi bilginlerine göre bir devr (çoğulu edvâr) üç yüz altmış güneş
yılıdır; bir kevr (çoğulu ekvâr) ise yüz yirmi kamerî yıldır. Bu devr ve kevrlerin her
birinde meydana gelen olayları araştıran ilme denir. İlmu’l-Kırânât: Gezegenlerden
ikisinin veya daha fazlasının bir burçta bir araya gelmelerinden ve bu birliktelikten dolayı
meydana gelmesi beklenen olaylardan bahseden ilimdir. İbn Haldun İlmu’l-Kırânât’ın
bahis konusu ettiği şeylerin bilimsel gerçekler olmadığını iddia eder. İlmu’l-Melâhim:
Büyük kanlı savaş anlamına gelen “melhame”nin çoğulu olan melâhim, yıldızların
hareketlerini inceleyerek, gelecekte baş gösterecek kanlı olayların zamanını ve keyfiyetini
bildiren ilimdir. Özellikle devletlerin yıkılması, ülkelerin el değiştirmesi, hanedanların
zuhur ve inkırazı gibi hadîseleri daha önceden haber vermeyi amaç edinen bu ilmin
gerçekle ilgisi yoktur. Ancak ayların ve mevsimlerin astrolojik özelliklerinden ve bu
dönemlerde vukû bulan kar, dolu ve yağmur gibi meteorolojik; güneş ve ay tutulması gibi
astronomik olaylardan ve bunların neden olacağı kuraklık, kıtlık, savaş ve ölüm gibi
semâvî ve arzî afetlerden bahseden manzûm ve mensûr bir takım kitapların da melhame
adıyla kaleme alındığı bilinmektedir. İlmu’l-Mevâsîm: Her milletin dînî ve millî
bayramlarını ve bunların yılın hangi gününe tekabül ettiğini, ora halkının âdetleri
gereğince ne tür faaliyetlerde bulunacaklarını anlatan ilim dalıdır. İlmu Mevâkiti’s-Salat :
Günde beş defa tekrarlanan dînî bir vecibe olan namazın vakitlerini belirlemede
başvurulan yöntemlerden bahseden ilimdir. İlmu Vaz’i’l-Usturlâb: Usturlab yunanca bir
kelime olup, güneş ölçüm aleti “mizânu’ş-şems” veya yıldızların aynası “mir’âtu’nnücûm” mânâlarını ifâde etmektedir. Eski astronomi bilginlerinin gece ve gündüzleri,
gök cisimlerinin doğuş ve batış yerlerini belirlemek için, bir küre üzerine daireler çizerek
meydana getirdikleri bu aletin yapımından bahseden ilimdir. İlmu Ameli’l-Usturlâb: Gök
cisimlerinin yüksekliğini ve birbirlerine uzaklıklarını, yer yüzündeki şeylerin enlerini ve
boylarını ölçmek, namaz vakitlerini ve yönleri belirlemek için usturlabın nasıl
kullanılacağını ve hesapların nasıl yapılacağını anlatan ilimdir. İlmu Ameli Rub’i’dDa’ire: Rub’u’d-dâ’ire veya rubu’ tahtası, eskiden gök cisimlerinin açı ile ilgili
yüksekliğini ölçmede kullanılan bir alettir. Bugün onun yerini denizcilerin kullandığı
sekstant almıştır. Bir tahta üzerine dairenin dörtte biri çizilir ve açı dereceleri ve daha
başka işaretler belirtilerek yapılırmış. Bu ilim bu âletin nasıl kullanılacağından bahseder.
İlmu Vaz’i’r-Rub’i’l-Müceyyeb ve’l- Mukantarât: Türkler tarafından icat edilen ve eski
bir astronomi aleti olan rubu’ tahtasının bir çeşit logaritmik abak veya trigonometrik
hesap cetveli mâhiyetindeki yüzüne rub’u’l-müceyyeb denir. Bu rubu’ tahtasının üstüne
134
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
ufka paralel farazi da’ireler halinde gök yüzü haritası çizilmiş olan yüzüne de rub’u’lmukantarât denir. İşte bu rubu’ tahtasının nasıl yapılacağını öğreten ilimdir. İlmu Âlâti’sSâ’at: Eskiden saat yapımında kullanılan çekiç, sandık vb. aletlerden bahseden ilimdir.
Aslında “binkâmât” ilminin bir konusudur. (Çelebi, 1971: c.1, 50, 106, 142, 145, 147,
403, 509, 905; c.2, 964; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 309-316; Haldun, 1996:315, 473;
Macdonald, 1993:c.7, 659; Sami, 1317:658, 1392; Pakalın, 1993:c.3, 53;
Devellioğlu,1993: 896)
3. İlmu’l-Aded : Hesap ve aritmetikî de denen aded ilmi, matematiğin (riyaziyyat)
sayılar arasındaki tabiî ilişkilerini inceleyen bir kolu olup, bir çok dalları vardır:
İlmu Hisâbi’t-Taht ve’l-Mîl: Bu hesap sisteminde kullanılan rakamlar (hurûf) Hint
kaynaklı olduğundan, el-hisâbu’l-Hindî ve kenarlı küçük bir ahşap tepsi içindeki toz,
toprak veya kum üzerine yazıldığı için hisâbu’l-gubâr, hisâbu’t-taht ve’t-turâb yahut
hisâbi’t-taht ve’l-mîl (Reml) adlarıyla da anılan ve İslâm dünyasında belli bir dönem
kullanılan en önemli hesap sistemidir. Dokuz rakam ve sıfırla beraber ondalık konumlu
sayı sistemi ve bu sisteme dayanan logaritma mantığı, ondalık kesirler, kök hesabı,
sayılar teorisine ait konular gibi bugün bütün dünyada kullanılan aritmetik anlayışı İslâm
medeniyetinde bu hesap sistemi içerisinde kurulmuştur. İlmu’l-Cebr ve’l-Mukâbele:
Arapça’da cebr, “kırık kemiği yerine koyma, düzeltme, zorlama”; mukâbele ise
“karşılaşma, karşılaştırma, örneğini getirme” gibi anlamları taşımaktadır. Terim anlamları
ise cebir, eşitliğin her hangi bir tarafında bulunan negatif bir terimin diğer tarafa aynısı
eklenmek suretiyle izâle edilmesidir. Mukâbele ise eşitliğin her iki tarafında bulunan
benzer terimlerin çıkarma yoluyla izalesidir. Bu ilim denklemlerde bilinmeyen sayıların
elde edilmesini sağlar. İlmu Hisâbi’l-Hataeyn: Hisâb bi’l-keffeyn veya el-amel bi’l-keffât
diye de adlandırılan “çift yanlış hesabı”, verilen problemin şartlarına uygun biçimde
çözümü gerçekleştirebilecek bir tahminde bulunmak, daha sonra gerekli aritmetik
işlemlerle doğru çözümü tespit etmek esasına dayanan bir ilimdir. Çözümü en az üç
aşamada gerçekleşen “çift yanlış hesabı” ile birinci derecede bir bilinmeyenli her türlü
aritmetik problem, tam değer olarak; yüksek dereceli denklemler ise yaklaşık olarak
çözümlenebilirler. İslâm medeniyetine Hint dünyasından gelmiş olan bu metot, fonksiyon
bakımından cebr ve mukâbele ile aynıdır. Tarih boyunca ondan daha az kullanılmış
olmakla birlikte, işlemi ondan daha kolaydır. (Süveysi, 1998: c.17, 260, 261; Çelebi,
1971: c.1, 578, 663, 706; Fazlıoğlu,1993: c.7, 195, c.17, 269,270) İlmu Hisâbi’d-Devr
ve’l-Vesâyâ: Vasiyet edilen bir malın miras ve hibe yoluyla birkaç el değiştirdikten sonra
her birine düşen payın miktarını hesaplamaya yarayan ilimdir. Problemin çözümünde
kullanılan teknik bakımından cebr ve mukâbele ilminin, konusu bakımından fıkıh ilminin
135
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
bir koludur. İlmu Hisâbi’d-Derâhim ve’d-Denânîr: Sayıca cebir denkleminden daha fazla
bilinmeyeni olan denklemleri çözmede kullanılan metottur. Bu fazlalıktan dolayı
bilinmeyenlere altın, bakır, gümüş vb. isimler verilmiştir. İlmu Hisâbi’l-Ferâ’iz:
Varislerin mirastaki payı mânâsını ifâde eden “farîza”nın çoğulu olan “ferâ’iz”, ölünün
arkasında bıraktığı mal ve mülkten mirasçılara kalan payların eşit ve âdil olması için
başvurulan hesaplamaları konu alan ilme ad olmuştur. Gayesi bakımından fıkıh, mâhiyeti
yönünden hesap ilminin dalıdır. İlmu Hisâbi’l-Hevâ: Kalem, kâğıt ve başka her hangi bir
araç kullanılmadan büyük para ve mal hesaplarının zihinde nasıl yapılacağını öğreten
bilim dalıdır. İlmu Hisâbi’l-Ukûd bi’l-Esâbi’: Parmak ve boğumlarından her birini birler,
onlar, yüzler, binler basamaklarından birine karşılık tutarak, çok rakamlı hesapların
yapılma yol ve usûllerini öğreten bilim dalıdır. Bu usûller sayesinde tek el ile altı rakamlı
hesapları yapmak mümkün olur. İlmu A’dâdi’l-vefk: Küçük karelerden oluşan, her
karesine yazılan sayıların yatay veya dikey toplamları aynı olan kare, üçgen, altıgen ve
daha başka şekillerdeki cetvellerden bahseden ilim dalıdır. Bu hanelere bazen harfler de
yazılır, onların da ebcedî değerlerinin toplamı göz önüne alınır. Bu ilmin sonsuz denize
benzediğini, pek çok özelliklerinin olduğunu söyleyen Taşköprülüzâde hesapla ilgili
olduğu için aded ilminin bir kolu, harf ve rakamların metafizikî değer ve etkileri
bakımından da havâss ilminin bir dalı olduğunu vurgular. İbn Haldun ise bunu tılsım ve
sihir ilimleri içinde mütalaa eder. Vefk hazırlanırken uygun zaman ve burçlar da göz
önünde bulundurulur. İlmu Havâssi’l-A’dâdi’l-Mütehâbbeti ve’l-Mütebâgize: Eski
bilginler, mıknatıstaki çekim gücü gibi, her şeyin, akılla anlaşılmayan kendine göre
birtakım özellikleri bulunduğuna, harfler, isimler ve sayıların da buna benzer özellikler
gösterdiğine inanırlardı. Bu sayı ve harflerden bir kısmı sevgi, bir kısmı da nefret ve
düşmanlık özelliklerine sahiptir. Kelime anlamıyla birbirini sevenler demek ise de,
burada yarısı, dörtte bir, beşte bir ve altıda bir gibi bütün parçaları toplandığında her iki
sayının parçaları birbirine eşit olması mânâsında kullanılmaktadır. Meselâ, rk , 220’yi, rfd
284’ü ifâde eder. İnanışa göre bu sayı ve harflerden biri, sıvıya katılarak birine içirilir, ya
da yiyeceğine katılarak yedirilirse o kimsede sevgi veya nefret hali meydana gelir. İlmu’tTe’âbi’l-Adediye fi’l-Hurûb: Savaşta askerin ikili veya tekli sıralar halinde nasıl
dizileceğini, duruma göre kaç sıra ve her sırada kaç kişi bulunacağını, sıraların dairevî,
üçgen veya dörtgen mi olacağını belirlemeye yarayan ilimdir. Bu düzenlemenin bazı
metafizikî özellikleri olduğuna, bu düzene uyulduğu takdîrde kesinlikle başarılı
olunacağına inanılır. (Haldun, 1986: c.3, 9, 10, 20; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 318-321;
Çelebi, 1971: c.1, 415, 663, 664, 706, 726; Bardakoğlu, 1995: c.12, 362)
4. İlmu’l-Mûsikî: İnce ve kalın seslerin belli aralıklarla bir araya getirilmesinden
136
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
doğan ve insan rûhunu olumlu veya olumsuz etkileyen terennümleri ve bununla ilgili
âletleri konu alan bir ilimdir. Yunanca’da âhenkli ve ölçülü nağme anlamına gelen
“musika”nın, yıldızların hareketlerinden ilham alınarak, Fisagor tarafından meydana
getirildiğine inanılır. Bu ilmin de birkaç dalı vardır. (Çelebi, 1971: c.2, 1902)
İlmu’l-Âlâti’l-Acîbeti’l-Mûsikâriyye: Ud, ney, kanun ve org gibi müzik aletlerinin
özelliklerinden, nasıl yapılacağından ve nasıl kullanılacağından bahseden ilimdir. İlmu’rRaks: Mûsikînin âhengine uyularak icrâ edilen danslardan, bu dansların nasıl icra
edileceğinden bahseden ilimdir. İlmu’l-Gunc: Gunc, nâz, işve ve cilve mânâlarına gelir.
Kadınların yüz ve saçlarının süsünden ve onların ritmik güzel hareketlerinden bahseden
ilimdir. Bütün bunların tabii olması en uygunudur. (Çelebi,1971: c.1,147;
Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 323)
B-Ulûmu’l-Hikmeti’l-Ameliyye
Uygulamaya yönelik bizzat kendileri gaye durumunda olan ilimlerdir. Şu bilim
dallarına ayrılır:
1.İlmu’l-Ahlâk: İnsan davranışlarının temel dinamikleri olan şehvet, öfke ve aklın
her türlü aşırılıktan uzaklaştırılarak, fert ve toplum için yararlı bir hale getirilmesinden
bahseden ilimdir.(Çelebi, 1971: c.1, 35)
2.İlmu Tedbîri’l-Menzil: Anne, baba, çocuk ve hizmetçiden oluşan aile bireylerinin
birbirlerine karşı sorumluluklarını öğreten ve davranışlarını düzenleyen ilimdir. Son
zamanlarda ev ekonomisi anlamında da kullanılmaktadır. (Çelebi, 1971: c.1,381;
Devellioğlu,1993: 430)
3.İlmu’s-Siyâset: Toplum yönetimi için gerekli bilgi ve kuralları inceleyen
bilimdir. Siyaset ilminin de bir kaç alt dalı bulunmaktadır.
İlmu Âdâbi’l-Mülûk: Devlet idaresi için krallarda ve devlet başkanlarında olması
gereken ahlâk ve melekeleri konu alan ilimdir. İlmu Âdâbi’l-Vezâret: Vezirlerin
görevlerini en güzel bir şekilde yürütmeleri için muhtaç oldukları bilgi ve beceriden
bahseden ilimdir. İlmu’l-İhtisâb: Kanunları uygulamak, kanunlara uymayanları
engellemek, şehrin güvenliğini sağlamak için gerekli teşkilâtlanmayı ve bunun kurallarını
konu alan ilimdir. İlmu Kavdi’Asâkir ve’l-Cüyûş: Ordunun teşkilatlandırılmasından,
eğitiminden, sevk ve idaresinden, iâşe ve ibâtesinden bahseden ilimdir.(Çelebi, 1971: c.1,
15, 43; c.2, 1362; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 330-332)
C- el-Ulûmu’ş-Şer’iyye
1.İlmu Usûli’d-Din: Dinde Allah, melek, âhiret, kader vb. inanç konusu olan
şeylerin delillerle ispat edilerek, şüphelerin giderilmesini gaye edinen kelâm ilmidir.
137
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
(Çelebi, 1971: c.2, 1403)
2.İlmu’l-Kırâ’at: Kur’ân’ı doğru ve usûlüne göre okumayı sağlayan ilimlerdir:
İlmu’ş-Şevâz: Kur’ân’ın tevatürle gelen meşhûr yedi kırâ’atinin dışında kalan
münferid rivâyetlere dayanan (şâz) kırâ’atlerden bahseden ilimdir. İlmu Mehârici’lHurûf: Harflerin ağızdaki çıkış yerlerinden ve harflerin sesli-sessiz, ince-kalın gibi
özelliklerden bahseden ilimdir. İlmu Mehârici’l-Elfâz: Kelimelerin telâffuz edilme
özelliklerinden bahseden ilimdir. Bir öncekinden farklı yanı konuyu kelime seviyesinde
ele almasıdır. İlmu’l-Vukûf: Anlam bütünlüğünün sağlanması ve çıkarılacak hükümlerin
daha isabetli olması için dilbilgisi (sarf- nahiv) kuralları açısından Kur’ân âyetlerindeki
durak yerlerinin ve vurguların nasıl yapılacağını açıklığa kavuşturan ilimdir. İlmu İleli’lKırâ’at: Meşhur yedi tarz okunuşta (kırâat) tercih edilen şeklin niçinini ve sebebini
anlatan ilimdir. İlmu Resmi Kitâbeti’l-Kur’ân: Kur’ân’daki kelimelerin yazımında ve
imlâsında Hz. Osman’ın mushafına uymayı sağlayan kurallardan bahseden bir ilimdir.
İlmu Âdâbi Kitâbeti’l-Mushaf: Mushafların tertip ve tanziminde sayfa ve satırların
düzenlenmesinde dikkat edilmesi gereken hususlardan bahseden ilimdir.
(Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 710-714; el-Kettan, 1997: 242, 251)
3.İlmu’l- Hadîs: Peygamberin söz, takrîr ve fiillerinden bahseden ilimdir. Hadîs
ilminin pek çok dalları bulunmaktadır:
İlmu Şerhi’l-Hadîs: Hadîslerin doğru anlaşılması için yapılan yorumlardan ve
bunun kurallarından bahseder. İlmu Esbâbi Vurûdi’l-Hadîs ve Ezminetihi: Hadîslerin
nerede, ne zaman ve hangi olaya binâen söylendiğini araştıran ilimdir. İlmu Nâsihi’lHadîs ve Mansûhihi: Hangi hadîsin, hangisi tarafından hükmünün yürürlükten
kaldırıldığını araştıran ilimdir. İlmu Te’vîli Akvâli’n-Nebî: Peygamberin sözlerinin
te’vîlinden bahseden ilimdir. Şerhte sözün ilk anlamı esastır. Te’vîlde ise ilk anlamının
dışında hatıra gelebilecek başka anlam ve yorumlar aranır. İlmu Rumûzi’l-Hadîs ve
İşârâtihi: Hadîslerdeki sembolik ve işarî anlamları araştıran ilimdir. İlmu Garâ’ibi
Lugati’l-Hadîs: Hadîslerde geçen, pek az kullanılan anlaşılması güç kelimelerin veya
peygamberin yeni bir anlam yüklediği kelimelerin anlaşılmasını sağlayan bir bilim
dalıdır. İlmu Def’i’t-Ta’n Ani’l-Hadîs: Hadîsler hakkında ileri sürülen itirazlara cevap
vererek bu konudaki kuşkuları gideren ilimdir. İlmu Telfîki’l-Ehâdîs: İlk bakışta birbirine
zıt gibi görünen hadîsler arasındaki umum-husus, mutlak-mukayyed ilişkisini veya farklı
olaylarla ilgili olduklarını açıklığa kavuşturmak; dil veya belâgat kurallarına göre daha
başka yorum tekniklerini kullanmak suretiyle aralarında bir tezad bulunmadığını gösteren
ilimdir. İlmu Ahvâli Ruvâti’l-Ehâdis: Hadîsleri rivâyet eden kişilerin hayat ve
şahsiyetlerinden, güvenilirlik derecelerinden bahseden ilimdir. İlmu Tıbbi’n-Nebevî:
138
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
Çeşitli hastalıkların tedavileri hususunda söylenmiş hadîslerden bahseden ilimdir.
(Çelebi, 1971: c.1, 23, 334, 480; Taşköprülüzâde, c.2, 725-727)
Taşköprülüzâde ayrıca şunların da hadîs ilminin alt dallarından (furû’) sayıldığını
söyler:
İlmu’l-Mevâ’iz: İnsanların dinen yasak olan şeylerden uzaklaşmaları, yapılması
emredilen şeyleri yapmaları için söylenen söz ve bunları söylemenin metotlarından
bahseder. İlmu’l-Ed’iyye: Rivâyetlerden gelen güzel dualardan ve meşhur virdlerden
bahseder. İlmu’l-Âsâr: İslâm tarihinde birinci ve ikinci kuşağa ve o dönemde yaşamış
büyük müctehid ve âlimlere ait, güzel söz ve ahlâktan bahseden ilimdir. İlmu’z- Zühd
ve’l-Verâ: Dünya sevgisinden kurtulma, haram ve günâhlardan uzaklaşmanın yollarını
araştıran ilimdir. İlmu Salâti’l-Hâcât: Hadîslerde hacet namazıyla ilgili rivâyetleri
toplayan ve onları değerlendimeye tâbî tutan ilimdir. İlmu’l-Meğâzî: Peygamberin
savaşlarından bahseden ilimdir.( Taşköprülüzâde, 1975: c.2, 924, 981)
4.İlmu’t-Tefsîr: Kur’ân ve yorumuyla ilgili ilimlerdir.
İlmu’l-Mekkî ve’l-Medenî:Mekke ve Medine’de inen âyetleri araştırır. İlmu’lHaderî ve’s-Seferî : Yolculuk halinde iken ve mukim iken inen âyetleri araştırır. İlmu’nNehârî ve’l-Leylî :Gece veya gündüz inen âyetleri konu alır. İlmu’s-Sayfî ve’ş-Şitâî : Yaz
ve kış aylarında nâzil olan âyetleri inceler. İlmu’l-Firâşî ve’n-Nevmî:Uyurken nâzil olan
âyetleri araştırır. İlmu’l-Arzî ve’s-Semâî: Hz. Peygamber dünyada iken veya miraca
yükselirken nâzil olan âyetleri inceler. İlmu Evveli mâ-Nezele ve Ahiri mâ-Nezele: Önce
ve sonra nâzil olan âyetlerin hangi sıraya göre indiklerini araştırır. İlmu Sebebi’n-Nüzûl:
Âyet ve sûrelerin hangi sebeb ve olaylar üzerine nâzil olduğunu bildiren ilimlerdir. İlmu
mâ-Nezele alâ-Lisâni Ba’zi’s-Sahâbeti : Bazı sahabelerin dili ve ifâdesiyle inen âyetleri
inceler. İlmu mâ-Tekerrere Nüzûlühü : Birkaç defa nâzil olan âyetleri inceler. İlmu mâTe’ehhere Hukmuhu an-Nüzûlihi ve mâ-Te’ehhere Nüzûlühü an-Hukmihi: Hükmü
inişinden sonra sabit olan ve inişi hükmünden sonra olan âyetleri araştırır. İlmu mâNezele Müfarrakan ve mâ-Nezele Cem’an:Ayrı ayrı ve toplu nâzil olan âyet ve sûreleri
inceler. İlmu mâ-Nezele Meşîan ve mâ-Nezele Müfreden: Cebrail’in başka meleklerin
eşliğinde getirdiği ve tek başına getirdiği âyet ve sûreleri inceler. İlmu mâ-Ünzile Minhu
alâ-Ba’zi’l-Enbiyâ ve mâ-lem-Yünzel: Daha önce bazı peygamberlere inmiş olan ve hiç
inmemiş olan âyet ve sûreleri araştırır. İlmu Keyfiyyeti İnzâli’l-Kur’ân: Kur’ân’ın nasıl
indirildiğini, vahiylerin mâhiyetini ve geliş şeklini inceleyen ilimdir. İlmu Esmâ’i’lKur’ân ve Esmâ’i Süverihi: Kur’ân’ın ve sûrelerinin isimlerinden bahseder. İlmu Cem’ihi
ve Tertîbihi : Peygamber zamanında dağınık formalar halindeki Kur’ân âyet ve
sûrelerinin toplanarak, bir kitap haline getirilmesini, tertip ve tanzimini inceleyen ilimdir.
139
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
İlmu Adedi Süverihi ve Kelimâtihi ve Hurûfihi: Kur’ân’ın sûre, âyet, kelime ve harflerinin
sayısını araştırır. İlmu Huffâzihi ve Ruvâtihi: Kur’ân’ı ezberleyen ve onu mushaf haline
gelinceye kadar nakleden kişilerden ve özelliklerinden bahseder. İlmu’l-Âlî ve’n-Nâzil
min-Esânidihi: Kur’ân’ı nakleden ilk dönem kurrâlara ait rivâyet zincirlerinin ve bu
zinciri oluşturan râvîlerin güvenilirlik derecesini araştırır. İlmu’l-Mütevâtir ve’l-Meşhûr:
Kur’ân’ın mütevatir (yalan ve yanlış üzerinde birleşmeleri imkansız bir topluluğun yine
böyle bir topluluktan naklettiği) ve meşhur (rivâyet zinciri sağlam olup, ancak tevâtür
derecesine varmayan) okunuş (kırâ’at)lardan bahseder. İlmu Beyâni’l-Mevsûl Lafzen ve’lMefsûl Ma’nen: Söz bakımından beraber, bitişik olduğu halde, mânâ ve konu bakımından
ayrı olan âyetleri inceler. (Taşköprülüzâde, 1975: c.2,728-751) İlmu’l-İmâle ve’l-Feth:
Kesrenin fetha, ya’nın elif ile gösterilmesi olup Kur’ân’ın kendisiyle nâzil olduğu iki
meşhur lûgattir. “İmâle” Necid, Esed ve Temîm lehçesine göre, “feth” ise Hicâz lehçesine
göredir. “İmâle”nin yedi harfte olduğu söylenir. İlmu’l-İdğâm ve’l-İzhâr ve’l-İhfâ ve’lİklâb: Tecvidle ilgili kurallar olup aynı harfin yanyana gelmesiyle şeddeli okunmalarına
idğâm; “hurûf-ı ihfâ” diye adlandırılan on beş harften birinin “tenvîn” veya sakin
“nun”dan sonra gelmesiyle şeddesiz olarak genizden telaffuz edilmesine ihfâ;
kendisinden sonra “be” harfi gelen “tenvîn” veya sakin “nun”nun “mim” şeklindeki
telaffuzuna iklâb; altı “izhâr” harfinden birinin “tenvîn” veya sakin “nun” dan sonra
“ihfâ”sız ve “idğâm”sız okunmasına ise izhâr denir. Tecvid’in bir alt dalı olan bu ilim
Kur’ân’da bu durumları inceler. İlmu’l-Med ve’l-Kasr: Harekesiz “elif”, “vav” ve “yâ”
med harflerinin normalden fazla uzatılmasına med, uzatılmaksızın tabiî halinde
bırakılmasına kasr denir. Bu da Tecvîd ilminin bir konusudur. İlmu Tahfîfi’l-Hemze:
Arap alfabesinde telaffuzu en zor, mahreci en uzak harf olan “hemze”nin rahatça
kullanılabilmesi için başvurulan bir takım kurallar bulunmaktadır. Bu, “tahfîfu’l-hemze”
adıyla bilinen ve özellikle Hicaz lehçesinde sıkça karşılaşılan bir durumdur. Kur’ân’daki
hemzelerin telaffuzunu bu ilim dalı inceler. (Suyûtî, 1306: 96-104) İlmu Keyfiyyeti
Tahammuli’l-Kur’ân:Kur’ân’ı ezberlemenin ve ezberden okumanın metotlarından
bahseder. İlmu Âdâbi Tilâvetihi ve Tâliihi: Kur’ân’ı okumanın âdâbından ve okuyucunun
uyması gereken şartlardan bahseder. İlmu Cevâzi’l-İktibâs: Manzûm ve mensûr eserlerde
Kur’ân’dan yapılan alıntıların kullanılmasının caiz olduğundan ve iktibas yapılırken
dikkat edilmesi gereken kurallardan bahseder. İlmu Garîbi’l-Kur’ân: Kurân’daki anlam
bakımından kapalı ve anlaşılması güç kelimeleri inceler. İlmu mâ-Vaka’a fihi bi-Gayri
Lugati’l-Hicâz: Kur’ân’daki, Hicaz bölgesinde kullanılmayan ve tanınmayan kelimeleri
inceler. İlmu mâ-Vaka’a fihi min-Gayri Lugati’l-Arab: Arapça olmayıp Kur’ân’da
kullanılan kelimeleri araştırır. İlmu’l-Vücûh ve’n-Nezâ’ir : Kur’ân’daki bir kelimenin bir
140
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
âyette ifâde ettiği mânâ ile, yine aynı kelimenin diğer âyetlerde ifâde ettiği anlamların
aynı olmamasına vücûh; bunun aksine de, (farklı bir çok kelimenin aynı mânâyı ifâde
etmesine de) nezâ’ir denir. İşte bu ilim Kur’ân’daki bu tür kelimeleri inceler. İlmu
Me’âni’l-Edevâti’lletî Yehtâcu İleyha’l-Müfessir: İsabetli bir tefsir ortaya koyması için,
müfessirin bilmek zorunda olduğu edatların anlamlarını inceler. İlmu’l-Muhkem ve’lMüteşâbih: Kur’ân’da, anlamı muğlak ve müphem olmayıp herkesçe anlaşılabilen
(muhkem) ve aralarındaki benzerlikten dolayı biri diğerine tercih edilmesi imkansız
mânâları bulunan, anlaşılması güç (müteşâbih) âyetleri araştırır. İlmu’l-Mukaddemi’lKur’ân ve’l-Muahharihi: Kur’ân âyetlerindeki bazı kelimelerin cümle yapısına göre başa
alınması veya sona bırakılmasının hikmetlerinden, bu durumun cümleye kazandırdığı
zengin ve güzel anlam farklılıklarından bahseder. İlmu Âmmi’l-Kur’ân ve Hâssihi:
Kur’ân’ın sayı bakımından hiçbir sınırlama getirilmeksizin, kendisine yüklenen sözlük
anlamına uygun gelen bütün fertlerine delalet eden (âmm) ve bunun aksi olan, sözlük
anlamına uygun gelen bütün fertlerine delâlet etmeyen (hâss) kelimelerini inceler. İlmu
Nâsihi’l-Kur’ân ve Mansûhihi: Bir âyetin getirdiği hükmün daha sonra nâzil olan bir
âyetle kaldırılmasına nesh, birinci âyete mansuh, ikincisine de nâsih denir. İşte bu ilim,
bu tür âyetlerin birbiriyle irtibatını inceler. İlmu Müşkili’l-Kur’ân: Aralarında ihtilaf ve
çelişki varmış gibi görünen âyetleri inceleyerek böyle bir durumun bulunmadığını ortaya
koyan ilimdir. İlmu’l-Mutlaki’l-Kur’ân ve Mukayyedihi: Her hangi bir kayıt olmaksızın
sayısı belli olmayan fertlere delalet eden (mutlak) ve her hangi bir vasıfla kayıtlanmakla
beraber kendi cinsi içindeki bütün fertlere delalet eden (mukayyed) âyetleri inceler. İlmu
Mantûki’l-Kur’ân ve Mefhûmihi : Hiç düşünülmeden kendisinden kastedilen mânâ açık
bir şekilde anlaşılan (mantuk) ve kendisinden ikinci ve üçüncü derecede dolaylı olarak
anlam çıkarılan (mefhum) âyetleri inceler. İlmu Vücûhi Muhâtabâtihi : Kur’ân’daki hitap
şekillerini ve anlam farklılıklarını inceler. İlmu Hakîkati Elfâzi’l-Kur’ân ve Mecâzihâ:
Kur’ân’daki kelimeleri hakikî ve mecâzî anlamlarını inceler. İlmu Teşbîhi’l-Kur’ân ve
İsti’ârâtihi: Kur’ân’daki teşbîh ve istiâreleri inceleyen ilimdir. İlmu Kinâyâti’l-Kur’ân ve
Ta’rîzâtihi: Kur’ân’daki kinâye ve tarîzleri inceler. (el-Kettan, 1997: 258, 268, 298, 307,
323, 345, 352; es-Salihî, 1981: 281-330; Taşköprülüzâde, 1975: c.2, 751-802;
Cerrahoğlu, 1989: 128, 151, 177, 179, 184, 192) İlmu’l-Hasr ve’l-İhtisâs: Bir yargıyı
emsâllerinden her birine değil de, sadece birine ait olduğunu vurgulayan âyetleri ve
bunların anlam bakımından özelliklerini inceler. İlmu’l-İcâz ve’l-Itnâb: Kur’ân’da mânâyı
vecîz veya uzun ve tafsilatlı bir şekilde ifâde eden âyetleri inceler. İlmu’l-Haber ve’lİnşâ: Kur’ân’da emir, istek, dilek, şart kipleri ve haber kipleriyle gelen âyetleri inceler.
İlmu’l-Bedâyi’i’l-Kur’ân: Kur’ân’daki tevriye, istihdâm, iltifât gibi bedi’ sanatları inceler.
141
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
İlmu Fevâsıli’l-Ây : Âyetlerin sonlarındaki, genellikle secili olan kelimeleri inceler. İlmu
Havâtimi’s-Süver: Sûrelerin bitişindeki anlam inceliklerini konu edinir. İlmu
Münâsebeti’l-Âyâti ve’s-Süver: Âyet ve sûreleri birbirleriyle olan ilişkilerini konu edinir.
İlmu’l-Âyâti’l-Müteşâbihât: Müteşâbih âyetleri inceleyen ilimdir. İlmu İ’câzi’l-Kur’ân:
Kur’ân’ın mûcize oluşundan kaynaklanan güzelliklerini konu edinen bir ilimdir. İlmu’lUlûmi’l-Müstenbetâti min-Kur’ân: Kur’ân’dan çıkarılan ilimlerden bahseder. İlmu
Eksâmi’l-Kur’ân: Kur’ân’daki yeminleri inceleyen ilimdir. İlmu Emsâli’l-Kur’ân:
Kur’ân’da, ahlâkî ve mânevî değerleri benimsetmek, ya da bir konuyu açıklığa
kavuşturmak amacıyla söylenen, kısa öykü, benzetme veya özlü sözleri araştıran ilimdir.
İlmu Cedeli’l-Kur’ân: Kur’ân’ın tartışma yöntemini inceler. (Taşköprülüzâde, 1975:c.2,
804-859; el-Kettan, 1997: 364, 391, 408, 418) İlmu mâ-Vaka’a fi’l-Kur’ân mine’l-Esmâ
ve’l-Künâ ve’l-Elkâb: Kur’ân’daki isim, künye ve lakapları araştıran ilimdir. İlmu
Mübhemâti’l-Kur’ân : Kur’ân’daki belgisiz sıfatlar, zamirler ve edatları inceleyen bilim
dalıdır. İlmu Fezâ’ili’l-Kur’ân: Kur’ân’ın, bazı sûre ve âyetlerinin sevap ve faziletlerini
konu edinen ilimdir. İlmu Efdali’l-Kur’ân ve Fâzılihi: Kur’ân’ın fazilet ve üstünlük
bakımından diğerlerinden farklı olan âyet ve sûrelerden bahseder. İlmu Müfredâti’lKur’ân: Kur’ân âyetlerinden her birinin ahkâm ve mânâ bakımından sahip olduğu değeri
araştıran ilimdir. İlmu Havâssi’l-Kur’ân: Kur’ân’ın bazı sûre ve âyetlerini okumanın veya
yazılı olarak bulundurmanın faydalarından bahseder. İlmu Mersûmi’l-Hat ve Âdâbi
Kitâbetihi: Kur’ân hattından ve yazılış kurallarından bahseden ilimdir. İlmu Tefsîrihi ve
Te’vîlihi ve Beyâni Şerefihi: Kur’ân’ın tefsîr ve te’vîlinden ve bunların öneminden
bahseder. İlmu Şurûti’l-Müfessir ve Âdâbihi: Müfessirde bulunması gereken özellikler ve
Kur’ân’ı tefsîr etmenin âdâbından bahseder. İlmu Garâ’ibi’t-Tefsîr: Tefsîrlerdeki hakîkate
uymayan yorumlardan ve anlamsız ifâdelerden ve onların yanlışlığından bahseder. İlmu
Tabakâti’l-Müfessirîn: Müfessirlerin hayat hikâyelerinden (biyografi) ve onların tefsîrde
takip ettikleri metotlardan bahseder. İlmu Havâssi’l-Hurûf: Bazı sûrelerin başındaki
mukatta’a harflerinin, hatta Kur’ân’ın bütün harflerinin, etki ve faydaları bakımından
taşıdıkları hususiyetlerden bahseder. İlmu Havâssi’r-Rûhâniyyeti mine’l-Evfâk: Kur’ân
harfleriyle yapılan vefkler vasıtasıyla bazı rûhanîlerle ilişki kurmanın özelliklerinden
bahseder. İlmu Tasrîf bi’l-Hurûf ve’l-Esmâ: Özel rûh disiplini sağlanarak okunan,
Kur’ân’daki bazı isim ve harfler vasıtasıyla eşyada etki meydana getirmekten bahseder.
İlmu’n-Nûrâniyyet ve’z-Zulmâniyyet: Kur’ân’daki harfleri nurlu ve karanlıklı oldukları
tezinden hareketle tanımak ve bunlar vasıtasıyla bir takım işler yapmaktan bahseden
ilimdir. Harflerin sırlı özellikleriyle ilgilenir. İlmu’t-Tasarruf bi’l-İsmi’l-A’zam: İsm-i
a’zâm duâsıyla bir takım dilek ve arzuları elde etmekten bahseder. İsm-i a’zâm duâsının
142
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
ancak peygamberler ve velîler tarafından bilinebileceği kabul edilir. İlmu’l-Kesr ve’lBast: (Kırma ve yayma) Allah’ın isimlerinin harfleri alınarak, olması istenen şeyin
harfleriyle karıştırılır, bir satırda yazılır. Her satırda harflerin dizilişindeki sıra, ehlince
bilinen usûllere göre değiştirilerek, ilk satırdaki şekil bulununcaya kadar yazmaya devam
edilir. Böylece istenen şeyin meydana geleceğine inanılır. Bu ilim bu işlemin usûllerinden
bahseder. İlmu’z-Zâyirçe: Yukarıdaki ilmin bir başka şekli olan bu ilim, harflerle bir
takım cetveller çıkararak, sorulan veya istenen şey hakkında bazı bilgiler elde etmenin
yollarından bahseder. Gâibden haber vermenin kurallarını müştemil bir ilimdir. Her biri
feleklere, unsurlara, maddî ve rûhânî varlıklara ve bunlara ait ilimlere denk düşecek, iç
içe dairelerden oluşan büyük bir dâire vardır. Her dâire ait olduğu feleğe göre burçlara ve
unsurlara bölünür. Bu bölümleri oluşturan çizgilerin her biri merkeze uzanır. Bunlara
evtâr (teller) denir. Her telin ucuna uygun bir harf yazılıdır. Zayirçenin içinde dâirelerin
arasında ilimlerin ismi, unsurların yeri bulunmaktadır. Dâirelerin dışında, enine ve
boyuna çizgilerin oluşturduğu kutucuklar bulunmaktadır. Bu cetvelde enine elli beş,
boyuna yüz otuz bir kutucuk vardır. Bunların her birinde çeşitli harfler ve rakamlar
yazılıdır. Bu ilim bu tablonun nasıl oluşturulacağından ve nasıl kullanılacağından
bahseder. İlmu’l-Cefr ve’l-Câmi’a: Harfler bazı özel yollarla bir araya getirilerek elde
edilen kelimelerden, kader levhalarındaki bazı gaybî bilgilere ulaşmanın ve onlardan
haber vermenin usûllerinden bahseden ilimdir. İlmu Def’i’l-Metâ’ini’l-Kur’ân: Kur’ân’ın
lafzı ve mânâsı hakkında meydana gelen itiraz ve şüpheleri izâle etmeyi konu alan
ilimdir. (Taşköprülüzâde, 1975:c.2, 864-923; Çelebi, 1971: c.1, 411, 413, 591; c.2, 948,
1475; es-Salihî, 1981: 275) )
Sonuç:
İslam dünyasında, birçok konuda olduğu gibi, ilimlerin tasnifi hususunda da Aristo
“üstâd-ı evvel” kabul edilmiştir. Müslüman filozof ve bilginler, ondan aldıkları ilhamla
çeşitli ilim tasnifleri ortaya koymuşlardır. İlimlerin mahiyetleri göz önünde
bulundurularak, nazarî (teorik) ve amelî (uygulamalı) diye ikiye ayrılması, bütün bu
tasniflerde dikkati çeken ortak noktadır. Nazarî ilimler sadece ilim oldukları için
öğrenildiklerinden, “amaç ilimler”; amelî ilimler ise başka ilimleri elde etmek için birer
vasıta olduklarından dolayı “araç ilimler” diye adlandırılmışlardır. Araç ilimler, aynı
zamanda “alet (âlî) ilimleri”, amaç olan ilimler ise “ yüce (‘âlî) ilimler” diye de
adlandırılır. Yine İslamiyetle gelişen ilimler, “dînî”, “şer’î” veya “naklî ilimler” gibi
adlarla tasniflerdeki yerini almıştır. Çocuk eğitiminde takip edilmesi gereken programı
göz önünde bulunduran Fârâbî ise ilimleri soyuttan somuta doğru sıralayarak İslâm
143
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
dünyasında ilk defa farklı bir tasnif ortaya koymuştur.
İslam dünyasında orijinal diyebileceğimiz bir sınıflandırma yapan tek bilgin ise
Taşköprülüzâde’dir. O, ilimleri konularının varlık derecelerini esas alarak kitabî, lafzî,
zihnî ve aynî vücutları inceleyen ilimler diye ontolojik bir tasnife tâbî tutar. O sadece
ilimlerin genel bir tasnifiyle yetinmez, aynı zamanda, o dönemde bilinen bütün ilimlere
tasnifinde yer verir. Bu ilimlerin sınırlarını belirleyerek, tanımını yapar. Onların konusu,
gayesi ve faydası hakkında açıklayıcı bilgiler verir ve o ilimlerde yazılan eserlerin en
tanınmış olanlarından söz eder. Bu tasnife göre altmış altı ana bilim dalı ve bunların bilim
dalları ve branşları da eklenirse üç yüz civarında ilim bulunmaktadır.
Taşköprülüzâde’nin bu tasnifinde eleştirilecek bazı yönler de bulunmaktadır. Söz
gelimi, müstakil bir ilim olmayıp, ancak bir ilmin bir konusu olabilecek meseleleri, ayrı
birer ilim kabul etmiş, hatta hakkında kitap te’lif edilmiş her bir mevzûu bir ilim gibi
göstermiştir. Katip Çelebî’nin de dikkat çektiği gibi, Suyutî’nin el-İtkân fî-ǾUlûmi’lKur’ân adlı eserindeki konu başlıklarını tefsîr ilmi’nin alt dallarını (füru’) oluşturan
ilimler diye sıralamıştır. Halbuki bunlardan bir çoğu, tefsîr ilmi içinde ancak birer konu
başlığı olabilir. İlmü’l-hey’et’in alt dalı olan ve küreleri konu edinen İlmü’l-üker ile
İlmü’l-ükeri’l-müteharrike, bir ilim oldukları halde, iki ayrı ilim gibi gösterilmesi tenkit
edilen bir husustur. Bir ilmin ancak bir konusu olabilecek meselelerin müstakil birer ilim
olarak gösterilmesi, ilim sayısını çok gösterme temayülünün bir tezahürü olduğu
düşünülebilir.
Günümüzdeki ilmî ve teknolojik gelişmeler de, bu tasnifte yer alan bazı bilgileri
anlamsız kılmıştır. Meselâ, bazı elementlerin fizikî ve kimyevî özelliklerinden bahseden
İlmu’l-İsti’âne bi-Havâssi’l-Edviye, İlmu’s-sihr’in bir dalı olarak gösterilmiştir. Bazı
element ve madenlerde bulunan (manyetik alan vb.) özelliklerin mahiyeti anlaşılmadığı
için, bu özelliklere sahip elementlerin yardımıyla yapılan işlerin “sihir” kabul edildiği
anlaşılmaktadır. Bu durum, Kâtib Çelebi tarafından, bir şeyin mahiyetinin anlaşılmaması
onun sihir olması için yeterli bir sebeb değildir, şeklinde eleştirilmiştir. Yine eskiden
meteoroloji ile ilgili bilgi ve tahminlerle, yer altındaki maden ve suların tesbit edilmesi,
ilmî hesaplara dayanmaz, bu hususta uzman olan kişiler, tamamen şahsî tecrübe ve
gözlemlerle elde ettikleri bilgilerden hareketle, tahminde bulunurlardı. Mahiyeti
anlaşılmayan bu tür bilgiler, o kişilere has bir ferâsetin sonucu kabul edilirdi. Bu nedenle,
ilmu nuzûli’l-gays ve ilmu istinbâti’l-ma’âdin, ilmu’l-firâset’in birer dalı olarak
gösterilmiştir. Yazı mürekkebinin yapımı, elbiselerdeki kir ve lekelerin çıkarılmasında
kullanılan terkiplerin hazırlanması da, bu gün kimya ilminin ilgi alanına girer.
Taşköprülüzâde, bu hususları konu edinen ilmu terkîbi envâ’i’l-midâd ve ilmu kal’i’l-âsâr
144
Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler...
mine’s-siyâb’ı, tıbb'ın birer branşı kabul eder. Kusur gibi görünen bu durumlar,
Taşköprülüzâde’nin yetersizliğinden değil, o dönemde hâkim olan ilim anlayışından
kaynaklanmaktadır.
Bütün bu tartışmalara rağmen, İslâm dünyasında tarih boyunca kendisinden ilim
diye söz edilen ve hakkında kitap yazılan mevzuların neler olduğunu ve bunların nasıl
tasnif edildiğini göstermesi bakımından, Taşköprülüzâde’nin tasnîfinden daha ayrıntılı bir
tasnif bulunmamaktadır. Bugün, bu ilimlerden bazıları güncelliğini ve geçerliliğini
yitirmiş, bazıları da artık bir ilim kabul edilmemektedir. Ancak devrinde geçerli olan
ilimleri tanımlayan ve sınırlarını belirleyen ve bütün bu ilimleri bir arada gösteren
böylesine ayrıntılı bir tasnifin el altında bulunması faydalı olacaktır.
Bibliyografya
Açıkgenç, Alparslan, Bilgi Felsefesi, Ankara, 1991.
Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniyye, İstanbul, 1299.
Bardakoğlu, Ali, “Feraiz”, TDV İslâm Ansk., c.12, s.362, İstanbul, 1995.
Bilgegil, M. Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, İstanbul 1989.
Bilkan, Ali Fuat, Türk Edebiyatında Mu’ammâ, Ankara 2000.
Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, (Haz.:A.F. Yavuz, İ. Özmen), C.1, İst.
(Tarihsiz)
Butrus el-Bûstânî, Muhîtu’l-Muhît, Beyrut, 1987.
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, C. 8, İstanbul, 1993.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1989.
Devellioğlu, Ferid, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ankara, 1993.
Döğen, Şaban, İslâm ve Matematik, İstanbul, 1994.
Ebu Nasr Fârâbî, İhsâ’u’l-Ulûm, (Çev.: Ahmet Ateş), İstanbul, 1990.
El-Hafîd Ahmed b. Yahyâ et-Taftâzânî, Mecmû’atu’l-ulûm, Sül. Ktp., Esad Efendi, No:
3757.
Emiroğlu, İbrahim, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, İstanbul, 1999.
Fazlıoğlu, İhsan, “Cebîr”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.7, s.195, İstanbul, 1993.
Hacımüftüoğlu, Nasrullah, “Beyân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.6, s.22-23, İstanbul, 1992.
------------------, Nasrullah, “Bedi’ ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 5, s.320-322, İstanbul,
1992.
İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut, 1996.
---------------, Mukaddime, (Çev.: Z.Kadirî Ugan), İstanbul, 1986.
İpekten, Haluk, Eski Türk Edebiyatı-Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul, 1994.
145
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Karakaş, Mahmut, Müsbet İlimde Müslüman Alimler, Ankara, 1991.
Katip Çelebi, Keşfu’z-Zünûn an-Esâmi’l-Kütüb ve’l-Fünûn, 2 cilt, İstanbul, 1971.
Levend, Agâh Sırrı, Divan Edebiyatı, İstanbul, 1984.
--------, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, 1988.
Macdonald, D.B., İslâm Ansiklopedisi, C.7, s.659, İstanbul, 1993.
Menna Halil el-Kettan, Ulûmu’l-Kur’ân, İstanbul, 1997.
Muallim Naci, Istılahat-ı Edebiye, (Haz.:A.Yalçın, A. Hayber), Ankara, (Tarihsiz)
Nâbî, Nâbî, Dîvânı, (Haz.: Ali Fuat Bilkan), 2 Cilt, İstanbul, 1997.
Neşâtî, Neşâtî Divanı, (Haz. Mahmut Kaplan), İzmir, 1996.
Nev’î (Yahya Efendi), Netâyicu’l-Fünûn, (Haz.:Ömer Tolgay), İstanbul, 1995.
Özen, Şükrü, “Hilaf”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.17, s. 530, İstanbul 1998.
Pala, İskender, Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara, 1989.
Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1993
Râzî (Kutbu’d-din), Şerhu Metni’ş-Şemsiye, İstanbul 1295.
Saraç, M. A. Yekta, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2001.
Sarıoğlu, Hüseyin, İbn Rüşd Felsefesi, İstanbul, 2003.
Subhî es-Sâlihî, Mebâhisu fi-Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1981.
es-Suyûtî (Celâle’d-din), el-İtkân fî-Ulûmi’l-Kur’ân, C.1, Mısır, 1306.
Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye, (Haz.: Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, İstanbul, 1996.
Süveysî, Muhammed, “Hesap”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.17, s.260, İstanbul 1998.
Şemseddin Samî, Kamûs-ı Türkî, İstanbul, 1317.
---------------------, Kâmusu’l-a’lâm, C.4, İstanbul, 1306.
Şeyhülislâm Yahyâ, Şeyhülislâm Yahya Divânı, (Haz. Hasan Kavruk), Ankara, 2001.
Şükun, Ziya, Ferheng-i Ziya, İstanbul, 1989.
Taşköprülüzâde (Ahmed), Mevzû’âtu’l-Ulûm, (Haz.:Mümin Çevik), İstanbul, 1975.
146
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 147-161, ELAZIĞ-2005
PİYANO EĞİTİMİNİN II. YARIYILINA İLİŞKİN
ANALİTİK YAKLAŞIMLAR
Analitic Approaches Related To The Second Term of Piano Education
S. Ercan BAĞÇECİ
Niğde Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü.
ÖZET:
Bu makalede, Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlardaki piyano eğitiminin II. yarıyılındaki
teknik ve müzikal disiplinlere ilişkin öğelerin neler olduğu belirlenmiş, tanımlanmış ve bu öğelerin
öğretimi ile ilgili “analitik yaklaşım merkezli” kişisel yaklaşımlar sergilenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Piyano eğitimi, teknik disiplinler, müzikal disiplinler, klavye analizi,
analitik yaklaşım.
ABSTRACT
In this article, It has been identified what the technical and musical disciplines are in the
second terms of piano education in the academies educating music teachers.
Key Words: Piano education, technical disciplines, musical disciplines, keyboard analyze,
analytic approach.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. GİRİŞ
Müzik öğretmeni yetiştirme işi, müzik eğitimi bütününü oluşturan genel, özengen
ve mesleki müzik eğitimi türleri arasından, mesleki müzik eğitimi türü içine giren, kendi
içinde planlanan, programlanan ve çeşitli derslerden oluşan kendine özgü bir bütün olup,
müzik öğretmenliği mesleğinin gerektirdiği müzikal davranışların ve birikimlerin
kazandırılmasını amaçlayan bir eğitim sürecidir.
Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlar, müzik ve çalgı eğitimine ilişkin belirli ön
bilgisi bulunan ve bulunmayan iki tür öğrenci tipine sahip olup, bu öğrenci tiplerine
yönelik genel kültür, eğitim bilimleri ve müzik alanı derslerini kapsayacak şekilde
düzenlenmiş tek bir programla 4 yıllık eğitim vermektedir.
Bu eğitim sürecinde, çalgı eğitiminin ve çalgı eğitiminin bir parçası olan piyano
eğitiminin kuşkusuz ayrı ve önemli bir yeri vardır. İçeriği, yöntemi, öğretim kadrosu ve
piyano sayısı bakımından farklılıklar bulunmasına karşın, piyano dersleri, müzik
öğretmeni yetiştiren kurumların hepsinde bütün öğrencilere 3 yıl (6 yarıyıl) süreyle
haftada 2 saat zorunlu bir ders olarak okutulmaktadır.
Yönetken’e göre “Müzik öğretiminde araç olarak kullanılmaya en uygun ve yararlı
alet piyanodur. Piyano; sabit perdeli, entonasyon sorunu olmayan bir çalgıdır. Akordu
doğru olmak koşuluyla parmağın bastığı yerden doğru ses verir. Ses sınırı geniştir. Her
türlü ajilite mümkündür. Kulak eğitimine en uygun alettir. Armonik eşlik çalgısıdır. Her
çeşit çoksesli eserin reduksiyonu icra edilebilir. Koral ve orkestral eserler çalınabilir.
Büyük eserlerin analizine elverişlidir. Edebiyatı zengindir.” (Yönetken, 1996, s.69)
Bütün bu özelliklerinden dolayı piyano, müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda
büyük ölçüde etkili bir eğitim aracı, kısmen de eğitim alanıdır.
Piyanoya etkili bir eğitim aracı olarak bakıldığında, müzik eğitimi sürecinin hemen
her aşamasında bu çalgıdan olabildiğince yararlanmak ve etkili bir şekilde kullanabilmek
müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda esas alınmıştır. Bu anlamda piyano; temel müzik
bilgi ve becerilerini kazandırma, öğrencilerin seslerini eğitme, öğrencileri müzik tür/çeşit
ve biçimleri hakkında bilgilendirme, besteleme, eşlikleme ve eser analizi yapabilme gibi
pek çok amaca yönelik olarak etkili bir şekilde kullanılmaktadır.
Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda piyanoya kısmen eğitim alanı olarak
bakıldığında ise; çalışılan piyano eserlerini müzikal olarak algılayabilme, kavrayabilme,
kurgulayabilme, ifade edebilme, müzikal bütünlüğe ulaşabilme, kısaca, müzik dilinin
olmazsa olmazlarını mümkün olduğu kadar etkili bir performansla sergileyebilme gibi
yüksek düzeyde kaygı ve beklentilerin olması, piyanonun kısmen bir eğitim alanı olarak
da görüldüğünün kanıtıdır.
148
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
Müzik öğretmeni yetiştirmede böylesine etkili bir eğitim alanı olan piyano
derslerinde, öğrencilerin müziği algılayabilmeleri, ifade edebilmeleri ve yaşantılarına
katabilmeleri için etkili bir piyano eğitimi sürecine ihtiyaç duyulduğu bilinmektedir.
Söz konusu etkili bir piyano eğitiminde, öğrencilerin zihinlerinde müziği
algılayabilmeleri, kurgulayabilmeleri, ifade edebilmeleri, müzikal bütünlüğü
kavrayabilmeleri ve müzikal bütünlüğe ulaşabilmeleri için, kısaca, iyi çalabilmek için
birçok şeye ihtiyaç olduğu konusunda sorular oluşturulmalıdır. Örneğin; klavyeyi,
notaları tanıyorum, hangi notayı ne zaman çalacağımı biliyorum fakat öğretmenim gibi
çalamıyorum ya da öğretmenim çaldığımı beğenmiyor. O halde iyi çalabilmek için başka
çabalar ve arayışlar içerisinde olmalıyım. Bu çabalar ve arayışlar nelerdir? Türünden
soruların öğrencilerin zihnini meşgul etmesi beklenir.
İşte bu anlayış ve yaklaşımlar ekseninde, müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda
verilen piyano eğitiminin I. sınıf II. yarıyılına ilişkin teknik ve müzikal disiplinler
nelerdir? Bu disiplinler eğitim-öğretim sürecinde nasıl ele alınmalıdır? Sorularına cevap
aranmıştır.
Piyano Eğitiminin İkinci Yarıyılına İlişkin
Analitik Yaklaşımlar
A. Teknik Disiplinlere İlişkin
B. Müzikal Disiplinlere İlişkin
Analitik Yaklaşımlar
Analitik Yaklaşımlar
1. Staccato tekniği
1. Senkop’un müzikal ifadesi
2. Piyano çalmada temel dengeler
2. Müzikal ifadede temel
a. Beden dengesi
gürlük basamakları
b. Bacak dengesi
3. Müzikal ifadede crescendo
c. El dengesi
ve decrescendo
d. Parmak dengesi
e. Kol dengesi
2. TEKNİK DİSİPLİNLERE İLİŞKİN ANALİTİK YAKLAŞIMLAR
2. 1. Staccato Tekniği,
Notaların üzerine ya da altına konulan noktalar (
) notaların kısa ve kesik
çalınacağını gösterir. Notaları kısa ve kesik çalma tekniğine staccato tekniği denir.
Staccato’larda tınılar non-legato, portato ve portamento tınılardan daha da kısa ve
keskindir.
149
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Staccato; 1. Parmak staccatosu, 2. Bilek staccatosu ve 3. Kol staccatosu olmak
üzere üç çeşittir.
1. Parmak staccatosu: “Parmak ucu eklemi ile ve kısa bir dokunuşla tuş, avuç içine
doğru çekilirken, el kapalı ve bitişiktir. Mozart’ın çok hafif ve ince pasajlarını bu türden
bir staccato ile çalmak mümkündür. Bu staccatolar genellikle bütün parmağın yardımı ile
de uygulanır. O zaman bu işleve parmak ucu eklemi kadar, dip eklemi de katılır. Her
halde iki çalış biçiminde de tuşların her birini adeta okşayarak içeriye doğru çekme
hareketi vardır.” (Pamir, tarihsiz, s.73)
2. Bilek staccatosu: “Bilek ile çalınan staccatolarda tını özellikle çok esnek
olmakta ve küçük berrak çan seslerini anımsatmaktadır. Bilek staccatolarında, bilek ile
tuşa fırlatılan parmak anında lastik top gibi geri sıçrar.” (Pamir, tarihsiz, s.73)
3. Kol staccatosu: Daha çok bütün kol ve ön kol bileşimi ile uygulanan
staccatolardır.
“Bütün kol ve ön kol bileşimi ile uygulanan staccatolar, daha çok ağır oktav ve
akor pasajlarında kullanılır. Bütün kolun ağırlığı tuşa aktarılmaktadır. Fakat basıldığı
anda da ağırlık tuştan geri tepmektedir. Bu harekette de parmakları tuştan çekme, akorları
adeta avuç içine çekme işlevi vardır. Bu tür staccatolar sıcak ve parlaktır.” (Pamir,
tarihsiz, s.73-74)
Her türlü staccatoda sesler keskin, tını dozajları ve tınılar arası boşluk ise eşit
olmalıdır.
Staccato öğretiminde, öğrencide şöyle bir imge yaratılabir; tuşun altında bir yay
var ve tuşa basar basmaz bu yay parmağımızı/elimizi / kolumuzu anında geri fırlatıyor.
Bu imge, staccatonun keskinliği, köşeliliği, çocuksuluğu, alaycılığı, diriliği, tını dozajı ve
tınılar arası boşluğun eşitliği yanısıra seçilen staccato anlayışının sürdürülmesi açısından
son derece önemlidir.
Staccato, parçanın ruhuna uygun olmalıdır. Staccato, bir parçada keskin, çocuksu,
alaycı, köşeli ve diri iken başka bir parçada etli, dolgun ve üzerinde teneffüs yapılabilen
özelliğe sahip olabilir. Staccatonun bu değişebilir kişiliği, parçanın karakteriyle ve
atmosfer değişikliğiyle doğrudan bağlantılıdır.
2. 2. Piyano Çalmada Temel Dengeler
“Piyanoda ve bütün enstrüman tekniklerinin temelinde dengeler yatar ve bu
dengeler piyanistle piyano, enstrümanla enstrümantist arasında sıkı bir bağ oluşturur.
Parmak, el, kol, beden vb. dengelerin kurulması, bebekliğimizde, emekleme döneminde
bilinçsizce kurmaya çalıştığımız dengeler gibidir, fakat bu defa bilinçli ve düşünülerek
150
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
kurulmak zorundadır.” (Şen, 1999, s.53)
Piyano tekniğinde dengeler, piyano eğitimi sürecinin ilk gününden itibaren
sorgulanması ve sorgulattırılması gereken el, parmak, kol, beden ve bacak dengelerini
içine alan teknik davranışlar bütünüdür.
Etkili bir piyano performansına ulaşabilmede söz konusu bu dengeler, düşünce ile
bedenin işbirliği ve bütünlüğü içerisinde sorgulanmalı ve sorgulattırılmalıdır.
Piyano performansında rol oynayan piyanistik dengeler şunlardır;
1. Beden dengesi: Tabure, piyanonun tam ortasına gelecek biçimde yerleştirildikten
sonra, tabure-piyano uzaklığı ve tabure yüksekliği kişinin fiziksel yapısına uygun olacak
şekilde ayarlanmalı ve taburenin ön ucuna oturularak beden dengesi sağlanmalıdır.
“Klavyenin bas ve tiz ucuna kollarla ulaşmanın en rahat olacağı şekilde klavyeyi
ortalayarak oturmak esas alınır, böylece, eğer eller bir süre tizler ya da baslardaysa,
beden, elleri izleyerek klavyenin her iki yanına el, parmak, kol dengesini bozmadan
ulaşılabilir.” (Şen, 1999, s.79)
2. Bacak dengesi: Sağ ayak sağ pedala; sol ayak ise, sol pedal kullanılmıyorsa sol
ayağın tabanını yere değdirmeden taburenin ayağına yakın tutulması iyi bir bacak dengesi
için gereklidir. Şayet sol pedal kullanılacak ise sol ayağın sol pedalın yanında tutulması
gereklidir.
İyi bir bacak dengesi, her türlü f ve p çalmaya uygun dengelerin bedende
kurulmasına yardımcı olur.
3. El dengesi: “Başparmağın dışındaki dört parmak avuç içine bağlandıkları yerler
bakımından hemen hemen aynı hizadadırlar ve kendiliklerinden doğal bir kemer
oluştururlar. Başparmak ise farklı ve güçlü yapısıyla dikkat çekicidir. Bu bakımdan
başparmağı avuç içinin dışında tutarak kurulacak olan bir dengede ikinci ve beşinci
parmaklar kemerin ayaklarını oluştururlar. Böylece sıkışma (gerginlik) olasılığı diğer
parmaklardan daha fazla olan ve kolayca bileğin kasılmasına neden olan başparmağın,
kendiliğinden serbestliği sağlanmış olur. Bu bakımdan elin kuvvet ve dayanma gücünü
oluşturan ikinci ve beşinci parmaklar klavyede sağlamlığı ve emniyeti bize kazandırmış
olur.
Sağlam bir el dengesi oluşturabilmek için, el, beşinci parmak üzerinde
doğrultulmalıdır. Bu doğrultma sonucu birinci ve ikinci parmaklar arasında doğal bir C
harfi oluşur.
Şen’e göre “Elin beşinci parmak üzerinde doğrultulması, parmakların aynı hizada
durmasını sağlayacağından belli oranda parmak eşitliğini de beraberinde getirecektir.”
((Şen, 1999, s.50)
151
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Sağlam bir el dengesi; ses eşitliği ve istenilen gürlükte ses üretebilmenin yanında
klavye hakimiyetini sağlama açılarından son derece önemli olup parmak dengesinin de ön
koşuludur.
4. Parmak dengesi: Parmak dengesi, esasen, sağlam bir el dengesi içerisinde
parmakların bağımsızlığı ve eşitliği ilkesine dayanır. Parmakların bağımsızlığı ve eşitliği,
parmakların bağımsız hareket edebilmeleri ve piyanonun direncine karşı koyabilmeleri
ile mümkündür. İyi sağlanmış parmak dengesi, parmakların bağımsızlığı ve eşitliği
yanında en az eforla çalmayı da sağlar.
Şen’ e göre “eforlu ve parmak bağımsızlığından uzak olarak yapılan parmak
hareketleri, enerjinin elde tek bir parmakta toplanmayarak diğer parmaklara dağılmasına
neden olur. Dıştan bakıldığında bu durum, bir parmak hareket halindeyken, diğerlerinin
özellikle de en yakınındaki parmakların hareket ettirilişiyle anlaşılır. Bu da çıkan sesin
kalitesinden belli olur.” (Şen, 1999, s.60)
Piyanistik organlardan gelen enerjinin parmaklara hiç enerji kaybına uğramadan
ulaşabilmesi için parmak bağımsızlığının yanı sıra çalma esnasında elin çalan parmakta
toplanması, yani kapanması çok önemlidir.” (Şen, 1999, s.60)
5. Kol dengesi: “Klavyeyle bir bütün olma ve tuşların dibine tamamen eforsuz
ulaşabilme parmak dengesi ve kol dengesi sayesinde gerçekleşir. Ayrıca kol dengesi hızlı
ve kuvvetli çalabilmenin sırrıdır.” (Şen, 1999, s.70)
Kol dengesi, kolun kendi doğal ağırlığı ile her türlü f ve p sonoritelerini rahatlıkla
elde edebilmenin ilk koşuludur.
Çalma sırasında kollarla klavyeye baskı yapılması ve özellikle omuzlar ve bütün
kolun klavyeye aşırı baskısı kol dengesinin yanlış yerleşmesine neden olan teknik
hatalardır.
3. MÜZİKAL DİSİPLİNLERE İLİŞKİN ANALİTİK YAKLAŞIMLAR
3. 1. Senkop’un Müzikal İfadesi
“Bir müzik yapıtı farklı ritm kalıplarından oluşur. Ritm kalıplarındaki bu farklılık
yapıtın iç dinamiğini etkiler. Bu dinamizmi sağlayacak öğelerden biri de normal vurgu
düzeninin bilerek değiştirilmesidir. Normal vurgu düzenindeki kuvvetli vuruşun yerine
zayıf vuruşun vurgulanmasına “aksatım” (senkop) denir. Vurgu düzenindeki bu
değişikliği hissettirmek için, aksatımlı ses vurgulu okunur.” (Özgür ve Aydoğan, 1999, s.
177)
“Doğal olarak, hiçbir besteci, aralıksız tekrarlanan vuruşlar içinde, bütünüyle
düzenli ritmik gruplar kurarak yazmayı doyurucu bulmaz; şiir vezinlerinde olduğu gibi
152
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
müzikte de asıl olan, vurguların yerleşme düzeninde çeşitlilikler yaratılmasıdır. Bu
amaçla başvurulan yollardan birisi, hemen her tür müzikte rastlanabilen senkoplama
yöntemidir. Senkoplama, normal vurgu düzeninin özellikle değiştirilmesi demektir;
sözgelimi, güçlü bir vuruş yerine zayıf vuruşun vurgulanması yoluyla. Senkoplamanın
kullanıldığı kesitlerde, bir tür gerilim ve kaynaşma etkisi elde edilir.” (Karolyi, 1995,
s.34)
Senkop, kısaca, “ritm vurgusunun doğal akıştaki güçlü vuruşa değil, ölçünün hafif
vuruşuna rastlamasıdır.” (İlyasoğlu, 1994, s.304)
“Senkop konusunda ilk yazılar, ondördüncü yüzyıl kuramcıları Philippe de Vitry
ve Johannes de Muris tarafından yazılmıştır. Bu ilk anlayış, uzun değerli bir notayı daha
kısa değerli iki nota arasına yerleştirmek için, uzun değerli notanın bulunduğu konumun
değiştirilmesiyle bir dizi ritmsel değerin parçalandığını ifade ediyordu.” (Isacoff, 1998, s.
31)
“Klasik dönemde senkop, ritmsel ve ezgisel gerilim yaratmak amacıyla çok geniş
bir biçimde kullanıldı. Bu çerçevede senkop, belli bir müzik ölçüsünün kuruluşunu
sağlayan vurgularla (ölçünün sezindirdiği, gerektirdiği vurgular) ezgide varolan vurgular
arasında yaratılan bir çatışma, yani güçlü vuruşun ait olacağı yer üzerinde bir çeşit
savaştır. Bununla birlikte, bu gerilim kısa bir süreyi kapsar, beklenilen düzen yeniden
kurulduğunda çabucak bir gevşemeye ulaşılır.” (Isacoff, 1998, s. 31)
Tonal müzikte senkop, özellikle klasik ve romantik dönemde armonik bir gecikme
olarak kullanılmış olup, esasen disonansı ve konsonansı ifade eden önemli bir ritmik,
melodik ve armonik anlatım aracıdır.
Çoksesli yapılanmalarda senkop 1.Armonik hazırlık 2.Gecikme 3.Çözülüm olmak
üzere üç aşamada gerçekleştirilir. Senkop’a başlangıç kesinlikle armoni notasıyla
(konsonans) yapılır. Bu, senkop’a hazırlıktır. Senkopdaki ikinci aşama olan gecikme ise
genellikle armoni dışı notayla (disonans) oluşmakla beraber armoni notasıyla (konsonans)
da oluşabilir. Şayet senkop’u gerçekleştiren nota;
a. Armoni dışı nota (disonans) ise; müzikal yapıda armonik, ritmik ve ezgisel
gerilim,
b. Armoni notası (konsonans) ise; sadece ritmik gerilim sağlanır.
Senkop’un sona ermesi ise disonans veya konsonans aralıkla gerçekleştirilen
armonik-ritmik ya da sadece ritmik gerilimin çözülüme ulaşmasıyla sağlanır.
Senkop’un müzikal ifadesinde; senkop’un seçilen nüans sınırları içerisinde
aksanlanması, nüans sınırlarının zorlanmaması ve senkopla oluşan armonik-ritmik ya da
sadece ritmik gerilimin kesinlikle çözülüme ulaştırılması müzikal bir zorunluluktur.
153
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
3. 2. Müzikal İfadede Temel Gürlük Basamakları
“Duygu ve düşüncelerimizi daha etkili bir hale getirebilmek için konuşmamızda
gürlük değişiklikleri yapar, bazen fısıldar, bazen bağırır hatta haykırırız. Müzikal anlatımı
tek düzelikten kurtarıp daha etkili kılabilmek için de gürlük değişiklikleri yapılmalıdır.
Müzik yapıtının neresinde, nasıl bir gürlük değişikliği yapılması gerektiği çoğu kez
seslendiriciye bırakılmayıp, gürlük terim ve belirteçleriyle gösterilmiştir.” (Isacoff, 1998,
s. 31)
Daha geniş anlamda kullanılan nüans kavramı içinde değerlendirebileceğimiz
gürlük basamakları, sesin müzikal açıdan gücünü ve miktarını anlatır. Müzikte, kuvvetli
ve hafif olmak üzere iki temel gürlük basamağı vardır. Bunlardan; kuvvetli anlamına
gelen f (forte) işaretiyle, hafif anlamına gelen ise p (piano) işaretiyle gösterilir.
Müzikal dinamikler açısından zıtlık ifade eden f ve p nüanslarını, piyano
öğretiminde, siyah ve beyaz olarak adlandırmak ve bu zıtlığı şekillerle somutlaştırarak
anlatmak f ve p nin öğretimini kolaylaştırarak müzikal ifadesine yardımcı olabilir. f ve p
öğretiminin ilk aşamasında söz konusu nüanslar arasındaki sınırların belirgin bir şekilde
açılarak ifade edilmesi temel beklentilerdendir.
Bu bağlamda, “temel gürlük basamakları olan f ve p nüanslarının öğretiminde;
kuvvetli anlamına gelen forte nüansını siyah alan, hafif anlamına gelen piano nüansını ise
beyaz alan olarak adlandırıp her iki alanın alt ve üst sınırlarını da rakamlarla belirterek
somutlaştırabiliriz.” (Tufan, 1994, s.24)
Piyano eğitiminde f ve p nüanslarını siyah ve beyaz alan olarak anlatmak ve bu
nüansların alt ve üst sınırlarını (hereket alanlarını) rakamlarla belirterek somutlaştırmak f
ve p nüanslarının öğrencilerin zihinlerinde doğru imgelenmesini ve kurgulanmasını
sağlayarak müzikal ifadeyi güçlendirebilir.
3. 3. Müzikal İfadede Crescendo ve Decrescendo
Mizikal ifadede temel gürlük basamakları olan f ve p nüanslarının hareket
sınırlarının öğrenilmesi, crescendo ve decrescendo’nun müzikal ifadesini kolaylaştırıp
doğal büyüme ve küçülmelerin bilinçli ve daha müzikal olarak çalınmasını sağlayacaktır.
Crescendo; müzikal ifadede ses gürlüğünün giderek büyümesi gerektiğini belirten
bir terim olup, cresc. kısaltmasıyla gösterilir. Decrescendo ise; müzikal ifadede ses
gürlüğünün giderek küçülmesi/azalması/hafiflemesi gerektiğini belirten bir terim olup,
decresc. kısaltmasıyla gösterilir.
Crescendo ve decrescendo müziğin doğasında varolan doğal büyümeler ve
küçülmelerdir. Ezgi çizgisinin giderek tizleşmesi doğal crescendo’yu, ezgi çizgisinin
154
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
giderek pesleşmesi ise doğal decrescendo’yu beraberinde getirir.
Crescendo ve decrescendo’nun müzikal ifadesinde;
1.“Crescendo veya decrescendo, hangi nüans sınırları içerisinde ifade edilmesi
gerekiyorsa gerekli büyüme veya küçülmeler o nüansın hareket sınırları içerisinde
yapılmalı, söz konusu nüansın alt ve üst sınırları aşılmamalıdır.” (Tufan, 1994, s.18)
2. Crescendo veya decrescendo, bir nüanstan diğer bir nüansa geçilmesini
gerektiriyorsa, gerekli büyüme veya küçülmeler her iki nüansın hareket sınırları içerisinde
yapılmalıdır.
4. ÖRNEK KLAVYE ANALİZLERİ
4. 1. A. Müller, Etüt
155
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bu etütte; her iki eldeki staccatoların çocuksu, alaycı, köşeli, diri ve keskin bir
anlatımla seslendirilmesi ve sol elde akorlarla gelen gerilim ve çözülümlerin müzikal
ifadesi temel beklentilerdir.
Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında
Neler sorgulanmalı!
Nasıl bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalı!
1. Staccatolar: Alıştırmada staccatolar parçanın karakterini belirlemiş olup, bu
karakter çocuksu, alaycı, köşeli, diri ve keskin bir staccato anlayışıyla ifade edilmelidir.
Biraz dolgun, üzerinde teneffüs yapılabilen bir staccato anlayışı parçanın diriliğini ve
köşeliliğini zorlayacaktır. Alıştırma, değişebilen staccato anlayışıyla çalınmamalı, seçilen
staccato anlayışı parçanın sonuna kadar sürdürülmeli, bu anlayış terkedilmemelidir.
2. Gerilim ve çözülümler: Alıştırmada, sol elde akorlarla gelen gerilim ve
çözülümlerin sezişsel ve duyuşsal olarak farkedilerek, müzikal ifadelerine önem
verilmesi.
3. Cümleleme:Cümlelerin belirlenerek müzikal ifadesine önem verilmesi.
4. Form Analizi: Alıştırmanın iki bölümlü şarkı formunda yazıldığı ve bu
bölümlerin A ://: B :// olarak ifade edilmesi gerektiği öğrencilere anlatıldıktan sonra,
bölümleri oluşturan cümlelerin öğrenciler tarafından bulunması için şu sorular sorulabilir.
a. Alıştırma kaç cümleden oluşmuştur?
Alıştırmanın dört cümleden oluşmuştur.
b. Alıştırmanın A bölümünde kaç cümle var? bu cümleler birbiriyle tamamen aynı
mıdır, yoksa birbirinden farklı mıdır?
Alıştırmanın A bölümünde iki cümle vardır ve bu cümleler birbiriyle tamamen
aynıdır.
c. Alıştırmanın A bölümünü nasıl şematize edebiliriz?
A ( a + b ) olarak ifade edilebilir.
d. Alıştırmanın B bölümünde kaç cümlecik vardır? bu cümlecikleri A bölümündeki
cümleciklerle benzerlik yönünden karşılaştırınız?
Alıştırmanın B bölümü iki cümlecikten oluşmuştur. B bölümündeki ikinci
cümlecik A bölümündeki ikinci cümlecik ile tamamen aynıdır.
e. Alıştırmanın formunu nasıl şematize edebiliriz?
A bölümünün ikinci cümleciği ile B bölümünün ikinci cümlecik tamamen aynı
olduğu için; A ( a + b ) ://: B ( c + b ) :// olarak şematize edebiliriz.
Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında; staccatolar ve staccatoların kişiliği, sol elde
akorlarla gelen gerilim ve çözülümler, cümleleme ve iki bölümlü şarkı formu konuları
156
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
sorgulattırılmalı ve bu konularda geniş bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalıdır.
4. 2. J. P. Rameau, Etüt,
157
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bu etütte; cümlelerin forte ve piano nüans sınırları (hareket alanı) içerisinde ifadesi
ve iki elin eş güdümünde sol elde sempre-legatoya karşılık sağ elde ikişer bağlı notalar ile
portato çalabilme temel beklentilerdir.
Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında
Neler sorgulanmalı!
Nasıl bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalı!
1. Ses üretimi:
a. Piano nüans sınırları içerisinde üretilen seslerin; tuş dibinde, diri, köşeli, kontrol
edilebilir olması ve parmak ucunda hissedilmesi gerekir.
b. Forte nüans sınırları içerisinde üretilen seslerin; kolun kendi doğal ağırlığıyla
(baskı yapılmaksızın), tuş dibinde, diri, köşeli ve kontrol edilebilir olması gerekir.
c. Forte ve piano nüans sınırlarının belirgin bir şekilde açılarak dinamik zıtlık siyah
ve beyaz olarak belli edilmelidir.
1. İki elin eş güdümü: Sol eldeki sempre-legatoya karşılık sağ elde iki bağlı
notaların ve portatoların varlığı iki elin eş güdümlü deviniminde özellikle sağ elde
güçlükler yaratmaktadır. Bu yüzden; sağ eldeki ikişer bağlı nota gruplarını çalışırken bağ
başlarına kolun kendi doğal ağırlığıyla düşülerek hafifçe aksanlanması, bağ sonlarının ise
nüans sınırları içerisinde hafif çalınarak belirtilmesi gerekmektedir. Bağ sonlarındaki
notalara asla vurulmamalı, el fırlatılmamalıdır. Alıştırmadaki staccato görünümündeki
sesler, bu alıştırmanın ezgisel karakterine uymadığı için partato çalınmalıdır.
2. Cümleleme:Alıştırmadaki cümlelerin belirlenerek istenilen nüans sınırları
içerisinde ifade edilmesi gerektiği vurgulanarak, cümleleme konusunda şöyle bir bakış
açısı yaratılmaya çalışılmıştır;
a. Seçtiğimiz nüans sınırları içerisinde hareket ederken o nüansın alt ve üst
sınırlarını bilmeliyiz.
b. Cümlelere anlatmak istediği duyguyu iyi yükleyelim. Sağ eldeki ikişer bağlı
notalar ve portatolar parçanın % 100’ üne hakim olması nedeniyle parçanın karakterini de
belirlemiştir. Bu yüzden; ikişer bağlı notaların ve portatoların tüm cümlelerde aynı
karakter ve sarsılmaz bir tempoda çalınabilmesi cümlelerin ve parça bütünlüğünün
yakalanması açasından son derece önemlidir.
Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında; forte ve piano nüans sınırları, cümleleme ve
iki elin eş güdümünde farklı teknik ve müzikal disiplinlerin ifadesi konuları sorgulanmalı
ve bu konularda geniş bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalıdır.
158
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
4. 3. J. B. Duvernoy, Etüt
159
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bu etütte; cümlelerin, crescendoların ve decrescendoların forte ve piano nüans
sınırları (hareket sınırları) içerisinde ifadesi ve atmosfer değişikliğinin müziğe
yansıtılabilmesi temel beklentilerdir.
Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında
Neler sorgulanmalı!
Nasıl bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalı!
1. Ses üretimi:Alıştırmada forte ve piano temel gürlük basamaklarının bulunduğu
belirtilerek, forte ve piano gürlük basamaklarında ses üretilirken;
a. Piano nüansının hafif/küçük çalınması gerekliliği seslerin tuş dibinde ve diri
üretilmesini engellememelidir. Sesler, piano nüansı sınırları içerisinde ve tuş dibinde;
diri, köşeli ve kontrol edilebilir olmalıdır. Böyle bir ses üretiminde çalgıya olan hakimiyet
kaybedilmemelidir.
b. Alıştırmada, müziğin atmosfer değişimine uğradığı bölümün forte nüans sınırları
içerisinde staccato çalınması gerekmektedir. Forte nüans sınırları içerisindeki staccatolar
kolun kendi doğal ağırlığı ile (baskı yapılmaksızın) elde edilmelidir. Sesler, forte nüansı
sınırları içerisinde ve tuş dibinde; diri, köşeli ve kontrol edilebilir olmalıdır.
2. Cümleleme: Piyano eğitiminin I. yarıyılında; cümle ve cümle parçacıklarını
başlatan notaların vurguyla belirtilmesi, cümle sonlarının ise hafif çalınarak söndürülmesi
cümleleme konusunda büyük ölçüde temel alınmıştı. Piyano eğitiminin II. yarıyılından
itibaren ise; cümle ve cümle parçacıklarının müziğin gerektirdiği gerekli nüans sınırları
içerisinde, gerekli büyümeler ve küçülmelerle ifade edilmesi temel beklentiler olmalıdır.
Cümleleme konusunda şöyle bir bakış açısı yaratılabilinir;
“Seçtiğimiz nüans içerisinde hareket ederken o nüansın alt ve üst sınırlarını bilelim.
Örneğin, forte içerisinde ifade edilmesi gereken bir cümle forte nüans sınırları (hareket
alanı) içerisinde olmalıdır. Cümledeki her türlü crescendolar ve decrescendoların
ifadesinde nüans sınırları zorlanmamalıdır.” (Tufan, 1994, s.24)
3. Atmosfer değişimi: Piano nüans sınırları içerisinde sakin başlayan ve aynı ritmik
yapılanmalarla legato çizgisi içinde devam eden ezgisel devinim, ani bir değişimle bir
süre için yerini forte, staccato, akorlar ve farklı bir ritmik yapılanma içeren farklı bir
karaktere bırakıyor fakat daha sonra esas karakterine tekrar geri dönüyor.
Söz konusu alıştırmadaki bu atmosfer değişimi, öğrencilere, şöyle bir örnekle
anlatılabilir. Örnek; Sahil kenarındasınız, deniz gayet sakin, berrak ve dalgasız. Fakat
denizin bu sakinliği ve dalgasızlığı ani bir değişimle bir süre için yerini büyük dalgalara
ve fırtınaya bırakıyor. Bunu müziğe nasıl yansıtabiliriz?, bunu müzikle nasıl
anlatabiliriz?
160
Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin...
Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında; cümlelerin, crescendoların ve
decrescendoların istenilen nüanslar ve nüans sınırları içerisinde ifade edilmesi, nüans
sınırlarının zorlanmaması ve atmosfer değişikliğinin müzikal ifadesi konuları
sorgulanmalı ve bu konularla ilgili soyut kavramlar örneklerle somutlaştırılmaya
çalışılarak öğrencilerde geniş bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalıdır.
5. SONUÇ
Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda çalgı eğitiminin bir parçası olan piyano
eğitiminin I. sınıf I. yarıyılında teknik ve müzikal disiplinlere ilişkin bilişsel, duyuşsal ve
devinişsel hedef ve davranışlar II. yarıyıldaki teknik ve müzikal disiplinlerin temelini
oluşturmaktadır. Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda verilen piyano eğitiminde amaç
sadece etkili bir performansa ulaşabilmek olmamalıdır. Piyano eğitiminin en başından
itibaren sorgulayıcı, irdeleyici bir bakış açısı yaratabilmek için piyano eğitiminin
kuşkusuz bilişsel boyutları da önemlidir. Bu nedenle piyano eğitimi, bilişsel, duyuşsal ve
devinişsel boyutlarıyla bir bütün olarak ele alınmalıdır.
KAYNAKLAR
Isacoff, S., 1998, (Çeviri: Burhan Önder), “Caz Nedir?” ve Müzik araştırma ve yorum
dergisi, Sayı: 3, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Ankara.
İlyasoğlu, E., 1994, “Zaman İçinde Müzik”, (Başlangıçtan Günümüze, Örneklerle Batı
Müziğinin Evrimi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Karoly, O., 1995, (Çeviri: Mehmet Nemutlu), “Müziğe Giriş”, Pan Yayıncılık, İstanbul.
Özgür, Ü., Aydoğan, S., 1999, “Müziksel İşitme Okuma”, Sözkesen Matbaası, Ankara.
Pamir, L., (Tarihsiz), “Çağdaş Piyano Eğitimi”, Beyaz Köşk (Müzik Sarayı) Yayınları,
İstanbul.
Şen, S. B., 1999 “Piyano Tekniğinin Biyomekanik Temeli”, (Piyano çalmadan doğan
rahatsızlık ve sakatlıkları önleme yolu), Pan Yayıncılık, İstanbul.
Tufan, E. 1994, “Piyano Eğitimine Pedagojik ve Stratejik Yaklaşımlar”, Yayımlanmamış
Ders Notları, Ankara.
Yönetken, H. B., 1996, (Hazırlayan: Ahmet Say), “Müzik Öğretimi / Okulda Çalgı Sorunu
ve Çalgısal Müzik Etkinlikleri”, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara.
161
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
162
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 163-177, ELAZIĞ-2005
POLİS ADAYLARININ SINAVLARDA
KOPYA ÇEKMEYE İLİŞKİN TUTUM VE GÖRÜŞLERİ
(ELAZIĞ İLİ ÖRNEĞİ)
Attitudes and Ideas Towards Cheating of Policeman Candidates In Exams
Çetin SEMERCİ
Zeynettin SAĞLAM
Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi,
Elazığ Emniyet Müdürlüğü
Eğitim Bilimleri Bölümü, Elazığ.
ÖZET
Araştırmanın amacı, “Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekmeye ilişkin
tutum ve görüşlerini” belirlemektir. Araştırmada, survey yöntemi kullanılmıştır. Yararlanılan
tutum ölçeğinin KMO (Kaiser-Meyer-Olkin) değeri 0.87, Bartlett testi 16059.3 ve Cronbach alpha
0.96 bulunmuştur. Ölçekte, toplam 67 madde yer almıştır. Ayrıca uzman görüşüne dayalı olarak
hazırlanan 14 seçmeli ve bir açık uçlu sorudan oluşan bir anketten yararlanılmıştır. Bulgularda,
Polis adaylarının kopya çektiklerinde, çoğunlukla içlerinde bir rahatsızlık duydukları
anlaşılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Polis Adayları, Kopya çekme, tutum ve görüş, sınav.
ABSTRACT
The aim of this research is to explain “Attitudes and Ideas towards cheating of policeman
candidates in exams”. In research, survey method was used. The KMO (Keiser-Meyer-Olkin)
value of scale which is used is 0.87, Bartlett test value is 16059.3 and Cronbach alpha is 0.96.
There are total 67 items in scale. Besides, It can be used a questionnaire, which is prepared
according to expert ideas, which was total 15 questions. The findings show that the police
candidates feel bad when they cheat.
Key Words: Policeman candidates, cheating, attitude and ideas, exam.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Kopya çekme olayı, ilköğretimden üniversiteye kadar hatta lisansüstü eğitim ve
doçentlik dil sınavlarına kadar uzanan bir eğitim-öğretim problemi haline gelmiştir.
Öğleki, öğrencinin olduğu her yerde kopya çekme olayı ile karşılaşılmaktadır.
Kopya çekmek, sınavlarda soruları cevaplamak için gizlice bir kaynağa bakmak
veya bir kimseye gizlice yardım etmektir (TDK, 1992: 898). Benzer bir anlamda, sınavda
veya akademik ödevlerde, kullanım için izin alınmamış kaynakların kullanılması, sınavı
veya ödevi başka birisine yaptırma olarak da tanımlanabilir (Tan, 2001: 32). Kopya
çekme olayı, gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, gelişmiş ülkelerin bir çoğunda
görülmektedir (Bekaroğlu, 2002: 12).
Türkiye’de kopya çekme ile ilgili, bugüne kadar yapılan araştırmaların sınırlı
olduğu söylenebilir. Selçuk (1995), Külahçı (1996), Yeşilyaprak ve Öztürk (1996), Dirik
(1997), Yıldırım (1998), Oksal ve Bilgin (1999), Tan (2001) ve Akdağ ve Güneş
(2002)’in araştırmalarına ulaşılabilmiştir. Bu araştırmalarda kopya çekme sebepleri
arasında ezbere ve soyut anlayışa göre eğitim yapılması, olumsuz öğretmen tutumları,
çalışma alışkanlıklarının kazandırılamaması, kişilik bozuklukları, kopyanın alışkanlık
hale getirilmiş olması, sınıfların kalabalık olması, uygulamaların yetersiz olması, zayıf
alma korkusu, küçük hatalardan puan kırılması gibi durumlar gösterilmiştir.
Kopya çekmenin sebep olduğu bir çok zarar bulunmaktadır (Külahçı, 1996):
1. Kopya çekmek, yapılan sınavların-ölçmelerin geçerliğini düşürdüğü için
uygulanan programın hedeflerine ne ölçüde ulaşıldığını ve eksikliklerin belirlenmesini
zorlaştırmaktadır.
2. Öğrenci için de öğrenmeyi engelleyen bir durumdur. Bazı insanlar,
öğrencilerin kopya çekerken de öğrendiklerini savunmaktadırlar. Bunun ne derece
gerçek olduğu tartışılabilir. Ancak, etik açıdan olaya bakıldığında, getireceği yarardan
daha çok zararı olduğu görülecektir. Bu nedenle, elde edilecek görünürdeki sözde
başarının gerçekte başkalarının haklarını yemek olduğu konusunda öğrencilerle
birlikte öğreticilerin de bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
3. Kopyanın neden olabileceği suçluluk duygusu, öğrencilerin ruh sağlığını tehdit
edici nitelikte olabilmektedir.
Bu belirtilen zararlara eklemeler yapılabilir. Örneğin, kopya ile yeterli bilişsel
davranışların kazanılamadığı ve az bilgili öğrencilerin üst sınıflara geçtikçe “kartopu
etkisi” ne maruz kaldığı görülmektedir. Bir başka deyişle, bilgi noksanlığının ortaya
çıkardığı sorunlar çığ gibi büyümektedir.
Yabancı ülkelerde de kopya çekildiğine dair bir çok araştırma vardır. Kuehn,
164
Polis Adaylarının Sınavlarda...
Stanwyck and Holland (1990), Aiken (1991), Daniel, Blount, Ferrell (1995), Blinn (19931994), Moring (1999) ve Lupton, Chapman ve Weiss (2000)’in araştırmalarına
ulaşılabilmiştir. Bu araştırmalarda gelişmiş ülkelerde de yaygın bir şekilde kopya
çekildiği, özellikle ev ödevleri ve projelerde daha çok kopya çekildiği belirtilmekte ve
kopya çekmenin sebepleri arasında, öğretmenlerin olumsuz tutumları, sınavların ezbere
dönük olması, dersi anlayamama, ailenin psikolojik baskısı, yeterli düzeyde çalışmama ve
benzerleri gösterilebilir. Kopya çekmenin sebeplerine bakıldığında, Türkiye’de yapılan
araştırma sonuçları ile yabancı ülkelerde yapılan araştırma sonuçları benzerlik
göstermektedir.
Görüldüğü gibi kopya çekme, her ülkenin eğitim sisteminin bir sorunu olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda araştırmanın amacı, “Polis Meslek Yüksek Okulu
Öğrencilerinin Kopya Çekmeye İlişkin Tutum ve Görüşlerini” belirlemektir. Bu amaç
doğrultusunda şu sorulara yer verilmiştir:
1.Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekmeye ilişkin tutumları
nelerdir?
2.Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekme nedenleri nelerdir?
YÖNTEM
Araştırmada, survey yöntemi kullanılmıştır. Yararlanılan tutum ölçeğinin KMO
(Kaiser-Meyer-Olkin) değeri 0.87, Bartlett testi 16059.3 ve Cronbach alpha 0.96
bulunmuştur (Semerci, 2003, 227-234). Geliştirilen ölçekte, toplam 67 madde yer
almıştır. Ayrıca, uzman görüşüne dayalı olarak hazırlanan 14 seçmeli ve bir açık uçlu
sorudan oluşan bir anketten yararlanılmıştır. Bu anket Külahçı’nın (1996) kullandığı
anket sorularının aynısıdır. Ayrıca, ölçek maddeleri oluşturulurken Külahçı’nın çalışma
notlarından yararlanılmıştır.
Evren ve Örneklem
Araştırmanın evreni, Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. AĞAR Polis Meslek
Yüksek Okulu’dur. Araştırmanın örneklemi ise, 2002-2003 öğretim yılında Polis Meslek
Yüksek Okulu’nun II. Sınıfında eğitim-öğrenim gören toplam beş şubedeki 151 öğrenci
ile sınırlıdır.
Araştırmanın Sınırlılığı
Araştırma, Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. Ağar Polis Meslek Yüksek Okulu
son sınıf öğrencileriyle ve 2003 yılı Mayıs ayı ile sınırlıdır.
165
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bulgu ve Yorumlar
Aşağıda, araştırmaya ilişkin bulgu ve yorumlara yer verilmiştir.
Tutumlara İlişkin Bulgu ve Yorumlar
Araştırma kapsamında ele alınan Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. Ağar Polis
Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekmeye ilişkin tutumları, madde, aritmetik
ortalama, standart sapma ve derecelemedeki yerleri Tablo 1’de verilmiştir.
Tablo 1. Kopya Çekmeye İlişkin Tutumlar
_________________________________________________________________________
Maddeler
S
Derece
X
_________________________________________________________________________
1. Ne zaman kopya çeksem içimde bir rahatsızlık hissediyorum.
3.59 1.48 4
2. Bir insan ilkokuldan itibaren kopya çekiyor ise hayatın diğer
kesimlerinde de sahtekarlık yapmakta sakınca görmez.
3. Hangi koşullarda olursa olsun kopya çekilmemelidir.
4. Kopya çekmek başkasının hakkını yemek demektir.
5. Bir öğrencinin kopya çekerek başarılı olması ve hatta bir
dereceye girmesi diğerlerine haksızlık yapması demektir.
6. Kopya çeken öğrenciye göz yuman gözetmen haksızlığa ortak
olmuş olur.
7. Öğrencinin kopya çekip çekmemesi onun dürüstlüğünden çok
içinde bulunduğu şartlara bağlıdır.
8. Kopya çeken öğrenci olgunlaşmamış demektir.
9. Sınavda birbirinden kopya çekmek bir yardımlaşmadır.
10. Durum müsait ise kopya çekmemek akılsızlıktır.
11. Sınavda kopya çekebilen bir öğrenci yaşamının diğer
alanlarında da sahtekarlık yapabilir.
12. Vicdan sahibi bir kimse kopya çekmeyi düşünmez.
13. Hemen herkes kopya çektiğine göre kopya çekme kötü bir
Davranış olarak düşünülemez.
14. Kopya çeken öğrenci dürüst değildir.
15. Kendine saygısı olan bir kimse kopya çekemez.
16. Fırsat varken kopya çekmemek akılsızlıktır.
17. Kopya çekmek nedeni ne olursa olsun bir çeşit hırsızlıktır.
18. Sınav sonucu ne olursa olsun kopya çekilmemelidir.
19. Eğer dönem kaybetme önlenebilecek ise kopya çekme mazur
görülebilir.
20. Yakalanılmadığı sürece kopya çekmenin sakıncalı bir tarafı
yoktur.
21. Kopya çekmek cesaret istediği için çekebilen takdir edilmelidir.
22. Eğer gözcü fırsat veriyor ise kopya çekmemek akılsızlıktır.
166
2.98 1.71
3.70 1.47
3.92 1.37
3
4
4
4.36 1.12
5
3.95 1.28
4
3.93
2.54
2.52
2.38
1.39
1.52
1.44
1.46
4
2
2
2
2.81 1.71
3.23 1.59
3
3
1.98
2.70
3.14
2.15
3.19
3.10
1.26
1.57
1.62
1.37
1.58
1.55
2
3
3
2
3
3
3.48 1.47
4
2.32 1.44
2.53 1.42
2.11 1.36
2
2
2
Polis Adaylarının Sınavlarda...
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
40.
41.
42.
43.
44.
45.
46.
47.
48.
49.
50.
51.
52.
53.
54.
Kopya ile sağlanan başarı sadece bir aldatmacadır.
4.23
Kopya çekenler inançsız kişilerdir.
2.04
Kopya çekerek başarılı olan gerçekte kendisini aldatmaktadır. 3.93
Kopya çekmeyenler onurlu kişilerdir.
2.99
Dönem kaybetme pahasına da olsa kopya çekmek doğru değildir.2.65
Kopya ile de olsa önemli olan sonuç almaktır.
2.51
Yakalanmadığı sürece kopya çekme yanlış bir davranış olarak
düşünülmemelidir.
2.59
Fırsat varken kopya çekmeyenleri anlamak güçtür.
2.09
Kopya çekene göz yuman gözetmen yardımsever birisidir.
2.35
Kendisine saygısı olan bir insan kopya çekmez.
3.13
Kopya çekmek bir sahtekarlıktır.
3.29
Kopyanın vicdan ile ilişkisi yoktur, eğitim sistemi bu şartlara
zorlar.
3.66
Kopya çekmek günahtır.
2.21
Ben gözcü olsaydım, kopya çekilmesine müsaade ederdim.
2.38
Arkadaşım bile olsa kopya çekerken görsem müdahale ederim. 2.23
Hakkım olmayanı almak istemediğim için kopya çekmem.
3.21
Haksızlığa uğrayan bir öğrencinin kopya çekmeye yönelmesi
doğaldır.
3.46
Öğrenci sürekli başarısız oluyor ise kopya çekmesi hoş
karşılanmalıdır.
2.48
Kopya çeken arkadaşlarımı dürüst bulmam.
2.76
Kopya hazırlamak bir ön hazırlık olduğu için yararlı tarafı da
vardır.
3.28
Kopya çeken arkadaşlarım sonuçta ceza almadığı için, kopya
çekmede bir sakınca görmüyorum.
2.02
Kopya çeken arkadaşlarıma güvenmem.
2.27
Bir toplumda sahtekarlık artmış ise kopya üzerinde durulacak
bir konu değildir.
2.85
Kopya çekebilmek övünülecek bir davranıştır.
2.45
İlkokuldan itibaren kopya çekmeyi öğrenen insana daha
Sonraları sahtekarlık yapmak kolay gelir.
2.77
Bir insan hangi koşullarda olursa olsun kopya çekmemelidir.
3.41
Eğer gözcü olsaydım, tanıdıklarıma kopya vermekte/göz
yummakta bir sakınca görmezdim.
2.03
Kopya çekmek ile başkalarının hakkını yemiş oluruz.
3.63
Kopya çekene göz yumarak yardımcı olunmalıdır.
2.59
Kopya çekmek isteyen arkadaşa yardım edilmelidir.
2.51
Kopya çekmeyi davranış haline dönüştüren bir kişi potansiyel
dolandırıcıdır.
2.32
Sınavlarda yardımlaşma arkadaşlıkları pekiştirdiği için yararlı
bile sayılabilir.
2.09
1.18
1.38
1.41
1.57
1.50
1.51
5
2
4
3
3
2
1.32
1.41
1.44
1.68
4.54
2
2
2
3
3
1.52
1.49
1.44
1.40
1.55
4
2
2
2
3
1.54
4
1.26
1.50
2
3
1.45
3
1.24
1.34
2
2
1.67
1.00
3
2
1.61
1.44
3
4
1.34
1.45
1.28
1.25
2
4
2
2
1.45
2
1.36
2
167
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
55.
56.
57.
58.
59.
Kopya çekmeyi seviyorum.
2.58 1.37 2
Kendisine güvenen bir kimse kopya çekmez.
3.96 1.45 4
Kopya çekme heyecan dolu bir maceradır.
2.56 1.52 2
Sorumluluk duygusuna sahip bir kimse kopya çekmez.
3.32 1.61 3
Sınavda benden yardım istenirse kopya vermekte bir sakınca
görmem.
3.19 1.35 3
60. Herkes kopya çekerse, ben de çekerim.
2.59 1.60 2
61. Sıraya, duvara, kalorifer peteğine ve silgiye kopya yazmak
Milli servete zarar vereceğinden kopya çekmem.
2.92 1.57 3
62. Hatırlatma amacıyla kopya kodlamasında sakınca yoktur.
2.94 1.43 3
63. Kopya çekmek haramdır.
2.21 1.50 2
64. Kopya çeken öğrenciler cezalandırılmalıdır.
3.11 2.74 3
65. Kopya çeken öğrenciyi affetmek kopyaya teşvik etmek
anlamına gelir.
3.15 1.46 3
66. Kopya çekmek bir duyuşsal davranış bozukluğudur.
2.23 1.41 2
67. Kopya çekmemek bir aile terbiyesidir.
2.70 1.64 3
Tablo 1’de dereceleme yorumları şu aralık ölçülerine göre yapılmıştır: “Hiç
katılmıyorum: 1.00-1.80”, “Çoğunlukla katılmıyorum: 1.81-2.60”, “Kısmen katılıyorum:
2.61-3.40”, “Çoğunlukla katılıyorum: 3.41-4.20” ve “Tamamen katılıyorum: 4.215.00”dir. Tabloda 5 ölçüsü iki adet bulunmaktadır. Birincisi, “Bir öğrencinin kopya
çekerek başarılı olması ve hatta bir dereceye girmesi diğerlerine haksızlık yapması
demektir”, diğeri “Kopya ile sağlanan başarı sadece bir aldatmacadır”. Araştırmada,
kopya çekme ölçeğiyle elde edilen bulgulardan bazıları şunlardır: “Kopya çekebilmenin
övünülecek bir davranış olmadığı ( X =2.45)”, “Kopya çekmenin çoğunlukla haram
( X =2.21) ve günah ( X =2.21) olmadığı”, “Kendine güveni olmayan kişilerin kopya
çektiği ( X =3.96)”, “Kopya çekmenin kısmen sahtekarlık olduğu ( X =3.29)”, “Kopya
çeken öğrencinin kısmen dürüst olabileceği ( X =2.70)”, “Polis Meslek Yüksek Okulu
öğrencilerinin kopya çektiklerinde, çoğunlukla içlerinde bir rahatsızlık duydukları
( X =3.59)” ve “Kopyanın çoğunlukla vicdanla ilişkisi olmadığı, eğitim sisteminin buna
zorladığı ( X =3.66)” söylenebilir. Yerli ve yabancı araştırmalar da gösteriyor ki, ezbere
eğitim sistemleri, öğrencileri kopyaya yönlendirmektedir ( Moring, 1999; Lupton,
Chapman ve Weiss, 2000; Tan, 2001; Akdağ ve Güneş, 2002)
Kopya Çekmenin Nedenlerine İlişkin Bulgu ve Yorumlar
Tablo 2’ya bakıldığında, öğrenciler ile ilgili olarak kopya çekmeyi etkileyen en
önemli faktör “Bireyin kendini gerçekleştirmekten çok nota önem verilmesi (%60.3)”
olarak görülmektedir.
168
Polis Adaylarının Sınavlarda...
Tablo 2. Öğrenci Açısından Kopya Çekmeyi Etkileyen Faktörler
f
%
Çalışmanın sevilmemesi
15
9.9
Sistemli çalışma alışkanlığının kazanılmamış olması
30
19.9
Çalışma ortamının iyi olmaması, yeterince çalışılamaması
10
6.6
Bireyin kendini gerçekleştirmekten çok nota önem verilmesi
91
60.3
5
5.5
151
100.0
Diğer arkadaşların etkisi altında kalınması
Toplam
Tablo 3’te, öğrenciler, hem ara sınavlarda hem de final sınavlarında (%40.4) kopya
çekildiğini vurgulamışlardır.
Tablo 3. En Çok Hangi Sınavlarda Kopya Çekildiğine İlişkin Düşünceler
f
%
Ara sınavlarda
18
11.9
Final sınavlarında
34
22.5
Her ikisinde de
61
40.4
Hiçbirinde kopya çekilmiyor
35
23.2
3
2.0
151
100.0
Boş
Toplam
Tablo 4’te bakıldığında, sınav türlerine göre kopya çekmeye bakıldığında, “Çoktan
seçmeli sınavlarda (%49.7)” daha çok kopya çekildiği söylenebilir.
Tablo 4. Sınav Türlerine Göre kopya Çekme
f
%
Klasik, uzun cevaplı sınavlarda
19
12.6
Çoktan seçmeli testlerde
75
49.7
1
0.7
Hepsinde
38
25.2
Hiçbirinde
18
11.9
151
100.0
Ders dışında yapılan projelerde
Toplam
Tablo 5’te, kopya çekerken “Başkalarının kağıdına bakmak” (%67.5)” en çok
başvurulan bir yol olduğu görülmektedir.
169
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 5. Kopya Çekmede En Çok Başvurulan Yola İlişkin Düşünceler
f
%
102
67.5
Yakınındaki ile konuşmak
13
8.6
Kopyalık hazırlamak
17
11.4
7
4.6
Başka.
12
7.9
Toplam
151
100.0
Başkasının kağıdına bakmak
Duvarlara veya sıra üzerine yazmak
Tablo 6’da, “Ezberi teşvik eden öğretim yöntemleri yerine öğrenmeyi sağlayan
yöntemlerin kullanılmasının (%84.8)” kopyayı daha çok önleyeceği vurgulanmaktadır.
Tablo 6. Kopyayı Önleme Yolları
f
%
10
6.6
Öğretim elemanının puanlamada dürüst olduğuna güvenilmesi
2
1.3
Öğrencilerin ahlaki duygularına hitap edilmesi kopyanın kötülüğünün
7
4.6
4
2.6
128
84.8
151
100.0
Öğretim elemanlarının öğrencilere karşı dostça yaklaşması ve onlara yakın
olması
açıklanması
Öğrencilerin birbirlerini kontrol etmeleri ve kopya çekeni haber vermeleri
gerektiğini kabul etmeleri
Ezberi teşvik eden öğretim yöntemleri yerine öğrenmeyi sağlayan
yöntemlerin kullanılması
Toplam
Tablo 7’de, “Görevlilerin titiz davranması (%37.2)” ve “Sınavlarda iki veya daha
fazla soru formu hazırlanması (%31.1)” sınav yapma ile ilgili kopyayı daha çok
önleyeceği vurgulanmaktadır.
Tablo 7. Sınav Yapma İle İlgili Kopyayı Önleme Yolları
f
%
Sınavlarda iki veya daha fazla soru formu hazırlanması
47
31.1
Öğrencilerin yerlerinin öğretim elemanı tarafından belirlenmesi
15
9.9
Sınavdan önce sınıflara öğrenci sokulmaması
10
6.6
Öğrencilerin aralıklı oturtulması
23
15.2
Görevlilerin titiz davranması
56
37.2
151
100.0
Toplam
Tablo 8’de, “Kopya çekerken yakalanan öğrenci o sınavdan bütünlemeye
kalmalıdır (%57.6)” görüşü daha yoğunluktadır.
170
Polis Adaylarının Sınavlarda...
Tablo 8. Kopya Çekerken Yakalanan Öğrenciye Verilecek Cezalar
f
%
87
57.6
Kopya çekerken yakalanan öğrenci o dersten tekrara kalmalıdır.
19
12.6
Kopya çekerken yakalanan öğrenciye uzaklaştırma cezası verilmelidir.
31
20.5
Kopya çekerken yakalanan öğrencinin üniversite ile ilişkisi kesilmelidir.
5
3.3
Boş
9
6.0
151
100.0
Kopya çekerken yakalanan öğrenci o sınavdan (dersten) bütünlemeye
kalmalıdır.
Toplam
Tablo 9’da, öğrenciler kendilerini derslerde “Orta düzeyde başarılı (%60.3)”
görmektedirler.
Tablo 9. Öğrencilerin Derslerdeki Başarılarına İlişkin Algıları
f
%
2
1.3
Orta düzeyde başarılı
91
60.3
Yeterince başarılı değil
56
37.1
2
1.3
151
100.0
Çok başarılı
Boş
Toplam
Tablo 10’da, öğrenciler “Sınıf arkadaşlarının yarısının kopya çektiğini (%38.4)
vurgularken, yüzde 39.1’lik bir öğrenci grubu “Hiç kimsenin kopya çekmediğini”
vurgulamaktadırlar.
Tablo 10. Öğrencilerin Sınıf Arkadaşlarının Kopya Çekmeye İlişkin Düşünceleri
f
%
Hiç kimse kopya çekmiyor
59
39.1
Öğrencilerin yarısı kopya çekiyor
58
38.4
Çoğunluk kopya çekiyor
23
15.2
Hemen herkes kopya çekiyor
8
5.3
Boş
3
2.0
151
100.0
Toplam
Tablo 11’de, öğrencilerinin “nadiren de olsa kopya çektiklerini” belirtmeleri
(%46.4) dikkat çekici bir sonuçtur.
171
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 11. Öğrencilerin Kendilerinin Kopya Çekmeye İlişkin Düşünceleri
f
%
Hiç kopya çekmedim
46
30.5
Nadiren kopya çekerim
70
46.4
Ara sıra kopya çekerim
27
17.9
Her zaman kopya çekerim
6
4.0
Boş
2
1.3
151
100.0
Toplam
Tablo 12’de bakıldığında, öğrenciler, tabloda belirtilen kopya çekme sebeplerinin
hepsinde (%52.3) yoğunlaştıkları görülmektedir.
Tablo 12. Kopya Çekme Sebepleri
f
%
2
1.3
Yüksek puan almak için
10
6.6
Zayıf almaktan korkulduğu için
38
25.2
Yıl kaybetmemek için
22
14.6
Hepsi
79
52.3
151
100.0
İlk sınavda alınan puanı yükseltmek için
Toplam
Tablo 13’te, öğrencilerin kopya çekilen derslerle ilgili görüşlerinde, “Yabancı dil
derslerinde (%50.3)” daha çok kopya çekildiği görülmektedir.
Tablo 13. Kopya Çekilen Derslerle İlgili Görüşler
f
%
Hukuk derslerinde
32
21.2
Yabancı dil derslerinde
76
50.3
Uygulamalı derslerde
3
2.0
Meslek derslerinde
3
2.0
37
24.5
151
100.0
Hiçbir derste kopya çekilmiyor.
Toplam
Tablo 14’te, kopya çekme ortamına ilişkin görüşlerde, “Kopya çekmek isteyen bir
yolunu bulmaktadır (%59.6)” görüşü ağır bastığı görülmektedir.
172
Polis Adaylarının Sınavlarda...
Tablo 14. Kopya Çekme Ortamına İlişkin Görüşler
f
%
Kopya çekmek isteyen bir yolunu bulmaktadır
90
59.6
Gözetmenler göz açtırmamaktadır
16
10.6
Kopya çekme ortamı yoktur
26
17.2
9
6.0
10
6.6
151
100.0
Sıkı bir denetim vardır
Başka
Toplam
Tablo 15’te, öğrenciyi kopyaya yönlendiren en önemli faktör olarak “Güvensizlik,
kopya olmadan yapamayacağı korkusu (%65.8)” olarak gösterilmektedir.
Tablo 15. Öğrenciyi Kopyaya Yönlendiren En Önemli Faktörle İlgili Görüşler
f
%
Arkadaş baskısı
8
5.3
Kopya çekmeyenler ile alay edilmesi
4
2.6
35
23.2
4
2.6
Güvensizlik, kopya olmadan yapamayacağı korkusu
100
66.3
Toplam
151
100.0
Kopya çeken diğer öğrenci ile rekabet etmek zorunda kalınması
Kopya çekerek kendisinin de kopya çekebileceğini ispat etmek arzusu
Tablo 16’da, derslerle ilgili olarak kopyaya yönlendirici en önemli faktörün
“Ezbere önem verilmesi, öğrenmenin teşvik edilmemesi (%60.3)” olarak
gösterilmektedir.
Tablo 16. Derslerle İlgili Olarak Kopyaya Yönlendirici En Önemli Faktörle İlgili Görüşler
f
%
2
1.3
Ezbere önem verilmesi, öğrenmenin teşvik edilmemesi
91
60.3
Öğrenilenlerin gerekli olduğuna, işe yarayacağına inanılmaması
13
8.6
Yazılı materyallerin (ders notu, kitap) dilinin ağır ve anlaşılmasının zor
20
13.2
25
16.6
151
100.0
Öğrenilen içeriğin (konuların) maddeler halinde olması
olması
Dersin çok zor olması
Toplam
Tablo 17’de, değerlendirme ile ilgili olarak kopyaya yönlendirici en önemli
faktörlerin “Küçük hatalardan dolayı tüm puanı kaybetme korkusu (%72.2)” olduğu
görülmektedir.
173
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 17. Değerlendirme İle İlişkili Olarak Kopyaya Yönlendirici En Önemli Faktörle İlgili Görüşler
f
%
109
72.2
16
10.6
0
0.0
Cevapların maddeler halinde istenmesi
10
6.6
Kitapta veya derste çözülen problemlerin sınavda aynen sorulması
16
10.6
151
100.0
Küçük hatalardan dolayı tüm puanı kaybetme korkusu
Öğretim elemanının notunun kıt olduğu düşüncesi
Soruların her yıl arka arkaya aynen sorulması
Toplam
Açık uçlu olarak, “Başka fikirleriniz varsa lütfen yazınız” maddesine öğrenciler,
problemin sistemde olduğunu, az öğretilip çok şey istendiğini ve ezber bilgiler yerine
uygulamalara ağırlık verilmesi gerektiği konularını vurgulamaktadırlar.
SONUÇ
Kopya çekmek, sınavlarda gizlice bir kaynağa bakmak veya diğer bir öğrenciye
gizlice yardım etmektir. Öğrencinin bulunduğu ortamlarda kopya çekme olaylarına
rastlanmaktadır. Bu ortamlardan biri de Polis Meslek Yüksek Okullarıdır. Topluma
güvenlik ve asayiş hizmeti sunan, halkın sorunlarını çözmeye çalışan polislerin (polis
adaylarının), eğitimlerinde karşılaştığı sorunlarını kopya çekerek çözmesi, kabul edilebilir
bir davranış değildir.
Kopya çekmenin sebepleri ile ilgili olarak daha önce yapılan araştırma sonuçları,
Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. Ağar Polis Meslek Yüksek Okulu’nda yapılan
araştırma sonuçlarıyla benzerlik göstermektedir. Bunlardan bazıları, ezbere dönük eğitimöğretim verilmesi ve uygulamaların yetersiz olmasıdır ( Lupton, Chapman ve Weiss,
2000; Tan, 2001; Akdağ ve Güneş, 2002).
Araştırmada, kopya çekme ölçeğiyle elde edilen sonuçların bazıları şunlardır:
1. Kopya çekebilmenin övünülecek bir davranış olmadığı,
2. Kendine güvensiz kişilerin kopya çektiği (Bu sonucu, Tablo 15’teki bulgu da
desteklemektedir),
3. Kopyanın çoğunlukla vicdanla ilişkisi olmadığı, eğitim sisteminin buna
zorladığı,
4. Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. AĞAR Polis Meslek Yüksek Okulu
öğrencilerinin kopya çektiklerinde, çoğunlukla içlerinde bir rahatsızlık duydukları
söylenebilir.
Diğer taraftan, anket bulgularından ortaya çıkan sonuçlardan bazıları da şunlardır:
1. Bireyin kendini gerçekleştirmesinden çok nota önem verildiği,
2. Ara ve genel sınavlarda kopya çekildiği,
174
Polis Adaylarının Sınavlarda...
3. Daha çok çoktan seçmeli sınavlarda kopya çekildiği,
4. Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. AĞAR Polis Meslek Yüksek Okulu
öğrencilerinin, kopya çekmede en çok başvurdukları yolun “Başkasının kağıdına
bakmak” olduğu,
5. Kopya çekmenin “Ezberi teşvik eden öğretim yöntemleri yerine öğrenmeyi
sağlayan yöntemlerin kullanılmasıyla” önlenebileceği,
6. Sınavlarda “Görevlilerin titiz davranarak” kopyayı önleyebilecekleri,
7. Kopya çekerken yakalanan öğrencilerin o sınavdan (dersten) doğrudan
bütünlemeye bırakılabileceği,
8. Araştırmaya katılan öğrencilerin genel olarak kendilerini “Orta düzeyde
başarılı” buldukları,
9. Öğrencilerde “Güvensizlik, kopya olmadan yapılamayacağı korkusunun”
kopya çekmeye yönlendirdiği,
10. Kopyaya yönlendiren önemli bir faktörün “Ezbere önem verilmesi,
öğrenmenin teşvik edilmemesi” dir.
Araştırmada, sevindirici bir bulgu olarak, polis adaylarının meslek derslerinde
kopya çekmedikleri görülmüştür. Yabancı dil derslerinde alt yapıları yetersiz olduğundan
kopyaya başvurduklarını belirtmektedirler.
ÖNERİLER
Önerilerden bazıları aşağıda verilmiştir:
Polis meslek yüksek okullarında;
1. Ezbere öğretim yöntemleri yerine çağdaş öğretim yöntemleri kullanılmalıdır.
2. Derslerde uygulamalara daha çok yer verilmelidir.
3. Sınavlarda, görevlilerin titiz davranmaları gerekir.
4. Kopya çekmenin olumsuz sonuçlarının derslerde anlatılmasında fayda vardır.
5. Öğrencilerin, küçük hatalardan dolayı tüm puanı kaybetme korkusu içinde
olduklarından, ilgili öğretim elemanlarına sınav değerlendirme konularında hizmet içi
eğitim verilmelidir.
KAYNAKÇA
Aiken, L. R., (1991), Detecting, Understanding, and Controlling for Cheating on Tests,
Research in Higher Education, 32 (6): 725-735.
Akdağ, M. Ve Güneş, H., (2002), Kopya Çekme Davranışları ve Kopya Çekmeye İlişkin
Tutumlar, Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 8 (31): 330-343.
175
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Balcı, A., (1995), Sosyal Bilimlerde Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi.
Bekaroğlu, Ö., (2002), Dünyada ve Türkiye’de Bilimsel Sahtekarlık, Tüba Bülteni, Günce.
(22): 12-13.
Blinn, L. V., (1993-1994), Coping With Cheating, Journal of College Teaching, 23 (3):
173-174.
Daniel, L.G.; Blount, K.D. and Ferrell, C.M., (1995), Academic Misconduct Among
Teacher Education Students: A Descriptive-Correlational Study. Reseach in Higher Education. 32
(6): 703-723.
Dirik, M. Z., (1997), “Türk Eğitim Sisteminde Sınavlarda Kopya Çekme Sorunu-2”.
Türkiye, Türk Cumhuriyetleri ve Asya Pasifik Ülkeler Uluslar arası Eğitim Sempozyumu (24-26
Eylül 1997), Milli Eğitim Bakanlığı, Fırat Üniversitesi ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu
İşbirliği, Elazığ.
Karasar, N. (1995), Bilimsel Araştırma Yöntemi, Kavramlar, İlkeler, Ankara: 3A Araştırma
Eğitim Danışmanlık Ltd.
Kuehn, P.; Stanwyck, D. J. and Holland, C. L., (1990), Attitudes Towards “Cheating”
Behaviors in the ESL Classroom, TESOL Quarterly, 24(2): 313-17.
Külahçı, Ş., (1996), Öğretmen Yetiştirmede Kopya Çekme Sorunu (Fırat Üniversitesi
Örneği). II. Ulusal Eğitim Sempozyumu (18-20 Eylül 1996), İstanbul: Marmara Üniversitesi
Atatürk Eğitim Fakültesi.
Lupton, R.A.; K.J. Chapman and J.E. Weiss, (2000), A Cross-National Exploration of
Business Students’ Attitudes, Perceptions, and Tendencies Toward Academic Dishonesty. Journal
of Education for Business, 75 (4): 231-235.
Moring, M., (1999), Everbody’s Doing it. Campus Life. 58 (4): 34-39.
Oksal, B. Ve Bilgin, A., (1999), Üniversitede Kopya Sorunu, Uludağ Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi. Bursa: Uludağ Üniversitesi Yayınları. XII (1): 85-90.
Selçuk, Z., (1995), Bir Eğitim ve Rehberlik Sorunu: Okullarda Kopya Çekme. Eğitim
Yönetimi, 1 (3): 397-418.
Semerci, Ç., (2003), Kopya Çekmeye İlişkin Tutum Ölçeği, Fırat üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13 (1): 227-234.
Tan, Ş., (2001), Sınavlarda Kopya Çekmeyi Önlemeye Yönelik Önlemler. Eğitim ve Bilim.
26 (126): 32-40.
Tatlıdil, H., (1992), Uygulamalı Çok Değişkenli İstatistiksel Analiz, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi İstatistik Bölümü.
TDK, (1992), Türkçe Sözlük, İstanbul: Milliyet Yayınları.
176
Polis Adaylarının Sınavlarda...
Tekin, H., (1997), Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme, Ankara: Mars Matbaası.
Turgut, M. F. ve Baykul, Y., (1992-1), Ölçekleme Teknikleri. Ankara: ÖSYM Yayınları.
UYTES, (1995), SPSS Bilgisayar Paket Kullanma Kursu Ders Notları (Nisan 1995),
(Uluslarası İleri Teknoloji Sistemleri), Elazığ: Ders Notu.
Yeşilyaprak, B. Ve Öztürk, B., (1996), Üniversite Öğrencilerinin Kopya Çekme Olayına
İlişkin Eğilimleri ve Görüşleri,
Yıldırım, K., (1998), Eğitimde Kopya Çekme Problemi. II. Ulusal Eğitim Sempozyumu (1820 Eylül 1996), İstanbul: Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi.
177
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
178
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 179-198, ELAZIĞ-2005
İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ ÇERÇEVESİNDE,
OKUL YÖNETİCİLERİNİN KARAR VERME SÜRECİNDEKİ
ETKİLİKLERİNE İLİŞKİN ÖLÇEK GELİŞTİRİLMESİ•
In The Frame of Human Resource Management, A Development of An
Inventory Related to The Effectiveness of School Principals in Decision Making
Process
Fatma ÖZMEN
Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fak., Elazığ.
[email protected]
Sinan YÖRÜK
Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fak., Elazığ.
[email protected]
ÖZET
Bu çalışmada, yöneticilerin yönetim süreçlerinden karar vermeye ilişkin etkililiklerine
yönelik olarak, eğitimci görüşleri temelinde bir ölçek geliştirilmesi amaçlanmıştır. Araştırmada
alan yazından ve öğretmen ve yöneticilerle yapılan görüşmelerden yararlanılarak, karar verme
sürecine ilişkin beşli Likert tipi olumlu ve olumsuz ifadelerden oluşan 40 madde geliştirilmiştir.
Bu maddeler daha sonra uzman görüşlerine sunulmuş ve bazı maddeler elenmiştir. Son olarak, 20
maddeye düşürülen ölçek, Elazığ il merkezindeki ilköğretim öğretmen ve yöneticilere uygulanmış
ve toplam 132 anket yanıtlanarak geri dönmüştür. Yapılan istatistiksel analizler sonucunda,
ölçeğin Cronbach Alpha iç tutarlık katsayısı .64; KMO değeri .74; Bartlett sınaması ise .00
anlamlılık düzeyi ile 1262,42 olarak bulunmuştur. Elde edilen sonuçlar ölçeğin uygulanabilmesi
için, geçerlik ve güvenirliğinin uygun olduğunu ortaya koymuştur.
Anahtar Kelimeler: Karar Verme Süreci, Ölçek, Geçerlik, Güvenirlik.
ABSTRACT
In this study, to determine the effectiveness of school principals related to the decision
making process, an inventory was aimed to be developed on the basis of educators’ views.
Initially, making use of the literature review and implications of the educators in the primary
schools, 40, five scale Likert type items conveying negative and positive connotations were
developed. Later, according to the thoughts of professionals, some of the items were deleted and as
a result, 20 items were distributed to the educators working at these schools. As total, 132 subjects
replied the questionnaire items. At the end of the statistical analysis of the data, it has been seen
that the Cronbach alfa coefficient of the instrument is .64, the value of KMO is .74; and the test
of Barlett is 1262,42 with .00 significant level. These results have demonstrated that the reliability
and validity of the instrument is adequate for its implementation.
Key Words: Decision Making Process, Instrument, Validity, Reliability.
•
Bu araştırma, Fırat Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projeler Birimi (FÜBAP) tarafından desteklenmiştir.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Örgüt yönetiminde “karar verme” işi yönetimin en önemli işlevlerinden birisidir.
Yüksek kaliteli kararlar verme süreci örgütsel kaygıların en önde gelenlerindendir ve
özellikle de yöneticinin karar verme sürecini nasıl işlettiğiyle yakından ilişkilidir (Dean
and Sharfman, 1996: 368-396). Örgütün üst yöneticisi güvenilir ve dinamik bir karaktere
sahip olması gerekli bir kişi olarak, kararları verilmesini sağlayan ve bu kararlar
doğrultusunda örgütü harekete geçiren kişidir. Karar verme, yöneticinin zamanını oldukça
alan bir süreç olup, iyi yönetici, etkili kararlar verebilen kişi olarak düşünülür. Etkili
karar ise genellikle, karar vericinin karar verme hususuyla ilgili olarak, hedefleri, kararın
arkasındaki olayları, alternatif hareket yollarını, ve kararın olası sonuçlarını düşünmesi
sonucunda verilen karardır (Cook and Slack, 1991:3-5; Owens, 2001:266).
Tarihsel süreci içinde, örgüt yönetimindeki yaklaşımlar ve gelişmeler eşliğinde,
karar verme sürecinde de birtakım gelişmeler olmuştur. Bu gelişmeler eşliğinde, üst
yöneticinin tek elden verdiği kararlar zamanla yerini eğitim örgütlerinin durumsallığını,
insan doğasını, teknolojiyi ve örgütsel belirsizlikleri dikkate alan, esnek, katılımcı
kararlara bırakmıştır (Estler, 1988:316-317; Owens, 2001:265-267).
Bu araştırmada, öğretmenlerin mesleki gelişimini artırmaya yönelik olarak,
yöneticilerin karar verme sürecine ilişkin etkililiklerini, eğitimci görüşleri temelinde
ortaya çıkaracak bir ölçek geliştirmek amaçlanmıştır.
ALAN YAZINDA İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ VE KARAR VERME
SÜRECİ
Geçmişten günümüze insan kaynaklarının yönetimindeki yaklaşımların zaman
içinde değiştiği, yönetsel kararların da bu değişimlerden etkilendiği görülmektedir. Örgüt
yönetiminde insana yaklaşım genel olarak, “makine”, “organizma”, ve “beyin” olarak, üç
kavramsal benzetim çerçevesi içinde ele alınmaktadır. Bu yaklaşımlar şu şekilde
özetlenebilir (Ubben at al. 2001:185-186):
Makine benzetmesi: Örgütlerde, üst yönetimin aldığı kararların, verilen talimatlar
çerçevesinde ve önceden belirlenen işlemler aracılığıyla işgörenler tarafından
uygulanmasıdır. Eğitim örgütleri açısından bakıldığında, öğrenme, öğretme ve
değerlendirmenin en iyi modelinin standartlaştırılmış bir yapı içinde elde edilebileceği
varsayımdan yola çıkılarak, üst yönetimlerce alınan kararların yine yöneticiler tarafından
belirlenen politika ve işlemler çerçevesinde yürütüldüğü; asıl işi yapan kişilerin işin
yapılışına ilişkin kararlarda fazla katkılarının bulunmadığı bir klasik örgüt yönetimi
tarzını yansıtmaktadır.
180
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
Organizma benzetmesi: Örgütlerin doğal sistem modeli içinde canlı, yaşayan birer
organizmaya benzetildiği, dolayısıyla örgüt felsefesinin müşterek ve paylaşılan değerler
aracılığıyla oluşturulduğu; değişen gereksinimlere yanıt vermede bireysellik, esneklik ve
uyumun önemsendiği bir yaklaşımı yansıtır. Bu kapsamda, eğitim örgütlerinin
yönetiminde, öğretme, öğrenme ve değerlendirmede ayrıntılardan çok bütünün
önemsendiği; ölçütlere dayalı bir değerlendirmeden çok, tümsel değerlendirmenin önem
kazandığı; kararların değişen gereksinimlere göre örgüt üyelerinin görüşlerine de yer
verilerek alındığı; öğretmenlerin mesleki gelişiminde çeşitli modellerin denendiği bir
süreç göze çapmaktadır.
Beyin benzetmesi: Bu benzetmedeki örgüt yönetimi yaklaşımı, organizma
benzetmesindeki yönetim anlayışının birçok özelliğini paylaşır. Bununla birlikte önemli
bir nitelik olarak “düşünen ve öğrenen örgüt” boyutu öne çıkmaktadır. Günümüzün
rekabetçi ortamında kabul gören bir yaklaşım olarak, bilgi paylaşımı, işbirliği, araştırma
önemsenen hususlardır. Eğitim örgütleri açısından bakıldığında, örgütün insan
kaynağının, örgütsel amaçları gerçekleştirmede gösterdiği adanmışlıkla yüksek düzeyde
performans göstermesi amaçlanır. Bu nedenle örgüt üyelerinin anlamlı yollarla
örgütleriyle bütünleşmeleri için, karar verme sürecine katılmaları sağlanır, başarılı
olabilecekleri ortamlar yaratılır, fırsatlar verilir. Örgüt üyeleri, örgütsel ve kişisel açıdan
başarılı olmak ve kendilerini geliştirmek zorunluğunu hissederler.
Yönetim bilimine yönelik alan yazın incelendiğinde, karar verme süreci, bir eyleme
yol açan çeşitli seçenekler arasından birini seçme (Kaya,1996:94); bir sorunun çözümüne
ilişkin olası yollardan en uygun olanını seçme (Aydın,1994:126-127); örgütte her türlü
değişikliği yapmak amacıyla başvurulan kurumlaşmış bir süreç (Gürsel,1997:44) veya,
sorun çözme sürecinin bir parçası (Cook and Slack, 1991:4) şeklinde çeşitli tanımların
yapıldığı görülmektedir.
Yönetimde genel olarak, üst düzey yöneticiler oransal olarak zamanlarının büyük
bir kısmını karar vermede harcarlar ve daha çok örgütün çevresiyle olan ilişkisindeki
stratejik ve politik hususlarla ilgili uzun dönem kararlarını verirler. Alt düzey yöneticiler
ise daha çok bulundukları alan veya bölümle ilgili iş akışına yönelik olarak daha dar
kapsamda karar verme durumundadırlar (Uludüz, 2003 ; Cook and Slack, 1991:18-19).
Karar verme sürecinde, örgüt amaçlarına en uygun olan seçeneğin seçilmesine
ussal; personelin itiraz etmeyeceği karara da doyurucu karar denir. Örgütsel kararların
etkililiği bu kararların ussallığının artırılması yolu ile en üst düzeye çıkabilir. Aydın’ın
Gregg’den aktardığına göre ussal karar verme değer önermeleri ve olgusal önermelerden
oluşur. Değer sözcüğü yerine amaç, olgu sözcüğü yerine de araç sözcüğü kullanan
181
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
yazarlar da vardır. Karar vermeyi gerektiren sorunla ilgili enformasyon hazır olmadıkça
akla uygun, ussal bir karar verilemez. Demokratik bir örgütte alınan bir karardan
etkilenen kimselerin, bu kararda söz sahibi olmaları gerekir. Öte yandan karara katılma
örgüt üyesinin örgütsel ve kurumsal amaç ve programlarla özdeşleşmesine yardım eder
(Aydın,1994:129-130).
Örgütsel kararlar, yöneticinin tek taraflı olarak verdiği kararlardan başlayarak,
grupların karar vermede anlaştığı paylaşımlı kararlara giden bir yelpaze içinde duruma
göre değişebilir. Ubben ve diğ.(2001:52-60), Maier ve Verser’e atıfta bulunarak, karar
vericilerin iki önemli hususu gözönünde bulundurmaları gerektiğine işaret ederler. Birinci
husus, verilen kararların yüksek kalitede olması, diğeri ise, işgörenlerin bu kararı kabul
etmesi durumudur. Yüksek kalitedeki kararlara sorun çözme sürecinde örgütsel
amaçlarını gerçekleşmesini sağlamak için gerek duyulur ve genellikle mümkün olan en
iyi çözüm seçeneğinin uygulanmasıyla ulaşılır. Kararların işgörenlerce kabul görmesi
durumu ise özellikle kararların uygulanmasında yöneticinin astlarına bağımlı olma
durumunda önem kazanır. Bununla birlikte, herhangi bir kararın etkili şekilde
uygulanabilmesi için, uygulayıcıların, diğer bir deyişle işgörenlerin tutum, davranış,
duygu ve becerilerinin dikkate alınması gereklidir.
Yönetimde karar vermenin birtakım ortak özellikleri olduğu belirtilmektedir. Bu
özellikler aşağıda verildiği gibi özetlenebilir:
-Yönetimsel kararlar kollektiftir;
-Kararların sonucu, örgütteki tüm öğeleri, örgütü ve çapına göre toplumu etkiler;
-Yönetimsel kararlar başkalarını, örgütü ve toplumu etkilediğinden, kararı veren
kişi veorganlar açısından risk doğurur;
-Yönetimsel karar verme sürecinde karar verenin eğitimsel, kültürel ve mesleksel
nitelikleri, doğal ve biçimsel kararlardan gelen bilgilerin etkisi olacağından, diğer yandan
insan davranışlarının ussal ve duygusal yanları bulunduğundan, kararın değer ve olgu
öğelerini taşır (Kaya,1996:94-95);
-Yönetsel kararların verilmesinde karar verme sürecindeki aşamalar şu şekilde
sıralanmaktadır (Cook and Slack, 1991:6-10):
-Gözlem (Çeşitli kanallardan elde edilen bilgiler veya yöneticilerin örgüt ve
çevresinde uygun olmayan hususları farketmesi)
-Sorunu farketme ve tanımlama (Yöneticinin sorunun çözümüne yönelik bir karar
verme ihtiyacını hissetmesi)
-Amaçları oluşturma (Değişmeye yönelik verilecek kararların neyi başaracağının
belirlenmesi)
182
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
-Sorunu anlama (Sorun olan hususların gerçek doğasını doğru ve tam olarak
anlama, teşhis etme)
-Seçenekleri belirleme (Sorunun niteliğine göre, çözüm olabilecek seçeneklerin
tespit edilmesi)
-Seçeneklerin değerlendirilmesi (herbir seçeneğin amaçları karşılama derecesinin
belirlenmesi ve sıralanması)
-Seçme (Etkili sonucu elde etmek açısından, en uygun seçeneğin belirlenmesi)
-Uygulama (Gerekli değişikliklerin yapılması)
-Uygulama aşamasının gözlemlenmesi ve değerlendirilmesi (sorunun çözümünde
veya azaltılmasında uygulamaya konan seçeneğin ne düzeyde etkili olduğunu izleme ve
değerlendirme. Tatmin edici sonuca ulaşılamaması durumunda tüm sürecin
yeniden başlatılması ).
Örgütte alınacak kararlar ve bunların aşamalarının gerçekleştirilmesi dikey ve
yatay yönde işbölümünü de gerektirmektedir (Kaya, 1996:99). Bu iş bölümü sayesinde:
-Üst yöneticilerin yükü azalır.
-Herkes belirli işlerde karar vermede uzmanlaşır.
-İşler daha çabuk yapılır, kırtasiyecilik önlenir.
-Alt kademedeki personel karar yetkisi ile onure edilmiş olur.
-Kararların sorumluları açıkça ortaya çıkar.
-İletişim sadeleşir ve kolaylaşır.
-Herkes belirli konuda uzmanlaşacağından, kararda ussallık sağlanır
Okul yöneticisinin karar vermeda üstlendiği rol karar vermenin aşamalarını
bilmesi, bunları uygulaması ve iyi bir iş bölümünü sağlamasıdır. Ancak, bunları
yapabilmesi de tek başına yeterli değildir. Okulda yöneticinin etkili karar verebilmesi
aşağıdaki verilen hususların farkında olmasını da gerektirir:
-Etkili bir karar, örgütün amaçlarını gerçekleştirecek nitelikte olmalıdır.
-Etkili bir karar, yani sorunu çözücü, rahatsızlık veren etkenleri ortadan kaldırıcı ve
beklenen sonuçlara götürücü nitelikte olmalıdır.
-Etkili bir karar rasyonel olmalıdır.
-Karar hızla alınmalıdır.
-Karar zamanında alınmalıdır.
-Etkili bir karar hukuki yönetimsel mevzuata uygun olmalıdır.
-Etkili bir karar, açık, kesin ve özellikle uygulayıcıların kolaylıkla anlayabileceği
nitelikte olmalıdır (Gürsel,1997:49).
183
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Karar geleceğe yöneliktir. Gelecek ise belirsizliklerle doludur. Uzun vadeli kararlar
kısa vadeli kararlardan daha çok risk taşır. Risk derecesi örgütün çapı ve kararın
dayandığı bilgi ve iletişim kaynaklarının durumuyla ilişkilidir (Kaya,1996:98-99).
Yönetim hayatında veya okul hayatında bütün başarılar ya da başarısızlıklar, verilen
kararların niteliğiyle yakından ilişkilidir. Kararların ayrıca tam zamanında verilebilmesi
büyük önem taşır. Vaktinden önce verilen kararlar birçok fırsatların görülmemesine yol
açarken, vaktinden sonra verilen kararların ise hiçbir geçerliği kalmaz. Yöneticinin en
uygun zamanda en doğru kararı verebilme becerisi kendisinden beklenen yönetsel bir rol
olarak belirtilmektedir (Uludüz, 2003).
Çağdaş örgütlerde gittikçe daha çok anlaşılan husus sağlıklı ve etkili örgüt
olabilmek ve kaliteli kararlar verebilmek için, örgütte her kademedeki kişilerin
güçlendirilerek, yetkilendirilerek kararlara katılmasının sağlanması gereğidir. Bu
çalışmada, eğitimci görüşlerinden hareketle, öğretmenlerin mesleki performanslarını
artıracak şekilde, etkili kararlar verebilmede, okul yöneticilerinin ne düzeyde etkili
olduklarına yönelik bir ölçek geliştirilmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM
Bu bölümde araştırmanın evren ve örneklemi açıklanmış, veri toplama aracının
hazırlanması hakkında bilgi verilmiştir. Ayrıca aracın uygulanması, verilerin analizi ve
kullanılan ve istatistiksel işlemler üzerinde durulmuştur.
Çalışma Grubu
2001-2002 öğretim yılında, Elazığ il merkezinde bulunan beş eğitim bölgesinden
rastgele yöntemle seçilen bir ilköğretim kurumundaki eğitimciler (okul müdürü ve
öğretmen) araştırmada çalışma grubu olarak ele alınmıştır. Bu eğitimcilere dağıtılan
anketlerden 132 adedi yanıtlanarak geri dönmüştür.
Veri Toplama Aracının Geliştirilmesi
Bu çalışmadaki veri toplama aracı, okul yöneticilerinin karar verme sürecindeki
etkililiklerini belirlemeye yönelik olarak, alan yazındaki bilgilerden, hedef alınan
okullardaki öğretmen ve yöneticilerle yapılan görüşmelerden, ve uzman görüşlerinden
yararlanılarak geliştirilmiştir. Bu incelemeler sonucunda olumlu ve olumsuz ifadelerden
oluşan 40 maddelik bir madde havuzu oluşturulmuştur. Geliştirilen bu maddeler uzman
görüşlerine sunularak elenmiş ve son olarak 20 madde elde edilmiştir. Geliştirilen bu
ölçeğin, geçerlik ve güvenirliğini test etmek için faktör analizi uygulanmış, KaiserMeyer-Olkin Örneklem Uygunluğu Ölçümü (Measure of Sampling Adequacy) (KMO) ve
184
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
Cronbach Alpha değerleri hesaplanmıştır. Elde edilen değerler, ölçeğin uygulanması için
geçerlik ve güvenirliğinin uygun olduğunu ortaya koymuştur.
Verilerin Çözümlenmesi
Elde edilen verilerin istatistiksel çözümlemesinde, her bir madde için, Tamamen
katılıyorum seçeneğine 5, Katılıyorum seçeneğine 4, Kararsızım seçeneğine 3,
Katılmıyorum seçeneğine 2, Hiç Katılmıyorum seçeneğine ise 1 puanı verilmiştir.
Olumsuz madde için ise, olumlu maddelerdeki puanlamanın tersi bir puanlama
yapılmıştır. Faktör çözümlemesi için, Kaiser-Meyer-Olkin Örneklem Uygunluğu Ölçümü
(Measure of Sampling Adequacy) (KMO), Bartlett Bütünlük Testi (Test of Sphericity),
Maddelerin Kaç Faktörde Toplandığını Gösteren yığılma hesaplaması, Cronbach Alpha
değeri göz önüne alınmıştır.
BULGULAR VE YORUMU
Verilerin analizi sonucu elde edilen bulgular incelendiğinde şu sonuçlara
ulaşılmaktadır:
Açıklanan Toplam Varyans değerleri (Tablo 2), analize alınan K=20 maddenin öz
değerinin birden büyük olan altı faktör altında toplandığını göstermektedir. Bu altı
faktörün ölçeğe ilişkin açıkladıkları varyans % 74’tür. Maddelerle ilgili olarak tanımlanan
yirmi maddenin ortak varyanslarının (communalities) ise 0.53 ile 0.91 arasında değiştiği
gözlenmektedir (Tablo 1).
Tablo 1. Ortak Varyanslar (Communalities )
Initial
Extraction
1
1.00
.87
2
1.00
.75
3
1.00
.78
4
1.00
.75
5
1.00
.91
6
1.00
.71
7
1.00
.80
8
1.00
.75
9
1.00
.75
10
1.00
.67
11
1.00
.66
12
1.00
.62
13
1.00
.74
14
1.00
.77
15
1.00
.72
16
1.00
.76
17
1.00
.80
18
1.00
.53
19
20
1.00
1.00
.67
.75
185
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 2. Açıklanan Toplam Varyans (Total Variance Explained)
Başlangıç
Özdeğerler
i
Madde Toplam
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
7.24
2.07
1.92
1.30
1.16
1.07
.88
.72
.66
.54
.49
.44
.37
.29
.23
.19
.15
.11
.10
.06
Yükler
Yükler
Karesinin
Karesinin
Çıkarım
Döndürm
Toplamı
e Toplamı
Varyans Birikimli Toplam Varyan Birikimli Toplam Varyans Birikimli
%
%
s
%
%
%
%
36.21
36.21
7.24
36.21
36.21
5.30
26.49
26.49
10.34
46.55
2.07
10.34
46.55
2.73
13.65
40.14
9.62
56.18
1.92
9.62
56.18
2.35
11.74
51.88
6.51
62.69
1.30
6.51
62.69
1.68
8.40
60.28
5.82
68.50
1.16
5.82
68.50
1.48
7.39
67.66
5.35
73.85
1.07
5.35
73.85
1.24
6.18
73.85
4.40
78.25
3.62
81.87
3.28
85.15
2.68
87.83
2.45
90.28
2.18
92.46
1.83
94.28
1.45
95.73
1.15
96.88
.96
97.84
.75
98.59
.57
99.16
.52
99.68
.32
100.00
Bileşenler Matriksi (Compenent Matrix) incelendiğinde (tablo 3) yirmi maddenin
on ikisinin faktör yük değerlerinin ortak varyans tablosunda olduğu gibi (tablo 1) .53 ve
üzerinde olduğu görülmektedir. Altı önemli faktörün içerdiği maddeler bakımından daha
kolay tanımlanabilmesine olanak sağlamak için faktör döndürme sonuçları elde edilmiştir
(tablo 4- Döndürülmüş Bileşenler Matriksi). Faktör yük değerinin .45 yada daha yüksek
değerlerin iyi bir ölçüt olarak tanımlanmasına rağmen, gerektiği durumlarda bu değerin
.30’a kadar düşürülebileceği; bunun yanında, herhangi bir maddenin faktör yük değerleri
arasında .10’dan az bir fark bulunduğu durumlarda o maddenin elenebileceği ileri
sürülmektedir (Büyüköztürk, 2002: 118-119). Bu tabloda faktör yük değerlerinden
.40’dan aşağıları; veya birden fazla faktörde .40’ın üzerinde olan maddeler içinde %
.10’dan daha az farklılık gösterenleri (10 ve 20. maddeler) elenmiş ve yine analize katılan
yirmi maddenin on sekizinin geçerli olduğu görülmüştür. Geriye kalan on sekiz maddeye
tekrar faktör analizi uygulanmıştır (5, 6, 7 ve 8. Tablolar).
186
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
14
13
8
20
11
7
17
16
19
18
12
10
6
15
9
4
3
2
1
5
8
12
14
7
13
11
9
18
3
19
4
20
2
16
17
15
6
10
1
5
1
.85
.83
.78
.77
.73
.70
.69
.68
-.65
.65
.65
-.55
.41
.26
.55
-.51
-.32
.30
-.27
-.10
Tablo 3. Bileşenler Matriksi (Component Matrix)
Bileşenler
2
3
4
-.08
.85
-.08
.08
.83
.08
-.11
.78
-.11
.02
.77
.02
.15
.73
.15
-.46
.70
-.46
.33
.69
.33
.36
.68
.36
.24
-.65
.24
.31
.65
.31
.03
.65
.03
.39
-.55
.39
-.56
.41
-.56
.48
.26
.48
-.03
.55
-.03
-.31
-.51
-.31
.40
-.32
.40
.42
.30
.42
.42
-.27
.42
-.33
-.10
-.33
5
.09
.05
.33
-.24
.30
.26
-.20
-.26
.38
.06
.20
.38
-.08
.19
.63
.59
.47
-.04
-.33
-.15
Tablo 4. Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix)
Bileşenler
1
2
3
4
5
-.15
.08
-.07
-.17
.83
-.11
.01
-.02
.19
.76
-.23
.31
-.20
-.06
.76
.74
-.14
-.02
-.37
-.25
-.37
.24
.06
-.01
.73
-.03
.33
.02
-.11
.72
.16
.07
.03
-.45
.68
-.21
.38
.17
.01
.54
.02
.14
.09
.25
.83
-.36
.69
-.12
.18
.02
-.09
.67
-.43
-.10
-.24
.27
.09
.02
.54
-.61
.04
.03
.17
-.24
.80
.38
-.23
-.14
.23
.69
.42
-.18
-.23
.21
.67
.38
-.15
-.05
.16
.71
.38
-.20
-.19
.09
-.69
-.23
-.19
.06
.51
.56
-.17
.16
.02
.08
.90
-.04
.00
-.04
-.08
.07
6
.18
-.08
-.01
-.14
.07
.17
.27
.26
.15
-.07
.14
-.08
.28
-.38
-.15
.22
.54
.10
.49
.44
6
-.04
-.03
.10
.20
-.06
-.09
-.24
-.15
.01
-.07
.20
.13
.16
-.12
-.24
-.15
-.04
.00
.05
.95
187
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 5. Ortak Varyanslar (Communalities)
Initial
Extraction
1
1.00
.87
2
1.00
.74
3
1.00
.79
4
1.00
.79
5
1.00
.52
6
1.00
.61
7
1.00
.81
8
1.00
.75
9
1.00
.75
11
1.00
.66
12
1.00
.62
13
1.00
.72
14
1.00
.77
15
1.00
.54
16
1.00
.73
17
1.00
.72
18
1.00
.53
19
1.00
.64
Tablo 6. Açıklanan Toplam Varyans (Total Variance Explained)
Başlangıç
Özdeğerleri
Madde
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
Yükler
Karesinin
Çıkarım
Toplamı
Yükler
Karesinin
Döndürme
Toplamı
Toplam Varyans Birikimli Toplam Varyans Birikimli Toplam Varyans Birikimli
%
%
%
%
%
%
6.42
2.00
1.70
1.29
1.15
.97
.85
.69
.65
.46
.45
.36
.25
.22
.16
.14
.14
.08
35.69
11.13
9.44
7.15
6.41
5.41
4.71
3.83
3.63
2.56
2.52
2.01
1.37
1.20
.89
.80
.77
.46
35.69
46.82
56.27
63.42
69.83
75.24
79.95
83.79
87.41
89.97
92.49
94.51
95.87
97.07
97.97
98.77
99.54
100.00
6.42
2.00
1.70
1.29
1.15
35.69
11.13
9.44
7.15
6.41
35.69
46.82
56.27
63.42
69.83
4.83
2.60
2.04
1.61
1.49
26.83
14.43
11.35
8.97
8.26
26.83
41.25
52.60
61.57
69.83
Açıklanan Toplam Varyans’a göre verilerin dağılımı (tablo 6) incelendiğinde,
analize alınan K=18 maddenin öz değeri (Initial Eigenvalues) birden büyük olan beş
faktör altında toplandığı görülmektedir. Bu beş faktörün ölçeğe ilişkin açıkladıkları
varyans % ~70’dir. Maddelerle ilgili olarak tanımlanan iki faktörün ortak varyanslarının
188
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
(communalities) ise .52 ile .87 arasında değiştiği gözlenmektedir (tablo 5). Buna göre
analizde önemli faktör olarak ortaya çıkan beş faktörün birlikte. maddelerdeki toplam
varyansın ve ölçeğe ilişkin varyansın çoğunluğunu açıkladıkları görülmektedir.
14
13
8
11
7
17
16
12
18
19
9
4
1
6
3
5
2
15
Tablo 7. Bileşenler Matriksi (Component Matrix)
Bileşenler
1
2
3
4
.85
-.12
-.03
.18
.84
.03
-.03
-.06
.81
-.25
.16
.00
.76
.01
.27
.06
.71
-.53
-.03
.18
.70
.40
-.11
.20
.67
.46
-.12
.20
.66
-.06
.16
.17
.66
.25
.17
-.07
-.61
.07
.50
.13
.58
-.29
.54
-.16
-.49
-.52
.48
.24
-.28
.52
-.12
.52
.40
-.45
-.36
.25
-.27
.19
.64
.53
-.13
-.26
-.28
.53
.31
.41
.15
.06
.28
.33
.31
-.33
5
-.06
.09
.09
-.04
-.04
-.10
-.13
.36
.02
-.01
-.06
-.03
.49
.24
.02
-.28
-.67
.38
Tablo 8. Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix)
Bileşenler
1
2
3
4
5
7
.02
-.16
-.24
-.24
.82
8
.15
-.12
.15
-.20
.81
14
.37
-.19
-.06
-.08
.77
12
.08
-.02
.22
.17
.73
13
.34
-.31
.22
-.04
.68
11
.39
.03
.20
-.14
.67
9
.08
.21
.29
-.48
.62
6
-.22
-.34
-.32
.13
.57
18
-.08
.34
-.03
.45
.44
2
-,04
.11
-.05
-.26
.81
16
.37
-.19
.07
.21
.71
17
.43
-.19
.07
.20
.67
3
-.03
.08
-.02
.24
.85
19
-.41
-.19
.05
.02
.66
4
-.05
-.51
-.26
-.22
.64
5
.02
.01
.06
.09
-.71
15
.17
.08
.01
.09
.71
1
-.17
.02
.19
.02
.90
Bileşenler Matriksi (tablo 7), on sekiz maddenin onunun faktör yük değerlerinin
genelinin .52 ve üzerinde olduğunu göstermektedir. Faktör döndürme sonuçları (Tablo 8 )
Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix) tablosunda faktör yük
189
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
değerlerinden .40’dan aşağıları veya birden fazla faktörde .40’ın üzerinde olan
maddelerden 18.madde elenmiş ve analize katılan on sekiz maddenin on yedisinin geçerli
olduğu görülmüştür geriye kalan on yedi maddeye tekrar faktör analizi uygulanmıştır
(Tablo 9, 10, 11, 12, 13).
Tablo 9. Ortak Varyanslar (Communalities )
Başlangıç
Çıkarım
1
1.00
.87
2
1.00
.74
3
1.00
.79
4
1.00
.79
5
1.00
.53
6
1.00
.60
7
1.00
.81
8
1.00
.76
9
1.00
.74
11
1.00
.64
12
1.00
.61
13
1.00
.74
14
1.00
.79
15
1.00
.58
16
1.00
.74
17
1.00
.74
19
1.00
.64
Tablo 10. Açıklanan Toplam Varyans (Total Variance Explained)
Yükler
Karesinin
Çıkarım
Toplamı
Başlangıç
Özdeğerleri
190
Madde
Toplam
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
6.04
1.96
1.68
1.29
1.15
.97
.76
.67
.53
.46
.36
.31
.25
.16
.16
.14
.11
Varyans Birikimli
%
%
35.52
11.52
9.86
7.56
6.79
5.73
4.45
3.94
3.14
2.71
2.14
1.83
1.45
.95
.93
.85
.64
35.52
47.04
56.90
64.46
71.25
76.98
81.43
85.37
88.51
91.22
93.36
95.19
96.64
97.58
98.52
99.36
100.00
Toplam
6.04
1.96
1.68
1.29
1.15
Yükler
Karesinin
Döndürme
Toplamı
Varyans Birikimli
%
%
35.52
11.52
9.86
7.56
6.79
35.52
47.04
56.90
64.46
71.25
Toplam
4.70
2.35
2.05
1.53
1.49
Varyans Birikimli
%
%
27.63
13.82
12.07
8.98
8.76
27.63
41.44
53.51
62.49
71.25
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
Ölçekte yer alan maddelere ilişkin olarak (Tablo 9) tanımlanan beş faktörün ortak
varyanslarının ise .53 ile .87 arasında değiştiği gözlenmektedir. Faktör analizinde, faktör
yükünün 1’e yakın ve .45 ve üzerinde olması yeğlendiğinden (Büyüköztürk, 2002:118;
Kline, 1994:6), bu faktörlerde yüksek düzeyde ilişki gösteren maddelerin yer aldığını
göstermektedir. Açıklanan toplam varyans tablosunda (tablo 10) faktör sayısının, analize
alınan K=17 maddenin öz değeri birden büyük olan beş faktör altında toplandığı
anlaşılmaktadır. Bu beş faktörün ölçeğe ilişkin açıkladıkları toplam varyans % 71’dir
(tablo 10). Herhangi bir faktör analizinde kabul edilebilir toplam varyansın % 41’in
üzerinde olması gerektiği düşünüldüğünde (Kline, 1994:37), ulaşılan % 71 değeri oldukça
iyi bir oranı yansıtmakta ve beş faktör altında toplanan 17 maddenin verileri temsil
edebildiğini göstermektedir.
Benzer durum özdeğerlere göre çizilen heyelan grafiğinde (scree plot) de
görülmektedir (Grafik 1). Grafikde birinci faktörden sonra yüksek ivmeli bir düşüş
gözlenmektedir. Bu durum, ölçeğin genel bir faktöre sahip olabileceği izlenimini
vermektedir. Öte yandan. grafikte ikinci faktörden sonra da daha az olmakla birlikte
ivmeli bir düşüş görülmektedir. Beşinci faktöre kadar azalarak devam eden düşüşün,
diğer faktörlerde çok az sapmalarla yatay bir doğrultu izlediği anlaşılmaktadır. Diğer bir
deyişle, beşinci faktörden sonraki faktörlerin varyansa olan katkıları daha az bir farklılık
yansıtmaktadır.
Heyelan Grafigi(scree plot)
7
6
5
4
Özdeger
3
2
1
0
1
3
2
5
4
7
6
9
8
11
10
13
12
15
14
17
16
Bilesen numarasi (Component Number)
Grafik 1: Maddelerin Kaç Faktörde Toplandığını Gösteren Heyelan grafiği (Scree plot)
191
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 11. Bileşenler Matriksi (Component Matrix)
Bileşenler
1
2
3
14
.87
-.07
.00
.85
.07
.00
13
8
.82
-.23
.16
.75
-.01
.28
11
7
.72
-.50
-.06
.70
.45
-.02
17
16
.66
.50
-.04
.65
-.07
.16
12
19
-.60
.03
.52
.57
-.34
.51
9
6
.43
-.38
-.38
4
-.48
-.58
.41
1
-.29
.52
-.07
3
-.29
.11
.65
5
-.12
-.22
-.30
2
.30
.41
.21
15
.27
.31
.36
4
.17
-.07
-.01
.05
.18
.19
.19
.17
.10
-.17
.25
.24
.52
.52
.54
.04
-.35
5
-.06
.10
.09
-.04
-.04
-.10
-.13
.36
-.01
-.06
.24
-.03
.49
.02
-.28
-.67
.39
Tablo 12. Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix)
Bileşenler
1
2
3
4
5
8
.81
.14
-.12
.15
-.20
7
.81
.00
-.16
-.25
-.24
14
.78
.37
-.19
-.04
-.08
12
.74
.05
-.03
.19
.17
13
.69
.33
-.32
.23
-.04
11
.68
.36
.02
.17
-.14
9
.62
.07
.20
.27
-.48
6
.56
-.22
-.34
-.32
.13
2
-.03
.81
.11
-.04
-.26
16
.39
.70
-.20
.08
.21
17
.45
.68
-.19
.09
.20
3
-.02
.08
.85
-.03
.24
19
-.40
-.16
.67
.09
.02
4
-.06
-.50
.65
-.26
-.22
15
.18
.08
.01
.73
.09
5
.01
.01
.06
-.72
.09
1
-.17
.02
.18
.02
.90
Tablo 11’te Bileşenler Matriksi (Compenent Matrix) incelendiğinde, 17 maddenin
dokuzunun birinci faktör yük değerlerinin .53 ve üzerinde olduğu görülmektedir.
Döndürme öncesinde birinci faktörün yol açtığı varyansın % 36 olması da (Tablo 10) bu
durumu desteklemektedir. Ancak, beş önemli faktörün içerdiği maddeler bakımından
daha kolay tanımlanabilmesine de olanak sağlayan faktör döndürme sonuçları (Rotated
Compenent Matrix) (tablo 12) dikkate alındığında, faktör yük değerlerinden .40’den
aşağıları veya birden fazla faktörde, .40’ın üzerinde olmasına karşın, birbirine yakın
192
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
değerlere sahip olan maddeler elenmiş ve yine analize katılan on yedi maddenin
tamamının geçerli olduğunu görülmüştür. Ayrıca Tablo 9, 11 ve 12’de geçen karar verme
süreci faktör analizi sonuçlarının özeti, Döndürülmüş Temel Bileşenler Analizi
tablosunda (Tablo 14) gösterilmiştir.
Tablo 13. KMO and Bartlett Testi
Kaiser-Meyer-Olkin Örneklem Uygunluğu Ölçümü
(Measure of Sampling Adequacy) (KMO).
Bartlett Bütünlük Testi (Test of Sphericity)
.74
Chi-Square
df
anlamlılık
1262.42
136.00
.00
Tablo 14: Tablo 9-11-12’de Geçen Karar Verme Faktör Analizi Sonuçlarının Özeti
(Döndürülmüş Temel Bileşenler Analizi)
Madde
Faktör
Faktör 1 yük
Döndürme sonrası yük değeri
no
ortak
değeri
Faktör
Faktör Faktör Faktör Faktör
varyansı
bileşenler
1
2
3
4
5
matriksi
1
-.29
-.17
.02
.18
.02
.90
.87
2
.74
.30
-.03
.81
.11
-.04
-.26
3
.79
-.29
-.02
.08
.85
-.03
.24
4
.79
-.48
-.06
-.50
.65
-.26
-.22
5
.53
-.12
.01
.01
.06
-.72
.09
6
.60
.43
.56
-.22
-.34
-.32
.13
7
.81
.72
.81
.00
-.16
-.25
-.24
8
.76
.82
.81
.14
-.12
.15
-.20
9
11
.74
.64
.57
.75
.62
.68
.07
.36
.20
.02
.27
.17
-.48
-.14
12
13
.61
.74
.65
.85
.74
.69
.05
.33
-.03
-.32
.19
.23
.17
-.04
14
15
.79
.58
.87
.27
.78
.18
.37
.08
-.19
.01
-.04
.73
-.08
.09
16
17
.74
.74
.66
.70
.39
.45
.70
.68
-.20
-.19
.08
.09
.21
.20
19
.64
-.60
-.40
-.16
.67
.09
.02
Herhangi bir anket maddelerine ilişkin uygulanan faktör analizinde, anketin
uygunluğu sınama açısından uygulanan Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) Örnek Oluşturma
Uygunluğu Ölçümü (KMO) değerinin .50’den düşük olmaması gerekir. KMO değeri 1’e
yaklaştıkça anketin ölçme uygunluğunun o düzeyde arttığı kabul edilir (SPSS, 1993: 5253). Bu çalışmada karar verme sürecine ilişkin olarak eğitimcilere uygulanan 17 soruluk
anketin KMO değeri .74 (Tablo 13) olarak bulunmuştur. Bu durum anket uygunluğunun
iyi durumda olduğunu göstermektedir. Diğer yandan, Barlett’in bütünlük testi, 1262,42 ve
193
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
anlamlılık düzeyi .00 bulunmuştur. Bu durum, anket maddelerinin ortak faktörler altında
toplandığını göstermektedir. Anketin iç tutarlılığı ise Cronbach Alpha= .64 olarak
belirlenmiştir. Ulaşılan bu değerler, yapılan anketin geçerli ve güvenilir olduğunu ortaya
koymaktadır.
Tablo 15 :Karar Vermeye İlişkin Görüşlerin Geçerlik Ve Güvenirliği Test Edilen Maddelerin Analiz
Sonuçları
Maddeler
Faktör
yükleri
1 Okul toplantılarında gündemi müdürün kendisi belirler.
.90
2 Müdür, okul toplantılarında gündemi öğretmenlerle birlikte oluşturur.
.81
3 Okul toplantıları sonucunda kararları müdürün kendisi verir.
.85
4 Öğretmenler toplantılara katılmak istemezler.*
.65
5 Okul toplantıları belirlenen ihtiyaç üzerine yapılır.
-.72
6 Belirli aralıklarla okul toplantıları düzenli olarak yapılır.
.56
7 Okul yönetiminde ortak karar verme kültürü oluşmuştur.
.81
8 Müdür karar verme aşamasında sorun çözme yöntemini iyi kullanır.
.81
9 Alınan kararlara herkesin uyması sağlanır.
.62
11 Müdür ve öğretmenler herhangi bir konuda karar veremiyorlarsa uzman
.68
görüşüne başvurulur.
12 Önemli kararlar alınmadan önce, öğretmenler konu hakkında
.74
bilgilendirilerek, düşünmeleri sağlanır.
13 Müdür, öğretmenlerle işbirliği içinde, kararların uygulanmasında
.69
çıkabilecek engelleri ortadan kaldırmaya çalışır.
14 Alınan kararlarda hem kurumun hem kişilerin yararı gözetilir.
.78
15 Karar verme işini müdür öğretmenlere bırakır.
.73
16 Kararlar esnek olup öğretmenlerin mesleki gelişimi açısından gerek
.70
duyulursa değiştirilir.
17 Kararlarda başarılı eğitim kurumlarındaki iyi uygulama örnekleri dikkate
.68
alınır.
19 Müdür her konuda kendisinin verdiği kararın en iyisi olduğunu düşünür.
.67
Sonuç
Bu çalışma ile yöneticilerin, insan kaynakları yönetimi çerçevesinde, öğretmenlerin
mesleki gelişimlerine yönelik, karar verme sürecindeki etkililiklerine ilişkin olarak
eğitimci görüşlerinin alınmasına yönelik bir ölçek geliştirilmiştir. Ölçek önce
alanyazındaki bilgilere, diğer yandan öğretmen ve yöneticilerle yapılan sözlü görüşmelere
dayalı olarak 40 madde olarak hazırlanmış, ancak uzman görüşlerine sunularak elenmiş
ve son olarak 20 maddeye indirilmiştir. 20 maddelik ölçek rastgele yöntemle seçilen 5
okula uygulanmış ve bu okullardaki 132 öğretmenin anket maddelerini yanıtlaması
sağlanmıştır. Elde edilen veriler faktör analizine tabi tutulmuştur. Faktör yük değerinin,
.45 ya da daha yüksek olması seçim için iyi bir ölçüttür. Ancak uygulamada az sayıda
madde için bu sınır değerin, .30’a kadar indirilebileceği belirtilmektedir (Büyüköztürk,
194
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
2002:118). Bu çalışmada, maddelerin faktör yük değerleri .53 ile .87 arasında
değişmektedir.
Yapılan faktör analizi sonucu 20 maddenin faktör analizine tabi tutulması sonucu 3
maddenin elendiği görülmüştür. Elde edilen maddeler faktör yük değerleriyle birlikte
tabloda sunulmuştur (Tablo 15). 17 maddenin tümüne ilişkin olarak, Bartlett Bütünlük
Testi .00 anlamlılık düzeyi ile 1262.42; KMO (Kaiser-Meyer-Olkin) sınaması sonucu .74;
yapılan anketin iç tutarlığı olarak Cronbach Alpha değeri .64 bulunmuştur. Bu değerlere
ilişkin olarak, .50 ve üzerindeki değerler kabul edilebilir olduğundan; ve ölçeğin değeri
1’e yaklaştıkça, kabul edilebilirlik düzeyi arttığından (SPSS: 1993: 53), ulaşılan bu
sonuçlar, geliştirilen ölçeğin geçerlik ve güvenirliğinin bulunduğunu ortaya koymaktadır.
KAYNAKÇA
Aydın, M., (1994), Eğitim Yönetimi. Ankara: Hatipoğlu Yayınları
Balcı, A., (1995), Sosyal Bilimlerde Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi.
Büyüköztürk, Ş., (2002), Sosyal Bilimler İçin Veri Analiz El Kitabı. Ankara: Pegem
Yayıncılık.
Cooke, S. and Slack, N., (1991), Making Management Decisions, London: Prentice Hall
International Ltd.
Dean Jr. J.W. and Sharfman, M.P. (1996), “Does decision process matter? A study of
strategic decision-making effectiveness.” Academy of Management Journal, 39:2, pp.368-396.
Estler, S.E., (1988), “Decision making”, Handbook of Research on Educational
Administration. New York: Longman.
Gurses,
G.,
(2003),
“Yönetimde
iyi
bir
kararın
nitelikleri”
Kolayweb.
http://ggurses.kolayweb.com
Gürsel, M., (1997), Okul Yönetimi. Konya: Mikro Basım-Yayım-Dağıtım.
Karasar, N., (1995), Bilimsel Araştırma Yöntemi, Kavramlar, İlkeler.
Ankara: 3A
Araştırma Eğitim Danışmanlık
Kaya, Y.K., (1996), Eğitim Yönetimi. Ankara: Bilim Yayınları.
Kline, P., (1994), An Easy Guide to Factor Analysis. London: Routledge Inc.
Owens, R.G., (2001), Organizational Behavior in Education-Instructional Leadership and
School Reform. London: Allyn and Bacon.
SPSS (1993), SPSS For Windows Profesisonal Statistics, Release 6.0. Chicago: Marketing
Department.
Ubben, G.C., et al. (2001), The Principal-Creative Leadership for Effective Schools
London, Allyn and Bacon.
195
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Uludüz. S., (20003), “Yönetimde Karar Verme Ve Problem Çözme”, http://www.
webuzman.com/turkce/toplamkalite/toplamkalite5.htm
EK-1
(OKUL MÜDÜRLERİNİN KARAR VERMEDEKİ ETKİLİLİKLERİNE
İLİŞKİN GELİŞTİRİLECEK ÖLÇEĞE YÖNELİK OLARAK, UYGULANAN
ANKET)
İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ ÇERÇEVESİNDE, OKUL MÜDÜRLERİNİN
KARAR VERMEDEKİ ETKİLİLİKLERİ
ANKET
Sayın meslektaşım,
Bilginin, kişilerin ve toplumların gelişmesinde anahtar rol oynadığı çağımızda, dikkatler,
bilgiyi temin eden, kullanan ve üreten insana çevrilmiş bulunmaktadır. Toplumlar ve örgütler,
insan kaynağından en etkili şekilde yararlanabilmek amacıyla, kişilerin bilgi ve becerisini
geliştirmek, yaratıcılığını teşvik etmek için, etkili eğitimleri gerçekleştirmenin yollarını
aramaktadırlar. Özellikle gelişmiş ülkelerde etkili eğitimi gerçekleştirecek olan ‘eğitimcilerin
eğitimi’ son derecede önemli görülmekte ve büyük yatırımlarla reform niteliğinde çalışmalar içine
girildiği görülmektedir.
Bu araştırma, insan kaynakları yönetimi çerçevesinde, okul müdürlerinin karar verme
sürecindeki etkililiklerini belirlemek amacıylam gerçekleştirilecektir. Aşağıda verilen anket bu
amaçla geliştirilmiş olup, anket maddelerine vereceğiniz içtenlikli yanıtlar bu araştırmaya ışık
tutacaktır.
Anket üzerine isim yazmaya gerek yoktur ve anket maddelerine verilen yanıtlar amacı
dışında başka herhangi bir yerde kullanılmayacaktır. Çok değerli ilgi ve katkılarınız için teşekkür
ederim.
Saygılarımla.
Yrd.Doç.Dr. Fatma ÖZMEN
Fırat Üniversitesi
Bölüm I
Aşağıda belirtilen seçeneklerden size uygun olanını ekteki cevap anahtarına işaretleyerek
belirtiniz, lütfen.
Unvanınız:
A)Öğretmen
B)Müdür Yardımcısı
C)Müdür
Bölüm I I
Bu bölümde İnsan kaynaklarının okulda geliştirilmesine ilişkin olarak, karar verme
sürecine ilişkin görüşler yer almaktadır. Bu bölümdeki görüşlere A)Tamamen Katılıyorum,
196
İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde…
B)Katılıyorum, C)Kararsızım, D)Katılmıyorum, E)Hiç katılmıyorum
seçeneklerinden bir
tanesini ekteki cevap anahtarına işaretleyerek belirtiniz, lütfen.
1.Okul toplantılarında gündemi müdürün kendisi belirler.
2.Müdür, okul toplantılarında gündemi öğretmenlerle birlikte oluşturur.
3.Okul toplantıları sonucunda kararları müdürün kendisi verir.
4.Öğretmenler toplantılara katılmak istemezler.*
5.Okul toplantıları belirlenen ihtiyaç üzerine yapılır.
6.Belirli aralıklarla okul toplantıları düzenli olarak yapılır.
7.Okul yönetiminde ortak karar verme kültürü oluşmuştur.
8.Müdür karar verme aşamasında sorun çözme yöntemini iyi kullanır.
9.Alınan kararlara herkesin uyması sağlanır.
10. Toplantılarda alınan kararlarda sadece birkaç kişinin görüşü dikkate alınır.
11. Müdür ve öğretmenler herhangi bir konuda karar veremiyorlarsa uzman görüşüne
başvurulur.
12. Önemli kararlar alınmadan önce, öğretmenler konu hakkında bilgilendirilerek,
düşünmeleri sağlanır.
13. Müdür, öğretmenlerle işbirliği içinde, kararların uygulanmasında çıkabilecek engelleri
ortadan kaldırmaya çalışır.
14. Alınan kararlarda hem kurumun hem kişilerin yararı gözetilir.
15. Karar verme işini müdür öğretmenlere bırakır.
16. Kararlar esnek olup öğretmenlerin mesleki gelişimi açısından gerek duyulursa
değiştirilir.
17. Kararlarda başarılı eğitim kurumlarındaki iyi uygulama örnekleri dikkate alınır.
18. Kararlar araştırma, inceleme ve tartışma sonucunda verilir.
19. Müdür her konuda kendisinin verdiği kararın en iyisi olduğunu düşünür.
20. Müdür, alınan kararların öğretmenlerin sorunlarına çözüm getirmesine çalışır.
* olumsuz cümle
EK-II
FAKTÖR ANALİZİ SONUCUNDA, OKUL YÖNETİCİLERİNİN, KARAR
VERME SÜRECİNDEKİ ETKİLİLİKLERİNE İLİŞKİN GELİŞTİRİLEN ÖLÇEK
1 Okul toplantılarında gündemi müdürün kendisi belirler.
2 Müdür, okul toplantılarında gündemi öğretmenlerle birlikte oluşturur.
3 Okul toplantıları sonucunda kararları müdürün kendisi verir.
4 Öğretmenler toplantılara katılmak istemezler.*
5 Okul toplantıları belirlenen ihtiyaç üzerine yapılır.
6 Belirli aralıklarla okul toplantıları düzenli olarak yapılır.
7 Okul yönetiminde ortak karar verme kültürü oluşmuştur.
197
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
8 Müdür karar verme aşamasında sorun çözme yöntemini iyi kullanır.
9 Alınan kararlara herkesin uyması sağlanır.
11 Müdür ve öğretmenler herhangi bir konuda karar veremiyorlarsa uzman görüşüne
başvurulur.
12 Önemli kararlar alınmadan önce, öğretmenler konu hakkında bilgilendirilerek,
düşünmeleri sağlanır.
13 Müdür, öğretmenlerle işbirliği içinde, kararların uygulanmasında çıkabilecek engelleri
ortadan kaldırmaya çalışır.
14 Alınan kararlarda hem kurumun hem kişilerin yararı gözetilir.
15 Karar verme işini müdür öğretmenlere bırakır.
16 Kararlar esnek olup öğretmenlerin mesleki gelişimi açısından gerek duyulursa
değiştirilir.
17 Kararlarda başarılı eğitim kurumlarındaki iyi uygulama örnekleri dikkate alınır.
19 Müdür her konuda kendisinin verdiği kararın en iyisi olduğunu düşünür.
*Olumsuz madde
198
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 199-207, ELAZIĞ-2005
EĞİTİM DENETÇİLERİNİN KÜLTÜREL DEĞERLERİ
Cultural Values of Educational Inspectors
Ramazan ERDEM
Fırat Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri
MYO. [email protected]
İbrahim KOCABAŞ
Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi, Eğitim
Bilimleri Bölümü. [email protected]
ÖZET
Bu araştırmada, Wasti tarafından Türk örneklemine uyarlanmış araştırma modelinin bir
parçası olan kültürel değerler taraması eğitim denetçileri üzerinde araştırılmıştır. Tarama 7’li
Likert tiplemesi ile ölçülen ve eğitim denetçilerinin toplumsal olayla ilgili, başkalarına itimat
eden, kadere inanmayan, yalnız olmayı tercih eden vb. konularda meslektaşlarına ilişkin
algılamalarını içeren 35 ifadeden oluşmaktadır. Araştırma Türkiye’nin farklı illerinde görev yapan
121 eğitim denetçisini kapsamaktadır. Sistem içinde önemli bir yeri bulunan eğitim denetçilerinin
kültürel algılamaları, eğitim sistemine ilişkin yöntem ve modellerin uygulanabilirliği konusunda
ipuçları vermesi açısından önemlidir. Araştırma sonucunda, eğitim denetçilerinin rüşvete karşı,
kanuna uyan, üstlerine itaatkâr, insanlar arasında sınıf farkı kabul etmeyen, güçlü sorumluluk
duygusu olan özellikleri öne çıkmaktadır. Bunun yanında denetçiler kibirli, bencil, başkalarına
itimat etmeyen, kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan özelliklerine de vurgu yapmışlardır.
Anahtar Kelimeler: Türk kültürü, örgütsel kültür, eğitim yönetimi.
ABSTRACT
In this study, the cultural survey that was administrated by Wasti on Turkish samples was
employed on educational supervisors. The survey consists of 35 items with 7-point Likert type and
includes cultural perceptions of supervisors about their colleagues like interested in community
affairs, have trust in others, do not believe in fate, prefer to be on their own etc. The sample
consisted of 121 supervisors who work in different cities in Turkey. Cultural perceptions of
supervisors who have an important place in education system are considerable in the point of
giving a clue about applicability of methods and techniques that are related to educational system.
According to the results of the study, the educational supervisors appear to be not open to bribery,
law abiding, obedient to their seniors, do not believe in class difference, have a strong sense of
responsibility. However, the results emphasized that supervisors have some cultural perceptions
include arrogant, selfish, do not trust others, prefer to impose their opinion on others.
Key Words: Turkish culture, organizational culture, educational administration.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. Giriş
Gelişen teknoloji, dünya toplumları arasındaki enformasyon akışını hızlandırmıştır.
Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerle aralarındaki bu farkı kapatabilmek için bir çok
teori ve yöntemi başka ülkelerden alarak uygulamaya çalışmaktadır. Tüm alanlarda
olduğu gibi eğitime ilişkin bir çok yöntem ve uygulamanın başka ülkelerden model olarak
alınması mümkündür.
Yönetimde sistem ve durumsallık yaklaşımları; sistemlerin çevreden bağımsız
olarak düşünülemeyeceğini, “en iyi” yönetim ve örgütlenme biçiminin şartlara göre
değişeceğine vurgu yapmaktadırlar. Son yıllarda toplumsal kültürün çevre şartları
içindeki yeri ve önemi ile içinde bulunduğu sistemler üzerindeki etkisi konusunda yapılan
araştırmalarda bir artış görünmektedir. Hofstede’nin 42 ülkeyi kapsayan araştırması ve
ülkelerarası farklılıkları belirlemede kullandığı dört boyutu (güç mesafesi, belirsizlikten
kaçınma, bireycilik/kolektivizm ve erkek kültür/dişi kültür) bu alanda en çok bilinen
çalışmadır (Hofstede, 2001). Bu araştırma ve benzer çalışmalarda ulaşılan genel sonuç;
kültürel değerlerin yönetim ve organizasyon anlayışları üzerinde etkili olduğu, belli bir
kültürel ortamda üretilen bir teori veya yöntemin başka bir kültürel ortamda belli bir
kritiğe tabi tutulmadan uygulanmasının başarılı sonuçlar vermeyeceğidir. Bu bağlamda
teori, yöntem ve uygulamaların başka ülkelerden model olarak alınıp uygulanması
sürecinde hangi kültürel özelliklere göre kritik edileceği de önem taşımaktadır.
Eğitim, insana dair tüm uygulamaların temel boyutunu oluşturmaktadır. Eğitim
sisteminin işleyişi de bir ülke içindeki tüm sosyal sistemleri etkilemektedir. Bütün
alanlarda yapılan başarılı ya da başarısız uygulamaların temelinde eğitim sisteminin etkili
ve verimli çalışması yatmaktadır. Eğitim denetçilerinin sistem içerisinde önemli rolleri
bulunmaktadır. Eğitim yönetimi içindeki denetim fonksiyonunun yerine getirilmesinde ve
eğitim kurumlarının yönetimlerine, işleyişine ve iç süreçlerine yön verilmesinde eğitim
denetçilerinin belirleyici etkileri bulunmaktadır. Bu nedenle denetçilerin sahip oldukları
kültürel değerler eğitim yönetimindeki sorunların ele alınış biçimleri açısından ipuçları
verebilir.
Kültür çalışmaların temelini, genel olarak bir toplumda veya ulusal düzeyde
insanların davranış modelleri, toplumsal kurallar, törenler, değerler ve inançlar üzerinde
odaklanan antropolojide bulmaktadır (Cheong, 2000:209). Kültür kelimesi genellikle bir
toplum veya ulus için ya da bir ülke içindeki alt toplumsal gruplar, etnik gruplar ve
bölgesel gruplar için kullanılmaktadır. Temelde bu kelime bir örgüt, meslek, yaş grubu,
cinsiyet veya aile gibi herhangi bir insan topluluğu ya da sınıfı için de düşünülebilir
(Hofstede, 2001). “Kültür” olgusu, çeşitli disiplinler tarafından incelenmiş olup,
200
Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri
günümüze kadar ikiyüze yakın biçimde tanımlanmıştır. Bu tanımlar arasında, disiplinler
arası çalışmalarda sıklıkla başvurulan Kluckhohn’un (1951) tanımıdır: “İnsan gruplarının
özgün yapılarını ortaya koyan, yaratılan ve aktarılan sembollerle ifade edilen düşünce,
duygu ve davranış biçimleridir; kültürün temelini geleneksel görüşler (tarihsel süreçte
oluşmuş ve seçilmiş) ve özellikle onlara atfedilen değerler oluşturmaktadır” (Aycan ve
Kanungo, 2000: 28).
Toplumsal kültür için farklı tanımlar vardır. En fazla kabul gören kültür
tanımlamalarından biri, kültürün anlamlı bir topluluk oluşturan gruptan doğan ve kendi
arasında da birbirleriyle ilintili olan inanç sistemleri, kurallar, adetler ve değerler yumağı
olduğudur (Schein, 1997). Örgüt teorilerine önemli katkı sağlayan kültür kavramı, klasik
yönetim anlayışındaki “en iyi tek yol” paradigmasına alternatif yeni bir bakış açısı
getirmesi ve evrensel olan (etik) ile kültüre özgü olan (emik) arasında birbirleriyle
beslenen bir düşünce ve uygulama alanı geliştirmesi açısından pek çok araştırmaya konu
olmuştur (Bozkurt, 2000: 120). Karşılaştırmalı araştırmalar, öğrenilmiş davranış ve değer
sistemlerinin toplumdan topluma nasıl değiştiğini göstermektedir. Bu sistemlerin her biri,
kendilerine uyum sağlayacak insanları başarıyla eğiten kültür biçimleridir. Simgelerde
içerilmiş ve paylaşılan bir anlam sistemi olarak kültür, insanlara gerek duydukları
kategori ve modeller sağlar. Bu kategori ve modellerin yardımıyla da insanlar, toplumsalekonomik yaşamın karmaşası içinde yollarını bulmaya çalışırlar (Sargut, 2001: 92-93).
Sonuçta kültürel farklılaşmalar, örgütsel ve yönetsel davranışları etkileyecektir.
Eğer çalışan insan yerel kültürün etkisi altındaysa, evrensel olduğu ileri sürülen örgüt ve
yönetim kuramları altında nasıl bir performans ortaya koyacağı düşünülmesi gereken bir
olgudur. Başka bir kültürün insanını verimli yapan, onu çalışmaya özendiren yöntem ve
ilkelerin, farklı bir kültürde aynı etkiyi gösterip gösteremeyeceği tartışılması gereken bir
konudur (Sargut, 2001:21-22).
Geleneksel değerlerin üzerine batı teknolojisi, kurum ve yaklaşımlarının
benimsendiği Türkiye’nin, doğu ve batının bir karışımını temsil ettiğini söylemek
mümkündür (Kozan ve İlter, 1994). 1920’li yıllarda başlayan modernleşme ve dışa açılma
süreci, 1980’li yıllarda üretim ve bankacılık sektörlerinin dış pazarlara açılmasıyla ivme
kazanmıştır. Özellikle dış yatırımların artmasıyla kurumlar batılı yönetim yaklaşımlarını
da benimsemeye başlamışlardır. Ancak, çıkış noktaları batı olan bu yaklaşım ve
modellerin, baskın kültürel değerlerle ne derece uyumlu oldukları çok fazla
araştırılmamıştır (Sümer, 2000: 82). Türk çalışanları bireysel emeklerinin
değerlendirildiği, işlerinde bağımsız oldukları bireyci örgüt kültürlerinden ziyade
çalışanların korunup, gözetildiği, aile ortamına benzer örgüt kültürlerini tercih
201
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
etmektedirler (Wasti, 2000:217). Eğitim denetçilerinin de “bir grup içinde olmayı tercih
etme” ifadesinden yüksek puan aldıkları görülmüştür.
Araştırmalarda artık sorulması gereken soru, kültürün örgütler üzerinde etkisi olup
olmadığı değil, bu etkinin nasıl, ne yönde ve ne kadar olduğudur. Araştırmalar, bu
soruları yanıtlamak üzere geliştirilecek kavramsal modeller çerçevesinde gerçekleşmelidir
(Aycan ve Kanungo, 2000: 25).
Öncelikle kabul etmek gerekir ki, yönetim bilimleri alanında kuram ya da model
geliştirmede, ülkemiz akademisyenleri olarak dünya genelinde önemli bir ağırlığımızın
bulunduğunu ifade edebilmek güçtür. Bu yüzden, kaçınılmaz olarak, ülkemiz dışında,
özellikle Kuzey Amerika üniversitelerindeki araştırmacılarca geliştirilen kuram ya da
modellerden yararlanmak zorundayız. Bununla birlikte, bu kuram ya da modelleri
ülkemizde tanıtırken ya da uygularken, bunların ülkemiz kültürel ortamında ne derece
geçerli olabileceğinin ya da hangi açılardan farklılaşabileceğinin bilinmesinin gereklilik
arz edebileceği görülmektedir (Danışman, 2000).
2. Yöntem
Eğitim örgütleri, insan davranışlarının son derece önemli rol oynadığı kurumlardır.
Gerek çalışanlar gerekse öğrencilerin kültürel özellikleri eğitim sisteminin yönetim
yapısına, insan ilişkilerine, hizmet anlayışına ve örgütsel iç süreçlere etki etmektedir. Bir
eğitim sistemi için en uygun yönetim ve organizasyon yapısı ancak içinde bulunduğu
toplumun kültürel faktörleri ile uyumlaştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu çalışmanın
temel amacını, eğitim denetçilerinin kültürel değerlerini belirlemek oluşturmaktadır.
Araştırmanın evrenini, 2002 yılında Yalova Hizmet İçi Eğitim Merkezinde bir araya
gelen eğitim denetçileri oluşturmaktadır (121 kişi). Araştırma için ayrıca örneklem
seçilmemiş, toplantıya katılan tüm eğitim denetçilerine anket uygulanmıştır.
Veriler, Kültürel Değerler Taraması soru kağıdıyla elde edilmiştir. Soru kağıdı,
Tayeb tarafından İngiltere ve Hindistan örneklemine uygulanmak üzere geliştirilmiş,
Wasti tarafından da Türkçe’ye çevrilerek Türk örneklemi üzerinde çalışılmıştır. Soru
kağıdı grup yönelimi, hukuk ve otoriteye karşı tutumlar, kadercilik, riskten ve
belirsizlikten kaçınma, sosyal ayırımcılık, bağımsızlık, kişiler arası güven vb. kültürel
değerlerle ilgili 35 ifadeden oluşmaktadır (Wasti, 1994). Eğitim denetçileri, anketteki her
bir ifadeye ne ölçüde katılıp katılmadıklarını 7’li Likert tiplemesi ile cevaplamışlardır.
Araştırmada, anketteki her bir sorudan alınan puanların aritmetik ortalamaları
hesaplanmış ve değerlendirmeler bu ortalamalara göre yapılmıştır. Kültürel değerler soru
202
Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri
kağıtları 2002 yılı Şubat ayında hizmet içi eğitim toplantısı sonunda eğitim denetçilerine
uygulanmıştır.
3. Bulgular
3.1. Eğitim Denetçilerine İlişkin Bulgular
Araştırma kapsamındaki eğitim denetçileri 121 kişiden oluşmaktadır. Denetçilerin
103’ü erkek (% 85,1), 18’i kadındır (% 14,9). Yaş ortalaması 35 olan denetçilerin 102’si
(% 84,3) evlidir. Büyüme çağlarında denetçilerin %26,4’ü (32 kişi) köyde, % 37,2’si, (45
kişi) ilçede, % 36,4’ü (44 kişi) il merkezinde bulunmuşlardır.
3.2. Kültürel Değerlere İlişkin Bulgular
Kültürel değerlere ilişkin ifade ve kavramlar, olumludan olumsuza doğru artan bir
derece ile puanlanmıştır (7’li likert ölçeği). Eğitim denetçilerinin genel olarak tüm
kültürel değerlere ilişkin özelliklerden aldıkları puanların ortalaması Tablo 1’de
gösterilmektedir. İki tarafın birbirine zıt iki farklı kültürel değeri ifade ettiği Tablo 1’de;
puanlar 1’e yaklaştıkça soldaki ifadeleri, 7’ye yaklaştıkça ise sağdaki ifadeleri
vurgulamaktadır.
Tablo 1’den de anlaşılacağı üzere, eğitim denetçilerinin, kültürel değerlerden
aldıkları puanlar daha çok ortaya yakın bir noktada yığılma eğilimi göstermektedir.
Buradan hareketle, Türk toplumunun ve dolayısıyla bu toplum içinde çalışan eğitim
denetçilerinin heterojen bir yapıya sahip oldukları söylenebilir.
Eğitim denetçilerinin Tablo 1’in solunda yer alan ifadelerden; toplumsal olaylarla
ilgili, ana-babadan bağımsız, kanuna uyan, üstlerine itaatkar, güçlü sorumluluk duygusu
olan, tedbirli, rüşvete karşı, bağımsız çalışmayı tercih eden, işlerini sonuna kadar götüren
yönleri öne çıkmaktadır.
Tablonun sağında yer alan ifadelerden; kibirli, başkalarına itimat etmeyen, dışa
dönük, bencil, değişikliği kabul eden, kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan, güçlü ve
nüfuzlu insanlardan korkan, kaderci, insanlar arasında sınıf farkı kabul etmeyen ve bir
grup içinde olmayı tercih eden özelliklerden eğitim denetçilerinin yüksek puan aldıkları
görülmektedir. Bunların dışında diğer kültürel ifadeler için eğitim denetçilerinin ortaya
yakın puanlar aldıkları bulunmuştur.
203
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 1. Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değer Puanları
İfadeler
Puan
İfadeler
Toplumsal
2,76
Toplumsal olaylara ilgisiz
Dürüst
3,25
Dürüst olmayan
Mütevazı
4 21
Kibirli
Kanuna harfiyen
3,21
Kanunu çarpıtmaya hazır
Kendine güvenli
3,16
Kendine güvensiz
Başkalarına itimat
4,39
Başkalarına itimat etmeyen
Aksiliklerle başa
3,18
Aksiliklerle başa çıkamayan
Akılcı
3,40
Akılcı olmayan
Ana-babadan
2,53
Ana-babaya bağımlı
İçine kapalı
4,26
Dışa dönük
Saldırgan
3,73
Boyun eğen
Kanuna uyan
2,56
Kanunu ihlal eden
Eşit paylaşan
Üstlerine itaatkâr
204
4,37
2,53
Bencil
Üstlerine itaatsiz
Değişikliğe karşı
4,41
Değişikliği kabul eden
Güvenilir
3,33
Güvenilmez
Duygusal olmayan
3,83
Duygusal
Disiplinli
3,01
Disiplinsiz
Güçlü ve nüfuzlu
2,99
Güçlü ve nüfuzlu insanlara saygı duymayan
Başkalarının
4,19
Kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan
Güçlü sorumluluk
2,98
Hiç sorumluluk duygusu olmayan
Tedbirli
2,45
Risk alan
Güçlü ve nüfuzlu
4,23
Güçlü ve nüfuzlu insanlardan korkan
Kadere inanmayan
4,43
Kaderci
Ne yapacağının
3,24
Ne yapacağının söylenmesinden hoşlanan
Hoşgörülü
3,66
Hoşgörüsüz
Nefsine hakim
3,40
Nefsine hakim olamayan
Dostça
3,32
Dostça olmayan
Rüşvete karşı
2,26
Rüşvete eğilimli
Bağımsız
2,39
Nezaret altında çalışmayı tercih eden
İşlerini sonuna
2,76
Kolayca vazgeçen
Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri
Kendi fikrinden
3,78
Çoğunluğa uymayı tercih eden
İnsanlar arasında
4,65
İnsanlar arasında sınıf farkı kabul
Yeni ve belirsiz
3,08
Yeni ve belirsiz durumlarla başa çıkamayan
Yalnız olmayı
4,50
Bir grup içinde olmayı tercih eden
Türkiye’de kültür varsayımları açısından Türk kültürünü anlama çabasına yönelik
araştırmalar yapılagelmektedir. Yöntem ve araştırma değişkenleri birbirlerinden farklı
olan bu araştırma sonuçlarının genel bir değerlendirmesi Türk kültürüne ilişkin oldukça
açıklayıcı bilgiler sağlamıştır. Bulgular, Türk kültürünün, kimi ilişki alanlarında bireyci
eğilimler göstermekle birlikte, toplulukçu eğilimleri ağır basan, yüksek güç algısına
sahip, erkek egemen toplum yapısını çizmesine rağmen dişi kültür özelliklerinin çeşitli alt
gruplarda baskın olarak gözlendiği bir yapı sergilediğini göstermektedir (Bozkurt,
2000:136).
Bu araştırmada da ortaya çıkan sonuçlar önceki araştırmaları bir çok açıdan
desteklemekle beraber, kollektivist bir toplumun özelliklerini yansıtan ana-babaya
bağımlılık konusunda eğitim denetçilerinin daha bireyci özellik gösterdikleri
görülmektedir. Ancak bu çalışmanın örnekleminin eğitim düzeyi yüksek, belli bir sosyoekonomik seviyeye sahip ve farklı yerlerde çalışan kamu görevlileri olduğu
düşünüldüğünde, ana-babaya fazla bağımlı olmamalarının beklendiği söylenebilir. Yine
kollektivist bir toplumun özelliklerinden olan bir grup içinde olmayı tercih etme
açısından eğitim denetçilerinin yüksek puan aldıkları (4,50), çoğunluğa uymayı tercih
bakımından da yine ortanın üstünde puan aldıkları (3,78), dolayısıyla kollektivist bir
özellik gösterdikleri söylenebilir.
Sargut’a göre, Türkiye’de doğaya karşı kaderci bir yaklaşım vardır. Doğanın
kaçınılmaz güçlerine karşı çıkılamayacağı varsayılır ve teslimiyetçi bir tavır izlenir
(Sargut, 2001: 69). Kadercilik, kişilerin yaptıkları işlerin sonuçlarını ne ölçüde kontrol
edip edemeyeceklerine ilişkin görüşleri yansıtmaktadır. Kadercilik dindarlıkla eş değerde
tutulmaması gereken bir kültürel boyuttur. Kaderci toplumlarda, olacaklar için önceden
plan yapmak veya önlem almak, ileriye yönelik planlar yapmak ve bir şeyi başarmak için
koşulları gereğinden fazla zorlamak gereksiz görülmektedir (Aycan ve Kanungo, 2000:
31). Bu araştırmada eğitim denetçilerinin kaderci özellikleri öne çıkmaktadır.
Bireyler arasındaki güven ilişkisinin ülkeden ülkeye farklılaştığı söylenebilir. Bazı
kültürlerde birbirleriyle ilişkisi olmayan bireyler arasında bile güven duygusu
gelişmişken, diğer kültürlerde bireyler arasındaki güven tanışıklık düzeyine koşut olarak
gelişmektedir (Sargut, 2001: 146). Bu araştırmada eğitim denetçilerinin olumsuz
özellikler çağrıştıran kibirli, başkalarına itimat etmeyen, bencil, kendi fikirlerini kabul
205
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ettirmeye çalışan özellikleri öne çıkmaktadır.
Türkiye’de gerçek anlamda anonim şirket yapılarının oluşturulmasındaki sorunlar
ve sermaye piyasalarına ilişkin gelişmelerin gecikmesi önemli ölçüde düşük güvene ve
toplumsal sermaye yoksulluğuna bağlanabilir (Sargut, 2001: 147). Eğitim denetçilerinin
kibirli, bencil, kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan özellikleri de eğitim sistemi
içerisinde yer alan insanların birbirlerine duyacakları güven ve işbirliği önünde engel
olduğu söylenebilir.
4. Sonuç ve Değerlendirme
Eğitim sisteminin toplumun tüm bireyleri ile ilişkili olması nedeniyle toplumsal
kültürden önemli derecede etkilendiği söylenebilir. Diğer tüm sistemler gibi eğitim
sistemi için de başka ülkelerden birçok anlayış, model ve uygulamanın transfer edilmesi
söz konusudur. Ancak bu transfer sürecinde ülkenin toplumsal kültürel özelliklerine
ilişkin bir kritik yapılmadığı takdirde, etkin bir yönetim ve örgütlenme modeline
ulaşılamayacaktır. Bu bağlamda, başka kültürel ortamlarda ortaya çıkan yöntemlerin
hangi kültürel özelliklere göre değiştirilmesi ya da uyarlanmasının belirlenmesi önem
taşımaktadır.
Eğitim denetçilerinin kültürel değerlerinin ortaya konulduğu bu çalışmada,
denetçilerin “kibirli”, “başkalarına itimat etmeyen”, “bencil”, “kendi fikirlerini kabul
ettirmeye çalışan” gibi ifadelerden yüksek puan almalarının sistemin işlerliğini olumsuz
yönde etkileyeceği düşünülebilir. Sistem içinde çalışanların bu tür özellikleri demokratik
ve katılımcı yönetim, çalışanlar arasında işbirliği ve güven gibi çağdaş yönetim
düşüncelerinin yerleşmesinde bir engel olarak görülebilir. Getirilecek yeni uygulamaların
başarılı olmasında denetçilerin bu kültürel eğilimleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Diğer taraftan denetçilerin “kanuna uyan”, “rüşvete karşı”, “işleri sonuna kadar
götüren”, “insanlar arasında sınıf farkı kabul etmeyen” gibi olumlu özelliklerinin de
bulunduğu ifade edilmelidir.
Bu araştırmada eğitim denetçilerinin kültürel değerleri, Wasti (1994) tarafından
Türkçe’ye çevrilen Kültürel Değerler Taraması soru kağıdı ile Türkiye’nin farklı
illerinden görev yapan 121 kişi üzerinde incelenmiştir. Sonuçlar yorumlanırken
araştırmanın bu sınırlılığı dikkate alınmalıdır. Eğitim sisteminin işleyişi üzerine toplumsal
kültürel faktörlerin etkisini ortaya koymak için daha geniş örneklemler üzerinde, farklı
araştırma modelleri ile çalışılması gerekir.
206
Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri
5. Kaynakça
Aycan, Z. ve Kanungo, R., (2000), “Toplumsal Kültürün Kurumsal Kültür ve İnsan
Kaynakları Uygulamalarına Etkileri”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları
Uygulamaları, (Editör Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları.
Bozkurt, T., (2000), “TKY Uygulamalarını Hızlandıran Kültürel Varsayımlar ile İş Tatmini
ve Örgütsel Bağlılık Arasındaki İlişkiler: Kuramsal Bir Model Çalışması”, Türkiye’de Yönetim,
Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği
Yayınları.
Cheong,C.Y., (2000), “Cultural Factors in Educational Effectiveness: A Frame Work for
Comparative Research”, School Leadership & Management, C: 20 S: 2, 207-225.
Danışman, A., (2000), “Kültürel Ortamın Araştırma Sonuçlarına Etkisi: Kuzey Amerika’da
Geliştirilip Türkiye’de Tekrarlanan Bazı Araştırmalar Üzerine Bir Değerlendirme”, 8. Yönetim ve
Organizasyon Kongresi, Nevşehir.
Hofstede, G., (2001), Culture’s Consequences, London, Sage Publications Ltd.
Kozan, M.K.ve İlter, S.S., (1994), “Third Party Roles Played by Turkish Managers in
Subordinates Conflicts”, Journal of Organizational Behavior, C:15, 453-466.
Sargut, A.S., (2001), Kültürler Arası Farklılaşma ve Yönetim, Ankara, İmge Yayınevi.
Schein, E.H., (1992), Organizational Culture and Leadership, San Francisco, Jossey-Bass.
Sümer, H.C., (2000), “Performans Değerlendirmesine Tarihsel Bir Bakış ve Kültürel Bir
Yaklaşım”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör Z.Aycan),
Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları.
Wasti, S.A., (1994)., The Influence of Cultural Values on Work Related to Attitudes and
Organizational Structure: A Comparative Study., Ankara, Middle East Technical University,
Unpublished Master Thesis, Business Administration.
Wasti, S.A., (2000), “Örgütsel Bağlılığı Belirleyen Evrensel ve kültürel Etmenler: Türk
Kültürüne Bir Bakış”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör
Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları.
207
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
208
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 209-217, ELAZIĞ-2005
KLASMAN VE BÖLGE FUTBOL HAKEMLERİNİN
SOSYO-EKONOMİK DURUMLARI VE SORUNLARI
Social Status and Problems of Classifying and Region Referees
A. Haydar TEKİN*
Yüksel SAVUCU**
Fikret RAMAZANOĞLU***
ÖZET
Bu çalışmanın amacı Edirne bölgesi klasman ve bölge futbol hakemlerinin sosyo-ekonomik
durumlarını ve sorunları belirlemektir. Bu amaçla çalışmaya Edirne bölgesinde bulunan ve faal
olarak hakemlik yapan futbol hakemleri (N=35) çalışmaya dahil edilmiştir.
Çalışmaya katılan hakemlerin sosyo-ekonomik statü ve sorunlarını belirlemek için survey
yöntemi kullanılarak 28 soruluk bir anket uygulanmıştır. Elde dilen veriler SPSS for windows
programında analiz edilmiş ve verilerin “X”, “SS” ve frekans (yüzde) değerleri tespit edilmiştir.
Sonuç olarak; Edirne ilinde hakemlerin çoğunluğu hakemlik yaptıkları branşı daha önceden
yapmış, eğitim düzeyi yüksek ve kendilerini geliştirmede çaba içinde olan insanlar olarak
görülmektedir. Görev yaptıkları yerlerin uygun şartlarda olamamasına ve maç ücretlerinin
yetersizliğine rağmen hakemliği bir iş olarak değil, amatör bir anlayışla yapmaktadırlar.
Anahtar Kelimeler: Futbol, Hakem, Sosyo-ekonomik Statü.
ABSTRACT
The purpose of the study was to determinate the social status and problems of classifying
referees and region referees in Edirne City. Totally 35 classifying referees and region referees in
Edirne City were participiated to the study.
Survey method which a questionnaire including 28 questions was used to determinate the
social status and problems of referees.Data in this study was analysed by using SPSS Program for
Windows and descriptive statistics and frequencies (X and SS).
As a result, it was shown that lots of referees are graduated from university or still student.
In spite of taking the low price for the match and being insufficient fields, they have known their
responsibilities and made their duties with understanding the amateur.
Key Words: Soccer, Referee, Socio-Economic Status.
*
Trakya Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu
Dr. Marmara Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu. [email protected]
***
Yrd.Doç.Dr. Fırat Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu. [email protected]
**
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Giriş
Günümüzde kitleleri arkasından sürükleyen en popüler spor branşı futboldur.
Medyanın da çok alakalı olduğu futbolda, uygulayıcıdan çok seyirci kitlesinin yoğun
olduğu görülmektedir (Zorba, Doğu ve Ziyagil, 2000). Sporun birçok türünde olduğu gibi
futbol da, bedensel ve zihinsel gelişim yanında fizyolojik, motorik özelliklerin gelişimini
sağlayan yüklenmelerin tümünü içermektedir (Özyurt, 1999: 2-3).
Dünya literatürlerinde futbol hakemlerinin fizyolojik, antropometrik ve performans
parametreleri üzerine birçok çalışmalar bulunmaktadır. Onüç uluslararası seviyedeki
futbol hakemi maç analiz sistemi ile uluslararası maçlar da gözlemlenmiş ve aktivite
profilleri incelenmiştir (Castagna ve Dottavio, 2003: 775-80). İtalya seri A maçlarında
görev alan elit futbol hakemleri çeşitli uygunluk testlerine tabi tutulmuş ve performansları
gözlemlenmiştir (Castagna ve Dottavio, 2003: 825-50). Bir başka çalışmada otuzüç üst
klasman futbol hakeminin resmi maçlar boyunca çalşma-oran profilleri ele alınmıştır
(Dottavio ve Castagna, 2001: 167-71). Ülkemizde ise üst klasman Türk futbol
hakemlerinde postür bozukluğu, kas kısalığı (Sarı, Şamil, Zorba ve Ziyagil, 1996) ve
doksan dakika boyunca enerji kaynaklarının kullanılması üzerine incelemeler yapılmıştır
(Kartal, 1992).
Başka bir çalışma da her geçen gün hızlanan ve tempo kazanan ekonomik yönüyle
de bir endüstri halini alan futbol oyununun yönetimi için seçilen futbol hakemlerinin bazı
fiziksel uygunluk parametrelerinin incelenmesi, klasmanlar arası karşılaştırılması ve
hakemlerin vücut kompozisyonu değerleri ile fiziksel performans değerleri arasındaki
ilişkiler incelenmiştir (Kayışoğlu ve Koz , 2003: 199).
Fakat tüm kesimin ilgilendiği futbolun saha içi yönetiminde her zaman büyük
sorunlar ve tartışmalar devamlı var olmaktadır. Hakemlerin aldıkların kararların kesin ve
değişmez olması, hakemlerin saha içinde tek yönetici olmaları, hakemlerinde maç
yönetimlerinin tartışılmasına ve hatta bu yönetimlerin özel hayatları ile ilişkili olabileceği
düşünülmektedir.
Bugün medyada spor programlarında hakem kararları devamlı tartışılmaktadır.
Bazen haftalarca süren bir spor gündemi oluşmaktadır. Bu noktada saha içinde tartışılmaz
yetkilere sahip bu insanların kim oldukları, eğitim düzeylerinin ne olduğu, gelirleri,
sosyal yaşantıları ve sorunları gibi konular çoğu zaman tartışılmamış ve hiçbir zaman
gündeme getirilmemiştir.
Hakemler birçok çirkin ve haksız sözlere veya hareketlere muhatap
olabilmektedirler. Acaba buna neden katlanmaktadırlar? Para veya şöhret için mi? Bunun
210
Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin…
ikisini de sağlayabilen hakeme belki de şimdiye kadar hiç rastlanmamıştır. O halde bunun
cevabı ancak, hakemler bu işi hastalık derecesinde hobi olarak yapmaları verilebilir
(Kozanoğlu, 1990: 74).
Biz bu çalışmamızda Edirne bölgesi klasman ve bölge hakemlerinin bazı
parametreleri, gelirleri, sorunları ve sosyo-ekonomik durumlarını tespit edilmiştir.
Materyal ve Metot
Bu çalışmanın amacı Edirne bölgesinde futbol hakemi olarak görev yapan yaşları
20–55 arasında değişen bölge ve klasman hakemlerin (n=35) sosyo-ekonomik
durumlarını ve hakemlik camiası ile ilgili sorunlarını tespit etmektir.
Survey yöntemi kullanılarak yapılan bu çalışma doğrulturusnda hakemlere yaş,
boy, vücut ağırlığı, sosyal aktivite ve hakemlik camiasının sorunları, bölgedeki rekreatif
aktivite ile ilgili soruları içeren bir anket uygulanmıştır. Hakemler üç dereceli (evet, hayır,
bazen) bir ölçek üzerinde ilgili önermeler hakkında görüşlerini işaretlemişlerdir.
İstatistiksel Analiz: Bölge ve klasman hakemlere uygulanan anketlerden elde
edilen verilere göre sonuçlar, IBM uyumlu kişisel bir bilgisayarda, SPSS for Windows
paket programında aritmetik ortalama (X), standart sapma (SS) ve frekansları (yüzdeleri)
alınmıştır.
Bulgular
Bu çalışmaya Edirne bölgesinde aktif olarak hakemlik yapan klasman ve bölge
hakemleri dahil edilmiştir. Çalışmaya katılan hakemlerin deneklerin yaş ortalaması 30.50
± 10.61 yıl, vücut ağırlıkları 73.57 ± 7.26 kg ve boyları 177.07 ± 6.63 cm olarak
bulunmuştur (Tablo 1).
Tablo 1: Hakemlerin Yaş, Vücut Ağırlığı ve Boy Parametrelerinin Aritmetik Ortalama (X) ve
Standart Sapma (SS) değerleri
Parametreler
N
X
SS
Yaş (yıl)
35
30.50
10.61
Vücut Ağırlığı (kg)
35
73.57
7.26
Boy (cm)
35
177.07
6.63
Edirne bölgesi klasman ve bölge hakemlerinden çalışmaya katılan hakemlerin
(n=14) % 40’si evli, (n=21) % 60’ının bekar oldukları tespit edilmiştir.
Edirne bölgesi hakemlerinin (n=22) % 62.9’sinin üniversite mezunu olduğu,
(N=11) % 31.4’ünün ise lise mezunu olduğu tesbit edilmiştir. Edirne bölgesindeki
hakemlerin eğitim düzeyleri oldukça yüksek olduğu belilenmiştir (Şekil 1.).
211
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Şekil 1: Hakemlerin Eğitim Düzeyleri
24
20
16
12
8
4
0
22
11
1
Ortaokul
1
Lise
Üniversite
Yüksek
Lisans
16
12
13
11
8
7
4
4
0
0
İşçi
Öğrenci
Memur
Öğretmen
Ser. Mes.
Şekil 2: Hakemlerin Meslek Grupları
Bölge ve klasman hakemlerin mesleki durumlarına bakıldığında; öğrenci (N=13) %
37.1, memur (N=11) % 31.4 ve öğretmen (N=7) % 20.0 olarak bulunmuştur. Hakemlerin
çoğunlukla kamu personelinden oluştuğu tespit edilmiştir (Şekil 2).
Tablo 2: Hakemlerin Serbest Zaman Aktiviteleri
Sık
Bazen
Hiçbir Zaman
Etkinlikler
N
N
%
n
%
n
%
Pikniğe Gitmek
32
3
8.6
25
71.4
4
11.4
Disko-Bar’a Gitmek
32
3
8.6
17
48.6
12
34.3
Kitap Okumak
32
6
17.1
23
65.7
3
8.6
Spor Yapmak
35
33
94.3
2
5.7
0
0
Sinemaya Gitmek
33
8
22.9
24
68.6
1
2.9
Balık Tutmak, Avcılık 31
3
8.6
17
48.6
11
31.4
Hakemlerin serbest zaman aktivitelerinde çoğunluğunun sıklıkla spor yaptığı
(N=33) % 94.3 görülmüştür. Yine hakemlerin kısmen pikniğe (N=25) % 71.4, disko-bara
212
Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin…
(N=17) % 48.6, sinemaya (N=24) % 68.6 ve (N=17) gittikleri, avcılıkla % 48.6 uğraştığı
ve kitap okuma (N=23) % 65.7 alışkanlığının olduğu belirlenmiştir. Klasman ve bölge
hakemlerinin serbest zaman aktivitelerini eğitim düzeyleri ile paralel olarak birçok
aktiviteye katıldıkları anlaşılmıştır.
Şekil 3: Hakemlerin Futbol İle İlgili Takip Ettikleri Yayınlar
28
24
27
20
16
12
8
4
3
1
4
0
Hayır
Gazete
Dergi
Diğer
Edirne bölgesi hakemlerinin eğitim düzeyinin yüksek olması, kendilerini futbol
yönünden geliştirme futbol ile ilgili güncel yayınları takip ettikleri görülmektedir.
Eğitim seviyesi yüksek olan bölgesel ve klasman hakemlerin büyük bir kısmı
gazete (N=27) % 77.1, dergi (N=4) % 11.4 takip etmekte ve kendilerini hakemlikte
geliştirmeye çalıştıkları anlaşılmıştır. Bununla birlikte çok azınlıktaki bir kısmın ise
herhangi bir yayını takip etmedikleri belirlenmiştir.
Şekil 4: Hakemlerin Futbol Geçmişleri
28
24
25
20
16
12
3
8
7
4
0
Evet
Hayır
Profesyonel
213
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Edirne klasman ve bölge hakemleri (N=25) % 71.4’ü geçmişte futbol oynamışlar
ve hatta (N=3) % 8.6’sı profosyonel olarak bu işi yaptıklarını belirtmiştir. % 20.0’ının ise
geçmişte futbol oynamadığı anlaşılmıştır.
Tablo 3: Hakemlerin Temel Sorunları ve Genel Düşünceleri
Sorular
Evet
Hayır
Bazen
n
%
n
%
n
%
Hakemlik size saygınlık kazandırıyor mu?
28
80
0
0
7
20
Seyirci olarak spor müsabakalarını izlermisiniz?
34
97.1
1
2.9
0
0
Edirnede hakemlik yapmaktan memnunmusunuz?
32
91.4
2
5.7
1
2.9
Hakemlik size ekonomik yönden rahatlık sağladı mı?
6
17.1
25
71.4
4
11.4
Ulusal ve uluslararası müsabakaları izliyormusunuz?
35
100
0
0
0
0
Klasman hakemlerin çalışmaları sizce yeterli mi?
7
20.0
26
74.3
2
5.7
Yön. Kurul. Klasman adayı hakemlere desteği yeterli mi?
18
50.4
12
34.3
5
14.3
Edirne bölgesi hakem sayısı sizce yeterli mi?
25
71.4
10
28.6
0
0
Dernek faaliyetleri ve yönetiminden memnunmusunuz?
20
57.1
5
14.3
10
28.6
Maç ücretlerini yeterli buluyormusunuz?
0
0
35
100
0
0
Maç ücretlerini zamanında alıyormusunuz?
1
2.9
27
77.1
7
20
Maçlara doğru hakemlerin atandığına inanıyormusunuz?
14
40
13
37.1
8
22.9
Maç yönetiminde futbolcular yeterli desteği sağlıyor mu?
4
11.4
13
37.1
18
51.5
Maç yönetiminde yöneticiler yeterli desteği sağlıyor mu?
13
37.1
9
25.7
13
37.1
Hakemlikten sonra gözlemci olmayı düşünürmüsünüz?
27
77.1
5
14.3
3
8.6
Çocuğunuzun hakem olmasını istermisiniz?
23
65.7
9
25.7
3
8.6
Müsabaka sahaları sizce yeterli mi?
0
0
35
100
0
0
Edirne bölgesi klasman ve bölgesel hakemleri, hakemlik işinin kendilerine
saygınlık kazandırdığını (N=27) % 80, hakemler seyirci olarak spor müsabakalarını
izlediklerini (N=34) % 97.1 Edirnede hakemlik yapmaktan memnun olduklarını (N=32)
% 91.4 ve yaptıkları hakemlik işinin kendilerine ekonomik olarak bir rahatlık
sağlamadığını (N=25) % 71.4, hakemlerin tamamının ulusal ya da uluslararası
müsabakaları izledikleri tespit edilmiştir.
Hakemler, klasman hakemlerinin çalışmalarının yeterli olmadığını (N=26) % 74.3,
yönetimin klasman hakemlere yeterli desteği verdiğine inanmakta (N=18) 50%,
Edirnedeki hakem sayısının yeterli olduğuna (N=25) % 71.4, derneklerinin
faaliyetlerinden memnun olduklarını (N=20) % 57.1, bunuların yanında hakemlerin
tamamı maç ücretlerinin yeterli olmadığını (N=35) % 100, maç ücretlerini zamanında
214
Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin…
alamadıklarını (N=27) % 77.1 maçlara doğru hakem atandığını düşünmektedirler.
Hakemler, sporcuların (N=18) % 51.5 ve yöneticilerin maç sırasında yeterli desteği
verdiklerini belirtmişlerdir.
Klasman ve bölgesel hakemler hakemlikten sonra gözlemci olmayı istemekte
(N=27) % 77.1 ve aynı zamanda çocuklarının hakem olmalarını istetediklerini (N=23) %
65.7, bunların yanında hakemler temel sorun olarak müsabaka sahalarının yeterli
olmadığını (N=35) % 100 belirtmişlerdir.
Tartışma
Bulgular değerlendirildiğinde, pek çoğunun bir kurum veya kuruluşta çalışmakta
olduğu, çoğunluğu üniversite mezunu olan hakemlerin serbest zaman aktivitelerini eğitim
düzeyleri ile paralel olarak birçok aktiviteye katılarak geçirdikleri görülmektedir. Eğitim
seviyesi yüksek olan bölgesel ve klasman hakemlerinin büyük bir kısmı gazete ve
dergileri takip etmekte ve kendilerini hakemlikte geliştirmeye çalıştıkları görülmektedir.
Günümüzde sporun ulaşmış olduğu düzey nedeniyle özellikle bazı spor
branşlarında üst düzey sporcular spor ve etkinliklere katılmaktan dolayı çeşitli yollarla
para kazanabilmekte ve sporun bu boyutu bazıları tarafından aktiviteye katılmada motive
edici bir faktör olarak dikkate alınmaktadır (Bakır ve ark., 2000: 68-69). Bununla beraber,
geçmişte futbol oynamış ve hatta profesyonel olarak bu işi yapmış hakemlerin çoğunluğu
hakemlik yapmaktan memnun olduklarını ancak maç ücretlerinin yeterli olmadığını ve
hakemlik işinin kendilerine ekonomik olarak bir rahatlık sağlamadığını vurgulamışlardır.
Neticede hakemlerin, hakemliği amatör bir anlayış içerisinde, hakemlik yaptığı branşı
sevme, daha once o branşla uğraşma gibi nedenlerle bir boş zaman uğraşısı olarak tercih
ettikleri ortaya çıkmaktadır (Karaküçük ve Ermihan, 1996: 58-69).
Yetişkinler tarafından boş zamanları değerlendirme ile bir şeyler ortaya çıkarma,
güç, statü, prestij, ihtiyaç ile ortaya çıkan bir kariyer gelişimi ve sosyallik elde etme isteği
ile (Freysinger, 1987), hakemlerin aynı zamanda hakemlik işinin kendilerine saygınlık
kazandırdığına inanmaları ve çocuklarının da hakem olmalarını istemeleri arasında bir
paralellik göstermektedir.
Spor tesisleri verdikleri hizmetlerin karşılığında maddi kazanç elde etseler bile,
esas itibariyle, insanların spor ihtiyaçlarını karşılamak için kurulurlar. Özellikle sporun
bir kamu hizmeti olarak görüldüğü ülkelerde, devlet tarafından kurulup işletilen spor
işletmelerinde ilk ve asıl amacın sporu kitlelere yaymak suretiyle toplumsal hizmet ve
sosyal fayda yaratmak olması gerekirken (Torkildsen, 1993: 6-7) hakemler maddiyat
dışında kalan temel sorunlardan birinin de etkinliklerin yapıldığı alanlarda müsabaka
sahalarının yeterli olmamasını göstermektedirler.
215
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Nitekim hakemlik bir yaşam biçimidir (Koloğlu, 1996). Hakemlerin yaşadıkları
sıkıntı ve zorluklara rağmen almış oldukları yetersiz ücretlerden dolayı, onların bu görev
ve sorumluluklarını yerine getirmelerinden kaçındıkları düşünülemez bile.
Sonuç olarak, hakemler zor şartlarda görev yapsalar bile, araştırmamızda ortaya
konan bulgulara gore; hakemlik yaptıkları branşı daha önceden yapmış, eğitim düzeyi
yüksek, kendilerini geliştirmede çaba içinde olan ve hakemliği bir iş olarak değil, amatör
bir anlayış içerisinde yapan insanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Bu nedenle, hakemlerin seyirci, sporcu, yönetici ve diğer elemanların tutum ve
davranışlarından alacakları olumlu bir yaklaşımın onların görev bilinçlerini en üst
seviyede tutmalarına yardımcı olacağı unutulmamalıdır.
Kaynaklar
Bakır, M., Serarslan M.Z., Paşaoğlu, A., Sarvan, C., Bayan Voleybolcuların SosyoEkonomik, Kültürel Ve Kişisel Faktörler, s. 68–69, Dönence Basımevi, İstanbul, 2000.
Castagna, C., Abt, G., D'Ottavio, S., Activity profile of international-level soccer referees
during competitive matches, J Strength Cond Res. Mar; 17(4):775-80, Ancona, Italy, 2003.
Castagna, C., Abt, G., D'Ottavio, S., Relation between fitness tests and match performance
in elite Italian soccer referees. J Strength Cond Res. May, 17(4):825-50, Ancona, Italy, 2003.
Dottavio, S., Castagna, C., Analysis of match activities in elite soccer referees during actual
match play. J Strength Cond Res. May; 15(2):167-71, Rome, 2001.
Freysinger V.J., The meaning of Leisure in Middle Adulthood. JOPERD, October, 1987.
Karaküçük S., Ermihan N., Boş zamanları değerlendirme açısından hakemlerin hakemlik
anlayışları üzerine bir araştırma. Bed. Eğt. Spor Bil. Der.I, 2: s. 58-69, 1996.
Kartal, A., Analayses of The Energy Sources Used by Turkish Referees during ninty
minutes Soccer Match, Master’s Theses in METU, Ankara, 1992.
Kayışoğlu N.B., Koz, M., “Ankara Bölgesi Klasman Futbol Hakemlerinin Fiziksel
Performans Ve Somatotip Özelliklerinin İncelenmesi”, 7. Uluslararası Spor Bilimleri Kongresi, s.
199, 27–29 Ekim, Antalya, 2003.
Koloğlu, D., Hakemlere Pratik Bilgiler. Milliyet Yayınları, Mart, İstanbul, 1996.
Kozanoğlu, C., Türkiye de futbol “Bu maçı alıcaz !” 2. Baskı, s. 74, Kıyı Yayınları,
İstanbul, 1990.
Özyurt, Ö., Futbol ve antrenman ilkeleri. s. 2–3, Onlar Matbaacılık, Ankara, 1999.
Sarı, Z., Şamil, E., Doğu, G., Zorba, E., Ziyagil M.A., Üst Klasman Türk Futbol
Hakemlerinin Postür ve Kas Kısalığı Analizi, 1 Futbol Bilim Kongresi, 30- 31 Mayıs, İzmir, 1996.
216
Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin…
Sedat, M., Üst Klasman Hakemkerinin Test Sonuçlarının Analizi, Akdeniz Üniversitesi
BESYO (Yayınlanmamış Çalışma), Antalya, 1995.
Torkildsen, G., Leisure and Recreation Management, s. 6-7, 3rd Ed.,E and FM Spon,
London, 1993.
Zorba, E., Doğu, Gazanfer, Ziyagil, M.A., Uluslar arası ve Klasman Türk Futbol Orta ve
Yan Hakemlerin Fiziksel Uygunluk ve Antropometrik Özelliklerinin Belirlenmesi, Gazi
Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Dergisi, Cilt V, Sayı 1, 2000.
217
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
218
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 219-228, ELAZIĞ-2005
DÖVİZ KURU DIŞ TİCARET İLİŞKİSİ: TÜRKİYE
ÖRNEĞİ
Exchange Rate Foreign Trade Relationship: Case of Turkey
Murat KARAGÖZ
Çetin DOĞAN
İnönü Üniversitesi, İ.İ.B.F., Ekonometri Bölümü.
İnönü Üniversitesi, İ.İ.B.F., İktisat Bölümü.
ÖZET
Bu çalışmada ihracat ve ithalat değişkenlerinin her birinin döviz kuru ile olan ilişkisinin
ekonometrik zaman serileri metodolojisi bağlamında incelenmesi amaçlanmıştır. Ocak 1995Haziran 2004 dönemine ait aylık verilerin kullanıldığı bu çalışmada eş-bütünleşme için önkoşul
olan serilerin durağanlığı araştırılmış ve bunların (d,D)=(1,1) mertebeden durağan olduğu
görülmüştür. Bu durumda sahte regresyon sorunu yaşanmamakla birlikte, özellikle döviz kuru ile
ihracat ve ithalatın her biri ile bire bir ekonometrik bir ilişki kurulamamış, ancak 2001
devalüasyon etkisi anlamlı bulunmuştur.
Anahtar Kelimeler: Döviz Kuru, Dış Ticaret, Eşbütünleşme, Uzun Dönem İlişkisi.
ABSTRACT
The aim of this study is to analyze the relationship of export and import variables with the
exchange rate, using econometric time series methodology. Employing monthly data from January
1995 to June 2004, as a precondition of co-integration, the stationary of series investigated and it is
found that each of the series are integrated of order (d, D)=(1,1). In this case, although there would
not be any spurious regression problem, no econometric relation have been established between
exchange rate and each of export and import variables. Nevertheless, the impact of 2001
devaluation on each of trade variables has been found to be significant.
Key Words: Exchange Rate, Foreign Trade, Cointegration, Long-run Relation.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. Giriş
Devalüasyon genellikle cari işlemler açığını kapatmak için yapılan bir harcama
kaydırıcı politikadır. Devalüasyon ihraç mallarının fiyatını döviz cinsinden düşürürken,
ithal mallarının ulusal para cinsinden fiyatını artırır. Devalüasyonlarla hedeflenen bir
taraftan ihracatı teşvik ederek döviz gelirlerini artırmak, diğer taraftan ithal mallarının
yurt içi talebini kısarak döviz tasarrufu sağlamaktır. Devalüasyonun cari işlemler
dengesini iyileştirici bir sonuç vermesi, Marshall-Lerner koşuluna, em+ex ≥1, bağlıdır. Bu
koşul, arz esnekliklerinin sonsuz olması varsayımı altında, ithal malları yurt içi talep
esnekliği (em) ve ihraç malları yurt dışı talep esneklikleri (ex) toplamının 1’den büyük
olması anlamına gelir. Esnekliklerin toplamı 1’den ne kadar büyük olursa döviz
kurundaki ayarlamaların dış dengeyi sağlamadaki etkisi de o ölçüde büyük olacaktır. Bir
devalüasyonun başarısı, yurt içi fiyatların sabit tutulması, ithal mallarının yabancı
ülkelerdeki fiyatlarının değişmemesi ve tüketici alışkanlıkları gibi faktörlere de bağlıdır.
Bununla birlikte, dış açıklar ulusal ekonomide verim düşüklüğü, üretim yetersizliği,
teknoloji ve yönetimde gerilik gibi yapısal nedenlere bağlı ise devalüasyonun dış ticaret
dengesini sağlamadaki başarısı sınırlı olacaktır (Seyidoğlu,2003). Devalüasyon sonrası,
kısa dönemdeki mutlak esneklik değerleri toplamının 1’den küçük olması J-eğrisi
etkisine1 yol açar. Bu yaklaşıma göre devalüasyonun hemen ardından dış ticaret bilançosu
önce daha da bozulmakta, iyileşme belli bir gecikmeyle ortaya çıkmaktadır. Yukarıda
kısaca özetlenen kuramsal açıklamalar çerçevesinde döviz kurundaki hareketlerin dış
ticaret değişkenleri üzerinde etkili olacağı düşünülmektedir. Nitekim bu beklentileri
doğrulamak amacıyla literatürde birçok çalışma yapılmıştır. Wilson (2001) Singapur,
Kore ve Malezya’nın ABD ve Japonya ile karşılıklı ticareti için reel döviz kuru ve ticaret
dengesi arasındaki ilişkiyi incelemiştir. 1970-1996 dönemine ait 3 aylık verilerin
kullanıldığı bu çalışma sonucunda Kore’nin ABD ile ticareti hariç, reel döviz kurunun
ticaret dengesi üzerinde önemli bir etkisi olmadığı bulunmuştur. Ayrıca Singapur ve
Malezya için J-eğrisi ile ilgili ikna edici bir kanıt bulunamamıştır. Bununla birlikte Kore
için elde edilen verilerin J-eğrisi etkisi ile uyumlu olduğu görülmüştür. Bahmani-Oskooee
ve Alse (1994) 19 gelişmiş ve 22 azgelişmiş ülke için reel döviz kuru ile dış ticaret
dengesi arasındaki uzun dönem ilişkiyi ölçmek için “eşbütünleşme” tekniğini
kullanmışlardır. 1971-1990 arası 3 aylık verilerin kullanıldığı bu çalışmada, 20 ülkeden
sadece altısında ticaret dengesi ve reel döviz kurunun uzun dönemde eşbütünleşik (aynı
1
J-eğrisi etkisi için bakınız H. Seyidoğlu, 2003, s.475-495.
220
Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi...
mertebeden homojen, durağan) olduğu görülmüştür. Pek çok ülkede bu iki değişkenin
eşbütünleşik olmaması, devalüasyonların ticaret dengesi üzerine uzun dönem etkisinin
olmadığını göstermektedir. İki değişken arasında eşbütünleşmenin görüldüğü 6 ülke için
hata düzeltme modeli hesaplanmış ve J-eğrisini destekleyen kanıtlara ulaşılmıştır.
Kulkarni (1996) Mısır ve Gana ülkeleri için J-eğrisi hipotezi ve Marshall-lerner
koşulunu kullanarak devalüasyonun dış ticaret dengesi üzerine etkilerini araştırmıştır. Bu
çalışmada yazar, hipotezini döviz kurunun “sürekli devalüasyonu” şeklinde
genişletmiştir. Her iki ülke için ulaşılan sonuçların teorik varsayımlarla uyum içinde
olduğu görülmüştür. Sukar (1998) “eşbütünleşme” ve hata düzeltme yöntemleri
kullanarak ABD ihracatının reel döviz kuru ve dış gelir (Yf ) düzeyi ile dinamik olarak
nasıl ilişkili olduğunu araştırmıştır. Eşbütünleşme yönteminin sonuçlarına göre ihracat ile
dış gelir (Yf ) arasında doğrudan bir ilişki, ABD’nin ihracatı ile gerçek döviz kuru
arasında ise ters bir ilişki olduğu görülmüştür.
Zengin (2001), yaptığı çalışmada reel döviz kuru hareketleri ile dış ticaret fiyatları
ilişkisini Türkiye örneği için incelemiştir. Bu çalışmada VAR (Vektörel Otoregresyon)
yöntemi kullanılarak bu değişkenler arasında Granger nedenselliği araştırılmıştır. Bu
araştırmanın sonucunda, ihracattan reel döviz kuruna doğru nedensellik bulunamazken,
ithalattan reel döviz kuruna doğru nedensellik tesbit edilmiş, ayrıca döviz kurundan
ithalat veya ihracata doğru nedensellik bulunamamıştır. Sivri ve Usta (2001) tarafından
gerçekleştirilen çalışmada öncelikle serilerin durağanlığı incelenmiş, Reel döviz kuru ile
ihracat serileri sıfır mertebeden durağan çıkarken, ithalat birinci mertebeden durağan
bulunmuştur. Durağan seriler üzerinden yapılan VAR analizinde reel döviz kurundan
ithalat veya ihracata doğru bir nedensellik bulunamamıştır. Gürbüz ve Çekerol (2002) söz
konusu değişkenler arasındaki nedensellik analizini haklı kılacak olan eş bütünleşme
analizine yer vermişlerdir. Ancak yapılan bu analizde değişkenlerin eş bütünleşik
olmadıkları anlaşıldığından, muhtemel regresyon analizlerinin “sahte regresyon” ile
sonuçlanacağı kanısına varılmıştır. Bu çalışmaların ortaya çıkardığı sonuca göre döviz
kuru ile dış ticaret arasında uzun dönemde ekonometrik bir ilişki bulunamamıştır.
Halbuki bu konudaki teori böyle bir ilişkinin varlığını ileri sürmektedir. İleri sürülen bu
ilişkinin doğruluğunu ölçmek için, bu çalışmada, endeksler yerine değişkenlerin orijinal
değerleri üzerinden bir çalışma yürütülmüştür.
2. İncelenen Seriler
Burada ele alınan zaman serileri Merkez Bankası elektronik veri derleme
merkezinden alınmıştır. İlk iki seri DİE kaynaklı aylık ihracat ve ithalat serisi olup dolar
221
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
bazında sabit fiyatlarla uluslararası standart sanayi sınıflamasına göre (ISIC REVIZE 3)
Ocak 1995 ila Haziran 2004 arası dönemi kapsamaktadır. Aynı döneme ilişkin KurlarReel Efektif Döviz Kuru Endeksleri (1995=100) (TCMB) (Aylık) IMF tanımına ve 17
ülkeye göre (Belçika, Almanya, İspanya, Fransa, İsviçre, Hollanda, İtalya, İngiltere,
ABD, Japonya, İsveç, Avusturya, Kanada, Kore, İran, Brezilya, Yunanistan) hesaplanmış
reel efektif kur endeksi (1995=100) serisi olup, yurtiçi ve yurtdışı fiyat endeksi olarak
toptan eşya fiyatları kullanılmıştır. Endeksteki artış TL'nin reel değer kazancını (REDK)
ifade etmektedir. REDK aşağıdaki formül ile hesaplanmaktadır:
⎡ PR ⎤
REDK = ∏ ⎢ i i ⎥
j ≠ i ⎢ Pj R j ⎥
⎣
⎦
wij
Burada Pi, Türkiye için TEFE değeri, Ri, TL’nin dolar bazında değeri, Pj, j
ülkesinin fiyat endeksi, Rj j ülkesi parasının dolar bazında değeri, wij Türkiye için j
ülkesinin ağırlığıdır. Daha fazla açıklama için MB kaynaklarına bakılabilir. Endeksteki
artış TL’nin reel değer artışını, azalış ise reel değer kaybını göstermektedir. Böylece her
üç seri eş zamanlı olup toplam 114 dönemi kapsamaktadır. Seri uzunlukları kullanılan
analiz teknikleri için uygundur.
500
400
300
200
IHME
100
ITME
0
1995
KUR
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
Şekil 1. İhracat, İthalat ve Reel Döviz Kuru Endeksi Serileri 1995-2004.
Grafik incelemesinden ilginç ayrıntılar tesbit edilebilir. 2001 yılına kadar ithalat ile
ihracat serisi arasındaki fark büyük dalgalanma gösterirken bu tarihten sonra fark
azalmaktadır. Adeta iki seri çakışık bir seyir izlemektedir. Burada daha da dikkat çeken
bir husus, ihracat ve ithalat endeksleri arasındaki bu gözleme eşlik edecek mukabil bir
değişim de reel kur endeksi serisinde gözlenmektedir. Yani, 2001 yılı başından itibaren
222
Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi...
dış açıklardaki dalgalanma azalırken reel döviz kurundaki dalgalanma artmaktadır. Reel
döviz kuru serisi 2001 yılına kadar çok düşük bir dalgalanma gösterirken bu tarihten
sonra dalgalanmanın arttığını görmekteyiz. Kurdaki dalgalanmanın artışı ile birlikte
ihracat ithalat paralelliğinin arttığı görülüyor.
3. Durağanlık Analizi
Bir zaman serisi, zaman boyunca sabit ortalama, varyans ve otokovaryans
ölçülerine sahip ise bu seri durağandır. Durağanlığın daha geniş bir tanımı ve durağanlık
türleri için Wei (1990, s.20)’ye bakılabilir.
Bu kesimde İhracat, İthalat ve Reel Döviz Kuru serilerinin tek değişkenli zaman
serileri bağlamında durağanlık analizleri yapılmaktadır. Koentegrasyon (eşbütünleşme)
teorisine göre iktisadi seriler arasında uzun dönem ilişkisinden söz edilebilmesi için
öncelikle bunların aynı mertebeden durağan olması gerekmektedir.
Bunun için bir portmanto test olarak Ljung ve Box tarafından geliştirilen ki-kare
testi (LB) uygulanmıştır. Bu test, Box ve Pierce tarafından geliştirilen ve
K
BP = T ∑ rk2
k =1
ile verilen BP istatistiğine nazaran daha güçlüdür. Yani yanlış olan sıfır hipotezini red
etme olasılığı LB testinde daha yüksektir. Böylece otokorelasyon zayıf ta olsa sıfır
hipotezi red edilmeyecektir. Burada T gözlem sayısı, rk ise k gecikmeli otokorelasyon
değeridir. LB testi, belirli bir K sayısına kadar ardışık gecikmeler arasındaki
otokorelasyonların topluca anlamlılığının test edilmesine dayanmaktadır.
K
LB = T (T + 2) ∑ rk2 /(T − k )
k =1
ile hesaplanan istatistik belirli bir α anlamlılık düzeyi ile verilen χ 2K tablo değerini
aşıyorsa “otokorelasyon yoktur” şeklindeki sıfır hipotezi red edilir (Gujarati 1995, s.718).
Testin gücünü artırmak için uygulamada anlamlılık düzeyi % 10’a kadar çıkarılır.
Tablo 1. Orijinal Serilerin Box-Ljung Durağanlık Testi Sonuçları
Seri
Gecikme
Otokorelasyon
St. Hata
Box-Ljung
p
İHME
24
0,156
0,082
790,770
0,000
İTME
24
-0,005
0,082
378,503
0,000
KUR
24
0,044
0,082
365,139
0,000
Tablo 1’deki verilere göre her üç seri de orijinal gözlemler itibariyle durağan
dışıdır. Bu durağan dışılığın sebebi mevsimsellik trend ve/veya mevsimsellik olabilir. Her
ikisi için çeşitli mertebelerden yıllık ve aylık farklar alınarak aynı testler yapılabilir.
223
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Yapılan denemelerde (d, D) = (1, 1) biçimindeki dönüştürme ile örneklem ACF
(otokorelasyon fonksiyonu) değerlerinin daha önceki durağan dışılık durumunu yansıtan
yavaş azalan seyrini terk ederek önemli ölçüde küçüldüğü gözlenmiştir. Bu
dönüştürmeden sonra kalan yapı, dönüştürülmüş seriye ait örneklem ACF ve PACF
(kısmi otokorelasyon fonksiyonu) değerlerinden gidilerek modellenmiştir. Kararlaştırılan
modellere ait kalıntıların ACF değerleri tekrar durağanlık için incelenmiştir. Sonuçlar
Tablo 2 ile özetlenmiştir.
Tablo 2. Dönüştürülmüş Serilerin Box-Ljung Durağanlık Testi Sonuçları
Seri
(p, d, q)
(P, D, Q)
Gecikme
Box-Ljung
p
İHME
(2, 1, 0)
(0, 1, 0)
24
13,360
0,960
İTME
(2, 1, 0)
(1, 1, 0)
24
32,108
0,124
KUR
(2, 1, 0)
(0, 1, 1)
24
31,908
0,129
Bu sonuçlara göre incelen serilerin her üçü de (d, D) = (1, 1) mertebesinden
durağan olduğu görülmektedir. O halde bu üç seri arasında uzun dönem ilişkisi aranabilir.
4. Uzun Dönem İlişkileri
İhracat, ithalat ve Reel Döviz kuru endeksleri arasındaki uzun dönem ilişkisi,
öncelikle hiçbir kısıtlama olmaksızın her bir değişken 4 gecikmeye kadar modele dahil
edilmek suretiyle denenmiştir. 2001 yılı başlarında gerçekleşen devalüasyon etkisini
ölçmek amacıyla
⎧ 0, t < 72 2001 öncesi
D 2001 = ⎨
⎩1, t ≥ 72 2001 sonrası
biçiminde tanımlanan bir kukla değişken modele katılmıştır. Ayrıca değişkenler arasında
ortaya çıkacak ilişkinin ortak deterministik trend faktöründen kaynaklanmasını önlemek
için her bir regresyona t = 0 , 1, 2 , 3, K , 113 biçiminde verilen trend değişkeni
eklenmiştir. Daha sonra anlamsız değişkenler modelden düşülerek yeniden tahmin
yapılmıştır. Bir defa tüm katsayılar itibariyle anlamlı model elde edildikten sonra
koentegrasyon teorisine göre uzun dönemli ilişkiyi istatistiksel açıdan meşru kılacak olan
kalıntıların durağanlığı incelenmiştir. Buna göre her bir anlamlı regresyon modeli ve
kalıntıların durağanlık testleri aşağıdaki tablo ile verilmiştir.
Tablodaki sonuçlara göre kalıntılar durağan olduğundan ilgili regresyonlarla
verilen uzun dönem ilişkileri geçerlidir. Buna göre verilen uzun dönem ilişkilerinde ilk
göze çarpan hususlar şunlardır.
1) İhracat ve ithalat endeksi serileri ile reel kur endeksi serileri arasında uzun
dönem ilişkisi yoktur. Başka bir deyişle, reel kurlardan bu iki seriye doğru nedensel bire
224
Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi...
bir ilişki kurulamamıştır.
2) 2001 yılı başında meydana gelen devalüasyonu temsil eden D2001(t) kukla
değişkeni hem ihracat hem de ithalat denkleminde anlamlı bulunmuştur.
Tablo 3. Seriler Arası Uzun Dönem İlişkileri
BağımlıDeğişken Bağımsız Değişkenler
IHME(t)
ITME(t)
KUR(t)
D2001(t), IHME(t-1),
IHME(t-2), IHME(t-4)
ITME(t), ITME(t-2),
ITME(t-3)
D2001(t), IHME(t),
IHME(t-3), ITME(t-1)
ITME(t-2)
SABİT, KUR(t-1)
KUR(t-2), IHME(t-3)
Kalıntıların K=24
için BL istatistiği
23,283
BL istatistiği
anlamlılık düzeyi
0,503
34,118
0,083
22,710
0,537
Kur çıpasına dayalı 2000 yılı programının başarısız olması sonucu dövize olan
talep artmış, 23 şubat 2001 tarihinde dolar kuru %38.9’luk bir artışla 1$=685.391 TL’den
1$=957.879 TL’ye yükselmiş ve bu yükseliş devam ederek 2001 yılı sonunda
1$=1.448.212 olarak gerçekleşmiştir. Yapılan bu yüksek oranlı devalüasyon, uluslararası
piyasalardaki rekabet gücümüzü olumlu yönde etkilemiş 2001 yılında ihracatımız bir
önceki yıla göre %12.8’lik bir artışla 31.3 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, 2000’de 54.5
milyar dolar olan ithalat ise 2001’de 41.399’a düşmüştür. 2001 yılında yaşanan TL’nin
eksik değerlenmesiyle birlikte 2000’de 72 olan reel kur 59.73’e, dış açıklar da 26.7
milyar dolardan 10.064’e düşmüştür.
3) Kurlardan dış ticarete doğru nedensel ilişki bulunamamakla birlikte, üçer ay
gecikmeli olarak ihracattaki değişmelerin kur üzerinde etkili olduğu görülmüştür. Reel
kur serisi aynı zamanda kendisinin 1, 2, ve 3 aylık gecikmeli değerlerinden
etkilenmektedir.
4) İhracat ve ithalat denklemlerinde kesme terimleri anlamsız çıkmıştır. Tüm
açıklayıcı değişkenler sıfır düzeyinde iken ihracat ve ithalat endeksleri de sıfır düzeyinde
olacaktır.
5) Kur değişkeni kesme terimi anlamlıdır. Tüm açıklayıcı değişkenler sıfırken reel
kur sıfırdan farklı anlamlı bir sabit değer almaktadır.
6) İthalat serisi eş (aynı) dönemli ve 3 ay gecikmeli ihracat değerlerinden, ayrıca
kendisinin 1 ve 2 ay gecikmeli değerlerinden etkilenmektedir. İhracat serisi ise1, 2 ve 4
ay gecikmeli ihracat değerlerinden ve ayrıca ithalatın eş dönemli, 2 ve 3 gecikmeli
değerlerinden etkilenmektedir. Bu durum Türkiye’de ihracatın büyük oranda ithalata
bağımlı olduğu ve ihracata dayalı büyüme hızlandıkça ithalatın da arttığı şeklinde
yorumlanabilir.
225
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
5. Sonuç ve Değerlendirme
Bu çalışmada reel döviz kuru hareketleri ile dış ticaret değişkenleri arasındaki
ekonometrik ilişki araştırılmıştır. Ortaya çıkacak ilişkilerin “sahte regresyon” ile
sonuçlanmaması için öncelikle her bir serinin durağanlık analizleri yapılmıştır. Bu amaçla
1995 Ocak ayından 2004 Haziran ayına kadar ki dönemi kapsayan 114 adet aylık orijinal
ihracat ve ithalat rakamları incelenmiş daha sonra başlangıç değerleri baz alınarak endeks
rakamlarına çevrilmek suretiyle tekrar incelenmiş ve aynı sonuçlara ulaşılmıştır. Buna
göre, her üç seri de I(d, D) = I(1, 1) biçiminde hem dönemsel hem de mevsimsel olarak
birinci mertebeden bütünleşik olduğu tespit edilmiştir.
Daha sonra yapılan regresyon analizlerinde her bir seri için diğer serilerin aynı
dönem ile dört dönem gecikmeli değerleri analize katılmıştır. Bunların yanı sıra, ortaya
çıkacak ilişkinin, ortak deterministik trendden kaynaklanmaması için trend değişkeni ayrı
bir açıklayıcı olarak her bir modele katılmıştır. Ayrıca 2001 yılı başlarında gerçekleşen
devalüasyon için bir kukla değişken model katılmıştır. Anlamsız çıkan değişkenler
modelden düşülmüş sonuç olarak Tablo 3 ile özetlenen uzun dönem ilişkileri ortaya
çıkmıştır. Buna göre ihracat ve ithalat modellerinde sabit kesme terimleri, trend ve kur
değişkenleri anlamsız bulunmuş, fakat 2001 yılı devalüasyonu anlamlı çıkmıştır. İhracat
ve ithalat değişkenleri kendi ve birbirlerinin gecikmeli değerlerinden etkilenirken aylık
kur değişmelerinden etkilenmemekte, fakat ani ve önemli kur değişikliği olarak
yorumlanabilecek devalüasyondan etkilenmektedirler. İhracat ve ithalat değişkenleri reel
açıklayıcı değişkenlerden bağımsız olarak kendiliğinden bünyesel bir büyümeye işaret
eden trend unsuruna sahip değildirler.
En önemli bulgu ise reel döviz kurundan dış ticaret değişkenlerine doğru nedensel
(uzun dönmeli) bir ilişkinin bulunmayışıdır. Bununla birlikte devalüasyon etkisinin
anlamlı çıkması, kısa dönemde bu ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’de yapılan devalüasyonların etkisi incelendiğinde kısa vadede ihracatı
artırıcı ve dış ticaret dengesini sağlayıcı bir etki yapmakta fakat hemen ardından dış
ticaret açıklarında tekrar bir yükselme görülmektedir. Ayrıca döviz kuru değişmeleri bazı
yıllarda ithalatı ve ihracatı açıklamada yeterli olmamaktadır. Bunun önemli bir nedeni
Türkiye’nin ihracatının geniş ölçüde ithal girdilere bağlı olmasıdır. Bu bağımlılık
nedeniyle yapılan bir devalüasyon sonucu ithal girdi fiyatlarının artması, ithalata bağımlı
ihracat sektörlerini olumsuz etkilemekte ve kurun etkisini yumuşatmaktadır. İhracatı
artırmak amacıyla yapılan bir devalüasyon dış girdi bağımlılığı nedeniyle girdi
226
Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi...
maliyetlerini artırarak üretim maliyetlerini artırmaktadır. Buda bir taraftan maliyet
enflasyonuna neden olurken diğer taraftan üretimi olumsuz etkilemektedir. Döviz kuru ile
ihracat arasında bazı dönemlerde bir ilişki görülememesinin bir diğer nedeni de ihracat
hacminin sadece döviz kurundan değil, onunla birlikte girdi maliyetleri, verimlilik, üretim
kapasitesi, fiyat politikası, dış talep ve uluslararası piyasaların yapısı gibi faktörlerden de
etkilenmesidir. Bu nedenle diğer iktisat politikası araçlarıyla yeterince desteklenmeyen
bir döviz kuru politikası dış ticaret dengesini sağlamada yeterince etkili olmamaktadır.
Burada yapılan analiz bir çoklu regresyon analizidir. Pür zaman serisi analizi
olarak VAR, VARMA, VARMAX gibi vektörel otoregresif hareketli ortalama modelleri
ve ilave açıklayıcı dışsal değişkenli modeller çerçevesinde Granger nedenselliği ve hata
düzeltme modeli araştırılabilir. VAR modelleri dışında, müdahale analizi ile de
devalüasyon etkilerinin anlamlılığı araştırılabilir. Transfer fonksiyonları aracılığı ile kur
dış ticaret ilişkisi daha net bir şekilde ele alınabilir.
Kaynaklar
Bahmani-Oskooee,M. and Alse, J.(1994), “Short-run versus long-run effects of
devaluation: Error-cor”, EasternEconomic Journal, Bloomsburg: Fall , Vol.20.
Çekerol, K. ve Gürbüz, H. (2002), “Reel Döviz Kuru ile dış ticaret haddi ve bileşenleri
arasındaki uzun dönem ilişki” Afyon Kocatepe Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi
C.IV,S.2, Aralık.
DTM. Dış Ticaret Bülteni Ocak-Mart 2004. Dış Ticaret Müsteşarlığı Yayınları.
Gujarati, D.N. (1995), Basic Econometreics, Third Edition, McGraw-Hill, Inc. New York.
Haris, R. and R. Sollis (2003), Applied Time Series Modelling and Forecasting, John Wiley
and Sons Ltd., New York.
Kulkarni,K. G.(1996), “The J-curve Hypothesis and currency devaluation: Cases of Egypt
and Ghana”, Journal of Applied Business Research, Laramie,Spring , Vol.12.
Ljung, G.M. and G.P.E. Box (1978), “On a Measure of Lack of Fit in Time Series Models”,
Biometrika 66, pp66-72.
Seyidoğlu, H.(2003), Uluslararası İktisat. Güzem Y., İstanbul.
Sivri, U. ve Usta, C. (2001) “Reel Döviz Kuru, İhracat ve İthalat Arasındaki İlişki”
http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/11/16-ugur/16-ugur.ht.
Sukar,A.(1998), “Real effective exchange rates and export adjustment in the U.S.",
Quarterly Journal Of Business and Economics, Lincoln:Winter,1998,Vol.37.
Wilson,P.(2001), “Exchange Rates and The trade Balance For Dynamic Asian Economies:
Does the J-Curve Exist for Singapore, Malaysia, and Korea”, Open Economies Review,
Dordrecth,, Vol:12.
227
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Zengin, A.(2001), “ Reel Döviz Kuru Hareketleri ve Dış Ticaret Fiyatları: Türkiye
Ekonomisi üzerine Ampirik Bulgular”, C.Ü.İktisadi ve İdari Bilimler Dergis,i C. 2, S. 2, Ekim
T.C. Merkez Bankası Resmi Web Sitesi http://www.tcmb.gov.tr/
Wei, W.W.S. (1994), Time Series Analysis, Addison-Wesley Pub. Comp., New York.
228
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 229-245, ELAZIĞ-2005
BİLGİ TOPLUMU’NDA TOPLAM KALİTE LİDERLİĞİ :
ELAZIĞ BANKACILIK VE FİNANS SEKTÖRÜ
UYGULAMASI
Total Quality Leadership in Information Community :Application of
Banking and Finance Sector of Elazığ
Mehmet TİKİCİ1, Erkan T. DEMİREL2, Neslihan DERİN3
ÖZET
Teknolojinin hammaddesi olan bilginin her alanda kullanılması, sanayi toplumundan bilgi
toplumuna geçişi sağlamıştır. İşletmelerde liderlerin önemi içinde yaşadığımız bilgi toplumunda
daha da artmış bulunmaktadır. Bilgi toplumunun temel özelliklerinden birisi olan “değişime”
paralel olarak, liderlik tarzlarında da hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bilgi Çağı ile yaşanan bu
değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı liderlik türlerinden birisi de; “Toplam Kalite Liderliği”dir.
Bu çalışmanın amacı hızla bilgi toplumuna geçmekte olan Elazığ’da bankacılık ve finans
sektöründe görev yapan yöneticilerin astlar açısından TKL özelliklerine göre
değerlendirilmeleridir. Bu amaçla anket aracılığıyla toplanan veriler frekans analizlerine ve χ2
testine tabi tutularak sonuçlar frekans tabloları ve çapraz tablolar aracılığıyla sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Toplam Kalite Liderliği, Bilgi, Bilgi Toplumu.
ABSTRACT
Use of the information, which is the raw material of the technology, in all the areas
provides the transition from the industrial community to information community. The importance
of leaders in the firms has been further increased in the information community that we live in.
Parallel to the “change” that is one of the fundamental characteristics of information community, a
rapid transformation in the modes of leadership as well, is being experienced. One of the kinds of
leadership brought forth by this change and transformation seen in information era is the ‘Total
Quality Leadership’.
The purpose of that study is to evaluate the finance and banking sector managers by their
subordinates based on the TQL properties in Elazığ which is in the wake of passing rapidly to
information community. To that purpose, data are collected by questionnaires, frequency analysis
2
and χ test are applied to these data, and the results are presented by frequency and cross tables.
Key Words : Total Quality Leadership, Information, Information Community.
1
İnönü Üniversitesi, İ.İ.B.F., [email protected]
Fırat Üniversitesi, Sivrice M.Y.O., [email protected]
3
İnönü Üniversitesi, Turgut ÖZAL Tıp Merkezi Kan Bankası , [email protected]
2
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Giriş
Bilgi, tarih boyunca “güç” olarak algılanan bir kavram olmuştur. Bunun sebebi ise
bilginin yaşamın temeline yerleşmiş olmasıdır. Antropoloji bilimine göre; düşünme,
konuşma melekeleri ile bilgiyi edinme ve bilgiyi aktarma insanı insan yapan hatta
yaşamını devam ettirmesini sağlayan en belirgin özelliklerdir. Sosyal hayattan, devlet
hayatına, özel hayattan, iş hayatına, bilimden, sanata ve ticarete akla gelen her alanda
yaşanan ve hayatın önemli bir gerçeği olan değişime ayak uydurabilmek ve değişimi
yönetebilmek, bilgiye sahip olabilmek ve bilgiyi yönetebilmekle eşdeğerdir. (Demircan,
1997: 1) “Bilgi”, sürükleyici yönü nedeniyle, ekonomilerde de köklü değişimler
yaratabilen bir güçtür. Çünkü başta üretim faktörleri olmak üzere her şeyi ikâme
etmektedir.(Toffler and Toffler, 1995: 35-40) Bu ifade de; bilginin, insanların, örgütlerin
ve devletlerin sahip olabilecekleri en stratejik kaynak olduğu görüşünü destekler
niteliktedir.
İnsanlar, örgütler ve devletler, geçmişlerini hatırlamak, yaşadıkları çağı takip
etmek ve geleceği öngörebilmek amacı ile de bilgiye ihtiyaç duyarlar.(Öğüt, 2001: 1)
Dolayısıyla bilgi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın; sosyal, kültürel, teknik ve ekonomik
yaşamın en stratejik kaynağıdır. Bilginin, elde edilmesinden çıktıya dönüştürülmesine
kadar yaşamın her evresinde farklı boyut ve düzeylerde kullanılıyor olması ona sahip
olmanın önemini yeterince ortaya koymaktadır. Değişime uymak ya da rekabet üstünlüğü
sağlamak için bilgiye sahip olmakla da iş bitmemektedir. Bundan sonra önemli adım ise,
bilginin nasıl kullanılacağını bilmektir. Dünyanın sürekli rekabete ve yeniliğe açılması
bilginin devinimini ve tüketilmesini zorunlu kılmaktadır. Üstünlük sağlamanın yolu;
değerli olan bilgilere hızlı ulaşabilmek ve onu başarı için kullanabilmektir.
1. Bilgi ve Bilgi Toplumu
Bilgi kavramı; “veri – bilgi – üst bilgi” ayrımına tabi tutarak açıklanabilir. Bunun
nedeni, söz konusu kavramların birbirleriyle karıştırılması ve aslında bilginin çok boyutlu
olmasıdır. Bu kavramlar bir süreç içinde değişik aşamalarda ortaya çıkarlar.(Bensgir,
1996: 15) Veri; sürecin hammaddesidir. Üzerinde kesin bir yargı olan, anlam kazanmış
her türlü sembol, rakam, harf, resim, gözlem vs. ise bilgidir. Veriler bilginin kaynağını
oluştururlar. Örneğin; TRN2335-9599 şeklinde yazılmış harfler ve rakamlar herhangi bir
anlam içermedikleri için veridirler. Fakat; Seri no:TRN2335-9599 şeklindeki bir tanım
ise anlam ve kesinlik içerdiği için, “bilgidir”. Bilgi kavramı için; verilerin karar verme
amacına yönelik olarak işlenmiş halidir de denebilir. Bilginin karar vermek için anlam
ifade etmesi; doğruluk, ilgililik, tamlık, ulaşılabilirlik, anlaşılabilirlik, güvenilirlik, doğru
230
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
zamanlılık ve etkin maliyet niteliklerine sahip olmasına bağlıdır. (Yozgat, 1998: 45-47)
Üst bilgi yada diğer adıyla öğretici bilgi ise; kullanıcısına yol gösteren bilgidir. Bu tür
bilgiyi elinde bulunduran bir kimse ne yapacağını bilemese dahi bir takım sonuçlar elde
edebilir. Örneğin; kağıt üzerindeki bir haritadan bir şey öğrenilemez. Aynı haritanın bir
bilgisayar ortamına atılması bu şekilde varılacak noktaya gitmek için kullanıcısını
yönlendirip en kısa mesafeyi ortaya çıkarması bilginin, üst bilgiye dönüşmüş halidir.
(Demircan,1997, s.20)
Bilgi kavramı(information), esasında Latince “informatio” kökünden gelir. Biçim
verme ya da haber verme anlamındadır.(Öğüt, 2001: 1) Özetle bilgi, toplanmış organize
edilmiş, yorumlanmış, belli bir yöntemle etkin karar alabilmek için ilgili birime sevk
edilmiş, bir işleme sürecinden geçirilerek anlamlı ve değerli hale dönüştürülmüş, kararları
ve davranışları etkileyen veridir. (Barnatt, 1994: 197)
Teknolojinin çeşitlenmesi ve teknolojinin hammaddesi olan bilginin her alanda
kullanılması sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişi sağlamıştır. Sanayi toplumuna
ait olan bireyler ihtiyaçlarını genellikle maddi ürünlerle karşılamaktadır. Bilgi
toplumunun üyesi ise bilgiyi üretme ve kullanma konularına yoğunlaşmaktadır.(Aydemir,
1999: 20) Bu konuda Erkan, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramında en üst
basamakta bulunan, kendini kanıtlama ihtiyacının bilgi toplumunda optimal düzeyde
tatmin edilebileceğini ileri sürmektedir. (Erkan, 1998: 11)
Bilgi toplumunda iletişimin giderek kolaylaşması ve hızlanması nedeniyle
fabrikaların yerlerini bilişim teknolojilerine dayalı ağ sistemleri almaktadır. Bilgi, bilgi
yönetimi ve bunların doğrultusunda hareket eden bilişim sistemlerinin etkisiyle, sınırlar
ortadan kalkmakta ve küreselleşme eğilimi dünyayı etkisi altına almaktadır. Sonuçta da;
ekonomik yapı mübadele ekseninden, bilginin yarattığı sinerji eksenine kaymakta ve
insanların yetenekleri ön plana çıkmaktadır. (Erkan, 1998: 100)
Teknolojideki hızlı gelişmeler ve insanlığın buna uyum sağlamada gösterdiği esnek
tavır(Toffler and Toffler, 1995: 35-40), bilgi teknolojilerindeki gelişmeleri de
hızlandırmış ve dünyanın yapısal bir değişime uğraması sonucunu doğurmuştur. Eş
zamanlı olarak; insanlığın sahip olduğu bilginin yapısı, yani temel dayanakları
çürümüştür. (Erkan, 1998: 62)
Bahsedilen bu içerik; sanayi çağı’nın kapanmasının ve bilgi çağı’nın açılmasının
hikâyesidir. Günceli ifade eden bilgi toplumu ile maziyi ifade eden sanayi toplumu
arasındaki farklar Tablo 1.1.’ de gösterilmiştir.
231
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 1.1. : Sanayi Toplumu ile Bilgi Toplumunun Karşılaştırılması
BİLGİ TOPLUMU
SANAYİ TOPLUMU
EKONOMİK
SİSTEM
SOSYAL
SİSTEM
SİYASAL
SİSTEM
Ulusal Ekonomi
Fiziksel sermayeye dayalı
ekonomi
Endüstriyel organizasyonlar
Sembolik kağıt para hakimiyeti
Çekirdek aile
Güvenlik sağlayıcı
kurumlaşmalar
Uyumluluk, seçkinlik, sosyal
sınıf...
Kitleselleştirilmiş dönemsel
eğitim
Uluslararası çatışma ve
polarizasyon
Merkeziyetçilik
Ulus devlet
Güvenlik amaçlı yönetim
Mekanik teknoloji devrimi
İş gücünü ikame eden makineler
TEKNOLOJİK
SİSTEM
Montaj hattına dayalı üretim
teknikleri
Görsel ve yazılı basın-yayın
araçlarına dayalı iletişim
sistemleri
Küresel Ekonomi
İnsan kaynaklarına ve bilgi
sermayesine dayalı ekonomi
Bilgi tabanlı organizasyonlar
Dijital para hakimiyeti
Birey merkezli farklı aile
biçimleri
Bireysel yeteneği geliştiren
kurumlaşmalar
Bireysellik, çeşitlilik,
katılımcılık...
Bireyselleştirilmiş ömür boyu
öğrenim
Uluslar arası uyum ve küresel
bazda siyasal entegrasyonlar
Adem-i merkeziyetçilik
Küresel ve bölgesel
organizasyonlar
Yurttaş odaklı yönetim
Bilgi teknolojileri devrimi
Beyin gücünü geliştiren
bilgisayarlar
Bilgi ve yönetim
teknolojilerine dayalı üretim
teknikleri
İnternet ve dijital teknolojilere
dayalı iletişim sistemleri
Kaynak : Adem Öğüt, Bilgi Çağı’nda Yönetim, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2001, s.26
2. Liderlik ve Bilgi Toplumu
George ve Jones lider kavramına; “örgütlerin amaçlarına ulaşmalarını sağlamak
için üyeleri etkileyen kişi” tanımını getirmişlerdir.(George and Jones, 1995: 404)
Krausz’da lider için, “başka insanların faaliyetlerini etkileyen güç demiştir.”(Krausz,
1986: 86) Eren’in lider tanımı da şöyledir: “Liderlik; insanları amaçlar etrafında bir araya
getiren ve amaçlara ulaşabilmek için onları harekete geçiren bilgi ve tecrübelerin
toplamıdır. Lider ise ait olduğu grubun üyelerinin hissettikleri ancak net olmayan amaç
ve düşünceleri benimsenecek şekilde ortaya çıkarabilen ve grup üyelerinin güçlerini bu
amaçların etrafında faaliyet gösterecek hale getiren kimsedir.”(Eren, 2001: 465) Koçel’e
232
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
göre ise lider; “izleyenler, şartlar arasındaki ilişkilerin oluşturduğu karmaşık bir
fonksiyondur.” (Koçel, 2001: 465)
Bilgi toplumunda bilgiyi üretme ve kullanma konularına yoğunlaşmanın yaşandığı
alanlardan birisi de işletmelerdir. Mekanik özellikteki bu unsura can veren ve onu
başarıya götürecek ruhu aşılayan kişiler olan liderlerin önemi; içinde yaşadığımız bilgi
toplumunda daha da artmış bulunmaktadır.
Bilgi toplumunun temel özelliklerinden birisi olan “değişime” paralel olarak,
liderlik tarzlarında da hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bilgi toplumuna geçişle birlikte;
bilgiye, beceriye ve entelektüel bilince sahip, kültürlü, küresel düşünebilen, düşünce gücü
gelişmiş liderlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bilginin stratejik kaynak olduğu çağımızda,
bilgilenmiş birey vazgeçilmez nitelik kazanmakta ve organizasyon yapıları “bilgitabanlı”, yönetim sistemleri “insan merkezli” biçimde yeniden tasarımlanmaktadır. Bu
bağlamda, bireylerin zihinsel kapasitelerinin, yararlı ürün ve hizmetlerin üretilmesi
doğrultusunda yöneltilmesi, bilgi çağında liderlerin en önemli işlevleri arasında
sayılmaktadır. (Akdemir, http://www.isguc.org)
Bilgi toplumunun liderliği; dikta etmeyen, sakin bir tavra sahip olan, içeriği dolu
sloganlar atan, net bir vizyon oluşturan ve bunu çevresiyle paylaşan, katılımı teşvik eden
ve yönlendirmeyi yönetmeye tercih eden bir liderliktir. Çevrede oluşan koşulları analiz
etmeyi, rakipleri izlemeyi, sürekli öğrenmeyi, fırsatları takip etmeyi ve krizlerden
kaçınabilmeyi gerektirir. Gelişime örgüt içi ve örgüt dışı faktörleri katmak, adem-i
merkeziyetçiliği benimsemek, değişimi aramak ve değişimci bir kültür oluşturmak gibi
özellikler de bilgi toplumu liderlerini tamamlayan diğer özelliklerdir. Tüm bu özellikler
liderin potasında bütünleştiğinde; gelecekte yaşayan ve yaratıcılık eğilimleri baskın olan
bireylerden
oluşan
bir
örgüt,
vücuda
getirilmiş
olacaktır.
(Atik,
http://www.kho.edu.tr/yayinlar)
Bilgi Çağı ile yaşanan, değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı bir liderlik türü de
“Toplam Kalite Liderliği” dir. TKL, liderliğin bilgi toplumunda oynadığı rolün etkisi ile
önem kazanmış olan bir liderlik türüdür.
3. Toplam Kalite Liderliği’nin Tanımı
Toplam Kalite Liderliği (TKL); askeri birlik ve kurumlarda organizasyonel
performansı geliştirme çalışmalarına yönelik olarak Amerika’da yapılan araştırmalar
doğrultusunda, 1984 yılında ABD Donanması’nın (US Navy) lojistik birliklerinde
başlatılmıştır.(Baş, http://www.kho.edu.tr/yayinlar)
Toplam kalite liderliği; “işletmelere ve insanlara olağanüstü imkânları yaratmak
için kuvvetli araçların bulunduğu”, inancı üzerine oturmaktadır(Yates, 1995: 3-211) ve
233
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
açık işbirliği esasına dayanan faaliyetlerden oluşan bir süreçtir. Lider ve arkadaşları
tarafından; işletme ve kendileri için daha iyi bir gelecek yaratma konusu ve şimdiki
durumla ilgili kritik değerlendirmeleri esas alır. Görevleri daha iyi yapabilmek için grup
esasına dayalı analizler yapılmalı, değerlerin ve yöntemlerin esas oluşturduğu süreçler
aktif öğrenme temeline dayanmalıdır.(Stensaasen, 1994: 12-355) TKL’nin anahtar bir
faktörü, servis ve ürünlerdeki farklılıkların azaltılması için tüm süreçlerin
standartlaştırılmasıdır. Gelişmenin, standardize yöntemlerin içerisinde daha ortaklaşa bir
tutumla elde edilebileceğine inanılmaktadır. (Jaehn, 2000: 2-38)
TKL, değerli metotların uygulanması, insanların geliştirilmesi ve bilgilendirilmesi,
organizasyonlardaki materyallerin, hizmetlerin ve tüm süreçlerin geliştirilmesi için
sürekli geleceğe bakmayı ifade eder.(Archester, web) Buna paralel olarak TKL için;
organizasyonun tüm temel süreçlerini değerlendirmek ve iyileştirmek için bugün ve
gelecekte tüm çalışanların bilgilerinin ve kantitatif metotların etkin olarak kullanılmasıdır
da, denilebilir.
TKL, tüm işlerde mükemmelliğin oluşumu ile müşterilere en yüksek değerin
kazandırılmasına odaklanan sistemdir. Başka bir ifade ile; örgütsel süreçlerin, müşterilere
değerli ürünler ve servisler vermeleri konularını inceler ve geliştirir.(Archester, web) Bu
yöntem, herkesin organizasyonun yönetimine katılımını teşvik edecek bir ortam
sağlayarak ve onların kabiliyetlerini bilimsel çalışmalar geliştirerek her proseste
iyileştirmeyi hedefler.(Joiner, web) Yani, sahip olunan tüm değerleri ve inançları
kucaklayarak, bunların devamlılıklarını ve örgütün doğru şeyler yapmasını
sağlar.(Mortiboys, web) Bu sonuca, çalışanların bilgilerini ve işletme süreçlerini
geliştirmek için cesaret ve imkân sağlayan bir ortam oluşturarak ulaşılabilir. Söz konusu
ortam, “kalite dönüşümünün yaşandığı ortam”, olarak adlandırılabilir. Kalite dönüşümü,
lidere bağlı olan bir dönüşümdür. Kalite dönüşümünde diğer bir ifadeyle kalite
iyileştirmede, ilk görev misyona açıklık kazandırmak, ikincisi ise değişim için
kararlılıktır. Bu iki kavram da liderlik potasında bütünleştirilmelidir. (Dağlı, 2003: 64-71)
Kalite bilincinin organizasyonda yayılması ve kurumsallaşması için üst yönetimin
liderliği şarttır. Her başarılı kalite devriminin arkasında etkin liderliğin olduğu
unutulmamalıdır.(Aktan, web)
Çalışanları, müşteri servisi ve çağdaş toplam kalite yönetimi teknikleri hakkında
eğitmek
ve
onlara
bunu
benimsetmek
için
geliştirilmiş
çabalar
bütünü(http://www.mankato.msus.edu) anlamına da gelen TKL, doğruya yönlendirilen
bilgi verileri aracılığıyla müşteri tatminini irdeler ve onlara ilişkin örgüt içi ve örgüt dışı
büyük hedefler ister. (Jaehn, 2000: 2-38)
234
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
TKL; önceliği, kâr / zarar hesabına değil müşteriye veren bir yönetim felsefesidir.
TKL’nin özel odağı müşterilerdir. Kaliteye organizasyonun üyeleri tarafından karar
verilir. (Jaehn, 2000: 2-38)
Liderliğe kalite odaklı olarak yaklaşılacaksa; müşteriden devamlı geri besleme
alınması ve organizasyonun birimleri içerisinde ve birimler arası düzenli iletişimin
sağlanması hususları göz ardı edilmemelidir. (Joiner, web) Uygun ilişkilerin gelişimi
TKL’nin uygulanmasına bağlıdır.(Hourani and Hurtado, 2000: 478-484) Örgüt içi
iletişim ve örgütün çevresi ile olan iletişiminde, destekleyici ilişkiler ve etkileşim TKL
için önemli bir durumdur. Bu tür ilişkiler; kısa ve uzun dönemli planlar, formulasyonel
değişimler, sistemler ve süreçler dahil olmak üzere nitelikler ve performans
göstergeleriyle ilgili önemli verilerin ve bilgilerin değişimi için ortam oluşturur.(Jaehn,
2000: 2-38) Bu ortam, verilerle yönlendirilen iç ve dış birçok değişkenin izlenmesini
içeren TKL’nin işini kolaylaştırır. Değişkenlerin izlenmesi ile sonuca ulaşmaktan ziyade,
derin doğruların aranması ve bulunmasına odaklanılır.
4. Toplam Kalite Liderliği’nin Özellikleri
Toplam Kalite Liderliği’nin başlıca özelliklerini aşağıdaki şekilde sıralamak
mümkündür :
1. Çalışanları hayalle yönlendirmek.
2. Meslektaşlarını eğitmek, farklı görüşleri ve stratejileri birleştirerek sonuçları
tasarlamak.
3. Bütünüyle olaya yoğunlaşmak ve insanların görüşlerini olaydan sonra almak.
4. Kritik bir nokta çıkabilir düşüncesiyle küçük şeyleri bile araştırmak.
5. Rekabet ile eğlencenin bir arada olabileceğine inanmak. (Dağlı, 2003: 65-71)
6. Organizasyonun etkisizliğini teşhis etmek ve tanımak için kaliteye sıçrama
modeline başvurmak.
7. İşleri, bilimsel olarak ayrıntılı şekilde incelemek.
8.Sürekli takip edilen standartların yönlendirdiği, süreçler ve yöntemler
oluşturmak.
9. Liderlik yetenekleri ile yönetim yeteneklerini kalite yönetimi içerisinde
güçlendirmek.
10. Hem iç hem de dış müşterilerin gereksinimlerini bilmek.
11. Çok aktif olmak.
12. Öncelikli şeyi ilk sıraya koymak.
13. Otoriteye itaat etmek yerine, sistemi ve insanların becerilerini geliştirmeye
çalışmak.
235
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
14. Anlamayı, anlaşılır olmaya tercih etmek.
15. Sinerji oluşturmak.
16. Personeli güçlendirmek ve personele yetki vermek.
18. İletişim sistemini hiyerarşiye göre değil ihtiyaçlara göre dizayn etmek.
19. Açıkça ve geniş olarak anlaşılmış bir vizyonu uygulamak.
(Joiner,http://deming.eng.clemson.edu/pub/den/files/tql.txt,http://www.blanchardtraining.com/areas/totquella.cfm,http://deming.cas/clemson.edu.pub/den/files,
http://nacda.fansonly.com/convention/proceedings/2000/00leadership.html,
http://unpant.un.org/intradoc/groups/public/documents/aspa/unpan002508.pdf)
5. Metodoloji
5.1. Ana Kütle ve Örneklem
Araştırmanın ana kütlesini Elazığ’da bankacılık ve finans sektörü çalışanları
oluşturmaktadır. Bankacılık ve finans sektörü ülkenin ekonomik kalkınmasında ve
sermaye birikiminin sağlanmasında önemli bir rol üstlenmektedir. Bu sektörde
sağlanacak; kalite, hız ve performans ülke kalkınması ve müşteri tatmini açısından
yüksek düzeyde yararlı sonuçlar doğuracaktır. Kalite, hız ve performans kriterlerinin
sağlanması da etkin bir liderlik uygulamasına bağlıdır. Bilgi Çağı’nın gereği de Toplam
Kalite Liderliği’dir. Bu nedenle, bankacılık ve finans sektörü çalışanları ana kütle olarak
seçilmiştir.
Elazığ’da on dokuz banka ve bir finans kurumu şubesinde toplam 400 personel
çalışmaktadır. Bunlar arasından tesadüfi olarak seçilen 115 tanesine anket dağıtılmış ve
dağıtılan anketlerin 75 tanesi geri dönmüştür. Dönen anket formlarının 5 tanesi çeşitli
hatalar nedeniyle değerlendirme dışı bırakılmıştır. Bu sayının da ana kütleyi temsil
kabiliyetine sahip olduğu düşünülmektedir.
5.2. Veri Toplama Yöntemi
Teorik kısım için literatür taraması yapılmıştır. Uygulama kısmı için de, bankacılık
ve finans sektöründeki yöneticilerin “Toplam Kalite Liderliği” özelliklerine sahip olup
olmadıklarını belirleyebilmek amacıyla çalışanlar üzerinde anket uygulanmıştır. Anket;
demografik niteliklerle ilgili beş soru ve TKL ile ilgili 17 sorudan oluşmaktadır. Bu
sorular, farklı alternatifleri içeren üçer seçenekli sorulardır.
236
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
5.3. Veri Değerlendirme Yöntemi
Anketler aracılığıyla toplanan veriler, SPSS 10.0 paket programı aracılığıyla
istatistiksel analize tabi tutulmuştur. Bu analiz sonucunda hesaplanan; frekans
dağılımları, ağırlıklı ortalamalar ve χ2 testi sonuçları yorumlanmıştır.
6. Verilerin Çözümlenmesi
6.1. Frekans Dağılımları
6.1.1. Demografik Nitelikler
Demografik niteliklere ilişkin frekans dağılımları Tablo 6.1.’de gösterildiği
şekildedir :
Tablo 6.1. : Demografik Nitelikler
Demografik
Nitelikler
Yaş
Cinsiyet
Hizmet Süresi
Eğitim Düzeyi
Yaş
Cinsiyet
Hizmet süresi
Eğitim düzeyi
a
Sayı
30
30
28
6
b
%
42,9
42,9
40
8,6
Sayı
34
40
20
64
c
%
48,6
57,1
28,6
91,4
Sayı
6
—
22
—
%
8,6
—
31,4
—
Toplam
Sayı
%
70
100
70
100
70
100
70
100
→ a : 30 ve altı (Genç) b : 31-45 arası (Orta) c : 46 ve üzeri (İleri)
→ a : Erkek b : Kadın
→ a : 5 ve altı (Az) b : 6-10 arası (Orta) c : 11 ve üzeri (Fazla)
→ a : Lise ve aşağısı b : Üniversite
Tabloya dikkat edildiğinde araştırma kapsamındaki personelin çok önemli bir
kısmının genç ve orta yaş grubunda yoğunlaştıkları görülmektedir. Buna karşılık
küçümsenemeyecek orandaki iş görenin deneyimlerinin 11 yıldan fazla olduğu dikkat
çekmektedir. Çalışanların cinsiyete göre dağılımlarının birbirine yakın oranda
gerçekleşmesi de, bankacılık ve finans sektörünün kendine özgü şartlarından
kaynaklanmaktadır.
Anketi cevaplayanların çok önemli bir kısmının üniversite mezunu olması, “Bilgi
Toplumu” açısından olumlu bir göstergedir.
6.1.2. Astlar Açısından Yöneticilerin TKL Özellikleri
Astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine göre değerlendirilmelerine ilişkin
sonuçlar Tablo 6.2.’de gösterildiği şekildedir.
Astların mesleki yeteneklerini sürekli geliştirebilmek için yöneticilerin gereken her
gayreti gösterme düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,77’dir. Toplam kalite
liderliğinin birinci faktörü açısından yöneticilerin çok iyi bir düzeyde oldukları
237
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
söylenemese de, olumsuz noktada oldukları da söylenemez. Bu faktör itibarıyla
yöneticilerin bilgi toplumunda TKL’ne yatkın oldukları söylenebilir.
Tablo 6.2. : Astlar Açısından Yöneticilerin TKL Özellikleri
Cevaplar
Sorular
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
a
Sayı
2
16
22
20
4
16
6
4
6
12
8
6
4
14
10
12
b
%
2,9
22,9
31,4
28,6
5,7
22,9
8,6
5,7
8,6
17,1
11,4
8,6
5,7
20,0
14,3
17,1
Sayı
44
46
36
44
40
20
10
50
30
32
46
42
48
50
30
22
32
c
%
62,9
65,7
51,4
62,9
57,1
28,6
14,3
71,4
42,9
45,7
65,7
60,0
68,6
71,4
42,9
31,4
45,7
Sayı
24
8
12
6
26
34
54
16
34
26
16
22
18
6
30
48
26
%
34,3
11,4
17,1
8,6
37,1
48,6
77,1
22,9
48,6
37,1
22,9
31,4
25,7
8,6
42,9
68,6
37,1
Toplam
Sayı
%
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
70
100,0
Ücret, terfi ve izin gibi konularda çalışanların memnuniyet derecelerini artırmak
için gerekli iyileştirmeleri yapma düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,63’tür.
Bu faktör açısından yöneticilerin olumsuz noktada oldukları görülmektedir.
Ücret, terfi ve izin gibi konularda çalışanların görüşlerine başvurma düzeylerine
ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,62’dir. Yöneticiler, bu faktöre göre de olumsuz
noktadadırlar.
Ücret, terfi ve izin gibi konularda yeni imkânlar ortaya çıkarmak için gereken her
çabayı gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,60’tır. Bu sonuç,
yöneticilerin söz konusu faktör ile ilgili olarak olumsuz görünümde olduklarını ortaya
koymaktadır.
İş ile ilgili problemlerde yöneticilik konumunu düşünmeyip çalışanlara yardımcı
olma düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,77’dir. Beşinci faktörle ilgili olarak
yöneticilerin vasat bir düzeyde oldukları ve TKL’ne yatkın oldukları söylenebilir.
Çalışanların insani özelliklerine önem verme düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik
ortalama 0,75’tir. Bu faktörle ilgili olarak yöneticilerin asgari tutumu gösterebildikleri ve
TKL eğilimlerinin olduğu söylenebilir.
238
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
Görevler, iş ortamı ve insan ilişkileri konusunda kaliteye önem verme konusundaki
ağırlıklı ortalama 0,90’dır. Bu faktörle ilgili olarak yöneticilerin çok iyi bir düzeyde
oldukları görülmektedir. Bu sonucunda TKL açısından ideal olduğu söylenebilir.
Yönetim fonksiyonlarını yerine getirirken yöneticilerin bilimsel davranma
düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,72’dir. Bu sonuç, yöneticilerin
bulundukları noktanın iyi ya da kötü şeklinde değil de vasat kabul edilebileceğini
göstermektedir.
Kültürel değerler, alışkanlıklar ve kişisel özellikler konusunda ortaya çıkan
farklılıklara hoşgörü gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,80’dir. Bu
sonuç, yöneticilerin söz konusu faktörle ilgili olarak olumlu bir yerde olduklarını ve
bunun da TKL için ideal olduğunu ortaya koymaktadır.
Çalışanların görevlerini daha kaliteli yerine getirebilmeleri için gerekli eğitimi
almaları için özel çaba gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0.73’tür. Bu
sonuç, yöneticilerin ideal düzeyden uzak olduklarını ancak çok olumsuz bir noktada da
olmadıklarını göstermektedir.
Herkesin benimsediği bir ekip ruhu oluşturabilme düzeyine ilişkin ağırlıklı
aritmetik ortalama 0,70’dir. Bu faktör açısından yöneticilerin olumsuz bir noktada
oldukları yani herkesin benimseyebileceği bir ekip ruhu oluşturamadıkları söylenebilir.
Çalışanlar ya da firma ile ilgili konularda çalışanları bilgilendirme düzeyine ilişkin
ağırlıklı aritmetik ortalama 0,74’tür. Bu faktör açısından da yöneticiler kısmen olumlu
bununla birlikte yetersiz kabul edilebilecek bir noktada oldukları söylenebilir.
İleri görüşlülük düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,73’tür. Bu faktör
açısından yöneticilerin olumlu ya da olumsuz noktada oldukları söylenemez. Ancak
TKL’ye yatkınlık olduğu söylenebilir.
Bir üst yöneticiye danışmadan karar alabilme ve inisiyatif kullanma düzeyine
ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,63’tür. Buna göre yöneticilerin TKL açısından
olumsuz bir noktada oldukları söylenebilir.
Eleştiriye açık olma düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,76’dır. Bu sonuç
vasatın biraz üzerinde ve kısmen olumlu olarak kabul edilebilir. Yani TKL açısından
iyimser olarak kabul edilebileceği söylenebilir.
Görevleri açısından yöneticilerin kendilerini geliştirme düzeylerine ilişkin ağırlıklı
aritmetik ortalama 0,90’dır. Bu faktör açısından yöneticilerin ideal şartları taşıdıkları ve
bunun TKL için önemli olan bir özellik olduğu söylenebilir.
239
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Çalışanların haklarını daha üst yöneticilere karşı korumak için gayret gösterme
düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,73’tür. Bu faktör açısından yöneticilerin
vasat olarak kabul edilen bir noktada oldukları kabul edilebilir.
Bahsedilen tüm faktörlerin genel ağırlıklı aritmetik ortalaması 0,73’tür. Buna göre;
astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine yatkınlıklarının olduğu ancak yatkınlık
düzeyinin zayıf göründüğü söylenebilir.
6.2. Çapraz Tablolar ve χ2 Test Sonuçları
TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi
yapanların yaşları arasındaki ilişki Tablo 6.3.’te gösterildiği gibidir.
Tablo 6.3. : Çalışanların Yaşları – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi
TKL Özellikleri Ortalaması
1
2
Çalışanların
Yaşları
Toplam
1
34
30
64
2
6
-
6
40
30
70
Toplam
Genç ve orta yaş grubundaki çalışanların 0,53’üne göre (34/64) yöneticiler TKL
özellikleri açısından düşük düzeyde görülürken, bu yaş grubundakilerin %47’si
yöneticileri TKL açısından yüksek düzeyde görmektedirler. İleri yaş grubundaki
çalışanların %100’ü yöneticileri TKL açısından düşük düzeyde görmektedirler.
Çalışanların yaşı ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında
istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmaktadır.[p<0,05] İş gören özellikleri açısından
yapılan araştırmalarda çalışanların yaşları ile bazı davranışsal boyutlar arasında bağlantı
olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle; yaş ile iş tatmini arasındaki bağlantı uluslar arası
düzeyde yapılan bazı çalışmalarda kanıtlanmıştır.(Davis, 1982: 100) Bu araştırmada da
çalışanların yaşları ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında
istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmasını bu bağlamda değerlendirmek
mümkündür.
TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi
yapanların hizmet süreleri arasındaki ilişki Tablo 6.4.’de gösterildiği gibidir.
Tablo 6.4. : Çalışanların Hizmet Süreleri – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi
TKL Özellikleri Ortalaması
Toplam
1
2
Çalışanların
Hizmet
Süreleri
Toplam
240
1
24
24
48
2
16
6
22
40
30
70
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
Hizmet süresi az olan çalışanların %50’sine göre (24/48) yöneticiler TKL
özellikleri açısından düşük düzeyde görülürken, aynı gruptakilerin diğer yarısı da
yöneticileri TKL açısından yüksek düzeyde görmektedirler. Hizmet süresi fazla olanların
%73’ü (16/22) yöneticileri TKL açısından düşük düzeyde görürken, bu grubun %27’si de
yöneticileri TKL açısından yüksek düzeyde görmektedirler. Çalışanların hizmet süresi ile
yöneticilerini TKL açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir
ilişki bulunmamaktadır.[p>0,05] Aslında; çalışanların hizmet süreleri (tecrübeleri) ile
bazı davranışsal boyutlar arasında bağlantı olduğunu bildiren çalışmalar bulunmakla
beraber, bazı araştırmalarda da bunun tersi kanıtlanmaktadır.(Liden, Stillwell and Ferris,
1996: 329) Araştırmamızda, çalışanların hizmet süreleri ile yöneticilerini TKL özellikleri
açısından değerlendirmeleri arasında anlamlı bir bulunmaması bu doğrultuda
değerlendirilebilir.
TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi
yapanların eğitim seviyeleri arasındaki ilişki Tablo 6.5.’de gösterildiği gibidir.
Tablo 6.5. : Çalışanların Eğitim Seviyeleri – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi
TKL Özellikleri Ortalaması
1
2
Çalışanların
Eğitim
Seviyeleri
Toplam
1
2
2
4
Toplam
6
38
26
64
40
30
70
Eğitim seviyesi lise ve altında olan çalışanların %33’ünegöre (2/6) yöneticiler TKL
özellikleri açısından düşük düzeyde görülmekte iken, aynı gruptakilerin %67’si
yöneticileri TKL özellikleri açısından yüksek düzeyde görmektedirler. Eğitim seviyesi ön
lisans ve üzeri olanların %59’una göre (38/64) yöneticiler TKL açısından düşük
seviyededirler. Bununla birlikte aynı gruptakilerin %41’i de yöneticileri TKL özellikleri
açısından yüksek seviyede görmektedirler. Çalışanların eğitim seviyeleri ile yöneticilerini
TKL açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki
bulunmamaktadır.[p>0,05] Eğitimin işletme yönetimi açısından önemi iki yönüyle
vurgulanmaktadır. Birincisi, yetenekler ve özelliklerin gelişmesi ile iş gören – iş uyumu
arasındaki ilişkidir. Diğeri de, toplumlar arasında kültürel aktarımların başlıca
araçlarından biri olmasıdır.(Erdoğan, 1994: 116) Özellikle; Bilgi Toplumu’nun en önemli
varlığının eğitilmiş insan olduğu göz önüne alındığında eğitim seviyesi yükselen
çalışanların, yöneticilerini TKL özellikleri açısından yeterli görmemelerini anlamak daha
kolay olacaktır.
241
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi
yapanların cinsiyetleri arasındaki ilişki Tablo 6.6.’da gösterildiği gibidir.
Tablo 6.6. : Çalışanların Cinsiyetleri – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi
TKL Özellikleri Ortalaması
1
2
Çalışanların
Cinsiyetleri
Toplam
Toplam
1
18
12
30
2
22
18
40
40
30
70
Erkek çalışanların %60’ına göre (18/30) yöneticiler TKL özellikleri açısından
düşük seviyededirler. Erkek çalışanların %40’ına göre de yöneticiler TKL özellikleri
açısından yüksek seviyededirler. Kadın çalışanların %55’ine göre yöneticilerin TKL
özelliklerinin düşük seviyede olduğu görülmektedir. Kadın çalışanların %45’ine göre de
yöneticiler TKL özellikleri açısından yüksek seviyededirler. Çalışanların cinsiyetleri ile
yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan
anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır.[p>0,05] İş gören davranışları ile cinsiyet arasındaki
ilişkiyi araştıran çalışmalarda farklı sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin; bir araştırmada
erkeklerin ve kadınların iş davranışları konusunda benzer özelliklere sahip oldukları yani
cinsiyet ile davranış arasında bir ilişki olmadığı saptanmıştır.(Kaldenberg, Becker and
Zvankis, 1995: 1360) Bu sonuç; araştırmamızda çalışanların cinsiyetleri ile yöneticilerini
TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki
bulunmaması şeklindeki sonuç ile de örtüşmektedir.
Sonuç
Teorik çerçevede yer alan açıklamalara göre; bilginin sosyal, kültürel, teknik ve
ekonomik yaşamın en stratejik kaynaklarından birisi olduğu, teknolojinin hammaddesi
olan bilginin her alanda kullanılması sonucu sanayi toplumundan bilgi toplumuna
geçişimin gerçekleştiği, bu sürece bağlı olarak, bilgiyi üretme ve kullanma konularına
yoğunlaşmanın yaşandığı alanlardan birisi olan işletmelerde liderlerin öneminin daha da
artmış bulunduğu anlaşılmaktadır. Yine teorik bölümdeki açıklamalardan çıkarılan bir
diğer sonuç da; bilgi çağı ile yaşanan değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı liderlik
türlerinden birisinin ; “Toplam Kalite Liderliği” olduğudur.
Astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine göre değerlendirilmelerine ilişkin
veriler incelendiğinde; TKL faktörlerinin genel ağırlıklı aritmetik ortalamasının 0,73
olduğu görülmektedir. Bu sonuca göre; astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine
yatkınlıklarının yüksek düzeyde olmadığı anlaşılmaktadır. Genel ortalama açısından bu
242
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
yöneticilerin bilgi çağının gerektirdiği liderlik türlerinden birisi olan TKL için kendilerini
geliştirmelerini ve araştırma kapsamındaki işletme sahiplerinin de bu konuda
yöneticilerine destek vermelerini önermek mümkündür.
Toplam kalite liderlik özelliklerinin her birisine ilişkin bulgular incelendiğinde;
bazı faktörler açısından yöneticilerin yatkınlıklarının yüksek düzeyde oldukları
görülmektedir. Yöneticilerin yatkınlık düzeyleri açısından en yüksek ortalamaya
ulaştıkları iki faktör aynı puana sahiptir. Bunlar; “görevler, iş ortamı ve insan ilişkileri
konusunda kaliteye önem verme” ve “görevleri açısından yöneticilerin kendilerini
geliştirme” faktörleridir. Toplam kalite liderlik özellikleri arasında yöneticilerin
yatkınlıklarının yüksek olduğu diğer faktör; “kültürel değerler, alışkanlıklar ve kişisel
özellikler konusunda ortaya çıkan farklılıklara hoşgörü gösterme” özellikleridir.
Buna karşılık bazı faktörler açısından da yöneticilerin yatkınlıklarının genel
ortalamanın altında çıktığı görülmektedir. Yöneticilerin yatkınlık düzeyleri açısından en
düşük ortalamaya ulaştıkları faktör; “bir üst yöneticiye danışmadan karar alabilme ve
inisiyatif kullanma” faktörüdür. Çalışanların yöneticileri bu faktör açısından yeterli
görmemeleri yöneticiler ve işletme sahipleri için dikkate alınması gereken önemli bir
sonuçtur. Bu konuda üst yöneticilerin daha fazla yetki devretmelerini önermek
mümkündür.
Ücret, terfi ve izin konularında “çalışanların görüşlerine başvurma düzeyleri”,
“çalışanların memnuniyet derecelerini artırmak için gerekli iyileştirmeleri yapma
düzeyleri” ve “yeni imkânlar ortaya çıkarmak için gereken her çabayı gösterme
düzeyleri” gibi faktörler için yöneticilerin yatkınlık düzeyleri açısından yine en düşük
ortalamaya ulaştıkları görülmektedir. Ancak ücret, terfi ve izin konularında yöneticilerin
etkili rolleri olmadığı dikkate alınarak, bu faktörler açısından elde edilen bulguların
değerlendirme dışı tutulmasının daha doğru olacağı düşünülmektedir. Buna karşılık
işletme sahiplerinin bu faktörler açısından yöneticilere kısmen de olsa yetki
devretmelerini önermek mümkündür. Çünkü ancak bu şekilde yöneticiler bilgi çağı ile
yaşanan değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı liderlik türlerinden birisi olan; “Toplam
Kalite Liderlik” özelliklerini kazanabilirler.
Kaynaklar
35thNACDAConvention,http://nacda.fansonly.com/convention/proceedings/2000/00 leaders
hip.html, Erişim 10.12.2003.
Akdemir Ali, Entelektüel Liderlik, http://www.isguc.org.
243
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Aktan
Coşkun
Can,
Kalite
Bilinci,
Liderlik
ve
Toplam
Kalite
Felsefesi,
http://www.canaktan.org/canaktan_personel/canaktan-arastirmalari/toplamkalite/aktankalitebilinci.pdf.
Archester
Houston
and
Steven
L.
Dockstader,
Total
Quality
Leadership,
http://unpant.un.org/intradoc/groups/public/documents/aspa/unpan002508.pdf.
Atik
Selahattin,
Bilgi
Toplumunda
Yönetici
Nitelikleri,
http://kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi /yayinlar/ Yayin1999/217-bilgitoplumu.htm.
Aydemir Nilgün, Bilgi Çağında Öğrenen Organizasyonlar ve Kariyer, İktisat-İşletme ve
Finans Dergisi, 8/1999.
Barnatt C., The Computers in Business Blueprint, Blackwell Publications, Oxford 1994.
Baş Türker, Toplam Kalite Liderliği,http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/
yayinlar/Yayin1999/212-toplamkalite%20liderligi.htm.
Bensgir T. Kaya, Bilgi Teknolojileri ve Örgütsel Değişim, TODAİE Yayınları, Ankara,
1996.
Dağlı Abidin, Toplam Kalite Yönetiminde Liderlik, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C
2, S 6, 2003.
Davis Kaith, İşletmelerde İnsan Davranışı, Çeviren: Kemal Tosun v.d., 5. Baskı, İstanbul,
1982.
Demircan M.Levent ve Arda Moltay, Bilgiyi Yönetmek, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş.,
İstanbul, 1997.
Erdoğan İlhan, İşletmelerde Davranış, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1994.
Eren Erol, Yönetim ve Organizasyon, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 2001.
Erkan Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, T.İş Bankası Kültür Yayınları, No:326,
IV. Baskı, Ankara, 1998
George J. and G.R. Jones, Organizational Behaviour, Addison-Wesley Pub.Co., USA
1995.
Hourani Laurel L. and Suzanne L. Hurtado, Total Quality Leadership in the U.S. Navy :
Effective for Health Promotion Activitie, Prev.Med., Vol 30, Is 6, 2000.
Jaehn A.H., Requirements for Total Quality Leadership, Intercom, Vol 47, Is 10 2000
Joiner Brien L. and Peter L. Scholtes, Total Quality Leadership Vs. Management By
Results, http://deming.eng.clemson.edu/pub/den/files/tqltxt.
Kaldenberg D.O., B.O. Becker and A. Zvankis, Work and Commitment Among Young
Professionals a Study of Male and Female Dentists, Human Relations, Vol 48, Iss 11.
Koçel Tamer, İşletme Yöneticiliği, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 2001.
244
Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği…
Krausz Rosa, Power and Leadership in Organizations, Transactional Analysis Journal, V:
16, N: 8, USA, 1986.
Liden C.R., D.Stilwell and G.Ferris, The Effect of Supervisor and Suberdinate Age on
Objective Performance and Subjective Performance Ratings, Human Relations, Vol: 49, Iss. 3,
1996.
Mortiboys Ron and John Oakland, Total Quality Management and Effective Leadership,
http://www.dti.gov.uk/mbp/bpgt/m9ja910011.html.
Öğüt Adem, Bilgi Çağında Yönetim, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001.
Stensaasen Svein, How May We Use The Search Conference To Start Implementing Total
Quality Leadership in a Company, Total Quality Management, Vol 5, Iss 6, 1994.
Toffler Alvin ve Heidi Toffler, Yeni Bir Uygarlık Yaratmak, Üçüncü Dalganın Politikası,
İnkılap Yayınevi, İstanbul 1995.
Total Quality Leadership Vs. Management By Results, http://deming.cas/clemson. edu.
pub/den/files.
Total Quality Leadership, http://www.blanch-ardtraining.com/areas/totquella.cfm.
Total Quality Management / Leadership,http://www.mankato.msus.edu/univops/handbook/
qualityleadership.html.
Yates Ronald, Total Quality Leadership an American Tradition, Vital Speeches of The
Day, Vol 61, Iss 7, 1995.
Yozgat Uğur, Yönetim Bilişim Sistemleri, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 1998.
245
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
246
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 247-266, ELAZIĞ-2005
İNSAN KAYNAKLARI AÇISINDAN KURUMSAL İMAJ
Corporate Image from Perspective Human Resources
Ferit KÜÇÜK
Harran Üniversitesi, İ.İ.B.F., İşletme Anabilim Dalı, Osmanbey Kampüsü, Şanlıurfa.
[email protected]
ÖZET
Artan bilgi teknolojileri ve rekabetin getirdiği şartlar işletmeleri değişim yapmaya itmiştir.
Son on yılda kurumların kendilerini toplumun tüm kesimlerine anlatma ve tanıtma gerekliliği her
zamankinden daha fazla ön plana çıkmaktadır. Çünkü kurumların yaşamlarını uzun süre devam
ettirebilmeleri kurumları kuşatan, onlarla alış veriş içinde bulunan grupların beklentilerinin
karşılanması ile mümkün olacaktır. Kurumların tüm paydaş grupları, işletmelerin yaptıklar ve
söyledikleri ile o kurum hakkında bir izlenime sahip olacaklardır. Bir paydaş grubu olan kurum
çalışanlarının da kendi kurumları ile ilgili bir imajları vardır.Bu çalışmada kurum imajının
çalışanlar açısından bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kurum imajı, Çalışanlar, İnsan Kaynakları.
ABSTRACT
Increasing information technologies and rivalry lead firms to make some changes.
Institutions had to introduce themselves more intensively society in the last ten years. In order to
live for a long run, institutions must correspond to their customers expectations. Inspired by
behavior of institutions, stakeholder have impressions about them. This is the image in
stakeholders mind.The workers of institution, as a stakeholders, also has an of their own
institution. As the positive corporate image leads to increasing of sales and profits, when the
workers percept positive corporate image of their institutions, their performance will olso
increase.This study which examine to corporate image from perspective of corporate human
resources.
Key Words: Corporate Image, Employees, Human resources.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
GİRİŞ
Son yıllarda kurumların kendilerini toplumun tüm kesimlerine anlatma ve tanıtma
gerekliliği her zamankinden daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir. Kurumlarının
devamlılığı onları kuşatan, onlarla alış veriş içinde bulunan grupların beklentilerinin
karşılanması ile mümkün olacaktır. Kurumların tüm paydaş grupları, işletmelerin
yaptıklar ve söyledikleri ile o kurum hakkında bir izlenime sahip olacaklardır. Bir paydaş
grubu olan kurum çalışanlarının da kendi kurumları ile ilgili bir imajları vardır.
Kurum imajını genel olarak değerlendirmeye yönelik olarak yapılan araştırmalarda,
kurumun iyi yönetim tarzı, finansal gücü, yenilik yapma becerileri, nitelikli personeli
kuruma çekme ve onları elde tutma becerileri, sosyal sorumluluk bilinci gibi kriterlerle
değerlendirildikleri görülmektedir
Çalışanlarda kendi kurumlarını, kurumlarının kendilerine verdikleri ile algılamaları
muhtemeldir. İnsan kaynakları politikalarını çalışanlarla birlikte belirlemeleri ve
çalışanların beklentilerine cevap verebilme ölçüsünde kurum imajının çalışanlar
tarafından algılanması daha fazla olacaktır..
1. İnsan Kaynakları Yönetiminin Tanımı, Amaçları Ve Kurum İçindeki Yeri
1.2.İnsan Kaynakları Yönetiminin Tanımı
İnsan kaynakları yönetimi, örgüt ve çalışanlar arasındaki ilişkileri etkileyen tüm
yönetim karar ve hareketleridir( Fındıkçı,1998; 14). Başka bir tanımda ise; insan
kaynakları yönetimi, yönetici yada operasyon el basamaklarda çalışanların etkinliğinin
artırılması için destek faaliyetlerinin düzene sokulmasını amaçlar (Sabuncu oğlu,2000;
4). Genel anlamda insan kaynakları yönetiminin insana odaklanmış çalışanların
ilişkilerini yönetsel bir yapı içinde ele alan, kurum kültürüne uygun çalışma politikalarını
geliştiren ve genel olarak kurumda bir bütünlük anahtarı oluşturan bir özelliğe sahip
olduğu söylenebilir (Fındıkçı, 1998; 16).
Kurumların küreselleşmeyle birlikte girdikleri değişim süreci işletmelerde küresel
bir vizyon oluşturmak işletmelerin yapısını ve yönetim anlayışını değiştirmek, yeni bir
kurum kültürü yaratmak ve insan kaynakları kullanımının etkinleştirilmesi konusunda
uygulamalar getirmiştir. Kurumlar yüksek rekabet, hızlı uyum, yüksek standartlarda ürün
ve hizmet üretimi ve yenilik konularında üstün performans göstermek zorundadırlar. Bu
performans rekabetin etmenin gereğidir ve kurumlar rekabet avantajı elde etek için
değişmek zorunda kalmışlardır. Kurumların geçirdikleri bu değişimden kaynaklanan
kurum kültürü böylece gerçek temellere oturtulabilmektedir. Kurum kültürü hedef
grupların gözünde bir kurum imajı oluşturması sayesinde rekabet edebilmenin bir yolu
248
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
olarak kullanılmaktadır (Güzelcik,1999; 139). Bilim ve teknolojilerdeki hızlı gelişmeler
toplumsal yaşamda bir devrim niteliğindeki değişiklikler yaratmıştır. Kitle iletişim
araçlarının yaygınlaşması ve ulaşım olanaklarının artması, önceden olanaksız olan bir çok
şeyi insan yaşamının parçası haline getirmiştir. Gümrük duvarları ile korunan ulusal
ekonomiler içindeki küreselleşme dalgası karşısında korumasız kalmışlardır. Bugün
dünyanın ileri toplumları, sanayi sonrası toplum haline gelmiştir. Kurumların varlıklarını
sürdürebilmesi için iki seçenek vardır. Bir sarmaşık gibi günden güne büyüyen bu
dalganın parçası olmak yada bu örgütlerle rekabet edebilecek koşulları yaratmak. Artık
sermayenin bilgi ve hizmet işlerinde insanın yerine ikame edilemeyeceği ve bütün işlerde
ileri teknolojilerinde kendine verim yaratmayacağı gerçektir (Drucker,1996; 102).
Bilgi toplumu çalışması bilgi akışına dayanan büyük organizasyonlardan
oluşmaktadır. Bilginin en değerli örgütsel kaynak, üretim aracı ve aynı zamanda temel
ürün olduğu, öyle ki insan kaynaklarının çoğunluğunun bilgi endüstrisinin iş
görenlerinden oluştuğu ve enformasyonun diğer göstergelere göre ekonomik ve toplumsal
olarak da baskın olacağı toplum biçimi “bilgi toplumu” olarak adlandırılmaktadır
(Mutlu,1995;116). Bilgi toplumunun en önemli araç ve amacı yine bilgidir. Ancak
patentli yada başarılı yeniliklerin % 60’ı piyasaya sunulmasını takip eden dört yıl içinde
taklit edilmektedirler (Pfeffer,1995; 7). Öyleyse rekabette üstünlük sağlamak için taklit
edilmeyecek donanımlara sahip olmak gerekmektedir (Drucker,1996;3) İnsan kaynakları
yönetimi anlayışı insan öğesini örgütün merkezinde gören onu ön plana çıkaran bir
yaklaşımdır (Betaman, Zeithmal, 1993; 346). İnsan kaynakları yönetimi stratejik bir role
sahiptir. Çünkü işletmenin insan kaynağını rekabetçi avantaja dönüştürmeyi sağlar
(Canman,1995;55).
Örgütsel yaşamın en önemli öğesi insandır. Örgüt kültürünü benimsemiş, örgüte
bağlı nitelikli çalışan, rakipleri karşısında daima avantaj sağlamaktadır. Dolayısıyla
nitelikli insana sahip olmak üstünlük için birinci aşama ise, ikinci aşama da ise insanlarını
örgütte tutabilmektir. Bu yola örgütün eğitim yatırımlarından yeterince yararlanması
sağlanırken diğer taraftan yaptığı bu eğitim yatırımlarının rakip örgütlere akması
engellenmektedir.
Yaşadığımız değişimler gözönüne alındığında, önümüzdeki on yıl içinde dünyanın
neye benzeyeceğini tahmin etmek oldukça güç. Kesin olan tek şey var. Bizi buraya
getiren şey, oraya götürmeyecek. Artık örgütün en önemli varlığının insan olduğu
düşüncesi bir klişe olmaktan çıkmıştır. İnsanlar yegane dinamik varlığı oluşturmaktadır.
İnsanlar olmadan hiçbir şey gerçekleşemez. İnsan kaynakları departmanının görevi
insanların işlerinde daha verimli olmalarının yanı sıra, işlerinden daha çok doyum elde
249
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
etmelerine yardımcı olmaktır (Fitz, Phillips, 2001;2-3).
1.3.İnsan Kaynakları Yönetiminin Amaçları
İnsan kaynakları yönetiminin amaçlarını şu şekilde belirtebiliriz: Bir örgütü
oluşturan insanları en etkin bir biçimde bir araya getirmek ve örgütlemek, bireyin ve
çalışan grupların refahını gözetmek suretiyle örgütün başarısına katkıda bulunmalarını
sağlamaktır (Tutum,1976; 2). Günümüzün değişen iş ortamında insan kaynakları
yönetimini aşağıdaki gibi ifade edebiliriz (Palmer,1993;;25).İnsan kaynaklarını örgütün
amaçları doğrultusunda en verimli şekilde kullanmak
• Çalışanların ihtiyaçlarının karşılanması ve gelişimlerinin sağlanması
• Örgütsel değişimi sağlamak ve bunu sürekli kılmak
• Öğrenen bir örgüt yaratmak
• Çalışanların örgütsel bağlılığını yaratmak
İnsan kaynakları sorumluluklarını yerine getirirken üst yönetimin destek ve
katılımını sağlamak, personel stratejileri ile işletme stratejilerini uyum içinde
birleştirmek, istihdam politikalarını benimsemek, güçlü kültürel değerlere bağlı kalmak
ve çalışanların tutum ve davranışlarına önem vermek zorundadır. Küresel dünyada insan
kaynakları yönetiminin temel amacı, iyi seçilmiş motive edilmiş, eğitilmiş bir insan gücü
yaratmaktır. Konusunu çok iyi bilen, kendisi ve çevresi ile barışık, kendisini sürekli
geliştiren, çabuk hizmet veren, yaratıcı özelliği olan bir personel profilinin yaratılması
temel amaç olarak seçilmiştir. (Ekin,1999; 85)
1.4. İnsan Kaynakları Yönetiminin Kurum İçindeki Yeri
Örgütlerde insan kaynakları yönetimi küreselleşen ve bilgi teknolojilerinin
yoğunluğunda yaşayan kurumların en çok konuştukları konulardan biri haline gelmiştir.
Teoride ve uygulamada kabul edilen bir gerçek var ki, insan kaynakları tekniklerinin,
yöneticiler ve çalışanlar arasındaki ilişkiler zincirine yeni boyutlar kazandırdığıdır
(Selamoğlu,1998;32). İnsan kaynaklarının doğuşunu etkileyen sadece değişen makro
koşullar değildir. İnsan kaynakları yönetiminin varlığına neden olan başka alt koşullar da
vardır. Bu koşullar; ülkede risk taşıyan grupların ilgileri ve durumsal faktörler olarak
yorumlanabilir (Kurtuluş,1994; 9-11). Risk taşıyan gruplar, hissedarlar, yöneticiler,
çalışanlar, sendikalar ve hükümeti dahil edebiliriz.
Durumsal faktörleri ise, işgücünün özelliği, kurumsal stratejiler, yönetim felsefesi,
iş piyasasının durumu, iş kanunları ve sosyal değerler, teknolojik gelişmişlik düzeyidir.
Tüm bu faktörler insan kaynakları politika seçeneklerini ve sonuçlarını
etkileyebilmektedir (Artan, 1992;15).
250
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
Kurumların hedeflerine ulaşmalarında insanın öneminin artması geleneksel çalışan
anlayışına bir bakış açısı getirmiştir. Diğer bir deyişle, ihtiyaç duyulan elemanların sayı
ve niteliklerinin belirlenmesi, performansları, eğitimleri gibi işlevlerin tümünde bilimsel,
çağdaş tekniklere ihtiyaç duyulmaktadır (Kurtuluş,1994; 74).
İnsan kaynakları yönetimi belli bir yönetim anlayışına ve felsefesine dayanır. Bir
kurumun varlığını sürdürmesi, amacını gerçekleştirmesi insan kaynağına bağlıdır. İnsan
kaynağı geliştirirse kurumda geliştirilmiş olur. İnsan kaynakları yönetimi kişinin değer ve
onuruna olan inanç üzerine kurulmuştur. İnsan kaynakları yönetimi, çalışanların kişisel
yeteneklerini en geniş ölçüde kullanmalarına , birey ve grubun bir üyesi olarak işlerinden
en yüksek doyumu elde etmelerine yardımcı olur (Tutum, 1976; 3). En iyi ve en başarılı
olmak isteyen kurumların tümü insan kaynakları ile bunların uygulamaları ile ilişkilidir.
İnsanların bir arada çalışma ilişkilerini saptamak ve bunu kurumun hedeflerine varmada
en önemli özellik olarak kabul eden kurumlar için daha önemli hale gelmiştir. Çalışanlar,
kendileri daha iyi işler yapmaya cesaretlendiren, kişisel gelişimi teşvik eden amaç ve
görevlerini yerine getiren ve en yüksek ahlaki değerleri temsil eden, ilişkilerde güven
veren, katılımı esas alan, iletişimi artıran bir kurumun üyesi olduklarında kurumların
başarısı için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışacakları muhtemeldir. Bu açıdan
çalışma hayatının iyileştirilmesi ve kalitesi kurumun algılanmasına ve dolaysıyla çalışma
performansı ile kuruma fayda sağlayacaktır (Ouchi ,1981; 151-155).
1.5. Çalışanların İş Yaşamına İlişkin Tercihleri
Çalışma yaşamında kurum birey dengesi, basit ücret emek dengesinden çok daha
karmaşıktır. Nitekim bir kurumda aynı işi yapan kişiler arasında ücretin farklı olması,
yada bir kişinin aynı iş için farklı şirketlerden farklı ücret talep etmesi, kurum-birey
dengesinin sadece ücret-emek dengesine dayanılarak kurulmayacağını göstermesi
açısından önemlidir (Covey, 1978; 31).
Çalışanlar kuruma;
-Belirli bir zaman dilimi içinde emeklerini,
-Önceki işlerinden bilgi birikimi ve tecrübelerini,
-Yaratıcılık, sorun çözme, analitik yaklaşım gibi yeteneklerini
-Dürüstlük, özveri, sadakat gibi kişilik özelliklerini
-Önceki iş çevresi/yakınları gibi nüfuz edebilecekleri çevre ve ilişkilerini verirler
-Karşılığında ise kurumdan;
-Ücret, prim gibi sosyal kolaylıklar gibi maddi getirileri
-Kurumun politikaları ve gelecek potansiyeline bağlı olarak sosyal güvenliklerini
251
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
-Kurumun imajı ve pozisyonlarının düzeyine bağlı olarak saygı ve statüyü
-Eğitim ve yükselme olanaklarına bağlı olarak gelişim potansiyellerini alırlar.
Kişilerin çalışmaya devan ettikleri sürece kuruma verdikleri ile aldıkları arasında
bir denge bulunduğu varsayılır. Kurum-birey dengesi olarak adlandırılabilecek bu
modelde her iki tarafta verdikleri ile aldıklarının dengede olduğunu düşünmektedir.
Dolayısı ile bu söz konusu denge, tarafların bunu algılamaları ile sürdürülebilir.
Kurum-birey dengesi bu beklentilerin karşılanması ölçüsünde uzun süreli olabilir
ve sürdürülebilir. Eğer kişinin kurumdan aldıklarının verdiklerinden daha az ise kurumu
terk edebilir,veya kurum verdiğinin aldığından daha fazla olduğunu düşünürse bu seferde
kurum işten çıkarmayı düşünebilir. Çalışanların iş yaşamına ilişkin tercihlerini şu şekilde
sıralayabiliriz (Keith, 2000; 74).
-Ücret düzeyleri:Ücret düzeyleri çalışanların kurumlarından beklentileri arasında
önemli bir yere sahiptir
-Prim uygulamaları: Üretim karşılığı alacakları çeşitli primlerin varlığı
çalışanların kurumlarını algılamasında önemli bir faktördür.
-Sosyal kolaylıklar: Çalışanlara para olarak verilmeyen ancak maliyeti kurum
tarafından karşılanması nedeniyle çalışanların harcamalarından tasarruf sağlayan
uygulamalardır.( Ulaşım için servis, öğle yemeği, özel sağlık sigortası, cep telefonu,
şirket aracı vb.)
-İş güvenliği: Kurumun işten çıkarma politikası ile genel ekonomik durumun
bileşimine bağlı olarak işin devamlılığıdır. Kurumun işten çıkarma yaklaşımı çok sıradan
olarak mı algılanıyor, son çare olarak mı görülüyor ve prosedüre bağlanmış mı? kurumun
genel ekonomik durumu, büyüme göstermiyor mu? gelecek vaat ediyor mu? küçülme
trendi var mı? gibi kriterlerdir.
-Pozisyonun düzeyi: Pozisyon görev unvanıdır. Görev unvanının organizasyon
şeması içindeki yeri; operasyona bağlı olarak çalışan bölüm, çalışan sayısı,gibi pozisyon
düzeyi ile ilgili değerlendirmeler çalışanların kurumdan beklentileri içinde önemli bir
yere sahiptir.
-Kurum imajı : Kurumun dışarıdan ve içeriden nasıl göründüğüdür. (kurumun
büyüklüğü, kamuoyunda tanınmış olması, kurumun faaliyet ortamı ile ilgili kamuoyu
görüşü, kurumun toplumsal ve çevresel duyarlılığı, istihdama katkısı vb.)
-Kurum kültürü: Kurumun vizyonu, misyonu ilke ve değerleri ile faaliyetlerini
yürütürken izlediği politikalardan oluşan bütündür. (Kurumun sosyal paydaşlarına,
müşterilere, tedarikçiler, hissedarlara, çalışanlara, toplum ve devlete bakış açısı,
kurumsallaşma derecesi, insan kaynakları politikaları ve uygulamaları)
252
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
-Eğitim olanakları: Kurumun genel eğitim politikası ile ilgili eğitim olanaklarının
düzeyidir.
-Yükselme olanakları: Kurumun kariyer yönetimi politika ve uygulamaları ve
pozisyon ile ilgili yükselme olanaklarının düzeyidir.
2.Kurum İmajı İle İnsan Kaynakları İlişkisi
Çalışanlar kurumun geleceğinde en önemli kaynağıdır. Çalışanlar kurumun uzun
dönemli stratejileri ile ilişkili bileşenidir. Çalışanlar artık ödeme çeklerinin dışında bazı
faktörlerin kurum tarafından sağlanmasını istemektedirler (Gray, 1986; 17). Kurumun
uygulamaları çalışanların neyi istediğini, neyi kabul edeceğini sonucunda kurumla ilgili
değerlendirmelere tabii olacaktır. Kurumlar amaçlarına varmak için belirli metotlar
kullanırlar. Bu kullandıkları metotlar toplum tarafından algılanır ve anlamlandırılır.
Kurumun uyguladığı kurallar, davranış biçimleri ile toplumun kurumu algılaması ve
kurumun performansı arasında bir ilişki vardır (Bromley, 1993; 156). Eğer davranışlar ve
uygulamalar kabul edilirse imaj artacak bu da kurumun satışlarına, yatırım fırsatlarına,
finanssal desteğin alınmasına neden olacaktır. Çalışanlar açısından bu durumda sağlanan
faydalar kurumda daha fazla çalışma, kurumu koruma ve kurumla bütünleşme olarak
kendini gösterecektir (Rose,Thomsen; 2004: 201-210). Çalışanlar tarafından bir kurumun
algılanmasını şu şekilde sıralayabiliriz (Boulding, Boulding; 1966; 108).
-Eşitlik
-Hiyerarşi kademelerin azaltılması
-İnsan haklarına saygılı bir kurum
-Temiz bir çevre için yapılan kurumsal çalışmalar
-Kurum çalışanlarının hayat tarzlarını geliştirmeye katkısı
-Yaratıcılığın geliştirilmesinin desteklenmesi
-Gönüllü ve esnek çalışma ortamının sağlanması
-Deneysel eğitime destek vermesi ve hayat boyu eğitim
Yine iyi tanınan bir kurumdan genellikle iş güvenliği, daha iyi sağlık imkanları,
emeklilik hizmetleri, çalışanlara hisse sahibi olma hakkı gibi haklar vermesi beklenir.Bu
beğenilen kurumlarda çalışanların işlerinden gurur duydukları görülmüştür (Philips,
2001; 225-227).
Kurum imajının ilk uygulamalarında sadece logolar ve renklerin kullanımının
gerçekleştirilmesinde amaç, dış hedef kitleye kurum tanıtılması esas alınmıştır. Ancak
hem küreselleşme ve bilgi çağının getirdiği değişimler çerçevesinde, kurumların imaj
çalışmaları artık sadece dış hedef kitleye yönelik olarak değil aynı zamanda kurum için
253
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
stratejik bir önemi olan kurum çalışanlarının da bu sürecin içine alınarak planlandığı bir
aşamaya gelinmiştir. Güçlü bir imaj yaratabilmek için çalışanların ihtiyaçlarının
kurumundan beklentilerinin karşılanması gerekmektedir. Çalışanların genel olarak
vizyona ve çalıştıkları işlerinden gurur duymaya ihtiyaçları vardır. Yine çalışanlar
paylaşılan bir kurumsal kültür, gerçek anlamda tüm yönleriyle işletilen bir iletişim iklimi
kariyer fırsatları gibi imkanlar beklenmektedir (Schultz,1980:98, Lemmink,Schuijf,
Strevkens, 2003:1-15).
Kurumun insan kaynakları politikaları, kültür yapısı, vizyonu ve kurum dışında
oluşan imajı, kurum çalışanları açısından kurumları ile ilgili imajı yapılandıran
faktörlerdir (Dowling, 2001; 12). Kurumun genel olarak imajının değerlendirildiği
kriterler kurum çalışanları tarafından da değerlendirilen kriterlerdir. Daha öncede
belirtildiği gibi ortak bir imaj yaratmanın zorluğu dolayısıyla çalışanlarda kurumlarının
işleyişi ve beklentilerinin karşılanması ölçüsünde kendi imajlarını oluşturacaklardır.
Burada bu imajı oluşturacak olan faktörleri incelemeye çalışacağız.
2.1.Kurumun Saygınlığı
Kurumun saygınlığı kamuoyunda görüntüsünün bir yansımasıdır. Kurumsal
davranış ve iletişim yolu ile çeşitli ilgi gruplarına gönderilen mesajlar sonucunda bu
gruplarının bir değerlendirmesi olacaktır
Fortune dergisi tarafından yapılan en saygın 500 firma ilgili kriterler şöyle
belirtilmiştir (Nakra, 2000; 35-38).
-Yönetim kalitesi
-Ürün ve hizmetlerin kalitesi
-Finanssal sağlamlılık
-Yenilik
-Çalışanların davranışı
-Sosyal sorumluluk
-Kurum kaynaklarının kullanımı
-Yenilik
Yine çalışanların kendi kurumları ile ilgili olarak pozitif düşüncelere sahip
olmalarını belirleye yönelik olarak yapılan çalışmalarda çalışanlar tarafından şu kriterler
belirlenmiştir (Lynch, Esisenberg, Armeli 1999; 467-483).
-Yeterli ücret
-Aile odaklı politikalar.
-Yönetim kalitesi
254
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
-Gelişimlerini sağlayacak eğitim
-İş yapma standartlarını açıkça belirlenmesi
-Kurum hedefleri ile ilgili bilgi verme, kurumda açık ve çok yönlü iletişim
-Performans kriterlerinim objektif kriterlere dayalı olması.
Bu kriterlerin varlığı içteki kurum saygınlığını arttıracaktır.
Kurum imajının hem içte hem dışta algılanmasında üst düzey yönetimin büyük bir
etkinliği vardır. Yöneticiler kurumu dışarıda temsil ederler içeride de uygulamaları ile
kendilerini ortaya koyarlar. Yöneticilerin uygulamalarının profesyonelliği çalışanla ve
diğer gruplar tarafından değerlendirilmesi ve bu anlamda kurum imajının olumlu yada
olumsuz olması açısından önem taşır (Schultz, 1997; 356-365).
Kamuoyunda düşük profile sahip olan kurumlar, muhtemel personelin bu
kurumlara bakış açlarını etkiler. Aynı zamanda bu kurumlar işe alımlarda adil
davranmadıkları, zorluk çıkardıkları izlenimine sahiptirler. Amerikan dev paketleme
şirketi Procter&Gamble saygınlık kazanmak için kurumsal olarak imaj faaliyetleri yerine
marka ismini ön plana çıkartmıştır. Buda Amerika dışındaki ülkelerde yetenekli
elemanları kuruma çekmede zorluk yaratmıştır. 1985’te Avustralya pazarına giren P&G
kurumsal reklamlarının eksikliği yüzünden halen potansiyel çalışanlar tarafından
bilinmemektedir (Dowling, 2001; 51). Kurum tarafından verilen bilgilerin onların
değerlendirmeleri ile uyuşması kurumun saygınlığını arttıracak ve kuruma olan çekiciliği
etkileyecektir. Personel alım süreci ile ilgili bilgilerin yetersizliği kurumun saygınlığını
olumsuz yönde etkileyebilmektedir (Bretz, 1998; 330-337).
Sosyal olarak kişi kendini kurumun dışındaki kurumlarla karşılaştırır. Bu durumda
kişi hem kendi kimliğini hem de kurumun kimliğini karşılaştırmış olur. Eğer kurumun
yaptığı eylemler sonucunda kurumun dışarıda saygınlığı varsa bunu kişi kendi saygınlığı
olarak algılayacak ve kendi kurumunu saygın bir kuruluş olarak değerlendirecektir.
2.2.Çevresel Ve Sosyal Sorumluluk
İyi bir kurum imajına sahip olabilmek için çevresel ve sosyal sorumluluk
faaliyetlerine kurumlar eskisine oranla daha fazla ilgi göstermelidirler. Dünyanın en
büyük şirketleri artık iş başarısında kurum imajı ile performanslarının ilişki olduğunu acı
dersler alarak öğreniyorlar. Toplumun artan talebi sonucunda kurumların geleneksel,
finanssal, yasal ve işle ilgi ölçümlerine ilave olarak sosyal ve çevresel sonuçlarla
değerlendirilmeye başlanmışlardır. Sosyal ve çevresel konularla oluşan iyi bir imaj hem
içerde hem dışarıda bağlılığı arttıracaktır. İçsel olarak çalışanlar, kendi kurumlarının
çevreye nasıl davrandığı ve kurumun dışarıda nasıl yer aldığı ile ve kurumun bu
255
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
politikalarla insanları nasıl etkilediği ile ilgilenmektedirler. Kurumun uyguladığı sosyal
ve çevresel politikalar, kurumda çalışanların dış algılama çerçevesinde kendilerini daha
saygın ve iyi bir kurumda çalışıyor olmaktan dolayı mutlu hissetmelerini sağlayacaktır
2.3.Liderlik Ve Yönetim Biçimi
Liderlik faktörü kurumun kültürünü, vizyonunu etkiler. Buda çalışanlar tarafından
paylaşılan değerleri içerdiğinden kurumun çalışanlar tarafından algılanan imajı da
etkilenecektir. “Amerikan Soutwest Airlen” firması kurumda yeni bir lideri değişimi
yaparak kurum kültürünü etkileme ile
çalışanların kurumlarını
algılamalarını
değiştirmiştir. 1998’de çalışanlar tarafından verilen oylar sonucunda Soutwest’in
çalışmak için en uygun kurum olduğu çalışanlar tarafından oylanmıştır. Liderlik faktörü
kurumsal kültürün yerleştirilmesinde vizyon belirlenmesinde önemli olduğundan dolayı
kurumsal imajı da bu yönde etkileyecektir. Eğer lider transformasyon el (Dönüşümcü) bir
lider ise bu değerlerin paylaşılması kolaylaşacaktır. Ama lider paylaşımcı, iletişimi
sevmeyen otokratik bir yapıda ise bunun gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır
(Grunning, 1993;121-129).
2.4.Kurumsal Politikalar
Kurum imajının şekillendirilmesi sürecinde kurumun form el politikaları önemli bir
yer tutmaktadır. Bir bütün olarak kurum stratejisi insan kaynakları politikaları müşteri
oryantasyonu, kurum yönetim tarzı bu süreçte önemlidir.
Kurumsal politikalar, strateji, yapı, yatırımlar, iş süreçleri ve örgütün kontrol
sistemlerini içine alır. Bu politikalar kurum yönetiminde kullanılan ve imajı etkileyen
faktörlerdir. Benchmarking,(İyi uygulamaları örnek alma) Outsorcing,(Dış kaynak
kullanımı) stratejik ortaklık, toplam kalite yönetimi gibi konulardır. Aynı zamanda basit
bir örgüt yapısı, hiyerarşik konuların azaltılması gibi uygulamalar da bunun için
önemlidir (Bretz, 1998; 339). Örneğin insan kaynakları yöneticileri çalışanlarına
tüketicilere nasıl davranacakları ile ilgili üst limitleri koyarlar. Böylece insan kaynakları
uygulamaları direkt olarak çalışanların kurumla ilgili imajlarını, dolaylı olarak da
tüketicilerin imajını etkileyecektir.
2.5.Kurumsal Değerler
Çalışanların imajını etkileyen kurumsal değerler kurumun etik ilkeleri paylaştıkları
inançlarıdır. Bunlar kurumda çalışanlar tarafından öğrenilir. Bu değerler eğer merkezi ve
sürekli bir nitelik taşıyorsa bu çalışanlar tarafından daha çok paylaşılacaktır. Kişilerin
kendilerinde gördükleri özellikleri kurumda bulduklarında bu onlar için paylaşılması ve
kabul edilmesi daha kolay olacaktır.
256
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
Çalışanlar öncelikle çalıştıkları kurumun kültürünü benimseme ile o kuruluşun
değerlerini zamanla öğrenerek benimserler. Örneğin, Koç topluluğu çalışanları, kendi
ekollerinin gereklerini yerine getirir ve bunu temsil ederler. Ancak bir süreçten sonra
çeşitli kademelerde Koç topluluğunun değerleri hissedilmeye başlanır. Koç topluluğunda
herkesin disiplinli, yöneticilerin dürüst güvenilir olması, sözünü tutması ve bunu
hayatının her alanına yayması beklenir. Bu değerlere sahip olmayan üst seviyelere
çıkamaz (Kara koyunlu, 1998; 11-13).
Kurumsal davranışın dışa ifade edilmesinde ve kurum imajı anlayışının
gerçekleştirilmesinde kurumu personeline büyük görevler düşmektedir. Bu iki yönlü bir
ilişkidir. Birincisi; içte oluşturulan bir imaj dışarıya yansıyacaktır İkincisi de; çalışanların
kurumun dışında oluşan imajın etkisiyle de iyi davranış sergilemeleri söz konusu
olacaktır (Dutton, Dukerich; 1991 ;517).Kurum personeline yönelik olarak yürütülen
politika ile, personele yönelik, kurum imajı çabaları arasında karşılıklı bir etkileşim vardır
(Okay, 2000, 217).Kurumun imajı kurumun politikaları tarafından belirlendiğinden insan
kaynakları politikasının bir parçası olarak belirlenmektedir.
Aşağıdaki şekil 1’de kurum imajı ile kurum politikası arasındaki ilişkiyi
görebiliriz.
Personel
politikası
Personelle
ilgili kurum
imajıI
Kurum İmajı
Kurum
Politikası
Şekil 1: Kurum İmajı İle Kurum Politikası Arasındaki İlişki
KAYNAK: Okay.,A.g.e.s.217
Şekilde ifade edilmek istenen; yukarıda da açıklandığı gibi personel politikası ile
çalışanların kurum imajlarını oluşturmada kurumun uyguladığı davranışlar arasında ki
257
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ilişkiyi belirtmektir.
2.6.Kurum İklimi
Kurumsal iklim; biçimsel yada biçimsel olmayan bir şekilde kurumsal politikaların,
uygulamaların ve kuralların çalışanlar tarafından ortak bir biçimde algılanmasıdır. Veya
çalışanların iş ortamlarının kalitesini algılama biçimleridir (Maxnes, Dilerton, 1991; 398).
Bir başka tanımlamada ise kurum iklimi, işletmelerde var olan sos yo psikolojik
koşulardan yapı, sosyal etkileşim sonucu oluşan objektif yapılanmış koşullar bütünüdür
(Denison, 1996; 632).
Kurumun psikolojik ortamına kurumsal iklim denir. Kurum iklimine etkide
bulunan temel bileşenler; kişilerin güdülenmesi, liderlik tarzları ve kurumsal iletişimdir
(Can, 1992; 206). Çalışanların memnun oldukları bir kurum iklimi onların
verimliliklerine olumlu etkide bulunacak, buda çalışanlar arasında kurum imajının
yükselmesine neden olacaktır.
Kötü bir kurum iklimi çalışanların davranışları üzerinde olumsuz bir etkiye neden
olacaktır. Bunun tersi durumunda yani iyi bir kurum iklimi ve çalışanların işlerine hazır
olmaları için olumlu bir ortam, verimliliği azaltan koşuların oluşmasını sağlayacaktır. İş
görenlerin çalışmaya istekli olmaları aynı zamanda onların kurumun hedefleri ile yüksek
derecede bütünleşmelerine neden olacaktır. Tabi ki bu durumun terside söz konusu
olabilmektedir.
2.7.Vizyonun Paylaşılması
Çalışanların çalıştıkları kurumları ile ilgili gelecekteki vizyonu’nun, misyonu’nun,
hedefleri’nin, amaçları’nın neler olduğunu bilmeye ihtiyaçları vardır.
Her kurum çalışanlar tarafından paylaşılan, değerleri yansıtan bir vizyona sahip
olmalıdır. Vizyon iyi güzel olan idealleri yansıtır (Dowling, 2001; 67). Vizyon kurumun
geleceğinin resmidir. Neden geleceği yaratmak zorunda olduklarını üstü kapalı yada açık
olarak anlatmayı gerektirir (Gee, 1995;65). Çünkü çalışanlar gelecekte neyi
hedeflediklerini bu hedeflere ulaşmada kurumlarının vizyonunun ne olduğunu
bilmediklerinde, yaptıkları işe olan ilgilerini kaybedeceklerdir. Bu da işletmeye olan
güvenlerini, önemli ölçüde sarsacaktır. Bu amaçla işletme yönetiminin ana
sorumluluklarından birisi de, sürekli olarak kurumun vizyonunun işletme için çalışan
herkes tarafından paylaşılmasını sağlamaktır. Paylaşılan bu vizyon, çalışanların
işletmenin hedeflerini gerçekleştirmede bir sinerji ortaya çıkararak ortak çalışmalarını
sağlayacaktır. Oluşturulan güçlü kurum vizyonu işletmenin çalışanlar üzerindeki iç
imajını olumlu olarak etkileyecektir (Gee, 1995;65-67).
258
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
2.8.Çalışanlara Saygı Göstermek Ve Değer Vermek
Kurumda iç imaj yaratmanın bir diğer yolu da çalışanlara gerektiği ölçüde saygı
göstermektedir. Çalışan çalıştığı işten yeteri kadar değer görmezse kuruma bakış açısı
pozitif olmayacaktır. Kurum içinde bir birey olarak değer verildiğini hisseden çalışanın
motivasyonu artacak ve böyle bir kuruluşta çalışmaktan dolayı mutlu olacaktır. Diğer
yandan işletme için değerli olduğunu hisseden bireyin yaptığı işe olan bağlılığı sonucu
müşterileriler ile iyi ilişkiler kurmasına neden olacak ve bunun sonucu olarak da sağlam
ve uzun dönemli kurumsal dış imajın oluşmasına katkı sağlayacaktır ( Güzelcik, 1999;
198-199).
Vizyon sahibi olan liderler saygı ve eşitlik içeren bir iç atmosferin daha fazla
çalışanları motive ettiğinin bilincinde olan kişilerdir. Yine bu yöneticiler iş görenlerin
kişiliklerine, yaptıkları işlere ve önerdikleri görüş ve düşüncelere değer vermelidir.
Çünkü çalışanlar, yöneticiler ve grup üyeleri tarafından takdir edilme, beğenilme ve değer
verilme ihtiyaçları duyarlar (Akat, Budak, Budak, 1994; 216).
Bu nedenle çalışanların hislerine ve duygularına kişiliklerine önem verilmelidir. Bu
amaçla çalışanlara eşit davranmak ve değer vermek gerekmektedir. Bütün bir davranış
sergilemek çalışanlar arasındaki motivasyonu artıracağı gibi, müşteriler arasındaki
tatminini artıracaktır. Çalışanların manevi açıdan mutluluğu ve kuruma olan bağlılığı,
tüketicilerin göz önünde olumlu bir imaj oluşturmada büyük rol oynayacaktır. Böylesi
bir ortamda çalışanları kendilerini iyi hissedecekler ve iş yapmak için enerjiyle
yükleneceklerdir (Gee, 1995;68). Kurum imajının çalışanların gözünde olumlu olmasını
sağlayacaktır .
2.9.Çalışanlarla Etkili İletişim Kurmak
Güçlü bir imaj yaratmada çalışanların ihtiyaç duyduğu kurumsal politikalardan
biriside, daha iyi iletişim kurma ihtiyaçlarıdır. Önemli bir finanssal kuruluşta çalışanlar
arasında işletmeyle ilgili şikayetlerini öğrenmeye yönelik yapılan bir araştırmada, en
önemli şikayet alarak “ işletme içindeki iletişim eksikliği ve saygının olmadığı bir ortam
içinde bulunmaları olarak bildirilmiştir”. Çalışanlar bilgilendirildikleri zaman kendilerine
güvenildiğini ve değer verildiğini hissedeceklerdir. Bu durum çalışanların kurumla ilgili
düşünce ve duygularını olumlu yönde etkileyecektir (Gee, 1995;68).
Çalışanların bir hedef de birlik olabilmeleri için öncelikle kurumun hedefi ile ,
misyonu ile amaçlarıyla ilgili olarak bilgilendirmeye ihtiyaçları vardır. Çalışanların bu
ihtiyaçlarının giderilmesi, kurumun çalışanlar tarafından algılanan iç imajına büyük katkı
sağlayacaktır (Güzelcik, 1999; 197).
259
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
2.10.Çalışanlara Yaratıcılıklarını Kullanabilecekleri Ortam Yaratmak
Kurum içinde yaratılacak olan iletişim sistemi çalışanların yaratıcılıklarını
kullanabilmesi ve kuruma katkıda bulunabilmeleri için fırsat tanınmasını sağlayacaktır.
Çalışanlara yaratıcılıklarını kullanabilecekleri imkanlar sağlandığında, onların kendilerini
önemli hissetme ihtiyaçları da giderilmiş olacaktır (Gee, 1995;69-70).
Yöneticiler, çalışanlarına sorumluluk almaları için şans vermeleri gerekmektedir.
Eğer yöneticiler çalışanlara yöneticiliklerini kullanma için şans verirlerse, çalışanların
gerçekten iyi bir iş yaptıkları görülecektir. Görüldüğü gibi çalışanların motivasyonu
açısından kurum içinde yaratıcılıklarını kullanabilecekleri bir ortam yaratılması
gerekmektedir. Onlara bu fırsat sağlandığında, kurumun çalışanlar arasında algılanan
imajı güçlenecektir (Güzelcik, 1999; 198).
2.11.Çalışanları Ödüllendirmek
Ödüllerin karmaşık yada pahalı olması gerekmez. Beklenmeyen bir günlük izin, bir
hediye, bir buket çiçek, spor müsabakalarına bir bilet veya oteldeki bir pizza partisi
olabilir. Bu tür ödüller, kuruma olan sadakati ve iş tatmininin artmasına, imaj ve prestij
yükselmesine neden olur (Güzelcik, 1999; 198).
2.12.Çalışanlara Bilgi Verilmesi Ve Hedeflerin Paylaşılması
Kurumda var olan bilgi ve hedeflerinin çalışanlar tarafından paylaşılması, kurum
içinde organize hareketlerin oluşmasına neden olacaktır. Çünkü çalışanlar arasındaki
bağlılığı sürdürmek için paylaşılan bilgilerin olmasını talep ederler. Bunun paylaşılması
kurumun genel olarak imajının paylaşılması sonucunu doğuracaktır. Paylaşılan imaj,
hareketlerin bir potada eritilmesinde bir araç olacaktır. Çalışanlar kurumda var olan bilgi
ve hedefleri paylaşmıyorlarsa, kurum imajının paylaşılamayacağı sonucu ortaya
çıkabilecektir. Bu anlamda kurum imajı kurumda paylaşılan bir bilgi ağıdır (Barich,
Kotler, 1998; 216).
Kurumla ilgili bilgiler, kurumla çalışanların bütünleşmesini etkiler. Çünkü bilgi
kurumun görünürlülüğünü ve diğer kurumlardan ayırt edilmeyi belirtir. Çalışanların bir
kurum üyesi olma ilgisini arttırır. Özellikle bilginin paylaşılması, üyeler açısından iyi
tanınan bir kurumun parçası olma hissini verecektir. Japon firmalarında oluşan söylem
şöyledir..”Eğer siz iyi bir iç ve dış kurum yaratmayı istiyorsanız, bunu bireysellikle
yapamazsınız. Bu başarı, çalışanlarla iletişim, bilgi ve hedeflerin paylaşımı ve kurumsal
değerlerin ortak bir şekilde özümsenmesi ile mümkün olabilecektir” (Gray, 1986; 86).
260
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
2.13.Çalışma Koşullarının İyileştirilmesi
İş görenlerin fiziksel ve ruhsal durumlarına uygun işlerde çalıştırılmaları
gerekmektedir. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi de tıpkı kurum ikliminin iyi olması
durumundaki gibi performans artışına katkıda bulunacaktır. Ayrıca uygun çalışma
koşulları kurum içi ve kurum dışı imajı etkileyen bir unsurdur.
Son yıllarda çalışanlar iş yerlerinde oldukça büyük oranlarda kimyasal ve benzeri
sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Artan teknolojik yenilikler ve ürünlerde kullanılan
kimyasal bileşenler verimliliğin yanında çalışanların bu maddelerle aynı ortamda
bulunmalarını kaçınılmaz kılmaktadır (Archie, 1989; 344).
İşletmelerin çalışanların sağlığına yönelik olarak yapacağı bir takım eylemler
vardır bu eylemleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.:(Özveren, 1978; 18).
-Çalışanların hastalıklara karşı korunması, çalışma ortam ve koşullarının
düzeltilmesi,
-Hastalık yaratıcı nedenlerin ortadan kaldırılması
-Bu çalışmaların tümünün sistemli ve yöntemli biçimde yapılmasını
kapsamaktadır.
Milletlerarası Çalışma Teşkilatı (ILO) tespitlerine göre, her üç dakikada bir çalışan
iş kazası ve meslek hastalığına yakalanıp ölmektedir. Yine aynı kaynaklarda her yıl
ortalama on binlerce kişi bu nedenle ölmektedir (Arıkoğlu, 1991; 56).
İşletmelerde İş kazaları ve meslek hastalıklarının fazla olması çalışanlarda moral
bozukluklarının olmasına ve dikkatsizliğin artmasına neden olacaktır. Kısaca çalışma
koşullarının iyileştirilmesine verilen önem iş gücünün verimliliğini olumlu yönde
etkileyecektir. Çalışanlar bu konuda yapılan faaliyetleri fark ederlerse, kurumlarına daha
olumlu olarak bakacaklardır .Çünkü bireyler için paradan da önemli olan şeylerden biride
sağlık dır.
2.14.Kariyer İmkanlarının Sağlanması
Çalışanların aldıkları olumlu mesajlar kurumun imajını arttırmakta yada
azaltmaktadır.Kurum imajı çalışanların kariyer kararlarını etkileyen faktörlerden biridir
(Bromley, 1993; 194, Grenning, 1993; 121-129).
Kariyer kavramı; ”Kişinin çalışma yaşamı boyunca üstlendiği işlerin bir bütünü
olarak tanımlanırsa da kariyer, bununda ötesinde daha geniş bir anlam taşımaktadır. Bir
kişinin kariyeri sadece onun sahip olduğu işleri değil, aynı zamanda işyerinde kendisine
verilen iş rolüne ilişkin beklenti, amaç, duygu ve arzularını gerçekleştirebilmesi için
261
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
eğitilmesi ve böylece sahip olduğu bilgi, beceri, yetenek ve çalışma arzusu ile o işletmede
ilerleyebilmesi anlamını taşır” (Aytaç, 1997; 17).
Kişi kuruma gelmeden oluşan imaj ve kuruma geldikten sonra kurumsal
davranışlar sonucu, çalışanların kurumla ilgili algılamalarını arttıracaktır. Kariyer
fırsatları sunan bir kurumun potansiyel çalışanlar tarafından tercih edilmesi daha fazla
olacaktır. Çalışanların beklentisi olan gelişim ve kariyer fırsatlarının sağlanması kurum
imajına olan çalışan algısını arttır. Aynı zamanda kişinin kendisine olan saygısını arttırır.
Buda kuruma olan güveni ve kurumun pozitif olarak algılanmasına neden olur. Kariyer
fırsatları bulan çalışanlar başka kurum arama niyetine girmeyecekler, kariyer fırsatları
sağlanan çalışanların grup ve bireysel çalışma çıktıları artacaktır (Bromley, 1993; 195).
2.15.Çalışanlara Eğitim Verilmesi
Günümüz işletmelerinde küreselleşmenin sonucu olarak artık kilit kavramlar haline
gelen rekabet, esneklik ve yüksek kalite standartları, öğrenen işletme kavramını da
beraberinde getirmektedir. Teknolojik değişimler karşısında işletmeler, ya üstün
becerilere sahip yeni elemanlar istihdam etmek yada mevcut elemanları yeniden eğitmek
yoluna gitmektedirler (Güzelcik, 1999; 131). Çünkü kalitenin arttırılması, güvenli
çalışmanın sağlanması, verimliğin artması ve en kısa sürede üretim yapmak için
çalışanların eğitilmesi gereklidir.
Eğitimin birçok tanımı yapılmıştır. Bir tanıma göre eğitim; bireyin davranışında
kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir.
Eğitim, bireye bilgi deneyim, beceri kazandırma sürecidir (Önder, 1992; 20).
Küreselleşme ile beraber bir çok kurum personelinin eğitimine büyük yatırımlar
yaparken, yetişmiş personelini rakip kurumlara kaptırmamak için istihdam güvencesi
sağlama konusunda da büyük çabalar harcamaktadırlar. Çünkü stratejilerin paylaşılması
ve benimsenmesi, uygulanması çalışanların eğitilmesi ile yakından ilişkilidir (Özyurt,
1997;24). Bilginin öneminin artması ve bilgiye dayalı işletmelerin oluşmasıyla birlikte
kurumlar artık günümüzde iyi eğitim görmüş çalışanlara ihtiyaç duymaktadırlar.
Çalışanlar; gelişmiş yeteneklere, bilgiye ve işletmenin hedeflerine ulaşmasına katkıda
bulunacak bir takım değerler sahip olmak zorundadırlar. Çalışanlar işletmenin sürekli
değişen beceri gereksinimlerine uyum sağlayabilmek için esnek olmalı ve kendi
becerilerini de sürekli geliştirme sorumluluğunu taşımalıdırlar.
Günümüzde kurumlar eğitimin amacını, en az zamanda, en az maliyetle üretimin
sağlanması ve kurumun karlılığının arttırılması olarak irdelenmektedir. Ancak eğitimin
bu ekonomik amacının yanı sıra, toplumsal ve bireysel amaçları da vardır. Bu amaçlar bir
262
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
bütün olarak düşünülmelidir. Eğitim bu üç yönüyle bir bütün olduğundan, gerçek bir
eğitim planlamasının da bu üç amacı birlikte gerçekleştirmeyi sağlayacak nitelikte olması
gerekmektedir (Canman, 1979; 2).
Eğitimdeki ekonomik amaç, kurumda mal ve hizmet şeklinde belirtilen üretimi
düşük bir maliyetle en yüksek düzeye çıkarmak, üretimi optimal noktaya çıkarmak
şeklindedir (Sabuncu oğlu, 2001; 114). Eğitim sadece kurum amaçlarına değil, aynı
zamanda insana dolaylı dolaysız katkı sağlayan bir süreçtir. Eğitim, genel kültür, teknik
ve mesleki bilgi veya entelektüel yeteneklerin gelişmesi gibi olanaklar dışında, iş
görenleri kuruma bağlayan kurumla bütünleştiren, ayrıca kendi aralarında sıkı bir
işbirliğine sürükleyen ve toplumsal kaynaşmayı yaratan bir görevler dizisini de
yüklemektedir
Kurum tarafından verilen eğitim imkanları kişilerin kendilerine güven duymalarına
ve kurumu daha pozitif olarak algılamalarına neden olabilir.
2.16.Çalışanlara İş Güvencesi Verilmesi
İş güvencesi, çalışanların işlerinin devamlılığı ile ilgili olarak kendilerini güvende
hissetmelerine ilişkin bir kriterdir. Çalışanların işlerine olan bağlılıklarını sağlayan temel
unsurlardan biride işlerini kaybetme korkusu yaşamamalarıdır (Archie, 1989; 349). Japon
firmaları çalışanlarını bu korkudan arındırmak için ömür boyu istihdam politikaları ile
adeta çalışanları kurumla evlendirmişlerdir (Gray, 1986; 92).
Görüldüğü gibi hem kurumun içine hem de dışına yönelik olarak kurum tarafından
paydaşların algılamalarına dönük bir takım eylemlerin yapılması kaçınılmazdır. Eğer
kurumlar bu faaliyetlerini yeterli ölçüde yerine getirmezlerse, paydaşların kurumu
algılamaları negatif yönde olacak buda kurumun yaşamasını zorlaştıracaktır
SONUÇ
Kurumlar farklı, çoklu imajlara sahiptirler. Herkes bir kurumu farklı yönlerden
görür ve değerlendirir. Kurumlar onların beklentilerini karşılayacak davranış biçimlerini
sergilemelidir. Bu, kurum imajının geneli yansıtması açısından önemlidir. Çünkü
kurumun ilgi gruplarının
beklenti ve ihtiyaçları farklı olduklarından kurumu
değerlendirirken de farklı bakış açıları ile değerlendirmeleri muhtemeldir.
Kurumlar
dış
algılamaları
arttırmak
için
birçok
eylem
içinde
bulunmaktadırlar.Bununla beraber kurumların iç ve dış şartları gereği çalışanlarının
algılamalarını arttırmaya yönelik olarak bir çok faaliyet yapmaları gerekir
263
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bu açıdan kurumun en önemli ilişki içinde olduğu grupların başında çalışanlar
gelmektedir. Çalışanların kendi kurumlarını değerlendirmeleri diş imajını oluşması
açısından da önemlidir.
Çalışanlar kurumları ile ilgili kendi imajlarını, kurumlarının kendi beklentilerine
karşılık vermesi ölçüsünde ve kurumun dışarıdaki görüntüsünden etkilenerek oluştururlar.
Eğer çalışanların kendi kurumlarını algılamaları olumlu ise, bu durum çalışanların
kurumla bütünleşmelerine ve onların çok yönlü performanslarının artmasına neden
olacaktır.
Kuruluşlar çalışanlarının algılamalarını arttıracak, onların beklentilerine karşılık
verecek iletişim ve davranış tekniklerini son derece etkili bir şekilde kullanmaları bu
durumun oluşmasını sağlayabilir.
KAYNAKLAR
Akat İlter–Budak Gönül–Budak Gülay, İşletme Yönetimi, Beta Basım Yayım, İstanbul,
1994
Archie B. Coroll, “Business&Society Ethics&Stakeholder Management, South-Western
Publishing Co.Ohio1989, s. 344.
Arıkoğlu, Zeynep, “İşçi Sağlığı Ve İş Güvenliği Tanımı Ve Amaçları” İşçi Sağlığı Ve İş
Güvenliği Sempozyumu, 4-10 Mayıs 1991Ankara s. 56.
Artan, Sinan, “İnsan Kaynakları Yönetimine Bir Bakış”, Peryön Bülteni, Sayı:3, İstanbul
1992, s. 15.
Aytaç, Serpil, Çalışma Yaşamında Kariyer, Epsilon Yayınları,İstanbul 1997.
Bretz, D. Robert - Judge A.Timoty, “Realistic Job Previews: A Test of the Advers Self
Selection Hpotesis”, Journal of Applied Psychology, 1998,Vol:83, No:2, s. 330-337.
Bromley, B.Dennis. Reputation Image and Impression Management, John Wiley, London
1993.
Can, Halil,Yönetim Ve Organizasyon, Adım Yayıncılık,Ankara1992, s. 206.
C anman, Doğan, Çağdaş Personel Yönetimi, TODAIE Yayınları, No:260, Ankara 1995.
Canman, Doğan, Türk Kamu Kesiminde Hizmet İçi Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme
T.O.D.A.İ.E,Yayınları, Ankara 1979.
Covey, Stephen R. Farklılıkları Uzlaştırmak, Çeviren:Kemal Tosun vd, İ.Ü.Yayınları,
No:3028.
Denison, D Renial “What is the Difference Between Organizitional Culture and
Organizitional Climate” Academy of Management Review, 1996 Vol:21, No: 3, s:619-655.
264
İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj
Dowling, Graham, Creating Corporate Reputatrons: Identity Image and Performance,
Oxford University, Press, Newyork 2001.
Drucker, Peter .F.,Gelecek İçin Yönetim, Çeviren:Fikret Üçcan, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 1996.
Elise, Boulding - Keneth C. Boulding, The Future Image, Sage Publication, 1996
Ekin, Nusret, Küresel Bilgi Çağında Eğitim-Verimlilik-İstihdam, İstanbul; İstanbul Ticaret
Odası Yayınları,1999.
Fındıkçı, İlhami, Stratejik İnsan Kaynakları, Alfa Basım ve Yayın Ltd. Şti. 7. Baskı Ekim
1998.
Gee, Babbie, Creating A Milion Dollar Image for your Businnes, USA, Page Mill Press,
1995.
Grunning, John.E. “Image and Substance” Public Relation Review, 1993, Vol:19, No:2, s.121-129.
Gray, G. James, Managing the Corporate Image, Quarum Books, 1986.
Güzelcik, Ebru, Küreselleşme ve İşletmelerde Değişen Kurum İmajı, Sistem Yayıncılık,
İstanbul 1999.
Hatch, M. Schultz, “Relation Between Organizational Culture Identity and Image”
European Journal of Marketing,1997,Vol:31,ss. 356-365
Howard, Barich - Philip Kotler, A FrameWork for Marketing Image Management, 1986.
Jac Fitz, Enz, - Jack J.Phillips, İnsan Kaynaklarında Yepyeni bir Vizyon, Çeviren: Pınar Alp
Dinç, Sistem Yayıncılık , İstanbul, 2001.
Jane, E. Dutton-Janet M. Dukerich, “Keeping an Eye on the Mirror:Image and Identity ın
Organizational Adaptation” Academy of Management Journal, 1991, Vol:34, No:3 s.517-554.
Karakoyunlu, Erdoğan “Değişen Yönetim Anlayışı” Executive Excellence, Haziran, 1998,
s. 11-13.
Keith, Davis, “İşletmelerde İnsan Davranışı”, Executive Excellence, Şubat 2000, s. 74.
Kurtuluş, Kemal, Stratejik İnsan Kaynakları Seminer Notları İstanbul 13 Ekim 1994, s:913.
Lemmink, Los, Schuijf Annelian, Strevkens Sandra, “The Role of Corporate Image
andCompany EmploymentImage in Explaining Application Intentions”, Journal of Economics
Psychology, Vol:24 Issue.1,February 2003 s.1-15.
Lynch, D. Patrick -Esisenberg Robert -Armeli Stephan , “Percieved Organizational
Support”, Journal of Applied Psychology, 1999, Vol:54, No:4, s. 467-483.
Mutlu, Erol, İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara 1995.
Maxnes, Venicia-Dilerton D.E, “The Influence of Management Training upon
Organizitional Climate” Journal of Organizitional Behavior; 1991, Vol:12, s:399-411.
265
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Nakra, Prema, “Corporate Reputation Management”, Public Relation Quarterly, Summer
2000, Vol;.45, No:.2, s.35-3
Okay, Ayla, Kurum Kimliği, Mediacat Kitapları, 2.Baskı, Ankara, 2000.
Önder, Namık Kemal, Öğretimde Program İlke Ve Yöntemler, 4.Baskı, İstanbul, 1992.
Özveren, Mina, İşletmelerde Çalışma Saatleri Programları ve Marmara Bölgesinde
Uygulama, 1978, s. 18.
Öz, Yurt, Aysun, “İnsan Kaynakları Eğitimine Genel Bakış, Hizmet İçi Eğitim” Human
Resources Dergisi,Yıl 2, Sayı 1, Kasım 1997, s. 24.
P. Shultz - I. Cook, “Porche an Nichemanship” Harvard Business Review, March, 1980,
s.98.
Palmer, Marget.- Kenneth T. Winters, İnsan Kaynakları, İstanbul, 1993.
Pfeffer, Jeffrey, Rekabette Üstünlüğün Sırrı İnsan Çeviren: Sinem Gül., İstanbul Sabah
Yayınları, 1995.
Philips, David, “The Public Relations Evaluationist” Corporate Communication, Vol:6,
No:4, 2001, s. 225-227.
Rose, Casper-Thomsen Stean, “The Impact of Corporaete Reputation on Performance”,
European Management Journal, V:22, Isuue 2, April, 2004, s.201-210.
Sabuncuğlu, Zeyyat, İnsan Kaynakları Yönetimi, Ezgi Kitabevi, Bursa, 2000.
Selamoğlu, Ahmet, “Küreselleşme Sürecinde İnsan Kaynağı”, Türkiye Ağır Sanayii ve
Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası, İstanbul, 1998.
Thomas, S. Bateman - Carl P. Zeithaml, Management Function and Strategy 2nd ed. Home
Wood, Irvin, 1993.
Tutum, Cahit, Personel Yönetimi, TODAIE Yayınları, No:149, Sevinç Matbaası, Ankara,
1976.
Quchi, William, Theory Z, New York, 1981.
266
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 267-294, ELAZIĞ-2005
ARACI SEYAHAT KURULUŞLARININ REKLAM
İÇERİKLERİNİN İNCELENMESİ VE ÇEŞİTLENDİRMESİ
ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
A Research on Examination and Diversification of Advertising Contents of
The Intermediary Travel Establishments
M. Emin AKKILIÇ
BAÜ. Havran MYO, Balıkesir, [email protected]
ÖZET
Turizm, günümüzde yaklaşık olarak 700 milyon kişinin doğrudan katılarak, 475.8 milyar
US$ civarında gelir sağlaması sonucu önemli bir sektör haline gelmiştir. Turizm faaliyetlerinin
gerçekleştirilmesinde, aracı seyahat kuruluşları olarak adlandırdığımız tur operatörleri ve seyahat
acenteleri önemli görevler üstlenmektedirler.
Yapılan bu çalışmayla, aracı seyahat kuruluşları, turizm pazarlaması ile oluşan yer faydası,
zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, kalite faydası ve çeşit faydası gibi faydaların ne
kadarını reklam faaliyetlerine yansıtabildikleri tespit edilmiştir.
Turizm pazarlaması ile oluşan faydalara ilişkin olarak anket çalışması elde edilen verilerin
ortalama değeri, aracı seyahat kuruluşlarının söz konusu bu faydaların ne kadarını reklam
faaliyetlerine yansıttıklarını tespiti için katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin ortalama
değerinden daha yüksek çıkmıştır. Bu değerler, turizm pazarlaması ile oluşan faydaları, aracı
seyahat kuruluşları reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıklarını göstermektedir. Turizm
pazarlaması ile oluşan faydaları, aracı seyahat kuruluşları reklam faaliyetlerine yansıtmalarıyla,
potansiyel turizm talebini fiili turizm hareketlerine dönüştürecek, özellikle ekonomik açıdan mikro
düzeyde turizm işletmelerine ve makro düzeyde ülke ekonomisine önemli katkılar sağlayacaktır.
Anahtar Kelimeler: Pazarlama, Turizm, Reklam, Fayda.
ABSTRACT
Nowadays, tourism has become an important sector with owing participation of
approximately 700 million people for tourism activities and with income over than 475.8 billion
US dollars. Various establishments take part in tourism activities. The most important of this
establishments are intermediary travel establishments as called tour operators and travel agencies.
In this study, it was determined reflected rate to advertisement activities of intermediary
travel agencies of utilities created by tourism marketing with such as follow: place utility, time
utility, quantity utility, credit utility, sort utility and quality utility. It was concluded that the
utilities emerging from tourism marketing were not reflected adaquately to the advertisement
activities of intermediary travel agencies. It is though that the reflection of these utilities in
advertisiment activities of intermediary travel establishments will convert potential tourism
demand to active tourism movements which will contribute the tourism establishments to a high
level and to raise country’s economy.
Key Words: Marketing, Tourism, Advertisiment, Utility.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. GİRİŞ
Çağımızda, işletmelerin amaçlarına ulaşmasını sağlayan önemli fonksiyonların
başında pazarlama gelmektedir. Pazarlama, kişisel ve örgütsel amaçlara ulaşmayı
sağlayacak mübadeleleri gerçekleştirmek üzere fikirlerin, malların ve hizmetlerin
geliştirilmesi, fiyatlandırılması, tutundurulması ve dağıtılmasına ilişkin planlama ve
uygulama sürecidir 1. Pazarlama yalnızca kâr amaçlı ticari ve sınai işletmelere özgü bir
faaliyet olarak değil, her alanda söz konusu olabilen bir faaliyet olarak ele alınmaktadır.
Pazar ise pazarlama açısından ele alındığında, bir ürün veya hizmetin fiili ya da muhtemel
alıcıların oluşturduğu kümedir. Başka bir deyişle, ürün veya hizmeti satın alan veya
almaya ikna edilebilen kişiler ya da örgüt birimleridir2.
Turizm pazarlaması; belirli tüketici gruplarının gereksinimlerini en iyi şekilde
karşılamak amacıyla yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası düzeyde özel ya da
kamusal turizm elemanları işletmenin politikalarını sistematik ve koordinasyonlu olarak
yürüten ve böylece en uygun kazancı sağlayan faaliyetlerin tümü olarak tanımlanabilir3.
Diğer bir turizm pazarlaması tanımı ise; “Turistik mal ve hizmetlerin doğrudan veya
turizm aracıları yardımıyla yerel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası planda, üreticiden son
tüketici olan turiste akışı ve yeni turistik tüketim ihtiyaçlarının ve arzularının
oluşturulması ile ilgili sistemli faaliyetlerinin tümüdür” şeklinde tanımlanmıştır4.
Mal ve hizmetlerin tüketicilere sunulması, genellikle dağıtım kanalındaki aracılar
vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Turizm faaliyetlerinin geçekleştirilmesinde çeşitli
kurum ve kuruluşlar yer almaktadır. Turizm hizmetlerinin satışının %80’inden daha
fazlası aracı seyahat kuruluşları olarak adlandırdığımız tur operatörleri ve seyahat
acenteleri gerçekleştirmektedir. Dağıtım sistemi içerisinde yer alan aracı seyahat
kuruluşları gerek tüketicilere ve gerekse diğer turizm işletmelerine çeşitli faydalar
sağlamaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları, sahip oldukları özel bilgi ve tecrübe
sayesinde diğer turizm işletmelerinin ve tüketicilerin ferdi olarak elde edecekleri
sonuçlara göre çok daha başarılı sonuçlar elde etmek şansına sahiptirler. Aracı seyahat
kuruluşları diğer turizm işletmelerin mal ve hizmetlerini birleştirerek, tüketiciler için daha
cazibeli bir ürün haline getirmektedirler.
1
Steven J. Skinner, Marketing, Houghton Mifflin, Company, Boston, 1980, s.7 (Alıntı: İsmet Mucuk,
Pazarlama İlkeleri, Der Yayınları, İstanbul, 1990, s.4)
2
Ömer Baybars Tek, Pazarlama İlkeler ve Uygulamalar, İzmir, 1991, s.3-4
3
A.J. Burkart., S. Medlik, Tourism- Past, Present and Future, II. Baskı,
London, 1981.s.194-195
4
Necdet Hacıoğlu, Turizm Pazarlaması, Uludağ Üniv. Basımevi, Bursa, 1989, s.10
268
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
Turistik ürün değişik nitelikte turizm işletmelerinin üretmiş olduğu bileşik bir
üründür. Turizm işletmeleri genellikle turistik ürünü oluşturan mal ve hizmetleri tek
başına karşılayamazlar. Günümüzde tur operatörleri farklı turizm işletmeleri tarafından
üretilen bu mal ve hizmetleri bir araya getirerek paket tur adı altında kendisine bağlı
seyahat acenteleri ya da direkt olarak kolaylıkla turistlere satışa sunarlar5. Turizm
pazarlamasına bireysel turizm açısından bakıldığında, her turizm işletmesinin üretmiş
olduğu mal ve hizmetler turistik ürün olarak ifade edilmektedir. Konaklama işletmeleri
tarafından sunulan yeme-içme, eğlence spor, alış-veriş, yüzme havuzları, araba kiralama
gibi hizmetler turistik ürünün ayrı bir parçasını oluşturur. Turizm işletmeleri de kendi
içerisinde çok çeşitli şekillerde ve farklı ürünlerle tüketicilere hizmet sunmaktadırlar.
Günümüzün yoğun rekabet koşullarında mal ve hizmetlerin satışını
gerçekleştirmek işletmeler sadece ürünlerini üretmenin yeterli olmadığının bilincine
varmaları sonucu ürünlerine ayrıcalık katmalarını zorunlu hale getirmiştir. Kalite ve
fiyatın öneminin yanı sıra, işletmeler ürünleri hakkında yeni bilgileri hedef kitleye
bildirmek durumundadır. Günümüzde en yoğun bir şekilde uygulanan yöntem ise
reklamdır. Reklam; televizyon, radyo, gazete, dergi, doğrudan postalama, kamu ulaşım
araçları, açık hava gösterimleri vb. iletişim araçlarına bir bedel ödenerek sağlanan ve
kişisel olmayan bir iletişim biçimi olarak tanımlanmıştır6. Turizm sektöründe aracı
seyahat kuruluşları tarafından kullanılan iletişim aralarının başında katalog ya da
broşürler gelmektedir.
Turizm sektöründe, turizm pazarlaması ile oluşan faydaların önemli bir yeri vardır.
Özellikle paket tur ile bir araya getirilen bileşenlerin sektördeki her kesime önemli
faydalar sağladığı söylenebilir. Ancak sağlanan bu faydalar ayrı ayrı tespit edilememiştir.
Oysa, oluşturulan paket tur ile muhtemel tüketicilerin fiili olarak turizm olaylarına
katılmasına önemli ölçüde katkı sağladığı bilinmektedir. Günümüzde, geleneksel rekabet
araçlarının yanına çeşitli faktörle de eklenebilir. Bunlardan bir tanesi de turizm
pazarlaması ile oluşan faydalardır. Teorik bazda tespit edilen bu faydalara değinildikten
sonra, söz konusu bu faydaların reklam mesajlarındaki kullanım durumu ortaya
konulacaktır.
1.1. Yer Faydası
Yer faydasından anlaşılması gereken husus, tüketicilerin istedikleri ürünü
istedikleri yerde bulabilmeleridir. Tüketiciler istedikleri ürünü istedikleri yerde
5
Dündar Denizer, Turizm Pazarlaması, Yıldız Matbaacılık Sanayi, Ankara, 1992. s.62
Mehmet Oluç, “Reklam Stratejisini Saptanması ve Reklam Kampanyasının Geliştirilmesi” Pazarlama
Dünyası, Yıl, 4, Sayı:23, Eylül-Ekim, 1990, s.3
6
269
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
bulamadıkları zaman yer faydasından bahsedilemez ve bununla birlikte tüketiciler aradığı
ürün yerine ikame ürünü alma yoluna gidebilirler. Ürünlere ilişkin yapılan fiziksel
dağıtım aktiviteleri ile yer ve zaman faydası sağlanmaktadır7. Mal sektöründe faaliyet
gösteren aracı kuruluşlar, ürünü tüketicilerin istediği yere götürüp yer faydası
sağlamaktadırlar. Hizmet sektöründe genelde tüketiciler hizmet sunulan yere gitmek
zorunda kalmaktadırlar. Turizm sektöründe, tüketiciler turizm işletmeleri tarafından
üretilen turistik ürünlerin bulundukları yerlere götürülmektedirler.
Turizm sektöründe, tüketici turizm faaliyetlerinden tam olarak yararlanabilmek için
turizm arzını oluşturan faktörlerle doğrudan temasa geçmek durumundadır. Diğer bir
deyişle üretim yerine gitmek zorundadır. Sanayi sektöründe, tüketici malı çoğu zaman
kendi yaşadığı yerde aracı kuruluşlardan satın alırken, turizm sektöründe bir otel odası
için otele, bir akşam yemeği için restoranta, seyahat için ulaşım aracının bulunduğu yere,
deniz için denizin bulunduğu yere gitmek zorundadır. Bu nedenle arzın bulunduğu yer
aynı zamanda tüketim yeridir8.
Aracı seyahat kuruluşları tarafından tüketicilere sağlanan önemli faydalardan bir
tanesi de yer faydasıdır. Aracı seyahat kuruluşları tarafından sunulan paket turla
tüketiciler bir çok üründe yer faydası elde etmektedirler. Örneğin, seyahat başlamadan
önce turizm bölgeleri hakkında gerekli olan genel bilgi, acentelerden satın alacakları
biletler, rezervasyonların yapımı ve benzeri alanlarda paket tur kapsamı içerisinde
bulundukları yerlerde çok rahatlıkla elde edebilmektedirler. İşletmelerin, tüketiciler
bazında oluşturdukları güvenle gidilecek yerlerin tüm özellikleri hakkında bilgi
sağlamaktadırlar. İlk kez gitmekte olan tüketiciler, gidilecek yerler hakkında bilgi
edinmeleri için gidip yerinde görerek bilgi edinmelerine gerek kalmadan bulundukları
ortamda istedikleri bilgileri elde edilebilmektedirler.
Aracı seyahat kuruluşları yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslararası gibi farklı yerlere
turlar düzenleyerek tüketicilerine yer faydasını sağlamaktadırlar. Ayrıca aracı seyahat
kuruluşları tarihi yerlere, deniz sahip olan yerlere, kutsal ve doğal güzellikler açısından
farklı özelliklere sahip olan yerlere turlar düzenleyerek yer faydası sağlamaktadırlar.
1.2. Zaman Faydası
Tüketiciler malları belli zamanlarda istedikleri için bu zaman dilimini bilmek ve
malı istek anında hazır bulundurmak perakendecilerin görevidir. Tüketicilerin ürünü
7
Donald J. Bowersox., Edward W.Smykoy., Bernard J. La Londe, Physical Distribution Management, The
Macmilla Company., USA, 1969, s.4
8
Orhan İçöz., Metin, Kozak, Turizm Ekonomisi, Ankara, 1988., s.4
270
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
istedikleri zaman sürecinde bulabilmeleri ile zaman faydası elde ederler9. Perakendeci
malı zamanında bulundurmak için daha önce satın alıp depolamak zorundadır10. Hizmet
üretimi doğru zamanda yapıldığında hem müşteri hem de üretici için fayda sağlar.
Günümüzde gerek teknolojik alanda ve gerekse toplumların refah düzeylerinde
yaşanan gelişmelere paralel olarak çok değişik zaman dilimlerinde turistik ürünlere talep
söz konusu olabilmektedir. Geleneksel olarak yaz tatillerinde yapılan güneş, deniz, kum
tatili yanı sıra kış aylarında kayak turizmi, hafta sonu, resmi ve dini tatillerde turistik ürün
talep edilmektedir. Aracı seyahat kuruluşları, tüketici grupların çeşitli istek ve
ihtiyaçlarını ve uygun zamanlarını tespit ederek, turistik ürünü istenilen zaman diliminde
tüketicilere sunmalarıyla zaman faydasını oluşturmaktadırlar. Ülkemizde de kış aylarında
yapılan kayak turizmi bir çok bölgede yaygınlaştırılarak farklı zaman dilimlerinde ve
geleneksel turizm şekline bir alternatif olarak tüketicilerin hizmetine sunulmasıyla zaman
faydası sağlanmış olur.
Turistik mal ve hizmetlerin pazarlamasında dağıtımın rolü, hizmetin talep edildiği
yerde, zamanda, miktarda ve kalitede tüketiciye ve kullanıcıya sunulmasını sağlamaktır.
Bu süreç, ulaştırma, depolama, üreticinin mal ve hizmetlerini küçük ünitelere bölme, mal
ve hizmetlerin finansmanı için kredi anlaşmaları yapma, mal ve hizmetlerin son alınacak
noktada gerekli durumlara göre ve miktarda bulunmasını sağlama şeklinde oluşmaktadır.
Tur operatörleri bir seyahat ürün paketini hazırlamak için çeşitli turistik hizmetleri ve
elemanları, önceden planlamaları ve bulmaları gerekmektedir. Tur operatörleri böylece
talep oluşmadan önce otel ve uçak şirketleri ile rezervasyon anlaşmaları yaparak bir risk
yüklenmektedirler. Tur operatörleri hazır paket turun hammaddeleri olan yatak ve
koltukları önceden bulmak, stok yapmak ve istenilen zamanda tüketime sunmak
zorundadır11.
Hizmetlerin pek çoğunda olduğu gibi turizm alanında da hizmetlerin yararları kısa
süreli olup, hizmet üretiminde ortaya çıkan boş kapasitenin ileride kullanılmak üzere
stoklanma şansı yoktur. Stoklanması mümkün olmayan turizm sektöründe üretimler,
tüketicilerin tüketim için hazır bulundukları anda yapılması gerektiğinden, aniden ortaya
çıkan toptan taleplerin karşılanması çoğu zaman mümkün olmadığı için zaman zaman
darboğazlar yaşanmaktadır. Önceden bilinmeyen ve zamansız olarak ortaya çıkan fazla
talepler için her zaman hazırlıklı olmak önemli ölçülerde bir maliyet ortaya
9
Leslie W. Rodger, Marketing in a Competitive Economy, London, 1965. s.25
Ömer Baybars Tek, Perakende Pazarlama Yönetimi, Üçel Yayımcılık Dağıtımcılık, İzmir,1984, s.50
11
Saime Oral, Türk Turizm Pazarlamasında Dağıtım-Fiyat Politikaları ve Turist Profili Analizi, İstiklal
Matbaası, İzmir, 1998, s.37
10
271
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
çıkarmaktadır. Bundan dolayı aracı seyahat kuruluşları, özellikle tur operatörleri yüksek
miktarlarda alım yaparak, hem birim maliyetini aşağı çekerler hem de tüketicilerin
turistik mal ve hizmetlere ihtiyaç duydukları ve talep ettikleri zaman dilimlerinde sunma
imkanını oluşturarak zaman faydasını sağlarlar. Ayrıca tur operatörleri, turistik ürünleri
önceden satın alarak ani ve toptan talepler karşısında hazır kapasiteyi ellerinde
bulundururlar ve dolayısıyla doluluk oranlarını arttırmış olurlar. Doluluk oranı, gerek
mikro düzeyde turizm işletmelerine ve gerekse makro düzeyde ülke ekonomisine önemli
bir katkı sağlamaktadır.
Aracı seyahat kuruluşları kış sezonu, yaz sezonu, dini-resmi bayramlar ve hafta
sonu ya da günübirlik gibi yılın farklı zaman dilimlerinde turlar düzenleyerek
tüketicilerine zaman faydası sağlamaktadırlar. Ayrıca aracı seyahat kuruluşları gündüz,
gece, sezona göre farklı saatlerde ya da tüketicinin istediği her saatte gibi günün farklı
zaman birimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilerine zaman faydası sağlamaktadırlar.
1.3. Miktar Faydası
Miktar faydasından genel olarak anlaşılması gereken husus, tüketicinin talep ettiği
üründen istediği miktarda elde etmesinin sağlanmasıdır.
Mal sektöründe, aracı
kuruluşların sağladığı miktar faydasını tarif etme şeklini, hizmetlerin soyutluk
özelliklerinden dolayı tanımlamak ya da hizmet sektörüne uygulamak biraz daha zor
olmaktadır.
Aracı seyahat kuruluşları, gerek ulaşım işletmelerinde ve gerekse konaklama
işletmelerinde tüketicilerin istedikleri miktarda koltuk ya da yatak sayısını tüketicilerin
hizmetine sunarak miktar faydasını sağlamaktadırlar. Tüketicilerin, ekonomik
durumlarına göre talep edebilecekleri hizmet kalitesi ve hizmet çeşitleri farklı
olabilmektedir. Kişilerin talep ettikleri çeşitli turistik mal ve hizmetleri tek başlarına elde
etmeleri daha zor olabilmektedir. Aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerin talep ettikleri
turistik ürünleri daha rahat bir şekilde karşılayarak tüketicilere miktar faydası
sağlamaktadırlar. Ayrıca aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerin taleplerine göre farklı
sayılarda gruplar oluşturarak tüketicilere miktar faydası sağlamaktadırlar.
1.4. Kredi Faydası
Mal ve hizmetlerin üreticilerden tüketicilere dağıtımı esnasında, müşteri
pozisyonunda bulunanların satın alma güçleri her zaman üreticilerin umduğu şekilde
272
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
olmamaktadır. Üreticiler, daha fazla ürünü piyasaya belirli bir sürede sunmalarını isteyen
toptancılara kredili satış yaparak bir fayda sağlamış olurlar12.
İşletmeler, tüketicilerin mevcut kaynaklarıyla elde edemedikleri ürünler için çeşitli
kredi imkanları sunmaktadırlar. Gelişmiş olan ülkelere nazaran ülkemizde yeni
sayılabilecek veya etkisini önemli bir derecede günümüzde hissettiren konuların başında
kredi kartları gelmektedir. Bankalara yeni bir pazar, işletmelere garantili tahsilat ve
tüketicilere de geç ödeme avantajı sağlamasıyla, kredi kartı üç taraflı bir fayda
sağlamaktadır. Kredi kartının sağladığı bu faydalardan dolayı günlük olarak hemen
hemen tüm iletişim araçlarında karşılaşmaktayız ve tüketici kartına olan ilgi de gün
geçtikçe artmaktadır.
Tur operatörleri turistik ürünlere, turizm faaliyetlerine başlanılmadan önce gerekli
olan miktarlarda ödemeler yapmaktadır. Stoklanamayan turistik ürünün zamanında
tüketilmemesi, toptancı durumunda olan tur operatörleri zarara sokmaktadır. Tur
operatörleri yaptıkları peşin ya da turizm faaliyetlerinin başlamasından önce yaptıkları
ödemeler sadece tüketicilere değil aynı zamanda diğer turizm işletmelerine de olmaktadır.
Tur operatörleri tüm yıl boyunca, gidilen yerlerdeki konaklama ve diğer tesislerde
düzeltme ve temizleme çalışmaları gibi faaliyetler için işletme tesislerine ön ödemeler
yapmaktadırlar.
Aracı seyahat kuruluşları, turizm faaliyetleri başlamadan önce aldıkları turistik
ürünlerin karşılığında yaptıkları ödemeler ile diğer turizm işletmelerine de kredi faydası
sağlamaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları, turizm işletmelerinin çeşitli ürünlerini
önceden satın alarak finansman sorunlarının çözümüne yardımcı oluşları yanı sıra kredi
kartı, tüketici kredisi, taksitlendirme gibi kredi türlerini tüketicilerine kullandırarak farklı
şekillerde kredi faydası sağlamaktadır.
1.5. Çeşit Faydası
Ürünün çeşitlendirilmesi, işletmelerin birden fazla mamul çeşidi ile, piyasadaki
fiili ve muhtemel müşterilere mamul satışı sonucu kârlılığı arttırmayı amaçlar. Bu
nedenle işletmeler, sürekli olarak bu faydaları artırmaya yönelik çaba ve faaliyetler
içindedirler. Bu amacı gerçekleştirebilmek için seçilebilecek çeşitli stratejilerden bir
tanesi ise pazarlama stratejisi olan ürün çeşitlendirme stratejisidir. Bu stratejinin
benimsenip uygulanması ile turistik ürünü sadece deniz, kum, güneş değil, aynı zamanda
tarihi, kültürel, kutsal gibi yerlerin ortaya çıkartılıp mevsimlik özellikli sorunlara çözüm
getirecektir. Bu strateji ile turizm faaliyetlerini on iki aya ve ülkenin turistik bölgelerine
12
Emir Erden, Pazarlamanın Teori ve Problemleri, İnönü Üniv. Vakfı Yayınları, Malatya, 1996, s.22.
273
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
yaymak suretiyle pazar payını artırarak büyümeyi gerçekleştirecektir. Ayrıca, dünya
turizminden daha fazla pay alabilmek ve turizmin ülkeye sağladığı faydaları artırabilmek
mümkün olabilecektir13.
Aracı seyahat kuruluşları genel olarak ulaştırma, konaklama, beslenme, mahalli
geziler ve transfer gibi, tüketicinin her türlü ihtiyacına cevap veren hizmetleri bir araya
getirerek tüketime sunmaktadırlar. Endüstrileşmiş ve standartlaşmış turistik ürün,
muhtemel turizm talebini fiili talebe dönüştüren etkili bir araçtır. Turistik ürün, turistin
seyahatine başladığı andan bitişine kadar talep ettiği ve tükettiği tüm ürün ve
hizmetlerdir14.
Aracı seyahat kuruluşları hava yolu, kara yolu, deniz yolu ve demir yolundan
oluşan farklı ulaşım biçimlerini tüketicilerin hizmetine sunmalarıyla ulaşım açısından
çeşit faydası sağlamaktadırlar. Paket turu oluşturan birimlerden kara yolu ile ulaşım şekli
ele alındığında, günümüzde daha güvenli, konforlu ve fiyat yönünden de rekabet kabul
etmeyen bir ulaşım çeşidi olmuştur. Aracı seyahat kuruluşları seçtikleri destinasyonun
uzaklığına göre ulaştırma araçları açısından çeşitli alternatifler sunmaktadırlar.
Günümüzde her yönden rahat ve konforlu olan otobüsler hava yolu ve deniz yolu
ulaşımını tercih etmeyen turistler için bir alternatif oluşturmaktadır. Aracı seyahat
kuruluşları, özellikle kısa mesafeli yurt içi ve yurt dışı turlarda otobüsleri tercih
etmektedirler. Süre açısından gerekli zamana sahip olmayan turistler için hafta sonunu
değerlendirmeleri amacıyla yakın çevrelerine günübirlik turlar düzenlemektedirler. Gerek
otomobillerde ve gerekse otobüslerde verilen hizmetler ve sağlanan konfor turistik ürün
tüketicisi açısından birer seçim özelliği taşıyabilmektedir.
Ulaşım çeşitliliği açısından hizmet verilen diğer bir ulaşım şekli ise deniz yoludur.
Gelişen teknolojiye paralel olarak deniz ulaştırması alanında da büyük gelişmeler
yaşanmaktadır. Günümüzde deniz ulaşım araçları iki yer arasındaki seyahat etme
imkanını sağlamaları yanı sıra seyahat, konaklama, yeme-içme ihtiyaçlarını
karşılayabilen ve yüzen otel niteliklerini taşımaktadırlar. Deniz yollarında çok büyük,
hızlı ve konforlu lüks yolcu gemileri birer ulaşım aracı olarak tüketicilerin hizmetine
sunulmaktadır. Deniz yolu ile yapılan seyahat kara yolları ve hava yollarından ayrı olarak
eğlence, dinlenme, trafik ve güvenlik yönden farklılık katarak turistik ürüne olan talebi
arttırmaktadır.
13
Gülçin Bulut, “Turistik Çekicilik Kaynaklarının Pazarlamasında Turistik Ürün Çeşitlendirmesi”; H.Ü.
İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:15, Sayı:12, 1997, s.140
14
Şükrü Yarcan, Turizm Endüstrisinin Yapısı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1994, s.22
274
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
Diğer bir ulaşım şekli olan hava yollarında ulaştırmasında büyük teknolojik
gelişmelerin yaşanmasına paralel olarak turizm sektörüne önemli yenilikler getirmiştir.
Uçakların diğer ulaşım araçlarına göre büyük sürat kazanması, kara, deniz ve demir
yollarında yaşanan bir takım duraklama ve kesintiler olmadan yoluna devam etmesi ve
dünyanın en uzak ücrasına kısa sürede ulaşabilmesi ve gidilmesi düşünülen turizm
yerinde daha fazla kalabilme imkanı sağlaması gibi unsurlar turizm sektöründe ulaşım
biçimine bir farklılık katmıştır.
1.6. Kalite Faydası
Hizmet sektöründe, hizmet kalitesinin tanımları tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarının
karşılanması ve dağıtılan hizmetlerin tüketicilerin beklentilerini nasıl karşıladığı üzerine
odaklanmıştır15. Müşteri tatmininde, müşterinin ürünlerin kalitesi hakkında
değerlendirmede bulunurken çeşitli kriterler göz önünde tutmaktadır. Hizmet kalitesi
belirleyicileri adı verilen bu unsurlar; güvenilirlik, sorumluluk bilinci, yeterlilik,
ulaşabilirlik, nezaket, iletişim, güven duygusu, anlama ve haber alma, güvenlik ve fiziksel
ortam’dır16.
Aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerine seyahat hakkında bilgi, paket turu organize
etmeleri, otellerde yer ayırtmaları, hava yolu biletlerinin satışı, araba kiralaması gibi
hizmetleri sunmaktadırlar. Ancak sunulan hizmetler karşısında önemli şikayetler de
ortaya çıkabilmektedirler17 . Bunlar, müşterinin ön ödemeyi yaptıktan sonra vaadedilen
kaliteden, hizmetin daha düşük bir kalitede olması, tur iptalleri ve fiyat artışlarının
görülmesi gibi rekabet etme açısından önemli bir araç olan kalite faydasının
sağlanmasında ortaya çıkar. Ancak, şikayetlerin asgari düzeye indirilmesiyle kalite
yönden bir fayda sağlanabilmektedir.
Ürünü kaliteli kılan fonksiyonlardan bir tanesi de sigorta hizmetleridir. Aracı
seyahat kuruluşları, müşterilerine muhtemel hırsızlık olayları, doğal afetler ve trafik
kazalarına karşı sigorta hizmetlerini sunarak tüketicilerin üzerinde bir güven olgusunu
oluşturmaktadırlar. Ayrıca, aracı seyahat kuruluşları, döviz, pasaport, vize ve benzeri
işlemlere ilişkin yaşanabilecek sorunlardan dolayı yabancı ülkelere seyahat etmekten
çekinen turistlere güven ortamı sağlamalarıyla, onları aktif olarak turizm faaliyetlerinin
içine çekebilmektedirler. Çünkü güven, hizmet kalitesini belirleyen önemli bir
15
Terry Lam, Hanqin Qiu Zhang, “Service Quality of Travel Agents: The Case of Travel Agents in Hong
Kong”, Tourism Management 20 (1999) 341-349
16
Nüzhet Kahraman, “Toplam Kalite Yönetiminin Turizm Sektöründe Önemi”, H.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:14,
Sayı:2, 1998, s.179-184
17
Lam, Zhang, İbid, s. 341
275
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
fonksiyondur. Bilinmeyen bir turistik ürünün talebinde bulunmak ya da talep edilen
ürünün yabancı bir ülkede olması güven fonksiyonuna olan ihtiyacı daha da artırmaktadır.
Yine hizmetlerin soyut olma özelliklerinden dolayı fiyat tespitinde ya da önceden tahmin
etme güçlüğü ortaya çıkabilmektedir. Ancak oluşturulan paket ürünler ile turistik
harcamaların sabit ve önceden belirlenmiş olması, tüketicilere fiyat açısından oluşturduğu
güven ile kalite faydası sağlanmaktadırlar.
Aracı seyahat kuruluşları tarafından verilen hizmetler tüketiciler için güven
kaynağı olmaktadır. Gerek ulusal alanda ve gerekse uluslar arası alanda belli bir isim ya
da marka imajını yakalamış kuruluşlar daha da avantajlı bir durumda olmaktadırlar.
Kazanılmış bu avantajların ya da güvenin sürdürülmesi ve başarıların daha da
arttırılabilmesi için çabalar harcanmalıdır18.
Hizmetin kalitesini etkileyen faktörlerden bir tanesi de yiyecek-içeceklerdir.
Özelikle kalite yönünden tüketicilerin talep ve özelliklerine göre çeşitli alternatifler
sunulmaktadır. Yiyecek kalitesinden anlaşılan husus, kullanılan yemek malzemelerinin ve
araçlarının kalitesi ve çeşitliliği, yiyeceklerin tüketicilere sunuş şekli, hizmetin sunum
hızı, paranın değeri ve benzeri faktörler yiyecek kalitesinin belirlenmesi olarak ifade
edilmiştir19.
Aracı seyahat kuruluşları, yolcuların normal tarifeli uçuşlarda tercih etmediği gece
seferlerinde uçuş olanağı oluşturup uçuş saatlerini arttırmak suretiyle maliyetleri
düşürebilmektedirler. Boş olan zaman dilimlerini kullanarak mikro düzeyde firmaya ve
makro düzeyde ülke ekonomisine fayda sağlamaktadırlar.
Aracı seyahat kuruluşları, toplu olarak yaptıkları alımlardan dolayı diğer
işletmelerin sağladıkları indirimlerle tur maliyetlerini düşürmektedirler. Bu indirimlerden
biri ulaşım araçlarından sağlanmaktadır. Aracı seyahat kuruluşlar, söz konusu bu
indirimleri özellikle atıl olan zaman dilimleri kullanıp karşı tarafa da yeni bir imkan
sağlanmasıyla pazarlık etme gücünü daha da kuvvetlendirmektedirler. Yine konaklama
işletmeleriyle de önceden yaptıkları anlaşmalar doğrultusunda grup indirimleri
yapmaktadırlar.
Aracı seyahat kuruluşları tarafından sağlanan grup indirimleri ve ekonomik
tarifeler maddi güçleri sınırlı olan kişiler için de uluslar arası turizm faaliyetlerine katılma
18
Diego M. Munoz, Juan M.G. Falcon, Successful Relationship Between Hotels and Agencies, Spain:
Annals of Tourism Research, 2000, s.740
19
Kevin, Nield., Metin, Kozak., Geoffrey, Le Grys, “The Role of Food Service in Tourist Satisfaction”,
International Journal of Hospitality Management,
Vol: 19, Iss: 41, 2000, s.375-384
276
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
imkanını oluşturmaktadır. Yani orta sınıf mensuplarının turizm faaliyetlerine katılma
taleplerini karşılayıp, pazarı daha canlı bir hale getirme imkanını sağlamaktadırlar. Düşük
gelir grupları, tur operatörlerince düzenlenen paket turların kendileri için daha düşük
maliyette olduğundan ve grup indirimlerinden faydalandıklarından dolayı grup gezilerini
kişisel geziye tercih etmişlerdir. Yapılan tüm bu indirimlerin neticesinde sağlanan maliyet
düşüklüğüne bağlı olarak hizmetin kalitesi arttığını söyleyebiliriz
Aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerin temel bilgi kaynağını oluşturmaktadırlar.
Çünkü turistik ürün genelde bilinmeyen bir denklem gibidir. Satın alınmadan, ürünün
deneme ihtimali ve önceden görme imkanı yoktur. Ancak fotoğraflarla ve broşürlerle
turistik ürün hakkında bilgi edinilebilir. Tüketiciler, turizm ürünü olan hazır paket turları
genel olarak olumlu düşünerek satın almaktadırlar.
Aracı seyahat kuruluşlarının sağladığı faydalardan bir tanesi de tavsiye ediciliktir.
Özellikle seyahat etmede kararsız olan tüketicilerine karar vermelerinde gerekli olan
cesaret ve güveni vererek yardımcı olmaktadırlar. Muhtemel tüketiciler arasında belli bir
konumu ve güveni olan uzman bir satış elemanın etkisiyle karar verme olayı daha da
rahat bir şekilde gerçekleşmektedir. Tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarına göre uygun
önerilerin getirilmesi de göz ardı edilmemesi gerekir.
Dil, kişiler ya da gruplar arasında iletişimin kurulmasını sağlayan önemli bir
etkendir. Tüketiciler dil ile ilgili problemlerini rehberler aracılığıyla çözümlemektedirler.
Aracı seyahat kuruluşları, bünyelerinde farklı sayılarda rehberler bulundurarak
tüketicilere hizmet sunmaktadırlar. İşletmelerin bünyelerinde bulunan rehberler farklı
sayılarda yabancı dil bilmektedirler. Aracı seyahat kuruluşları farklı sayılarda ve farklı
dilleri konuşabilen rehberleri çalıştırarak tüketicilere kalite faydası sağlamaktadır.
2. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ
2.1. Araştırmanın Amacı ve Kapsamı
Turizm, en hızlı gelişen ve ülkelerin adeta bacasız sanayisi olarak adlandırılan
önemli hizmet sektörlerinden bir tanesidir. Turizm faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinde
çeşitli kurum ve kuruluşlar yer almaktadır. Bunların en önemlileri tur operatörleri ve
seyahat acenteleridir. Çünkü turizm hizmetleri satışının %80’inden daha fazlası aracı
seyahat kuruluşları olarak adlandırdığımız tur operatörleri ve seyahat acenteleri tarafından
gerçekleştirilmektedir. Bu noktadan hareketle, turizm pazarlaması ile oluşan yer faydası,
zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, çeşit faydası ve kalite faydası gibi faydaların
aracı seyahat kuruluşlarının reklam faaliyetlerine ne ölçüde yansıtıldığının ortaya
277
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
konulması amaçlanmıştır. Başka bir ifadeyle, aracı seyahat kuruluşları söz konusu bu
faydaları ne ölçüde reklam mesajlarında kullandıklarının tespiti amaçlanmıştır.
Araştırma, Antalya’da faaliyet gösteren (A) grubu seyahat acentelerinin tümünde
yapılması düşünülmüş, araştırma sonunda toplam 311 işletmenin 123’ünden cevap
alınabilmiştir. Ayrıca, söz konusu bu işletmelerin 54’ünden katalog ya da broşür
toplanmıştır
2.2. Araştırmanın Yöntemi
Araştırmada, birincil veriler için anket metotlarından biri olan yüz yüze görüşme
yöntemi kullanılarak, işletmelerden veriler toplanılmıştır. Ayrıca, işletmelerden toplanan
katalog ya da broşürlerin içerikleri incelenmesiyle de veriler elde edilmiştir.
Araştırmanın istatistiki analizleri, SPSS for Windows paket programındaki varyans
analizi (Scheffe) ve T-testi teknikleri kullanılarak yapılmıştır. Uygulanan ölçeğin
güvenilirliğini test etmek için Cronbach’ Alpha değeri kullanılmıştır. Yapılan test
sonucunda güvenilirlik katsayısı 0.7328 saptanmıştır.
2.3. Araştırmanın Hipotezleri
Araştırmanın hipotezi; aracı seyahat kuruluşları, turizm pazarlamasıyla
oluşan yer faydası, zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, çeşit faydası ve
kalite faydasını yeterince reklam faaliyetlerine yansıtmadıkları şeklinde
belirlenmiştir.
2.4. Araştırmanın Değişkenleri ve Modeli
Turizm sektöründe, tüketicinin tatminini artıran önemli faktörlerden bir tanesi de
turizm pazarlaması ile oluşan faydaların bir sistem içerisinde ele alınması ve söz konusu
bu faydaları reklam mesajlarında birer araç olarak kullanılmasıdır. Araştırmanın
değişkenleri; yer faydası, zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, çeşit faydası ve
kalite faydasıdır. Ayrıca her bir değişken kendi içerisinde alt gruplara ayrılmıştır.
Araştırmanın amacına uygun olarak tüketici tatminini artırmaya ilişkin bir model
geliştirilmeye çalışılmıştır. Turizm pazarlamasıyla oluşan faydaları tüketici tatmininde
kullanılmasına yönelik geliştirilen model şekil 2.1’de verilmiştir.
278
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
Şekil 2.1. Turizm Pazarlaması ile Oluşan Faydaların Tüketicilere Yansıtılması Modeli
Yer Faydası
Zaman Faydası
Miktar Faydas
Kredi Faydası
Çeşit Faydası
Kalite Faydası
Pazarlama Faaliyetleri
Turistin Tatmini ve
Elde Edilen Kâr
Geri dönüşüm
Kaynak: Araştırmanın amacına uygun olarak geliştirilen model
Turizm pazarlamasında genellikle standart mesajların oluşturulduğu ve kullanıldığı
görülmüştür. Özellikle rekabetin yoğun olduğu dönemde reklam veren işletmelerin farklı
içerikleri ya da kendileri tarafından sağlanan çeşitli faydalara yer vererek rekabet etme
üstünlüğünü elde edebilirler. Bu noktadan hareket ederek, oluşan söz konusu bu
faydalara aracı seyahat kuruluşları reklam mesajlarına (katalog ve broşürlerinde) hangi
oranda yer verdikleri ortaya çıkarılacaktır.
3. ARAŞTIRMANIN BULGULARI
3.1. Verilerin Değerlendirilmesi
Yapılan anket çalışmasıyla elde edilen veriler ile katalog ya da broşürlerden elde
edilen verilerin ortalama değerleri arasındaki farklılıklar istatistiki olarak değerlendirildi.
Değerlendirmeler, Likert Toplama Ölçeği baz alınarak, 1; zayıf, 2; orta, 3; iyi ve 4; iyi
şeklinde yapıldı. 1 ve 2 olumsuzluk ifade eden değerler, 3 ve 4 ise olumluluk ifade eden
değerler şeklinde analize tabi tutuldu. Çizelgelerdeki grupların oluşturulması; anket
çalışmasıyla elde edilen veriler 1.grup; katalog ya da broşürlerin içeriklerinin
incelenmesiyle elde edilen veriler ise 2.grup olarak sınıflandırıldı.
Tablo 3.1’de işletmelerin yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası turlar gibi farklı
yerlere turlar düzenleyerek tüketicilerine sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine
yansıttıkları yer faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti
amaçlanmıştır.
Tablo 3.1: Grupların yer faydası (farklı yerler) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
37
12
30.1
22.2
53
4
43.1
7.4
21
32
17.1
59.3
12
6
9.7
11.1
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
2.06
2.59
279
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
p<0.05
t= -3.439
p = 0.001
(Birincil veriler; Anket çalışmasıyla elde edilen, ikincil veriler ise; Katalog ya da
broşürlerden elde edilen verilerdir)
Hı : Yer faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1+2) incelendiğinde, 1.
grupta %73.2 iken, 2. grupta %29.6 ‘dır. Olumluluk ifade eden değerler (3+4) açısından
incelendiğinde, 1.grupta %26.8 iken, 2.grupta ise bu oran %70.4’dür. Yapılan anket
çalışmasında yer faydasına ilişkin elde edilen değerin reklam faaliyetlerine yansıtılan
değerden daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Başka bir ifadeyle yapılan değerlendirmede
reklam faaliyetlerine yansıtılan yer faydası, kuramsal zeminde tespit edilen yer
faydasından daha yüksek çıkmıştır. Söz konusu bu durumu, işletmelerin tüketicilerine
çeşitli nedenlerle sağlayamadıkları bazı faydaları kendi reklam faaliyetlerine
yansıtmalarından kaynaklanabileceği şeklinde yorumlanabilir
Tablo 3.2’de, işletmelerin tarihi, kutsal, deniz ve doğal güzelliklerine sahip olan
farklı yerlere turlar düzenleyerek tüketicilerine sağladıkları yer faydası ile reklam
faaliyetlerine yansıttıkları yer faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti
amaçlanmıştır.
Tablo 3.2: Grupların yer faydası (farklı özellikler) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
14
14
11.4
25.9
25
5
20.3
9.3
24
27
19.5
50.0
60
8
48.8
14.8
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
3.05
2.53
p<0.05
t= 3.030
p = 0.003
Hı : Yer faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde,
1. grupta % 31.7 iken, 2. grupta %35.2 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4)
incelendiğinde, 1.grupta %68.3 iken, 2.grupta ise bu oran %64.8 ‘dir. İşletmelerin
tüketicilerine sağladıkları yer faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları
tespit edilmiştir. Yeterince yansıtılmayan sonuçlara ilişkin yapılabilecek genel yorum, söz
konusu işletmelerin gelenekselleşmiş reklam mesajlarının dışına çıkma ihtiyacını
duymamaları şeklinde yorumlanabilir.
Tablo 3.3’de, işletmelerin kış sezonu, yaz sezonu, dini-resmi bayramlarda ve hafta
sonları gibi yılın farklı zaman dilimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları
280
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman faydası arasında farklılığın
bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo 3.3 : Grupların zaman faydası (yılın farklı zaman dilimlerinde) açısından durumu
Toplam/
Gruplar
1
2
3
4
Ortalama
n
%
n
%
n
%
n
%
n
X
Birincil veriler
İkincil veriler
62
35
50.4
64.8
19
3
15.5
5.6
8
11
6.5
20.4
34
5
27.6
9.2
123
54
2.11
1.74
p<0.05
t= 2.118 p = 0.036
Hı: Zaman faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Zaman faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta % 65.9 iken, 2. grupta %70.4 ‘dür. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %34.1 iken, 2.grupta ise bu oran %%29.6 ‘dır.
İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları zaman faydasını reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Tablo 3.4’de, işletmelerin gündüz, gece, sezona göre farklı saatlerde ya da
tüketicinin istediği her saatte gibi günün farklı zaman birimlerinde turlar düzenleyerek
tüketicilerine sağladıkları zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman
faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo3.4 : Grupların zaman faydası (günün farklı zaman dilimlerinde) açısından durumu
Toplam/
Gruplar
1
2
3
4
Ortalama
n
%
n
%
n
%
n
%
n
Birincil veriler
İkincil veriler
47
38
38.2
70.3
10
8
8.1
14.8
24
5
19.5
9.3
42
3
34.2
5.6
123
54
X
2.49
1.50
p<0.05
t= 6.208 p = 0.000
Hı: Zaman faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Zaman faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %46.3 iken, 2. grupta bu oran %85.1 ‘dir. Olumluluk ifade
eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %53.7 iken, 2.grupta ise bu oran
%14.9’dur. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları zaman faydasını reklam faaliyetlerine
yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Tablo 3.5’de, işletmelerin günlük, bir haftalık, on beş günlük, otuz ve daha uzun
süreli turlar düzenleyerek süre açısından tüketicilerine sağladıkları miktar faydası ile
reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasında farklılığın bulunup
bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
281
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 3.5 : Grupların miktar faydası (süre) açısından durumu
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
p>0.05
1
2
n
%
n
%
n
%
4
n
67
35
54.5
64.8
35
1
28.5
1.9
13
10
10.5
18.5
8
8
t= -0.782
3
%
Toplam/
Ortalama
n
6.5
14.8
123
54
X
1.69
1.83
p = 0.436
Hı: Miktar faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu gruplar arasında anlamlı bir fark çıkmamış ve Ho
hipotezi reddedilememiştir. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1
ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %83.0 iken, 2. grupta %66.7 ‘dir. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.0 iken, 2.grupta ise bu oran %33.3’dür.
Anket uygulamasıyla elde edilen değerlerin, reklam faaliyetlerine yansıtılan değerlerden
daha düşük çıkması, işletmelerin tüketicilerine çeşitli nedenlerle sağlayamadıkları bazı
faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından kaynaklanabileceği şeklinde
yorumlanabilir.
Tablo 3.6’da, işletmelerin sayı itibariyle farklı gruplar oluşturarak tüketicilerine
sağladıkları miktar faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasında
farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo 3.6 : Grupların miktar faydası (grup sayısı) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
49
46
39.8
85.2
14
1
11.4
1.8
8
2
6.5
3.7
52
5
42.3
9.3
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
2.51
1.37
p<0.05
t= 7.789
p = 0.000
Hı: Miktar faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %51.2 iken, 2. grupta %87.0 ‘dir. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %48.8 iken, 2.grupta ise bu oran %13.0’dür.
İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları miktar faydasını reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Tablo 3.7’de, işletmelerin kredi kartı, tüketici kredisi, taksitlendirme gibi kredi
türlerini tüketicilerine kullandırmak suretiyle sağladıkları kredi faydası ile reklam
faaliyetlerine yansıttıkları kredi faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının
tespiti amaçlanmıştır.
282
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
Tablo 3.7 : Grupların kredi faydası açısından durumu
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
n
49
45
%
2
n
39.8
83.3
52
1
%
3
n
42.3
1.8
17
5
%
4
n
%
Toplam/
Ortalama
n
13.8
9.3
5
3
4.1
5.6
123
54
X
1.82
1.37
p<0.05
t= 4.020
p = 0.000
Hı : Kredi faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Kredi faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %82.1 iken, 2. grupta %85.1 ‘dir. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.9 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9’dur.
İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları kredi faydasını reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Tablo 3.8’de, işletmelerin hava yolu, kara yolu, deniz yolu ve demir yolundan
oluşan farklı ulaşım şekillerini tüketicilerinin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası
ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasında farklılığın bulunup
bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo 3.8 : Grupların çeşit faydası (ulaşım) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
45
39
36.5
72.2
53
1
43.1
1.8
20
9
16.3
16.7
5
5
4.1
9.3
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
1.87
1.62
p<0.05
t= 2.137
p = 0.035
Hı : Çeşit faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %79.6 iken, 2. grupta %74.0 ‘dür. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.4 iken, 2.grupta ise bu oran %26.0’dır.
İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları çeşit faydasını reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Tablo 3.9’da, işletmelerin otel, pansiyon, tatil köyü gibi farklı konaklama
imkanlarını tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam
faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının
tespiti amaçlanmıştır.
283
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo 3.9 : Grupların çeşit faydası (konaklama) açısından durumu
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
n
30
33
%
2
n
24.4
61.1
68
1
%
3
n
55.3
1.8
13
9
%
4
n
%
Toplam/
Ortalama
n
10.5
16.7
12
11
9.8
20.4
123
54
X
2.05
1.96
p>0.05
t= 0.495
p = 0.622
Hı: Çeşit faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu gruplar arasında anlamlı bir fark çıkmamış ve Ho
hipotezi reddedilemiştir. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %79.7 iken, 2. grupta %62.9 ‘dur. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.3 iken, 2.grupta ise bu oran %37.1’dir.
Tablo 3.10’da, işletmelerin farklı sınıflardaki otelleri tüketicilerinin hizmetine
sunarak sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası
arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo 3.10 : Grupların kalite faydası (otel sınıfları) açısından durumu
n
%
n
%
N
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
43
34
34.9
63.0
49
1
39.9
1.8
12
6
9.8
11.1
19
13
15.4
24.1
123
54
Gruplar
1
Birincil veriler
İkincil veriler
2
3
4
X
2.05
1.96
p>0.05
t= 0.315
p = 0.753
Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu gruplar arasında anlamlı bir fark çıkmamış ve Ho
hipotezi reddedilememiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve
2) incelendiğinde, 1. grupta %74.8 iken, 2. grupta %64.8 ‘dir. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %25.2 iken, 2.grupta ise bu oran %35.2’dir.
Tablo 3.11’de, işletmelerin yılda farklı özeliklerde ve sayılarda katalog ya da
broşür çıkarıp tüketicilerine ulaştırmaları sonucu sağladıkları kalite faydası ile
uygulamada tespit edilen kalite faydasının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Tablo 3.11: Grupların kalite faydası (katalog ya da broşür) açısından durumu
Gruplar
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
65.9
77.8
26
6
21.1
11.1
10
5
8.1
9.3
6
1
4.9
1.8
123
54
1
n
Birincil veriler 81
İkincil veriler 42
2
3
4
p<0.05
t= 2.559 p = 0.011
Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
284
X
1.52
1.35
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %87.0 iken, 2. grupta %88.9‘dur. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %13.0 iken, 2.grupta ise bu oran %11.1’dir.
İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları kalite faydasını reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Tablo 3.12’de, işletmelerin çalıştırdıkları rehber sayısı ve bu rehberlerin bildikleri
dil sayısı açısından tüketicilerine sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine
yansıttıkları kalite faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti
amaçlanmıştır.
Tablo 3.12 : Grupların kalite faydası (rehber ve dil sayısı) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
91
43
73.9
79.6
20
5
16.3
9.3
5
5
4.1
9.3
7
1
5.7
1.8
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
1.41
1.33
p<0.05
t= 2.459
p = 0.015
Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %90.2 iken, 2. grupta %88.9‘dur. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %9.8 iken, 2.grupta ise bu oran %11.1’dir.
Tablo 3.13’de, işletmelerin tüketicilerine yönelik uyguladıkları sigorta hizmetleri
açısından sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası
arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo 3.13 : Grupların kalite faydası (sigorta hizmetleri) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
5
39
4.1
72.1
1
5
0.8
9.3
6
5
4.9
9.3
111
5
90.2
9.3
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
3.92
1.55
p<0.05
t= 17.863
p = 0.000
Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %4.9 iken, 2. grupta %81.4 ‘dür. Olumluluk ifade eden değerler
(3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %95.1 iken, 2.grupta ise bu oran %18.6’dır. İşletmelerin
sigorta hizmetleri açısından sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine
285
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
yansıttıkları kalite faydası arasındaki farkın çok büyük olması, işletmelerin sigorta
işlemlerinin zorunlu olarak yapmalarından kaynaklandığı ve zorunlu olarak yapılan bir
faaliyetin de reklam faaliyetlerine yansıtmalarına gerek olmadığı düşüncesinin sonucu
olabileceği şeklinde söylenebilir.
Tablo 3.14’de, işletmelerin çeşitli sebeplerden dolayı iptal edilen turlar sonucunda
ortaya çıkan mağduriyetleri telafi etmek için seçtikleri en uygun çözüm şekliyle
tüketicilerine sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite
faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır.
Tablo 3.14 : Grupların kalite faydası (tur iptalleri) açısından durumu
n
%
n
%
n
%
n
%
Toplam/
Ortalama
n
6
41
4.9
75.9
64
5
52.0
9.3
20
6
16.3
11.1
33
2
26.8
3.7
123
54
Gruplar
Birincil veriler
İkincil veriler
1
2
3
4
X
2.65
1.42
p<0.05
t= 6.90 p = 0.000
Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır.
Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul
edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1. grupta %56.9 iken, 2. grupta %85.2 ‘dir. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %43.1 iken, 2.grupta ise bu oran %14.8’dir.
İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları kalite faydasını reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
Turizm pazarlamasıyla oluşan faydalara ilişkin olarak, anket uygulamasıyla elde
edilen verilerin ortalama değerleri ile katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin
ortalama değerleri geliştirilen formüle uyguladığımızda;
286
REA =
(YF+ ZF+MF+ KF+ ÇF+ KAF)
---------------------------------------n
REA =
(2.55+2.30+2.10+1.82+1.96+1.90)
-------------------------------------------- = 2.10
6
REK =
(YF+ ZF+MF+ KF+ ÇF+ KAF)
---------------------------------------n
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
(2.56+1.62+1.60+1.37+1.79+1.51)
---------------------------------------------- = 1.74
6
YF : Yer Faydası
ZF : Zaman Faydası
MF: Miktar Faydası
KF: Kredi Faydası
ÇF: Çeşit Faydası
KAF: Kalite Faydası
REK =
olarak bulunmuştur.
(Her değişkenin kendi içerisindeki ortalama değeri bulunarak formülde
kullanılmıştır)
Anket uygulamasıyla elde edilen verilerin genel ortalama değerleri ile
katalog ya da broşürlerden elde edilen verilen ortalama değerleri incelendiğinde,
aracı seyahat kuruşları turizm pazarlamasıyla oluşan faydaları reklam
faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları sonucu ortaya çıkmaktadır.
4. SONUÇ VE ÖNERİLER
Türkiye, komşu ülkelerle hatta dünyadaki ülkelerle kıyaslandığında; köklü tarihi
geçmişi, birden çok mevsimin ülkenin farklı bölgelerinde aynı anda yaşanması, üç tarafı
denizlerle çevrili yarım ada görünümü, genç ve dinamik bir nüfus yapısı ve zengin
kültürü gibi bir çok farklı özelliklere sahip olması nedeniyle çok önemli bir turizm
merkezi konumundadır. Ancak ülkenin sahip olduğu bu değerleri ülkenin ekonomik
çıkarları doğrultusunda kullanabilmesi için gerek kamu ve gerekse özel sektöre önemli
sorumluluklar düşmektedir.
Ürünün sadece üretimini gerçekleştirerek piyasaya sürülmesi yeterli olmamakta,
bunların tüketicilere duyurulması ve tanıtılması daha önem kazanmaktadır. Ülkelerin
turistik açıdan gelişmeleri büyük ölçüde aracı seyahat kuruluşlarının yaptıkları
tutundurma faaliyetlerine bağlıdır. Bu amaçlarla gerçekleştirilen tutundurma türlerinden
birini oluşturan reklam, ürünün daha çok kişi tarafından tüketimini sağlayarak, firmanın
mevcudiyetini devam ettirmesine imkan tanıması gibi faydalarından dolayı pazarlamada
önemli bir yere sahiptir
Aracı seyahat kuruluşları genellikle konaklama, ulaşım, yeme-içme gibi turistik
ürünleri bir araya getirerek bir paket ürün oluştururlar. Oluşturulan bu turistik ürün daha
az bir maliyetle tüketicilere sunmaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları seyahat
düzenledikleri yerlerde ekonomik kazançları olduğu için bu turizm yerlerini daha cazip
hale getirmek amacıyla bir çok çalışmalar yapmaktadır. Aracı seyahat kuruluşları
287
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ürettikleri turistik mal ve hizmetlerden tüketicileri haberdar etmek için tutundurma
fonksiyonlarından özellikle reklamı kullanmaktadırlar.
İşletmelerin, yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslararası gibi farklı yerlere turlar
düzenleyerek tüketicilere sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları yer
faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı bulunmuştur. Yer
faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta
%73.2 iken, 2.grupta %29.6’dır. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde,
1.grupta %26.8 iken, 2.grupta bu oran %70.4’dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4)
incelendiğinde, 2.grubun (%70.4) 1.gruptan (%26.9) daha yüksek çıkması, başka bir
ifade ile reklam faaliyetlerine yansıtılan yer faydası değeri, kuramsal zeminde bilinen yer
faydası değerinden daha yüksek çıkması, işletmelerin tüketicilere sağlayamadıkları bazı
faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından kaynaklandığı sonucunu ortaya
çıkarmaktadır.
İşletmelerin tarihi, kutsal, deniz ve doğal güzelliklere sahip olan farklı yerlere
turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine
yansıttıkları yer faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı
çıkmıştır. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde,
1.grupta %31.7 iken, 2.grupta ise bu oran %35.2 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3
ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %68.3 iken, 2.grupta ise bu oran %64.8’dir. İşletmeler
tüketicilere sağladıkları yer faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları
sonucu ortaya çıkmaktadır.
İşletmelerin kış sezonu, yaz sezonu, dini-resmi bayramlar ve hafta sonları gibi yılın
farklı zaman dilimlerinde faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit
edilmiştir. İşletmeler çok farklı pazarlara hitap ettikleri için, yılın farklı zaman
dilimlerinde düzenledikleri turlara ilişkin bilgileri reklam faaliyetlerine yansıtarak,
muhtemel tüketicilerin fiili olarak turizm hareketlerine katılmalarını sağlayabilirler.
İşletmelerin, gündüz, gece, sezona göre farklı saatlerde ya da tüketicinin istediği
her saatte gibi günün farklı zaman dilimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilere
sağladıkları zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman faydası arasındaki
farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Zaman faydası açısından
olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta turlar düzenleyerek
tüketicilere sağladıkları zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman
faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Zaman
faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde 1.grupta %65.9
iken, 2.grupta bu oran %70.4’dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde,
288
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
1.grupta %34.1 iken, 2.grupta ise bu oran %29.6’dır. İşletmelerin tüketicilere sağladıkları
zaman %46.3 iken, 2.grupta bu oran %85.1’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4)
incelendiğinde, 1.grupta %53.7 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9 ‘dur. İşletmelerin
tüketicilere sağladıkları zaman faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları
tespit edilmiştir. Aracı seyahat kuruluşları günün farklı zaman dilimlerinde düzenledikleri
turlara ilişkin bilgileri detaylı olarak reklam faaliyetlerine yansıtarak turizm faaliyetlerine
daha çok sayıda katılımı gerçekleştirebilirler.
İşletmelerin günübirlik, bir haftalık, on beş günlük, otuz ve daha fazla süreli turlar
düzenleyerek süre açısından tüketicilere sağladıkları miktarı faydası ile reklam
faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test
sonucu anlamlı çıkmamıştır. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1
ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %83.0 iken, 2.grupta bu oran %66.7’dir. Olumluluk ifade
eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.0 iken, 2.grupta ise bu oran
%33.3’dür. Anket uygulamasıyla elde edilen değerlerin, reklam faaliyetlerine yansıtılan
değerlerden daha düşük çıkması, işletmelerin tüketicilerine çeşitli nedenlerle
sağlayamadıkları bazı faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından
kaynaklandığı söylenebilir. Ancak, aracı seyahat kuruluşları tüketicilerin taleplerine
uygun farklı süreli turlar düzenleyerek ve bu turlardan tüketicileri haberdar ederek turizm
faaliyetlerine katılımı daha da arttırabilme şansına sahiptir.
İşletmelerin, sayı itibariyle farklı gruplar oluşturarak tüketicilere sağladıkları
miktar faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasındaki farklılık,
yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Miktar faydası açısından olumsuzluk
ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %51.2 iken, 2.grupta bu oran
%87.0’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %48.8 iken,
2.grupta ise bu oran %13.0 dür. Miktar faydası (grup sayısı) açısından olumluluk ifade
eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.gruptaki değerlerin, 2.gruptaki değerlerden
yüksek çıkması, sağlanan miktar faydasının reklam faaliyetlerine yeterince
yansıtmadıkları sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
İşletmelerin, kredi kartı, tüketici kredisi, taksitlendirme gibi kredi türlerini
tüketicilere kullandırarak sağladıkları kredi faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları
kredi faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kredi
faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %82.1
iken, 2.grupta bu oran %85.1’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde,
1.grupta %17.9 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9’dur. Kredi faydası açısından sonuçların
olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) açısından yüksek çıkması, işletmelerin çok farklı
289
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
pazarlara hitap etmeleri ve açılacak kredilerin geri ödenmesinde bazı riskleri de
beraberinde taşımasından kaynaklandığını söylenebilir. Ülkelerin hukuki ve ekonomik
yapılarının farklı olmasından dolayı kredilerin geri ödenmesinde bazı zorluklar
yaşanmaktadır. Ancak, aracı seyahat kuruluşları tarafından yurt içinde turizm sektöründe
tüketicilere sağlanan kredi faydasını reklam faaliyetlerine yansıtarak turizm faaliyetlerine
daha çok katılımı aracı seyahat kuruluşları gerçekleştirilebilir. Çünkü, değişik sektörlere
ilişkin olarak yapılan çalışmalarda, özellikle kredi kartlarının satışları olumlu yönde
etkilediği tespit edilmiştir.
İşletmelerin hava yolu, kara yolu, deniz yolu ve demir yolundan oluşan farklı
ulaşım şekillerini tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam
faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu
anlamlı çıkmıştır. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1.grupta %79.6 iken, 2.grupta bu oran %74.0’dür. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.4 iken, 2 grupta ise bu oran %26.0’dır.
Çeşit faydası (ulaşım) açısından sonuçların olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
açısından yüksek çıkmıştır. Ayrıca, işletmelerin sağladıkları çeşit faydasını reklam
faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir.
İşletmelerin otel, pansiyon, tatil köyü gibi farklı konaklama imkanlarını
tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam faaliyetlerine
yansıttıkları çeşit faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı
çıkmamıştır. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2)
incelendiğinde, 1.grupta %79.7 iken, 2.grupta bu oran %62.9 dur. Olumluluk ifade eden
değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.3 iken, 2.grupta ise bu oran %37.1’dir.
İşletmelerin farklı sınıflardaki otelleri tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları
kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık,
yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade
eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %74.8 iken, 2.grupta bu oran %64.8’dir.
Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %25.2 iken, 2.grupta ise
bu oran %%35.2 olmuştur. Reklam faaliyetlerine yansıtılan kalite faydası açısından
1.grubun değerleri 2.grubun değerlerinden daha yüksek çıkması, işletmelerin kalite
faydasını yeterince değerlendirmedikleri sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
İşletmelerin yılda farklı özelliklerde ve sayılarda katalog ya da broşür çıkarıp
tüketicilerine ulaştırmaları sonucu sağladıkları kalite faydası ile uygulamada tespit edilen
kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite
faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %87.0
290
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
iken, 2.grupta %88.9’dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta
%13.0 iken, 2.grupta ise bu oran %11.1’dir. Antalya’da faaliyet gösteren aracı seyahat
kuruluşları istenilen özelliklerde ve sayılarda katalog ya da broşür çıkarmadıkları sonucu
ortaya çıkmaktadır.
İşletmelerin, çalıştırdıkları rehber sayısı ve bu rehberlerin bildikleri dil sayısı
açısından tüketicilere sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları
kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite
faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %90.2
iken, 2.grupta bu oran %88.9’dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde,
1.grupta %9.8 iken, 2.grupta bu oran %11.1’dir. Tüketicilerin hizmetin kalitesini
algılamasını etkileyen faktörlerden bir tanesi de rehberlik hizmetleridir. Ancak rehberlik
hizmeti açısından kalite faydasını yeterince değerlendirmedikleri sonucu ortaya
çıkmaktadır.
İşletmelerin tüketicilerine yönelik uyguladıkları sigorta hizmetleriyle oluşan kalite
faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan
istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden
değerler (1 ve 2) incelendiğinde 1.grupta %4.9 iken, 2.grupta %81.4’dür. Olumluluk ifade
eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %95.1 iken, 2.grupta ise bu oran
%18.6’dır. İşletmelerin sigorta işlemleri açısından sağladıkları kalite faydası ile reklam
faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki değerlerin çok farklı çıkması,
ülkelerin hukuki yapılarına göre bazı farklılıklar göstermesiyle birlikte, genellikle zorunlu
olarak uygulanmasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak, sigorta hizmetleri ile ilgili
sunulan hizmetler, hizmetin kalitesini ve tüketicinin hizmeti algılamasını olumlu yönde
etkileyen önemli etkenlerden bir tanesidir. Bu nedenle, özellikle hırsızlık, doğal afetler ve
trafik kazaları gibi olayların sıkça yaşandığı ülkelerde, sigorta hizmetlerinin daha da
önem arz ettiği ve reklam faaliyetlerine yansıtılmasıyla talepte bir artışın olmasına katkı
yapacaktır.
İşletmelerin, çeşitli sebeplerden dolayı iptal edilen turlar sonucunda ortaya çıkan
mağduriyetleri gidermek için seçtikleri en uygun çözüm şekliyle sağladıkları kalite
faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan
istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden
değerler (1 ve 2) incelendiğinde 1.grupta %56.9 iken, 2.grupta %85.2’dir. Olumluluk
ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %43.1 iken, 2.grupta ise bu oran
%14.8’dir. Gerek aracı seyahat kuruluşları açısından gerekse tüketiciler açısından sıkça
yaşanan problemlerden bir tanesi de tur iptalleridir. Yapılan tur iptalleri sonucunda
291
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
tarafların mağduriyetlerini asgari düzeye indirilmesi için en uygun çözüm yolu bulunarak
problemi gidermektir. Ancak, tur iptalleri olması halinde neler yapılacağına dair reklam
faaliyetlerinde geniş bilgilere yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu nedenle, yaşanabilecek
her türlü olumsuzluklar karşısında neler yapılabileceğine dair bilgiler reklam
faaliyetlerine yansıtarak, oluşturulacak güven sonucu tüketicilerin karar verme sürecinde
önemli bir etken olacaktır.
Çalışma sonucunda, anket uygulamasıyla elde edilen verilerin genel ortalama
değerleri (2.10) ile katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin genel ortalama
değerleri (1.74) karşılaştırıldığında, aracı seyahat kuruluşları, turizm pazarlaması ile
oluşan faydaları reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları sonucu ortaya
çıkmaktadır.
Yapılan çalışma sonucunda, gerek kuramsal zeminde ve gerekse uygulama
süresince elde edilen bilgiler ışığında yapılabilecek öneriler şöyle sıralanabilir:
Tüketici istek ve ihtiyaçlarını belirlemek ve talebin düzeyini ölçmek amacıyla
sürekli bir şekilde pazar araştırması yapılmalıdır. Yapılacak pazar araştırmasıyla yeni
pazarların tespiti ve mevcut pazarlarda yaşanan problem ya da aksaklıkların giderilmesi
mümkün olacaktır.
Çağımızda hızlı gelişmelerin yaşandığı alanlardan bir tanesi de internet’tir.
İnternet’in hızlı bir şekilde tüm işletmelerde yaygınlaştırılması için gerekli olan alt yapılar
hazırlanmalı ve yapılan çalışmalar desteklenmelidir.
Yeni turizm çeşitlerinin oluşturulması Türk turizmin geleceği açısından önemli
olup, yeni turizm çeşitleriyle Türkiye’nin sahip olduğu imajı değiştirerek yılın on iki
ayında turizm aktivitelerinin yoğun olduğu bir ülke konumuna getirilmelidir. Kamu
sektörü, turizm hareketlerinin yoğun olduğu zamanlar dışında gerçekleşebilecek farklı
turizm tesislerini kurmak ve çeşitlendirmek (dağcılık ve kış turizmi, termal turizmi, golf
turizmi) isteyen turistik işletme yatırımlarını teşvik etmeli, özellikle alt yapıların
hazırlanmasında gerekli katkıları sağlamalıdır.
Yapılacak tüm faaliyetlerde, sosyal pazarlama anlayışı gereği, toplumun
beklentileri ve çevrenin durumu göz önünde bulundurulmalı, toplum ve çevre ile ilgili
oluşabilecek sorunlar yasal olarak engellenmesi için gereken önlemler alınmalıdır.
Ülkenin, dünyadaki turizm pastasından istenilen payı alabilmesi için, özellikle
uluslar arası faaliyet gösteren tur operatörlerinin programlarına turistik yerlerin dahil
edilmesi için gerekli olan tüm çabalar sarf edilmelidir.
Turizm sektörü farklı özellikteki tüketici gruplarına sahiptir. Farklı tüketici
gruplarının istek ve ihtiyaçlarını karşılayacak turistik mal ve hizmetleri üretmek zordur.
292
Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam…
Bu nedenle aracı seyahat kuruluşları pazarı bölümlendirmeli ve bu çerçevede hedef pazarı
seçmelidir. Böylece hedef pazarın belirlenmesi ile muhtemel turistlerin amaçları ve
sosyo-ekonomik özellikleri daha ayrıntılı olarak belirlenmiş olacaktır.
Aracı seyahat kuruluşları paket turu hazırlarken karşılaştıkları problemlerden bir
tanesi de çeşitli turizm işletmelerinden standart bir fiyat alamamalarıdır. Turizm
işletmelerinin belirli bir fiyat tespitinde bulunmamaları da ülkenin ekonomik
istikrarsızlığından kaynaklanmaktadır. Tüketicilerin karar alma sürecinde göz önünde
bulundurdukları önemli etkenlerden biri fiyat oluğu için, turizm işletmeleri standart bir
fiyat oluşturmasına çaba sarf etmelidirler.
Tutundurma faaliyetlerinde, özellikle ülkenin sahip olduğu tarihi ve kültürel
değerler ön plana çıkartılmalı ve farklı bir turizm şekli olarak sunulmalıdır.
Kitle turizm şeklinde yapılan turizm faaliyetleriyle tüketiciler büyük faydalar elde
etmelerine rağmen, bu turizm şekli için bazı eleştiriler yapılmaktadır. Bu eleştirileri
önlemek için turizm yerlerinde bulunan diğer işletmeler de faydalandırılmalıdır.
Turizmin en yoğun olduğu dönemlerde, özellikle hava yolu ulaşımı açısından ek
önlemler alınarak, gelecek talepleri kabul etmeme gibi bir durum kesinlikle söz konusu
olmamalıdır.
Sahip olduğu uygun hava koşulları ve mevcut spor tesislerinden muhtemel
tüketiciler haberdar edilmelidir. Turizmin yoğun olmadığı kış sezonlarında özellikle
ülkelerin futbol takımlarının hazırlık çalışmalarının yapabilmelerine imkan sağlanmalıdır.
Yapılan bu çalışma süresince ve edinilen deneyimler sonucunda; konunun bir de
Antalya’da turizm faaliyetlerine katılan tüketiciler açısından ele alınması, özellikle
kullanılan reklam araçlarından ve reklam içeriklerinden hangilerinin daha çok ön plana
çıktığının tespit edilmesi önemli bir araştırma konusu olacağı düşünülmektedir.
KAYNAKÇA
BOWERSOX, Donald, J., EDWARD W.Smykoy., BERNARD J. La Lkonde, Physical
Distribution Management, The Macmilla Company, USA, 1969, s.4
BULUT, Gülçin. “Turistik Çekicilik Kaynaklarının Pazarlamasında Turistik Ürün
Çeşitlendirmesi”, H.Ü. İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:15, Sayı:2, 1997.
BURKART, A.J., MEDLIK S., Tourism- Past, Present and Future, II. Baskı, London,
1981.
DENİZER, Dündar. Turizm Pazarlaması, Yıldız Matbaacılık Sanayi, Ankara, 1992.
ERDEN, Emir. Pazarlama Teori ve Problemleri, İnönü Üniv. Vakfı Yayınları, Malatya,
1996.
HACIOĞLU, Necdet. Turizm Pazarlaması, Uludağ Üniv. Basımevi, Bursa, 1989.
293
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
İÇÖZ , Orhan., Kozak, Metin. Turizm Ekonomisi, Ankara, 1988.
KAHRAMAN, Nüzhet , “Toplam Kalite Yönetiminin Turizm Sektöründe Önemi”,
H.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:14, Sayı:2, 1998.
LAM, Terry, Zhang, Hanqin Qiu, “Service Quality of Travel Agents: The Case of Travel
Agents in Hong Kong, Tourism Management, 20, 1999.
MUNOZ, Diego M. FALCON, Juan M.G. “Successful Relationship Between Hotels and
Agencies”, Spain: Annals of Tourism Research,, 2000
NIELD , Kevin., KOZAK, Metin., LE GRYS, Geoffrey. “The Role of Food Service in
Tourist Satisfaction”, International Journal of Hospitality Management, Vol: 19, Iss: 41, 2000.
OLUÇ, M. “Reklam Stratejisini Saptanması ve Reklam Kampanyasının Geliştirilmesi”
Pazarlama Dünyası, Yıl, 4, Sayı:23, Eylül-Ekim, 1990.
ORAL, Saime. Türk Turizm Pazarlamasında Dağıtım-Fiyat Politikaları ve Turist Profili
Analizi, İstiklal Matbaası, İzmir, 1998.
RODGER, W. Leslie., Marketing in a Competitive Economy, London, 1965.
SKINNER, Steven, J. Marketing, Houghton Mifflin, Company, Boston, 1980.
(Alıntı:Mucuk, İsmet. Pazarlama İlkeleri, Der Yayınları, İstanbul, 1990)
TEK, Ömer Baybars. Pazarlama, İlkeler ve Uygulamalar, İzmir, 1991.
TEK, Ömer Baybars, Perakende Pazarlama Yönetimi, Üçel Yayımcılık Dağıtımcılık,
İzmir, 1984.
YARCAN, Şükrü. Turizm Endüstrisinin Yapısı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
1994.
294
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 295-317, ELAZIĞ-2005
SİYASAL REKLAMCILIK ÖZELİNDE
SİYASAL TUTUMLARIN OLUŞMASI SÜRECİ
The Process of Formation of Political Attitudes in Particular Political
Advertisement
Basri BARUT
Fırat Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Elazığ.
[email protected].
ÖZET
Bu çalışmada “Tutum” kelimesinin kelime anlamının açıklanmasından başlayarak,
tutumların oluşma sürecini açıklayan bir takım öğeler ve kuramlar üzerinde durulmuştur.
İnsanların değişik etkisel faktörler karşısındaki tutumlarının nasıl oluştuğu veya tutumlarını
nasıl belirledikleri irdelenmiştir.
Bireylerin tutumlarının, genel manada 12-30 yaşları arasında oluştuğu, bu yaş aralığında
değişik olaylara karşı tutumlarının oluşma
örneklerinden yola çıkılarak; siyasal tutumlarının
oluşma süreci açıklanmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Tutum, Tutum Kuramları, Tutum Öğeleri, Siyasal Tutumlar.
ABSTRACT
In this study, the meaning of “attitude” as a word is described and then some elements and
theories are emphasized which explain the forming process of attitudes.
It is also studied how attitudes of people form the opposite side various effective factors or
how people state their attitudes.
The forming process of the politic attitudes of people is tried to be explained through the
examples that attitudes of individuals form usually between ages of 12-30 and the examples of
forming people’s attitudes against different situations.
Key Words: Attitude, Attitude Theories, Elements of Attitude, Politic Attitudes.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. Giriş
Bir insanın bütün yaşamını içeren toplumsal etki alanları olduğu bilinmektedir.
İnsanların sergilediği bir çok davranış, çevresindeki diğer fertlerle olan münasebetlerin
algılanmasına, bu münasebetlerin değerlendirilmesine ve yine onlar üzerinde edinilmiş
olan yargılara bağlı olarak ortaya çıkar. Bireyin düşünsel dünyası, çok değişik ilişkilerden
elde ettiği kazanımların oldukça karmaşık bir sonucudur. İnsan, birbiriyle örtüşen veya
çelişen, yine birbiriyle uyumlu ya da uyumsuz bir çok fikrin etkisi altındadır. Bu çok
değişik düşünce, yargı ve değerler birbirinden ilgisiz ve çelişik gibi görünse de, aslında
her insanın düşünce yapısı, davranış kalıbı ve eylem çizgisi, kendi içinde şekillenmiş bir
bütün halindedir (Tolan ve diğerleri, 1991:4). “İnsanlar, davranışlarını, diğerleriyle olan
ilişkilerini, tercihlerini, düşünsel örüntüleri doğrultusunda gerçekleştirirler. Sosyal
psikolojide bu düşünsel örüntüye “tutum” adı verilmektedir” (Aytaç ve Bayram, 2004:4).
Tutum konusunda bir çok tanımla karşılaşmak mümkündür. Bu tanımlardan bir kaçına
konumuzun daha iyi anlaşılmasına katkısı olması bakımından yer vermek istiyorum.
“Gündelik dilde tutum sözcüğü, hal ve gidiş, duygunun dış belirtisi olarak
kullanılmaktadır. Tutum çağdaş sosyal psikolojinin en önemli kavramlarından birisini
oluşturmaktadır” (Dönmezer, 1990:97).
Tutum, “bir grup, bir kurum, bir sorun neviden sosyal tembihler (uyaranlar)
karşısında ferdin takındığı durumlar(dır).” (Oktay, 1996:162).
Tutum, “bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve
davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan bir eğilimdir.” (Smith, 1968:458-467).
Bir başka tanıma göre ise “Tutum, bireyin kendine ya da çevresindeki herhangi bir
toplumsal konu, obje ya da olaya karşı deneyim, motivation ve davranışsal bir tepki ön
eğilimidir” (İnceoğlu, 1993:15).
Özerkan ve İnceoğlu (1997:3) ise tutumu şu şekilde tanımlamışlar: “Tutum, bireyin
belli bir konu üzerine sistemli olarak geliştirdiği, çoğu zaman da onu diğer davranışlarıyla
uyumlu ve belli yönde düşünce ve davranışa eğilimli kılma halidir.”
Tutumların genel unsuru inançlardır. Yani eylemleri belirleyen, bireyin sahip
olduğu inançlarıdır. İnançlar, bilgi, duygu, tavır ve hareket gibi faktörlerin bir sonucudur
(Dönmezer, 1990:97). İnsanlar, bir kişi, bir kurum, bir problem ya da belirli bir durum,
bir olay veya bir faaliyet karşısında nasıl hareket edecekleri konusunda birbirini
etkileyen bir inançlar etkileşimi içindedirler; işte bu etkileşim sonucu ortaya çıkan
davranış tutumdur. Bu bakımdan tutum, bir duruma veya nesneye karşı cevap vermek
anlamında bir eylem oluyor. Örneğin bir Yahudi’ye, camiye, sendikalara veya ırkçılığa
karşı organize edilmiş inançlar, yani tutumlar vardır. Burada söz konusu olan birbiriyle
296
Siyasal Reklamcılık...
ilişkili yaradılıştan gelen veya sonradan edinilen eylem ve düşüncelerdir. Bireyin içinde
bulunduğu duruma, kişinin oynadığı veya aldığı role göre eylemi değişecektir
(Dönmezer, 1990:97). Örneğin bir futbol takımının fanatiği olan bireyin, üstlendiği rol
gereği karşı takımdan olan arkadaşına karşı eylemini değiştirmesi gibi.
Bu bakımdan genel manada tutum, ferdin çevresindeki canlı ya da cansız herhangi
bir konuya, olaya karşı, sahip olduğu bir davranış yatkınlığını ifade etmektedir. Tutumun
konusu, bir ağaç ya da bir başka birey veya bireyler grubu olabileceği gibi, aşk, sevgi,
nefret, savaş, barış, sonsuzluk gibi herhangi bir soyut kavram da olabilir. İnsanların yakın
çevrelerinde bir çok tutum konusu olduğu göz önüne alındığında, bu tutum konularının
her biri için ayrı ayrı bir tutum oluşturmanın güçlüğü vardır. Bu nedenle, bireyler, bu
farklı konuları belli kriterlere göre sınıflamakta ve bu sınıflara karşı bireysel tutumlarını
belirlemektedirler. Bir insanın, belli bir konuya karşı tutum sahibi olması için o konu ile
ilgili doğrudan bir deneyim geçirmesine gerek yoktur. Çevreden veya başkalarından
duyarak, ya da basın-yayın araçlarından edinilen bilgilere dayanarak da, bir takım
konularda tutum sahibi olmak mümkündür (Baysal ve Tekarslan, 1996:253). Örneğin,
beyaz ırktan olan insanların, yakından tanımadığı halde, sadece yayın araçlarından elde
ettiği bilgilerle, zenci olan insanlara karşı oluşturduğu tutumlar.
Bir kişiyi, sağcı ya da solcu, tutucu ya da liberal, inanan ya da tanrı tanımaz kılan
şey nedir?. Niçin bazı insanlar Yahudi aleyhtarı, diğerleri ırkçı , diğer bazıları da
önyargısızdırlar?. İnsanlar, niçin bir ürün hakkında en iyisi budur diyebilir ya da
uyuşturucu maddelerin korkunç olduğuna karar verirler?. İyi dediği ürün hakkında ya da
uyuşturucular konusunda, bir bireyin düşüncesini değiştirip değiştirmeyeceğini belirleyen
şey nedir?. “Eğer birisi bir cumhuriyetçi ise demokrat bir adaya oy vermeye onu nasıl
ikna edebiliriz?. Tersine olarak, bir kişiyi, kendi düşüncelerini hedef alan bir saldırıya
direnebilmesi için nasıl hazırlayabiliriz?. Bunlar, bir çok seneler, ABD’de, bir anlamda
sosyal psikolojinin merkezi konusu olan tutumların oluşumu ve değişimi üzerine, pek çok
sayıda araştırma ve çalışma için temel oluşturan sorulardır” (Freedman ve diğerleri,
1993:318). İşte bu soruların hedefi, tutumların oluşma süreci ve gerektiğinde değişme
sürecinin varlığını görmektir.
D. Katz, tutumların, aşağıdaki dört amaca veya işleve hizmet ettiğini belirtmektedir
(Armstrong ve Dawson, 1989:64-65):
1) Ego-Savunucu İşlev: Tutumların bir fonksiyonu bunların, insanların kendileri
hakkındaki benlik imajlarını korumalarına hizmet etmeleridir.” D. Katz bu görüşü ile
bireylerin, kendi dışındaki diğer sosyal gruplara mensup insanları aşağılayarak veya
küçük görerek (örneğin Hitler Almanya’sında Yahudilere veya bir dönem Amerika’da
297
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
zencilere karşı oluşan negatif tutum gibi), kendi aşağılık duygularını başkalarına
yansıtmak suretiyle; kendi kendini tatmin etme olgusunun bulunabileceğini öne
sürmektedir. Bu bakımdan ele alındığında, başka gruplara ve bireylere karşı aşırı
önyargılı olmanın asıl nedeni olarak, bulundukları ortamda, çalışma ve sosyal
hayatlarında kendilerine güvenmemeleridir. Yine, benlik imajını korumak isteyen
insanlar, farklı cephe olarak gördükleri kişileri suçlayarak ve aşağılayarak; kendi
yetersizliklerini örtme gayretinde oldukları, bu görüşçe iddia edilmektedir.
2) Değer İfade Etme (Açıklama) İşlevi: Bu işlev, kişilerin tutumlarını benimseme
nedeni olarak, “kendisinin nasıl bir insan olduğunu” açıklama, ifade etme ihtiyacını
vurgular. Bazı kişiler kendilerini “hoşgörülü”, bazıları ”liberal”, diğer bazıları ise örneğin
“çalışkan”, “cesur”, “demokrat”, “becerikli” vs. olarak görürler ve o şekilde yansıtmaya
çalışırlar. Bireyler, kendilerini görmek veya göstermek istedikleri bu hedef veya
basamaklarla ilgili sergiledikleri tutumları destekleyici mekanizmalar aramaktadırlar.
3) Araçsal veya Yararcı İşlev: Bazı tutumların benimsenmesindeki temel işlev ise
bunların kişiler için araçsal bir görev görmesi ve menfaatlerini maksimize etmek (en üst
noktaya çıkarmak) için birer araç görevi görmeleridir. Örneğin, belirli bir siyasal partiyi
tutan ve bu partiye oy veren bir kişinin, bu tutumundan kaynaklanan davranışının temel
sebebi, bu partinin kendi geleceğine yönelik olumlu icraatlarının olacağına inanmasıdır.
Yani, öncelikle, bireysel çıkarlarını koruyacağını (örneğin birey memur ise maaşına zam
yapacağını, mahkum ise af çıkaracağını veya kendi mensubu olduğu sosyal gruba çıkar
sağlayacağını vb.) düşünmesidir.
4) Tutumların Bilgi Kazandırıcı İşlevi: Bu işlev, tutumların, insanların dünyalarını
yapılandırdıkları temel çerçeveyi sağlama ve yeni bilgileri değerlendirmeye yardım eden
ve yargılara varmayı kolaylaştıran bir bilgi temeli oluşturma yönünü ifade eder. Bireyler,
yaşamları süresince, her gün, kendilerine ulaşan bilgi bombardımanı altındadır.
Kendilerine gelen bu bilgileri, belirli guruplara ayırarak; sınıflama ve işlerine
yaramayacak olanları eleme, işlerine yarayacak olan bilgileri ise daha sonra
kullanabileceği konuma yerleştirme çabası içine girerler. Böylece, yaşamın zorlukları ile
başa çıkabilme ve olayları kendilerine göre yorumlama yeteneğine sahip olurlar.
Sosyal psikolojinin temel konularından olan ve bu kadar araştırmaya merkez teşkil
eden tutumların öğelerini ele alarak, konuya devam edelim.
1. Tutumun Öğeleri
Bir tutum, bireyin, düşünce, duygu ve davranışlarının, birbiriyle uyumlu halidir.
Tutumlarda, genellikle, birbiriyle uyum içinde bulunan bu üç faktör, tutumun öğeleri
298
Siyasal Reklamcılık...
olarak tanımlanmaktadır. Bireyde tutarlılığı sağlayan bu üç unsur, yerleşmiş güçlü
tutumlarda tam olarak varken, daha zayıf tutumlarda ise bu öğelerden üçüncüsü olan
davranışsal öğe, çok zayıf kalabilir (Yüksel, 1994:18).
Tutum, birbirinden farklı öğelere sahip olduğuna göre, tam gelişmiş bir tutum,
yalın değil, karmaşık bir yapıya sahiptir. Tutumla ilgili sayılan bu öğeler, tutumu, kendi
özünde tutarlılığı olan bir yapıya dönüştürür. Bir başka deyişle, tutum, bireyi davranışa
hazırlayıcı karmaşık bir etkileşimdir. Bu hazır oluş sayesinde, bireyin çevresindeki çeşitli
objelere karşı beslediği duyguları, o objeler hakkındaki fikirleri ve bilgileri, onlara karşı
davranışları, devamlılık ve düzenlilik gösterir (Kağıtçıbaşı, 1996:86).
Tutumlar, doğrudan gözlenebilen bir olay değildir. Ancak, bireylerin ortaya
koydukları davranışlarıyla, yani eyleme dönüşen duygu ve düşünceleriyle var olduğu
kabul edilen eğilimleridir. “Tutumların her bir öğesinin bazı gözlenebilen ve ölçülebilen
tepkilere yol açtığı ve bu tepkilerin gözlenmesi sonucu bu öğelerin de varsayıldığını
düşünecek olursak, öğeler de ara değişken olarak ortaya çıkmaktadır” (Yüksel, 1994:18).
Tutumların öğelerine dair, bu giriş kısmından sonra, şimdi de, sırasıyla, bu üç
öğeyi inceleyelim:
1.1. Duygusal Öğe
Bireyin, çevre ile ilgili bilgi, duyum ve deneyimleri kendince sınıflandırması ve
yaptığı bu sınıflamayı, olumlu, olumsuz olaylarla, arzulanan ya da arzulanmayan
amaçlarla, bire bir ilişkilendirilmesi söz konusudur. Böyle bir ilişkilendirmenin varlığı,
tutumun duygusal öğesinin (affecitive component) varlığını temsil eder. Bu bakımdan, bir
insanın, herhangi bir tutum konusunda, olumlu ya da olumsuz duygular içinde olması,
önceki deneyimlerine bağlıdır. Yani, herhangi bir uyarıcı grubuna karşı, bireyde olumlu
duygular oluşmuşsa, bunun nedeni, bireyin bu uyarıcılarla, daha önceden etkileşimi
olması ve bu uyarıcıları kabullenmiş olmasıdır (İnceoğlu, 1993, 15-16). Bireyin,
uyarıcılarla, daha önce tanışması, tutum belirlemede, onun işini kolaylaştırmakta,
vereceği tepkide, hazır olmasını sağlamaktadır.
“Tutumu oluşturan bileşenlerden “merkezi bileşen, bir nesne ile ilgili göreli olarak
devamlı bir duygu”dur. Bu nesne, bir insan olabilir, bir grup olabilir (örneğin öğrenciler,
zenciler), bir kurum olabilir (bir banka veya ordu gibi) veya soyut bir şey olabilir (din,
eğitim gibi). Davranışlarımızın çoğu gibi, tutumlarımız da, öğrenme yoluyla
kazanılmıştır. Aslında, tutumlar, bir bireyin, kazanılmış kişilik özelliklerinin bir
parçasıdır ve diğer kazanılmış kişilik özellikleri gibi klasik veya edimsel koşullanma
yoluyla veya modellerin gözlenmesi ve taklit yoluyla öğrenilmişlerdir” (Morgan,
299
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1995:363). Yani, yaşamsal tecrübelerin, birey üzerindeki kalıcı ve kısmen kalıcı
etkilerinin sonucudur.
Tutumların oluşmasına etki eden duygusal öğe, aynı zamanda, bireyin değerler
sistemi ile yakından ilişkilidir. Tutum konusunun, bireyin hedeflerine hizmet etmesi
olumlu, amaçlarına hizmet etmemesi ise kişide olumsuz duyguların oluşmasına neden
olur. Bu bakımdan, tutum konusu, birey için, daima, araçsal bir değer taşır (İnceoğlu,
1993:16).
Bireyin, herhangi bir tutum konusu ile ilgili, olumlu ya da olumsuz duygulara sahip
olması, daha önce, konu ile ilgili yaşamış olduğu tecrübelerine bağlıdır. Birey, her hangi
bir uyarıcıya olumlu tepki veriyorsa; bu, bireyin daha önce bu uyarıcı ile etkileşimi
olmuş ve bu etkileşim sonucundan da hoşlanmıştır anlamına gelmektedir (Güz, 1998:96).
Bir başka deyişle, kişi uyaranı daha önce içsel yapısında değerlendirmiş ve bu uyaranla
ilgili kararını vermiştir.
Tutum konusu ile alakalı duygu öğesi ya da yapılan her gruplama, aynı güçte
olmayabilir ve hatta, etki bakımından, yok denecek düzeyde, önemsiz de olabilir.
Bununla birlikte, tutum konusunun sonuçlarının sosyal bakımdan değeri ile birey için
ifade ettiği değer, birbirinden farklılık gösterebilir. Bilişsel olarak, kişi, bulunduğu
ortamda yaşanan bir toplumsal olaydan hoşlanması gerektiğini bilir, fakat buna rağmen,
belirtilen olaydan hoşlanmayabilir. Bunun nedeni ise bireyin daha önceki yaşam
tecrübelerinde, bu olayla ilgili olumsuz izlenimlerinin olmasıdır. Yine, bireye, belirli bir
tutum konusunda verilen bilgiler, olumsuzluk içerse dahi, birey, eğer bu konudan veya
objeden hoşlanıyor ise bu objeden hoşlanmaya, hoşlandığı için de bu konuya olumlu
tepki göstermeye devam edebilir. Örneğin, bazı insanlar, sigaranın neden olduğu bir çok
hastalık nedeniyle, insan ömrünü kısalttığını bildiği halde, yine sigara içmeye devam
etmesi gibi. “Tutumun duygusal öğesi, bilişsel öğeye oranla daha basittir; olumlu ya da
olumsuz tepkiye bir ön eğilimdir. Bununla beraber, duygusal öğesi ağır basan bir tutumun
değişmesi daha güçtür; özellikle, bireyin egosunu ilgilendiren konu ya da olaylara karşı
tutumu, daha yoğun duygu yüklüdür” (İnceoğlu, 1993:16).
1.2. Bilişsel Öğe
Bir tutumun duygusal bileşeninin yanında, bir de bilişsel bileşeninin olduğunu
belirtmiştik. Bilişsel bileşen, bireyin, tutum nesnesi hakkında, daha önceden edinmiş
olduğu kişisel inançlarından oluşur. Sözü edilen bu inanç, bir ifadenin önceden
benimsenmesidir. Bir nesneye veya bir olaya dair olumsuz bir tutumunuz varsa, o olay ve
nesne hakkında olumsuz inanç veya inançlarınız da olacaktır. Örneğin, bir alandaki
300
Siyasal Reklamcılık...
inancınız “x kötüdür” şeklinde, daha çok, genel bir ifade olabileceği gibi, “enflasyon
yüksek vergilere yol açar” biçiminde, birbiriyle özleştirilmiş bir ifade de olabilir.
Dolayısıyla bir tutumun inanç yönü ile duygu yönü, karşılıklı olarak, daima, birbirlerini
etkilerler. Yaşadığı toplumda, sistemin, zengin kesimin yararına çalıştığına ve fakir
grupların haklarını korumadığına inanmaya başlayan bir birey, içinde yaşadığı sisteme
karşı olumsuz bir duygusal tepki geliştirecektir. Benzer şekilde, “düzene” karşı olumsuz
duygular besleyen ve bu olumsuz duygular içinde hareket eden bir birey, büyük
ihtimalle, düzen hakkında olumsuz ifadeler ve olumsuz inançlar geliştirecektir. Bu
bakımdan, tutumlarla-inançlar, birbirinden farklı şeyler olmalarına karşın, her zaman
birlikte bulunurlar. “İnançlar, tutumların duygusal yönlerine eşlik eden, söze dökülmüş
ifadelerdir. Bir tutumla birlikte bulunma durumu, kuşkusuz, bütün inançlar için geçerli
değildir. Bir tutum ile ilişkisi olmayan inançlar da vardır; “dünya yuvarlaktır” gibi. Bu iki
tür inancı birbirinden ayırt etmek için, bir tutuma eşlik eden inanca, kanı adı verilir”
(Morgan, 1995:363). Duygular ağı olan inanç ve tutumlar, bireylerin kararlarına ve
kişiliğine süreklilik kazandırarak; değişik olayları ve faaliyetleri yorumlamasına, bunun
sonucu olarak da, doğru seçime ulaşmasına yardım eder.
Metin İnceoğlu (1993:16-17)’na göre ise: “Bilişsel öğe (cognitive companent),
bireyin düşünme süreçlerinde kullandığı bir sınıflama olgusudur. Diğer bir deyişle, bu
bilgilerin guruplandırılmasıdır. Böylece, bu gruplamalar, bireyin, birbirlerinden net bir
biçimde farklı olan uyarılarına karşı, tepkilerinde gösterdikleri farklılıkları ifade eder.”
Fertlerin, tutum konusu ile ilgili bilgisi, o konu hakkında daha önce yaşamış
olduğu deneyimine bağlıdır. Birey, uyarıcı grubun varlığını, ya direkt ya da dolaylı olarak
öğrenir. Kişide oluşan tutumlar, bilgilerin gerçek olup-olmamasına göre, kalıcı ya da
geçici olur. Bireyin, bir konu hakkında edindiği yeni bilgiler veya eski bilgilerin
değişikliği durumunda, tutumunda da değişiklikler olabilir (Güz, 1998:95).
İnsan bulunduğu çevre ile ilişkilerinde, bilişsel birikimlerinden yararlanır.
Çevresinde sayısızca uyarıcı etken vardır. Birbirinden çok az farklı olan bu uyarıcıların
hepsinin ayırt edilmesine, bireyin algılama kapasitesi yetmez. Birey bu zorluğu aşmak
için, bir çok uyarıcıyı, önce belirli guruplarda toplarlar, daha sonra, bu gurupları birbirleri
ile ilişkilendirir. Bireyin yaptığı bu guruplama süreci, onun çevreye vereceği tepkinin
dozunu ayarlamasını sağlar, böylece, çevreyle ilişkisini de kolaylaştırmış olur (İnceoğlu,
1993:17).
1.3. Davranışsal Öğe
Bu öğe, kişinin bulunduğu ortamda var olan belli bir uyarıcı grubundaki tutum
301
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
konusuna karşı sergilediği davranış eğilimini yansıtır. Bireydeki bu davranış
yansımalarını, sözlerinden ya da diğer hareketlerden gözlemleyebiliriz. Belirtilen bu
davranışlar, bireyin alışkanlıkları, normları ve söz konusu tutum objesi ile doğrudan
ilişkisi olmayan diğer tutumların da etkisi altındadır. Bu nedenle, davranışsal öğeden
bahsederken karşımıza çıkan iki tür davranışı, önce birbirinden ayırmak gerekir. Bu
davranışlardan biri duygusal davranış, diğeri ise kuralsal (normatif) davranıştır. Duygusal
davranış, bireyin tutumunu hoşa giden ya da gitmeyen bir durumla ilişkilendirilmesi
sonucu ortaya çıkar. Normatif davranış ise doğru davranışın ne olduğu konusundaki, daha
önce var olan inançlara dayandırılan davranıştır. Kuralsal ve duygusal normlar, küçük
gruplar ya da alt kültürlerin, birey davranışı üzerindeki etkisidir diyebiliriz. “Bireyin
bağlı olduğu grup ya da alt kültürde, eğer belli bir davranış, doğru olarak görülüyorsa,
bunu onaylamasa da, normatif olarak yapar. Bu konuda yapılmış araştırmalar, tutum
konusuna ilişkin davranışın, davranış normları ile yakından ilişkili olduğunu, davranış
eğilimleri ile davranış normları arasında, yoğun ilişkiler bulunduğunu göstermektedir”
(İnceoğlu, 1993:17-18).
Davranışsal bileşen, insanın duygu ve kanıya uygun olarak hareket etmesi
eğilimidir. İnsanlar, çok farklı nedenlerden dolayı, her zaman, duygularına uygun bir
şekilde davranmazlar, ancak, genel olarak, duygulara uygun davranış gösterme eğilimi
daima mevcuttur Bu nedenle, genellikle, tutumlardan, davranışları anlamlandırmak veya
tahmin etmek mümkündür. “Bazı psikologlar, bir tutumun davranışsal bileşeninin,
duygusal bileşenini etkileyebileceği görüşündedir. Bu psikologlara göre, davranış
biçimimiz, tutumlarımızı şekillendirir” (Bern, 1970:364). Bu görüşü, zencilere karşı
önyargılı olan bir kadının davranışını örnek vererek, daha iyi açıklayabiliriz. “Kadın işe
otobüsle gidip gelmektedir ve bir rastlantı sonucu, günlerce sadece bir zencinin yanında
oturacak boş bir yer bulmaktadır. İş dönüşlerinde yorgun olan kadın, ayakta durmayı göze
alamaz ve zencinin yanında oturmaya başlar. Böylelikle, önyargılı olduğu nesneye
yaklaşmış olur. Bu davranışından dolayı, yukarıdaki görüşe göre, kadının zencilere karşı
önyargısında bir zayıflama olması gerekir” (Morgan, 1995:364). Çünkü, beyaz kadın,
zorunluluk halinde de olsa, sergilediği bu davranışı ile tutumunda bir değişiklik olduğunu
göstermektedir.
Diğer yandan, davranışın temlinde iki boyut vardır (İnceoğlu, 1993:18): “Negatif(-)
ya da pozitif(+) duygu ve ilişki kurma ya da kurmama eylemi. Bu da, üç tip davranış
biçiminde ortaya çıkar: Tutum konusuna (objesine ) yaklaşma, karşı koyma ya da
kaçınma.” Herhangi bir davranışın tutum konusuna karşı, belirli ölçüde ilişki arama ya da
ilişkiden kaçınma eğilimi olabilir veya belirli ölçüde olumlu ya da olumsuz duygu
302
Siyasal Reklamcılık...
içerdiği düşünülebilir. Olumlu yada olumsuz duygu doğrusunun bir tarafında sonsuz
özveri, diğer tarafında ise tutum konusunu yok etme, bir başka deyişle, tahrip etme arzusu
olabilir.
2. Tutum Kuramları
Bilim adamlarınca geliştirilen ve tutumların oluşması ve değişmesi ile ilgili
gerçekleri ifade etmeyi amaçlayan kuramlardan hiç birisi, tutum ile ilgili, bilinen tüm
yapıları açıklamada yeterli düzeyde değildirler (Fishbein ve Ajzen, 1972:365). Şimdi bu
kuramlara, sırasıyla göz atalım:
2.1. Denge Kuramı
“Bilişsel tutarlılık kuramlarından, kişilerarası ilişkiler konusunu inceleyen denge
kuramına göre, eğer iki birey birbirinden hoşlanıyorsa, bu iki bireyin, bir üçüncü tutum
konusuna karşı, tutumlarının da aynı olması beklenebilir” (İnceoğlu, 1993:32-33).
“Bu kuramın temelinde yatan görüş, bir tutumun, birbiriyle uyuşmayan veya
tutarsız olan tepki eğilimlerine bir tutarlılık kazandırdığıdır” (Morgan, 1995:365).
Denge kuramına göre, bireyin davranışlarındaki dengesizliği, dengeli bir duruma
dönüştürme doğrultusunda, kişi üzerinde bir baskı vardır. “Burada denge kuramının,
dengesizliğin etkisini kestirirken, en az çaba ilkesini benimsediğini belirtmek yeterlidir.
Kişi elinden geldiğince az sayıda ama yine de dengeyi sağlayabilen duygusal ilişkiyi
değiştirmeye çalışacaktır (Freedman ve diğerleri, 1993:331).
Denge kuramına göre, kişilerin kendi görüşlerine ve tutumlarına uygun kanaatler
ve fikirler beyan edildiği durumlarda, kişi kendisini daha uyumlu ve bu sayede daha rahat
hissetmektedir. Fakat, bu durumun tamamen zıddı bir durum ortaya çıktığı zaman, yani,
birey beklemediği ve hazır olmadığı bir uyarıyla karşılaştığı durumda, kendisini güvensiz
ve rahatsız bir konumda hisseder. “Heider’in teorisine göre, uyaranlarla beklentiler
arasında, böyle bir uyumsuzluk doğduğunda, kişi, doğası gereği, bir denge durumu
aradığından, tutumlarını, tutarlı bir denge kuruncaya kadar değiştirmekte (bu bakımdan
sürekli), uyarılmaktadır. Bu kuramda, dikkate alınan unsur, tutumların şiddeti değil,
sadece yönüdür” (Spooncer, 1989:130-133).
2.2. Tutarlılık Kuramı
Tutumların yönü bir yana, şiddetini de göz önünde bulunduran Osgood ve
Tannenbaum’un tutarlılık teorisi, Heider’in teorisini geliştirmektedir. Tutum teorisi ile
öğrenme kuramı, tutumları etkilemek söz konusu olduğunda, karizmatik veya bir başka
deyimle, çekici kişilerin, tutumları daha fazla etkilediğini göstermektedir. Bununla
birlikte, bir tutum değiştiricinin, hedef kitle ya da kişinin tutumlarıyla çelişen, kabul
303
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
edilemeyecek bir mesaj vermesi ile karşı karşıya kalındığında, bir tutarsızlık durumu
ortaya çıkmaktadır. Osgood ve Tannenbaum, bu durumda, hedef kitleye ters düşen bu
mesajların kabul edilerek; benimsendiğini, ancak, bunun sonucunda da, bu tutum
değiştiricinin, karizma boyutundaki algılanışında veya çekiciliğinde bir azalma meydana
geldiğini savunmaktadırlar (Spooncer, 1989:130-133).
Birbirlerine, sadece önemli birkaç açıdan farklılık göstermekle birlikte, tümünün
temelini oluşturan görüşlerin aynı olduğu bir dizi kuram mevcuttur. Bu kuramları
geliştiren Lewin, Heider, Abelson, Festinger, Osgood ve diğerleri, kişilerin bilişleri
arasında tutarlılık göstermek durumunda kaldıklarını ve bunun da, tutumların gelişmesi
ve de biçimlenmesinde temel etken olduğunu savunarak, yola çıkmışlardır. Tüm bu
kuramlar, birbirleriyle çelişen, tutarsız birçok inanç ve değere sahip olan bir kişinin, bu
çelişkileri en aza indirerek; daha tutarlı bir şekilde davranmak yolunu seçtiğini
savunmaktadır. Bununla birlikte, bilişleri tutarlı olan kişinin, tutarsızlığa yol açacak yeni
bir bilişle karşılaşması durumunda da, bu tutarsızlığı en az düzeye indirgemeye çalıştığı
da göz önünde bulundurulmalıdır (Freedman ve diğerleri, 1993:329-330).
Denge modeli ile karşılaştırıldığında, tutarlılık kuramında, daha basit durumlar söz
konusudur. Bir kişinin, bir başka kişi ya da obje ile ilgili söylediği iyi ya da kötü
sözlerin, diğer kişi üzerindeki etkilerini incelemesi, tutarlılık kuramının ele aldığı
durumlara en basit örnektir. Kişinin, iki farklı davranış objesine karşı farklı tutumları
olması durumunda, bu farklı objelerin birbirleriyle ilişkili hale gelmesi söz konusu
olduğunda da, kişinin tutumlarında, bu yeni duruma uyum sağlama üzerine bir değişim
yaşanması muhtemeldir. Bilişsel uyuşum kuramı, bunu, tutumda, ortalama bir kayma
olması ile açıklar. Denge kuramına göre, konular sadece olumlu veya olumsuz olarak ele
alınır. Oysa ki, uyuşum kuramında, bunun yanı sıra, tutum değişimi durumunda önemli
bir rol oynayan tutumların gücü de hesaba katılır (İnceoğlu, 1993:34).
2.3. Tutarsızlık Kuramı
Tutarsızlık kuramını oluşturan en önemli faktör, inanç ya da tutumlarla, aleni
davranışlar arasındaki tutarsızlıklardır. Bu konuda en son kuram, ilk kez 1957’de Leon
Festinger’in ortaya attığı, çelişki kuramıdır. Bir başka adıyla, bilişsel çelişki kuramı, iki
ana tutum-davranış tutarsızlığı kaynağı üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tutarsızlıklar, bir
şekilde azaltılabilen veya giderebilen bazı bilişsel çelişkilere neden olurlar (Freedman ve
diğerleri, 1993:334).
Kişi, inandığı şeylere ters düşen bir davranış biçimi gösteriyor ise bu, tutarsızlığı ya
en aza indirgeyecek ya da bu uyumsuzluğun artmasına engel olacaktır. “Çelişki” adı
304
Siyasal Reklamcılık...
verilen bu tutarsızlığa karşı koymak için, kişi, bilişleri, duyguları ve davranışları arasında
tutarlılık sağlamaya çalışır. Bu kuramda vurgulanmak istenen yargı, tutarlılık varsayımına
dayanır. Bireyin bilişsel unsurunda, kendisi ya da davranışı hakkında bilgi, inanç ve
kanıları yer alır. Sözü edilen bu bilişsel unsurlar arasında ise ya çelişkili, ya uyuşumlu ya
da ilgisizlik ilişkileri olduğu söylenebilir (İnceoğlu, 1993:35).
Birey, bir karar verme durumu ile karşı karşıya kaldığında ve iki seçenekten
birisini tercihi söz konusu ise tercih edilen seçeneğin olumlu yönleri ile reddedilen
seçeneğin olumsuz yönleri, vermiş olduğu kararla tutarlıdır. Bir başka anlatımla, bu
durum, bilişsel çelişki kuramı deyimi ile çelişkisizdir. Ancak, durum bu kadar da basit
değildir. Çünkü, tercih edilen seçeneğin kötü, reddedilen seçeneğin ise iyi yönleri vardır.
İşte bu durumda çelişki ortaya çıkar. Bu nedenden ötürü, ne kadar düşünülürse
düşünülsün, ne kadar mantık yürütülürse yürütülsün, kararlar söz konusu olduğunda,
verilen kararın bir çoğunda, biraz çelişki mevcuttur (Freedman ve diğerleri, 1993:334).
Mantıksal tutarsızlık, bir başka deyişle, bilişsel çelişki, kişinin yaşam tecrübesi,
gelenekler ya da kültürel değerlerin etkileşimiyle ortaya çıkabilir. Bunun temel
dayanakları şunlardır (İnceoğlu, 1993:36):
-Kişi, gerilimli bir olgu söz konusu olduğunda, ya çelişkiyi en aza indirgeyecek, ya
uyum sağlayacak ya da çelişkiyi artıracak durum ve bilgilerden kaçacaktır.
-Çelişki veya uyuşumun büyüklüğü, konunun kişi nezdindeki hayati önemi ya da
değeri arttıkça çoğalacaktır.
-Çelişkiyi azaltma, başkasının gücü ya da çelişkinin büyüklüğünün bir sonucu
olarak ortaya çıkar.
Festinger ise tutarsızlıkların, kişinin kendisi ile ilgili düşüncelerinde, davranış ve
tutumlarında ve çevresi ile ilgili konularda kendini gösterdiğini savunur (Spooncer,
1989:130-133). Kişi, bu tür çelişkili bir durumla karşı karşıya geldiğinde, eğer kendisi
için önemli olan unsur varsa, çelişkiyi en aza indirgemeye çalışacaktır. Kişinin, bu
durumda takip ettiği yolları, sigara içen bir kişi örneği ile açıklayacak olursak (İnceoğlu,
1993:36-37):
-Kişi, kötü olarak algıladığı davranışı ile ilgili bir bilişini değiştirir. Sigarayı bırakır
ya da “içen de ölüyor, içmeyen de” diyerek bilişinden kaçınır.
-Kişi, çevre ile ilgili bir bilişi değiştirir (çok sigara içmenin zararlı olduğunu bilir,
ancak, kendisinin günde iki paket içtiğini belirterek; az sigara içtiğini savunur).
-Kişi, çelişki unsurlarından birisini desteklemek için, yeni bilişler ekler (herkes
sigara içiyor der veya kanserle sigaranın ilişkisinin kanıtlanmadığını savunur).
-Kişi, bir ya da birkaç bilişinin daha az önemli olduğuna karar verir (sigaranın
305
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
zararları, sağlığım açısından önemli değil. Hızlı yaşa, genç öl, gibi).
Çelişkiyi genellikle olumlu bir şekilde azaltmak mümkün olmasa bile, çelişkinin
büyüklüğü ölçüsünde, bilişsel unsurların bir ya da birkaçının değişmesi de muhtemeldir
(İnceoğlu, 1993:37). Çelişkinin büyüklüğü ve seçilmesi en olası çelişki azaltma
mekanizmasını etkileyen bir dizi koşul belirleyen bilişsel çelişki kavramı, tutum-davranış
farklılığının söz konusu olduğu hallerde ortaya çıkan, belirgin iki çelişki giderme
yöntemine sahiptir. Birincisi, kişinin çok önemli olmadığına kendini inandırarak;
davranışından vazgeçmesi veya geri almasıdır. İkincisi de, kişinin, tutumlarını,
davranışlarına göre değiştirmesidir (Freedman ve diğerleri, 1993:335).
Tutarsızlık kuramı, çok genel kavramlar önerdiği için, uygulama alanı çok geniştir.
Kişinin, bilişlerinden değil de, davranışlarından hareketle, tutum değişimi olgusunu
inceliyor olması, bu kurama olan ilgiyi artırmıştır. Kişi, tutumunun, bilişsel ve duygusal
olarak davranışından etkilendiğini ve kişinin değişik bir davranışta bulunduğunda,
tutumunun da değiştiğini ilk olarak ileri süren Festinger olmuştur (İnceoğlu, 1993:37).
3. Tutumların Oluşması
Tutum, basit bir anlatım şekli ile sosyal psikologlar tarafından kullanılan bir
deyimdir. Başka bir anlatımla ise kişisel psikolojinin karmaşık anlatımından uzak, sadece
zihinle ilgili değil, kişiyi ilgilendiren uyarı ve kişinin bu uyarıya verdiği cevap arasındaki
gözlenebilir etkinin ortaya çıkarılması ile ilgili bir deyimdir (Yüksel, 1994:21).
Tutumların meydana gelmesinde, kişinin daha önce yaşamış olduğu tecrübeler, içinde
yaşadığı sosyal çevre, gözlemleri, zekası ve duygusu gibi faktörler önemli yer işgal eder.
Tutumun meydana gelmesinde başka unsurlar da vardır (Baysal ve Tekarslan,
1996:261-262), bunlar:
“1) Genetik faktörler,
2) Fizyolojik koşullar (hastalık, yaşın ilerlemesi, uyuşturucu alışkanlığı vs. ).
3) Tutum konusu ile doğrudan deneyim,
4) Kişilik,
5) Topluma uyma (toplumsallaşma süreci),
6) Grup üyeliği,
7) Sosyal sınıf.”
Yukarıda izah edilmeye çalışılan maddelerden ilk dördü, doğrudan doğruya, kişinin
kendi yapısı ile ilgili özellikleri taşır. Kalan diğer üç madde ise kişinin toplumsal
yaşamının sosyo-psikolojik özelliklerini kapsar. Yine, bu faktörlerin tutum oluşumuna iki
türlü etkisi olur. Birincisi, kişinin, inanç sistemine özgül tutumsal içerik katar ve ikinci
306
Siyasal Reklamcılık...
olarak da, bu sistemin değişime açık ya da bütünleşme derecesi gibi dinamik özelliklerini
belirler (Baysal ve Tekarslan, 1996:262).
3.1. Bireysel ve Toplumsal Tutumlar
Her insanın kişisel deneyiminin ve çevresinin bir ürünü olan bireysel tutumların
ötesinde, bir de her grubun ve her toplumun kendine özgü kolektif tutumları bulunur
(Oktay, 1996:169).
İnsanlar için, toplumun genel tutumlarının yanı sıra, üyesi olmak istedikleri veya
buna zorunlu olduklarını var saydıkları grupların tutumları da önemlidir. Tutumlarına
önem verdikleri bu gruplar, aile, akrabalar, okul çevresi, arkadaş grupları, çalışma
grupları, cemiyetler ve mesleki kuruluşlardır. Bireyler, birbirine yakın tutumları olan
kişilerle daha kolay iletişim kurup-gruplaştıkları gibi, belirli nedenlerle üye olmak
istedikleri ya da üye olmak zorunda kaldıkları grupların tutumlarını da benimseme
eğiliminde olurlar. Bazen, bunun için tutum bile değiştirirler. Fakat böyle bir değişimin
gerçekleşmesi, o grubun üyeliğini ne kadar istediklerine bağlıdır. Tutumları en çok
benimsenen grup, bireylerin en çok üye olmak istedikleri gruptur. Bu durum, bazen
danışma grubunun tutumunu, bireyin, çalışma grubunun tutumundan daha önemli
kılabilir (Baysal ve Tekarslan, 1996:262).
Kişisel tutumların da, insanların tek başlarına oluşturdukları tutumlar olduğunu
söylemek yerine, bir sosyal grup içinde başka insanlarla etkileşim içinde yaşamaları
nedeniyle oluşan, aslında, birer sosyal tutum olduğunu söylenebiliriz. “Gerçekten de,
sosyal bir varlık olan insanın, yaşamı boyunca, çeşitli kişiler ve gruplarla (aile,
arkadaşlar, eğitim, iş, eğlence ve boş zaman grubu vs.) iç içe yaşamaları, bireysel gibi
gözüken tutumların da, toplumsal nitelikli olduğunu ortaya koymaktadır”(Oktay,
1996:169).
Wilcox ve Nolte’un, “bireysel tutumları etkileyen faktörler“ başlığı altında
verdikleri liste de, kişisel tutumların, çok büyük ölçüde, toplumsal nitelik taşıdığını
kanıtlamaktadır. Bunlar (Wilcox ve Nolte, 1990:33):
“1) Aile: Bu faktörler (içinde) en güçlü etkiye sahip olup, dinsel ve siyasal
tutumların ilk kaynağı aile çevresidir. Kişinin mesleki tutumlarının da, ailenin güçlü
etkisi ve yönlendirmesi nedeniyle (ortaya) çıktığını söyleyebiliriz.
2) Eğitim: Eğitimin, tutumlar üzerinde önemli bir etkisi bulunur. Genellikle,
yüksek eğitimin, daha liberal tutumlara yol açtığı farz edilir. Ayrıca, eğitimin niteliği ve
yönü de etkili olur. Örneğin, çeşitli meslek gruplarına sahip insanlar (hekimler,
hukukçular, öğretmenler, tüccarlar vs.), farklı grup etkileri ve çıkarlar sebebiyle, aynı
307
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
konularda, farklı tutumlar ve davranışlar içinde olabilirler.
3) Ekonomik Statü: Ekonomik statü, çoğu zaman sınıfsal farklılıkları da yarattığı
için, tutumlar üzerinde etkili olur. Örneğin, sınırlı gelirleri olan ücretli insanlar, devletin
harcamalarına veya yatırımlarının yönüne karşı çıkarken, belirli varlıklı kesimler, bu
politikaları destekleyebilir. Aynı şekilde, bir fabrikanın işçileri, parlamentoya sunulan bir
grev-sendika-toplu sözleşme yasasına, patronlardan farklı bir yaklaşım içinde
olacaklardır.
4) Grup Üyeliği: Belirli bir sosyal gruba (örneğin bir derneğe, sendikaya, şirkete,
partiye vs.) mensup kişiler, özellikle grubun çıkarlarını etkileyecek kararlara ve
çalışmalara karşı kolektif bir duyarlılık içinde olacaklardır.
5) Geçirilen Deneyimler: Kişinin yaşamı boyunca geçirdiği yaşam deneyimleri,
onun tutumlarının oluşmasında önemli etkilere sahiptir. Örneğin, çocukluğunda bir köpek
tarafından ısırılan bir kişinin, köpeklere karşı tutumu, diğer insanlardan farklılık
gösterecektir.
6) Yaşanılan Çevre ve Mekan: Kişinin, kentte veya kırsal kesimde; apartmanda
veya müstakil evde; ülkenin batısında veya doğusunda yaşaması, onun geliştirdiği
tutumlarda da kendisini gösterecektir.
7) Mensup Olunan Irk: Farklı ırklara mensup olarak dünyaya gelen insanlar,
geliştirdikleri tutumlar bakımından da farklılık gösterirler.
8) Dinsel İnanç: Mensup olunan din, mezhep veya dinsel inanç da, kişinin
tutumlarını etkileyen önemli bir faktördür.
9) Ulusal (Milli) Köken: Farklı milletlere mensup insanların farklı tutumlara sahip
olması kadar, ayrı bir milletin (Örneğin ABD) içinde bir araya gelerek; bir toplum
oluşturmuş kişilerin de, orijinal (milli) kökenlerine uygun tutumlar geliştirdiklerini
görmekteyiz. Örneğin, Türk-ABD ilişkilerinde, Amerika’daki Yunan lobisinin etkili bir
rol oynadığını biliyoruz.
10) Tutulan Siyasi Parti: Tutulan/desteklenen siyasi partinin, tutumların bir
göstergesi ve dış belirtisi olması kadar, siyasi partilerin de üyelerinin tutumlarını (sosyal
grup etkisiyle) biçimlendirerek; etkilediğini belirtmek gerekir.
11) Meslek: Farklı meslek gruplarına sahip kişilerin, bir çok konuda (özellikle de
mesleği etkileyen konularda), benzer tutumlara sahip olduğunu göstermekteyiz. Bu
durum, her meslek grubunun, birer alt grup kültürüne sahip olmasından ileri gelmektedir.
Örneğin, medya mensuplarının, genelde, toplumun geneline nazaran daha liberal
(özgürlükçü) tutumlara sahip olduğu söylenir.
12) Sosyal Sınıf: Farklı sosyal sınıflara mensup insanlar, farklı ekonomik ve siyasal
308
Siyasal Reklamcılık...
çıkarlara sahip olmaları ve farklı çevrelerde yetişip-yaşamları nedeniyle, farklı tutumlar
geliştirirler.
13) Özel İlgi Alanları: Kişilerin özel ilgi alanları da, farklı tutumlar yaratabilir.
Örneğin, hayvanları çok seven bir kişinin, belediyenin hayvan kıyımına karşı göstereceği
tepki çok şiddetli olacağı gibi, bu kişi belki de Hayvanları Koruma Cemiyeti gibi bir
örgüte de katılacaktır. Söz konusu ilgi alanlarını, eski eserler, tabiatın korunması, arabalar
veya akla gelebilecek herhangi bir nesne veya uğraş alanına değin genişletebiliriz.
3.2. Tutumların Oluşum Yolları ve Evreleri
Tutumlar şu yollarla oluşmaktadır (Yüksel, 1994:22-23):
“a) Büyüme boyunca ailede öğrenilen tepki tarzlarının birikmesi; mesela, oğulların,
kızlara nazaran daha değerli tutulduğu bir aile çevresinde, erkeklerin üstünlüğüne dair bir
tavır oluşur.
b) Başımızdan geçen tecrübelerden (yaşantılardan) çıkardığımız genel sonuçlar.
c) Bazı hallerde, çok şiddetli etki eden bir olaya dayanarak, buna benzeyen olayları
da aynı şekilde değerlendirmek; mesela, bir defasında şiddetle midenize dokunan bir
yemek yüzünden ona benzeyen yemeklerden nefret etme hali, başka milletten tanıdığımız
bir ferde karşı duygusal tutumumuzu o kimsenin ait olduğu bütün millete karşı
genelleştirme gibi.
d) Başkalarının tavırlarını (tutumlarını) taklit yoluyla benimsemek”.
Tutumlarımızın oluşmasında etkili olan temel evreler ve faktörler ise şöyle
özetlenebilir (Armstrong ve Dawson, 1989:60-61; Erdoğan, 1991:368):
“1) Erken Sosyalleşme Evresi: Tutumların çoğunun kökeni, ilk çocukluk
dönemimizde aile ve okuldan öğrenilen bilgilerdir. Sosyal normlar, otorite, disiplin
anlayışı, çalışma zevki vb. bilgiler, çocuğun aile ve okul çevresinden öğrenme yoluyla
edindiği bilgilerdir. Kişilere, nesnelere, gruplara vb. karşı duyulan hisler ve önyargıların
kökeni, çocukluk yıllarına dek takip edebilir.
2) Grup Üyeliği: Yaşamın sonraki evrelerinde, ailenin etkisinden çıkarak, sosyal
hayata karışan birey, arkadaş ve iş çevresinin etkileri altına girmekte ve gerek kişisel
hayranlık nedeniyle, gerekse gruba katılabilmek ve bu üyeliği sürdürebilmek için, grup
tutumlarını benimsemektedir.
3) Kişisel Deneyimler (Tecrübeler): Kişinin yaşamı boyunca geçirdiği kişisel
tecrübeler ve başından geçen olaylar, tutumların oluşmasındaki üçüncü grup faktörleri
meydana getirir.
4) Edinilen Bilginin Kullanırlığı: Tutumlar, yaşam boyunca edinilen bilgilerle
309
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
oluştuğuna göre, bu bilginin kullanılırlık derecesi, yani kişinin işine yaraması da,
tutumların benimsenmesinde ve kalıcılığında etkili olmaktadır. Kişi, bir olayla
karşılaştığında, bu durumu yorumlamasına ve başa çıkmasına yarayacak bilgilere sahip
olmak ihtiyacındadır. Bu bilgiye göre, deneyimlerini davranışlarına yansıtacak,
davranışının sonucunu da, gene, bu tür bilgilerin ışığı altında kestirebilecektir.
5) Bilginin Genelleştirilebilme Özelliği: Edinilen bilgilerin bir tutum biçiminde
kalıcı olabilmesi için, bireyin, benzer durumlarda benzer etkilerle karşı karşıya kalması,
eski deneyim ve bilgisini genelleyebilmesi ve bu bilgiler ışığında düşünsel sonucu
davranışa dönüştürülebilmesi gerekir. Ancak, bu türden işlevsel bilgiler, tutumlara
dönüşme eğilimindedirler”.
Tutumların kaynağı ile ilgili olan ve klasik olarak kabul edilen Allport’un dört
koşulu vardır (İnceoğlu, 1985:15):
“1-Allport’a göre birinci koşul: Aynı tipten olan deneyimlerin artmasıdır. Aynı
konuda çeşitli deneyimlerin birikmesi sonucu, insanda o konu ile ilgili tutumlar oluşur.
2-İkinci koşul olarak: Bireyselleşme (individuation) farklılaşma (differentiation) ve
ayrılma (separation) gelir. Birinci koşulla biriken deney, böylece desteklenir. Tutum
özelleşir ve belli bir tutum, benzerlerinden ayrılır.
3-Üçüncü koşul ise: Kuvvetli bir etkileyici veya dramatik bir deneyin meydana
gelmesidir. Örneğin; uzun boylulardan nefret eden birisinin hayatını, uzun boylu biri
kurtarmışsa, kişi uzun boylulara karşı olumlu bir tutum geliştirebilir.
4-Dördüncü koşulda: Tutumlar, ana-babayı, öğretmenleri, arkadaşları ve
benzerlerini taklit yolu ile yani, hazır olarak elde edilir. Allport, tutumların oluşmasını
belirten bu dört koşuldan hangisinin daha önemli olduğunu söylememekle beraber, son
koşulun, diğerlerinden daha önemli olduğu söylenebilir”.
Bireyin, yaşamının ilk dönemlerindeki tutumu, genel olarak, ana-babası tarafından
şekillendirilir. İlk dönemden sonraki tutumları ise ebeveynlerin yanı sıra, sayılan diğer
faktörlerin etkisi altında oluşur. Bu manada, tutumların oluşmasında, on iki-otuz yaşları
arası kritik dönemdir. Tutumlar, bu evrede son şeklini alırlar. Değişik kaynaklardan
edinilen bilgiler, alınan eğitim, kritik dönemde tutumların şekillenmesinde rol oynayan
başlıca etkenlerdir. “Biraz daha tutucu olma eğilimi dışında, 30 yaşından sonra, genel
tutumlarda, hemen hemen hiç değişme olmaz. Genel olarak, günümüzde çocuklar, anababalarından daha açık fikirlidir” (Morgan, 1995:382). “Psiko-Analistler ise bazı
tutumları, aile ilişkilerinin dolaylı veya dolaysız belirtileri olarak kabul ederler. Örneğin;
anarşizmin veya radikalizmin diğer bir şeklinin, genel olarak, bir otoriteye, özellikle baba
otoritesine karşı başkaldırmadan geldiği söylenir” (İnceoğlu, 1985:15).
310
Siyasal Reklamcılık...
3.3. Kalıplaşmış Tutumlar
Kalıplaşmış tutum olarak aklımıza, bilinen belirli gruplar hakkında daha önceden
sahip olduğumuz bilgilerin bir özeti gelir. Hakkında bilgimizin az olduğu bir grupla ilgili
tutum belirlemek için, çevreden duyduğumuz veya farklı yollardan edindiğimiz bilgileri
bir araya toplarız. Bir araya topladığımız bilgilerin etkisiyle geliştirdiğimiz kalıp
halindeki bir tutum, hedef grup hakkında, bize kestirme yoldan, fikir ve bilgi vermiş olur.
Böylece, grup hakkında hazırlıklı oluruz ve o grubun bir üyesiyle karşılaşma durumunda
sergileyeceği tutumu tahmin etmemiz ve ona karşı davranışımızı önceden
ayarlayabilmemiz imkanı doğar. Dolayısıyla, kalıplaşmış tutumlar sayesinde, diğer
gruplar hakkında özet bilgiye sahip olmamız, çevremizi, zihnimizde bir düzene koyar ve
çevremize göstereceğimiz tepkilerimizi önceden belirleme ve ayarlama şansı verir
(Kağıtçıbaşı, 1996:103).
Farklı gruplara karşı oluşan kalıplaşmış tutumlarla ilgili araştırmalar, bize,
tutumların oluşması ve durağanlığı hakkında detaylı bilgi vermektedir. Sözünü ettiğimiz
bu bilgileri genel olarak özetlediğimizde: “a) Kalıplaşmış tutumların küçük yaşlarda
gelişmeye başladığını, b) Bu gelişmede, politik, tarihsel, ekonomik, kültürel, çeşitli
etkenlerin rol oynadığını, c) Çoğunlukla, kalıplaşmış tutumların, başkalarından kulaktan
dolma edinilen bilgilerle beslendiğini ve gerçek bilgi eksikliğini kapatma ve kişi için
gerekli tanımlama görevini gördüğünü, d) Dolayısıyla, çoğu zaman, akılcı olmaktan çok,
duygusal nitelik gösterdiğini ve nihayet e) Bu özelliklerinin sonucu olarak, kalıplaşmış
tutumların kolay değişmeyip; zaman içinde oldukça durağan olduğunu söyleyebiliriz”
(Kağıtçıbaşı, 1996:113). Sosyolojik kuramları ve diğer boyutları ile ayrıntılı olarak
açıklamaya çalıştığımız tutumların oluşma süreçlerine; siyasal tutumların oluşma
süreciyle devam edelim.
4. Siyasal Tutumların Oluşması Sürecinde Siyasi Partilerin Çalışmaları ve
Siyasal Reklamların Etkileri
Seçimler döneminde hazırlanan siyasal reklamcılık uygulamalarının, seçmen
tutumlarının değişimine etkisi konusunu, bu bölümde incelemeyelim.
Alt seçmen yaşı dediğimiz 18-20’li yaşlardaki bireyde, siyasal tutumlar önemli
ölçüde yerleşmiş ve belirginleşmiştir. Bu nedenle; siyasal reklamcılığın, siyasal
kanaatlerin değişmesine etkisi, sınırlı bir alan içerisinde ve özellikle kararsız seçmenler
üzerinde, yine sınırlı bir etkisi olduğu söylenebilir. Verilen mesajlardan etkilenen bu
kitlenin, tutumlarının değişim süreci ve bu sürece taşıyan aşamalar, değinmememiz ve
üzerinde durmamız gereken önemdedir.
311
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Hazırlanan bir reklamla verilmek istenen mesajın, tutum değişikliği yaratılması
bakımından farklı süreçleri vardır. Bu süreçlere üç başlık altında değinelim (Güz,
1998:103):
a)Beğenme ve Kabullenme: Reklam mesajı, kişinin hoşuna gittiği ve beğendiği
için, onun dikkatini çeker. Bu ilgi sonucunda, etkilenen kişi, reklam mesajının verdiği
ödül veya ceza nedeniyle, daha önce konu ile ilgili var olan farklı tutumunu değiştirerek;
yeni mesajı kabullenir. Örneğin, yapılan diş macunu reklamlarında, “eğer x marka diş
macunu kullanmaz iseniz dişleriniz çürür ve dişlerinizi kaybedersiniz” mesajı ile bireye
ceza önerilmekte ve bu yolla kişileri korkutarak; o marka diş macununu kabullenmeleri
sağlanmaktadır. Veya kalite ile birlikte, ekonomik bir ödül sunarak, “bir diş macunu alana
birde bedava” mesajı, bireyleri etkileyerek; bu diş macununu almalarını sağlar.
b)Özdeşleşme: Bu süreçte, birey, egosunu tatmin eden, olumlu ilişkide bulunduğu
kişilerin tutumlarını kabul eder ve bu kişilerle özdeşleşir. Bireyler, benzemek istedikleri
veya ilgi duydukları insanların tutumlarını benimsemek ve kendi tutumlarını o yönde
değiştirmek isterler. “Şampuan reklamlarında ünlü aktörlerin kullanılması neticesinde,
tüketiciler, o reklamdaki aktöre ilgi duyduğu için, o kişiye özdeşleşmek istediği için, o
marka mal veya hizmetle ilgili tutumunu değiştirecek ve benimseyecektir”.
c)Benimseme: Verilen reklam mesajının, bireyin o anda varolan tutum ve değerleri
ile aynı yönde olması durumunda, etkinin kabulü ve tutumun pekişmesi söz konusu olur.
Böylece, birey, o tutum ve değerleri benimsemiş ve bu yönde davranış sergilemiş
olacaktır. “X marka televizyon kullanan ve bu markadan memnun olan kişi, aynı marka
buzdolabının reklam mesajından etkilenecek ve tutumunu pekişecektir.”
Reklamlar, bireye, bütün yetkiyi elinde bulunduran bir hükümdarmış gibi muamele
eder. Bu yetkisini kullanırken, bireyin kanaatlerinin yönlenmesini kolaylaştırır. Bunun
için de, psikolojinin bilimsel yöntemlerini kullanarak; bu yolla, onu biçimlendirebilme
çabalarını devam ettirir. Böylece, bireyin varlığını, anlam bakımından güçlendirmiş olur
(Dalkıran, 1995:25). Bireyin, bu manada yüceltilmesi, belki de, psikolojide insan tanıma
sanatının, reklamcılık alanında uygulama örneği olmaktadır. “Reklamlar psişenin
kavşağında yer alırlar; bir yandan libido yolunda, öte yandan kişilik denilen kültürel bir
yapının, Freud’çu ben’in, yani bireyselliğin yolunda ilerlerler. Victorof(‘a göre:), reklam
sloganları, bireysel düzeyde, inhibisyonları kaldırmakta, bilinç altına bastırılmış güçlerin,
dolaylı yollardan ortaya çıkmasını sağlamaktadırlar. Reklamlar, marka imgesi ve tanıtıcı
modellerde, tüketicilerin derin arzularını, sembolik planda doyurma işlevini görmektedir”
(Dalkıran, 1995:25).
Bir insanda oluşmuş olan tutumlar tamamen değiştirilemez olsaydı, reklamcıların
312
Siyasal Reklamcılık...
çalışma alanı çok sınırlı olacaktı. Tutumların değiştirilebilir olması, reklamcıların çalışma
alanı açısından çok önemli bir özelliktir. Bu nedenle, reklamcılar, bu özellikten hareketle,
amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik mesajlar hazırlarlar ve hedef tüketiciye ulaştırırlar.
Bu mesajlarla, belirli bir marka mal veya hizmet ile ilgili tutumlar; ya geliştirilerek, ya
varolan tutumun şiddeti arttırılarak ya da varolan tutum değiştirilerek; birey üzerinde
etkileyici olunmaktadır (Güz, 1998:104).
Bireyin, bir seçmen olarak, belirli bir parti veya adayı tercih etme nedenleri
konusunda çalışan bilim adamları, öncelikle, seçmenin karar verme sürecine
eğilmektedir. Seçmenin oy verme konusundaki tutumunu açıklamaya çalışırken de,
mevcut teorik ve ampirik yaklaşımlarla işe başlamaktadırlar. Konuyla ilgili değişik
yaklaşımların incelenmesi, varsayım ve argümanların tartışılması, hem seçmenin nasıl
karar verdiğini, hem de tercihini etkileyen ana faktörleri bulmayı sağlayacaktır. Bu
amaçla Sears (1969:316-324), çalışmasında, kişisel oy verme kararını incelerken, o
günlerde sahada yaygın olan sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlarla konuyu ele
almaktadır. “Daha sonraları yapılan bir çalışmada ise Boiney ve Paletz (1991:3-4),
seçmen kararlarını ve tercih yapma sürecini incelemede, teorik önemleri devam eden
yaklaşımların beş ana unsuru üzerinde yoğunlaşmakta ve bazı karşılaştırmalar
yapmaktadır. Teorik önemi devam eden beş unsuru, araştırmacılar; partiyle özdeşleşme
(party identification), konu (issue), aday imajı, seçmen grup üyeliği ve geçmişi
değerlendirici oy verme (retrospective voting) olarak sınırlamaktadırlar.”
İnsanlar, seçimlerde, partiler veya adaylar arasında tercihlerini yaparken, bu
tercihlerini koylaştırıcı hazır çözümler bekler. Böylece, kendilerini yormadan, partilerin
veya adayların sundukları uyarıcıların etkisiyle karar vermek gibi kolaycı bir mantık
izlemektedirler (Leiss ve diğerleri, 1990:44). “Demokraside, seçim dönemi iletişimi ve
ikna çalışmalarının en önemli yararlarından biri, seçmeni yönlendirmesi değil, dağınık
bilgilerin toparlanması, kamuoyunun unuttuğu bilgilerin hatırlanması, geleceğe yönelik
vaatlerde tutarlılık aranmasıdır.”
Reklam mesajı kanalıyla tüketicilerin mal veya hizmetlerle ilgili tutumlarını
denetlemek ya da değiştirmek için, aşağıda belirtilen hedeflere yöneltmekle işe başlamak
gerekir (Güz, 1998:104):
1-Mal ve hizmetlerle ilgili belirli inanç ve tutumları tümüyle yok etmek,
2-Mal ve hizmetlerle ilgili tutumun yönünü değiştirmek,
3-Mal ve hizmetlerle ilgili bir inanç ve tutumun benimsenmesini desteklemek,
4-Mal ve hizmetlerle ilgili bir inanç ve tutumun doğuşunu önlemek.
Belirli bir marka mal veya hizmetin reklamında, bunlar insanlara telkin edilirken,
313
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır (Güz, 1998:104-105):
“1-Mevcut bir ihtiyacı karşılayan bir reklam mesajı, karşılamayanlardan daha kolay
kabul edilecektir,
2-Belirsiz bir durum ile ilgili mesaj, açıkça, belli olmayan bir durumla ilgili
mesajdan daha kolay kabul edilir.
3-Başka inanç sistemleri ve görüş açıları ile uyuşan tutumlar, uyuşamayanlardan
daha kolay kabul edilecektir.
4-Alışılmış bir nesnenin algısına, hemen yeni sıfatlar ekleyebilen mesajlar, bunu
yapmayanlardan daha kolay kabul edilecektir.
5-İnsanların başkaları ile özdeşlenme ya da onlarla uyum içinde, ihtiyaçları ile
uzlaşabilen mesajlar, böyle bir toplumsal desteği çekemeyen mesajlardan daha kolay
kabul edilir”.
Yukarıda anlatılanlar ve verilen örnekler, bir malın reklamının, bireyi, satın alma
davranışına itecek motifleri sunması gibi, benzer bir durumunda olduğu gibi,
düşüncelerin ve hizmetlerin pazarlandığı siyasal reklamcılık için de geçerlidir. İnsanlar,
bir partiye veya adaya oy verme kararı sürecinde, siyasal reklamın mesajlarından, derin
bir şekilde, etkilenirler. Bireylerin siyasal tutumlarının oluşmasında, bu mesajlar son
derece önemlidir. Siyasi partiler ve adaylar, profesyonel ekipler veya kurumlar kanalıyla
hazırladıkları siyasal reklamlara, mesajlarını yüklerler. Reklamların içeriği, mesajın
sunulma şekli ve hatta mecra seçiminde çok titiz davranırlar. Reklamda verilen mesajın
içeriği, hedef kitle üzerindeki etkisi oranında ve bu mesajların sunumundaki yaratıcılık
unsurunun başarısı nispetinde, bireylerin siyasal tutumlarının değişimine etki ederek;
siyasi partiler hanesinde, artı, oya dönüşürler.
“Seçmenlerin herhangi bir aday veya partiyi tercih etmelerinde, tutumların büyük
önemi bulunmaktadır. Tutumlar, bazı insanların, niçin bazı parti veya adaylara oy
verdiğini, bazılarından kaçındığını açıklamada yardımcı olmaktadır” (Kalender, 2000:30).
Yani, yutumların oluşma süreçlerinde etki eden faktörler, bireyin siyasal tercihlerini de
büyük ölçüde belirlemektedir.
Bu durumu şöyle açıklamak mümkündür (Lazarfeld ve diğerleri, 1968:137-142):
Oy verme eylemi, aslında bir grup deneyimidir. Birlikte yaşayan veya aynı çalışma
ortamını paylaşan insanların, birbirlerinin tutumlarından etkilenmeleri söz konusu
olduğundan, aynı adaya oy vermeleri ihtimali yüksektir.
Politik eğilimler endeksi; sosyo-ekonomik statü derecesi, dini bağlılık ve ikamet
üzerine temellenmiştir. Bu üç faktör, bireylerin karar vermelerinde büyük rol
oynamaktadır. Özellikle, din bağlılığı, bireyleri sadece camide bir arada tutmakla
314
Siyasal Reklamcılık...
kalmayıp, aynı zamanda, onların siyasal tercihlerini, evlilik ve meslek hayatları ile ilgili
tercihlerini de etkilemektedir.
Siyasal tercihlerin belirlenmesinde veya bir adaya oy vermede ailenin önemli bir
rolü bulunmaktadır. Özellikle, eşler aynı adaya, ya da birbirlerinin tercihlerine çok yakın
oy kullanmaktadır. Ailedeki çocukların tercihleri, ebeveynlerin tercihlerine büyük ölçüde
benzeşmekle birlikte, eşler arasında olduğu gibi yakın bir ilişki olduğunu söylemek de,
yapılan araştırmaların bulgularına göre, mümkün değildir.
5. SONUÇ
Yapılan araştırmalara göre; tutumlar, bireylerin 12- 30 yaş aralığında oluşmaktadır.
Tutumların oluşma sürecinde, genetik faktörler, fizyolojik koşullar, kişilik,
toplumsallaşma süreci, sosyal sınıf gibi faktörler etkilidir. Bununla birlikte, etkili olan
diğer etkenler; aile, akrabalar, okul çevresi, arkadaş grupları, deneyimler, ekonomik statü,
çalışma grupları, dini inançlar ve cemaatler, sosyal cemiyetler ve mesleki kuruluşlardır.
Ergenlik döneminden sonra, tutumların yavaş yavaş yerleştiği ve kalıplaşmağa,
kemikleşmeye başladığını söyleyebiliriz.
Politik eğilimler endeksi; sosyo-ekonomik statü derecesi, dini bağlılık ve ikamet
üzerine temellenmiştir. Bu üç faktör, bireylerin karar vermelerinde büyük rol
oynamaktadır. Özellikle din bağlılığı, bireyleri sadece camide bir arada tutmakla
kalmayıp, aynı zamanda onların siyasal tercihlerini, evlilik ve meslek hayatları ile ilgili
tercihlerini de etkilemektedir.
Birey, egosunu tatmin eden, olumlu ilişkide bulunduğu kişilerin tutumlarını kabul
eder ve bu kişilerle özdeşleşir. Bireyler, benzemek istedikleri veya ilgi duydukları
insanların tutumlarını benimsemek ve kendi tutumlarını o yönde değiştirmek isterler.
Siyasal tercihlerin belirlenmesinde veya bir adaya oy vermede ailenin önemli bir
rolü bulunmaktadır. Özellikle eşler aynı adaya, ya da birbirlerinin tercihlerine çok yakın
oy kullanmaktadır. Ailedeki çocukların tercihleri, ebeveynlerin tercihlerine büyük ölçüde
benzeşmekle birlikte, eşler arasında olduğu gibi yakın bir ilişki olduğunu söylemek
mümkün değildir.
Siyasi partiler tarafından yapılan propaganda faaliyetleri kanalıyla, tespit edilen
seçmen gündemleri yönünde, siyasal söylemlere konu olan mesajlar ve yine seçmen
gündemine paralel olarak üretilen mesajların siyasal reklam formunu almış biçimleri,
hedef kitlelerin siyasal tutumlarının oluşmasında etkili olmaktadır. Seçmenler, bu
mesajları almakta ve çeşitli konularda siyasal kanaatleri oluşurken; bu mesajlar, bireysel
tutumların oluşmasına direkt olarak etki etmektedir.
315
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
KAYNAKÇA
ARMSTRONG, Pat and Chris Dawson. People in Organisations. (Revised Edition).
1989’den nak. Mahmut Oktay. Davranış Bilimlerine Giriş. Der Yayınları, İstanbul:1996.
AYTAÇ, Serpil ve Nuran Bayram. “Üniversite Gençliğinin İş ve Eş Seçimindeki Etkin
Kriterlerinin Analitik Hiyerarşi Süreci” ,http://www.isguc.org/isvees.htm. 20. Kasım 2004.
BAYSAL, A.Can. ve Erdal Tekarslan. Davranış Bilimleri. (2. Baskı). Avcıel Basım Yayım.
İstanbul:1996.
BERN, D.J.. Beliefs. Attitudes and Humman Affairs. Brooks/Cale Monterey,
California:1970’den nak. Clifford T. Morgan. Psikolojiye Giriş.(11. Baskı). Çev., Hüsnü Arıcı ve
Diğerleri. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları No:1, Ankara:1995.
BOINEY, J. and D. L. Paletz, “İn Search of the Model: Political Science Versus Political
Advertising Perspectives on Voter Decision Marketing.” F. Biocca (Ed.), “Televizyon and
Political Advertising” içinde Vol:1 Psychologial Process. Lawrance Erlbaum Associates.
Hillsdale, New Jersoy:1991’den nak. Ahmet Kalender. Siyasal İletişim, Çizgi Yayınevi, Konya,
2000.
DALKIRAN, Nesrin, Siyasal Reklamcılık ve Basının Rolü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti
Yayınları, 41, İstanbul, 1995.
DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, (10. Basım), Beta Basım Yayım, İstanbul, 1990.
ERDOĞAN, İlhan, İşletmelerde Davranış, İstanbul Üniv. İşletme Fak. Yayını No:2.
İstanbul, 1991’den nak. Mahmut Oktay. Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 1996.
FISHBEIN, M. and I. Ajzen, Attitudes and Opinons, In P.H. Mussen and M.R. Rosenzweig
(Ed.), Annual Review of Psychology, Vol:23, Polo Alto, California, 1972’den nak. Clifford T.
Morgan. Psikolojiye Giriş, (11. Baskı), Çev., Hüsnü Arıcı ve Diğerleri, Hacettepe Üniversitesi
Psikoloji Bölümü Yayınları, No:1, Ankara:1995.
FREEDMAN, J.L., D.O. Sears ve J.M. Carlsmith, Sosyal Psikoloji, Çev., Ali Dönmez,
İmge Kitapevi, Ankara, 1993.
GÜZ, Hanife, Reklamlarda İkna Stratejileri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniv. Sos.
Bil. Enstitüsü, Ankara, 1998.
İNCEOĞLU, Metin, Tutum Algı İletişim, Verso Yayıncılık, Ankara, 1993.
İNCEOĞLU, Metin, Güdüleme Yöntemleri, Ankara Üniv. Bas. Yay. Y.O. Yayınları, No:4,
Ankara, 1985.
KAĞITCIBAŞI, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, (9. Basım), Evrim Basım Yayım, İstanbul,
1996.
KALENDER, Ahmet, Siyasal İletişim, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2000.
LAZARFELD, P.F., Berelson, B. and Gaudet, H. (1968), The People’s Choice How The
316
Siyasal Reklamcılık...
Voter Makes Up His Mind in a Presidential Campaign, Columbia University Pres. New York’dan
nak. Ahmet Kalender, Siyasal İletişim. Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2000.
LEISS, Willam, Stephan Kline and Sut Jhally. Social Communication in Advertising.(2.
Press), Ontariol/Victoria/New York:1990’den nak. Mahmut Oktay, Marmara İletişim Dergisi.
M.Ü. İlet. Fakültesi, S:2, Nisan 1993’den nak. Şengül Özerkan ve Yasemin İnceoğlu. İletişimde
Etkileme Süreci. Pan Yayıncılık, İstanbul, 1997
MORGAN, Clifford T., Psikolojiye Giriş.(11. Baskı), Çev., Hüsnü Aıcı ve Diğerleri.
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları, No:1, Ankara, 1995.
OKTAY, Mahmut, İletişimciler İçin:Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul,
1996.
ÖZERKAN, Şengül ve Yasemin İnceoğlu, İletişimde Etkileme Süreci, Seçim
kampanyalarından örneklerle. Pan Yayıncılık, İstanbul, 1997.
SEARS, D.O., “Political Behavior”, Lindzey, G. and Arenson, E.(Ed.), ‘The Handbook of
Social Psychology’ içinde (vol:5) Addison-Wesley Publishing Campany, Menlo Park, California,
1969”dan nak. Ahmet Kalender. Siyasal İletişim, Çizgi Yayınevi, Konya, 2000.
SMITH, M.B., Attitude Change. İnternational Encyclopedia of the Social Sciences, Crowell
Collier and Mac Millan. 1968’den nak. Çiğdem Kağıtçıbaşı. İnsan ve İnsanlar, (9. Basım), Evrim
Basım Yayım, İstanbul, 1988.
SPOONCER, Frank, Behavioural Studies for Marketing and Business, Hutchinson Edition.
London:1989’den nak. Mahmut Oktay, Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 1996.
TOLAN Barlas, Galip İsen ve Veysel Batmaz, Sosyal Psikoloji, Adım Yayıncılık, Ankara,
1991’ den nak. Serpil Aytaç ve Nuran Bayram, “Üniversite Gençliğinin İş ve Eş Seçimindeki
Etkin Kriterlerinin Analitik Hiyerarşi Süreci”, http://www.isguc.org/isvees.htm. 20 Kasım 2004.
YÜKSEL, Ahmet Halûk, İkna Edici İletişim, Anadolu Üniv. Eğitim, Sağlık ve Bilimsel
Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayınları, No:94, Eskişehir, 1994.
WILCOX Dennis L., Lavrence W. Nolte, Public Relations Writing and Media Techniqes,
Harper Collins Publishers, USA:1990’den nak. Mahmut Oktay, Davranış Bilimlerine Giriş, Der
Yayınları, İstanbul, 1996.
317
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
318
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 319-348, ELAZIĞ-2005
MODERN BÜROKRASİLER VE YABANCILAŞMA
ETHOSU
Modern Bureaucracies and Alineation Ethos
Ömer AYTAÇ
Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. [email protected]
ÖZET
Bu çalışmada, modern bürokrasilerin kurumsal baskı ve yabancılaştırıcı doğaları üzerinde
durulmaktadır. Modern bürokrasilerin katı işleyim düzeneğine sahip olmaları hem çalışanlar hem
de genel toplum üzerinde bazı istenmeyen sonuçlara sebebiyet vermektedir. Bu kurumlarda birey,
katı bir baskılayım duygusu yaşamakta, yalnızlık, yabancılaşma ve ruhsal deformasyona
uğramaktadır. Bürokratik zihniyet ve buna karşı tepkisel dışavurumlar, sosyal dünyaya da yayılım
göstermekte ve bürokratik totalitenin sosyal alanı da bir baskılayım üssü olarak yapılandırdığına
tanık olunmaktadır. Bu yazıda, bürokratik rasyonalite ve çevreye yaydığı negatif etkilere
sosyolojik bir perspektiften bakılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: bürokrasi, kurumsal baskı, yabancılaşma, ruhsal sorunlar.
ABSTRACT
In this study, institutional constraints and alienating natures of the modern bureaucracies
are analyzed. As modern bureaucracies establish an operation mechanism, they may have negative
effects on their staff and the public. Individuals in these institutions experience constraints,
loneliness and mental deformation. Bureaucratic mentality and the reactive attitudes developed
against it display the tendency to expand in the social world and structure the social world as an
headquarter of constraints. In this study, bureaucratic rationality and its impacts are analyzed from
a sociological perspective.
Key Words: bureaucracy, institutional constraint, alienation, mental problems.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Giriş
Modern toplumun tanımlayıcı karakteristikleri arasında hiç kuşkusuz bürokratik
olanı başta gelir. Bu toplumda hemen her iş/uğraş, bürokratik yapılar içinde gerçekleşir.
Organizasyonlar, işletmeler, okullar, fabrikalar, hastaneler, eğlence/alışveriş merkezleri
vs. bürokratik bir işleyiş sistematiğine sahiptir. Modern insan, gözünü bu örgütler içine
açar ve yine hayatı bu örgütler vasıtasıyla yaşar. İçimize bu kadar sinmiş, doğumdan
ölüme kadar bizi çekip çeviren bu yapılar, gün geçtikçe güçlerini ve etkinliklerini
artırıyorlar. Böylelikle, örgütsel işleyim usulleri ve/veya rasyonel tasarruflar her yere
yayılma eğilimi gösteriyor. Kendi içinde gizil bir totalitarizmi de barındıran bu yayılım
stratejisi, gerçekte her alanı bir tahakküm üssü haline getiriyor. Bu yüzden pek çok sosyal
bilimci, modern bürokratik kurumların birey ve topluma dönük negatif etkilerini
sorunsallaştırarak eleştiri konusu ediyorlar.
Modern kurumlar esasta, etkinlik ve verimliliğe maksimum düzeyde ulaşmak
isterler. Bunun için de oldukça karmaşık, akılcı, sistematik ilişki ağları geliştirirler.
Kuralcılık, rasyonalite, gayrişahsilik, yasallık, biçimsellik, dakiklik, disiplin ve önceden
planlanmış prosedürlere göre işlerler. Bu kurumlarda keyfiliğe ve tesadüfiliğe yer
verilmez, insan faktörü çoğu zaman göz ardı edilir. Her şey etkinliği/verimliliği
maksimize etmeye hizmet eder. Böyle olunca da, bu kurumlarda bireyin yitip gitmesi,
özgürlük ve anlam krizleri yaşaması, yalnızlık ve sosyal izolasyon gibi yabancılık
ethosuna içkin patolojilerle yüzleşilmesi olağan hale gelir. Etkinliğe odaklanmış bu
kurumlar, sonuçta, hem çalışanlar hem de tabi vatandaşlar üzerinde dozu düşük ya da
yüksek “kıstırılma”, “baskılanma” “özgürlük yitimi”, “anlam kaybı” vb. gerilim
duygulara kaynaklık ederler. İşgören bu kurumlarda, birer isim, numara, marka haline
gelir, insani ve sosyal yönü zayıflar, daha çok rasyonel ve kariyere yönelik davranışlar
sergiler. Örgüt iklimiyle bütünleşerek “kurum/örgüt insanı”na (organization man)
dönüşür. Bu çerçevede, bir örnek tavırlar gösterir, otomat tepkiler verir (bkz. Whyte,
l972).
Modern bürokratik kurumlar karşısında birey/toplum, sanıldığı kadar edilgen bir
psikoloji içinde midir? Kurumların, kişiyi yeni bir insan yapma güçleri var mıdır?
Kişilikte dönüşüm yapmada, kişiyi yalnızlık ve yabancılaşmaya sevketmede, bazı ruhsal
sıkıntıların ortaya çıkmasındaki rolleri nedir? Kuşkusuz, bu tür sorular karşısında, bireyin
tümüyle savunmasız, sürüklenen, yönlendirilen, kişiliği üzerinde her tür operasyon
yapılan, otomat bir varlık olmadığını vurgulamak gerekir. İnsan, temelde “hayır”
diyebilen bir varlıktır. Hangi koşullarda olursa olsun, kendisine ve sahip olduğu değerlere
yönelik bir tehdit karşısında tepkisel davranır. Bu realiteye sadık kalmakla birlikte,
320
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
modern kurumlar karşısında bireyin konumunu anlayabilmek için günümüzdeki kurumsal
yapıların doğasına daha yakından bakmakta yarar var. Zira, bürokratik kurumlar,
günümüze gelinceye kadar çok aşamadan geçtiler, yapıları ve işlevleri değişti,
karmaşıklaştı, güçleri ve yapabilirlik sığaları genişledi. Kompleks ünitelerden oluşan dev
yapılar haline geldiler. Dolayısıyla, bu kurumlar karşısında birey/toplumun pozisyonu da
büyük değişiklik gösterdi. İktidarın, insandan makineye, bürokrasiye geçmiş olması,
birey ile bu aygıtlar arasındaki ilişkiyi de önemli ölçüde dönüştürdü. Bugün için, sosyal
bilimciler, kurumsal yapılar karşısında bireyin/toplumun yiten özgürlüğü ve yaşadığı
anlam krizlerine daha fazla eğilmektedirler. Bu noktada yaşanan sorunlar, sosyal
bilimcilerin negatif ve olumsuzlayıcı bir perspektif geliştirmelerine neden olmaktadır.
Bu çalışmada modern kurumların yaydıkları negatif etkilere dikkat çekilmekte,
özellikle, Weber, Merton, Whyte, Mills, Fromm, Habermas, Foucault ve Zijderveld’in
bürokratik kurumları merkeze alarak yaptıkları değerlendirmelerden hareketle, modern
bürokrasilerin çevreye saldıkları kıstırıcı psikoloji, ruhsal ve sosyal deformasyona açıklık
getirilmeye çalışılmaktadır.
Yabancılaşma Kavramı
Yabancılaşma (alineation) kavramı, temelde psikolojik bir durumu ifade eder.
Latince “alienus” kelimesinden türemekte ve “ruh hastası” na yakın bir anlam
taşımaktadır. E.Fromm da, yabancılaşma kavramını nevroz kavramıyla aynı anlamda
kullanmakta ve kavrama psikanalitik bir boyut eklemektedir. Fromm’a göre, geniş
anlamda her nevroz yabancılaşma olgusunun bir sonucudur. Zira, nevroz, bir tutkunun
(örn. Mevki, para, vs.) tüm kişilikten sıyrılarak başat bir konuma gelmesi anlamı taşır.
Böylece hasta kısmi bir istek tarafından yönlendirilmekte, zamanla belli bir
noktaya/parçaya odaklaşarak bütünlük duygusunu kaybetmektedir. Böylelikle nevrotik
dolayısıyla yabancılaşmış bir psikoloji içine hapsolmaktadır (Fromm, 1982).
Fromm’un patolojik bir olgu olarak açıklamaya çalıştığı yabancılaşma olgusu,
Marx’a göre, evrimsel uygarlık sürecinin, bir başka deyişle bu sürecin bir dönemini
içeren kapitalist yaşam biçiminin zorunlu bir sonucudur. Yabancılaşma modern uygarlık
süreciyle yakından ilişkilidir. Modern üretim süreçleri içinde insanoğlu makine/endüstri
ya da toplumsal kurumlar tarafından etkili bir çekipçevrilme amelesi altındır. İnsani öz,
bu süreçte dönüşüm geçirmekte, insani ve sosyal boyutundan sıyrılmaktadır. Emeğine ve
ürününe aidiyet duymamakta, bütünlük duygusundan uzaklaşmaktadır. Kapitalist üretim
ortamları birey üzerinde, insanlıktan çıkarıcı bir baskı ve tahakküm düzeni inşa ettiğinden
giderek, endüstriyel ilke ve kurallar kişinin öz bilinci haline gelmekte, günlük yaşam
321
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
bütünlüğünden koparak “iş odaklı” bir bir hal almaktadır. Böylelikle bireyin etrafındaki
dünya güvenilirliğini yitirmekte, bir korku ve ürperti nesnesi haline gelmektedir (Tolan,
l991:289-290).
Marcuse da, “Tek Boyutlu İnsan” (1997) adlı eserinde, yabancılaşmayı, bireylerin
kendi bilinç ve yaratıcı güçlerini, kolektif insani özlerini kaybetmeleri olarak görmekte
ve kendileri üzerinde hakimiyet kuran, insani özden uzaklaştıran güçlerin tutsağı haline
geldiğini belirtmektedir. Marcuse, modern endüstriyel ve teknolojik dünyanın insanları
tek boyutlu hale getirdiği, hayatın bütünselliği ve güveninden yoksun bıraktığını
belirtmektedir. “Tek boyutlu insan”, teknolojik rasyonalitenin tüm anlam ölçüleriyle
nüfuz ettiği tekil, yabancılaşmış, yer yer psikopatolojik bir figüre karşılık gelmektedir.
Malvin Seman de, “Yabancılaşmanın Anlamı” (1958) adlı eserinde,
yabancılaşmayı içinde yaşanılan koşullarla ilişkilendirir ve olayın kurumsal boyutunu göz
ardı etmeden bireyin psişik yaşamındaki izdüşümlerini açığa çıkartmaya çalışır. Seeman,
kendi deneyimlerinden ve daha önceki kuramsal ve amprik çalışmalardan hareketle,
“yabancılaşma-anomi” sorununun bireyin psikolojisinde beş önemli alanda yoğunlaştığını
belirtir. Bunlar: l.Güçsüzlük 2.Normsuzluk 3. İzolasyon 4.Yaşamın anlamsızlaşması
5.İnsanın kendi kendine yabancılaşması. Seeman, yabancılaşma durumunun en temel
ögesinin, bireyin kurumsal yapılar karşısında duyduğu çok yönlü güçsüzlük olduğunu
vurgular. Bireyin, ekonomik-politik (K.Marx-F.Engels), merkezi bürokrasi-devlet
yönetimi (M.Weber), kitle iletişim araçları-kitle kültürü (M.Horkheimer-Adorno) vb.
karşısında duyduğu güçsüzlük, endüstri devrimi sonrası insanının temel sorununu
oluşturur. Bu yüzden de E.Kahlers, Manifesto’yu çağrıştıran bir söylemle, bu tarihsel
serüveni “insanların tarihi, insanların yabancılaşmalarının tarihidir” diye özetlemeye
çalışır (Teber, l990: l53-l54).
Yabancılaşma daha çok katı ve disipliner işleyen kapitalist ve bürokratik örgüt
yapıları içinde kendisini gösterir. Örgütsel yapıların biçimsel ve rasyonel işleyişi,
zamanla işgörenlerin yabancılaşma eğilimlerini artırır. Yabancılaşma, örgüt içinde
özdeşleşmenin tersine işgörenin örgütten soğuması, psişik olarak uzaklaşması, kendini
çekmesi şeklinde belirir. Yabancılaşmış bir işgören işine devam etse bile kendisini
tümüyle işine veremez, örgütün üyesi olarak göremez. Örgütün kendisine verdiği
konumu, saygınlığı reddeder. İşini yaşamının bir parçası olarak görmemeye, işinden
yaşamında söz etmemeye çalışır. Örgütün yönetimine, sosyal etkinliklerine, işi dışındaki
faaliyetlere sırtını döner. Örgütü ve işi ile gurur duymaz. Örgüt dışında kendisine tatmin
kaynakları arar. Yapılan kimi araştırmalar da, iş tatminsizliği ile yabancılaşma arasında
yüksek bir korelasyon olduğunu gösterir. Ancak, iş tatminsizliği örgüte yabancılaşmanın
322
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
tek nedeni olmayıp bunun dışında; “yetkisizlik”, “anlamsızlık”, “ölçüsüzlük”, “yalnızlık”,
“özyabancılaşma” vb. etkenler de büyük rol oynar. Yine, kendi özüne yabancılaşma
eğilimindeki bir işgörenin örgütsel yabancılaşma eğiliminin de daha fazla olacağı ifade
edilmektedir (Korman, l977; Başaran, l99l: 208).
Bugün giderek rasyonelleşen, endüstriyel ve teknolojik olarak işleyen modern
toplumda sermaye, merkezi bürokrasi, kitle kültürü endüstrisi vs. karşısında birey
kendisini giderek daha fazla güçsüz ve çaresiz hissetmektedir. Teber’in (l990:l54)
ifadesiyle, “(…) böylesi bir ortamda birey, entelektüel beklentilerini doyuramayacağını,
kültürel amaçlarına ulaşamayacağını her gün biraz daha yakından görmekte,
anlamaktadır. Bu durumda bireyin kendisini geliştirmek ve çoğaltmak olanakları hemen
hemen tümüyle ortadan kalkmış gibidir. Ve Seeman’ın vurguladığı gibi, bu koşullarda
yaşam giderek anlamsızlaşmakta, insan hiçleştiğini, şeyleştiğini hissetmektedir... Ve bu
denli hızla değişen toplumsal-bireysel koşullarda, gene Durkheim’den beri bildiğimiz,
norm sistemlerinde hızlı bir çözülme ve değişme ortaya çıkmakta, kültürel, moral, tinsel
boşluk, yaşamı dayanılmaz boyutlarda olumsuzlaştırmaktadır... Bu toplumsal -psişik
karmaşa, bireyin içinde yaşadığı topluma karşı duyması gereken güveni bir kez daha
sarsmakta ve bu süreç, bireyin hızla yalıtlanmasına, izolasyonuna yol açmakta; toplum ve
diğer insanlar ile sağlıklı bir iletişim kurma olanaklarını yitiren birey, bu konumuyla da
kalmayıp, sonunda kendi kendisine de yabancılaşmaktadır.”
Öz itibariyle, yabancılaşma kavramının temelinde, insanın özünün, yaratıcılık ve
etkinliğinin gölgede bırakılması, hatta çarpıtılması, işlevsizleştirilmesi yatmaktadır.
Psikiyatrik araştırmalar da göstermektedir ki (bkz. Horney, l994; Gençtan, l992) bireyler
“yaparak ve yaratarak” kendilerini ifade edemiyorlarsa ya da yaratıcılıklarının yankısını
dış dünyada duyumsayamıyorlarsa ifade sorunları, tatminsizlik dolayısıyla depresyon
içine girerler. Bu ise insanlarda, güçsüzlük, bütünlük algısından yoksunluk, yalnızlık ve
kendi özüyle barışık olmama/yabancılık hissetme gibi psikolojik sorunlar doğurur. Yine,
“yaşamın anlamını yitirmesi”, “umutsuzluk”, “anlamsızlık” gibi algısal bozukluklar da
yabancılaşmış ruh yapısı ile birlikte kendisini gösterir.
Modern Bürokrasiler Ve Yabancılaşma Ethosu
Modern bürokratik kurumlar, insan kişiliği ve birey davranışını biçimlemede etkin
role sahiptirler. Kurumsal hedeflere varmak için, bireyleri bir örnek davranmaya zorlarlar
ve böylelikle birey üzerinde yüksek bir basınç oluştururlar. Bu basıncın etkisi altında
birey, modal roller yerine getirerek, verili değer ve norm bütünlerine sadık kalarak
hareket eder. Aksi takdirde kurumsal denetime takılarak ceza görür. Bu cezalandırma,
323
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
kurumdan kuruma, toplumdan topluma değişen ölçülerde, tonu düşük ve yoğun olmak
üzere her zaman vardır.
Bu kurumlar içinde birey, katı bir akılcılık kıskacında tutulur, gayrişahsi
davranmaya zorlanır, sınırlı görev ve sorumlulukları yerine getirdiğinden kendisini bir
bütün olarak ifade edemez. Bu durum benlik temsilinde krizlere, ileri düzeyde yalnızlık
ve yabancılaşmaya neden olur. Birey kendi kendine yeter bir noktaya geldiğini düşünerek
sosyal ilişki içinde bulunma istek ve arzusunu kaybeder. Rasyonalite ve gayrişahsilik esas
olduğundan, çalışanlar diğer meslektaşlarıyla yeterli dostluk ve samimi ilişkiler kuramaz,
birbirlerini dahi tanımayarak iş ortamına yabancılaşırlar.
Modern bürokrasiler, doğaları gereği, duygu dışı davranışlar ve gayri şahsi ilişki
matrisleri oluşturduklarından, kişisel davranmanın önünü alırlar. Bu örgütlerde,
sistematik şekilde işleyen düzenek, “kişiliksizleştirme” amelesidir. Amaç, “yüzlerin
silinmesi”, bireysel özerkliğin yok edilmesidir. Kişiler yerine roller ikame edilir, üyeler
amaca erişme ya da sorun çözme temelli rollere yönlendirilir. Bürokrasi, özelliğini,
üyelerinin bireysel niteliklerinden çok sayılardan alır. Bir başka deyişle, bürokrasi,
kişisellikten sıyrılarak, anonim bir karaktere bürünür (Bauman, l998: l52).
Modern kurumların katı, baskıcı ve otoriter yanları, işgörenin araçsal bir değere
sahip oluşu, rasyonalite, kişilikdışılık vs. sonuçta, bireyin insani yönünü gölgede bırakır.
Bu durum belli bir süreci takip eder; birey, önce, araçlarla ya da nesnel iş ilişkileri ile
uyumlu-barışık olmaya başlar, sonra ilişkilerinde ikincil ve resmi yanlar öne çıkar, kendi
kendisine yetmeyi öğrenir, yalnızlıktan rahatsızlık duymamaya, hatta hoşlanmaya başlar.
Davis’e göre, kişisellikten uzaklaşma, yalnızlaşma ve iş anlamsızlığı duygularının
yoğunlaşması yabancılaşmaya davetiye çıkarır. Yabancılaşma, bir bakıma, uyumsuzluk,
iş grubu ve örgütten kopukluk duygusudur. Yabancılaşma düzeyi arttıkça, doğal olarak
psikolojik sorunlar da artış gösterir (l988:297). Bir başka deyişle, bireysel düzlemde
zihinsel deformasyon (Kornhauser, l965), iş tatminsizliği, iş stresi, anksiyete, depresyon
vb. psikolojik rahatsızlıklar baş gösterir (Sashkin, l984). Öte yandan toplumsal ve
örgütsel düzlemde, düşük üretkenlik, bozuk moral ve ahlaki değerler, yüksek işgücü
devri, performans düşüklüğü ve işten kaçma (kaytarma) eğilimleri artış gösterir. Ayrıca,
pek çok ruhsal temelli fiziki rahatsızlık (psikosomatik) da, aslında örgütsel baskı ve
zorlanmaların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun dışında, yabancılaşma, dışa dönük
extrem dışavurumlarla da kendisini gösterir. Bunlar, artan suç oranları, sabotaja yönelme,
sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarındaki artış, iş yavaşlatma, grevler, intihar ve türlü
sapma davranışları olarak karşımıza çıkar (Kanungo, l992: 414).
Bürokrasilerin, insanları “örgüt adamı” yapma adına büyük sıkıntılara ve baskılara
324
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
maruz bırakmaları, onlarda önemli fiziki ve ruhsal arazlara (örn. mide ağrıları, ülser,
gastrit, bel ve boyun ağrıları, taşikardi, boğazda düğümlenme, kalp yetmezliği, hormonal
bozukluk vs.) neden olur. Ayrıca, stres, depresyon ve davranışsal patolojiler de daha sık
görülmeye başlar (Valeri-Carry, 1990: 24). Hemen her günkü yoğun iş temposu, işi
aksaksız yerine getirme mecburiyeti, işe vaktinde yetişme kaygısı, işyerindeki
gözetim/denetim düzeni, yapılan işin sonucunu görememek, örgüt ikliminin katı/otoriter
yapısı, aşırı kuralcılık, gayrişahsilik, ileri akılcılık vs. bireyi ruhsal açıdan sıkar, bunaltı
psikozu ve depresif semptomlar sergilemesine ivme kazandırır.
Bürokratik kurumlar karşısında birey, çoğu kez kapana kıstırılmışlık duyguları
yaşar, extrem tepkiler verir. Bu durum, daha çok, iş ortamı, işe ilişkin tatminsizlik, insani
ilişki kuramamak, güvensizlik vs. den köken alır. Tüm bunlar, kişinin ruhsal ve sosyal
dünyası üzerinde yıkıcı etkiler yapar; zihinsel bütünlük kaybı, denge sorunları,
psikosomatik reaksiyonlar, sapma ve kaçışçı eğilimlerin artmasına neden olur. Lash
(l979:71-l03)’ın da ifade ettiği gibi, bu sorunların artmasında, bürokrasinin ve içsel
hayatın rasyonelleşmesinin büyük rolü vardır. Bürokratik basıncın daha fazla
hissedilmeye başlanması, doğal olarak kişilik yapılarında extrem görünümlere (örneğin,
narsist dışa vurumlar, egoist tavırlar, temel güven eksikliği, depresif eğilimler, öfke/nefret
nöbetleri, anlamsızlık duyguları vs.) kaynaklık eder.
Bürokratik biçimlendirme amelesi, bireyin uç davranışsal tepkiler vermesini de
sonuçlar. Bell (l976)’in isabetli bir şekilde dikkat çektiği gibi, örgütsel baskılar karşısında
kişi iki tür tepki verir: ya örgütsel renge boyanarak uysal, tek biçimli, teslimiyetçi, soyut
ve içe dönük bir kişilik geliştirir ya da dışa dönük saldırgan, kontrol dışı tepkiler verir.
Her iki tepki türü de, ekstrem ifade biçimlerine karşılık gelir; birey, gündüz (yani mesai
içinde) disiplinli, tertipli, uysal ve kurallı, gece (mesai dışı) tam aksine, haz düşkünü,
lakayt, ilkesiz ve kuraldışı bir kişilik yapısı sergiler. Örgütsel baskılar karşısında gelişen
bu tepkiler, kuşkusuz toplumsal yaşamı, genel planda denge kaybı sorunu ile yüz yüze
getirir.
Bazı çalışmalara göre de, modern kurumların yaydığı yabancılaşma düzeyi ileri
boyutlara vardıkça, kişilerde korkulu bir kötümserliğin, başkalarına karşı önyargı ve
düşmanlık dolu duyguların, toplumsal ve politik hareketlerden uzaklaşmanın ve bunları
anlamsız bulma eğiliminin yüksek bir noktaya vardığı belirtilmektedir (Teber, l990: l58).
Bu çerçevede, modern kurumların, yüksek oranda, yalnızlık ve yabancılık ethosuna
içkinlik taşıdıkları rahatlıkla söylenebilir. Bu kurumlara hakim olan ileri boyutlardaki
akılcılık ve kişilik dışılık; duyguların geri çekilmesine, insani ve sosyal değerlerde
325
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
aşınmaya, dolayısıyla, yabancılaşmaya sebebiyet verir. Kurumlar, etkinlik ve verimlilik
üretirken, aynı zamanda, üyelerinin “itaatsizlik yetilerini” de deforme ederler, onları
uysal/itaatkâr bir mod’da tutarlar. Disipliner tutum, uyumculuk, itaat vs. modern
kurumların uzandığı her yerde toplumsal görünürlük kazanır (bkz. Fromm, 1987; 1990).
Böylelikle, bürokrasilerin nüfuzu, örgütle sınırlı kalmaz, sosyal alanın tüm
bölmelerine uzanır, sosyal ilişki sistemleri de benzer tarzda dönüşür. Bu çerçevede, tüm
yaşam alanları, üniform, tekdüze ve rasyonel bir görünüm alır, tutum ve tavırlarda bir
örnek ölçüler ağırlık kazanır. Bürokratik etki, tıpkı resmi kurumlarda olduğu gibi, sosyal
yaşam dünyasını bağımlılaştırarak, insani ve sosyal değerlerde aşınma, gayrişahsilik,
rasyonel/amaçlı ilişkiler, yalnızlık, yabancılaşma, özgürlük ve anlam yitimi gibi sorunlara
kaynaklık eder.
Öz olarak ifade etmek gerekirse, modern kurumlar, etkinlik üretmekle birlikte,
paradoksal bir şekilde, negatif dışavurumlar, akut hoşnutsuzluk, izolasyon, yabancılık
algısı, hatta ileri düzeyde sosyal ve mental patolojilerle toplumu yüzleştirirler. Weber’in
tabiriyle, “büyünün bozulması” ve “kutsalın aramızdan çekilmesi” gibi, eski toplumun
bireyi bir arada tutan değer örgüsü artık, kurumların çeşitliliği ve artan güçleriyle önemini
yitirir, sabit/kalıcı değer ve yaşam ölçüleri yerle bir olur, parçalı, fragmanter sürekli
değişim halinde olan yeni değerler kök salmaya başlar. Bunun sonucu olarak da modern
toplumda, anlam kaybı, yabancılık algısı, boşluk hissi vs. daha fazla hissedilir. Birey
duygusal zenginliğini yitirir, ziyadesiyle kâr/maliyet odaklı bir yaşamı sürdürmek
durumunda kalır. Sosyal bilimciler, modern bireyin yaşadığı bu trajediyi, büyük ölçüde
modernliğe özgü değerler ve bunlardan beslenen kurumsal yapılardan kaynaklandığını
ileri sürerler (bkz. Weber, l993; Riesman, l961; Ritzer, 2001; Mestroviç, l999).
Bürokratik örgütlerin/örgütleşmelerin ileri bir noktaya varması üzerine, bir çok
sosyal bilimci bu konu üzerinde durmuştur. Bunların bir kısmı doğrudan örgütlenmenin
doğası üzerinde, bir kısmı da örgütlü toplumun beraberinde getirdiği sorunlara
odaklanmıştır. Bu çalışmada, sadece, Weber, Merton, Whyte, Mills, Habermas, Fromm,
Foucault ve Zijdervel’in konuya ilişkin görüşlerinden hareketle genel bir değerlendirmeye
gidilmektedir.
Max Weber: “Demir Kafes” Olarak Modern Bürokrasiler
Weber, modern örgütlere ve onların toplumsal çevreye yaydığı etkilere ilk dikkati
çekenlerdendir. Weber, geliştirdiği ideal tip bürokrasi modeli ile, modern toplumun
ihtiyaçlarına yanıt veren bir örgüt tipinin ana hatları üzerinde durur. Weber’in örgüt
modeli kişisel ögelerden arınmış, kurallara ve yasalara dayalı, rasyonel olarak işleyen bir
326
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
modeldir. Kimi durumlarda aksamalar olmakla birlikte bu modelde etkinlik ve verimlilik
maksimum ölçülerde gözetilir.
Bürokrasi, Weber’in, “akılcılık”, “otorite” ve “demir kafes” ile ilgili düşüncelerinin
orta yerinde yer alır. Ona göre, bürokrasi, en yüksek verimlilik derecesine ulaşmayı
sağlar ve insanlar üzerinde otorite kurmanın en akılcı yoludur. Bürokrasi aynı zamanda,
akılcı-yasal otoriteyi ve bu otoritenin diğer otorite biçimleri üzerindeki hakimiyetini ifade
eder (Weber, l993).
Weber, bürokrasiyi, “kaçış kanıtı”, “pratik olarak parçalanamaz” ve “bir kez
kurulduktan sonra yok edilmesi en zor kurumlardan biri” olarak görür. Bürokratların, bir
kez iyice yerleştikten sonra ondan sıyrılamayacaklarını ileri sürer. Bürokrasi, içinde görev
yapanlar açısından ise tam bir “demir kafes” i andırır. Bürokrasi, topluma doğru açılım
gösterdikçe, bu “demir kafes” genel toplum için de bir kâbusa dönüşür, baskılayım çarkı
toplumu da sarar (Ritzer, 2000: 91).
Modern örgütlenme karşısında ikircikli bir tutum takınan Weber, bir yandan, akılcı
örgütlerin ileri ve rasyonel bir inşa tarzı olduğunu belirterek olumlar, diğer yandan
örgütsel akılcılığın ileri noktaya varmasının, bireyi otomat hale getireceği, davranışlarda
bir örnek yanları çoğaltacağı, birey ve toplum için bir “demir kafes” oluşturacağını ileri
sürer. Bürokrasilerin, özellikle, yaratıcılık, kendini gerçekleştirme ve özgürlük gibi insani
erdemler üzerindeki tabripkâr etkilerine dikkatleri çeker. Ona göre, bürokrasi yoluyla
insan, kendi örgütlenme gücünün kurbanı haline gelecektir (Weber, 1993).
Weber, katı disiplin, denetim, işbölümü ve uzmanlaşmaya dayalı bürokrasilerin
işgörenlerin yaratıcılıklarını körelteceğine inanır. Ona göre, akılcılaşma süreci,
yaşamımıza anlam katan insani değerleri dışlayan bir süreçtir ve insan yaşamının en
mahrem alanlarına dek uzanır. Giderek, yaşamımızın efendisi haline gelerek, bizi “demir
kafes”te tutar (Sugur, 2000: 346). Bu çerçevede bürokrasiler, insanları aşırı ölçülerde
sınırlayan birer “tutukevi” gibidirler. Bu yapılarda, kurallar, konumlar, hiyerarşiler vs.
insanları, olduğundan farklı davranmaya, yeni kişilik ve kimlik edinmeye zorlar.
Weber, modern kurumların giderek daha fazla akılcı hale geleceğini ve akılcı
sistemlerin hakimiyetine gireceğini öngörür. O, bir dizi akılcı yapı içine kitlenmiş, ancak
bir akılcı sistemden diğerine hareket etmekte olan bir topluma gidişten söz eder. Bir
başka deyişle, insanlar akılcılaştırılmış eğitim kurumlarından akılcılaştırılmış işyerlerine,
akılcılaştırılmış eğlence yerlerinden akılcılaştırılmış evlere doğru sürükleneceklerdir.
Toplum, akılcılaştırılmış yapılar ağından ibaret hale gelecektir. Bundan kaçış ise mümkün
olmayacaktır (Ritzer, l998: 51).
327
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bürokratik yapılar, böylelikle, bağlamları dışında, daha genel toplum için de
denetleyici bir ağ oluşturmuş olurlar. Gerçekte, bürokrasiler sahip oldukları güç
itibariyle, toplumsal yaşamı ve sosyal güçleri denetim erkine sahiptirler. Bürokrasilerin,
bilgi tekeline sahip olmaları, dışa kapalı olmaları, bir iktidar aracı olarak “resmi sır”
kontrolü ve tüm toplumu merkezi bir şekilde denetleme güçleri, toplum üzerinde total bir
egemenlik dünyası inşa etmelerini kaçınılmaz kılar (bkz. Weber, l993: 210).
Bu açıdan Weber, modern bürokrasilerin etkin hizmet üretmekle birlikte, neticede
bireysel yaratıcılığa yer vermeyen, insani eylemin özerkliğini tehdit eden ve sonuçta
kişisel özgürlüğü boğan bir mekanizma olduğunu belirtir. Bürokrasinin katı, değişmez
prosedürler dünyasında, memurlar inisiyatif gösteremeyerek “zombileşir”, insan kendi
meydana getirdiği aygıtın aksesuarı haline gelir (Loo-Reijen, 2003: 144).
Özetle söyleyecek olursak, rasyonel bürokrasiler, modern toplumun pek çok
ihtiyacına hızlı yanıtlar vermekle birlikte, hem çalışanlar hem de genel toplum için bir tür
“demir kafes” oluşturmaktadırlar. Bugün olanca ağırlığıyla, bürokratik kıskaçın bunaltıcı
etkilerini hissetmemize rağmen, ne yazık ki, Weber’in dediği gibi “onsuz
yapamayacağımız” bir seçenek yokluğuyla da karşı karşıyayız.
R.K.Merton: Bürokratik Kişilik, Anomi ve Yabancılaşma
Weber'in ardından bürokrasinin etkinliğini sorun edinen sosyal bilimcilerden biri
de Merton'dur. Merton, modern bürokrasilerin pek çok açıdan işlevsel olmadığını, hatta
örgütsel amaçlara ulaşmayı engelleyecek işlev bozucu (dysfunctional) niteliklere sahip
olduklarını ileri sürer (Merton, l957: 197-206).
Merton’a göre, bürokratik yapılar aşırı kuralcı ve biçimsel organize edildiğinden
zamanla buna tepki olarak birincil ilişkiler ortaya çıkar. Bu örgütler, yüksek oranda,
ikincil ilişkiler ile birincil ilişkilerin çatışmasına sahne olurlar. Örgütsel etkinlik
açısından, birincil ilişkilerin örgütsel disiplini bozduğuna inanılır ve bundan dolayıdır ki,
bu örgütler, hedefe ulaşabilmek için duygusal/birincil ilişkilere sırtlarını dönmüşlerdir.
Bu da üyeler arasında yalnızlığa, sosyal izolasyona, duygusal kopukluğa neden
olmaktadır. Çoğu işgören, yeterince kendilerini gerçekleştirmeye izin verilmediğinden
dolayı bu örgütlerde önemli ruhsal ve sosyal sorunlar yaşarlar. Charlie Chaplin’in
“Modern Zamanlar” adlı filmi bu durumu çok iyi örneklemektedir (bkz. Merton,
l964:495-496).
Kurumsal araçlar (meslek-iş) kültürel amaç ve beklentilere yanıt vermedikleri
durumlarda kural ve ilkeler (normlar) işlevselliğini kaybederler (Zanden, 1993:139).
Kurum ya da kurumsal araçlar, çalışanın ya da hizmet talebinde bulunan vatandaşın
328
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
değer ve beklentileriyle uyuşuyorsa sorun çıkmaz. Buna karşın, kurumsal araçlarla,
kültürel amaç ve beklentiler arasında bir denge sağlanamadığı durumlarda kurallar
bağlayıcılığını yitirir ve anomi doğabilir.
Merton, bürokratik örgütlerin kendilerine özgü bir kişilik yapısı oluşturduklarına
inanır. Ona göre, örgütle kişilik oluşumu arasında karşılıklı bir bağımlılık vardır.
Bürokratik örgütler işlevsel olabilmek için, kendi düzenlerine bağlılık taşıyan kişilikler
üretirler. Bunu örgütsel hedeflere ulaşmanın zorunlu bir yolu olarak görürler. Kurallara ve
yönetmeliklere katı bir şekilde uymak ise, zamanla kurallara uymayı amaç edinen bir
kişilik yapısı da ortaya çıkarır. Bürokraside hiç sorgulanmayan “kural kuraldır” ilkesi,
aynı zamanda kuralın dayandığı mantığı kavramaktan da işgöreni alıkoyar. Zaten
bürokratik örgütler de, kuralın dayandığı espriden çok kurala uyan kişilik tipini önemser.
Thomas’ın dediği gibi, “eğer insan statüleri gerçek gibi görürse sonuçları da gerçek olur.”
Bu realite, bürokratik kişilik için bir temel teşkil eder. Bu yapı içinde bireyin kendisini
gerçekleştirmesi, ancak ve ancak, kurumsal denetimin yok olmasına bağlıdır
(bkz.Poloma, l993: 37-38).
Merton, her bürokratik mekanizmanın, kendine özgü bir kişilik bileşeni olduğuna
işaret eder. Her kurum, kendi kural ve ilkeleri doğrultusunda bir “bürokratik kişilik”
ikame eder. Kendi üyelerine, “sistemli”, “ihtiyatlı” ve “disiplinli” olma yolunda belli
telkin ve zorlamalarda bulunur. Bu zorlamalar kimi durumlarda bilinçsiz ve körü körüne
bir uymacı kişiliğin kurumlaşmasına da neden olur. Kurum artık kendi kimliğini, doğru
ve yanlışlarını birey üzerinde görebilir. Bireyin artık kendi beni ve egosu, kurumsal
olanla yer değiştirmiştir. Bu kişilik yapısı aslında “aşırı uyumluluğa” (overcomformity)
dayalı patolojik bir portre olarak karşımıza çıkar. Merton, kurumların aşırı uymacılığın
yanı sıra bunun karşıtını da üretebildiklerini ileri sürer. Merton bunu anomi olayı olarak
ifade eder. Kurumsal bütün, kurallara uymayı önerirken ve zorunlu kılarken bu durum
beraberinde karşıt anlayışları ve karşı koyuşları da ortaya çıkarır; kurallara muhalefet ve
onları çiğnemekten zevk almaya da götürebilir insanı (Polomo, l993:38).
Merton, statü ve rol ilişkisi içinde bulunan bürokratik aktörlerin beklentilerinin
çoğunlukla kurumsal amaçlarla çatıştığı ve sürtüşme yaşandığı kanısındadır. Ona göre,
insanlar, sürekli olarak aşırı uymacılığın neden olduğu bir başkasının tuzağına düşme
sorunuyla karşı karşıyadırlar. Ancak Merton, kurumların güçlerini/yapabilirliklerini
önemsemekle birlikte, insanı, katı bir kodlanmışlık hali içerisinde görmez. O, toplumsal
olarak yapılanmış alternatifler arasındaki seçimin birey inisiyatifine bağlı olduğunu kabul
eder. Bireyler gündelik yaşamlarında çok sayıda tercihte bulunurlar. Dolayısıyla,
329
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Merton’un bireyi, ne tümüyle otomat ne de tümüyle aklına geleni yapan özgür bireydir
(Poloma, l993: 46).
W.Whyte: Kurumsal Kişilik Ya da “Organization Man”
Whyte, “The Organization Man” adlı eserinde, modern toplumda bireyin “örgüt
adamı” haline gelişi ve örgütlerin birey üzerindeki belirleyiciliği üzerinde durur. Ona
göre, büyük organizasyonlarda çalışan beyaz yakalı işgörenler, çoğunlukla şirket
yaşamının ve bağlılıklarının egemen olduğu hayatlar yaşarlar. Kendilerini
arkadaşlarından, ailelerinden ve içinde yaşadıkları cemaatlerden koparırlar. Sosyal
dünyadan gittikçe soyutlanan işgörenler, böylelikle, yeni bir “bürokratik kişilik yapısı”
edinmiş olurlar (Whyte, l972; Marshall, 1999:561).
Whyte’a göre, örgüt yapıları, yeni bir kişilik ve buna paralel davranışlar ve ilişki
dizgeleri üretirler. Bu davranış ve kişilik yapıları, birey ile örgüt arasındaki bütünleşmeyi
sağlamada ve bireyin “örgüt adamı” olmasında gerekli ise de, onlar aynı zamanda bireyi
yaşadığı sosyal dünyadan koparmada da büyük pay sahibidirler. Whyte, örgüt içindeki
insanların “örgüt adamı” olma yolunda
gösterdikleri çabaların, aslında onları
kendilerinden kaçmaya yönelttiği ve “kardeşlik içinde tutuklu” kıldığını belirtir. Onlar,
kendilerini örgüte adama adına “evi terk eden” kişilerdir. Bundan dolayıdır ki, artık
örgütsel dayatmaları meşru ve gerekli görürler, itaat ve rızayı olumlarlar, örgütten sonra
geldikleri bilincine sahip olurlar (Davis, l988: 334).
Whyte’ın “örgüt adamı”, örgüte yüksek bir sadakat gösterir. Örgüt değerlerine
karşı oldukça muhafazakardır. Statükoyu sürdürmekten yanadır. Kendisini bir “grup”
olarak algılar. Örgüte bağlılık, “örgüt adamı”nın en belirgin, en dışa dönük yüzünü
yansıtır. Hem örgüt içinde hem de sosyal ve politik görüşleri hususunda tarafsız, nötr
kalmaktan yana bir eğilim taşır. Whyte’e göre, bu tarafsızlık büyük ölçüde taşıdıkları
korkudan kaynaklanır. Örgütsel çekip çevirme amelesi, üyeler üzerinde çoğu zaman,
“ürkek” ve “suya sabuna karışmaz” tepkiler vermekle sonuçlanır (Whyte, l956, 2004).
Whyte, “örgüt adamı” ethosu üzerinden, gerçekte, modern organizasyonların
doğasına ilişkin karşıt bir argümanı dillendirir. Ona gore, modern örgütler o denli güç
kazanmışlardır ki, üyeler kendi hak ve bireyselliklerini gözden çıkartmak, ondan feragat
etmek zorunda kalmışlardır. “Organization man”, örgüte içkin değerler ve görüşlere göre
şekillenmiştir. Örgüt içi yaşamın gerekleri, kişiselliği ve kişisel çıkarları gölgelemektedir.
Kişi sonuçta, uysal, conformist ve iş’in tekdüze, üniform dünyasına aittir. Whyte’e göre,
bu gerçek, iş hayatından çok sosyal hayata ilişkin yoğun çatışmalara kaynaklık eder.
Modern örgütler, örgütsel çıkarlar ile bireysel çıkarlar arasındaki kaçınılmaz çatışmayı
330
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
alevlendirir. Ancak, bu çatışma, örgütsel işlevsellik hatırına, çoğu zaman nötralize
edilmiş, görmezlikten gelinmiştir (Borda, l999:212).
Modern örgütlerde çalışanlar, pek çok benzer tutuma; sıkıcılık, rutinlik,
konformizm ve zamanın ruhuna uygun iş düzenlemelerine muhataptırlar. İş, artık sadece
iş değildir; ne basit bir araç ne de bir geçim kaynağıdır. İş, bize tümüyle hükmetmekte ve
bizi tümüyle içine almaktadır. İş/örgüt iktidarı, bizden ofise gitmekten hoşlanma ve
verilen işi coşkuyla yapma hassasiyeti istemektedir. İş ile ilişkimiz, artık kişisel bir
dostluk, yakınlık şeklindedir. İşe ilişkin tutumlarımız samimidir, duygusaldır ve ayrılmaz
bir parçamızı oluşturur (Borda, l999:212).
Whyte’a göre, modern örgütlerde özellikle kendi kariyerini düşünen ve örgüt
taleplerine mümkün olduğunca uyum sağlayan bu yeni kişilik tipi, gerçekte, modern
örgütlere hakim anlayışlardan türemiştir. Bu anlayış, bireyi değil örgütü, özgürlüğü değil
işlevselliği esas aldığından sonuçta, “örgüt adamı” ethosuna içkin kişilikler öne
çıkmaktadır (Loo-Reijen, 2003: 142-143).
Modern örgütlenme yaygınlaştıkça, “örgüt adamı” gerçeği, toplumsal bir
görünürlük kazanır, egemen bir “tip”e dönüşür. Zira, bürokratik örgütlenmenin
yaygınlaşması, sosyal ilişkilerde kopmayı ve çözülmeyi hızlandırır, rasyonel ve işlevsel
bir boyut kazanmasına yol açar. İlişkiler, kişisellikten sıyrılır, insani ölçüler standartlaşır,
birey bürokratik aygıtın istemlerinin tutsağı haline gelir. Birey kendini büyük bir
makinanın dişlisi olarak görür. Boyun eğmeyi, itaat etmeyi olağan karşılar, böylelikle
konformisme itilmiş olur (Özkök, l985:90-9l).
Whyte gibi, Argyris de bireyin, örgütsel koza içinde kişiliksel ve tutumsal
değişimler geçirdiği, baskılanım duygusu yaşadığı üzerinde durur. “Personality and
Organization” adlı eserinde, birey ile örgütler arasındaki ilişkiye değinen Argyris e göre,
birey özgün yanlarını örgüt içinde gizler, insani ve sosyal özelliklerini
sergileyemediğinden yabancılaşır ve kendisini gerçekleştiremez. İşgörenin gereksinimleri
ile örgüt arasında uyum eksikliği olur. Birey daha fazla bağımsızlık isterken örgüt ondan
bağımlılık ve itaat ister (Davis, l988:335). Argyris, modern örgütsel yapılara getirdiği
eleştirel yaklaşımlarla, örgütlerin daha fazla açılması ve bireylerin özgürlük iyeliğini
boğmasına müsamaha edilmemesi gerektiği üzerinde durur (bkz. Bokeno, 2003: 633649).
Davis (l988)’in de ifade ettiği gibi, gerek Whyte gerekse de Argyris örgütsüz bir
topluma dönelim savına sahip değildirler. Onların örgütsel düzen eleştirilerinin temelinde
bireylerin örgüte değil örgütlerin insanlara hizmet etmelerini sağlama yolunda bir bilinç
331
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
oluşturmanın daha ağır bastığı dikkati çeker. Whyte ve Argyris’in örgütlere karşıt
düşünsel formülasyonları l960’lardan sonra kurulu düzenlere karşı gençler arasında
ortaya çıkan hoşnutsuzluklara ve kıpırdanmalara da zemin hazırlamıştır.
W. Mills: “Beyaz Yakalılar” ve Yabancılaşma
Amerikan sosyologları arasında, çatışmacı bakış açısı ile toplumsal düzenlerin
güçlü bir eleştirisini yapan C.Wright Mills (l916-l962), özellikle İktidar Seçkinleri ve
Beyaz Yakalılar adlı eseriyle modern erk ilişkileri ve egemen çalışma düzenlerinin
doğasını analiz etmeye çalışır.
Mills (l953), çağdaş toplumdaki yabancılaşmanın en tipik görünümlerini yansıtan
White Collar (Beyaz Yakalılar) adlı eserinde, özellikle hizmet sektöründe çalışan, sayıları
giderek artan beyaz yakalıların yabancılaşma koşulları üzerinde durur. Mills, iş
yaşamında yaşanan yabancılaşmanın büyük ölçüde işbölümü ve uzmanlaşmadan
kaynaklandığını ileri sürer. Birey, çalışmasının sonucunu görememekte, kendi emeğine
yabancılaşmakta ve emek hazzını yaşayamamaktadır. Bu yabancılaşma, günümüz
dünyasında gitgide artış kaydetmektedir. Elinden, çok arzu ettiği ve hiç bir zaman sahip
olamayacağı çok şey geçmesine rağmen, kendisi bizzat üretmemektedir. Çalışırken veya
çalışmadan sonra zevk ve hayranlıkla seyredebileceği hiç bir nesneye sahip değildir.
Emeğin ürününe göreli olarak yabancılaşmış olduğundan ve bütün gün ve saatlerini
alışageldiği hep aynı angarya işle geçirdiğinden, boş zamanlarını ona satılan düşük
nitelikli yapay eğlencelere yönelerek değerlendirir. İşi onu sıkmakta, eğlenceleri onu
sinirlendirmektedir (Tolan, l981:l61).
Yüksek derecede yaşanan bu yalnızlık ve yabancılaşma onları tümüyle medyanın
ve ucuz eğlencenin kölesi yapmaktadır. Bu eğlenceler, onların aradıkları gerçek
mutluluğu vermekten uzaktırlar ve bu yüzden de yaşadıkları bunaltıyı, yalnızlık ve
yabancılaşmayı büsbütün artırmaya yararlar. Zira, bu kurumlar, ticari, yapay ve rasyonel
olarak düzenlenmiştir ve ilk hedef kişiyi mutlu kılmak değildir. Bu kurumlar tarafından
üretilen eğlence, nihayetinde bireye ihtiyaç olarak sunulmuş, kurgusal, ticari ve de
maksatlı niyetlerin bir ürünüdür (Tolan, l981: l62). Wallace ve Wolf’ un ifade ettikleri
gibi, söz konusu eğlence endüstrisi, gerçek tatmin/rahatlama sağlamaktan uzaktır ve daha
çok, sentetik heyecanlar üretir. Toplumsal hayatın diğer yönleri de, faşist ve devrimci
totaliter yönelimleri tetikleyen psikolojik eğilimleri güçlendirir. Parçalara ayrılmış,
atomize olmuş çalışma ortamları, insanların, toplumun nasıl işlediğini anlamalarını
güçleştirir, güvensizlik ve gelecek kaygılarını büsbütün artırır. Mills, geleneksel
değerlerin yitirilmesi ve gitgide merkezileşen bir yapı içinde insanların daha fazla
332
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
tedirginlik ve endişe duyduklarını belirtir (2004: 127).
Mills, beyaz yakalıları, tepkisiz ve kitle kültürü tarafından korkutulmuş ve
biçimlendirilmiş olarak görür. Modern toplumda güç sahibi olanlar bu gücü çoğu zaman
gizli yollarla kullanmaktalar: doğrudan egemenlik yerine işleri istedikleri gibi
yönlendirebilecekleri yöntemler uygularlar. Akılcı sistemler, söz konusu egemenliği
gizlemekte/örtmektedirler, öyleki kimse egemenliği somut olarak görememektedir.
Bürokrasi için… dünya istenilen şekilde kullanılacak bir nesnedir (Wallace-Wolf, 2004:
125-126).
Mills’e göre, iş hacminin ve iktidarın güçlü olduğu dünyada, sayıları giderek artan
beyaz yakalılar, bir şeyler üreterek değil başkasının yaptığı bir şeyi bir diğeri için kâra
çevirmeye yardım ederek yaşarlar. İnsanlar giderek kendi çalışma yaşamlarındaki
denetimlerini kaybederler. İnsanlara toplumsallık duygusu veren cemaatler ve geleneksel
değerler de yok olmakta ve bunların yok olması, toplumsal statü ve prestij sistemini
zayıflatmaktadır. Veblen gibi Mills de, statü ve benlik saygısının insanın sosyal dünyası
ve geleneksel değerleriyle ilişkili olduğu ve bunların zayıflamasıyla insanların bir statü
paniğine itildiklerini ileri sürer. Kuşkusuz Mills’in bu yaklaşımı, modern yaşamın
“normsuzluk” veya “anomi” nin tehditi altında olduğunu ileri süren Durkheim ve
işlevselcilerin görüşleriyle büyük ölçüde benzeşmektedir (Wallace-Wolf, 2004: 126).
Mills, Marx gibi, işi insanın kendisini bir ifade aracı olarak görmez ancak,
insanları hem iş hem de ürüne yabancılaştırdığı hususunda modern bürokratik kapitalizmi
mahkum eder. Ona göre bu durum, özellikle kişilikleri satışa sunulan ürünler haline
gelen, dostluk ve nezaketi hayatlarını kazanmanın gayrişahsi araçları olarak gören satış
elemanları gibi beyaz yakalı çalışanlar için de geçerlidir. İnsanın kişiliği ve vasıfları
üretim araçlarının bir parçası haline gelir ki bu da kişinin kendisine ve toplumuna karşı
yabancılaşmasının en uç safhası demektir (Wallace-Wolf, 2004: 126).
Mills, bürokrat, memur, satıcı vb. meslek gruplarından oluşan beyaz yakalıların
neden bağımsız bir sınıf oluşturamadığı, niçin başka sınıfların kontrolüne girdiği
sorununu da irdelemeye çalışır. Ayrıca Mills, mevcut siyasal iktidarın demokratik bir
nitelik alması için dengeleyici rol oynayacağına inanılan bu yeni orta sınıfın bu görevi
yerine getirecek fiili güç ve bilinçten yoksun olduğunu göstermek ister. Mills’e göre,
beyaz yakalılar bir sınıf bilincinden yoksundurlar. Bu durum onları bireysel/toplumsal
düzlemde savunmasız kılar. Çünkü, beyaz yakalılar iş ya da günlük yaşamın zorlukları
karşısında kendilerini yalnız hissediyorlar, bir biz bilincine sahip değiller ve ortak bir
ideal ve inançtan yoksundurlar. Tüm bunlar, onların zorluklar karşısındaki direncini
333
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
zayıflatıyor, kendilerini güvenlikte hissedecek örgüt ya da topluluk bulmaktan
uzaklaştırıyor (Tolan, 1981: l61-l62).
Bundan dolayı, Mills, bu yeni orta sınıf üyelerinin kişisel/grupsal bir güçten
yoksun olduklarını düşünür. Mills orta sınıf yaşamı üzerindeki altını çizdiği esaslı nokta
onların bir güç, prestij ya da kendine yeterlik duygusuna sahip olmamaları idi. Mills’e
göre, orta sınıf işçi ve serbest meslek sahipleri kendi yaşamlarını kontrol edebilecek
iktidardan uzaklaşmışlardır, çalışma ortamlarında muhatap oldukları iktidarın etkisiyle
kendi yaşamlarını yönlendirme gücünü kaybetmişlerdir. Onlar aynı zamanda, siyasal
iktidarı değiştirecek bir irade beyanında bulunma haklarını bile kendileri yerine düşünen
iktidar çevrelerine devretmiş gibidirler (Poloma, l993:294).
Öz itibariyle Mills, modern çalışma koşullarının insanları hem başkalarına hem de
kendilerine karşı yabancılaştırdığı inancındadır. Mills’in bu yaklaşımının temelinde de
hiç kuşkusuz onun çok önemsediği karakter ve toplumsal yapı arasındaki ilişki
yatmaktadır. Endüstriyel ve bürokratik olarak inşa olmuş modern toplumun, doğal olarak
kararlı kişilik ve karakter yapılarını aşındırdığı bir gerçektir. Mills, bunun en bariz
yansımasının büro işçileri ya da beyaz yakalılar olarak gördüğü sınıf üzerinde
belirginleştiğini göstermeye çalışır. Yabancılaşma hali, bireyin hem küçük yaşam
dünyasında ve diğer insanlarla olan ilişkisinde kendisini göstermekte hem de onların
kategorik olarak kendilerini algılama(ma)larında ya da sınıfsal varlıklarının farkındalığına
sahip olmamalarında göstermektedir.
J. Habermas: Bürokrasi ve Yaşam Alanlarının Kolonizasyonu
Habermas da, Weber’in “demir kafes” metaforuna benzer bir yaklaşım içindedir. O
da, bürokrasinin sonuçta, sosyal yaşam dünyası için bir tehdit oluşturacağı inancındadır.
Bürokratik sistem ile sosyal yaşam dünyası arasında bir ayrıma giden Habermas, yaşam
dünyasını, kültür, kişilik ve sosyal iletişim ağları olarak görür. Bu alan sujelerin
dünyasıdır ve burada iletişimsel eylem kalıpları geçerlidir. Sistem ise, devlet ve
ekonomiye hükmeden bürokratik aygıtların alanıdır. Sistem, somut hedeflere ulaşmayı
önceler, araçsal ve stratejik eylemi öne çıkarır (bkz.Wallace-Wolf, 2004: 205-208).
Habermas bu iki kavram yardımıyla, bürokratik örgütlerin her tür sosyal ilişkiye
“burnunu sokmaya çalıştığını” göstermeye çalışır. Sistem ya da bürokratik kurumlar,
yaşam alanları üzerinde her tür düzenleme erkine sahiptirler ve bunun bir sonucu olarak
da, bürokratik akıl, sosyal alanı tümüyle kuşatır, sosyal yaşam dünyası tümüyle kolonize
olur. Bürokrasinin sunduğu imkanlardan istifade etmek için de, insanlar, giderek
bürokrasinin soyut kural ve kategorilerinin esiri haline gelirler. Bu süreçte, iletişimsel
334
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
eylemin geçerli olduğu yaşam dünyası çözülür (Loo-Reijen, 2003: 144-145).
Habermas açısından, bürokratik kurumlardaki araçsal ussal eylemler, işlevsel
sınırlarının dışına taşarak gündelik kültüre yayılım gösterirler ve onu dönüştürerek
kurumsallık eklemli üniteler oluştururlar. Bu ise, özel yaşam alanlarının
araçsallaştırılması sorununa kaynaklık eder. Bürokratik sistemler, önce, iletişimin yaşam
dünyasından bağımsızlaşırlar, daha sonra da onu bağımlılaştırırlar (Habermas, l984;
Atiker, l998: 29-30).
Bürokrasinin yaşam alanlarını kolonileştirmesi çabalarına bir çok örnek verilebilir.
Habermas, kendisi buna aileyi örnek verir. Aile içinde eşler ve gençler arasındaki ilişkiler
giderek tek biçimli, formalist ve gayrişahsi hale gelir. İlişkiler tabiiliğini yitirir, araçsal
faktörler devreye girer. Güncel yaşamın giderek hukuksallaştırılması da, yaşam
alanlarımızın giderek rasyonelleşmesi ve gayrişahsileşmesinin bir başka boyutunu
örnekler (Loo-Reijen, 2003: 146).
Habermas, gündelik yaşamın rasyonel ve araçsal hale gelmesini, bürokratik eylem
sistemlerinin gücüne bağlar ve böylelikle sosyal yaşam dünyasının bağımlılaştığını
savunur. Ona göre, kişiler, sistem amaçları doğrultusunda bilinçlendirilir ve buna uygun
kültürel değerler ve bireysel kimlikler edinirler. Modern yaşamın rasyonel ölçüleri,
bürokrasi ya da diğer kurumsal yapıları, bir bütün olarak “yaşam dünyasının
kolanileştirilmesi” sorunu yaratırlar. Bu durumda, bireysel olan sistemsel, sistemsel olan
bireyseldir. Bu ise, bireysel çıkarların sistemsel çıkarlar doğrultusunda biçimlendirildiği
gerçeğine götürür bizi. Ancak, Habermas, modern kurumların tek başlarına, anlam ve
özgürlük kaybı sorununa kaynaklık ettiği şeklindeki yargılara katılmaz. Bunu postmodern
sosyal bilimcilerin kötümserliği olarak görür. Kendisi, Weber’in yapıtlarında, sanki
özgürlük kaybı tezi, anlam kaybı tezinden çıkarsanabilirmiş gibi bir anlam çıktığını oysa,
bunun tartışılabilir olduğunu ileri sürer. Ona göre, “Weber’in bu girişimi sınanmaya karşı
duramaz. Önce birinci tez kendi başına inandırıcı değildi. Kuşkusuz modern bilinç
yapılarının ortaya çıkmasıyla dinsel ya da metafizik temel kavramlarda ima edilen,
hakikatin, iyinin ve güzelliğin birliği çözülür. Tözsel us kavramı bile tutarsızlaşır, çünkü
bu kavram çeşitli değer alanları arasında bağlantı kurmaktan öteye, onları
birleştirmekteydi” (Atiker, l998: 29-30).
Habermas’a göre, modern toplumun egemen kurumları (ekonomi, siyaset), modern
insanın düşünme ve yaşama biçimini belirliyorlar. Bu toplumda, amaçsal akılcılık her
şeyin ölçüsü haline geliyor. Burada önemli olan işletme ve kurumların optimal işleyişidir.
Bu ortamda, insanın yeri ve değerine ilişkin sorular göz ardı edilir (Loo-Reijen, 2003:
335
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
259).
Öz itibariyle, Habermas’ın bakış açısından, yaşam alanları, bürokratik akıl ve
enstrümanların tehditi altındadır. Yaşam alanları ve sosyal ilişki ağları giderek, soyut,
işlemsel ve yasal bir kimlik kazanıyor, insani içeriklerinden boşalıyorlar. Bürokratik
sistemin toplumsal implikasyonları, doğal olarak, yaşam alanlarının kolonize olması,
bağımlılık sarmalı içine girmesini kaçınılmaz kılıyor.
E.Fromm: Kurumsal Baskı, Yabancılaşma Ve “İtaatsizlik Üzerine”
E.Fromm, özgürlük, anlam kaybı, normallik, ruhsal sağlık vb. olguların
moderniteyle ve modern kurumlarla olan ilişkisi üzerinde durur. Endüstri, teknoloji,
bilimsel gelişmeler, bürokratik kurumlar, akılcılaşma vb. süreçlerin, sonuçta bireyin
ruhsal yapısı üzerinde yıkıcı etkiler yaptığı ve psikolojik sorunlarla karşı karşıya
getirdiğini belirtir. Modern kurumların, baskıcı ve total yapıları birey üzerinde
edilgenleştirici bir role sahiptir. Bu kurumlar karşısında birey daha bir yalnız, yabancı,
güvenden yoksun, uysal ve itaatkâr bir pozisyondadır. Gelişkin organizasyonlar, bireyin
yalnızlığa sığınmasına, yabancılaşmasına, araçsal ilişkiler kurmasına, benlik
deformasyonu ve sahte kimlikler taşımasına neden olur.
Fromm, “İtaatsizlik Üzerine” (l987) adlı eserinde, modern kurumlar karşısında
bireyin kendisi olarak kalma ayrıcalığının ortadan kalktığı, varoluşsal iyeliğini kaybettiği
ve itaatin bir erdem haline geldiğinden söz eder. Tarih boyunca itaatin kutsandığı ve
olumlandığı, itaatsizliğin ise dışlandığı ve anormal sayıldığını belirtir. Modern zamanlarla
birlikte itaat üreten kurumlar artık din ve gelenek değil, modern bürokrasiler, endüstriyel
örgütler, makineler ve tüm rasyonel sistemlerdir.
Fromm, bürokratik işlemleri, insana yakın ilişkiler sistemi olarak görmez. Ona
göre, bürokrasi gerçekte tek yönlü bir sistemdir. Emirler, öneriler, planlama, üst tepe
noktalardan çıkar en alta gönderilir. Bireysel inisiyatife ve girişimciliğe yer yoktur.
Bireyler, kişisellikleri ile değil, işlevsel performanslarıyla değerlendirilir. Bu da kişiyi, bir
tür “bilgi-işlem kartına” indirger. Bürokratik sistemle bireysel öncelikler, beklentiler,
gereksinimler arasında bir bağlantı yoktur. Kişi, bürokrasinin bir nesnesidir daha çok.
Bürokrat, kendisini mekanizmanın bir parçası olarak hisseder. Bürokrasiyle işi olan
sıradan insanlar da bu yabancılaşmayı, nesne olmayı, araçsal bir değer olmayı hisseder.
Yabancılaşmış bürokrasinin yöntemi, iş yapma biçemi, çalışma ortamı ve sahip olduğu
etik ölçüler, ziyadesiyle patolojiktir (1990: ll3-ll4).
Fromm, bundan dolayı, bürokratik örgütleri, yabancılaşma ethosuna içkin yapılar
olarak görür. Burada geçerli bürokratik usül ve işleyiş tarzı, bireyi insani yönünden
336
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
koparacak cinstendir. Endüstriyel ya da bürokratik her tür örgütte, birey, kendini yönetme
ve anlama güçlüğü çeker, bunun bir sonucu olarak da kendisini güçsüz, güven
duygusundan yoksun, yalnız ve umarsız hisseder. Birey, örgütlerde mekanik mod’a
uygun bir deneyim yaşar; araçsal ilişkiler, mekanik tepkiler, otomat bir yaşam düzeni
içine girer. Gündelik hayatını da bir bakıma bu minval üzre yaşar. Tüketme alışkanlığı ve
konformizme yatkın bir yaşam tarzı içinde olur. Bu süreçte, birey büyük ölçüde, uysal,
itaatkar ve de “kaderci”dir. Kendi sorumluluklarını ve onu birey yapan değerleri yadsıma
eğilimindedir. Çalıştığı ortama olduğu kadar, yaşadığı topluma da yabancılaşır ve hatta
ondan kopar (Gemmill-Oakley, 1992: 113-114).
Genel planda, kurumlar üyelerinden uymacı/itaatkar bir kişilik talep ederler. Etkili
mekanizmaları aracılığıyla, itaat ve rıza üreterek, kurumsal hedeflere ulaşmak isterler
(bkz. Bröckling, 2001). Oysa itaatkar bireyler olmakla kurumsal fonksiyonellik arasında
doğrudan bir ilişki söz konusu değildir. O halde, kurumlar üyelerini neden itaat etmeye
zorlarlar? Kişilik ve kimliklerini dönüştürmek isterler? Birey de, emeğini satarken,
kişilik/kimliğinin baskılanmasına neden rıza gösterir? Kişilikteki bölünmenin temelinde
modern kurumların baskıcı ve manipulatif karakteri mi yatmaktadır? Bu ve benzer
sorular, aslında bizi kurumsal baskı karşısında bireyin takındığı edilgen tavrı, itaatkar
tepkiyi açımlamaya götürür.
Birey, kurumlar karşısında genelde pasif bir tavır içindedir. Kurumla birey arasında
eşitsiz bir ilişki, total bir hiyerarşi vardır. Bireyin kurumla bütünleşmesi, gerçekte, onun
itaatkâr bir kimliği sahiplenmesine bağlıdır. Fromm, modern kurumlar karşısında bireyin
bu itaatkâr kimliği benimsemesinin altında, bireyin, itaat ederek, dev kurumsal yapıların
gücünü onadığını ve bu güçten istifade edip kendisini korunaklı ve güvenceli kılmak
istediğini belirtir. Örneğin, devlet, kilise, endüstri ve kamuoyunun iktidarına karşı birey,
itaat etmekle, aslında kendisini fırtınadan uzak güvenli bir limana bırakır. İtaat, kişiyi
önünde eğildiği kurumun bir parçası kılar ve onunla özdeşimini sağlar. Bu durum,
kurumsal dayatmaların birey için farkedilmez bir nitelik taşıması anlamı da taşır. Hatta,
gönüllü bir teslimiyetle karşılar onu. Çünkü birey her türlü kişiliğe müdahale olayını bile,
olağan bir durum olarak görmeye başlar. Bu yolla kendini kurumsal yapının bir parçası
olarak algılar ve dış dünyaya karşı kolektif bir aidiyet penceresinden bakar. İtaatkar
olmanın her zaman aranan ve taktir edilen bir davranış olarak addedilmesinin temelinde
hiç kuşkusuz, insanlık tarihi boyunca itaatin bir erdem, itaatsizliğin de bir sapma olarak
kabul edilmesi yatar. Baskı karşısında “hayır” diyebilme ise, kurumsal alanın dışına
çıkarılma ya da pek çok olanaktan yoksun bırakılmayı getirir. Bundan dolayı, örgüt
337
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
içerisinde birey “itaatsizlik yetisini” kaybeder. Her türlü zorlama ve dayatmalara karşı
gönüllü ve bilinçsiz bir şekilde "evet" der. Baskı ve müdahaleyi olağan bir tavır olarak
algılar (Fromm,l987:12, 15).
Bireyin yaşadığı bu baskılar ve giderek içine hapsolduğu yabancılaşmış kimliği,
kurumların iktidarını daha bir perçinler. Zira, yabancılaşmış birey, üzerinde her tür çekip
çevrilme amelesine daha bir açıklık gösterir. İşine odaklanan, sosyal dünyadan kopan
insan, kurumsal hedeflere ulaşmayı kolaylaştırır. Ancak, yabancılaşma ethosu, bireyi
kaçışçı eğilimlerin tutsağı haline de getirir. Yeni heyecanlar, zevkler tatma isteğini
kamçılar. Sıkıcılık ve monotonluk yüklü hayattan uzaklaşma isteği, kişiyi farklı
dünyaların aktörü yapabilir. Bu insanlar genelde, metalara çılgınca sahip olmak isterler ve
hep yeni şeyleri arzularlar. Edilgin ve sürekli yönlendirilmeye açık bir tabiata sahiptirler.
Bu durum, onları toplumun etkin ve duyarlı bir parçası olmaktan uzaklaştırır, metalara ve
onları üreten makinalara tapınmalarına ve kendileri ile sosyal çevre arasında bir
yabancılaşma duvarı örmelerine neden olur (Tolan, l98l: 158-159).
Bu bağlamda, yalnızlık ve yabancılaşma modern insan için, tanımlayıcı bir
parametreye dönüşür. Yabancılaşma bir yaşam biçimi halini alır, ikincil ilişkiler egemen
olur, anonim ve soyut aygıtların gücünü daha bir hisseder. Fromm (l987: 89; 1993: 23),
bu çerçevede, egemen iktisadi ve idari kurumsal yapıların, bireyi otomatikleşmeyle karşı
karşıya bıraktığı ve yaşamlarımızın efendisi olma düşlerimize kastettiğini bize yüksek
sesle haykırır. Onun bakış açsından kurumsal iktidarlar, bireysellik iyeliğimizi bürokrasi
çarkı altında eziyor, duygu, düşünce ve tutkularımızı kurumsal rasyonalite, endüstri ve
teknolojik düzenlemeler yoluyla kontrol ediyorlar. Bizi bu kaçınılmaz çürüme, yozlaşma
ya da yokoluştan ancak, kaybettiğimiz hasletler, yani, yüksek bilinç, insani özgürlük,
yaratıcılık, nedensellik, adalet ve dayanışma kurtarabilir.
M.Foucault: Panoptic Kurumlar ve Gözetim
Foucault, gözetim, denetim, iktidar ve normalleştirme düzenekleri temelinde,
modern toplumun yapılaşma ve işleyiş sistemlerini analiz eder. Ona göre, modern toplum,
etkin bir gözetim/denetim sarkacı altındadır. İşyerlerinde, okullarda, fabrikalarda,
hastanelerde, hapishanelerde, hem çalışanlar, hem hizmet görenler çok etkin bir kayıt ve
evrak trafiği altında denetim/gözetim ağlarına takılırlar.
Foucault, modern kurumsal aygıtların, bu denetim/gözetim ağları vasıtasıyla,
toplumu disipline etme ve cezalandırmada oldukça ileri gittiklerini belirtir. Modernite ile
338
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
panopticon• arasında bağlantılar kuran Foucault, sosyal düzenin ussal yeniden üretimiyle
ilişkili aydınlanmacı aklın, burada tahakküm kurucu, baskılayıcı, gözetleyici, denetim
kurucu bir niyete hizmet ettiğini belirtir. Ona göre, modernite ben’i hayatın merkezine
yerleştirdiği için, bunu sürekli denetim altında tutmak ister (bkz. Foucault, 2000).
Foucault’a göre, gözetim/denetim maksatı, çağdaş örgütlerin mimari yapılarında
görünürlük taşır. Zira, çağdaş örgütler, çalışanı kontrol altında tutacak bir düzeneğe
sahiptir. Çok yetkili makamlarda bile herkes denetim altındadır, ancak kişi ne kadar alt
mevkide ise, o kadar takip edilme, gözetim altında tutulma olasılığı artar. Gözetim iki
şekildedir, birincisi amirlerin astları ve işlerini doğrudan gözetim altında tutması diğeri
ise, insanların yaşamları hakkında kayıtlar ve dosyalar tutmak gibi daha incelikli bir
gözetimdir (bkz. Foucault, 2000).
Foucault, dikkati daha çok, içerisinde insanların uzun süre tutuklu kaldıkları
hapishane tipi kurumlara çeker. Burada insanlar, dış dünyadan yalıtılarak, hem sosyal
hem de fiziki ve ruhsal ceza görürler. Hapishane, gözetimin yapısını çok ayrıntılı bir
şekilde verir. Orada, kontrol en uç noktaya varmıştır, tutum ve davranışlar bir örnek hale
gelmiş, normalleştirme düzenekleri ileri boyutlarda işlemektedir (bkz.Foucault, 1992).
Foucault’a göre, çağdaş hapishane köklerini, on dokuzuncu yüzyılda Jeremy
Bentham tarafından tasarlanan Panopticon örgüt modelinde bulur. Panopticon,
Bentham’ın kendisinin tasarladığı ve İngiliz hükümetine kabul ettirmeye çalıştığı bir
hapishane modelidir. Tasarı tam olarak gerçekleştirilememiştir, ancak bu tasarının ana
ilkelerinden bazıları l9. yüzyılda İngiltere, Avrupa ve Amerika’da yapılan kimi
hapishanelere uyarlanmıştır. Panopticon, dış sınırın etrafına yapılmış hücreleriyle birlikte
yuvarlak şekilliydi ve merkezde bir gözetleme kulesi vardı. Her hücreye, biri gözetleme
kulesini, diğeri de dışarıyı gören iki pencere yerleştirilmişti. Bu tasarının amacı,
nöbetçilerin mahkumları her zaman görebilmelerini sağlamaktı. Kuledeki pencerelerden
gözetleyiciler mahkumları aralıksız gözlerken, mahkumlar onları göremiyorlardı, zira,
kendileri görünmesinler diye jaluzi perdeyle donatılmışlardı. Buradaki esas nokta,
mahkumların iradeleri üzerine denetleyicinin iradesini hakim kılma, onları yönlendirme,
•
Jeremy Bentham tarafından geç l8. yüzyılda hapishane için tasarlanan mimari biçim. Yunanca bir kavram
olan panopticon, “göz önündeki yer” anlamına gelmektedir. Bentham’ın panopticonu, Tanrının her şeyi
görüyor olmasının din dışı bir “parodisini” temsil eder. Denetleyenler, tıpkı Tanrı gibi görünmezler.
Bentham, buradaki belirsizliği/görünmezliği, itaat etmenin bir aracı olarak görür. Çünkü, denetleyenler
mahkümları gördüğü halde onlar denetleyenleri göremezler, mahkümlar, bir bakıma kendi kendilerinin
polisi gibi hareket ederler (Keskin, 2003:l35).
339
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
gözetme, emre itaate alışık kılma amelesidir (Giddens, 2000:311-312; Bauman, l997:2022)
Foucault, panopticon vasıtasıyla, eski, pahalı, daha fazla şiddet içeren baskılayım
usullerinin gözden düştüğünü, yerine, incelikli, hesaplı, kimi zaman görünmez bir boyun
eğdirme teknolojisinin geçtiğini öne sürer. Foucault’a göre, kurumsal gözetim, iktidarın
her iki yönüne de nüfuz edebilmektedir. Yani hem enformasyonun biriktirilmesi
sürecinde hem de “tabi olanların” doğrudan gözlenmesinde işlevseldir. Bilginin
biriktirilmesi, her panopticon sakini için tutulan ayrıntılı dosyalarda göze çarpar. Tabi
olanların doğrudan gözlenmesinde ise marifet, binanın mimari potansiyelindedir.
Disipline edici iktidar, “zaman-yer içinde faaliyetleri düzenlemenin yeni tarzları” yla bizi
daha bir karşı karşıya getirmiştir. Gözlem, gözetim bu sürecin merkezinde yer alır ve
panopticon modern disiplini özetleyici bir olgu olarak öne çıkar (Lyon, l997: 97).
Foucault, denetimin tüm toplumsal alanlara yayılım gösterdiğini, yaşamlarımızın
daha fazla kontrol altında tutulduğuna vurguda bulunur. Bunu gücün “mikropolitiği” ile
açıklayan Foucault’a göre, bu kavram, yaşamlarımızın çok sayıda mini kafes tarafından
kuşatıldığı ve nefes bile aldırmayacak bir noktada tutulduğu gerçeğini ifade eder
(Foucault, 2000).
Foucault’a göre, kurumlarda (fabrika, okul, hapishane, hastane vs.) cereyan eden
aşırı denetleme, aynı zamanda kurumsal hedeflere ulaşmayı da aksatır, çalışanlar/hizmet
alanlar, fırsatların kendilerine kapatıldığını düşünmeye başlarlar. Bu durum, kurumsal
hedeflere ulaşmada sorunlara sebebiyet verir. Örneğin, fabrika montaj hattı üretimi ve
katı hiyerarşiye dayalı büyük fabrikalar büyük sorunlarla karşı karşıya kalırlar. İşçiler bu
tür yerlerde kendilerini işlerine verme eğilimi gösteremezler. Çünkü, sürekli gözetim ve
denetlenme psikolojisi, içerleme ve kızgınlığa neden olur ve denetimden amaçlanan
işçilerin işlerine daha sıkı sarılmalarını sağlama maksatı, tam aksi bir sonuç doğurur
(Giddens, 2000: 313).
Foucault, bu tarz bir iktidarın, tipik olarak modern kurumların tümünde, yönetsel
bağlamların her birinde varolduğunu ileri sürer. Özellikle, hapishanelerdeki düzenli
kronolojiler, gözetim ve kayıt otoriteleri, zorla çalıştırmalar, normalliği ölçümleyen
uzmanlar vs. cezalandırmanın, kurumsal islah ediciliğin birkaç basit yoludur. Foucault,
iktidarın
doğrudan
görünürlüğünün
hapishaneler
gibi,
okullar,
kışlalar,
fabrikalar/atölyeler ve hastanelerde de tüm ihtişamıyla var olduğunu belirtir. (Lyon, l997:
98).
Bu noktada Lyon da, Foucault’nun panopticon metaforundan hareketle özellikle
elektronik gözetimin yaygınlığına temas ederek, bizlerin artık, “gözetim toplumu” denilen
340
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
bir toplumda yaşadığımızı belirtir. Bu toplumda, hayatlarımız hakkında en ufak bir ayrıntı
bile her türden örgüt tarafından muntazam bir şekilde toplanır. Devlet örgütleri; doğum,
ölüm, okul, iş/meslek, vergi, güvenlik, sürücü belgesi, sigorta işlemleri, sağlık, askerlik,
sosyal güvenlik vb. pek çok alanda düzenli olarak bilgi depolarlar. Gözetim, özellikle
bilgisayar ve elektronik bilgi/istihbarat araçlarının gelişmesiyle birlikte, hayatımızın her
alanına girerek bizi tehdit etmektedir (Lyon, l997). Hatta bugün için, ileri elektronik
teknolojilerin, otomatik olarak bireysel gözetimi mümkün kılmalarından dolayı, örneğin
Birleşik Devletlerin yasal mekanizmalarının denetleyemediği pek çok gizli, mahrem
bilgiye ulaşmayı kolaylaştırıyorlar. Bu yöndeki gelişmeler, işyerlerinde, piyasada ve
hükümette, bürokratik denetimi çarpıcı bir biçimde artırmaktadır (Gandy, l989).
Foucault’nun gözetime içkin saptamaları kuşkusuz, bugünkü denetim stratejilerini
anlamak açısından son derece önemlidir. Foucault, iktidarı, politik bağlamından
kopartmakta, denetim altına almanın panoptic kurumlar ve yöntemler eliyle daha rafine
bir tarzda gerçekleştiğini belirtmektedir. Onun penceresinden bakıldığında, “kapatılma”,
“cezalandırma” mekansal olanla sınırlı değildir, dışa açılan bir hapishane stratejisi
yürürlüktedir. İnsanları denetim altına alma, hapishaneye, tımarhaneye veya okula
tıkıştırılmaya gerek bırakmamakta, modern ruhlarımız, gözetim/denetim stratejilerinin
artık sıradan bir av sahasıdır.
A.Zijderveld: Kurumsal Kıskaç ve “Soyut Toplum”
Zijderveld, “Soyut Toplum” (l985) adlı eserinde, modern toplumdaki egemen
kurumsal yapıların birey ve toplum üzerinde oluşturduğu yabancılaştırıcı etkilere temas
eder. Modern kurumların baskı düzenleri ve buna karşı oluşan varoluşsal protest çıkışları
göstermeye çalışır. Zijderveld’e göre, modern toplum, binlerce soyut kurumu bünyesinde
barındırır ve toplumu etkin bir kontrol çarkı içinde tutar. Endüstriyel kurumlar, bürokratik
organizasyonlar, iletişim araçları/ortamları, kamuoyu, devlet, sendika, vs. bir bütün
olarak, bireyin varoluşsal imkanlarını yok etmeye çalışır, özgürlük yitimi ve anlam kaybı
sorununa kaynaklık eder.
Zijderveld'e göre, modern toplum esas itibariyle soyut bir toplum olup bireyin;
anlam, realite ve özgürlük kavramlarını kavrayabilmesi hususunda kişiye yardımcı olma
yeteneğini kaybetmiştir. Toplumun bu soyut yapısının varlık nedeni, çoğulculuğu, daha
doğrusu, kurumsal yapısının aşırı derecede parçalanmış olmasıdır. Kabile toplumları ve
bu toplumların oldukça üniform yapılarıyla kıyaslandığında modern toplum olağanüstü
derecede çoğulcu bir yapıya sahiptir.
Modern toplumun çoğulcu ve örgütlü yapısı insan ilişkilerini ziyadesiyle
341
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
dönüştürmüştür. Bürokratik örgütlerin işleyiş yapılarına bağlı olarak hem bu örgütler
içerisinde çalışanlar hem de bu örgütlerin düzenleyici ve müdahaleci etkilerine maruz
kalan sosyal kesimler egemen bürokratizme ayarlı hale gelmişlerdir. Sosyal ilişkiler hatta
arkadaşlık bile giderek yapay bir karaktere bürünmüştür. Kişi, mensubu olduğu grup ya
da örgütlere elbise değiştirir gibi girip çıkmaktadır. Birey, kendisi ile bu kurumlar
arasında doğrudan bir bağ kuramamaktadır. Toplumsal pozisyonu oldukça parçalı ve
yabancılık yüklüdür. Birey ile örgütler arasında giderek büyüyen uçurum kişilik
yapılarını anonim kılarak aidiyet duygusundan uzaklaştırmaktadır. Endüstri öncesi
toplumda her şey, doğal bir sosyo-kültürel çevrede sürerken, modern toplumda her şey
anonim, belirsiz ve her an başkalaşıma müsait bir kosmoz içerisinde cereyan eder.
Modern toplumda, aile, kilise, eğitim, hükümet, askeri vb. kurumsal sektörler
özerklik kazanmışlardır. Bu kurumlar, kendi bünyelerine giren her birey üzerinde etkin
bir kontrol mekanizmasını harekete geçirirler. Bu sistem içerisinde birey, ister istemez, bu
yapıya uyumlanmış, bağımlı, rıza gösterici bir psikolojiye sahip olmuştur. Sonuçta, örgüt
insanı, kısmi bağlılıklarla, dostluklarla yetinmek zorundadır. Aile ve din gibi üst
dayanışma bağları yerini, bürokratik/teknik ağlara bırakmıştır. Birey, sınırlı/sorumlu bir
yaşam alanı içinde bütünlük duygusunu yapay bir şekilde teneffüs etmek durumundadır.
Zijderveld, modern kurumsal belirleyiciliğin daha çok bürokrasi şablonu içinde
kendisini gösterdiğini belirtir. Ona göre, bürokrasi modern toplumun işlevsel olmakla
birlikte, soğuk/donuk yüzünü resmeder. Bürokrasi, insani değerlere ters bir istikamette
gelişim istidadı gösterir. Modern bürokrasi, “insanın kişiliğini bir anda hesaplanabilir bir
faktör, bir sayı, bir delgi kartı, dosyalama sisteminin bir parçası durumuna” getirir.
Bürokrasiler, aynı zamanda, modern toplumsal kurgunun iç bütünleşmesi ve sürekliliği
için de hayati bir rol oynar. Geleneksel toplumda sosyal bütünleşmede dinin oynadığı
rolü, moderniteyle birlikte bürokrasi yerine getirir. Bürokrasi, etkin, işlevsel ağlar
vasıtasıyla, toplumu bütünlük içinde tutma becerisi gösterir. Bürokratik usüller, sadece
resmi organizasyonlarla sınırlı değil, aynı zamanda tüm topluma, iktisadi, siyasi, kültürel
organizasyonlara da sirayet eder. Formalizm, ofis hiyerarşisi, etkin denetim, akılcılık,
dakiklik, öngörülebilirlik vs. artık sosyal yaşamın tüm alanlarında da gözlenir. Ofisteki
denetim; denetleme ve denetim altına girme aslında geleneksel toplumda dinin oynadığı
rolü şimdilerde bürokrasinin oynadığını gösterir (l985:211-213).
Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş esnasında ortaya çıkan kalitatif
değişikliğin en güzel yansıması bürokratik davranış biçimlerinde ortaya çıkar. Bu tutum,
bu davranış biçimi, bilincimizin en temel karakteristiği haline gelmiştir. Zijderveld buna
örnek verirken alış veriş olgusunun anonimliğinden bahseder ve bireyin müşteri
342
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
statüsünden tüketici konumuna gelişini giderek karmaşıklaşan bürokratik örgütlere
bağlar. Bu örgütlerde bürokratik ilişki sürecinin egemen olması alışveriş yapan bireyle
yüz yüze, birincil ilişki ve etkileşimi imkandışı kılar; rasyonel ve gayrişahsi davranışlar
böylelikle çoğalır. Zijderveld’e göre, modern insan, aynı zamanda bürokratik davranışlar
bekleyen ve bürokratik olarak organize edilmiş bir sistem içerisinde yer alır. Sistem
içerisindeki insanlar, değer yargılarından arınmış, bütünüyle fonksiyonel uzmanlardan
oluşur. Bürokratik sistem, kişisel davranmayan görevlilere gereksinim duyar (l985: 136).
Zijderveld, modern kurumlarda bireylerin üzerlerindeki denetim ve manipülasyonu
tersyüz edemeyecek bir baskılayım kıskacında bulunduklarını belirtir. Bu kurumlarda,
kişi, edilgen, itaatkâr, rıza gösterici bir pozisyon alır. Bu itaat, başkaldıramama ya da
boyun eğişin arkasında, hiç kuşkusuz, kurumların baskı sarkacı bulunur. Bu sarkaç,
birey/toplum üzerinde, sürekli disipline edici gücü ile sallanıp durur. Birey, kurumsal
gücün dışına çıkma imkanından yoksunluk içindedir. Tektir ve edilgendir. Kurum, bireye
rağmen birey için varolduğu iddiasındadır.
Modern birey, organizasyonlarda edindiği örgütsel davranış ve kimlikle, toplum
içerisinde de, planlı olarak yaşamayı, kural ve normları sorgulamaksızın benimsemeyi ve
pratize etmeyi alışkanlık haline getirir. Modern bireyin örgütlerle kurduğu izdivaça
dayalı olarak örgütsel davranışını farkında olmadan özel ya da sosyal yaşantısında da
deneyimler. Örgütsel kültür, bireysel varoluşu rasyonel bir biçimde organize ederek,
birlikte yaşamanın asgari müştereklerini işbölümü ve ihtisaslaşma ayrımına dayalı olarak
eşgüdümler.
Zijderveld’e göre, toplumun kurumsal yapısı giderek özerkleşiyor ve kurumlar salt
kendi çıkarları ya da hedeflerine kitleniyorlar. Birey ise bu arada farklı bir yol tutturuyor;
sosyal yaşamdan kendi özel dünyasına çekiliyor, orada bir sığınak arıyor, giderek
subjektivist hale geliyor. Thomas Luckman’ın formüle ettiği gibi, modern toplum, bireyin
subjektivizmi ile kurumların objektif özerkliği arasında bir ihtilafı, çatışmayı yaşıyor. Bu
durumda birey, çok yaygın bir sosyal kontrol mekanizması altında yaşamı tutsak kodlar
altında yaşıyor (l985: 203).
Zijderveld, kurumların özgürlükleri kısıtladığını ve buna dayalı anlam sistemlerine
yaslandıklarını belirtiyor. Bireysel özgürlüklere yönelik kısıtlamalar içeren bu yapılar,
insancıl değerlerden uzaklaşıyorlar. Bu yüzden kurumsal yapı, insani olanla bağdaşmayan
hayaletvari bir baskı sarkaçı işlevi görmektedir. Bu toplumda, bireysel özerklik yerine
kurumların özerkliği, rasyonelliğe karşı da içten içe serpilen irrasyonellik kök
salmaktadır. Tüm bunlar, aslında, modern toplumun, bölünük, çoğulcu ve atomize
343
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
yapısından kaynaklanmaktadır (l985: 197-199).
Zijderveld’e göre, bugün, "makinalaşmanın, aletlerin, deneylerin, ölçülebilirliğin,
fonksiyonelliğin, rasyonelliğin, soyutlamanın inşa ettiği bütünüyle yeni bir dünya ortaya
çıkmıştır. Bu dünyada hakim olan unsurlar teknoloji, bilim ve endüstridir. Bürokrasinin
soyut ve inorganik görev, hak, mecburiyet ve sorumluluk anlayışı ve bu yolda realize
etmiş bulunduğu taksimat tarafından bu dünyanın rasyonel olarak organize olması
sağlanmaktadır" (l985: l3l).
Modern kurumların birey/toplum üzerinde kurdukları baskı ya da tahakküm,
tersyüz edilemeyecek bir realite midir? Birey, tüm bu verili süreci dıştalayacak
imkanlardan yoksun mudur? Kuşkusuz,
Zijderveld (l985:16-17), tüm karamsar
betimlemelerine rağmen, insanın bir şeyler yapabileceğine inanıyor. Her şeye rağmen,
insanın doğası gereği daha fazla müdahale ve baskıya karşı "hayır" diyebilecek bir
karakterde olduğunu belirtiyor. Bireyin tabiatında "uyum" kadar "protesto" da olduğu
gerçeğini saklı tutarak, modern toplumda bireyin yitip giden bireysellik ve bilinçlilik
imtiyazı karşısında onu her an kendine getirmesine aracılık eden bir özü içinde
barındırdığını dile getiriyor. Bu öz; başkaldırı, sorgulama ve protesto ruhudur.
Sonuç Yerine
Modern toplum, sayısız örgütsel yapılar zinciri ile birbirine bağlanmıştır. Bu
zincirler, gerçekte toplumun herhangi bir ihtiyaç ve istemleri sonucunda oluşmakla
birlikte, sanki kendi başlarına birer varlıklarmış gibi fonksiyon görürler. Örgütlerin güç
kazanması ve yaygınlaşması, toplumsal alanın da bürokratize olmasını getirmiştir.
Örgütlerin pozitif katkıları yaşamımızı kolaylaştırırken, negatif sonuçları ise hayatımızı
büsbütün yaşanmaz hale getirmekte, arzu etmediğimiz pek çok sorunla bizleri
yüzleştirmektedir. Örgütsel kozanın, giderek birey ve toplum üzerini örtmesi, özgürlük
yitimi ve anlam kaybı sorununa kaynaklık etmekte, yaşadığımız yabancılaşmanın
ivmesini artırmaktadır. Bu yüzden sosyal bilimciler (Weber, Merton, Whyte, İllich,
Foucault, Goffman, Ritzer, Sennett, Bauman vs.) son yıllarda, modern toplumun yaşadığı
bunalımları ve sıkıntıları çoğu kez, örgütlerle ilişkilendirmekteler ve günümüz toplumunu
anlamada, örgütsel yapıların operasyonel bir araç olduğu üzerinde durmaktadırlar.
Modern toplum doğası gereği etkin kurumsal ağlara (bürokrasi, endüstriyel yapılar,
ordular vs.) yaslanmaktadır. Bu kurumlar, gerek kendi üyeleri gerekse de genel toplum
üzerinde düzenleyici, denetleyici ve çoğu zaman da soyut bir erke sahiptirler. Onları, belli
şekilde davranmaya, hareket etmeye, eğlenmeye yönelten karmaşık kurumsal stratejiler
ve teknikler icat edilmiştir. Örneğin, endüstriyel ve askeri örgütler, istihbarat kuruluşları,
344
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
yerel ve merkezi yönetim örgütleri, medya, moda evleri, reklam şirketleri, eğlence ve
rekreasyon merkezleri, sinema ve spor endüstrileri, turizm ekonomileri, imaj evleri, bilinç
endüstrileri vs. bireyin/toplumun yaşamı üzerinde, düşünsel ve sosyal tercihleri üzerinde
denetleyici, baskılayıcı, yönlendirici bir işlev görürler. Birey, çoğu kez, bu baskılayım
aygıtlarının kontrolünde, tercihlerinde yapaysılık ve ikircikli ruh haleti içindedir. Öz
bilinci ve özgür istenci bu kurumlar tarafından maniple edilir ve denetlenir. Ben’i ile
kurumsal ölçüler arasında gidip gelir, bireyselliğini baskılar, kurumsal onamalardan
geçmiş tercihlere boyun eğer.
Modern kurumlar, bir bütün olarak toplumsal yaşam için bir “kıskaç” görevi
görürler. Katı disiplin ve rasyonaliteye içkin duruşları, doğal olarak birey ve toplum
üzerinde, kişiselliği perdeleyici, yabancılık ethosuna dayalı bir hava yaratıyor, duygusal
ve sosyal yaşamın ölümüne sebebiyet veriyorlar. Birey, kısıtlı, tekil, anonim ve amaçlı
ilişkilerin tarafı haline gelerek, emeğine ve çevresine yabancılaşıyor, sosyal dünyadan
kopuyorlar. Kişilikte yaşanan deformasyon, kimlik krizleri ve bürokratik rasyonalitenin
gündelik yaşama taşınması, sonuçta yabancılaşmanın evrenini genişletmeye yarıyor.
Böylelikle, modern kurumlar, birey ve toplum için artık katı bir sarkaç görevi
görürler. Toplum, daha bir idare edildiğini, denetlendiğini, kamusal göz tarafından
yoklandığını hisseder. Panoptic toplum, artık birey üzerinde nevrotik hatta şizofrenik bir
farkındalık krizi yaratarak, reel hayatı bölünük, parçalı, gözetlenebilir mecrada tutar. Bu
örgütsel karmaşa karşısında birey, çoğu kez “kapana kıstırılmışlık” duyguları yaşar.
Rutinlik, monotonluk, değişiklik arayışı, işe ilişkin tatminsizlikler, ifade sorunları, güven
kaybı vs. hep birden kişinin ruhsal ve sosyal dünyasında bütünlük kaybı, denge yitimi,
psikosomatik reaksiyonlar, sapma ve kaçışçı eğilimlerinin artmasına neden olur.
Kurumsal ağlar karşısında bireyin kendilik yüklü kalma olanakları tümüyle elden
kaçmış mıdır? Belki değil. Ancak, kurumsal baskı, yönlendirme o denli yaygın hale
gelmiştir ki, bu çoğu kez görünmez, soyut bir baskı şeklindedir. Sadece resmi, bürokratik
kurumlar değildir baskı oluşturan; aynı zamanda, kitle enformasyon araçları, moda, spor
endüstrileri, turizm ekonomileri, imaj evleri, eğlence yerleri, kamuoyu, okul vb. çok
yaygın gündelik iktidar kurumları, birey ve toplum üzerinde, yönlendirici, tahakküm
kurucu işlevler görürler. Soyut pek çok aygıt, bireyi kendi haline bırakmamakta, özel
hayat dahi, kurumsal ağların kontrolünde sınırlı/sorumlu şekilde yaşanmaktadır. Pek çok
sosyal bilimci de, bu yüzden, modern toplumu örgüt eklemli tanımlamakta ve bu
çerçevede, “hapishane”, “hastane”, “tımarhane”, “kışla”, “gözetleme kulesi”, “McDonald
restoran” vb. metaforları sıkça kullanmaktadırlar. Yine, örgütsel baskılardan kaynaklanan
345
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
toplumsal patalojileri izah ederken de, “demir kafes” (Weber), “sosyal yaşam dünyasının
kolonizasyonu” (Habermas), “panopticon” (Foucault), “total kurumlar” (Goffman),
“karakter aşınması” (Sennett) vb. kavramlara sıkça başvurmaktadırlar. Tüm bunlar,
gerçekte, bürokratik aklın sınırsız yayılımına ve birey/toplum için oluşturduğu tehditlere
odaklanmaktadır. Bu bağlamda kurumsal baskılar, sadece kurum içindekileri değil, tüm
toplumu ya da yaşam alanlarını da tehdit etmektedir denebilir.
Kaynaklar
ATİKER, Erhan, (1998), Modernizm ve Kitle Toplumu, Ankara: Vadi Yayınları.
BAŞARAN, İ.Ethem, (l991), Örgütsel Davranış, İnsanın Üretim Gücü, Ank: Gül Yayınevi
BAUMAN, Zygmunt, (1997), Özgürlük, Çev. V. Erenus, İstanbul : Sarmal Yayınevi.
BAUMAN, Zygmunt, (2001), Parçalanmış Hayat, Postmodern Ahlak Denemeleri, Çev.
İsmail Türkmen, İst: Ayrıntı Yayınları.
BAUMAN, Zygmunt (l998), Sosyolojik Düşünmek, Çev. A.Yılmaz, İst: Ayrıntı Yayınları.
BELL, Daniel (l976), The Cultural Contradictions of Capitalism, New York: Basic Boks.
BLAU, P.M.-MEYER, M.W, (l971), Bureaucracy in Modern Society, New York: Random
House.
BOKENO, R.Michael, (2003), “The Work of Chris Argyris as Critical organization
practice” Journal of Organization Change Management, Vol. 16 No.6.
BORDA, Juliette, (1999), “Great Expectations”, Fast Company Magazine, Novamber 99,
Iss, 29.
BRÖCKLİNG, Ulrich, (2001), Disiplin Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi, çev.
V.Atayman, İst: Ayrıntı Yay.
DAVİS, Keith, (1988), İşletmelerde İnsan Davranışı Örgütsel Davranış, İst: İ.Ü.İşletme
Fak. Yay.
ERGİL, Doğu, (1980), Siyasal Yabancılaşma Açısından Seçime Katılma, Ank:AÜSBF
Yayını.
FOUCAULT, Michel (2000), Büyük Kapatılma, Çev. Işık Ergüden, Ferda Keskin, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
FOUCAULT, Michels, (1992), Hapishanenin Doğuşu, Çev. M.A. Kılıçbay, Ank: İmge
Yayınları
FOUCAULT, Michels, (1994), Dostluğa Dair- Söyleşiler, Çev. C.Ener, İstanbul: Hil Yay.
FROMM, Erich (1987), İtaatsizlik Üzerine Denemeler, Çev. A. Sayın, İstanbul: Yaprak
Yay.
FROMM, Erich, (1990), Umut Devrimi, Çev. Ş.Yeğin, İstanbul: Payel Yayınları.
FROMM, Erich, (1993), Sahip Olmak ya da Olmak, Çev. Aydın Arıtan, İst: Arıtan
346
Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu
Yayınları.
FROMM, Erich, (l982), Sağlıklı Toplum, Çev. Y.Salman-Z.Tanrısay, İst: Payel Yayınları.
GANDY, Oscar H., (l989), “The Surveillence Society: Information Technology and
Bureaucratic Social Control”, Journal of Communication, 39 (3) Summer.
GEMMİLL, G.-OAKLEY, J., (1992), “Leadership: An Alienating Social Myth?” Human
Relations, Vol: 45, No:2.
GENÇTAN, Engin, (l992), Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul: Remzi Kitabevi, İstanbul.
GIDDENS, Anthony (2000), Sosyoloji, Ank: Ayraç Yayınları
GOFFMAN, Erving, (l961), Asylums: Essays on the Social Situation of Mental Patients
and Other Inmates, Garden City : Doubleday Anchor.
HABERMAS, Jürgen, (l984), The Theory of Communicative Action II, Boston: Beacon
Pres.
HORNEY, Karen, (l994), Çağımızın Nevrotik Kişiliği, (Çev. S. Budak), Ankara.
KANUNGO, R.N., “Alienation And Empowerment: Some Ethical Imperatives İn
Business”, Journal Of Business Ethics, Vol:11, No:5-6, 1992.
KESKİN, Ferda, (2003), “Bilginin Arkeologu Michel Foucault”, Kadife Karanlık. 21.
Yüzyıl İletişim Çağını Aydınlatan Kuramcılar, (Ed. N. Rigel vd.) İstanbul: Su Yayınları.
LASCH, Christopher, (l979), The Culture of Narcissism. American Life In the Age of
Diminishing Expectations, New York: Warner Boks.
LOO, Hans Van Der - REİJEN, Williem Van, (2003), Modernleşmenin Paradoksları, Çev.
K. Canatan, İst: İnsan Yay.
LYON, David (1997), Elektronik Göz-Gözetim Toplumunun Yükselişi, İstanbul: Sarmal
Yay.
MARCUSE, Herbert, (1997), Tek Boyutlu İnsan, Çeviren: Aziz Yardımlı, Istanbul : Idea
Yay.
MARSHALL, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Ank: Bilim ve Sanat Yay.
MERTON, Robert K., (1957), Social Theory and Social Structure, Glencoe, IL: Free Pres.
MESTROVIC, Stjepan G., (1999), Duyguötesi Toplum, Çev. A.Yılmaz, İst. : Ayrıntı Yay.
MILLS, Charles Wright, (l953), White Collar, New York: Oxford University Pres.
ÖZKÖK, Ertuğrul, (l985), İletişim Kuramları Açısından Kitlelerin Çözülüşü, Ank: Tan
Yay.
POLOMA, M. (1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. H. Erbaş, Ank: Gündoğan
Yayınları.
RIESMAN, David, (1961), The Lonely Crowd, New Haven: Yale University Pres.
347
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
RITZER, George, (1998), Toplumun McDonaldlaştırılması, İstanbul: Ayrıntı Yay.
RİTZER, George, (2000), Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Çev. Ş.S.Kaya, İst:
Ayrıntı Yayınları
SENNETT, Richard, (2002), Karakter Aşınması, (Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik
Üzerindeki Etkileri), Çev.B.Yıldırım, İst: Ayrıntı Yayınları.
SUGUR, Serap, (2000), “Bir Yasal-Ussal Örgütlenme Biçimi Olarak Bürokrasi”, Anadolu
Üni. Edebiyat Fak. Dergisi, Cilt 1 Sayı 2.
TEBER, Serol, (l990), Politik Psikoloji Notları, İst: Ara Yayıncılık.
TOLAN, Barlas, (1981), Çağdaş Toplumun Bunalımı Anomi ve Yabancılaşma, Ankara:
İktisadi İdari Bilimler Akademisi Yayınları.
TOLAN, Barlas, (l991), Toplum Bilimlerine Giriş, Ankara: Adım Yayıncılık.
VALERIE, J.S – CARRY, L.C., (1990), Understranding Stres a Psychological Perspective
For Health Professionals, Chapman and Hall .
WALLACE, Ruth A.- WOLF, Alison, (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. L.ElbruzM.R.Ayas, İzmir: Punto Yayıncılık.
WEBER, Max, (l993), Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla, İst: Hürriyet Vakfı Yayınları.
WHYTE, William, (1956/2004), “The Organization Man, A Generation of Bureaucrats”
(1956)http://www-personal.umd.umich.edu/~ppennock/doc-OrgMan.htm, 04.06.2004.
WHYTE, William, (l972), The Organization Man, New York: Simon & Schuster
ZANDEN, James W.Vander, (1993), Sociology The Core, (Third Edition), New York:
McGraav-Hill, Inc.
ZIJDERVELD, Anton, (1985), Soyut Toplum, Çev.C.Cerit, İstanbul: Pınar Yayınları.
348
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 349-377, ELAZIĞ-2005
KRİMİNOLOJİDE YENİ YÖNELİMLER: BÜTÜNLEŞİK
(INTEGRATED) SUÇ KURAMLARI-I
New Directions in Criminology: Integrated Crime Theories
Zahir KIZMAZ
Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Elazığ.
[email protected]
ÖZET
Kriminolojide suç ve suçluluğun anlaşılmasına yönelik olarak geliştirilen kuramların sayısı
oldukça fazladır. Geleneksel suç kuramları olarak adlandırılan bu teorilerin ortak bir özelliği, suç
olgusunu çok sınırlı faktörler ekseninde çözümlemiş olmalarıdır. Bu nedenle, bu kuramları suçun
genel açıklama modelleri olarak görmek mümkün değildir. Belki bu kuramlar için, “parçalı suç
kuramları” tanımını kullanmak daha tutarlı olacaktır. Günümüzde suç olgusunun sadece bu
“parçalı kuramlar” vasıtasıyla açıklanma çabası yetersiz kalmaktadır. Bu çerçevede son
dönemlerde suç ve suçluluğun nedensel kaynaklarını tespit etme ve suçu kontrol etmeye yönelik
olarak yeni yaklaşımların/modellerin geliştirildiği dikkat çekmektedir. Bu çalışmada, gelişmiş batı
ülkelerinde suçu açıklamaya yönelik olarak formüle edilen ve kriminolojide yeni yaklaşımlar/yeni
yönelimler olarak nitelendirilebilen bütünleşik (integrated) suç kuramları üzerinde durulacak ve bu
kuramların suçu açıklama potansiyelleri tartışılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Bütünleşik suç kuramları, Elliott’un bütünleşik suç kuramı, yeniden
bütünleştirici ayıplama teorisi, suç ve bağlamı kuramı, suçun genel bir teorisi, yaşam seyri teorisi.
ABSTRACT
There are many theories available having been developed to help understanding of crime
and criminality in criminology. A common feature of these theories called traditional crime
theories is to analyzed the crime phenomena on limited axisses of the factors. For that reason, it is
not possible to see these kinds of theories as the comprehensive models of crime. For these kinds
of theories it might be a wise act to use the expression of fragmentated crime theories. But
curently, it is not sufficient to explain this crime theory with only the word “fragmentated
theories”. In this frame it is attracted attention that new approaches have been developed lately to
solve to control this importmant matter to determine the causal sources of the crime and
criminality. In this study the integrated crime theories which are called as the new approaches in
criminology and formulated to explain the crime in the developed western countries will be tried
to deal with and the explanation potential of these theories are going to be discussed.
Key Words: Integrated crime theories, Elliott’s ıntegrative theory, reintegrative shaming
theory, crime and social contex, general theory of crime, life – course theory.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1. GİRİŞ
Suç araştırmaları, günümüzde özellikle sosyal bilimler içersinde önemli bir yeri
işgal etmektedir. Tüm ülkelerde suç ve suçluluk olgusu üzerine odaklaşan araştırmaların
sayısında sürekli bir artış gözlemlenmektedir. Bu alandaki görgül/ampirik araştırmaların
sayısında gözle görülür bir artışın kaydedilmesine koşut olarak aynı şekilde, kuramsal
alanda da teori inşa etme çabalarının son hızla devam ettiği dikkat çekmektedir. Suç
araştırmalarında son dönemde geliştirilen yeni kuramsal çalışmalar, büyük ölçüde birden
fazla kuramın veya disiplinin bir araya getirilmesi ile oluşturulan ve bütünleşik
(ıntegrated) kuramlar olarak adlandırılan modellerdir. Bu yeni suç modellerini, önceki
veya geleneksel suç teorileri olarak nitelendirilebilen kuramlardan ayıran en temel
özellik, suç olgusunu çok sayıda faktör ve disiplin bağlamında çözümlemeleridir.
Ancak, bu yeni suç modellerini de bekleyen önemli bir güçlük vardır: Çok sayıda
suç türlerinin ve suçlu profillerinin bir kuramsal çatı altında nasıl açıklanabileceği sorunu.
Çok sayıda suç türünün (cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet, uyuşturucu suçları,
tecavüz, gasp v.b) tek veya sınırlı etmenler düzeyinde ele alınmasının, suçluluğun
bütüncül bir tanımını imkansız kıldığı gibi gerçekçi ve doğru bir açıklamasını da
güçleştirmektedir. Bunun yanı sıra, suçlular da kendi aralarında hem suç işleme nedenleri
ve potansiyelleri hem de sahip oldukları genel profilleri açısından da önemli derecede
farklılaşmaktadırlar. Bu gerçek, suç olgusunun kuramsal düzeyde bütüncül bir inşasının
ne denli güç bir uğraş olduğunun da açık bir göstergesini oluşturmaktadır. Diğer bir
deyişle, bireyleri suçlu kılan süreçler ve unsurlar tümüyle birbiriyle bir benzeşim içinde
olmadığı için farklı deneyimlerin, nedenselliklerin, eğilimlerin sınırlı ve belirlenmiş
unsurlar ekseninde analizi, ciddi düzeyde bir kuramsal yetersizliği ve zafiyeti de içinde
barındırmak zorunda kalacaktır. Bu çerçevede Braithwaite’ın da belirttiği gibi (Williams
III ve McShane,1999:272) suçlular arasındaki bireysel farklılıklar, genel bir suç teorisinin
oluşturulmasını imkansız kılacak kadar fazladır.
Yeni teori inşa etme çabalarında, yaklaşık olarak, 1980’li yılların ortalarından
itibaren bir yoğunluk gözlemlenmektedir. Bu alanda, adeta bir “teori patlama”sının
yaşandığını söylemek mümkündür. Ortaya çıkan bu kuramsal ilgi, bazen yeni kuramların
formüle edilmesi, bazen de önceki kuramların günümüze uyarlanacak şekilde revize
edilmesi ile sonuçlanmıştır (Williams III ve McShane,1999:273).
Kriminolojide son dönemlerde geliştirilen yeni suç perspektiflerinden söz etmeye
başlamadan önce, geleneksel olarak nitelendirilen önde gelen suç kuramlarına burada,
çok kısaca değinmek gerekmektedir. Geleneksel suç kuramlarının en belirgin özelliği,
suçun parçalı kuram görüntüsünü sunmaları veya kapsamlı bir suç açıklamasından
350
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
yoksun olmalarıdır. Bu kuramlar, suçun temel belirleyicileri olarak daha çok gerilim veya
stres (Agnew, 1992; Merton, 1968), sosyal bağların zayıflığı (Hirschi, 1969), akran
grubunun etkisi (Akers, 1992; Sutherland 1939) gibi tekil etkenler üzerinde
odaklaşmışlardır (Mazerolle, 200: 188-189). Bu teorilerin suç veya suçlulukla ilintili
olarak temel varsayımlarını özetle şu şekilde belirtmek mümkündür: Klasik suç
yaklaşımı, suçluluğu rasyonel bir tercih edimi (bireyin kendisine acı veren şeylerden
kaçtığı ve zevk veren şeylere de yöneldiği) olarak tanımlayıp cezanın suçtaki caydırıcılık
rolüne daha çok vurgu yapmaktadır (Siegel, 1989:117; Williams III ve McShane ,1999:
21-22). Pozitivit ekol suçun oluşumunu, bireysel özgür irade kavramının aksine, biyolojik
(genetik veya kalıtsal), psikolojik (sinirlilik, akıl rahatsızlığı) ve sosyolojik (alkol ve kitle
iletişimin etkisi ile eğitimsizlik v.b) faktörlerle ilintili olarak determinist bir çerçevede
açıklamaktadır. Rasyonel tercih kuramı suçun, bireysel özelikler (bireyin parasal ihtiyacı,
alt-kültür gruplarının üyesi olma, uyuşturucu kullanma v.b) ile durumsal koşulların
(hedefin kolay ve uygun olması gibi) örtüşmesi sonucunda ortaya çıktığını
varsaymaktadır. Rutin eylemler kuramı ise suç olgusunun, uygun bir hedefin olması,
koruma/güvenlik tedbirlerinin azlığı/yokluğu ve suçlunun motive olması gibi koşulların
bir araya gelmesi ile gerçekleştiğini ileri sürmektedir (Akers, 1999: 27; Miethe ve Meier,
1994: 36; Kennedy ve Forde, 2000: 125). Geriye kalan kuramlar içersinde gerilim kuramı
suç eylemini, meşru fırsatların bloke edilmesi kavramı etrafında tartışırken sosyal kontrol
teorisi de suçluluğu, bireyin toplumsal değer ve kurumlara olan bağlılığının zayıflaması
ile açıklamaktadır. Diğer kuramlardan sosyal öğrenme kuramı ise suçun, kültürel bir
etkilenim çerçevesi içerisinde özellikle de, akran grubu içersinde bir öğrenme faaliyeti
olarak ortaya çıktığını varsaymaktadır. Alt kültür kuramları da, alt sınıfın sahip olduğu
kültürel değerler veya yaşam biçimlerinin suçlulukta merkezi önemine atıfta
bulunmaktadır. Ayrıca sosyal çözülme kuramı da; suçun oluşumunda; kentleşme, göç
veya teknolojik gelişme sürecinde oluşan kriminojen alanlar faktörüne dikkat
çekmektedir. Etiketleme kuramı ise, damgalanmanın suçluluk açısından birey üzerindeki
etkisi sürecine odaklaşmaktadır. Son olarak çatışma kuramlarına genel olarak
bakıldığında da, bu kuramların suç olgusunu; devlet, sınıf, iktidar, kapitalist ve hukuksal
yapı, ceza politikaları ile insan hakları ekseninde çözümledikleri görülmektedir (Adler
v.d, 1995; Beirne ve Meesserschmıdt, 1991; Bonn, 1984; Conklin, 1989; Einstadter ve
Henay, 1995; Hagan, 1985; İçli,1998; Livingstone, 1996; Rock, 1997; Siegel, 1989;
Williams III ve McShane,1999; Bohm,1997, Tierney,1996).
Suç ve suçluluğu açıklamayı hedefleyen yukarıdaki kuramların hemen hemen hiç
biri, suç ve suçluluk olgusunu tüm boyutlarıyla analiz edebilme potansiyeline sahip
351
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
değildir. Bu nedenle bu kuramların, suçluluğun bütünsel bir görünümünü sunmaktan
oldukça uzak kaldıklarını söylemek mümkündür. Geleneksel suç kuramlarının suç ve
suçluluk olgusunu hangi faktörler çerçevesinde ele aldıklarını bu şekilde özetledikten
sonra şimdi de, kriminolojide yeni yönelimler olarak nitelendirilen kuramların, suç ve
suçluluğu nasıl ele aldıkları konusuna bakılacaktır.
2. Kriminolojide Yeni Yönelimler: Bütünleşik (Integrated) Suç Kuramları
Özellikle 1980’li yıllarda yavaş bir biçimde başlayan ve sonraları hızlı bir tempoya
dönüşerek günümüze kadar devam eden teori inşa etme çabaları, çok sayıda yeni kuramın
geliştirilmesi ile sonuçlanmıştır. Williams III ve McShane, kriminolojideki bu kuramsal
yönelimleri 4 grupta ele almaktadırlar.
1-Bütünleşik kuramlar,
2-Sübjektif kuramlar
3-Meta teoriler
4- Postmodern teoriler (Williams III ve McShane,1999:273).
Bu çalışmada, yeni kuramsal perspektifler içerisinden sadece bütünleşik suç
kuramları ele alınacaktır.
Kriminolojideki bu yeni kuramsal gelişmeler içerisinde bütünleşik suç kuramları
ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Özellikle de, günümüzdeki kriminolojik
yönelimlerin/gelişmelerin ağırlık noktasını da büyük ölçüde tümleşik/entegre kuramlar
oluşturmaktadır. Aslında bütünleştirici veya tümleşik kuramlar, suçun kuramsal düzeyde
formüle edilen, tümüyle özgün kuramlar olarak görmek mümkün değildir. Bu kuramlar
daha çok, önceki kuramlar üzerine inşa edilmiş veya birkaç kuramın birleşiminden oluşan
teori niteliğindedir. Diğer bir deyişle tümleşik kuramlar, çok sayıda suç değişkenlerini,
varsayımlarını, kavramlarını veya kuramlarını yeni bir kuramsal çatı altında yeniden
formüle eden teoriler niteliğini taşımaktadır. Bu nedenle, bütünleşik kuramları; suçun
genel okumaları veya modelleri olarak görmek mümkündür. Ancak geliştirilen tümleşik
suç kuramlarının sayısı bir hayli fazladır. Bu kuramların tümünü, bir makalenin sınırları
içersinde ele almak oldukça güçtür. Bu nedenle bu çalışmada; Elliott’un tümleşik kuramı,
yeniden bütünleştirici ayıplama kuramı, suç ve sosyal bağlam kuramı, suçun genel teorisi
ve enformel sosyal denetimin yaş katmanları kuramı ele alınmıştır.
2.1. Elliott’un Tümleşik Suçluluk Kuramı
Elliott ve meslektaşları (1979, 1985) tarafından geliştirilen suçluluk modeli;
gerilim, sosyal kontrol ve sosyal öğrenme kuramlarının bir araya getirilmesi ile
oluşmuştur. Elliott’un suçluluk modeli şekil 1’de gösterilmiştir (Barak, 1998: 194).
352
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
Şekil 1: Elliott’un Tümleşik (Integrated) Suçluluk Teorisi
Gerilim
Yetersiz
Sosyalleş
me
Geleneksel
Bağlılığın
Zayıflığ
Suçluluk
Bağının
Güçlüğü
Suç
Davranışı
Sosyal
Çözülme
Elliott’un suçluluk modeli; suçluluğun temel belirleyicisi konumunda olan üç temel
unsur üzerinde odaklaşmaktadır. Bu unsurlardan ilki, gerilim (strain) olgusudur. Gerilim,
bireylerin geleneksel araçlarla meşru bir hedefi gerçekleştirmede yaşadığı başarısızlığı
veya meşru hedeflerin yine meşru yollarla elde edilmesinin bloke edilme sürecini
tanımlamaktadır. “Gerilim”, aile ve okul gibi geleneksel kurumlarda daha etkili sonuçlar
doğurmaktadır. Diğer ikinci faktör ise, yetersiz sosyalleşme (inadequate socialization)
kavramıdır. Sosyalleşme, bireylerin toplumsal olana uydurulması veya toplumun
gözeneklerinde standartlaştırılmasını ifade eder. Diğer bir deyişle bireyler, sosyalleşme
sayesinde toplumsallıkla örtüşen ve onunla uyumlu norm-al bir birey konumunu kazanır.
Yetersiz sosyalleşme ise, bireyin toplumsalla olan uzlaşımını sorunsallaştırarak, hukuksal
ve normsal uyumluluk durumunu riske eder. Bu nedenle Elliott’un bu bütünleşik
modelinde haklı olarak “yetersiz sosyalleşme” etmeni, suçluğun önemli bir belirleyeni
olarak ele alınmıştır. Son üçüncü faktör ise, sosyal çözülme/düzensizlik (social
disorganization) faktörüdür. Kriminojenik veya sosyal çöküntü alanları olarak
nitelendirilen bölgelerde ikamet etmek veya o bölgelerde yaşamak özellikle gençler
açısından önemli bir risk teşkil etmektedir. Yukarıdaki suçluluk modeline bakıldığında;
anomi, yetersiz sosyalleşme ve sosyal düzensizlik unsurlarının her birinin, bireylerin
toplumsal değerlere veya kurumlara olan geleneksel bağlılığını zayıflatıcı yönde etkide
bulunduğu gözlemlenmektedir. Geleneksel bağlılığın zayıflaması ise, bireyleri sapkın ve
suçlu alt- kültür gruplarıyla yeni güçlü bağlar inşa etmeye yöneltecektir. Sonuç olarak;
bireylerin sapkın alt-kültür gruplarıyla “güçlü bağlılıklar” oluşturmaları ise, onların suça
eğilimli hale gelmelerinde veya suç işlemelerinde dominant bir faktör olarak işlev
görmektedir.
353
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Siegel (1989:208), Elliott’un suç modelini yorumlama çerçevesinde; gerilim
yönündeki algılamalar ve yetersiz sosyalleşme faktörleri ile disorganize bir niteliğe sahip
sosyal alanlarda yaşama gibi unsurların; gençleri geleneksel gruplara, aktivitelere ve
normlara yönelik düşük düzeyde bir bağlılık duymalarına yol açtığını ve bunun da
gençleri suçlu akran grupları ile ilişki kurmaya yönelttiğini belirtmektedir. Siegel, bu
sapkın gruplar içerisinde, bireyin suç işlemesinde etkili olan pozitif pekiştirenlerle yoğun
bir ilişkiyi yaşadığını ve bu nedenle sapkın akran grubunun, bireyin anti sosyal bir
davranış kazanmasında etkili olduğunu dile getirmektedir. Akran gruplarına bağlılık
duyan bireyin, geleneksel grup ve normlara yabancılaşması durumunda, suç eylemine
yönelme olasılığı artmaktadır. Bu kuram, şemasal olarak şu şekilde gösterilebilir (Siegel,
1989:208).
Sosyal olarak Disorganize
Yetersiz Sosyalleşme Algısı
Alanlarda Yaşamak
Gerilim ve Yabancılaşma Algısı
Geleneksel Sosyal Bağlığın Zayıflaması
Sosyal Değerlerin Yadsınması
Sapkın Altkültüre Katılma
Akran Tarafından Kabul Görme
ve Sapkın Değerlerin Pekişmesi
Suç Davranışının Tercih Edilmesi
Şekil 2: Elliott’un Suçluluk Kuramı
Elliott’un tümleşik suç modelinde, aile ve okul kurumu temel iki analiz unsuru
olarak ele alınmıştır. Elliott tarafından geliştirilen bu suçluluk modelinde, aile ve okul
kurumunun merkezi bir yer işgal etmesi, söz konusu bu iki kurumun temel geleneksel
sosyalleştirici kurum olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu kurumlara bağlılığın güçlü
olması, öğrenme sürecinin suç davranışının deneyimlenmesini içermeyecek bir çerçevede
gelişmesini sağlar. Çünkü, aile ve okul kurumlarındaki yerleşik tutumlar, modeller ve
354
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
ödüller; bireyi suç davranışına karşı korumakta ve bireyin toplumsal yapı ile uyuşan bir
biçimde sosyalleşmesini sağlamaktadır. Aynı şekilde, suç işleyen akran gruplarına olan
güçlü bağlılık ve burada gerçekleşen öğrenme biçimi ise, bireylerin suç işlemelerine
önemli ölçüde kaynaklık etmektedir. Kısacası, bireylerin aile ve okul kurumları ile
gerçekleştirdikleri bağlılığın zayıflılığı, onların suçlu akran gruplarına olan bağlılık
düzeyinin artmasına yol açmaktadır. Akran gruplarına olan güçlü bağlılık ise, bireylerin
suç işlemelerinde önemli ölçüde etkili olmaktadır (Akers, 1999; 213). Bu yaklaşımlardan
hareketle, bireylerin suçlu akran gruplarıyla olan güçlü ilişkilerinin, onların aile ve okul
kurumuna yönelik zayıf bağlılıklarından veya sorunlu ilişkilerinden kaynaklanan bir
durum olduğu söylenebilir.
Sosyal kontrol kuramı, toplumda belirli bir düzenin varlığını veri olarak kabul
etmektedir. Söz konusu bu düzen, üzerinde uzlaşılmış değer ve kurumların varlığına
gönderme yaparak, bireylerin bu yapıya güçlü bağlarla bağlı olmalarının onların suç
işleme olasılığını azalttığını veya ortadan kaldırdığını öngörmektedir. Bu çerçevede
kontrol kuramına göre, bireylerin hukuksal düzenle çelişen davranış sergilemeleri aynı
şekilde, mevcut değersel yapılardan da bir sapma anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi
sosyal bağ teorisi de, sosyalleşmenin doğrultusu ve içeriğinin her zaman uzlaşımsal
olduğunu, sapmanın ise sosyalleşmenin başarısızlığı veya zayıflığından kaynaklandığını
ileri sürmektedir (Akers, 1999: 212).
Elliott ve meslektaşlarının geliştirdiği bu kuram bir yönüyle Weis’in sosyal gelişme
kuramı ile de benzeşmektedir. Disorganize bir nitelik sergileyen yerleşim bölgelerinde
yaşamak, kendini mutsuz hissetmek, başarılı olamamak ve ufak tefek suçlar işlemek gibi
olumsuzluklar, bireylerin sosyal değerlere olan bağlılıklarının zayıflamasına yol
açmaktadır. Bu süreçle ilintili olarak bireylerin eğitime olan ilgileri, aile ilişkileri ve
sosyal düzene saygılı olma yönündeki değerleri zayıflamaktadır. Buna koşut olarak da
sapkın tutumlar sergileyen akran grupları tercih edilebilir bir konuma yükselmektedir.
Sonuç olarak, suç tutum ve becerilerini destekleyen bir suçluluk eğilimi güçlü hale
gelmektedir (Siegel, 1989:209).
Elliott ve meslektaşlarının geliştirdikleri bu suçluluk modelinde, çocukların
sosyalleşme biçimi büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü çocuğun sosyalleşme düzeyi,
onun gelecekteki toplumsal bağlılığının bir belirleyeni olarak işlev görecektir. Bu
nedenle, iyi bir biçimde sosyalleşmiş bireyin, geleneksel toplum ve onun kurumlarına
(aile, din, okul v.b) olan bağlılığı da bununla paralel bir biçimde güçlü olacaktır. Bu
modelin diğer ikinci önemli bir varsayımını da, gerilimin sosyal bağlar üzerindeki olası
etkisine yapılan vurgu oluşturmaktadır. Yani gerilim olgusu da, yetersiz sosyalleşme
355
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
faktörü gibi bireyin sosyal değerlere olan bağlılığını zayıflatan bir etkendir. Bireyin
toplumsal bağlılığının zayıflaması, kişide suçluluk eğilimlerini güçlendirir. Aynı şekilde,
bireyin suçlu akran grubuna açık olma düzeyi ne kadar fazla olursa, geleneksel bağlar da
o denli zayıflamakta ve bireyin suç işleme olasılığı o denli artmaktadır. Öte yandan, iyi
düzeyde bir sosyalleşme biçiminin, bireyi suç işlemeye karşı korumakta olduğu
belirtilmektedir (Elliott, v.d., 1999: 275-292; Williams III ve McShane, 1999:275-276).
Elliott ve arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bir araştırmada geliştirdikleri bu entegre
kuramının, araştırma bulguları ile test edilmiş olduğunu belirtmektedirler. Kuramı test
etme bağlamında Elliott ve meslektaşlarının, yaklaşık olarak 1800 genç üzerinde ulusal
ergen surveylerinden yararlanarak 3 yıl süresince çalıştıklarını, birkaç küçük istisnai
durum dışında, formüle ettikleri kuramın doğrulandığını belirtmektedirler (Siegel,
1989:209). Bu model, suç davranışı üzerinde doğrudan etkili olan temel unsurun, suçlu
veya suçlu olmayan akran gruplarına olan bağlılıktan kaynaklandığını ileri sürmektedir.
Diğer bir deyişle; Elliott v.d., akran gruplarının suçluluğunu, suçluluğun gerçek nedeni
olarak ele almaktadırlar (Hirschi ve Gottfredson, 1988:25). Ancak, gerilim faktörü ve
geleneksel bağlılık düzeyinin suçluluk üzerindeki etkisinin doğrudan olmaktan çok,
dolaylı bir ilişki olduğu ileri sürülmektedir. Yani, söz konusu faktörler, bireyi suçlu akran
grubu ile birlikte olmaya sevk etmektedir. Bireyin suç işlemeye başlaması, büyük ölçüde
suç gruplarındaki varlığı ile ilgilidir (Akers, 1999; 213).
Her şeyden önce, bu modelin gerilim, sosyal öğrenme ve sosyal kontrol
kuramlarını tek bir modelde birleştirmesi oldukça önemlidir. Ayrıca Elliott’un suçluluk
modelinin, geleneksel suç kuramlarına kıyasla daha geniş bir çözümleme imkanı sunduğu
da inkar edilemez bir gerçektir. Ancak, bu kuramın suç tanımlaması yine sınırlı düzeyde
kalmaktadır. Bu modelde sadece üç veya dört kurama (gerilim, sosyal kontrol, sosyal
öğrenme ve sosyal çözülme) ilişkin varsayımlar bir araya getirilmiştir. Oysaki, suçun
kaynakları oldukça fazladır. Bu kuramın; özellikle suçun ekonomik, hukuksal ve kültürel
kaynaklarını, suç mağdurunun etkisini, suçu kolaylaştırıcı ortam faktörlerini ve suçun
bireysel özelliklerini (psikolojik, psikiyatrik ve biyolojik) ihmal etmesi, kurama
yöneltilebilecek önemli eleştiriler oluşturmaktadır.
2.2 Braithwaite: Yeniden Bütünleştirici Ayıplama Teorisi
Braithwaite tarafından geliştirilen yeniden bütünleştirici ayıplama kuramı
(reintegrative shaming theory), günümüzde önde gelen suç kuramlarından birini teşkil
etmektedir. Braithwaite geliştirdiği bu modeli “Crime, Shame, and Reintegration” (1989)
adlı çalışmasında ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır. Kuramın veya modelin temel
356
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
varsayımlarının/unsurlarının büyük ölçüde anlatıldığı bu eser, Gibbons (1994) tarafından
genel sosyolojik teorinin yanı sıra, kriminolojide de büyük bir gelişmeyi temsil eden bir
çalışma olarak nitelendirilmektedir. Braithwaite’ın yaptığı çalışmanın merkezi temasını,
“yeniden bütünleştirici ayıplama” kavramı oluşturmaktadır. O, ayıplama kavramının,
suçluluğun engellenmesinde formel kurumsal müeyyidelerden daha etkili olduğunun
özellikle altını çizmektedir. Buna örnek olarak, Japonya ve Çin toplumları ile Avustralya
yerlilerinin yaşam tarzlarını göstermektedir (Zhang,1995:248-249).Yeniden bütünleştirici
ayıplama kuramının popüler olması ile birlikte giderek kriminolojide yaygın bir kabul
gördüğü ifade edilmektedir (Vagg, 1998: 247).
Braithwaite de, Gottfredson ve Hirschi gibi farklı suç türleri arasında -genel bir
açıklama çerçevesinin oluşturulmasını olanaklı kılacak düzeyde- yeterli bir müşterekliğin
olduğu kanaatindedir. Ancak Braithwaite, suçların doğal olarak birbirleriyle bir benzeşim
içinde olduğu düşüncesini reddetmektedir. Bunun yerine, bireylerin etiketlenmeleri
açısından bir benzerlik gösterdiğini ileri sürmektedir. Braithwaite’ın geliştirdiği model
aşağıdaki şekilde de görüldüğü gibi; kontrol teorisi, etiketleme kuramı, alt-kültürel teori,
birleştirici teori, gerilim teorisi ve sosyal öğrenme teorisi gibi suç ve suçluluğun önde
gelen çok sayıda sosyolojik yaklaşımlarının bir araya getirilmesinden oluşmaktadır
(Barlow, 1993: 581, Vagg, 1998:247).
Braithwaite’ın suçluluk modeli, liberal ülkelerde marihuna içmek veya komünist
ülkelerde devlete karşı yasal olarak düzenlenen siyasal suçları kapsamamaktadır. O,
suçluluk modelini daha çok bir insanın veya bir grubun başka bir insan veya grup
tarafından mağdur edilmesini içeren ve saldırgan bir içerimi olan (predatory) suçları
açıklamak için geliştirmiştir (Barlow, 1993: 581).
Barak’a (1998: 203) göre, Braithwaite tarafından geliştirilen bu model, bireylerin
mağdurlaşma olgusunu da içerecek şekilde suçların hem tümleşik (integrated) hem de
genel bir teorisi (general theory of crime) görünümünü veren oldukça ilginç açıklama
modellerinden birini teşkil etmektedir. Ayrıca Barak, Braithwaite’ın kriminolojik
alandaki temel katkısının; etiketleme, alt-kültür, kontrol, fırsat ve öğrenme gibi çok
sayıda kuramsal düzeydeki (önermesel ve kavramsal değil) teorilerden oluşan yeni bir
bütünleşik model geliştirmiş olmasını göstermektedir. Braithwaite’nin suçluluk modeli şu
şekilde şemalaştırılmıştır (Braithwaite,1989:99).
357
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Yaş
15-25
Cinsiyet Evlenmemiş İşsiz Düşük Eğitimsel
Erkek
ve Mesleksel İstek
-
-
-
-
Şehirleşme Yerleşmeler Arası
Hareketlilik
-“
-
-
+
Karşılıklı Bağımlılık
(Ebeveynlere, okula, komşulara
ve işverene bağlılık gibi)
+
Cemaatçilik
(Toplumculuk)
+
+
+
-
Nüfusun önemli bir
kısmı için meşru
fırsatların sistematik
olarak bloke edilmesi
+
Kriminal alt-kültürün
oluşumu
+
Ayıplama
+
+
Meşru
fırsatlara
verme
+
Kriminal alt-kültüre iştirak
+
Düşük Suç Oranları
Yüksek Suç Oranları
olmayan
kendini
+
+
+
Yukarıdaki şemaya bakıldığında; 15-25 yaş grubunda olmak, erkek, evlenmemiş,
işsiz ve düşük eğitim düzeyine sahip olmak gibi bireysel faktörlerin, suç işleme risk
grubunu oluşturduğu görülmektedir. Çünkü, bu faktörler bireyin; ebeveyn (aile), okul,
komşular ve iş- verenle olan ilişki biçimini negatif yönde etkileyen unsurlardır. Bir
anlamda söz konusu bireysel özellikler (yaş, cinsiyet, işsizlik v.b), bireyin toplumsal
kurum ve değerlere olan bağlılığını olumsuz yönde etkileyebilen faktörlerdir (sosyal
kontrol teorisi). Bu suçluluk modeline göre; toplumsal bağlılıkları zayıf olan bireyleri iki
süreç beklemektedir: Öncelikle, bireylerin yeniden bütünleştirici ayıplama ile düşük suç
oranının
gerçekleşmesini
sağlayan
süreçtir.
İkincisi
ise,
ayıplamanın
etiketlemeye/damgalamaya yol açtığı (etiketleme kuramı) ve bunun da bireyi suç altkültürüne yönelten veya katılımını sağlayan (alt-kültür kuramı) süreçtir. Bu da yüksek suç
işleme oranı ile sonuçlanmaktadır. Aynı şekilde, bu modelde şehirleşme ve yerleşmeler
358
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
arası hareketlilik unsurları da toplumculuğu/cemaatçı yapıyı (communitarianism) çözen
veya negatif etkide bulunan faktörler olarak gözükmektedir. Bu modelin ortaya koyduğu
başka bir husus ta, etiketlemenin cemaat yapılı toplumlar üzerindeki negatif etkisini
göstermiş olmasıdır. Ayrıca, Braithwaite’nin suçluluk modelinin; meşru fırsatların bloke
edilmiş olmasının (gerilim kuramı), kriminal alt-kültürün oluşması üzerindeki pozitif
etkisini göstermiş olması da önemlidir.
Bu teorinin en temel ayırt edici özelliklerinden biri, ayıplama sürecinin suçun
oluşumundaki etkisine dikkat çekmiş olmasıdır. Braithwaite, bireyler ve gruplar arasında
gerçekleşen oransal suç farklılığını, yukarıdaki şemadan da anlaşılacağı gibi doğrudan
ayıplama veya damgalama (stigmatization) süreci ile ilintili olarak ele almaktadır. Diğer
bir deyişle bu kurama göre; toplumlarda gerçekleşen yüksek suç oranları stigmatize edici
ayıplamadan kaynaklanmaktadır. Etiketlenmenin yol açtığı “ayıplama”, bireyin toplumla
olan bağlılığını çözücü veya toplumsal bütünlükten yoksunlaştırıcı (disıntegrative) bir
yönde etki etmesi, bireyleri daha çok kural ihlal etmeye eğilimli kılmakta veya suç altkültürüne katılmalarına yol açmaktadır.
Braithwaite, sapkın duyguları deneyimleyen bireylerin gerçekleştirdikleri suç ve
suç türü davranışlarından dolayı toplumsal olarak ayıplanmalarına ve dışlanmalarına yol
açan etiketlenme biçimi ile tatlı veya yumuşak bir azarlama ve aşağılama eyleminin
seromonisinin (degradation ceremonies) ardından topluma yeniden kabul edilerek, bireyin
toplumsal bağlılığının devam ettirilmesinin sağlandığı yeniden bütünleştirici ayıplama
arasında bir ayırıma gitmektedir. Bir anlamda, Braithwaite ayıplamanın hem çözücü
(disintegrative) hem de yeniden bütünleştirici (reintegrative) şeklinde iki biçiminin
olduğunu belirtmektedir. Bütünleştirici ayıplama, toplumdan dışlanmış veya atılmış
bireylerin yeniden topluma katılmalarını sağlamaktadır. Bunlar cezalarını çektikten sonra,
topluma yeniden kazandırılır ve toplumsal değerlere olan bağlılıklarının devam
ettirilmeleri sağlanılır. Bütünleştirici olmayan (disintegrative) ayıplama biçimi ise,
gelişmiş batı ülkelerinde de gözlemlendiği gibi bireylerin etiketlenmeleri, onların
toplumdan dışlanmaları ile sonuçlanmaktadır. Bu durum da, dışlanan bireylerin toplumsal
değerlere olan bağlılıklarının önemli ölçüde son bulmasına yol açmaktadır. Bu şekliyle
yeni bir “dışlanmış sınıf” (class of outcast) ortaya çıkmaktadır. Yeniden bütünleştirici
ayıplama stratejisi; suçlamayı bireyden çok, kötü davranış üzerinde odaklaştırmaktadır.
Bu nedenle, bireyin cezasını çekmesinden sonra topluma yeniden kabul edilmesi
sağlanarak, tekrar suç işlemesi engellenmiş olmaktadır. Modern batı toplumlarında ise,
birey stigmatize edilerek toplumdan izolasyonu gerçekleştirilmektedir. Bireyin bu şekilde
etiketlenmesi ise, onun yeniden suç işleme olasılığını arttırmaktadır (McLaughlin ve
359
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Muncie, 2001:262-263; Lilly v.d.,1995:123-124; Barak, 1998:203, Hay, 2001:133;
Williams III ve McShane,1999: 277).
Braithwaite’nın teorisi, cezaya ilişkin özelliklerden ve sosyal koşullardan da söz
etmektedir. Çünkü bu iki unsur, bireylerin topluma yeniden kabul edilip edilmemesinde
belirleyici düzeyde etkili olmaktadır. Bir anlamda bu unsurlar, ayıplama olgusunun hangi
yönde (bütünleştirici veya çözücü) gerçekleşeceğini belirlemektedir. Bununla da ilintili
olarak Braithwaite, insanların toplumsal bağlılık düzeylerinin ve ayıplama karşısındaki
etkilenme düzeylerinin farklılık gösterdiğini belirtmektedir. Bu çerçevede Braithwaite,
bazı insanların topluma daha iyi bağlandıklarını ve ayıplama karşısında daha alıngan
olduklarını ileri sürmektedir. Bundan ayrı olarak O, örgütsel bazda da toplumların
farklılık gösterdiğini dile getirmektedir. Örneğin ABD de olduğu gibi bazı toplumlar daha
çok bireyci bir karakter sergilerken, Japonya v.b toplumlarda da daha çok cemaatsel
özellikler öne çıkmaktadır. Bununla ilintili olarak Japonya v.b toplumlarda yeniden
bütünleştirici ayıplama ile bireylerin toplumla bağlılıklarının yeniden sağlanması
gerçekleştirilirken, ABD v.b ülkelerde etiketleyici bir ayıplama süreci ile bireylerin
toplumdan dışlanmaları gerçekleşmiş olmaktadır (Barak, 1998: 203). Çünkü ABD gibi
gelişmiş batı ülkeleri daha çok bireyselleşmiş toplumlar olarak öne çıkarken, Japonya ve
Çin benzeri toplumlar da cemaatçi veya kollektivist yapılarıyla bilinmektedir.
Cemaatçilik veya toplumculuk, bireysel konforu gözeten bireyselciliğin aksine,
yoğun düzeyde karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi, karşılıklı güven ve sorumluluk duygusu
ile toplumsal bağlılığı gözeten bir içerime sahiptir (Barlow, 1993: 583). Braithwaite, bazı
Asya kültürlerinde karşılıklı dayanışma, ailecilik ve toplumculuk unsurlarının var oluşuna
dikkat çekerek, Asya-Amerikalı olanların Afrika-Amerikalı olanlara kıyasla
ebeveynlerinin büyük olasılıkla daha fazla bir “ayıplama” tutumu sergiledikleri görüşünü
ileri sürmektedir (Zhang, 1995: 248 ).
Braithwaite’a göre, hem tarihsel ve hem de kültürler arası bağlamda suç, güçlü aile
ve toplumculuk duygusunun olduğu toplumlarda en iyi kontrol edilebilir (Braithwaite,
1989:5-9). Özellikle suç ve sapkın eylemler üzerinde enformel kontrol unsurlarının,
formel unsurlara kıyasla daha fazla caydırıcı olduğuna dikkat çeken Braithwate,
caydırıcılıkla ilgili yapılan araştırmaların, cezanın kesinliği ile suç arasındaki mantıklı
ilişkiyi ortaya koymasına karşın, bulgusal olarak bu ilişkinin çok az desteklendiğini
belirtmektedir. Yani ona göre, aile üyeleri, akrabalar, arkadaşlar veya birlikte olunan
gruplar tarafından empoze edilen müeyyideler ve geleneksel denetim unsurları, uzaktan
gerçekleştirilen yasal otoriteye oranla suçlulukta daha caydırıcıdır. Çünkü, yakın aile
üyelerinin gözetledikleri itibar olgusu, kriminal adalet sisteminin yaptırımından daha
360
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
etkili veya önemlidir (Braithwaite, 1989:69).
Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramına ilişkin bu açıklamalardan sonra kuram
ile ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmak gerekmektedir: Barlow, her şeyden önce
Braithwaite’in suçluluk modelinin, kriminoloji disiplinine önemli katkılar sağladığı
görüşündedir. Ona göre, Braithwaite’nin kriminolojik alana olan katkısı, daha önceden
geliştirilmiş ve birbirleriyle rekabet halinde olan geleneksel suç kuramlarını tek bir
modelde bir araya getirmesi ile sınırlı değildir. Bu suçluluk modelinin sosyo-psikolojik
özellikler ve ayıplama kuramına ilişkin değişkenleri de içermesi, önemli bir yenilik olarak
görülmelidir. Ayrıca, onun kuramı üst düzeyde işlenen mesleksel suçu da analiz edebilen
ender kuramlardan biridir. Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramının diğer kayda değer
bir başarısı da, hem bireysel hem de toplumsal düzeydeki analizlere uygulanabilirliğidir.
Bundan ayrı olarak bu modelin, suçluluğun arka planına (background) ve ön aşamasına
(foreground) ilişkin faktörleri birleştirmesi de önemlidir (Barlow, 1993: 583).
Hiç kuşkusuz, Braithwaite’ının geliştirdiği bu kuram, hem suçun nedenlerini
açıklayabilen hem de suçun engellenmesi veya kontrol edilmesine yönelik yaklaşımları
içeren bir kuram niteliğini taşımaktadır. Ayrıca onun teorisi, suç eylemine veya
sapkın/suçlu bireye karşı toplumsal tepkinin doğurduğu sonuçları formüle eden bir
özelliğe sahiptir. Toplumsal reaksiyonların önemini vurgulamaktadır. Bu çerçevede söz
konusu model bireyin, toplumsal etiketlemeye bağlı olarak suça gösterdiği reaksiyonu
(ikincil sapma) formüle etme biçimi oldukça abartılı veya aşırı bir görünüm sunmaktadır.
Burada, suçun ortaya çıkmasının nedenleri, yani birincil sapma ile ilgili unsurlar daha az
vurgulanmıştır. Yine de, onun kuramının asıl güçlüğü; suç, ayıplama ve yeniden
bütünleştirme unsurlarını karşılıklı bir nedensellik ilişkisi içersinde sunmuş olmasıdır
(Barak, 1998: 203).
Braithwaite’ının kuramının en belirgin özelliğinden biri de, yüksek düzeyde
bireyselleşmiş toplumlardaki kriminal adalet politikasının içerimlerine yönelik
yaklaşımıdır. Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramına göre, aile, arkadaş ve komşu v.b
enformel bağlamlarda, ayıplama daha etkili bir biçimde işlemektedir ve bu grup veya
toplumlarda yeniden bütünleştirici ayıplama, bir adalet politikası olarak suçun
engellenmesinde veya oransal olarak düşük bir suçluluğun gerçekleşmesinde önemli bir
katkı sağlamaktadır (Barlow,1993: 584).
Braithwaite’nin suçluluk modeli, aslında önemli ölçüde kontrol teorisi ve
etiketleme kuramının yaklaşımlarını içermektedir. Çünkü, “ayıplama” olgusu, önemli bir
sosyalleştirici ve denetimleyici öğe olarak ele alındığında kontrol kuramını
anımsatmakta; bireyin damgalanmasının ve toplumdan dışlanmasının bir aracı olarak da
361
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
değerlendirildiğinde etiketleme kuramının varsayımlarını içermiş olmaktadır. Daha
önceden de belirtildiği gibi, Braithwaite “ayıplama” kavramını, hem bireyin toplumdan
dışlanmasını tanımlayan, hem de bireyin toplumla yeniden bütünleştirmesini sağlayan iki
yönelimli bir çerçevede ele almaktadır. Bu yaklaşım, kuramın
özgün yönünü
oluşturmaktadır. Kısacası, Braithwaite tarafından geliştirilen bu kurama göre, suçlu
davranışının engellenmesinde/caydırılmasında veya bireyin yeniden suç işlemesinde
“ayıplama” kavramı önemli bir unsur olarak işlev görmektedir
Kuramın özellikle bireylerin suçlu alt-kültüre yönelmelerini, toplumdaki etiketleme
biçimi ile açıklamaya çalışması da, kayda değer bir yaklaşımdır. Bu çerçevede yeniden
bütünleştirici bir ayıplama stratejisi ile suçlunun alt-kültüre olan yönelimi engellenebilir.
Ayrıca bu modelin, suçluluğu tek yönelimli bir açıklama çerçevesi dışında ve karşılıklı
bir ilişkiler ağı içersinde yorumlaması da oldukça önemlidir. Bunun yanında, yeniden
bütünleştirici ayıplama modelinin çok sayıda sosyolojik kuramı içermiş olması da,
kuramın diğer kuramlara kıyasla onu üstün kılan bir özellik olmaktadır. Çünkü, çok
sayıda sosyolojik teoriyi çatısı altında birleştirmesi, söz konusu modelin suç ve
suçluluğun daha çok değişken etrafında çözümlemesi anlamına gelmektedir.
Bu kuramın merkezi temasını, ayıplama ve damgalama kavramlarının oluşturması,
damgalanan tüm bireylerin suça sürüklendikleri anlamına gelmemektedir. Burada hem
toplumsal yapı ve hem de bireysel özellikler öne çıkmaktadır. Bu da, kuramın determinist
bir nitelik kazanmasını engellemektedir. Ancak bu modelde, ayıplamanın suçluluktaki
caydırıcılık vurgusu, büyük ölçüde
suçun işlenmesinden sonraki süreçte daha
yoğunlaşmış gözükmektedir. Yani, suçun meydana gelmesini engelleyen bir unsur olarak
değil de, sapkın tutum sergileyen bireylerin yeniden suç işlemelerinin engellenmesi
(toplumla bütünleşmesinin sağlanması) ve yeniden suç işlemelerini tanımlayan
(dışlanma) bir anlamda ele alınmıştır. Oysaki, toplumumuzda gözlemlendiği gibi bazı
toplumlarda, suç işlemenin yaratacağı “ayıp” olgusu, bireylerin suç işleme eğilimlerini
büyük ölçüde engellemektedir. Çünkü, suç işleme durumunda; akraba, arkadaş ve yakın
çevreye karşı duyulacak bir mahcubiyet veya ayıp duygusu, bireyi suç işlemeye karşı
önemli ölçüde dizginlemektedir. Burada suçun engellenmesinde yasal otoriteden çok,
enformel bir yaptırımının çekincelerinin daha belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır.
2.3. Miethe ve Meier: Suç ve Onun Sosyal Bağlamı Kuramı
Kriminolojide son dönemlerde formüle edilen ve bütünleşik kuramlar içerisinde
önemli bir konuma sahip olan teorilerden biri de, Miethe ve Meier tarafından geliştirilen
“Suçluların, Mağdurların ve Durumların Tümleşik Bir Teorisine Doğru” adını taşıyan”
362
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
(Toward an Integrated Theory of Offenders, Victims, and Situations) kuramdır. Miethe ve
Meier “Suç ve Onun sosyal Bağlamı” (crime and social context) adlı eserlerinde, bu
kuramı ayrıntılı bir biçimde açıklamaktadırlar.
Bu suçluluk modeli, suçun genel bir görünümünü formüle ettiği izlenimini
vermektedir. Bu modelin teorisyenleri, suç olgusunun meydana gelmesinde üç temel
bileşene dikkat çekmektedirler. Suçlu, mağdur ve bağlam (Miethe ve Meier, 1994:59).
Miethe ve Meier, rasyonel tercih kuramından motive olmuş suçlu (motivated offender),
rutin eylemler perspektifinden mağdurlaşma (victimazition) ve ekolojik kuramdan da
sosyal bağlam (social context) kavramlarını biraya getirerek bütüncül bir suçluluk modeli
geliştirmişlerdir (Williams III ve McShane,1999: 279). Onlar, kuramı şu şekilde
şemalaştırmışlardır (Miethe ve Meier, 1994:65).
Suçlu Motivasyonun
Kaynakları
1.Ekonomik Olumsuzluklar
2. Zayıf Sosyal Bağlar
3. Suçu Olumlayan Değerler
4.Psikolojik/Biyolojik Özellikler
5. Genelleşmiş İhtiyaçlar
Kriminal Fırsatı Yaratan
Mağdurun Özellikleri
1.Eğilimli olma
2.Muhafazasız olma
3. Çekicilik
4. Koruma
Sosyal Bağlam
1.Fiziksel Konum
Fiziksel Mekan
Karanlık
Tempo,Adım,Ritim
Tarih
2. Kişilerarası İlişkiler
3.Davranışsal Ortam
Evde
Okulda
İşte
Boş Zamanlarda
Kriminal Olaylar
Adam Öldürme
Irza Tecavüz
Gasp
Soygun
Hırsızlık
Oto Hırsızlığı
Hırsızlık
Şekil 4: Miethe ve Meirer’in Suçu Açıklama Modeli
Yukarıdaki şekilde de açıkça görüldüğü gibi, güdülenmiş suçlu (motivated
offender), kriminal fırsatlar ve suç mağdurunun özellikleri tek bir suç modeli altında bir
araya getirilmiştir. Suç ve suçluluğun bütüncül bir açıklaması, bu üç temel faktörün
ayrıntılı bir biçimde analizini gerekli kılmaktadır. Miethe ve Meier (1994:172), suçun
hem nedenlerini (etolojisi) hem de epidemiyolojisini açıklamayı hedefleyen genel bir suç
363
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
kuramının, suçlu motivasyonu ve kriminal fırsatların varlığı (suçu kolaylaştırıcı
unsurların) gibi iki temel birleşeni içermesi gerektiğini belirtmektedirler.
Miethe ve Meier’ın dışındaki suç kuramcıları genelde “suçlu”, “mağdur” ve “suçun
sosyal bağlamı” kavramlarının her birini ayrı ayrı olarak farklı kuramlar altında
irdelemeye çalışmışlardır. Bu modelde ise; suçlular (criminals), mağdurlar (victims) ve
durum (situations) faktörleri tek bir model çatısı altında birleştirilmiştir.
Bu suçluluk modelinde suçlu motivasyonunun temel faktörleri olarak; düşük
ekonomik statüler veya ekonomik olumsuzluklar, etnik heterojenlik, nüfus hareketlilikleri
ve aile yapıları gibi unsurlar gösterilmiştir. Williams III ve McShane(1999: 279) de bu
faktörlerin, bireylerin geleneksel değerlere olan bağımlılıklarını veya geleneksel kontrol
unsurlarının etkinliğini ve bununla ilintili olarak bireyin başarılı olma süreçlerini olumsuz
etkilediğini belirtmektedirler. Böylelikle bu modelde suçluluk, büyük ölçüde sosyal
kontrol ve kriminal fırsat olgusuyla da ilintili olarak gözükmektedir.
Sosyal bağlam ise bu modelde, sosyal ve fiziksel yönelimleri olan bir mikroçevreyi tanımlamaktadır. Bir anlamda, sosyal bağlam kavramı ile suçun işlenmesini
kolaylaştıran veya bir suçluluk fırsatı yaratan koşul ve süreçler anlatılmak istenmektedir.
Suçların bazı yerleşim yerlerine oranla belirli bölgelerde daha çok yoğunlaşması, suç
analizinde sosyal bağlamın önemini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede suç oranları ve
bireysel olarak mağdurlaşma riskleri toplumsal bağlamlara göre önemli biçimde
değişkenlik arz etmektedir. Aynı şekilde bu suçluluk modelinde, mağdur kavramının veya
suç için seçilen hedeflerin suçu kolaylaştırıcı veya güçleştirici tarzda belirli özelliklere
sahip olduğu ve bu nedenle suç çözümlemelerinde bu unsurların oldukça önemli katkılar
ortaya koyduğu tartışma götürmemektedir. Sosyal bağlam kavramı ile ilintili olarak
burada suçun işlendiği ortamın özelikleri ve suçun işlendiği zaman dilimi de önem
kazanmaktadır. Miethe ve Meier (1994:3) özellikle büyük nüfus hareketliliğinin,
heterojenliğin ve düşük ekonomik statülerin olduğu coğrafik alan veya mekanlarda suç
mağduru olma riskinin veya oranının daha yüksek olduğunu belirtmektedirler. Ayrıca
mağdurun; çekiciliği, yetersiz güvenliğe sahip olması ve mağdur olmaya eğilimli olması
gibi özellikler de, suçun oluşumunda mağdurun katkısını göstermektedir. Kısacı Miethe
ve Meier’in geliştirdikleri tümleşik suçluluk modeli; suçlu (offender), mağdur (victim) ve
bağlam (context) unsurlarının analizinden oluşmaktadır.
Miethe ve Meier bu görüşlerden ayrı olarak; suçun temelinde iki önemli karar
sürecinin bulunduğuna dikkat çekmektedirler. 1. Suç işlemeye karar vermek 2. Bu eylem
için bir kaynak ve hedef seçmek. Bu koşullar altında; yoksullaşan, anomik bir duruma
maruz kalan, toplumsal bağlılık düzeyi zayıflayan veya düşük bir benliğe sahip olan ve
364
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
suç tanımlamalarına fazlasıyla açık olan bireyler suça daha çok eğilimli hale
gelmektedirler. Ancak bu motivasyonların bireyin suç işlemesinde etkili olup olmaması,
suç hedefinin cazip/çekici, girilebilir/ulaşılabilir ve güvenlik açısından yetersiz olması
koşuluna bağlıdır. Aynı şekilde her hangi bir bireyin, suç eyleminin hedefi olarak
seçilmesi de suç mağdurunun sahip olduğu bazı özellikleri ile veya suçun fırsat yapısı ile
ilişkilidir. Özetle, bireyin belirli düzeyde bir suçluluk yönünde uyarılması veya motive
olmasının, uygun bir hedef veya fırsatın varlığı (belirli bir zaman ve mekanda cazip
kriminal fırsatların) yönündeki algılamayla birleşmesi durumunda, suç olayının meydana
gelmesi için gerekli olan koşullar sağlanmış olmaktadır (Miethe ve Meier, 1994:171).
Yukarıdaki paragrafta da belirtildiği gibi Miethe ve Meier’e göre, suçun
etolojisinde suç işleme ile hedef seçimi iki farklı süreç olarak gerçekleşmektedir. Suç
işlemede hedef seçimi rasyonel-tercih gibi unsurlara dayanırken, suçu işleme,
deterministik bileşenlere dayanmaktadır (Barak, 1998:209). Onlara göre, yeterli düzeyde
bir suç teorisi, güdülenmiş suçlu (motivated offenders) ve potansiyel suç hedeflerinin
(potantial crime targets) zaman ve mekandaki yöndeşmeyi hesaba katması gerekmektedir.
Bu perspektiften bakıldığında, suç kontrolü ya kriminal niyetleri besleyen sosyal
koşulların elimine edilmesi yada suçların meydana gelmesini sağlayan fırsatların ve
“yüksek risk” durumlarının varlığının azaltılması ile sağlanır (Miethe ve Meier,
1994:179).
Onların geliştirdikleri modelin bir özelliği de, suçlu motivasyonu, mağdur
özellikleri ve sosyal bağlam ilişkisi istenilen düzeyde olmadığı zaman bile kriminal
olayların meydan gelmesine izin veren yapısıdır. Örneğin, insanın gereksinim duyduğu
bazı temel ihtiyaçların karşılanması gibi insan davranışları ve güçlü suçlu motivasyonu
(açlık, akran baskısı, kızgınlık v.b), rasyonel hedefin varlığına ihtiyaç duymayabilir. Tam
tersine, çekici, girilebilir ve korunmayan suç hedefleri hatta suçlu motivasyonu olmadığı
hallerde bile, bu durum kaçırılmayacak bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Sosyal bağlam
ise, suçun meydana geldiği koşulları belirler. Aynı şekilde sosyal bağlam, suçlu
motivasyonunun özelliklerinin ve hedefi seçme faktörlerinin, mağdurlaşma olasılığını
arttıran, engelleyen veya hiç bir etkide bulunmama durumunu belirleyen bir unsurdur
(Miethe ve Meier, 1994:64 ve 72; Barak, 1998:210).
Barak, Miethe ve Meier’in tümleşik suç modelinin suçlu motivasyonu ve mağdurkriminal fırsatları içermiş olmasına rağmen, bu modelin temelde sosyal disorganizasyon,
rutin davranışlar teorisi ve yaşam stili kuramları etrafında döndüğünü belirtmektedir
(Barak, 1998:210). Bundan ayrı olarak, Miethe ve Meier’in tümleşik suç modeli, rasyonel
tercih kuramının daha genişletilmiş bir versiyonu görüntüsü vermektedir. Bu da kuramın,
365
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
sınırlı bir açıklama çerçevesi sunduğu anlamına gelmektedir. Buna rağmen, bu kuramın
hem suçluluk, hem de suç mağduru teorisini bir model altında bir araya getirmiş olması
önemlidir. Aynı şekilde bu modelin, suçluluğun yapısal ve durumsal boyutlarını bir çatı
altında birleştirmesi de kayda değer bir başarı olarak görülebilir.
2.4. Gottfredson ve Hirschi: Suçun Genel Bir Teorisi
Gottfredson ve Hirschi (1990), “Suçun Bir Genel Teorisi” (A General Theory of
Crime) adlı çalışmalarında geliştirdikleri suç kuramını, ayrıntılı bir biçimde
açıklamaktadırlar. Bu önemli esere genel olarak bakıldığında onların suçluluğu; durumsal
koşullar, düşük bir benlik denetimi (low self control) ve bireysel özellikler ile
açıkladıkları görülmektedir. Suçluluğu büyük ölçüde düşük bir “benlik denetimi” kavramı
üzerinden analiz etmeye çalışan Gottfredson ve Hirschi, düşük benlik denetimini
oluşumunun kaynakları
olarak da aile kurumu ve sosyalleşme biçimini
göstermektedirler. Bir anlamda, bireyin suç işlemesinde etkili olduğu düşünülen “düşük
benlik denetiminin” kaynakları, bireyin geçmiş yaşamında aranmaktadır.
Onlara göre yetersiz bir benlik denetimi, suç işlemede etkili olmasına karşın, suç
işlemeyi zorunlu kılmamaktadır. Burada durumsal koşullar ile bireyin sahip olduğu diğer
özellikler de önemlidir. Ancak, yüksek düzeyde bir benlik denetimine sahip olan
bireylerin, suç işleme olasılıklarının çok daha düşük düzeyde gerçekleştiği de bir
gerçektir (Gottfredson ve Hirschi, 1996:39). Dahası, yüksek bir benlik denetimine sahip
olan bireylerin yaşamlarının tüm süreçlerinde veya dönemlerinde, büyük olasılıkla çok
daha az suç işleyecekleri öngörülmektedir (Gottfredson ve Hirschi, 1990:89).
Yukarıda, bireylerin suça eğilimli olup olmamalarının kişisel özellikler ile de
ilintili olduğu belirtilmişti. Ancak, onlara göre bu bireysel karakteristiklerin doğasının
anlaşılması, kriminal davranışın doğasını çözümlemekle ancak mümkün olmaktadır
(Gottfredson ve Hirschi, 1996:39; Gottfredson ve Hirschi, 1990:89-91). Buna göre,
kriminal davranışın özellikleri ve benlik denetimine ilişkin yaklaşımlar şu şekilde
özetlenebilir.
1- Kriminal davranış anlık (immediate) bir tatmini sağlar. Bu nedenle, düşük bir öz
denetime sahip olan bireylerin maddi olarak anlık haz veren şeylere yönelmeleri veya
tahrik edici çevreye karşı daha fazla eğilim göstermeleri, onların temel özellikleri olarak
öne çıkmaktadır. Düşük denetime sahip olan bireylerin bu çerçevede en belirgin
özellikleri “burada ve şimdi” (here and now) tutumuna sahip olmalarıdır. Yüksek bir öz
denetim düzeyine sahip olanlar ise bunların aksine, geçici ve anlık zevkleri erteleyebilme
becerisini gösterebilmektedirler.
366
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
2- Kriminal davranışlar, arzuların/isteklerin basit ve kolay (easy or simple) bir
tatminini sağlar. Bu çerçevede düşük bir benlik olgusuna sahip olan bireyler; belirli bir iş
veya mesleğe sahip olmaksızın veya çalışmaktan kaçınarak para veya belirli bir servete
sahip olma arzusunu taşırlar. Aynı şekilde bunlar, uzun süreli arkadaşlıklara dayalı bir
flört dönemi veya karşılıklı rızaya dayalı bir ilişki oluşturmaksızın cinsel bir deneyimi
yaşama/seks yapma isteğine sahip oldukları gibi, her hangi bir sorunun çözümü için
mahkeme sürecini beklemeksizin bir intikam alma eylemi içine girme eğilimini taşırlar.
Bu özellikler bu kuramda, düşük bir benliğe sahip olan bireylerin temel karakteristikleri
olarak anlatılmaktadır. Bununla ilintili olarak düşük bir benlik/öz denetimine sahip olan
bu bireyler, çalışkanlık, kararlılık veya dayanaklılık açısından da olumsuz bir görünüm
sergilemektedirler.
3- Suç davranışları; heyecan, risk veya tahrik edici v.b duygusal hazlar içeren
eylem biçimidir. Aynı şekilde suç davranışları; gizlilik (stealth), tehlike (danger), hız
(speed), çevik/tetikte olma (agility), hile (deception) ve güç (power) gibi özellikleri
içermektedir. Bu nedenle, öz-denetimden yoksun olan bireyler; macera ve güç tutkusuna
sahip olma eğilimini taşımaktadırlar. Yüksek düzeyde öz denetime sahip olanlar ise,
davranışlarında genelde tedbirli ve bilinçli olmayı hedeflemektedirler.
4- İşlenen suçlar sayesinde elde edilen maddi kazanç veya duygusal tatminlik kısa
erimlidir. Suç işleyerek elde edilen servet, bir iş sahibi olma veya kariyer yapma duygusu
ve kazancı ile eş anlamda değerlendirilemez. Daha da kötüsü suçlu olmak; uzun vadede
bir iş sahibi olma, evlenme, arkadaş edinme gibi faktörler ve süreçler üzerinde olumsuz
etkiler yapmaktadır. Düşük bir öz denetime sahip olan bireyler bu nedenle istikrarsız
evliliklere, arkadaşlıklara ve bir iş profiline sahiptirler. Bu çerçevede onların, uzun erimli
mesleksel fırsatlarla olan ilgililerinin çok az olduğu görülmektedir.
5- Suçlar düşük düzeyde bir beceri veya planlanmayı (little skill or planning)
gerektirir. Bir çok suç türünü işlemek için gerekli olan bilişsel gereksinim, minimal
düzeydedir. Ayrıca, öz-denetimden yoksun olan bireyler, bilişsel değer veya akademik bir
başarıya sahip olma gereksinimi duymazlar. Çünkü, bir çok suç için gerekli olan el
becerileri bir profesyonellik gerektirmemektedir. Aynı şekilde düşük bir benliğe sahip
olan bireyler, bir meslek için gerekli olan çıraklık bilgisine veya becerilerine bile sahip
değildirler.
6- Suçlar çoğunlukla mağdur açısından acı veya rahatsızlık vermekle (pain or
discomfort) sonuçlanmaktadır. Mağdur açısından ortaya çıkan servet kaybı, vücudun
belirli bir yerinin yaralanması veya darp edilmesi, özel dokunulmazlığın ihlal edilmesi ve
güvensiz bir duygu halinin oluşması gibi yaşanan olumsuz sonuçlar, düşük bir benliğe
367
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
sahip olan suçlu insanların ben-merkezli/bencil, endişe duymayan, umursamaz
(indifferent) veya başkalarının acısına ve ihtiyacına duyarsız olduklarını göstermektedir.
Bu kişilik özelliklerine sahip olan düşük benlikli insanların, her zaman şefkat duygusu
duymayan (unkind) veya anti sosyal bir kişiliğe sahip oldukları anlamına gelmemektedir.
Aksine onlar cazip anlık ve kolay yollardan ulaşılabilen ödülleri keşfetmişlerdir.
7- Suç işlemek, anlık bir zevk veya tatmin duyma duygusu ile de alakalıdır. Bu
aynı zamanda düşük bir benliğe sahip olan veya öz denetimden yoksun olan bireylerin
suç niteliğinde olmayan bazı eylemlere ve geçici zevklere yöneldikleri anlamına da
gelmektedir. Bu çerçevede suçlular genelde sigara içme, uyuşturucu kullanma, kumar
oynama, evlilik dışı yollardan çocuk sahibi olma ve yasadışı/gayri meşru seks gibi
davranışlara eğilimli olurlar.
8- Çoğu suçların temel faydası sadece zevk duygusu ile sınırlı değildir. Bir anlık
kızgınlık (irritation) veya tahrik sonucunda, bireyde oluşan bir rahatlık duyma duygusu
ile de ilişkili olabilir. Bir barda yabancı biriyle alay edilmesi veya azarlanması,
çoğunlukla fiziksel bir saldırı için tahrik edici bir neden olarak görülmektedir. Bu örnek,
kızgınlıkla işlenen bir eylemin akabinde gerçekleşmesi umulan bir rahatlama duygusunun
varlığını göstermektedir. Düşük bir benliğe sahip olan bireyler, kızgınlık yaratabilecek
eylemlere karşı daha az toleranslıdırlar. Bu durum düşük bir benliğe sahip olan
bireylerin, saldırganlık gibi fiziksel bir tarzı seçmelerinin yanında sorunun şiddet
içermeyen bir çözümünü gerçekleştirme yeteneğinden de yoksun oldukları anlamına
gelmektedir.
9- Bazen de suçlular, fiziksel bir şiddet eylemine maruz kalmaktadırlar. Bir şiddet
eylemine maruz kalabilme riski, suçlular açısından fiziksel olarak yaralanma veya acı
duyma şeklinde gerçekleşmektedir. Bu durum, düşük bir benliğe sahip olan bireylerin
fiziksel bir acıya toleranslı bir eğilim içinde oldukları veya fiziksel acıya karşı
umursamaz oldukları anlamına gelmemektedir. Bu fiziksel acıya dayanıklılık veya acıyı
umursamazlık durumu, öz- kontrol düzeyi nasıl olursa olsun, bireylerin suç işlemeye daha
eğilimli hale gelmelerini ifade etmektedir.
10- İşlenen tüm suç davranışları, her zaman bir ceza alma ile sonuçlanmamaktadır.
Diğer bir deyişle, suç işlemek herkes için aynı derecede bir ceza riski anlamına
gelmemektedir. Suçlunun konumu burada önemlidir. Kısacası, suçlular risk alma
açısından da farklılaşmaktadırlar.
Özetle belirtirsek, düşük bir benlik kavramı ve suçlulukla ilişkili unsurları şu
şekilde belirtmek mümkündür: İçgüdüsellik (impulsive), duygusuzluk (insensitive),
fiziksel risk alma (risk-taking), kısa görüşlülük (short-sighted), maceraya düşkünlük, suç
368
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
mağdurlarının acı ve ızdıraplarına ilgisizlik, düşük düzeydeki gayret, bencillik,
istikrarsızlık (evlilik, arkadaş ve iş bağlamında) ve şiddete eğilimli olmak (Gottfredson
ve Hirschi, 1996: 39-41; Barlow, 1993: 575-576). Aynı şekilde onlara göre, bu özellikler
alkol kullanma, kaza yapma, sigara içme, evden ve okuldan kaçma gibi çoğu suç olmayan
davranışları da içerdiği için, suç düşük bir benlik kontrolünün otomatik ve zorunlu
sonucu değildir. Diğer bir deyişle, bir çok suç ve suç benzeri davranışların düşük benlikli
bir denetime sahip olan bireyler tarafından işlenmekte olduğunu öngörmek için her hangi
bir kuramsal temel yoktur (Barlow, 1993: 576).
Görüldüğü gibi bu kuramın suç ve suçluluğu açıklama çerçevesinde; hem suçun
doğasına (güç kullanma veya sahte yollarla çıkar elde etmek için bir fırsatı içermesi)
hem de öz- denetime (bireylerin söz konusu çıkarları elde etmede güç kullanma veya
sahte yollara veya suça eğilimli olmaları) ilişkin değişkenlerin etkisi üzerinde
odaklaşmaktadır (Barlow, 1993: 576-577).
Gottfredson ve Hirschi, düşük düzeydeki benlik-denetiminin temel kaynağı olarak
yetersiz veya eksik bir sosyalleşme biçimini görmektedirler. Özellikle çocuk yetiştirmeye
ilişkin ebeveynsel yetersizlik (ineffective parenting) kavramına ilişkin önemli saptamalar
yapmaktadırlar. Bu temel faktörden ayrı olarak, Gottfredson ve Hirschi genelde, düşük
bir benlik denetimini; yetersiz sosyalleşme, ebeveyn suçluluğu, ebeveynlerin denetleme
veya gözetleme biçimleri, okul, evlilik ve iş gibi denetleyici ve bağlayıcı kurumların
etkileri çerçevesinde analiz etmektedirler. Ancak, onlara göre çocukluğun ilk
dönmelerinde oluşan düşük benlik oluşumunun, gençlik ve yetişkinlik gibi yaşamın
ileriki dönemlerinde giderilmesinin oldukça güç göründüğünü ifade etmektedirler. Bir
anlamda öz- denetim, yaşam boyunca görece durağan (stable) bir nitelik sergilemektedir.
Diğer bir deyişle; çocukluk döneminde gerçekleşen yetersiz sosyalleşme biçimi ve aile
yapısıyla ilgili yaşanan olumsuzluklar, bireyin gelecek yaşamında oldukça olumsuz
sonuçlar yaratacaktır (Gottfredson ve Hirschi, 1990:97-108; Barlow, 1993: 576-577;
Akers, 1999:91). Bu suçluluk modelinde, aile temel belirleyici kurum olarak
görünmektedir. Burada, okul ve diğer kurumlar da düşük bir benliğin oluşumunda önemli
olmasına karşın, hiçbir unsur aile kurumunun yerini tutamamaktadır.
Gottfredson ve Hirschi’nin formüle ettikleri bu suç modelinde, klasik rasyonel
tercih kuramının varsayımlarını bir başlangıç noktası olarak aldıkları görülmektedir.
Çünkü, bu modelde suçun büyük ölçüde, bireye zevk veren bir eylem biçimi olarak
tanımlanmış olması, rasyonel tercih kuramını çağrıştırmaktadır. Onlar, işlenen çoğu
suçların bir yeltenmeler/teşebbüsler olduğunu savunurlar. Onlara göre suçlular, özel
uzmanlık, teknoloji ve organizasyon gerektiren tasarlanmış ve becerikli eylemler
369
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
sergilemektedirler. Aynı şekilde, kriminal davranışlar; görece kolay ve basit, az beceri ve
planlamayı gerektiren, heyecan verici, risk, ve tahrik edici unsurlar içeren eylemlerdir.
Gottfredson ve Hirschi’ye göre suç davranışını diğer benzer davranışlardan farklılaştıran
husus, suç davranışının bir hile veya güç kullanmayı içermiş olmasıdır. Güç kullanma
ve hile yapmak ise, anlık bir tatminlik duymayı sağlar (Barlow, 1993: 575).
Bu kuramın diğer suç kuramlarından ayırt edici özelliği, suç ve suçluluğu önemli
ölçüde düşük bir benlik denetim (low self-control) kavramı üzerinden analiz etmeye
çalışmasıdır. Bu kuram neredeyse, suç işleme ile düşük bir benlik denetimine sahip
olmayı eş anlamlı görmektedir. Oldukça komplike bir özellik sergileyen ve bu nedenle
interdisipiliner ve hatta multi-disipliner bir açıklama düzeyini gerektiren bir olgunun bu
denli sınırlı unsur ve/veya unsurlar ile çözümlenilmeye çalışılması, kurama
yöneltilebilecek önemli bir eleştiri noktasını oluşturmaktadır.
Bu kuramın, suçluluğu özellikle yaşamın ilk
dönemlerindeki ebeveynsel
yetersizlik ve yetersiz sosyalleşme gibi ailesel unsurların yol açtığı düşük benlik denetimi
ekseninde çözümlemesi, kuramın detirminist bir yan taşıdığı izlenimini de vermektedir.
Oysaki, kuramcılar “benlik denetimi ile suçluluk arasındaki ilişkinin determinist
olmadığını” (Katz, 1999)’ belirterek, kuramın daha çok olasılıkçı (probabilistic) bir yapı
sergilediğini dile getirmektedirler. Yinede söz kousu kuramın, yaşamın ilk döneminde
ortaya çıkan bu düşük öz denetimin, yaşamın sonraki dönemlerinde gerçekleşecek
suçluluğun habercisi olarak görülmesi ve kuramın, kriminal fırsatların sabit bir özellik
gösterdiğini öngörmesi, kuramın görece deterministik bir nitelik taşıdığı kuşkusunu
ortadan kaldıramamaktadır.
Bu suçluluk modeli ayrıca, suçlu davranışın özellikle “kişi düzeyindeki” bir
açıklamasını sunmaktadır. Suçluluktaki temel motive edici gücün (motivating force),
“düşük benlik denetimi” kavramı ile sınırlandırılarak, özellikle suç işleme açısından
uygun bir hedefin veya fırsatın olup olmaması gibi bağlamsal/durumsal unsurlar göz ardı
edilmiştir. Oysa, bu bağlamsal faktörler ile mağdur eğilimleri/özellikleri de suçun
işlenmesinde önemli bir yere sahiptir. Bu kuramda sadece, bir suçluyu hile yapmaya
veya güç kullanmaya yönelten durumsal ve kişisel özellikler üzerinde durulmuştur.
Ayrıca Gottfredson ve Hirschi geliştirdikleri kuramı, tüm zamanlarda ve tüm suç
türlerini açıklayan bir genel suç kuramı olarak savunmaktadırlar. Bu nedenle, onlara göre
herhangi bir suç türüne özgü spesifik bir kuramın geliştirilmesine gereksinim yoktur.
Ayrıca onlar, bir bireyin herhangi bir suç türünden başka bir suç türüne veya suç olmayan
davranışlardan (alkol kullanma v.b) suç davranışına geçişleri açıklayacak yeterli düzeyde
bir fırsat faktörü analizi yapmamışlardır. Aynı şekilde onların kuramı, sosyal ve kültürel
370
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
unsurların suç oranının yüksek ve düşük düzeyde gerçekleşmesinde ne düzeyde bir etki
yapıp yapmadığı konusunda da bir açıklama getirememektedir. Diğer önemli bir eleştiri
de tüm suç türlerini; örneğin, zimmete para geçirme, adam öldürme v.b suçları, tek bir
modelle ve benzer süreçlerle açıklamışlardır ( Barlow, 1993: 578).
Aker’in de işaret ettiği gibi bu kuramsal yaklaşım, bireyin suç işler hale gelmesinde
veya düşük bir benlik denetiminin oluşumunda akran grubunun etkisini görece
yadsımaktadır (Akers, 1999:91). Bu kuramın değerlendirmesi bağlamında son olarak; suç
ve suçluluğun sadece anlık tatmin, heyecan veya macera arayışı gibi unsurlarla
açıklaması oldukça yetersiz bir açıklama olduğunu söylemek mümkündür ve bu nedenle
“suçun genel bir kuramı” iddiasını taşıyan bir modelin özellikle kültür, işsizlik,
yoksulluk, ülkedeki egemen ceza politikası v.b suçun yapısal kaynaklarını görmezlikten
gelmesi gibi yönleriyle eleştiriyi hak etmektedir.
2.5. Sampson ve Laub: Yaşam Seyri Teorisi (Life – Course Theory)
Kriminolojideki yeni yönelimlerinden biri de, Sampson ve Laub (1993) tarafından
geliştirilen kuramdır. Bu kuram, enformel sosyal kontrolün yaş katmanlarının yaşam
seyri (life course) teorisi olarak da anılmaktadır.
Sampson ve Laub (1993), “enformel sosyal kontrolün yaş katmanları” teorisini;
suçluluğun gelişimsel seyrini ve yaşam istikameti üzerinde uyuşturucu kullanmanın
kapsamlı bir açıklamasını sunmak için geliştirmiş olduklarını belirtmektedirler. Sampson
ve Laub, ilk çocukluk döneminde kendini gösteren anti sosyal davranış ile gelecekteki
suçluluk veya erişkin (adult) suçluluk arasında çok güçlü bir ilişkinin olduğunu
savunmaktadırlar (Mazerolle, 200: 193). Onlar, kuramlarını büyük ölçüde sosyal kontrol
ve ekoloji teorisi üzerine inşa etmişlerdir (Williams III ve McShane,1999: 278). Sampson
ve Laub tarafından geliştirilen bu kuram, üç önemli temayı içermektedir .
1. Yoksulluk v.b yapısal faktörler, bireylerin sosyal bağlarının gelişimini
etkilemektedir. Örneğin; yoksulluk, anne ve babaların ebeveynlik görevlerini yapmalarını
(parenting) ve diğer aile ilişkilerinin gelişimini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu
olumsuzluklar daha sonra bireylerin okula olan bağlılıklarının zayıflamasına yol açarak
onların suçluluğa katılma olasılığını artırmaktadır.
2. Sampson ve Laub, anti sosyal davranıştaki durağanlığın (stability) hayat boyu
devam ettiğini savunmaktadırlar. Bu nedenle, bireyin gelecekte herhangi bir suç eylemini
işlemesi veya uyuşturucu kullanmasının en belirgin göstergesi, geçmiş yaşamındaki
sapkın tutumlara olan katılımında veya anti sosyallik durumunda aranmalıdır. Diğer bir
deyişle, erişkin sapkınlık veya suçluluk, ergenlik ve ilk çocukluk döneminde
371
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
gerçekleştirilen sapkın davranışlar ile güçlü bir biçimde ilişkilidir.
3. Bireyin anti-sosyal yapısının veya suçluluk eğilimliğinin giderilmesi ve
toplumsal değer ve normlarla uyumcu bir yapı ortaya koyabilmesi, bireyin çocukluk
döneminde deneyimlediği enformel sosyal destek koşuluna bağlıdır. Bir anlamda,
geleneksel sosyal denetim veya enformel sosyal sermaye sayesinde bireyin kriminal
yapısı giderilebilir. Bu çerçevede onlar, eşler arasında güçlü bağların gelişmesi (güçlü bir
aileye sahip olma gibi) ve bir iş sahibi olma/ona katılma ve istikrarlılık faktörlerinin,
bireylerin topluma katılmalarında ve toplumla uyumcu bir yapı ortaya koymalarında
büyük ölçüde etkide bulunmaktadır. Ergenlik (adolesans) ve erişkin (adult) dönemlerde,
anti sosyal kişilik özellikleri sergileyen bireylerin, yukarıda sözü edilen faktörler
sayesinde toplumla örtüşen davranışlar sergileyebilmeleri mümkündür (Mazerolle, 200:
193).
Sampson ve Laub, Glueck’in 1950 yılında 500’ü suçlu ve 500’ü de suçlu olmayan
1000 çocuğu 32 yaşına gelinceye kadar izlediği çalışmasına ait verilerinden hareketle,
geleneksel suçluluk pratiklerinin erişkin (adult) yaşamındaki suçluluğu öncelediğini
saptamışlardır. Böylece onlar, zaman değişiminin (zaman üzerinde meydana gelen
değişmelerin) suçluluğu açıklamada önemli bir birleşen olduğu sonucunu çıkardılar:
Onlara göre, suçluluk deneyimi dinamik bir unsurdur. Buna rağmen, enformel sosyal
denetimin suçluluk deneyimi üzerinde görece bir etkiye sahip olduğu belirtilmektedir.
Sampson ve Laub’a göre, istikrarlı bir işe sahip olmak, erişkin suçluluğun azalmasında
önemlidir. Diğer bir deyişle özellikle iş, eğitim ve aile gibi sosyal bağların farklı yapıları,
suçun yaşam seyrini/yörüngesini değiştirir ve yaşamın farklı noktalarında farklı etkiler
yapmaktadır. Bu unsurlar, suç davranışını azaltmaya neden olduğu gibi aynı şekilde, bu
bağların zayıflaması veya yıkılması durumunda da istikrarsızlaştırıcı bir unsur olarak
yaşam seyrinin bir kısmı üzerinde olumsuz etkide bulunur. Yaşam olaylarına ilişkin bu
dinamik yaklaşım üzerindeki odaklar, teoride hayati bir öneme sahiptir (özellikle, okul ve
biyolojik yaşın etkisi, istikrarlılık ve değişim, insan eylemi, arkadaş takımı ve bireyin
geçirdiği tarihsel süreç). Sampson ve Laub’un yaşam seyri kuramı, dinamik bir teori ve
uzunlamasına (longitudinal) bir araştırmayı savunma biçimi olarak, günümüzde giderek
popülaritesini arttırmaktadır (Williams III ve McShane,1999: 278).
Sampson ve Laub tarafından geliştirilen suçluluk modelinin en önemli
varsayımlarında biri, iyi bir aile ve istikrarlı bir işe sahip olmanın, bireyi suç işlemekten
alıkoyabileceğini var saymasıdır.
Çok sayıda araştırmacı, Sampson ve Laub’unun suçluluk modelinden hareketle
yeni yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu araştırmaların çoğunluğu, suçlulukla ilintili olarak
372
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
değişim süreci ile suçlu davranışın terk edilmesi üzerine odaklaşmıştır. Bundan ayrı
olarak, Sampson ve Laub’un kendi araştırmaları, sadece uyuşturucu kullanma davranışı
üzerine odaklaşmamıştı.
Bu kuram davranışın genel bir teorisi olarak formüle edilmişti. Ancak, çoğu
araştırmacı, bu kuramı özellikle uyuşturucu kullanma davranışının analizinde
kullanmışlardır (Bkz: (Mazerolle, 200: 194).
White ve Bates ile Esbensen ve Eliott , uyuşturucu kullanma suçunu işleyenler
üzerinde yaptıkları araştırmalarda, uyuşturucu kullanmaya son verenlerin veya
uyuşturucuyu bırakanların, evlenmiş ve hatta çocuk sahibi olduklarını saptamışlardır
(Mazerolle, 200: 195).
Sonuç olarak Sampson ve Laub’un (1993) yaş sınıflandırmalı (age graded) teorisi,
sosyal kontrol teorisinin daha geliştirilmiş bir versiyonunu temsil etmektedir. Çünkü bu
kuram, suç kariyerindeki istikrar ve değişim sürecinin önemine vurgu yapmaktadır
(Mazerolle, 200: 196).
Bu kuramın diğer önemli bir özelliği, bireylerin suç davranışını terk etmeleri veya
suç davranışına yeniden yönelmelerini gelişimsel bir süreç içersinde ele almış olmasıdır.
Sampson ve Laub (1993) tarafından geliştirilen enformel sosyal kontrolün yaş
sınıflandırmalı teorisi, gelişimsel olarak uygun bir müdahale için çok sayıda fırsatları
içermektedir. Özellikle bu teori, çocukların olumlu bir biçimde sosyalleşmelerinde
oldukça önemli olan ebeveyn eğitiminin geliştirilmesi ve ergenlik döneminde geleneksel
kurumlara yönelik bağlılıklarının sağlanmasında etkilidir ve uygun programların
geliştirilmesi yönünde önemli katkılar sunmaktadır. Sonuç olarak, eşe ve istikrarlı bir işe
bağlılığın/sahipliliğin bireyin suç yörüngesine girmesini büyük ölçüde engellediği ifade
edilebilir (Mazerolle, 200: 200)
SONUÇ
Kriminoloji disiplini içersinde yer alan geleneksel suç kuramlarının birbiriyle
karşılaştırılması veya birbiriyle rekabet eder tarzda ele alınmaları yönündeki tutumların
önemli ölçüde gereksiz bir çaba olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü, suç teorileri
genelde, suç olgusunun farklı unsurları, süreçleri veya düzeyleri üzerinde
odaklaşmaktadırlar. Kriminolojinin burada yapması gereken şey, suç kuramlarını tutarlı
bir bütün içerisinde organize etmek olmalıdır.
Suç ve suçluluğu açıklamaya yönelik olarak daha önceden geliştirilmiş olan
kuramlar, sınırlı açıklama potansiyelleri ve içerdikleri yetersizlik nedeniyle son
zamanlarda çok ciddi bir biçimde eleştirilmektedir. Bu çerçevede, günümüzde çok sayıda
373
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
suç araştırmacısının, yeni teori inşa etme çabası içinde yoğun bir mesai harcadıkları
gözlemlenmektedir. Bu çabalar içerisinde en dikkat çekeni, çok sayıda suç kuramının
veya kuramlara ilişkin varsayımların/kavramların yeni bir suçluluk modeli altında
birleştirilmesi/uzlaştırılması girişimleridir. Kriminoloji alanında formüle edilen bu yeni
yaklaşımlar, bütünleşik/tümleşik (integrated) suç kuramları olarak nitelendirilmektedir.
Bütünleşik suç kuramlarının en belirgin karakteristiği, suç ve suçluluk olgusunu
çok sayıda değişken veya faktör ekseninde çözümlemeleridir. Bu nedenle bütünleşik suç
kuramlarını, suçluluğun bütüncül birer perspektifleri olarak görmek mümkündür. Ancak,
bu kuramların, önceki kuramlara kıyasla daha fazla sayıda değişkeni analiz unsuru olarak
ele almaları, onların suçluluğun tüm boyutlarını veya görünümlerini ortaya koyduğu
anlamına gelmemektedir. Kuramsal bir formülasyon olarak da böyle bir tanımlama
çabası mümkün değildir. Bu nedenle bütünleşik suç kuramlarının, suç olgusunu çok
sayıda değişken etrafında irdelemelerine rağmen, yine de bu modelleri suçun mükemmel
kuramları olarak görmek mümkün değildir. Bununla birlikte, bu kuramların suçu
açıklama potansiyelleri açısından geleneksel kuramlara olan üstünlükleri tartışılamaz.
Suç ve suçluluk olgusunun tek bir model veya kuramsal çatı altında ele alınmasını
güçleştiren en önemli engel, önemli ölçüde hem suç olgusunun karakteristiğinden hem de
suçlu profillerinin farklılık göstermesinden kaynaklanabilmektedir. Çünkü adam öldürme,
zimmete para geçirme, tecavüz etme veya hırsızlık yapma suç örneklerinde de görüldüğü
gibi, suçların çoğu birbirlerinden farklı nedenlerle işlenmektedir. Aynı şekilde, suçluların
profilleri ve özellikle onların suçluluk deneyimleri de görece değişkenlik arz etmektedir.
Bu, suçluluğun arkaplan (background) ve ön aşamasına (foreground) ilişkin faktörlerinin,
her koşulda benzerlik göstermediği anlamına gelmektedir. Bu nedenle çok sayıda suç
türünün olması veya suç işleyenlerin farklı sosyo-kültürel, ekonomik, demografik,
psikolojik ve biyolojik özelliklere sahip olmalarının, suç olgusunun bütüncül bir
kuramının oluşturulmasını güçleştirmektedir denilebilir.
Bu yaklaşım çerçevesinde, suç ve suçluluğa ilişkin bazı unsurların bir model
altında tanımlanmasını olanaklı kılan belirli düzeylerde müşterekliğin varlığına karşın,
suçluluğa ilişkin bireysel düzeyde bazı deneyimlerin/görünümlerin de farklılık arz ettiğini
belirtmek gerekmektedir. Özellikle, suçun sosyal yapı ve sosyal süreç çözümlemelerini,
bir kuramsal çerçevede uzlaştırmak oldukça güçtür. Bu bağlamda, suçun bireysel ve
toplumsal görünümlerinin/niteliklerinin bir birbirinden farklılık gösterdiği de bir
gerçektir. Bu da suçun tekil bir modelinin inşa edilmesini imkansız kılmaktadır. Bu
çerçevede Braithwaite (1989:104 )’ın “…işsizlik bireysel suçlulukta güçlü bir gösterge
iken, yüksek işsizlik oranına sahip olan toplumların yüksek suç oranlarına sahip
374
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
olmalarının zorunlu olmadığını gösteren açık kanıtların olduğunu” belirtmesi, suçluluğun
bireysel düzeydeki görünümlerinin, toplumsal düzeydeki görünümleri ile aynı anlama
gelmediğinin de açık bir ispatı olmaktadır (Barlow, 1993:570). Bu, suçun çok daha
komplike bir fenomen olduğu ve çok farklı düzey görünümüne sahip olduğu yönündeki
yaklaşımları daha da haklı kılmaktadır. Bu nedenle suç ve suçluluk olgusunun
çözümlenmesi çok sayıda bütünleşik suç modellerini gerekli kılmaktadır.
Bu araştırmada dikkat çeken en önemli hususlardan biri, sosyal öğrenme ve sosyal
kontrol kuramlarının tümleşik kuramlar için en sık kullanılan teori özelliklerini taşımış
olmalarıdır. Bu da Williams III ve McShane (1999) de işaret ettikleri gibi, 1970 ile 1980
yılların en popüler iki teorisi olan sosyal kontrol ve sosyal öğrenme teorilerinin, entegre
kuramlar için ilk aday kuramlar içersinde yer aldığı anlamına gelmektedir.
Bu araştırmada ele alınan tümleşik suç kuramlarına genel olarak bakıldığında, suç
ve suçluluk nedenlerinin veya kaynaklarının genellikle “yetersiz sosyalleşme”, “ebeveyn
yetersizlikleri” “aile yapısı” ve “zayıf sosyal bağlılık” gibi kavramlar üzerinden
çözümlendiği görülmektedir. Bu tespit, Williams III ve McShane (1999)’inin da, “yeni
teorilerdeki en popüler yönelimin aile ve çocuk yetiştirme uygulamaları/pratikleri
üzerindeki odaklaşma olduğu” şeklinde ileri sürdürdükleri yaklaşım ile büyük ölçüde
örtüşmektedir. Bu nedenle, onlar sosyal kontrol teorilerinin - sosyal kontrol düşüncesini
de içeren bütünleştirici kuramlar- hala popülerliğini devam ettirdiği görüşünü paylaşırlar.
(Williams III ve McShane,1999:270). Bu durum da bir anlamda, tümleşik suç
kuramlarının daha çok muhafazakar bir yönelime içkin oldukları anlamına gelmektedir.
Einstadter ve Henry (1995:304)’ın dikkat çektikleri diğer bir husus da, bir araya
getirilen teorilerin ekserisi, toplumsal düzeydeki makro yaklaşımlardan çok, bireysel
düzeydeki mikro kuramlar olmasıdır.
Bu araştırmada ele alınan bütünleşik suç kuramlarının, disipliner (sadece sosyoloji
bilimine ilişkin değişkenlerle sınırlı olması) yaklaşımı aşamadığı görülmektedir. Oysaki,
günümüzde suç ve suçluğun bütüncül veya genel çözümlemelerine yönelik olarak
formüle edilecek modeller, multi-disipliner (suç ve suçluluğun sosyoloji, psikoloji veya
antropoloji gibi disiplinler tarafından farklı yönlerinin/boyutlarının çözümlenmesi) ve
interdisipliner (suçluluğun sosyal bilimler, doğal bilimler, ve insan bilimleri gibi farklı
alanlardan elde edilen değişik bilgilerini bütüncül bir tarzda ele alınması) olmak
zorundadır.
Özetle, son zamanlarda kriminolojik literatür ve araştırmalarda bir cazibe unsuru
haline gelen tümleşik/bütünleşik suç kuramlarının, geleneksel suç kuramlarına kıyasla suç
ve suçluluğu daha iyi çözümlemelerine karşın, yine de bu kuramları suçun eksiksiz ve
375
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
eleştirisiz modelleri olarak görmek mümkün değildir. Ancak yinede de bu kuramları,
oldukça komplike bir özellik sergileyen suç olgusunu, birden fazla değişken ekseninde
analiz etmiş olmalarını, kriminoloji disiplininde kayda değer ve önemli bir gelişme olarak
görmek gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Adler, Freda , Gerhard O.W. Mueller ve Williams, S. Laufer, (1995), Criminology,
McGraw-Hill, ABD.
Akers, Ronald L., (1999), Criminological Theories: Introduction and Evaluation, Fitzroy
Dearborn pub., Chicago , London.
Barak, Gregg (1998), Integratıng Criminologies, Allyn and Bacon USA.
Barlow, Hugh D., (1993), Introduction to Criminology, Harper Collins College Pub.,USA.
Beirne, Piers ve James Meesserschmıdt, (1991), Criminology, Harcourt Brace Jovanovıch
Pub., USA.
Braithwaite, John, (1989), Crime, Shame and Reintegration, Cambridge Univ. Pres,USA.
Bohm, Robert M., (1997), A Primer on Crime and Delinquency, Wadsworth Pub.,USA.
Bonn, Robert L., (1984), Criminology, Mc-Grw-Hill Pub., New York.
Conklin, John J., (1989) Criminology, Macmillan, New York.
Elliott, Delbert S., Suzanne S. Aegeton, Rachelle J. Canter, (1999), “An Integrated
Theoretical Perspective on Delinquent Behavior”, Youthe Crime, Deviance And Delinquency, Vol.
1 (Edit: Nigel South), Ashgate Pub., Aldershot
Einstadter, Werner, Stuart Henay, (1995), Criminological Theory: Analysis Of Its
Underlying Assumptions, Harcourt Brace College Publisher, USA.
Hagan, John, (1985), Modern Criminology: Crime, Criminal Behavior, And Its Control,
McGraw-Hill
Hay, Carter, (2001), “An Exploratory Test of Braithwaite’s Reintegrative Shaming
Theory”, Journal of Research in Crime and Delinquency Vol.38, 132-153, Sage Pub.
Hirschi, Travis ve Michael,Gottfredson, (1988), “Towards A General Theory of Crime”,
Explaining Criminal Behaviour: Interdisiplinary Approaches, (Edit: Wouter Buıkhuısen ve Sarnoff
A. Mednick), Library of Congress Cataloging-in- Publication, Netherlands.
Gottfredson, Michael R. ve Travis Hirschi, (1990), A General Theory of Crime, Stanford
University Pres, Stanford.
Gottfredson, Michael R. ve Travis Hirschi, (1996), “Criminality and Low Self-Control”,
New Perspectives in Criminology (editor: John E.Conklin), Allyn and Bacon, USA.
İçli, Tülin G., (1998), Kriminoloji, Bizim Büro basımevi, Ankara.
376
Kriminolojide Yeni Yönelimler...
Katz, Rebecca S., “Building the Foundation for a Side –by- Side Explanatory Model: A
General Theory of Crime, the Age- Graded Life Course Theory, and Attachment Theory” Western
Criminonlogy Review 1. (http://wcr.sonoma.edu.tr/v1n2/katz.html).
Kennedy, Leslie W. ve David R. Forde, ( 2000), “Review of When Push comes to Shove: A
Routine Conflict Approach to Violence”, Journal of Criminal Justice And Popular Culture, 7(3).
Lilly, J.Robert, Francis T.Cullen ve Richard A.Ball, (1995), Criminological Theory:
Context and Consequences, Sage Pub.,London.
Livingstone, Jay, (1996 ), Crime ve Criminology, Prentice – Hall, U.S.A.
Mazerolle, Paul, (200), “Understanding Illicit Drug Use: Lessons From Developmental
Theory”, of
Crime and Criminality: The Use of Theory in Everyday Life (Editor Sally S.
Simpson), Pıne Forge Pres, Thousand Oaks, California.
Merton, Robert K., (1968), Social Theory and Social Structure, Free Press, New York.
Miethe, Terance D., ve Meier Robert F., (1994), Crime and its Social Context, State
University of New York Press, Albany.
RockK, Paul, (1997), “Sociological Theories Of Crime”, The Oxford Handbook of
Criminology, (Edited: Mike Magurie, Rod Morgan, Robert Reiner), Oxford Univ. Press, United
State.
Siegel, Larry J., (1989), Criminology, West Publishing Company, USA.
Sutherland, Edwin H., (1939), Principles of Criminology, Univ. Of Chicago Press,
Chicago.
Tierney, John, (1996), Criminology, Prentice Hall Pub. London.
Vagg, Jon, (1998), “Delinquency and Shame: Data From Hong Kong”, British Journal of
Criminology , v.38. p247.
Williams III Frank ve McShane, Marilyn D., (1999), Criminological Theory, Perentice
Hall, USA.
Zhang, Sheldon X, ( 1995 ), “ Measuring Shaming in Ethnic Context”, British Journal of
Criminology, 35, N. 2.
377
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
378
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 379-384, ELAZIĞ-2005
ELAZIĞ/BAHÇECİK YAZITI VE URARTU EYALET
SİSTEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
The Inscription of Elazığ/Bahçecik and Some Observations About Urartian
Province System
Veli SEVİN
Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Van.
[email protected]
ÖZET
Palu-Kovancılar-Mazgirt-Elazığ bölgesi, başka bir ifadeyle Fırat’ın doğu kesimi Urartu
Krallığı döneminde
büyük bir önem taşıyordu. Bölge başkent Tuşpa’dan atanan valilerce
yönetilmiştir.
1987 yılında Elazığ-Karakoçan Bahçecik Köyü’nde yeni bir Urartu yerleşme yeri tesbit
edilmiştir. Bu yerleşmede 1990’da bir Urartu yazıtı ele geçmiştir. Yazıt yöredeki yerleşme, idari
birimler ve bazı eyalet yöneticilerinin isimlerini vermektedir. Alzi adını taşıyan eyalette Titia, Zaia
ve Siplia adlı idarecilerin isimleri kaydedilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Yazıt, Urartu, Eyalet, Alzi.
ABSTRACT
Palu-Kovancılar-Mazgirt and Elazığ region, namely the eastern side of Euphrates river,
was very important in the period of Urartu Kingdom. The region was managed by administrator
who had been settled by Capital Tushpa.
A new Urartian settlement had been discovered in Elazığ-Karakoçan-Bahçecik Village in
1987 and a new Urartian inscription had been discovered in this new settlement in 1990. This
inscription gives information about settlements and administrative units and names of
administrators of region.
As the names of administrators of Alzi Province Titia, Zaia and Siplia had been written on
this inscription.
Key Words: Inscription, Urartu, Province, Alzi.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1987 yılında Elazığ ilinin Karakoçan ilçesine bağlı Bahçecik köyünde yeni bir
Urartu yerleşme yeri saptandı (Sevin 1988a; 1988b; 1989;1991). Burası Bingöl'ün 35 km.
güneybatısında ve ünlü Urartu merkezi Palu'nun (eski Şebeteria) 30 km kadar
kuzeydoğsundadır. Kalıntılar ise köyün hemen kuzeyindeki alçak bir sırt üzerinde ve
eteklerindedir. 500 m. kadar kuzeydoğusunda Demir Çağ tabakaları içeren bir höyük
(Bahçecik I) yükselir (Sevin 1987: 8, res. 22/1-7). Bahçecik Urartu yerleşmesinde, sırt
üzerine kurulmuş, 63 X 10 m. boyutlarında, dikdörtgen planlı bir yapı dikkati çeker.
Çeşitli mekanlara bölünmüş bulunan bu yapı plan olarak Urartu konaklama
istasyonları/kervansaraylarına benzer. Burası, gerçekten de Bingöl ve Palu üzerinden
Fırat kıyılarına doğru uzanan önemli bir karayolu sisteminin üzerindeki konumuyla bir
kervansaray/menzilhane olabilecek özelliklere sahiptir (Sevin 1988a; 1988b; 1989; 1991).
Nitekim 1985-1987 yılları arasında bu satırların yazarı tarafından saptanıp incelenmiş
bulunan bu yol üzerinde her 25-30 km.de bir Urartu kervansarayları ya da
menzilhanelerinin varolduğu belirlenmiştir (Resim 1-4). Günümüze yalnızca taş temelleri
ulaşabilmiş olmakla birlikte, dikdörtgen planlı bu yapı da
daha önce Urartu
uygarlığından bilinenlere benzemektedir. Söz konusu yapının 100-150 m. kadar
güneyindeki düzlükte, iri taşlara oyulmuş, üzerinde “V” harfine ve “?” işaretine benzeyen
bazı işaretler bulunan ve Urartu kültürüne özgü kaya parçaları dışında başka bir kalıntı
görülmez (Resim 5). Böylelikle Bahçecik’in Urartular döneminde bir yerleşme yeri
olarak kullanıldığı belirlenmiştir.
Bahçecik köyünde 1990'lı yılların başlarında Elazığ Müzesi uzmanları bir Urartu
yazıtının varlığını saptadılar. Bazalt bir dikdörtgen blok üzerine Urartu çivi yazısıyla
yazılmış bulunan bu kitabe modern bir köy evinin duvarı üzerinde ikincil malzeme olarak
(şpolyen) kullanılmıştı. Bugün Elazığ Müzesi’ne taşınmıştır (Resim 6)1. Alt sağ yanı ve
en alt bölümü kısmen kırık olan blok 59 cm. yüksekliğinde, 90 cm genişliğinde ve 30 cm.
kalınlığındadır. Üzerinde 12 satır Urartu çivi yazısı bulunmaktadır. Satır aralıkları 4.5
cm’dir. 7.- 12. satırlar kısmen kırıktır. İlk satırda yazılı bulunan Urartuca “i-ni Esu-si-e”
yani “bu su-si evi” ifadesinden, söz konusu bazalt bloğun, muhtemelen kule biçimli bir
tapınağın cephesine ait olduğu açıktır. Bu türde bir Urartu tapınağının en güzel örneği
Van yakınlarındaki Çavuştepe Kalesi’nde görülebilir.
Yazıtın çevirisi:
1
Eserin müzeye naklini sağlayan müze eski müdiresi, değerli dostum Ülker Ardıçoğlu’na teşekkürü zevkli bir
görev sayarım.
380
Elazığ/Bahçecik Yazıtı ve Urartu Eyalet Sistemi...
Efendi Haldi’ye
Argişti oğlu Sarduri bu susi ve hem de kaleyi kusursuz olarak inşa ettirdi.
Sarduri söyler ki: Vali Zaia(ni)’yi Melitene kentine kadar,Qu(maha) kentine kadar,
Ar(me) ülkesinin Nihiria kentine kadar (ve) Haşime ülkesine kadar yönetici olarak
atadım.
Haldi’nin büyüklüğüyle ?.....................
Anlaşılacağı üzere, Urartu çivi yazısıyla kaleme alınmış olan kitabe esas olarak
Elazığ’ın Bahçecik köyü yöresinde, Argişti oğlu Sarduri yani Urartu kralı II. Sarduri
(M.Ö. 760-730) döneminde “Sardurihinili" adıyla yeni bir kale kurulduğunu; baş tanrı
Haldi için bir tapınak inşa edildiğini ve ülkenin batı/güneybatı ucundaki bir eyalete yeni
vali atandığını anlatır. Burada karşımıza, modern bir köy evinin temelinde kullanılmış
olan bazalt yazıtın buraya nereden taşınmış olduğu sorunu çıkmaktadır. Çünkü
Bahçecik’teki kalıntıların Sardurihinili adını taşıyan bu kentle ilişkili olması hemen
hemen imkansız gibidir. Bu türde alçak ve küçük bir tepe üzerine bir Urartu kule
tapınağının inşa edilmiş olması mümkün değildir. Zaten tepedeki mimarlık kalıntıları da
böyle bir tapınaktan çok yalnızca bir konaklama istasyonunun varlığına işaret etmektedir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Bahçecik yalnızca bir konaklama istasyonu/kervansaray
görünümündedir. Kral adları taşıyan Urartu resmi yazıtları ise hemen hemen daima büyük
idari ve askeri merkezler civarında bulunmaktadır. Bu nedenle bazalt bloğun Bahçecik
köyüne yakındaki bir başka yerden taşınmış olması mümkündür. Ancak, bugünkü
bilgilerimize göre, bu yörede Palu Kalesi dışında, başkaca büyük bir Urartu tesisinin
varlığı henüz saptanabilmiş değildir. Buna karşılık önemli yollar üzerindeki,
Bahçecik’tekine benzer bazı konaklama istasyonlarının büyük kalelerin yakınına inşa
olunduğu bilinmektedir. Van-Çavuştepe ve onun 500 m. kadar batısındaki Çermik buna
en iyi örnektir (Erzen 1978: 29, res. l3; Sevin 1989). Bu nedenle ileriki yıllarda Bahçecik
yöresi ve yakın çevresinde henüz belirlenmemiş önemli bir Urartu kalesinin keşfi pek
sürpriz sayılmamalıdır.
Bahçecik yazıtında, batıda Melitene (Malatya-Arslantepe)’den başlayıp güney ve
güneydoğuya doğru uzanan bir kısım ülke ve kent adları geçmektedir. Bunlardan en iyi
bilineni, Malatya yakınlarındaki Arslantepe ile eşitlenen Melitea-Melitene’dir. Yazıtta, ne
yazık ki kırık olarak geçen, Qu.....ülkesinin adı olasılıkla “Qumaha” olarak tanımlanabilir.
Bu da Adıyaman bölgesindeki, başkenti Samosata (Samsat) olan ve Klasik Çağ’da
Kommagene denen krallığın Urartular dönemindeki adıdır. Daha sonra anılan Arme
ülkesi ve Nihria kentinin Diyarbakır civarında ve Dicle nehrinin kuzeyinde yer aldığı
düşünülebilir. Sami kökenli Aramiler’e ait şehir devletlerinin yayıldığı bölgede yer alan
381
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
bu ülke ve krali kenti Nihria’nın Diyarbakır’ın kuzeydoğusunda, Güneydoğu Toroslar’ın
güney etekleri üzerindeki Ergani ve Hazro arasına lokalize edilmesi mümkündür.
Bahçecik yazıtı, eski Van Şehri’ndeki Surp Pogos Kilisesi’nde bulunmuş Urartu
kitabesi (UKN no. 156) ile Kömürhan’daki, şimdi Karakaya Baraj Gölü’nün suları altında
kalmış olan, Habibuşağı/İzoğlu kayalıklarına kazılmış (van Loon 1974) yazıtla aynı
zamanda, Van Kalesi’nin kuzeydoğu ucundaki, aynı krala ait Analıkız-Hazine Kapısı
yazıtından önce kaleme alınmış olmalıdır. Bu yazıtlarda Urartu kralı II. Sarduri Malatya
Krallığı’na ait, Fırat’ın doğusundaki Hazani, Yaurahi, Tumeişki, Wasini, Maninui, Aruşi,
Qulbitarrini, Taşe ve Meluiani adlı 9 kaleyi ele geçirdiğini ve Fırat’ı geçen ilk kral olma
onurunu kazandığını anlatır. Urartu kralı II. Sarduri’nin M.Ö. VIII. yüzyılın ortalarına
doğru Malatya kralı Hilaruada’yı tam bir denetim altına alması ile sonuçlanan bu seferden
sonra, Fırat’ın Malatya’ya karşı olan doğu kıyıları, Habibuşağı/İzoğlu (eski Tumeişki,
Klasik Tomisa), Kaleköy, Maltepe, Haroğlu ve nihayet Harput gibi irili ufaklı
karakollarla güçlendirilmişti (Sevin 1987; 1988a; Köroğlu 1996: 24 vd). Nitekim Van
Kalesi’ndeki Hazine Kapısı yazıtında Malatya’dan hiç söz edilmeden daha güneyde,
Fırat’ın batı kıyısı üzerindeki Qumaha (Klasik Kommagene) ülkesine ilk kez gidildiği,
göl kıyısındaki Halpa (Adıyaman-Gölbaşı yöresi) ile Wita ve Parala gibi kentlerin ele
geçirildiği; Kummuhu (Kommagene) kralı Kustaspili'nin haraca bağlandığı anlatılır
(UKN no. 155). Anlaşıldığına göre Bahçecik yazıtı kral II. Sarduri ve müttefiklerinin
Asur hükümdarı III. Tiglathpileser (M.Ö. 745-727) karşısında M.Ö. 743 yılında aldıkları
büyük yenilgiden önceki, Urartu gücünün doruk noktasında olduğu bir zamanda yani
M.Ö. VIII. yüzyılın ortalarında kaleme alınmıştır.
Yazıtın ilginç yönlerinden biri de, Zaia(ni) adıyla yeni bir Urartu eyalet valisinden
bizzat söz edilmesi ile görevlendirildiği eyaletinin sınırlarının çizilmiş bulunmasıdır.
Urartu Krallığı’nın genellikle merkezden atanan valilerce yönetilen bir eyalet sistemine
sahip olduğu bilinmekle birlikte, resmi Urartu yazıtlarında, hükümdarın gücü ile Devletin
gücü özdeşleştirilmiş olduğundan, kral dışında şahıs adlarının kullanımı yok denecek
kadar azdır. İlginçtir ki, yine bu bölgeye ya da biraz daha kuzeyine II. Sarduri’nin dedesi
Minua (M.Ö. 810-785/80) tarafından Titia adlı bir vali atandığını bilmekteyiz (Schaefer
1973/74). Titia’nın eyaleti hakkında fazla bilgi yoksa da, bu eyaletin en azından,
Minua’nın kazdırtmış olduğu Palu yazıtında belirtilen Huzana (Hozat civan) ve Supa
(Klasik Sophene) yani bugünkü Elazığ bölgelerini kapsamış olması mümkündür (Resim
6). Üzerinde vali Titia’nın adı bulunan Urartu yazıtı, Bahçecik’in ancak 30 km. kadar
kuzeybatısındaki Bağın’dan gelmektedir. Bu durumda Titia ile Zaia adlı valilerin aynı
eyaleti mi, yoksa farklı eyaletleri mi yönettikleri sorunu ile karşı karşıyayız.
382
Elazığ/Bahçecik Yazıtı ve Urartu Eyalet Sistemi...
Gerek Bağın ve gerekse Bahçecik’in hemen güneyinde, Arsania (Murat) Irmağı
kıyısında, Urartu kralı Minua (M.Ö. 810-785/80) döneminden beri büyük bir Urartu
merkezi olduğu anlaşılan Palu kalesi yer almaktadır. Kalıntılar buranın önemli bir eyalet
merkezi olduğuna işaret etmektedir. Özellikle kayalığın çok dik olan kuzeybatı yüzüne
kazılmış bulunan anıtsal kaya mezarları burada soylu-yönetici bir sınıfın varlığının en
açık kanıtlarıdır (Sevin 1994) (Resim 6-7). Bu durumda, eğer Bahçecik ve Karakoçan
civarında bir başka büyük Urartu merkezi yoksa, gerek Titia ve gerekse Zaia’nın Palu'da
oturmuş valiler oldukları düşünülebilir. Bununla birlikte Urartular’a ait Bağın Kalesi ile
Munzur suyu üzerinde, Tunceli’ye bağlı Burmageçit köyündeki kale ve buradaki tahrip
edilmiş bir oda-mezardan ele geçirilen Minua yazıtIı tunç eserler (Yıldırım 1989; 1991;
Belli 1993) Titia için daha kuzeybatıdaki farklı bir eyalet merkezine de işaret ediyor
olabilirler. Gerçekten de bu yörede yeni kurulan kentin adının Sardurihinili olarak
belirtilmiş olması ilk ihtimalin pek mümkün olmadığına işaret ediyor gibidir. Çünkü Palu
kayalıkları üzerine Minua’nın kazdırtmış olduğu Urartuca yazıtta ülke ve kent beraberce
Şebeteria olarak adlandırılmıştır (Resim 6). Bu durumda Urartu ülkesinin batı ucunda
birbirine yakın birkaç sınır eyaletinin var olmuş alabileceği ihtimali akla gelmektedir.
Ancak Urartu eyalet sistemi hakkında fazla bir şey bilinmediğinden bu konuda şimdilik
daha ileri bir öneride bulunmak doğru olmaz. Buna karşılık Urartu idare sisteminde kral
Minua’dan torun Sarduri’ye değin geçen 20-30 yıllık sürede Urartu eyalet yönetimi ve
sınırlarında yeni düzenlenmelere gidilmiş olabileceğidir. Nitekim gerek güneydeki Asur
İmparatorluğu ve gerekse Urartu Devleti’nde zaman içinde bazı idari reformlara gidildiği
ve hatta yeni eyaletlerin kurulup, bazılarındaysa sınır düzenlemelerine gidildiği
bilinmektedir (Zimansky 1985:91). Bu durumda, eskiden Şebeteria denen eyalet ve şehrin
adının II. Sarduri’nin yeni reformlarından sonra Sardurihinili’ye (Sarduri’nin Şehri)
çevrilmiş olması imkan dışı değildir.
Hangi ihtimal olursa olsun şurası açıktır ki, Bahçecik yazıtında geçen yeni
kurulmuş Sardurihinili büyükçe bir eyaletin başkentiydi. Nitekim yazıtta açıkça Urartu
ülkesinin güneybatı ucundaki bir eyaletin sınırları çizilmiş gibidir. Bu eyalet batıda
Malatya-Adıyaman'dan Diyarbakır'ın kuzeyine doğru uzanan bir alanı kapsamaktadır. Bu
eyaletin, Asur casus raporlarında adı anılan Urartu eyaleti Alzi ile eşitlenmesinin
mümkün olduğunu düşünüyorum. M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarında Siplia (ABL no. 444)
adlı bir vali tarafından yönetildiği bilinen bu eyaletin başkenti de, Urartu kralı II. Sarduri
döneminde Sardurihinili adını almış olan Palu olmalıdır. Böylelikle hakkında çok şey
bilinmeyen Urartu eyaletlerinin genişlikleri konusunda ilk kez somut bir bilgiye sahip
olunmaktadır. Bahçecik yazıtı bu nedenle ayrı bir öneme sahiptir.
383
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, Osmanlı Dönemi’nde bir bölümüne “Çar
Sancak” denen Palu-Kovancılar-Mazgirt-Elazığ yöresi, yani Malatya’ya komşu olan
Fırat’ın doğu kesimi Urartu Krallığı döneminde büyük bir önem taşıyor ve başkent Tuşpa
(Van)’dan atanan valilerce yönetiliyordu. Alzi adını taşıyan bu eyalette görevlendirilen
valilerden üçü, sırasıyla Titia, Zaia ve Siplia adlarını taşıyordu. Yazıtlarda vali adlarının
özellikle belirtilmiş oluşu Urartular için istisnai bir durumdur ve bölgenin idari açıdan
taşıdığı büyük önem ile ilişkili olmalıdır.
KAYNAKÇA
ABL: Harper, R.F. 1892,1914: Assyrian and Babylonian Letters 1-9, Chicago.
Belli, O. 1993: ‘Der beschriftete Bronzehelm des Königs Menua aus der Festung
Burmageçit bei Tunceli”, Aspects of Art and Iconography; Anatolia and its Neighbors, Studies in
Honor of Nimet Özgüç (yay.haz. M. J. Mellink et al), Ankara, 61-67.
Erzen, A. 1978: Çavuştepe 1, Ankara.
Köroğlu, K. 1996: Urartu Krallıgı Döneminde Elazığ (Alzi) ve Çevresi, Istanbul.
Schaefer, H. P. 1973-74: “Zur Stele Menuas aus Bağın (Balin)”, Istanbuler Mitteilungen
23/24, 33-37.
Sevin, V. 1987: “Elazığ-Bingöl İlleri Yüzey Araştırması 1986”, V. Araştırma Sonunçlan
Toplantısı II, Ankara, 1-44.
Sevin, V. 1988a: “Elazığ-Bingöl Yüzey Araştınnası”, VI. Araştırma Sonunçlan Toplantısı
II, Ankara, 451-500.
Sevin, V. 1988b: “The Oldest highway between the regions of Van and Elazığ in Eastem
Anatolia”, Antiquity 62, 547-551.
Sevin, V. 1991: “The Southwestward Expansion of Urartu: New Observations”, Anatolian
Iron Ages II (yay.haz. A. Çilingiroğlu, D. H. French), Oxford, 97-112.
Sevin, V. 1994: “Three Urartian Rock-cut Tombs from Palu”, Tel Aviv 21, 58-67.
UKN: Melikishvili,G.A. Urartskie Klinoobraznye Nadpisi, Moskwa
Van Loon, M. N. 1974: “The Euphrates Mentioned by Sarduri II of Urartu”, Anatolian
Studies Presented to H. G. Güterbock on the occasion of his 65th Birthday, (yay.haz. K. Bittel et
al), Istanbul, 187-194.
Yıldırım, R. 1989: “Elazığ Müzesinde Bulunan Birkaç Urartu Kılıcı”, Fırat Üniversitesi
Dergisi (Sosyal Bilimler) 3(2), 279 vdd.
Yıldırım, R. 1991: “Urartian Belt Fragments from Burmageçit”, Anatolian Iron Ages 2
(Yay.haz. A.Çilingiroğlu, D.French), Oxford 1991: 131 vdd.
Zimansky, P. E. 1985: Ecology and Empire: The Structure of the Urartian State, Chicago.
384
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 385-412, ELAZIĞ-2005
17. YÜZYILIN ORTALARINDA ARAPGİR SANCAĞINDA
İSKÂN VE NÜFUS (1643 TARİHLİ AVÂRIZ-HANE
DEFTERİNE GÖRE)
The Inhabiting And Population of The Sanjaq of Arapgir In The Middle of
The 17th Century (According to The Avâriz-Hane Defteri Dated 1643)
Enver ÇAKAR
Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Tarih Bölümü, Elazığ.
Füsun KARA
Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Tarih Bölümü, Elazığ.
ÖZET
Bu çalışmada, 17. yüzyıl iskân ve nüfus çalışmalarının vazgeçilemez temel kaynaklarından
olan bir avârız-hane defteri esas alınmak suretiyle, Arapgir sancağının 1643 tarihindeki iskân ve
nüfusu tespit edilmeye çalışılmıştır.
Bu defterdeki bilgiler gösteriyor ki, 17. yüzyılda Sivas eyaleti sancakları içerisinde yer alan
Arapgir 1643 yılında Arapgir ve Eğin olmak üzere iki ayrı kazaya taksim edilmiş olup, toplam
olarak 2 kasaba ile 111 köy bu kazalar dahilinde yer almaktaydı.
Bölgenin nüfusunda zaman içerisinde önemli değişmeler meydana gelmiştir. Arapgir ve
Eğin kazalarının nüfusu 17. yüzyıla gelindiğinde önemli oranda artış gösterdiği gibi, bundan
sonraki dönemlerde de sürekli olarak artmıştır. Fakat, I. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik
zorluklardan dolayı cazibesini kaybettiğinden nüfusunun önemli bir kısmı büyük şehirlere göç
etmiştir.
Anahtar Kelimeler: Arapgir, Eğin, sancak, kaza, nahiye, iskân, nüfus.
ABSTRACT
This article explains the inhabiting and population of the Sanjaq of Arapgir in 1643 as
using basically the registers of Avariz-hane which are one of the main sources for the studies of
the inhabiting and population in the seventeenth century.
The informantions in this register indicates that Arapgir was in the sanjaqs connected with
the province of Sivas in the seventeenth century and in 1643 it was divided into two districts
which had 2 towns and 111 villages.
The population of this region had a rather important changing in the course of the time. The
population of the qadas of Arapgir and Egin had a sharp increase and in the following years this
sharp increase continued. But after World War I, because of the economic troubles This region lost
it’s attraction and the most of the population of Arapgir and Egin migrated to the big cities.
Key Words: Arapgir, Egin, sanjaq, qada, district, inhabiting, population.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Giriş
Avârız-hane defterlerinin incelenmesi iskân ve demografi tarihimiz açısından
büyük önem taşımaktadır1. Zira, mufassal olarak düzenlenmiş olan bu çeşit defterler
sayesinde bir eyalet veya sancağı teşkil eden kazaların idarî bölümleri (mahalle ve
köyleri) ile bu idari bölümlerden her birinin yetişkin erkek nüfusunu tespit edebilme
imkânına sahip bulunmaktayız.
Çalışmamızın temel kaynağını teşkil eden Avârız-hane Defteri Başbakanlık Arşivi
Kâmil Kepeci Tasnifi Mevkufat bölümünde 2600 numarada kayıtlı bulunmaktadır. Rum
vilâyeti Defterdarı Murad Efendi tarafından 1053/1643 yapılan tahririn neticelerini ihtiva
eden bu defterin tamamı 10 sayfa olup, 1 ve 10. sayfaları boştur. Bu defterde, Arapgir
sancağının mahalle ve köylerinde oturan ve vergi mükellefi olan şahısların adları fert fert
gösterilmemiş, sadece sancak dahilindeki yerleşim birimlerinin adları ve toplam vergi
nüfusları ile avârız-hanesi miktarları verilmiştir. Ayrıca, nüfusun dinî ve etnik menşei
hakkında da bilgi verilmemiştir. Bundan dolayı, sancak dahilindeki iskân yerlerinin inanç
yapısını sadece bu defterdeki verilerden hareketle tespit edebilmek mümkün değildir.
Fakat, bunu aydınlatacak başka kaynaklara sahip olmamız işimizi oldukça
kolaylaştırmaktadır.
Bu kaynaklardan ilki Başbakanlık Arşivi’nde Maliyeden Müdevver Defterler
Tasnifi’nde 435 numarada kayıtlı bulunan 1052/1642 tarihli Arapgir Sancağı Cizye
1
Avârız ve avârız-hâne defterleri ile ilgili çalışmalar için bkz. Ömer Lütfî Barkan, “Avârız”, İslam
Ansiklopedisi (=İA), II, s. 13-19; Halil Sahillioğlu, “Avârız”, TDV İslam Ansiklopedisi (=DİA), IV s. 108109; Linda T. Darling, Revenue-Raising and Legitimacy. Tax Collection and Finance Administration in the
Ottoman Empire, 1560-1660, Leiden, 1996; Aynı yazar, “Avarız Tahriri: Seventeenth and Eighteenth
Century Survey Registers”, Turkish Studies Association Bulletin, 10 (1986), s. 23-26; Avdo Suçeska, “Die
Entwicklung des Besteuerung durch die ‘Avariz-i divânîye und die Tekâlif-i örfiye’ im Osmanchen Reich
wahrend des 17th und 18th Jahrunderts”, Sudost Forschungen, 27 (1968), s. 89-130; Rifat Özdemir,
“Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X.
Türk Tarih Kongresi, Ankara, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler, IV, Ankara, 1993, s. 15811613; Bruce McGowan, “Osmanlı Avarız-Nüzül Teşekkülü 1600-1830”, VIII. Türk Tarih Kongresi Ankara
11-15 Ekim 1976, II, Ankara, 1981, s. 1327-1332; Oktay Özel, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı
Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (der. Halil İnalcık, Şevket Pamuk), T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik
Enstitüsü, Ankara, 2000, s. 35-50; Aynı yazar, “17. Yüzyıl Osmanlı Demografi ve İskân Tarihi İçin Önemli
Bir Kaynak: Mufassal Avârız Defterleri”, XII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 12-16 Eylül 1994, Kongreye
Sunulan Bildiriler, III, Ankara, 1999, s. 735-743; Feridun M. Emecen, “Kayacık Kazasının Avârız
Defteri”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 12 (1981), s. 159-170; Mehmet Ali Ünal, “1056/1646 Tarihli Avârız
Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”, Belleten, LI/199 (Ankara, 1987), s. 119-129; Mustafa
Öztürk, “1616 Tarihli Halep Avârız-hâne Defteri”, OTAM, 8 (Ankara, 1997), s. 249-293; Münir Aktepe,
“XVII. Asra Ait İstanbul Kazası Avârız Defteri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, III (1957), s. 109-137; Enver
Çakar, “XVII. Yüzyıl Haleb Eyaleti Avarız-Hane ve Cizye Defterleri”, Birinci Orta Doğu Semineri
(Kavramlar, Kaynaklar ve Metodoloji), (Elazığ, 29-31 Mayıs 2003), Bildiriler, Elazığ, 2004, s. 337-344
386
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
Defteri’dir. Bu defterde ise Arapgir sancağını teşkil eden Arapgir ve Eğin kazalarının
mahalle ve köylerinde oturan gayr-i Müslimlerin cizye nüfusu verilmiştir. Defterdeki
kayıtlardan anlaşıldığına göre, bu cizye tahriri de, 1053/1643 tarihli Avârız-hane Defteri
gibi, Rum Eyaleti Hazine Defterdarı Murad Efendi tarafından yapılmıştır. Tamamı 44
sayfa olan bu defterin 2-4. sayfalarında kaza, kasaba ve nahiyelerin cizye nüfusu icmâl
(özet) olarak verildikten sonra, 14-40. sayfalarında cizye nüfusunu teşkil edenler,
bulundukları mahalle ve köylere göre fert fert gösterilmiştir. Söz konusu defterin 1, 3, 512 ve 41-44. sayfaları boştur.
Çalışmamızda yerleşim yerlerinin dinî ve etnik yapısını tespit etmek maksadıyla
kullandığımız başka bir defter de Başbakanlık Arşivi’nde bulunan 64 numaralı ve 1518
tarihli Tahrir Defteri’dir. Bu defterde, mahalle ve köylerde oturanların adları fert fert
gösterildiği için, hangi köylerin Müslim ve hangilerinin de gayr-i Müslim olduklarının
tespiti hususunda oldukça önemli bir kaynaktır. Yine, 1530 tarihli Tahrir Defteri de
çalışmamızda kullandığımız diğer önemli bir kaynaktır2. Bu defterde köylerin adları ve
vergi nüfusları yer almakla birlikte, 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde olduğu gibi,
nüfusu teşkil eden fertler gösterilmemiştir3.
Arapgir ve Eğin’in iskân ve nüfusu ile ilgili bugüne kadar yapılmış muhtelif
çalışmalar olmakla birlikte, bunlar daha ziyade bu bölgelerin 16. yüzyılı ile 19. yüzyılını
kapsayan çalışmalardır4. 17. yüzyıl ile ilgili herhangi bir çalışmanın bulunmamasından
dolayı, söz konusu bölgelerin bu ara dönemdeki iskân ve nüfusunun aydınlatılması
hususu ayrı bir önem kazanmaktadır. Bu cümleden olarak, 1643 tarihli Avârız-hane
Defteri esas alınmak suretiyle, Arapgir sancağındaki iskân yerleri ile bunların nüfusu bu
çalışmamızın temel konusunu teşkil etmektedir.
2
3
4
Bu defter, Başbakanlık Arşivi tarafından yayınlanmış olup, defterin tarihi 1530 olarak gösterilmiştir (998
Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab ve Zü’l-Kâdiriyye Defteri (937/1530) I, Dizin ve
Tıpkıbasım, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1998). Fakat, defterde
herhangi bir tarih yer almadığı için bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Yaygın olan kanaat ise
söz konusu defterin 1523 tarihli olduğudur (Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566),
Ankara, 1998, s. 5)
Bu iki defterde yer alan Arapgir sancağı ile ilgili kısımlar, Reyhan Özcan tarafından Yüksek Lisans Tezi
olarak çalışılmıştır (bkz. Reyhan Özcan, 1518 (H. 924) ve 1522-1523 (H. 928-929) Tarihli Arabgir Sancağı
Tahrir Defterleri (Transkripsiyon ve Değerlendirme), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2000)
Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, OTAM, 13, Ankara,
2003, s. 91-125; Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), İstanbul, 2003;
Reyhan Özcan, Aynı tez.
387
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
I. ARAPGİR SANCAĞININ İDARÎ YAPISI VE COĞRAFÎ SINIRLARI
Arapgir bölgesi, İran ve Bizans hakimiyetlerinden sonra, 11. yüzyıl sonlarında
Selçuklular’ın ve 15. yüzyıl başlarında da Timurlular’ın hakimiyetine geçmiş, Yavuz
Sultan Selim’in İran seferi sırasında 1515 yılında ise Osmanlı topraklarına katılmış5 ve
Diyarbekir Beylerbeyiliği’ne dahil edilmiştir6. Nitekim, 1522 yılında Arapgir sancağı
idarî bakımdan Diyarbekir Beylerbeyiliğine tabi olup, bu zamanda Kara Mustafa Bey adlı
bir sancakbeyinin yönetiminde bulunuyordu7. Aynı idarî yapı 1527 yılında da devam
etmekteydi8.
Arapgir sancağını 1548 yılında bu defa Rum (Sivas) eyaleti sancakları arasında
görmekteyiz9. 1631 yılında Ahmed Bey’in idaresinde bulunan Arapgir sancağı yine Sivas
adıyla da bilinen Rum eyaletine tabi idi10. 1653 yılında Sofyalı Ali Çavuş tarafından
hazırlanan Kanunnâmede de Arapgir, Sivas eyaleti sancakları arasında yer almaktadır11.
1846 yılında Harput eyaletinin kurulmasına kadar bu idarî statüsü devam eden Arapgir12,
bu zamanda Eğin kazası ile birlikte, Harput sancağına dahil edilmiştir13. 1876 yılında
Ma‘muratü’l-Aziz Mutasarrıflığı’nın kurulmasıyla Ma‘muratü’l-Aziz sancağına, 1878
yılında Ma‘muratü’l-Aziz Vilayeti’nin kurulmasıyla da bu yeni vilayetin sınırları
içerisinde yer almıştır14.
Arapgir’in Osmanlı döneminde hazırlanan ilk tahrir defterinden anlaşıldığına göre,
1518 yılında sancağın Dağ-ili15, Eğin16, Ak17, Söğüt-Abad18, Ağın19 ve Meşkir20 olmak
5
Yusuf Halaçoğlu, “Arapkir”, DİA, 3, s. 328; Besim Darkot, “Arapkir”, İA, I, s. 553
Nejat Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyiliğinin İlk İdarî Taksimatı”, Tarih Dergisi, 23 (İstanbul, 1969), s. 27,
32
7
Enver Çakar, “Kanuni Sultan Süleyman Kanun-nâmesine Göre 1522 Yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun
İdarî Taksimatı”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12/1 (Elazığ, 2002), s. 281
8
Metin Kunt, Sancaktan Eyalete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstanbul, 1978, s. 130
9
Feridun M. Emecen-İlhan Şahin, “Osmanlı Taşra Teşkilâtının kaynaklarından 957-958 (1550-1551) Tarihli
Sancak Tevcih Defteri I”, Belgeler-Türk Tarih Belgeleri Dergisi, XIX/23 (Ankara, 1999), s. 53-122
10
Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı (H. 1041/M. 1631-32 tarihli
bir idarî taksimat defteri)”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı, Ankara, 1963, s. 216
11
Midhat Sertoğlu, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, İstanbul, 1992, s. 30
12
Arapgir sancağı 18. yüzyılın ilk yarısında Sivas eyaleti sancakları arasında yer almaktaydı (bkz. Orhan
Kılıç, 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti’nin İdarî Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ,
1997, s. 54). 4 Şubat 1735 tarihinde Arapgir sancağının mukataatı Gümüşhane’ye ilhak olunmuştur.
13
Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ, 1999, s. 30
14
Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, s. 35-36
15
Başbakanlık Arşivi (=BA),Tahrir Defteri (=TD), nr. 64, s. 679, 694-695, 697, 705
16
BA, Aynı defter, s. 684
17
BA, Aynı defter, s. 691, 693, 699
18
BA, Aynı defter, s. 694
19
BA, Aynı defter, s. 703, 706, 713
20
BA, Aynı defter, s. 708
6
388
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
üzere 6 nahiyesi vardı. Fakat, söz konusu defterde çoğu köylerin hangi nahiyelere tabi
oldukları zikredilmediği için, bu konuda kesin bir tespitte bulunmak pek mümkün
olmamaktadır. Arapgir sancağında bu zamanda toplam olarak 1 şehir (nefs-i Arapgir) ile
118 köy ve 13 mezraa yer almaktaydı21.
1530’da ise Arapgir sancağında 1 kaza (Arapgir kazası) ve 1 şehir (nefs-i Arapgir)
ile kaza dahilinde toplam olarak 153 köy ve 61 mezraa yer alıyordu22. Fakat, bu defterde
köylerin nüfusunu teşkil eden fertler ismen yazılmayıp sadece toplam sayıları hane ve
mücerred olarak verildiği için, hangi köylerin Müslüman ve hangilerinin gayr-i Müslim
olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Ayrıca, köylerin tabi olduğu nahiyeler de
zikredilmemiştir.
1643 yılında Arapgir sancağı Arapgir ve Eğin olmak üzere iki kazadan meydana
geliyordu. 1518 tarihli Tahrir Defteri’nde yer alan Dağ-ili, Ak, Söğüt-Abad, Meşkir ve
Ağın adlı nahiyeler bu zamanda artık mevcut olmayıp, bunlardan Ağın ve Meşkir Arapgir
nahiyesinin iki ayrı köyünü teşkil etmekte idiler23. Sancağın kazaları olan Arapgir ve
Eğin’in her biri kaza merkezi olan bir kasaba ile onun çevresinde yer alan ve aynı ismi
taşıyan bir nahiyenin teşkil ettiği muhtelif sayıdaki köylerden müteşekkildi. Dolayısıyla,
sancak merkezi olan Arapgir kazası Arapgir kasabası ile Arapgir nahiyesinden, Eğin
kazası da Eğin kasabası ile Eğin nahiyesinden meydana geliyordu24.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasından sonra Arapgir ve Eğin’in yer
aldığı bölgenin idarî yapılanmasında önemli değişiklikler meydana geldi. Eğin’in adı
kasaba halkının isteği üzerine 21 Ekim 1922’de Bakanlar Kurulu’nun kararıyla Kemaliye
olarak değiştirildikten sonra, 1926’da Malatya iline, 11 Mayıs 1938 tarihli kanunla da
Erzincan iline bağlandı25. Arapgir kazası 1928’de Malatya iline bağlandıktan26 sonra 16.
ve 17. yüzyıllarda Arapgir kazası köylerinden olan Ağın27 da 1954 yılında müstakil ilçe
yapılarak Elazığ iline bağlandı28. Yine, 17. yüzyılda Eğin kazası köylerinden olan İliç29,
1938’e kadar Kemaliye’ye bağlı bir bucak merkezi iken, bu tarihte demiryolunun İliç’den
21
BA, Aynı defter, s. 676-713
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101
23
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 4
24
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 2-7
25
Erdoğan Akkan-Metin Tuncel, “Kemaliye”, DİA, 25, s. 237
26
Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 95
27
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93; BA, TD, nr. 64, s. 682; BA, Kepeci
Mevkufat, nr. 2600, s. 4
28
Erdal Karakaş Merkezi Fonksiyonları Açısından Ağın-Arapkir ve Kemaliye İlçeleri, Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ, 1996, s. 89
29
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 7
22
389
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
geçmesi üzerine, Kuruçay kaza merkezi İliç’e taşınarak burası yeni kurulan ilçenin
merkezi olmuştur30.
Bu gelişmelerden sonra bölgenin köy dağılımı da yeniden düzenlenmiş, 17.
yüzyılda Arapgir kazasını teşkil eden köylerin önemli bir kısmı Elazığ’ın bir ilçesi olan
Ağın’a, bir kısmı da Malatya’nın bir ilçesi olan Arguvan ile yine Elazığ’ın ilçelerinden
olan Keban’a dahil edilirken, bazı köyler de 1974 yılında hizmete girmiş olan Keban
Baraj Gölü’nün altında kalmıştır31. Eğin’in bir kısım köyleri ise yine Erzincan’a tabi bir
ilçe olan İliç’e bağlanmıştır.
Öte taraftan, 17. yüzyılda Arapgir sancağını teşkil eden kazaların ve sancak
sınırlarının belirlenmesi de tarihi coğrafyamız açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Bu
cümleden olarak, 1643 yılında Eğin kazasının sınırları kuzeyde bugünkü İliç ilçe
merkezini de içine alarak Karasu nehrine dayanıyordu. Bu nehrin öte tarafında ise Kemah
sancağı arazisi yer alıyordu. Bugünkü Kemaliye’nin Başpınar bucağı ve köyleri 1643’de
Eğin kazasına tabi değildi. Eğin’in doğusundaki Halmüge ve Sarı adlarını taşıyan çaylarla
Eğin kazası ve Arapgir sancağından ayrılan bu bölge Çemişgezek sancağı arazisi
içerisinde yer alıyordu32.
Arapgir kazası ise Malatya’nın bugünkü Arapgir ilçesinin tamamı ile Arguvan
ilçesinin bir kaç köyünü ve Elazığ’ın bugünkü Ağın ilçesinin tamamı ile Keban ilçesinin
birkaç köyünü içine aldığı gibi, kuzey sınırı da bugünkü Kemaliye ilçesinin Dutluca
bucağını tamamen içine alarak kuzey-doğu istikametinde Karasu nehri ile buraya akan
Olukman çayına kadar uzanıyordu.
1643 yılında Arapgir sancağının doğu sınırı Karasu (Fırat) nehrine dayanıyordu ve
nehrin öteki yakasında Çemişgezek sancağı arazisi yer almaktaydı33. Fırat nehri Keban’ın
kuzeyinde bir yay çizdikten sonra güneye doğru akmaya devam ettiği için, bu arada,
bugün Keban ilçesine tabi olan Denizlü (Denizli) ve Nimri (Pınarlar) adlı köyleri de içine
alarak sancağın kısmen güney sınırını belirliyordu34. Bundan sonra, sancak sınırı kuzeye
30
Cumhuriyetin 50. Yılında Erzincan-1973 İl Yıllığı, Ankara, 1973, s. 43
Mesela, Çam Kıran (Çamgıran), Kohbinik (Ayvacık) ve Behadun (Uzunyol) adlı köyler.
32
Bugünkü Kemaliye ilçesinin Başpınar bucağında yer alan ve 1530’da Çemişgezek sancağına tabi olan
köylerin bazıları Vartanik (Başpınar), Halmüge (Aksöğüt), Mamsavud (Balkırı), Tırnik (Buğdaypınar),
Ehtasor (Armağan) ve Balasor (Yukarı Umutlu) adlı köyler idi (bkz. 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i
Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 129’daki harita)
33
Nitekim, Arapgir sancağının güney-doğu sınırında yer alan ve bugün Elazığ ilinin bir ilçesini teşkil eden
Keban 1530 tarihinde Çemişgezek sancağının bir nahiyesi konumunda idi (bkz. 998 Numaralı Muhâsebe-i
Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 172).
34
Nimri’nin güneyinde ve Fırat nehrinin öteki yakasında Kuşcu adlı bir köy var ise de, bu köyün hemen
çevresinde bulunan Zeryan (Çevrekaya), Zırkıbaz (Gökbelen) ve Zikrişeyemir (Akçatepe) adlı köylerin
31
390
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
doğru uzanıyor ve bugünkü Arguvan ilçesinin Doydumlu (Doydum) ve Germişi (Ermişli)
adlı köyleri de sancak sınırları içinde kalıyordu. Daha ileride, Arapgir sancağının batı
sınırı başlıyor ve Çaltı suyunu takip ederek nihayet kuzeyde tekrar Karasu ile
birleşiyordu. Çaltı suyunun batı yakasında ise Divriği sancağı arazisi yer almaktaydı.
II. ARAPGİR SANCAĞINDA İSKÂN YERLERİ
1. Kasabalar
1.1. Arapgir Kasabası
Kesin kuruluş tarihi bilinmeyen Arapgir’in ilk kuruluş yeri bugün sadece bazı
kalıntıları bulunan Kale kesimidir. Ne zaman yapıldığı belli olmayan bu kale Göz
Deresi’nin Kozluk Çayı ile birleştiği yerde yüksek kayalı bir kesime kurulmuştur. Şehrin
gelişimi daha sonra Göz Deresi vadisine doğru olmuş ve muhtemelen 1765 dolaylarında
eski yerleşim yerinin 5-6 km. doğusunda yer alan bugünkü mevkiine taşınmaya
başlamıştır35. Fakat, Arapgir’in Osmanlı yönetimine girmeden önce de yer değiştirdiği
anlaşılmaktadır. Çünkü, ilk tahrir defterinde “Eski Arapgir” adlı 12 “hane” ve 3
“mücerred” (yetişkin bekâr) vergi nüfuslu küçük bir köyün adı geçmektedir36 ki, 1643
tarihli Avârız-hane Defteri’nde de yer alan bu köy37 Arapgir’in en eski kuruluş yeri
olmalıdır.
Arapgir kasabasında zaman içerisinde görülen bu yer değiştirmelerin temel sebebi,
kesin olarak bilinmemekle birlikte, daha ziyade, ulaşım yetersizliği ve ekonomik
sıkıntılar olarak tahmin edilmektedir38.
Arapgir’in 17. yüzyıldaki durumu hakkında bilgi veren Kâtib Çelebi, bir kalesi ve
Fırat nehrine kadar uzanan bağ ve bahçeleriyle bol meyvesi olduğundan bahsetmektedir39.
17. yüzyıl seyyahlarından olan Evliya Çelebi de bu kasabanın kuruluşu ve kalesi
hakkında kısaca bilgi vermektedir40.
1518 ve 1530 tarihli Tahrir Defterleri’nde Arapgir’in mahalleleri belirtilmemiş41,
incelediğimiz defterde yer almaması, bunun 17. yüzyılda Arapgir sancağına tabi olan aynı adlı köy olması
ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktadır.
35
Erdal Karakaş, “Arapkir’in Kuruluş ve Gelişmesi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, VIII/1
(Elazığ, 1996), s. 177, 181
36
BA, TD, nr. 64, s. 688
37
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 3
38
Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 100
39
Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 624
40
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, Ahmed Cevdet tab‘ı, İstanbul, 1314, s. 215-216
41
BA, TD, nr. 64, s. 673-676; 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 92; Reyhan
Özcan, Aynı tez, s. 54-57
391
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
sadece kasabanın toplam vergi nüfusu “hane” ve “mücerred” olarak gösterilmiştir.
Bundan dolayı, Arapgir’in bu zamandaki mahallelerini tespit edememekteyiz.
1643 yılında aynı adlı sancağın merkezi olan Arapgir’in 10 mahalleye taksim
edilmiş olduğunu görmekteyiz. Bunlar, Ağca Mescid, Bedürek?, Bükâvel?, Cami‘-i
Kebîr, Cami‘-i Seydî Beğ, Emir Yusuf, Kara Babek, Keşiş, Monla Sarı ve Süleyman Beğ
adlı mahalleler olup42, Cizye Defteri’nden anlaşıldığına göre, Bedürek, Kara Babek ve
Keşiş adlı 3 mahallede gayr-i Müslimler43, diğer 7 mahallede ise Müslümanlar meskûn
idi.
Tablo-1 Arapgir Kasabasının Mahalleleri ve Vergi Nüfusu (1643)
Mahalleler
Hane
Ağca Mescid
25
Bedürek?
67
Bükâvel?
47
Cami‘-i Kebîr
95
Cami‘-i Seydî Beğ
106
Emir Yusuf
20
Kara Babek
43
Keşiş
83
Monla Sarı
68
Süleyman Beğ
27
Toplam
581
1643’de Arapgir’in nüfus bakımından en kalabalık olan mahalleleri sırasıyla 106
nefer vergi nüfusuyla Cami‘-i Seydî Beğ, 95 nefer vergi nüfusuyla Cami‘-i Kebîr ve 83
nefer vergi nüfusuyla da Keşiş adlı mahallelerdi. En küçük iskân mahalleri ise 20 nefer
vergi nüfusuyla Emir Yusuf, 25 nefer vergi nüfusuyla Ağca Mescid ve 27 nefer vergi
nüfusuyla Süleyman Beğ adlı mahallelerdi.
Arapgir’in bir nüfus icmal defterinde 19. yüzyılın ilk yarısında 2145, 1894 tarihli
Ma‘mûratü’l-Azîz Salnamesinde ise 23 mahallesinin olduğunu görmekteyiz. Fakat, 17.
44
42
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 2
BA, Maliyeden Müdevver, nr. 4035, s. 14-17
44
Tahrir Defterleri’nde vergi mükellefi olan “hane” ve “mücerred”in toplamını ifade etmek için genellikle
“nefer” tabiri kullanılmıştır. Fakat, incelememize konu teşkil eden 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde
böyle bir ayrım yapılmadığından biz buradaki “nefer” tabirini hane olarak kabul ettik.
45
Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 100-101
43
392
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
yüzyıldaki mahalle adlarının hiç biri bu belgelerde yer almamaktadır46.
Arapgir’in 17. yüzyılın ortalarında mevcut olan mahalle adları tetkik edildiğinde,
isimlerin 3 tanesinin cami ve mescit (Ağca Mescid, Cami‘-i Kebîr, Cami‘-i Seydî Beğ), 2
tanesinin dinî şahsiyet (Monla Sarı ve Keşiş), 5 tanesinin de şahıs adlarına (Bedürek?,
Kara Babek, Bükâvel?, Emir Yusuf, Süleyman Beğ) dayandığı görülmektedir ki, bu
isimlendirme yöntemi Türk yer adları geleneğine de uygun düşmektedir47.
1.2 Eğin Kasabası
Doğu Anadolu bölgesinin batı ucunda Munzur dağlarının batı ucu ile onun
batısındaki Sarıçiçek dağları arasında derin bir biçimde gömülmüş olan Fırat nehrinin sağ
kıyısında kurulmuş olan Eğin kasabasının nasıl ve ne zaman kurulduğu bilinmemekle
birlikte tarihi oldukça eskilere dayanmaktadır. İran ve Pontus hakimiyetinden sonra
Romalılar tarafından yönetilen Eğin’in Türk hakimiyetine geçişi Türkiye Selçukluları
zamanında olmuştur. Timur istilasının ardından Çelebi Sultan Mehmet döneminde
Osmanlı topraklarına katıldıysa da kesin hakimiyeti Yavuz Sultan Selim devrinde
Çaldıran Savaşı sonrasında kurulmuştur48.
Tablo-2 Eğin Kasabasının Mahalleri ve Vergi Nüfusu (1643)
Mahalleler
Cami‘-i Cedîd
Cami‘-i ‘Atîk
Zımmiyân
Toplam
Reâyâ Vergi Nüfusu
43
35
538
616
Eğin, 1518 tarihli Tahrir Defteri’nde 213 hane, 107 mücerred vergi nüfuslu büyük
bir köy olarak geçmektedir49. Bu zamanda Eğin köyünün vergi gelirleri Arapgir
sancakbeyinin hasları arasında yer almaktaydı ve söz konusu köyde buğday, arpa, ve
pamuk ile çeşitli meyve ve sebzeler yetiştirilmekte, ayrıca burada 6 tane de değirmen
(âsiyâb) bulunmaktaydı50. 1530 tarihinde ise Eğin’in vergi nüfusu 200 hane ve 77
46
Arapgir’in 19. yüzyıl ve bugünkü mahalle taksimatı için bkz. Erdal Karakaş, Merkezi Fonksiyonları
Açısından Ağın-Arapkir ve Kemaliye İlçeleri, s. 102; Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine
Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, göst. yer.
47
Harput örneği için bkz. Mehmet Ali Ünal, “1056/1646 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl
Ortalarında Harput”, s. 123
48
Eğin’in tarihi hakkında daha fazla bilgi için bkz. Erdoğan Akkan-Metin Tuncel, “Kemaliye”, s. 236-237;
Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), T.C. Kemaliye Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını,
İstanbul, 1996
49
BA, TD, nr. 64, s. 676-678; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 58-60
50
BA, TD, nr. 64, s. 678; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 60
393
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
mücerredden ibaretti51.
Bundan sonraki yıllarda nüfusu sürekli olarak artan Eğin bir kasaba haline
getirilerek aynı adla teşkil edilen kazanın da merkezi olmuştur. Nitekim, 1643 yılında
kaza merkezi olan Eğin kasabasında 2’si Müslüman ve biri de Hıristiyan olmak üzere 3
mahalle yer almaktaydı. Müslüman mahalleleri Cami‘-i Cedîd ve Cami‘-i ‘Atîk olup52,
bunlar da Arapgir kasabasındaki Müslüman mahallelerinde olduğu, Türk ve İslâm
geleneğine uygun olarak o yerde bulunan bir ibadet mekânı esas alınmak suretiyle
adlandırılmış olan iskân mahalleri idi.
17. yüzyıl seyyahlarından olan Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Eğin’deki çoğu
imaretlerin kayalar üzerinde olduğunu, bağlarının Fırat kenarında ve kasabanın aşağı
kısmında yer aldığını, kalede ve aşağı şehirde bin kadar toprakla örtülü ev ile yeteri kadar
cami ve mescit, üç medrese ve 40 kadar da sıbyan mektebi bulunduğunu zikreder. Ayrıca,
Eğin yağının çok meşhur olduğunu, bundan dolayı çarşısının baştan başa yağcılarla dolu
olduğundan bahsettiği gibi, halkının çoğunun kemancı yani okçu olmasından dolayı
buraya “Kemancılar diyarı” denildiğinden de bahsetmektedir. Yine onun ifadesine göre
Eğin kalesi Fırat nehri kenarında ve bir tepe üzerinde bulunmakta olup, dört köşe şeklinde
fazla düzgün olmayan basit bir yapıdan ibaretti53.
17. yüzyıldan sonra da büyümeye devam eden Eğin’in mahalle sayısı 18. yüzyılda
54
13’e , 1894 yılına gelindiğinde ise 38’e yükselmiştir55. Buna paralel olarak kasabanın
nüfusu da büyük bir artışla 1894 yılında 10.312’ye ulaşmıştır56.
1894’de Eğin kasabasındaki 38 mahallenin 3’ünde Müslüman ve gayr-i Müslimler
karışık olarak otururlarken, 10 mahallede sadece gayr-i Müslimler, 25 mahallede de
sadece Müslümanlar oturmaktaydı57. 1990’lı yıllarda ise Kemaliye (=Eğin) kasabasının
29 mahallesi bulunmaktaydı58. Eğin’de 17. yüzyılda mevcut olan mahalle adlarını 18. ve
19. yüzyıllarda artık görememekteyiz.
51
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 5.
53
Evliya Çelebi, Seyahatname, III, s. 215
54
Kenan Ziya Taş, “1760-1817 Yılları Arasında Eğin (Kemaliye) Kazası”, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi, XI (1996), s. 138
55
Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), İstanbul, 2003, s. 44-45
56
Ahmet Aksın, Aynı eser, s. 45.
57
Eğin kasabasının mahalleleri ve nüfusları için bkz. Ahmet Aksın, Aynı eser, s. 44-45
58
Erdal Karakaş, Aynı tez, s. 95
52
394
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
2. Köy ve Mezraalar
Nahiyeleri teşkil eden ve Avârız Defterleri’nde “karye” olarak ifade edilen köyler,
hemen hemen bütün iktisadî faaliyetleri tarım ve hayvancılığa dayanan iskân yerleridir.
Mezralar ise yakın bir köyün ekinliği, yani ziraat edip işlediği yer olabildiği gibi,
yörüklerin yani konar-göçer unsurların gelip işledikleri topraklar da olabilirdi59. Bu yerler
genellikle köy alanı içinde, fakat tarlalardan ayrı olarak tepeler arasına yayılmış olan
sürülebilir küçük alanlar olarak da tanımlanabilir60.
Arapgir sancağında 1518’de 118 köy, 13 mezraa61, 1530’da 153 köy, 61 mezraa62,
1643’de de 144 köy ile Arapgir nahiyesinde 5 meskûn mezraa yer almaktaydı63. Bu
zamanda mevcut olan köylerin 96’sı Arapgir nahiyesine, 48’i de Eğin nahiyesine tabi idi.
19. yüzyıla gelindiğinde ise Arapgir kazasındaki köy sayısı 15264, Eğin’deki köy sayısı da
101 olmuştur65.
Arapgir sancağında 16. yüzyılda mevcut olan köylerle 17. yüzyılda mevcut olan
köyler arasında bazı önemli farklılıklar vardır. Meselâ, 1518 ve 1530 tarihli tahrir
defterlerinde adları geçen Ağ Mağara, Ak Turlud-ı Köhne Küçük, Arakil, Bağras, Betre,
Bidğat?, Biğ Pınarı, Ciğri, Çirkinir?, Eksük, Ermen Bük, Eyücek, Fazıllı, Gahmuci,
Haçigel?, Halasi, Hanesi, Haraba, Hepenoz, Hızanik, Holmin, İmsirik, Kaya?, Kâbus?,
Kenedur, Kiçik?, Kuyucak, Larsik, Lümişkin, Mağdik, Miranik, Mişi?, Moşki, Mutmura,
Paşağı, Puşadı, Ranik, Sirnak?, Suceyin, Sülüklü, Tanusa-i Süfla, Tarpunik ve Yabalu
adlı 43 köy 1643 tarihli avârız-hane defterinde yer almamaktadır.
Diğer taraftan, 1643’de mevcut olan Arapgir kazasındaki Balluca, Başiklü,
Beşadik, Çam Kıran, Çimen, Deregân, Dumanlu, Ehnesti?, Geci, Hatallu, Kâfcı, Mutpur,
On Er (Onar), Selamlu, Seyellüce (Behadun), Söğüd Ağacı (Gebelü), Şücaeddin,
Yabanlu, Yahyalu ve Yenice adlı 20 köy ile Eğin kazasındaki Bağışdaş, Cobiler (Çöpler),
Çaltı, Kendir, Lic, Muşuka, Salihlü, Senahsi ve Ya‘kublu adlı 9 köy de 16. yüzyılda
59
Halil İnalcık, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1987, s. xxıx
Wolf Dieter Hütteroth-Kamal Abdulfattah, Historical Geography of Palestine, Transjordan and Southern
Syria in the Late 16th Century, Erlangen, 1977, s. 29
61
BA, TD, nr. 64, s. 676-713
62
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101
63
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 2-7
64
Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 114-117
65
Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), s. 31-35. 1892’de Eğin’e bağlı
olan köylerin bir kısmı (meselâ, Zabulbar, Yukarı Yabanlu, Yenice, Venk, Vahşin, Tafti, Şıhlar, Sing,
Selamlı, Saraycık, Samuka, Orta Yabanlu, Modanlı, Mendirgi, Maşkır, Karapınar, Hadsek, Haskeni,
Gemuhu, Eski Arapgir, Ençiti, Ekrek, Dingidar, Cucikân, Balluca, Acuzi, Ağdunud, Ağın, Andırı, Ayuşma,
Bademli gibi köyler) 19. yüzyılın başlarında Arapgir kazasına bağlı idi.
60
395
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
mevcut değildir. Ayrıca, Arapgir kazasındaki Harnuşki? ve Çarımlar adlı 2 mezraa 16.
yüzyılın başlarında mevcut değildi. Köylerin bir kısmı 16. yüzyılda henüz yerleşme
olmadığı için mezraa statüsündedir. Bir kısım köyler ise yeni kurulmuş olabileceği gibi,
17. yüzyılda isim değişikliğine uğramış da olabilir. Meselâ, 1643’de mezraa statüsünde
olan Dingidar ve Kara Mağara adlı yerler 16. yüzyılın başlarında köy statüsünde, Söğüd
Ağacı, Yenice ve Çaltı (Çaltılu) adlı köyler de 1530’da mezraa statüsünde idiler66.
Mezraalar esasen köylerin ekinliği olup, yerleşmenin olması durumunda köy
statüsü kazanırlardı67. Fakat, Arapgir nahiyesinde yer alan Çarımlar, Dingidar, Ergin,
Harnuşki? ve Kara Mağara adlı mezraaları 1643’de iskân mahalleri olarak görmekteyiz.
Bu demektir ki, bu yerler önceleri “mezraa” statüsünde iken sonradan meskûn
olmuşlardır.
Arapgir sancağında, bazı köyler halkı muayyen bir görevi yerine getirmekle
mükellef tutulmuşlardı. Meselâ, 1643’de Eğin kazasındaki 29 nefer vergi nüfuslu Ekrek
adlı köy halkı “derbendci” olarak tayin edilmişti68. Bilindiği gibi derbendci olan köyler
halkı avârız-ı divaniye ve tekâlif-i örfiye olarak nitelendirilen her türlü vergilerden muaf
idiler. Derbendler, stratejik yollar ile hac ve ticaret yollarının güvenliğini sağlamak
maksadıyla ıssız olan yerlerde kurulduğuna69 göre, Ekrek adlı köy de muhtemelen
stratejik bakımdan önemli olan bir geçitte yer alıyordu. Yine, aynı tarihte 9 nefer vergi
nüfuslu Öşnedan (Kekikpınarı) adlı köy halkının da “köprücü” olarak tayin edildiğini
görmekteyiz70. Bu köy halkı da muhtemelen bugün Keban Baraj Gölü’ne karışan
Mirançayı üzerinde kurulmuş olan bir köprünün bakım ve onarımdan sorumlu idiler.
Zira, bu çay üzerinde halen 2 büyük köprü bulunmakla birlikte, bunlar 1848 yılında inşa
edilmiştir71.
Aşağıdaki Tablo-4’de de görüleceği üzere, 17. yüzyılın ortalarında Arapgir
sancağındaki köyler genellikle Müslüman ve Hıristiyan iskân yerleri konumunda olup,
köylerin çok az bir bölümü heterojen bir yapıya sahipti. Nitekim, nüfusu Müslüman ve
Hıristiyanlardan oluşan köylerin sayısı 1643 yılında 4 olup, bunlar Eğin nahiyesinde yer
alıyordu. Bu zamanda sancak genelindeki 144 köy ve 3 mezraanın 115’i yani % 78 gibi
büyük çoğunluğu Müslüman, 28’i yani % 19’u da Hıristiyan yerleşim yerleri
66
Bkz. 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 94, 95, 98
Enver Çakar, XVI. Yüzyılda Haleb Sancağı (1516-1566), Elazığ, 2003, s. 64
68
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 6
69
Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı, İstanbul, 1990, s. 9-10; Suraiya Faroqhi,
Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (çev. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul, 1994, s. 73
70
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 3
71
Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), s. 684
67
396
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
konumundaydı. Sadece Hıristiyanların oturdukları 28 köyün 13’ü Arapgir nahiyesinde,
15’i de Eğin nahiyesinde yer almaktaydı.
Daha gerilere baktığımızda, 1518’de Arapgir sancağında yer alan 118 köyün 75’i
(meskûn köylerin % 77’si) Müslüman, 21’i Hıristiyan, 1 tanesi de karışık (Müslüman ve
Hıristiyan) nüfuslu köylerdi. Bu zamanda mevcut olan 21 köy ise “viran” yani harap
olmuş durumdaydı. Dolayısıyla, 16. ve 17. yüzyıllarda Arapgir sancağında yer alan
köylerin büyük çoğunluğunda Müslümanlar meskûndu.
1642 tarihli Cizye Defteri’nden anlaşıldığına göre, Arapgir nahiyesindeki
Hıristiyan köyleri Ağın, Anbarge, Ehnesti?, Encirti, Gîrânî, Haskini, Horuc, İn, Küşne,
Meşkir, Şebük, Vahşin ve Zabulbar, Eğin nahiyesineki Hıristiyan köyleri ise Apçağa,
Atma Vanki, Ekrek, Gâmurgab, Hozakrek, Garuşla Divanı, Lîc, Muşûka, Navril, Pingân,
Sahsinik, Sorek, Şirzı, Venk-i Hızır İlyas ve Vankiğ adlı köylerdi. Eğin nahiyesindeki
karışık nüfuslu olan köyler ise Artos, Gâşo, Gümüşkân ve Senahsi adlı iskân yerleriydi.
19. yüzyıla gelindiğinde yeni yerleşim birimlerinin kurulması sebebiyle
Müslümanların meskûn olduğu köylerin sayısı daha da artmıştır. Ayrıca, Müslümanlar
zamanla bir çok Hıristiyan köyüne yerleşerek buralarda da çoğunluk durumuna
gelmişlerdir72.
1643 yılında Arapgir sancağında yer alan köyler aşağıdaki Tablo-3’de vergi
nüfusuna göre gruplandırılmıştır. Bu tablodan da anlaşılacağı üzere, bu zamanda sancak
dahilindeki 85 köy ve 2 mezraa 1-10 nefer (hane) arasında bir vergi nüfusuna sahip
bulunmaktaydı. Başka bir ifadeyle, sancakta yer alan toplam 144 köy ve 3 mezraanın %
59’u çok az nüfusa sahip olan ve genellikle mezraa hususiyetleri taşıyan iskân yerleri
konumundaydı. Bu köylerin 66’sı (2’si mezraadır) Arapgir nahiyesinde, 21’i de Eğin
nahiyesinde yer alıyordu.
17. yüzyılın ortalarında Arapgir sancağında köy gruplarının vergi nüfusu
bakımından ikinci önemli bölümünü yaklaşık olarak % 18’lik oranla 11-20 nefer vergi
nüfusuna sahip olan köy ve mezraalar teşkil etmekteydi. Bunların toplam sayısı 26 olup,
17 köy ve 1 mezraa Arapgir nahiyesinde, 8 köy de Eğin nahiyesinde yer alıyordu.
Sancaktaki köylerin yaklaşık olarak % 16 oranındaki bölümünü meydana getiren
21-50 nefer vergi nüfusuna sahip olan köyler de köy grupları arasında üçüncü sırada yer
almaktaydı.
72
Arapgir ve Eğin kazalarının 19. yüzyıldaki köyleri ve nüfusları için bkz. Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin
(İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), s. 100-104; Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine
Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 118-123
397
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Tablo-3 Vergi Nüfusuna Göre Köy ve Mezraaların Dağılımı
Nahiyeler
Arapgir
Eğin
Toplam
1-10
66
21
87
11-20
18
8
26
Hane Grupları
21-50
51-100
10
5
13
3
23
8
101-200
1
1
201-350
2
1
Toplam
99
48
147
Nüfusu en kalabalık olan köyler Eğin nahiyesinde yer alıyordu. Buradaki 3 köyün
vergi nüfusu 100 neferden fazla olup, bunlar 332 nefer vergi nüfusuyla Apçağa, 209 nefer
vergi nüfusuyla Pingân ve 156 nefer vergi nüfusuyla Gâmurgab adlı Hıristiyan köyleri
idi. Arapgir nahiyesindeki en büyük köyler ise sırasıyla 61 nefer vergi nüfusuyla Ağın ve
58 nefer vergi nüfusuyla Meşkir adlı yine Hıristiyanların meskûn oldukları köylerdi.
Bunlardan Ağın adlı köy bugün Elazığ ilinin aynı adlı ilçesinin merkezi durumundadır.
Avârız-hane Defteri’nde durum böyle olmakla birlikte, Cizye Defteri’nde bazı
köyler nüfusunun belirtilenden daha fazla olduğu görülmektedir. Meselâ, Pingân’ın cizye
nüfusu 250 nefer, Gâmurgab’ın 216 nefer, Lic’in 130 nefer, Şirzı’nın da 115 neferdir. Bu
fark, muhtemelen mücerred yani kazanç temin edebilecek yaştaki bekâr erkeklerin de
cizye nüfusuna dahil edilmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira, bölgeler arasında bazı
farklılıklar bulunmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nde vergi vermekle mükellef olan, vücut
ve akılca salim her fert 14 yaşını doldurunca cizyeye tabi tutulur ve bunu 75 yaşını
dolduruncaya kadar tediye ederdi73.
Arapgir sancağında yer alan köylerin nüfusunda 16-17. yüzyıllar arasında önemli
değişmeler olmuştur. Çoğu köylerin nüfusu azalırken bazılarının da nüfusu önemli oranda
artış kaydetmiştir. Meselâ, Apçağa adlı köyün vergi nüfusu 1518’de 55 hane, 6
mücerred74 ve 1530’da 75 hane, 32 mücerred75 iken 1643’de 332 haneye76, Pingân adlı
köyün vergi nüfusu 1530’da 61 hane, 34 mücerred77 iken 1643’de 209 haneye78,
Gâmurgab adlı köyün vergi nüfusu da 1518’de 19 hane, 2 mücerred79 ve 1530’da 34
hane, 11 mücerred80 iken 1643’de 156 haneye81 ulaşmıştır. Buna benzer durum Hozakrek,
Garuşla Divanı ve Şirzı adlı Hıristiyan köylerinde de görülmektedir ki, muhtemelen bu
73
Boris Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş Vergisi)”, (çev. Şinasi Altundağ),
Belleten, VIII/32 (Ankara, 1994), s. 621
74
BA, TD, nr. 64, s. 699
75
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97
76
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 6
77
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98
78
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 7
79
BA, TD, nr. 64, s. 686
80
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97
81
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 7
398
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
durum başka köylerdeki Hıristiyanların buralara göç ederek nüfus bakımından
yoğunlaşmak istemelerinden kaynaklanmıştır.
II. ARAPGİR SANCAĞININ NÜFUSU
1. Arapgir Kasabası
16. yüzyıla ait tahrir defterlerinde sancak merkezi olan Arapgir için “şehir” ifadesi
kullanılmıştır. Buna göre, Arapgir’in nüfusu 1518’de 256 hane, 92 mücerred82 1530’da
ise 309 hane ve 277 mücerred vergi nüfusu ile 34 nefer sipahizadegân ve 4 nefer de
muaftan ibaretti83.
Bu dönemde Arapgir’deki Hıristiyanlar için “Erâmine” tabiri kullanılmıştır.
Mehmet Ali Ünal, Harput avârız-hane defterindeki “Erâmine” tabirini “Süryani” olarak
tanımlamıştır84. Fakat, seyyahların verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Arapgir’deki
gayr-i Müslim nüfusu Ermeniler meydana getiriyordu85.
1643 yılına gelindiğinde Arapgir kasabasının toplam vergi nüfusu 581 nefer86
olmuştur. Bu nüfusun 193 hanesi Hıristiyan, 388 hanesi de Müslüman idi (bkz. Tablo-4).
Fakat, avârız defterinde vergiden muaf olanlar ve askeriler yer almadığı için Müslüman
nüfusun bu rakamdan çok daha fazla olduğu kesindir.
Defterlerde yer alan verilerden hareket ederek Arapgir şehrinin (veya kasabasının)
tahminî nüfusunu tespit edebiliriz. Mehmet Ali Ünal, yine bir Doğu Anadolu kenti olan
Harput’ta bir “hane”yi, anne, baba ve 5 çocuk olmak üzere, ortalama olarak 7 kişi kabul
etmiştir87. 1894-95 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz Salnamesi’nde ise Eğin’de bir “hane”nin
ortalama olarak “5” kişiden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Zirâ, bu zamanda Eğin’in
toplam hane sayısı 2.063, kadın ve erkek olmak üzere toplam nüfusu da 10.312 idi88.
Buna göre, 10.312 : 2.063 = 4.99’dan fazla yani yaklaşık olarak “5” çıkmaktadır. Bundan
dolayı, biz de Eğin ve Arabgir’in tahminî nüfusunu hesaplamak için, aynı zamanda bir
çok araştırmacı tarafından yaygın olarak da kullanılan “5” katsayısını tercih ettik89. Buna
82
BA, TD, nr. 64, s. 673-676; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 18
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 92
84
Mehmet Ali Ünal, Aynı makale, s. 124.
85
Besim Darkot, “Arapkir”, s. 553.
86
Buradaki “nefer” tabiri büyük ihtimalle “vergi mükellefi evli erkek” yerinde kullanılmıştır.
87
Mehmet Ali Ünal, Aynı makale, s. 123.
88
Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin, s. 108
89
Tahminî nüfus hesaplamalarında genellikle Ö. Lütfi Barkan’ın tavsiye ettiği 5 katsayısı kullanılmaktadır
(Ö. Lütfi Barkan, “Tarihî Demografî Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, X (19511953), s. 1-24). Fakat, tahminî nüfus hesaplamalarında muayyen bir katsayının kullanılması hususu
günümüzde pek çok araştırmacı tarafından pek kabul görmemektedir (bu husustaki görüşler için bkz. Nejat
Göyünç, “Hâne Deyimi Hakkında”, Tarih Dergisi, 32 (1979), s. 331-348; Kemal Çiçek, “Osmanlı Tahrir
83
399
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
göre, Arapgir şehrinin tahminî nüfusu 1518’de 560’ı Hıristiyan ve 720’si Müslüman
olmak üzere 1.280, 1530’da da 795’i Müslüman ve 940’ı Hıristiyan olmak üzere 1.735
kişiden ibaret olmaktadır.
Tablo-4 Arapgir Kasabasının Nüfusu
Yıllar
1518
1530
1643
Müslüman
144
159
388
Vergi Nüfusu (Hane)
G. Müslim
Toplam
112
256
188
347
193
581
Tahminî Nüfus (Hane x5)
Müslüman
G. Müslim
Toplam
720
560
1.280
795
940
1.735
1.940
965
2.905
1643’de ise Arapgir kasabasının tahminî nüfusu 965’i Hıristiyan ve 1.940’ı
Müslüman olmak üzere 2.905’dir. Fakat, buna muaf ve askerileri de dahil ettiğimizde
kasabanın tahminî nüfusu, çoğunluğu Müslüman olmak üzere, 4 bin civarında olmaktadır.
Garafik-1 Arapgir Kasabasında Nüfus Hareketleri (1518-1997)
18.000
16.000
14.000
Nüfus
12.000
10.000
8.000
6.000
4.000
2.000
0
1518
1530
1643
1881
1985
1997
Yıllar
Öte yandan, 19. yüzyılda Arapgir’i ziyaret eden seyyahlar şehir nüfusu hakkında
genellikle abartılı ve çelişkili rakamlar vermişlerdir. Mesela, Arapgir’in nüfusunu
Ainsworth 1839 yılında 6 bini Ermeni olmak üzere 8 bin olarak verirken, bu tarihten
birkaç sene evvel İngiltere konsolosu J. Brant da 4.800’ü Müslümanlara ve 1.200’ü de
Ermenilere ait olmak üzere 6 bin ev olarak vermiştir. Taylor’a göre şehir nüfusu 1868’de
35 bin, Vital Cuinet’e göre de 1890 tarihine doğru 11 bini Müslüman, 8.500’ü Ermeni
Defterlerinin Kullanımında Görülen Bazı Problemler ve Metod Arayışları”, Türk Dünyası Araştırmaları,
97 (Ağustos 1995), s. 97-98
400
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
90
olmak üzere 20 bin idi . 1881 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz Salnamesi’ne göre ise Arapgir’in
nüfusu 3.348 hane yani yaklaşık olarak 16.740 kişiden ibaret idi91.
Grafik-1’den de anlaşılacağı üzere, Arapgir’in nüfusu, 1518-1881 yılları arasında
sürekli olarak artış kaydetmiştir. Bu düzenli nüfus artışı, kasabanın özellikle iktisadî
bakımdan Doğu Anadolu bölgesindeki cazibesini bu zamanda koruduğunu
göstermektedir. Fakat, bundan sonraki yıllarda (özellikle I. Dünya Savaşı sırasında)
Arapgir büyük bir iktisadî sarsıntıya uğramış, sanayileşme durmuş, ziraî sahalarla bağ ve
bahçeler harap olmuştur. Bununla bağlantılı olarak, kasabanın nüfusu da azalarak nihayet
1985’de 8.531’e kadar düşmüştür92. 1997’de ise az bir artışla 11.544 olmuştur93.
2. Eğin Kasabası
Eğin adlı iskân yeri, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, 16. yüzyılda Arapgir kazasına
tabi bir köy idi. Bu köyün vergi nüfusu 1518’de toplam olarak 213 hane, 107 mücerred94,
1530’da da 200 hane 77 mücerredden ibaret idi95. 1643 yılına gelindiğinde Eğin
kasabasının vergi nüfusu 78’i Müslüman ve 538’i de Hıristiyan olmak üzere 616 “nefer”e
yükselmiştir96. Vergi mükellefi olan “hane” ve “nefer”in (her birini ortalama olarak 5
nüfuslu bir ailenin temsilcisi olarak kabul ederek) toplam sayısını 5 katsayısı ile
çarptığımızda, Eğin kasabasının tahminî nüfusu 1518’de 1.065, 1530’da 1.000 ve
1643’de de 3.080 kişiden ibaret olmaktadır.
Evliya Çelebi Seyahatnâme adlı eserinde, Eğin kasabasında sipah, kethüda yeri,
yeniçeri serdarı, kale dizdarı, kale neferleri, muhtesip ve şehir naibinin dahi bulunduğunu,
Kalede ve aşağı şehirde bin adet toprakla örtülü ev yer aldığını anlatmaktadır97. Her ne
kadar 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde Eğin’in vergi nüfusu 616 “nefer” kaydedilmiş
ise de askerîler ve muaf olanlar bu rakama dahil değildir. Bilindiği gibi, menzilci,
derbendci, köprücü, çeltükçü, doğancı, vb. hizmetleri ifa edenlerin yanı sıra vakıf
görevlileri, din ve eğitim hizmetlerinde bulunanlar ve diğer askerî görevliler avârızdan
muaf idiler. İncelediğimiz defterde “derbendci” ve “köprücü” olan iki köy haricinde,
Arapgir sancağındaki askerîlerin tamamı ile çoğu muâflar gösterilmemiştir. Bundan
90
Besim Darkot, “Arapkir”, s. 553.
1298 (1881 M) Tarihli Ma’muret’ül Aziz Vilâyet Sâlnâmesi (İl Yıllığı), (yayına hazırlayanlar: Erdal
Açıkses-Rahmi Doğanay), Elazığ, 2001, s. 80
92
Yusuf Halaçoğlu, “Arapkir”, s. 329
93
http://arapgir.f2g.net/
94
BA, TD, nr. 64, s. 676-678.
95
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93
96
BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 5
97
Evliya Çelebi, Seyahatname, III, s. 215
91
401
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
dolayı, sağlıklı bir nüfus tahmininde bulunmak oldukça zordur. Fakat, Evliya Çelebi’nin
yuvarlak bir rakam verdiğini varsayarsak Eğin’de 800-1.000 arasında ev bulunduğunu
söyleyebiliriz. Bu durumda, Eğin’in de tahminî nüfusu, Arapgir’de olduğu gibi, 4-5 bin
arasında olmaktadır.
J. Brant’a göre 1835 yılında Eğin’de toplam olarak 2.700 ev bulunmaktaydı ki bu
durumda şehir nüfusu 13.500 kişiden ibaret olmaktadır98. 1881 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz
Salnamesi’ne göre Eğin kasabasında 2.087 hane vardı. Buna göre, kasabanın tahminî
nüfusu da 14.609 olmaktadır99. 1894-95 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz salnamesine göre ise
kasabada toplam olarak 2.063 hane bulunmaktaydı. Bu durumda da Eğin’in tahminî
nüfusu 10.315 kişiden ibaret olmaktadır. Son olarak, Eğin’in nüfusu 1985 sayımına göre
3.007, 1997 sayımına göre de 3.088 kişiden ibaretti100.
Grafik-2 Eğin Kasabasında Nüfus Hareketleri (1518-1997)
16.000
14.000
12.000
Nüfus
10.000
8.000
6.000
4.000
2.000
0
1518
1530
1643
1835
1881
1894-95
1985
1997
Yıllar
Eğin kasabasındaki nüfus hareketleri yukarıdaki Grafik-2’de gösterilmiştir. Bu
grafikten de anlaşılacağı üzere, kasabanın nüfusu 1530-1881 yılları arasında sürekli
olarak artarken, bu tarihten itibaren 1985 yılına gelinceye kadar önemli oranda bir düşüş
göstermiştir. Bunun da en mühim sebebi işsizlik ve hayat şartlarının zorlaşmasından
dolayı dışarıya dönük olarak yapılan göçlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, 19. yüzyılda başlayan
98
Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin, s. 98
1298 (1881 M) Tarihli Ma’muret’ül Aziz Vilâyet Sâlnâmesi, göst. yer.
100
http://www.yerelnet.org.tr/belediye/belediye.php?belediyeid=129785
99
402
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
bu göç hareketleri günümüze kadar devam etmiştir.
3. Sancak Nüfusu
1518’de Arapgir kasabasının vergi nüfusu 256 hane ve 92 mücerred, sancak
dahilinde yer alan köylerin vergi nüfusu da 1.298 hane ve 397 mücerred idi. Buna göre
1518’de sancak nüfusu 1.554 hane ve 489 mücerred olup, sancağın bu zamandaki tahminî
nüfusu ise 7.770 kişiden ibaretti. Fakat, buna askerîleri de ilave ettiğimizde 1518 yılında
sancağın tahminî nüfusu 10 bin civarında olmaktadır.
1530’da Arapgir sancağının vergi nüfusu toplam olarak 3.764 hane ve 1.995
mücerred idi. Ayrıca, sancakta yer alan imam, müezzin, hatip, talebe, türbedar, nazır,
mütevelli ve mescit hademesi ile pir-i fani, a‘ma, ma‘lul ve mecnun gibi vergiden muaf
olanlar 42 nefer olarak gösterilmiştir. Yine, bu zamanda Arapgir’de her sancakta olması
gereken sancakbeyi, kadı, zeâmet erbabı ve sipahi gibi askeri görevliler de olup, bunların
da toplam sayısı 53 nefer idi101. Bu durumda sancaktaki yetişkin erkek nüfusu askeri ve
muaflarla birlikte 3.859 hane ve 1.995 mücerred, sancağın tahminî nüfusu ise 19.295
kişiden ibaret olmaktadır.
Tablo-4 Arapgir Sancağı Nüfusu (1643)
Vergi Nüfusu
İskân Alanları
Müslüman
Tahminî Nüfus
Hıristiyan
Toplam
Müslüman
Hıristiyan
Toplam
Arapgir kasabası
388
193
581
1.940
965
2.905
Arapgir nahiyesi
752
404
1.156
3.760
2.020
5.780
Eğin kasabası
78
538
616
390
2.940
3.330
Eğin nahiyesi
399
1.185
1.584
1.995
5.925
7.920
Toplam
1617
2.320
3.937
8.085
11.850
19.935
Yukarıdaki rakamlardan da anlaşılacağı üzere, Arapgir’in 1518 ve 1530 tarihleri
arasındaki tahminî nüfusu arasında neredeyse yarı yarıya fark vardır. Bu fark, tabii nüfus
artışından çok ilk tahrirde yazımdan kaçanlardan kaynaklanmış olmalıdır. Çünkü, her
şeyden evvel, yukarıda da bahsettiğimiz üzere 1530 tarihli defterin tarihi konusunda bazı
şüpheler vardır. Şayet bu defter 1523 tarihli ise 5 yıl gibi kısa bir zaman içerisinde
nüfusun bu kadar artmış olması mümkün olamayacağı gibi, 1530 tarihli olsa bile 12 yıl
içerisinde % 100 oranında bir nüfus artışı da pek tabii değildir.
Tablo-4’de de görüleceği üzere, 1643’de Arapgir sancağının vergi nüfusu toplamı
101
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101.
403
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
1.617’si Müslüman ve 2.320’si de Hıristiyan olmak üzere 3.937 idi. Bu durumda
sancağın tahminî vergi nüfusu 3.937 x 5= 19.935 kişiden ibaret olmaktadır. Fakat, buna
muaf ve askerileri de dahil ettiğimizde sancak nüfusunun 25 bin civarında olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla, 1530-1643 yılları arasında sancak nüfusunda
yaklaşık olarak % 30 oranında bir artış meydana gelmiştir.
1643 yılında Arapgir sancağı vergi nüfusunun % 30,40’ını teşkil eden 1.197’si
Arapgir ve Eğin kasabalarında, % 69,60’ını teşkil eden 2.740’ı da Arapgir ve Eğin
nahiyelerine tabi olan köylerde yaşamaktaydı. Dolayısıyla sancak nüfusunun yarıdan
fazlası köylerde oturuyor ve ziraî faaliyetlerle meşgul oluyordu. Kasaba halkı ise yine
tarım ve hayvancılığın yanı sıra küçük çapta da olsa zanaat ve ticaretle meşgul oluyordu.
Grafik-3 Nüfusun Kasaba ve Nahiyelere Dağılımı (1643)
8.000
7.000
6.000
Nüfus
5.000
4.000
3.000
2.000
1.000
ye
si
Na
hi
Eğ
in
Ar
a
pg
ir
Na
hi
ye
si
Ka
sa
ba
sı
in
Eğ
Ar
ap
gi
rK
as
a
ba
sı
0
Arapgir sancağında 17. yüzyılda meskûn olan köylerin % 78 gibi büyük
çoğunluğunda tamamen Müslümanlar, % 19’unda Hıristiyanlar, % 3’ünde ise Müslüman
ve Hıristiyanlar birlikte oturmalarına rağmen, köy sayısı ile nüfus oranları birbirine zıttır.
Arapgir kazasında Müslümanlar, Eğin kazasında ise Hıristiyanlar sayıca kalabalıktır.
Bunun da temel sebebi Müslüman köylerin sayıca çok fazla olmasına rağmen Hıristiyan
köylerine göre az nüfuslu olmasıdır. Halbuki 16. yüzyılda durum böyle değildi.
Müslümanlar Hıristiyanlardan sayıca da kalabalık durumda idiler. Zira, 1530 tarihli
404
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
Tahrir Defteri’ne göre toplam sayısı 3.764 hane ve 1.995 mücerred olan sancak vergi
nüfusunun 3.591 hane ve 1.839 mücerredini Müslümanlar, sadece 173 hane ve 156
mücerredini Hıristiyanlar meydana getiriyordu102.
Bu durumda, ilk akla gelen husus incelediğimiz defterin bir avârız-hane defteri
olması sebebiyle avârızdan muaf olan çok sayıdaki Müslüman reayanın bu deftere
kaydedilmediğidir. Durum böyle olmasa bile, sipahiler ve yönetici sınıf ile vakıflardan
maaş alanlardan oluşan ve “askerî” olarak tanımlanan kesim herhalde sayıca reayadan
pek de aşağı değildi. Çünkü, yakın bir tarihte Harput sancağında reayadan çok askerî
bulunduğu gibi103, Evliya Çelebi de Seyahatnâme adlı eserinde Arapgir sancağının 2 bin
kadar silahlı asker çıkardığından bahsetmektedir104.
Sonuç
Klasik tahrir geleneğinin neredeyse tamamen terk edildiği 17. yüzyıla ait iskân ve
nüfusla ilgili çalışmalarda “Avârız-hane Defterleri” vazgeçilemez temel kaynakları teşkil
etmektedir. Bu defterlerin çoğu sadece icmal kayıtlarını gösteren türden oldukları için
nüfus çalışmalarında oldukça yetersiz kalmakta, hatta iskân bölgelerinin tespiti dışında
pek bir işe yaramamaktadır. Bu açıdan, özellikle gerçek vergi nüfusu kayıtlarını içeren ve
Başbakanlık Arşivi’nde az sayıda örnekleri bulunan Avârız-hane Tahrir Defterleri nüfus
ve iskân çalışmalarında son derecede büyük değer taşımaktadır. Bu bağlamda,
incelememize konu olan “Arapgir Sancağı Avârız-hane Defteri” de iskân ve nüfus
çalışmalarında oldukça önemli bir kaynaktır.
Bu defterdeki bilgiler gösteriyor ki, 17. yüzyılda Sivas yani Rum eyaleti sancakları
içerisinde yer alan Arapgir bu zamanda Arapgir ve Eğin olmak üzere iki ayrı kazaya
taksim edilmiş olup, toplam olarak 2 kasaba ile 144 köy ve 5 meskûn mezraa bu kazalar
dahilinde yer almaktaydı. Bu kasabalar Arapgir ve Eğin (=Kemaliye) olup, bugün ikisi de
aynı ismi taşıyan ilçelerin merkezi konumundadır.
Öyle anlaşılıyor ki, 17. yüzyıldaki idarî taksimat anlayışı ile bugünkü idarî taksimat
arasında benzerliklerin yanı sıra bazı önemli farklılıklar da vardır. Meselâ, 17. yüzyılda
“kadılık” olarak teşkilatlandırılmış olan “kaza” birimi bugün kaymakam tarafından idare
edilen idarî birim niteliğindedir. Bugün olduğu gibi, 17. yüzyılda da kaza (=ilçe) muhtelif
sayıdaki köyleri ihtiva eden nahiyelerden meydana geliyordu. Nitekim, Arapgir ve Eğin
kazalarının da 17. yüzyılda aynı ismi taşıyan birer nahiyeleri vardı.
102
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101.
Mehmet Ali Ünal, Aynı makale, s. 123.
104
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, s. 216.
103
405
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Bölgenin nüfusunda ise zaman içerisinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir.
Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra Arapgir ve Eğin bölgelerinin nüfusu 17. yüzyıla
gelindiğinde önemli oranda artış gösterdiği gibi, bundan sonraki dönemlerde de sürekli
olarak artmıştır. Fakat, 19. yüzyıldan itibaren ekonomik zorluklardan dolayı ikisi de
cazibesini kaybettiğinden nüfuslarının önemli bir kısmı büyük şehirlere göç etmiştir.
Bundan dolayı, günümüzde de Arapgir ve Kemaliye (=Eğin) ilçeleri nüfus bakımından
17. yüzyıldan pek de farklı olmayan bir durumda bulunmaktadır.
Arapgir sancağında 17. yüzyılda meskûn olan köy ve mezraaların % 78 gibi büyük
çoğunluğunda tamamen Müslümanlar, % 19’unda Hıristiyanlar, % 3’ünde ise Müslüman
ve Hıristiyanlar birlikte oturuyorlardı. Fakat, köy ve mezraa sayısı ile nüfus oranları
birbirinden tamamen farklıdır. Arapgir kazasında Müslümanlar, Eğin kazasında ise
Hıristiyanlar sayıca kalabalıktır. Bunun da temel sebebi Müslüman köylerin sayıca çok
fazla olmasına rağmen Hıristiyan köylerine göre az nüfuslu olmasıdır. Halbuki 16.
yüzyılda durum böyle değildi. Müslümanlar Hıristiyanlardan sayıca da kalabalık durumda
idiler. Bu durumda, ilk akla gelen husus incelediğimiz defterin bir avârız-hane defteri
olması sebebiyle avârızdan muaf olan çok sayıdaki Müslüman reayanın bu deftere
kaydedilmediğidir.
Tablo-5 Arapgir Nahiyesi Köy ve Mezraalarının Vergi Nüfusu (1643)
Köy ve Mezraalar
‘Acûra
Ağdırnud
Ağın
Anbarge
Andırın
Arhud
Aşudge
Atma
Bacalı
Bademlü105
Balıkcı
Balluca
Başiklü ve Dingidar Mezraası
Beğ Pınarı106
Beşadik
Bostancık ve Ergin Mezraası
105
106
Yeni Adı
Bugün Bağlı Olduğu
İlçe/İl
Altunayva
Ağın
Kayakesen
Akpınar mahallesi
Sugeçti
Dutluca
Ağın/Elazığ
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Kemaliye/Erzincan
Pacalı
Bademli
Arapgir/Malatya
Ağın/Elazığ
Ballıca Mz.
Yedibağ ve Dibekli
Bey Pınarı Mz.
Arapgir/Malatya
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Bostancık
Arapgir/Malatya
Vergi Nüfusu
1
7
61
29
14
3
7
84
5
3
5
3
7
7
14
27
“Bayamlu”, BA, TD, nr. 64, s. 687; 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 96
“Biğ Pınarı”, BA, TD, nr. 64, s. 695; 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 96
406
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
Cücügân
Çam Kıran
Çarımlar Mezraası
Çat
Çiğnir
Çimen
Çit
Çörkiğ
Davudî
Decde
Denizlü108
Deregân
Dumanlu
Eğnir
Ehnesti?
Ekrek
Emîrân (Amrân)
Encirti
Eski Arapgir109
Geci
Germişi
Gîrânî
Göçi
Günabik
Harbuzik
Harnûşkî? Mezraası
Haskini
Hasûdek (Hadsek)
Hatallu
Havna
Hinge110
Holî
Horenek
Horuc
Hozahbur
Hüni
İn
İsrailcik nam-ı diğer Peter Oğlu
Kâfcı
Kâfir Yazı111
Kara Mağara Mezraası
Kara Pınar
Ormansırtı
Çamgıran107
Arapgir/Malatya
Ağın/Elazığ
Çiğnir
Çimen
Çit
Arapgir/Malatya
Arapgir/Malatya
Kemaliye/Erzincan
Denizli
Ulaşlı
Keban/Elazığ
Arapgir/Malatya
Eğnir
Arapgir/Malatya
Başpınar mahallesi
içinde
Çakırsu
Ağın/Elazığ
Karaca
Arapgir/Malatya
Ermişli
Öğrendik
Aktaş
Arguvan/Malatya
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Tarlabaşı
Yenipayam
Ağın/Elazığ
Ağın/Elazığ
Gümüşsuyu
Boylu
Kuşak
Kopuzlu
Yazmakaya
Beyelması
Kurtuluş
İn Mz.
Ağın/Elazığ
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Keban/Elazığ
Kemaliye/Erzincan
Ağın/Elazığ
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Karapınar
Kemaliye/Erzincan
Arapgir/Malatya
9
2
3
3
7
4
18
7
8
12
12
15
4
3
24
4
12
52
14
2
53
42
6
2
4
2
11
4
2
7
5
24
8
26
17
5
14
5
4
2
3
7
107
Keban Baraj Gölü’nün altında kalmıştır.
“Denizlü nam-ı diğer Ağındon”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 96
109
“Arapgir-i Köhne”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 94
110
“Hingi”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97
111
“Havir Yazı”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 99
108
407
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Kınık
Kohbinik
Kuşcı113
Küşne
Küzne
Levenge
Mandurgi
Meşkir
Minayik
Mutyur (veya Matyor)
Nimri
On Er (Onar)
Öşnedan
Öridik
Pağnik
Pağnik-i Evren Beğ
Pağnik-i Süflâ
Perenge
Pertek
Pul
Salurdek
Saraycık114
Selamlu
Semegi ve Ahmed Beğ Çiftliği
Seyellüce nam-ı diğer Behâdûn
Sing
Sosik
Söğüd Ağacı nam-ı diğer Gebelü
Şebük115
Şeyhler116
Şihabeddin
Tanûsa
Tarnuh nam-ı diğer Doydumlu
Tepte
Tirmihal
Vahşin
Vince
Yabanlu
Yahyalu
Yenice
Zabulbar117
Toplam
112
Kınık Mz.
Ayvacık112
Arguvan/Malatya
Ağın/Elazığ
Harabe
Samançay
Levenge Mz.
Kışlacık
Çakırtaş
Dürümlü
Ağın/Elazığ
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Keban/Elazığ
Pınarlar
Onar
Kekikpınarı
Keban/Elazığ
Arapgir/Malatya
Kemaliye/Erzincan
Kaşpınar
Budak
Düzce
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Arapgir/Malatya
Pulköy
Ağın/Elazığ
Saraycık
Selamlı
Boğazlı
Uzunyol
Çat
Akçalı
Gebeli
Yaylacık
Balkayası
Ağın/Elazığ
Arapgir/Malatya
Arapgir/Malatya
Ağın/Elazığ
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Arapgir/Malatya
Arapgir/Malatya
Ağın/Elazığ
Tanısa Mz.
Doydum
Koru
Arapgir/Malatya
Arguvan/Malatya
Arapgir/Malatya
Şenpınar mahallesi
Ağın/Elazığ
Aşağı Yabanlı
Ağın/Elazığ
Yenice
Bahadırlar
Arguvan/Malatya
Ağın/Elazığ
3
7
2
13
6
11
6
58
8
7
31
6
9
3
7
5
13
14
2
13
5
6
5
1
4
11
8
2
8
2
6
3
7
13
2
37
5
22
4
7
29
1.156
Keban Baraj Gölü’nün altında kalmıştır.
Bugün Elazığ’ın Keban ilçesinde ve Fırat nehrinin güney yakasında Kuşcu adlı bir köy olmakla birlikte,
burası 17. yüzyılın ortalarında Arapgir sancağına tabi olan köy değildir.
114
“Saraycuk”, BA, TD, nr. 64, s. 696
115
“Şebik”, BA, TD, nr. 64, s. 688
116
“Şeyhi”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97
117
“Zablubar”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 95
113
408
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
Tablo-6 Eğin Nahiyesi Köylerinin Vergi Nüfusu (1643)
Köyler
Yeni Adı
Abrenk
Ağın (Ağıl)
Ağırkik (Ağrik)
Apçağa118
Artos
Atma Vanki
‘Âvarik
Bağçecik119
Bağışdaş
Bedigan
Berşân (Büzmeşan) ve Şeşkeni?
Cobiler (Çöpler)
Çaltı tabi-i Abrenk
Dillü
Ekrek
Ekrek (Şirzı Ekreği)
Ergü Divânı120
Garuşla Divanı121
Gâşo122
Gicegi
Gümüşkân
Hapanos123
Hascik
Hâssa
Hiğdar
Hoşta
Hozakrek
Kâfirgâb (Gâmurgab)
Kankıran
Kendir
Lîc
Miçinkiğ (Miçinkağ)
Müşûka
Navril124
Peğir
Pingân
Puşani
Salihlü
Harmankaya
Ağıl
Güldibi
Apçağa
Bürüncek
Atma
Çaltı
Bugün Bağlı Olduğu
İlçe/İl
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
İliç/Erzincan
İliç/Erzincan
İliç/Erzincan
Bağıştaş
Çaldere
Gözaydın
Çöpler
Çaltu
Dilli
İliç/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
İliç/Erzincan
İliç/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Dallıca
Ergü
Yuva
Yeşilyamaç
Kabataş
Kapıkaya
Kozlupınar
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
İliç/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Dolugün
Akdoğu
İliç/Erzincan
İliç/Erzincan
Toybelen
Kemaliye/Erzincan
İliç
Karakoçlu
Kocaçimen
Gümüşçeşme
Sırakonak
İliç/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Kemaliye/Erzincan
Salihli
Kemaliye/Erzincan
Vergi Nüfusu
43
5
7
332
13
5
8
4
7
3
25
3
12
8
29
33
23
66
11
5
8
44
4
4
9
3
46
156
8
5
95
15
27
26
14
209
4
17
118
“Abçuka”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97
“Bağçe”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98
120
“İrgü”, BA, TD, nr. 64, s. 695; “İrgir”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97
121
“Karuşna”, BA, TD, nr. 64, s. 685; “Karuşli”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…,
s. 94
122
“Gaşoy”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98
123
“Salos”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93
124
“Navrik”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98
119
409
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Sanduk
Senahsi
Sergâvil
Sorek125
Şirzı126
Ürik
Vankiğ
Venk-i Hızır İlyas
Ya‘kublu
Yavlak?
Toplam
Sandık
Kemaliye/Erzincan
Uluyamaç
İliç/Erzincan
Esertepe
Sabırlı
Kemaliye/Erzincan
İliç/Erzincan
Yakublu
İliç/Erzincan
18
9
10
25
83
23
22
33
19
6
1.584
KAYNAKÇA
I. Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Arşivi (=BA),Tahrir Defteri, nr. 64
BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600
BA, Maliyeden Müdevver, nr. 4035
998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab ve Zü’l-Kâdiriyye Defteri (937/1530) I,
Dizin ve Tıpkıbasım, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1998
II. Salnâmeler
1298 (1881 M) Tarihli Ma’muret’ül Aziz Vilâyet Sâlnâmesi (İl Yıllığı), (yayına hazırlayanlar:
Erdal Açıkses-Rahmi Doğanay), Elazığ, 2001
III. Seyahatnâmeler
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, Ahmed Cevdet tab‘ı, İstanbul, 1314
IV. Tetkik Eserler
AKKAN, Erdoğan-TUNCEL, Metin, “Kemaliye”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXV, s. 236-237
AKSIN, Ahmet, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), İstanbul, 2003
AKSIN, Ahmet-KARAKAŞ, Erdal, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, OTAM,
13, Ankara, 2003, s. 91-125
AKTEPE, Münir, “XVII. Asra Ait İstanbul Kazası Avârız Defteri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, III
(1957), s. 109-137
BARKAN, Ö. Lütfi, “Tarihî Demografî Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, X
(1951-1953), s. 1-24
BARKAN, Ömer Lütfî, “Avârız”, İslam Ansiklopedisi, II, s. 13-19
125
126
“Sorak”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98
“Şirzu”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98
410
17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir…
Cumhuriyetin 50. Yılında Erzincan-1973 İl Yıllığı, Ankara, 1973
ÇAKAR, Enver, “Kanuni Sultan Süleyman Kanun-nâmesine Göre 1522 Yılında Osmanlı
İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12/1 (Elazığ, 2002), s.
261-282
ÇAKAR, Enver, “XVII. Yüzyıl Haleb Eyaleti Avarız-Hane ve Cizye Defterleri”, Birinci Orta
Doğu Semineri (Kavramlar, Kaynaklar ve Metodoloji), (Elazığ, 29-31 Mayıs 2003), Bildiriler, Elazığ,
2004, s. 337-344
ÇAKAR, Enver, XVI. Yüzyılda Haleb Sancağı (1516-1566), Elazığ, 2003
ÇİÇEK, Kemal, “Osmanlı Tahrir Defterlerinin Kullanımında Görülen Bazı Problemler ve Metod
Arayışları”, Türk Dünyası Araştırmaları, 97 (Ağustos 1995), s. 93-112
DARKOT, Besim, “Arapkir”, İA, I, s. 553-554
DARLİNG, Linda T., Revenue-Raising and Legitimacy. Tax Collection and Finance
Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, Leiden, 1996
EMECEN, Feridun M., “Kayacık Kazasının Avârız Defteri”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 12 (1981),
s. 159-170
EMECEN, Feridun M.-ŞAHİN, İlhan, “Osmanlı Taşra Teşkilâtının kaynaklarından 957-958
(1550-1551) Tarihli Sancak Tevcih Defteri I”, Belgeler-Türk Tarih Belgeleri Dergisi, XIX/23 (Ankara,
1999), s. 53-122
FAROQHİ, Suraiya, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (çev. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul, 1994
GERBER, Haim, Economy and Society in An Otoman City: Bursa, 1600-1700, Jerusalem, 1988
GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbekir Beylerbeyiliğinin İlk İdarî Taksimatı”, Tarih Dergisi, 23 (İstanbul,
1969), s. 23-34
GÖYÜNÇ, Nejat, “Hâne Deyimi Hakkında”, Tarih Dergisi, 32 (1979), s. 331-348
HALAÇOĞLU, Yusuf, “Arapkir”, TDV İslam Ansiklopedisi, III, s. 328-329
Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), T.C. Kemaliye Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği
Yayını, İstanbul, 1996
http://arapgir.f2g.net/
http://www.yerelnet.org.tr/belediye/belediye.php?belediyeid=129785
HÜTTEROTH, Wolf Dieter-Kamal Abdulfattah, Historical Geography of Palestine, Transjordan
and Southern Syria in the Late 16th Century, Erlangen, 1977
İNALCIK, Halil, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1987
KARAKAŞ, Erdal, “Arapkir’in Kuruluş ve Gelişmesi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, VIII/1 (Elazığ, 1996), s. 175-190
KARAKAŞ, Erdal, Merkezi Fonksiyonları Açısından Ağın-Arapkir ve Kemaliye İlçeleri, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ, 1996
411
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
KILIÇ, Orhan, 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti’nin İdarî Taksimatı-Eyalet ve Sancak
Tevcihatı, Elazığ, 1997
KUNT, Metin, Sancaktan Eyalete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstanbul,
1978
MC GOWAN, Bruce, “Osmanlı Avarız-Nüzül Teşekkülü 1600-1830”, VIII. Türk Tarih Kongresi
Ankara 11-15 Ekim 1976, II, Ankara, 1981, s. 1327-1332
NEDKOFF, Boris Christoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş Vergisi)”, (çev. Şinasi
Altundağ), Belleten, VIII/32 (Ankara, 1994), s. 599-649
ORHONLU, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı, İstanbul, 1990
ÖZCAN, Reyhan, 1518 (H. 924) ve 1522-1523 (H. 928-929) Tarihli Arabgir Sancağı Tahrir
Defterleri (Transkripsiyon ve Değerlendirme), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2000
ÖZDEMİR, Rifat, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması
Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler,
IV, Ankara, 1993, s. 1581-1613
ÖZEL, Oktay, “17. Yüzyıl Osmanlı Demografi ve İskân Tarihi İçin Önemli Bir Kaynak: Mufassal
Avârız Defterleri”, XII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 12-16 Eylül 1994, Kongreye Sunulan Bildiriler, III,
Ankara, 1999, s. 735-743
ÖZEL, Oktay, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (der. Halil
İnalcık, Şevket Pamuk), T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, 2000, s. 35-50
ÖZTÜRK, Mustafa, “1616 Tarihli Halep Avârız-hâne Defteri”, OTAM, 8 (Ankara, 1997), s. 249293
SAHİLLİOĞLU, Halil, “Avârız”, TDV İslam Ansiklopedisi, IV s. 108-109
SERTOĞLU, Midhat, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, İstanbul, 1992
SUÇESKA, Avdo, “Die Entwicklung des Besteuerung durch die ‘Avariz-i divânîye und die
Tekâlif-i örfiye’ im Osmanchen Reich wahrend des 17th und 18th Jahrunderts”, Sudost Forschungen, 27
(1968), s. 89-130
TAŞ, Kenan Ziya, “1760-1817 Yılları Arasında Eğin (Kemaliye) Kazası”, Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi, XI (1996), s. 137-146
TURAN, Şerafettin, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı (H. 1041/M.
1631-32 tarihli bir idarî taksimat defteri)”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı, Ankara, 1963, s. 201-232
ÜNAL, Mehmet Ali, “1056/1646 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”,
Belleten, LI/199 (Ankara, 1987), s. 119-129
412
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 413-432, ELAZIĞ-2005
OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDE MARUNİLERİN
LÜBNAN’DA BAĞIMSIZ BİR HIRİSTİYAN DEVLETİ
KURMA GİRİŞİMLERİNİN FİKRİ TEMELLERİ
The Endeavour of the Maronites to Set up An İndependents Christian State
in Lebanon in the Late Period of the Ottoman Empire
Ramazan IŞIK
Fırat Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Elazığ. [email protected]
ÖZET
Biz bu makalede, XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında Marunilerin Lübnan’da
bağımsız bir Hıristiyan devleti kurma girişimlerinin tarihsel arka planını incelemeye çalışacağız.
Modern ulus kavramı, Orta Doğuda XIX. yüzyılda bir sömürge ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu
kavramdan hareketle Marunilerde etnik kimlik bilinci gelişmiş ve 1920’lere gelindiğinde Avrupalı
güçlerin özellikle de Fransa’nın himayesinde Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması
yönünde gayret sarf etmişlerdir. Bu amaçla da I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı güçler
özellikle de Fransa nezdinde çok değişik lobi faaliyetleri yürütmüşlerdir.
Anahtar Kelimeler: Maruniler, bağımsızlık, etnik kimlik, misyoner, Fransa.
ABSTRACT
İn this article, We’ll try to study the historical back plan of the Maronite’s efforts at the
beginning of the 19th and 20th centuries to establish and indipendent separate christian state in
Lebanon. The modern nation notion in the Middle East appeared as a colony product in the 19th
century. With this notion the ethnic identity notion among the Maronites has developed and in the
1920’s, they tried to found an indipendent christian state under the protection of european
countries and especially France. With this intention after the first world war the european
continued different lobby activities especially by the help of France.
Key Words: Maronites, independence, ethnic identity, mission, France.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Lübnan Marunileri, IX. yüzyıldan sonra Kuzey Suriye bölgesinden, Cebel-i
Lübnan’a göç etmiş, Arami-Süryani kökenli bir topluluktur ve adlarını MS. 410’larda
ölmüş olan Aziz Marun adında bir rahipten almışlardır1. XIX. yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğunun giderek daha çok kan kaybetmeye devam etmesi, özellikle de
1821’lerde Balkanlardaki ayaklanmaların ardından, Avrupalı güçlerinde desteği ile
bağımsız bir Yunanistan devletinin ilanından sonra, Osmanlı tebaası Hıristiyan
topluluklar gittikçe artan bir biçimde ulusal ayaklanma eğilimi içerisinde olmuşlardır2.
Aynı şekilde Lübnan’da en büyük Hıristiyan grubu meydana getiren ve Haçlılar
döneminden itibaren sürekli Roma Kilisesi ile ilişkilerini devam ettiren Maruniler de
XIX. yüzyıllarda ve özellikle de XX. yüzyılın başlarında Avrupalı güçlerin özellikle de
Fransa’nın himayesi ile Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurabilecekleri
düşüncesine kapıldılar. Hatta XX. yüzyılın ilk yarısı boyunca Marunilerde bu eğilimin bir
sonucu olarak, Orta Doğuda bağımsız bir Yahudi vatanına karşılık, Lübnan’da bağımsız
bir Hıristiyan devleti kurulması planlarının hayata geçirilmesi çabalarını görmekteyiz3.
Bu bağlamda, Maruni entelektüeller kendi toplum ya da cemaatlerinin etnik kökenlerini
tarihte medeniyet kurmuş olan kavimlere kadar götürdükleri ve etnik kökenlerini ispat
ettikleri takdirde amaçlarına daha kolay ulaşabilecekleri kanaatine vardılar. Böylece,
Maruni entelektüeller, kendilerinin tarihte bağımsız ayrı bir ulusal kimliğe sahip
olduklarının ispatı yönünde çalışmalara başladılar. Dolayısıyla onlar, etnik köken
itibariyle, Maruni toplumunun tarihini, tarihte büyük medeniyet kurmuş olan Fenike ve
Fenike ailesine mensup toplumlara kadar götürdüler4.
Biz bu makalede, XIX. yüzyılda Maruni entelektüeller arasında etnik kimlik
bilincinin ortaya çıkışından, 1920’lerde Suriye’deki Fransız manda yönetimi döneminde
1
Bkz., Ramazan Işık, Maruni Kilisesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Dok. Tezi,
Ankara 2003, 21 vd., 204.
2
Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, Çev. L. Boyacı-H. Yılmaz, İstanbul 2000, 61; Hourani, Arap
Halkları Tarihi, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul 2001, 319.
3
Muhammed Züaytir, el-Maruniyye fi Lebanan Kadimen ve Hadisen, el-Vekaletü’ş-Şarkiyye 1994, 464 vd.;
Kirsten E. Schulze, ‘İsrail ve Maruni Milliyetçilikleri Bir Azınlık İttifakı Doğal mıdır?’, Orta
Doğuda’da Milliyetçilik, azınlıklar ve diasporalar, Der. K. E. Schulze, Martin Stokes, C. Campbell, (Çev.
Ahmet Fethi), İstanbul 1998, 214 vd.
4
Bkz., Butros Dau, History of the Maronites, (Religious, Cultural and Political), Lebanon 1984, 9 vd.;
Ayrıca Yusuf ed-Dibs, Suriye tarihi adlı eserinin I. cildini tamamen bu konulara ayırmıştır. Bkz., Yusuf
ed-Dibs, Tarih-i Suriye ed-Dini ve ed-Dünyevi 1833-1907, I-X, Dar-i Nazir 1994. Yine Maruni
tarihçilerden W. Peter Tayah, ‘The Maronites’ adlı eserinde etnik bakımdan Marunilerin Fenike ve Arami
kökenli bir topluluk olduklarını ve bunların asıl vatanlarının Lübnan olduğunu zikrederek, Lübnan ve
Maruniliğin aynı anlamı ifade ettiğini öne sürmüştür. Bkz., Wadih Peter Tayah, The Maronites, Roots and
Identity, Miami, Florida 1987, 239 vd.
414
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
‘Büyük Lübnan’ veya bağımsız ayrı bir ‘Hıristiyan Devleti’ kurulması çabalarının
tarihsel arka planını incelemeye çalışacağız. Modern ulus kavramı, Orta Doğuda XIX.
yüzyılda ortaya çıkan bir sömürge ürünüdür. Bu modern ulus kavramından hareketle
Maruniler, kendi toplumlarının tam anlamıyla benimseyebilecekleri ve paylaşabilecekleri
ortak bir etnik kimlik tesis etmek için yeni köken mitleri ve tarihsel bellekler yaratmak
gerektiğinin bilincindeydiler. Bundan başka, kendi kültürlerinin üstünlüğünü, kendi
toplumlarının tarihteki akrabalarının ve mensup oldukları ırkın eşsizliğine vurgu yaparak,
kendilerini diğer gruplardan ya da komşularından ayırmak zorundaydılar. Eğer belirli bir
aidiyet ve ortak bir atalar kimliği tespit edilirse, müstesna meziyetleri, üstün değerleri ve
yüce idealleri ihtiva eden bir şecere ağacı tarihte mükemmel kabul edilen ilk örneklere
kadar geri götürülebilirdi. Böylece bu model, yeni bir politik yapı için taklit edilebilecek
belli başlı örnek modellerden biri olabilirdi5. Şüphesiz bu süreç, modern milliyetçiğin
doğuşundan itibaren, sadece Lübnan ya da Orta Doğu ile sınırlı kalmamış ve bütün ulusal
hareketlerin genel bir karakteri haline gelmiştir.
Bu aidiyeti yaratmak için, bir toplum yeniden nasıl bir tarih ya da geçmiş inşa
edebilir? veya ona yeniden nasıl geri dönebilir? Şüphesiz, buna arkeoloji ilminin önemli
bir katkı sağladığı görülmektedir. Çünkü, arkeolojik bulgular sayesinde uluslar
kendilerini tarihsel bir çizgiye oturtmakta, kendi toplumlarını eski şecere ağaçlarına ve
tarihi ihtişamlı dönemlere bağlamak suretiyle kendilerine belirli bir statü
kazandırmaktadırlar. Dolayısıyla, yapılan kazılarda çıkarılan bulguların doğrudan kendi
atalarına ait olduğunu iddia eden yerli nüfusun, kendi kendilerini tanımlamaları açısından
arkeolojik bulguların müstesna bir önemi vardı. Böylece, onlar kendilerini bölgedeki
diğer gruplar veya toplumlardan farklı olduklarını, bölgenin asıl sahiplerinin kendileri
olduklarını söyleyebiliyorlardı. Şüphesiz, Avrupalı arkeologlar XIX. yüzyılda Suriye ve
Lübnan’da önemli kazılarda bulundular ve onların bu kazılarda elde ettikleri bulgular,
istemeyerek de olsa bu yerli halkların milli gururlarının beslenmesine ve gelişmesine
hizmet etmiştir denilebilir6.
Genel olarak bir köken miti gerekli belirli unsurları taşımak zorundadır. Bunlar,
soyluluk, göç, kurtuluş, altın çağ, çöküş ve bütünüyle yeniden doğuş mitleridir. Öyle ise
eski ihtişamlı dönem yeniden nasıl inşa edilebilecekti? Maruni entelektüeller, Maruni
5
6
Bkz., Anthony Smith,The Ethnic of Nations, Oxford 1986, 192 vd.
Fhilip L. Kohl - Clare Fawcett, Nationalism, Politics and The Pratice of Archaeology, Cembridge 1995, 20
vd.; Aharon Kampinsky, The İnspiratian of Achexology Over İsraeli Society and Culture, Ariel, Vol. 1001, Nisan 1994, 179-90.
415
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
toplumu için mitsel bir geçmiş yaratmak amacıyla, kendi cemaatlerinin etnik kökenlerini
Fenike ve Fenike ailesine bağlı kavimlere kadar dayandırdılar. Dolayısıyla, yukarıdaki
soruların tek bir cevabı olmamakla birlikte, Maruni entelektüeller Fenikelilik mitinin
muhtemelen bütün bu soruları karşılayabileceğini düşündüler7. Onlara göre, M.Ö. II. bin
yılda Kenanlılar, İran körfezinden Büyük Suriye bölgesine geldiler. Kenanlılar, HintAvrupa ırkına mensup kavimlerdi. Bunlar, sahilin kuzey kesimlerine yerleşerek şehir
devletleri kurdular ve kendileri deniz ticareti ile ün kazandılar. Kısa bir süre içerisinde
büyük deniz ticaret filoları inşa ettiler ve bir çok sömürgeler kurdular. Kırmızı-mor renkli
kumaşlarla ticaret yapmaları sebebiyle, kendilerine Yunanlılar tarafından Fenike adı
verildi. Dünya medeniyetine, alfabeyi, deniz savaşı ustalıklarını ve diğer bir çok
zanaatları miras olarak bıraktılar. Fenike, doğu ve batı arasındaki kültürlerin ve ticaretin
bir köprüsü haline geldi. Bütün bunlardan başka Fenikeliler, Batı medeniyetinin ataları
olmalarının yanı sıra, Akdeniz havzasında bu medeniyetin yayıcıları oldular. Öyle ki,
yabancıların bölgeyi işgal ettiği dönemlerde bile, Fenike kendi varlığını korumayı ve
ticaretteki ustalıklarını, ilmi alanlardaki başarılarını devam ettirmesini bilmiştir8.
Bununla beraber, bölgenin Araplar tarafından fethedilmesi ile, bu bölgede
Fenikelilerin mirası yok olmuştur. Bu dönemde, Fenikelilerin mirasına sahip olan
Maruniler, kendi üstün meziyetlerini korumak amacıyla, Cebel-i Lübnan’a çekilmek
zorunda kaldılar. Cebel-i Lübnan’da kendi ulusal varlıklarını ve atalarından miras
aldıkları üstün faziletleri ki bu üstün değerler Akdeniz kültürü, deniz sevgileri, ticaretteki
ustalıkları ve en önemlisi de ilmi niteliklerini korumasını bildiler. Dolayısıyla, zaten var
olan bu üstün değerleri Hıristiyanlık ve Maruni Kilisesi daha da yüceltmiştir. Lübnan’ın
kendi topografik yapısının bir sonucu olarak, Cebel-i Lübnan bu meziyetlerin korunması
için çok elverişli bir hazine haline gelmiş ve dağ ehline onları korumayı vasiyet etmiştir9.
Bu anlamda, kendi coğrafi ve tarihsel sınırları içerisinde Lübnan’da bağımsız bir
Hıristiyan devleti kurulması sonucu, Lübnan halklarının eski tarihi ihtişamına geri
dönebileceği ve insanlığa olan katkılarına uygun bir şekilde dünya milletleri arasında
yeniden üstün bir pozisyona yükselebileceğine inanılmaktaydı.
Görüldüğü üzere yukarıda anlatılanlar, Fenike ve Fenike ailesine mensup
kavimlerin tarihteki imajından başka bir şey değildir. Bu anlamda, XX. yüzyıl ile birlikte
Fenikelilik düşüncesini destekleyenler arasında bu Fenikelilik köken miti Maruni
7
Smith, The Ethnic of Nations, 192.
Dau, 9 vd.
9
Tayah, 37 vd.
8
416
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
tarihinin omurgası olarak değerlendirilmiştir. Zaman zaman detaylar eklenmiş veya
çıkarılmış, ancak genel olarak hikaye aynı çizgide devam etmiştir. Dolayısıyla, onlara
göre günümüzün Lübnanlıları Arap etnisitesinin bir parçası değil, Fenike-Arami
kökenlidirler. Bu anlamda, onların Batı kültürüne katkısı yadsınamaz. Ticaretteki
ustalıkları emsalsizdir. Miras aldıkları ulusal karakterleri bilgelik ve barışçıllıktır.
1860’lara kadar Fenike sahil şehirlerinin tarihi hakkındaki bilgiler, temelde Kitab-ı
Mukaddes ile Yunan ve Latin yazarların çalışmalarına dayanmaktaydı. Ernest Renan’ın
“Mission de Phenicie” adlı kitabı, Fenikelilerin geçmişini anlamak için ilk modern
çalışmalardan biri olmuştur10. 1860 sivil savaşını takiben, Fenikelilerin tarihi
mekânlarının incelemesini yapmak için Fransa imparatoru tarafından Suriye’ye
gönderilen bir araştırma heyetinin içinde ünlü oryantalist ve filolog Renan da
bulunmaktaydı. Onun araştırma ve incelemeleri sadece bilimsel faaliyetlerle sınırlı
değildi. Kendi döneminin sosyo-politik gelişmeleriyle de çok ilgilenmekteydi. Bu
dönemde tarih, politik ve ideolojik semboller için bir kaynak olarak görülmeye başlandı.
Nitekim, politikacılar ve tarihçiler, uluslar içerisinde kendi ulusunun ve onun yerinin
yüceltilmiş rolünü açıklayan belirli milli karakteristikler için tarihteki dönüm noktası
olayları keşfettiler. Bu amaçla Renan filolojiyi kullandı11. Eğer değişik Avrupa ulusları
için tarih bir araştırma konusu ise, o takdirde bu tarihin Batı Hıristiyan medeniyetinin
kökleri ki Kitab-ı Mukaddes’in vatanı Roma ve Yunan dönemlerinin başlangıcına kadar
geri götürülmesi doğal olacaktır. Dolayısıyla, Avrupa halklarının manevi mirası
hükmünde olan bu yerlerin görülmeye değer yerler olduğu açıktır.
Şüphesiz Renan, Kitab-ı Mukaddes’in yayıldığı topraklara seyahat eden ilk
Avrupalı değildi. Bununla beraber, onun döneminde bu seyahatlerin karakterindeki
değişim sembolleştirildi. Böylece XIX. yüzyılın ortalarından itibaren, antik çağla ilgili
araştırmalar milli bir amaç haline dönüşmüş oldu. Roma, Atina, Ba’albek, Kahire ve
Kudüs’ün klasik dönem medeniyetlerinin muhteşem yapıları sosyal hayatta önemli
denebilecek bin anlam taşımaya başladı. Modern bilim ve arkeolojik kazılarla toplanan
bilgiler, bu medeniyetleri yeniden gün ışığına çıkarmaya başladı. Avrupalı hükümetlerin
de aktif teşvikiyle yeni bazı kazı hareketleri başladı. Bu kazılarda ortaya çıkarılan
bulgularla ilgili iddialar öne sürülmeye başlandı. Bu anlamda, Şecere kökleri ile ilgili
araştırmalarda Keltlerin, Fenikelilerin torunları olduğu bile iddia edildi. Başka bir
10
11
Ernest Renan, Mission de Phenicie, Paris 1864, 7 vd.
Edward W. Said, Şarkiyatçılık (Batı’nın Şark Anlayışları), Çev. B. Ülner, İstanbul 2003, 136-159.
417
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ifadeyle, Britanya’yı keşfedip, buraya yerleşenlerin Fenikeliler olduğu ileri sürüldü12.
XIX. yüzyılın başlarında özellikle Fransa’nın eski medeniyetlere olan ilgisi
akademik amaçların da üstünde ve ötesinde gelişti. Renan’dan sonra da çok sayıda
araştırmalar yapıldı. Böylece, Fransa ile eski yakın Doğu arasında duygusal bağlar
güçlendirildi. 1894-98 yıllarında Fransa dış işleri bakanı olan ve bu dönemde Fransa’nın
sömürgeciliğe yeniden dikkat çekmesinde önemli rol oynayan Gabrie Hanotaux “La
Montagne du Liban n’atteint pas les hautes altitudes” isimli bir eser yazdı. Ona göre;
Lübnan dağının zirveleri ulaşılmaz olmamakla birlikte, dünya tarihinde önemli bir yere
sahipti. Çünkü, Hz. Süleyman döneminden Renan’a insanoğlunun hikmet bilgisi, laik
sedir ağaçlarının gölgesinde burada gelişmiş ve gelişmeye devam etmekteydi. Görüldüğü
üzere, burada Kitab-ı Mukaddes devirlerinden Hanotaux’un kendi zamanına kadar olan
dönem de Fransa’nın kültürel mirasına vurgu yapılmaktaydı. Başka bir ifadeyle
Hanotaux, Akdeniz dünyası ve onun kültürünü bizzat Fransız halkının kendi kültürü
olarak değerlendirmekteydi13. Fransız yazar Gustave Flaubert, ise 1863 yılında yazmış
olduğu bir eserinde Akdeniz havzası kültürleri ile Fransız kültürünün bir ve aynı kültürü
meydana getirdiğini söylemekteydi. Bunun sonucu olarak, Fransa’nın Yakın Doğunun
eski medeniyetlerine olan ilgisi hem laik hem de dini okullarındaki müfredat
programlarına kadar girdi. Fransa kendi tarihinin bir parçası olarak okullarında, Eski
Mısır, Babylon, Asuri, Kenan ve Fenike ile ilgili dersler koydu. Ders kitaplarında
öğrencilere eski Fenikelilerin, Arap olmadıkları ve Hint-Avrupa ırklarının ortaya çıktığı
Ham’ın neslinden geldikleri anlatıldı14.
Fransa’nın Akdeniz’e olan ilgisi, XIX. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış olduğu
bazı politik olaylardan sonra daha da artmıştır. 1870-71 yıllarında Fransa’nın Prusya’ya
yenilmesi sonucu, Fransa Avrupa dışındaki politik faaliyetlere yönelmek zorunda
kalmıştır. Bu dönemden sonra Fransa, genel olarak Afrika ve Asya ile daha çok
ilgilenmeye başlamıştır. Başka bir ifadeyle, Avrupa’da politik başarısızlığa uğrayan
Fransa, Yakın Doğuda elde ettiği sömürgeler üzerindeki misyon faaliyetlerini
güçlendirmeye ve buralarda kendi kültür değerlerini yaymaya yönelmiştir15. Böylece,
zamanla sömürge gruplarının muhayyilesinde bir Akdeniz imparatorluğu kurma
düşüncesi gelişmeye başlamıştır. Nitekim, bu sömürgelerin temel sloganları; “Sen nehri
12
Barbara Tuchman, Bible and Sword, New York 1956, 6.
Rene Ristelhueber, Les Traditions Françaises au Liban, Paris 1998, 5.
14
M. L’Able Gagnol, Histoire Ancienne des Peuples de L’orient, Paris 1891, 274; Emile Sepond, Histoire
Ancienne de L’orient, Paris 1920, 9.
15
Said, 230.
13
418
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
Paris’e aktığı gibi, Akdeniz de Fransa’ya akar”16 olmuştur. Başka bir ifadeyle sömürgeler,
Avrupa kültürünün ve özellikle de Fransız kültürünün üstünlüğüne inandırıldı. Bu
anlamda Fransız ulusu, Avrupa’da en aydınlanmacı ve âlî kültürü temsil etmektedir.
Çünkü, Fransa Roma’nın aydınlamacı felsefesi ile Hıristiyan İncil’inin iman ilkelerini
benimsemiş ve onları hazmetmiş bir toplumdu. Dolayısıyla, sadece Fransa’nın imajında
Akdeniz dünyasında yeniden bir Roma İmparatorluğu tesis etmek mümkün olabilirdi17.
Bölgede Fransa ile Maruniler arasındaki bağlar Haçlılar döneminde başladı. Bu
dönem, aynı zamanda Roma Kilisesinin Maruni Kilisesini bağrına bastığı dönemdi.
1584’te Roma’da Maruni Koleji açıldı. Bu kolejin yönetimi, Cizvit rahiplerin uhdesine
verildi. Bu dönemden itibaren, Cizvit rahiplerin genelde Suriye’de Katolik misyonu
yayma konusunda özel de ise yerel eğitim sistemi üzerinde kayda değer bir iz bıraktıkları
görülmektedir18. Fransız Katolik misyonerleri ise Suriye’ye 1831’de geldiler. Bu
dönemden sonra, misyon bir Fransız karakteri taşımaya başladı. Bu Katolik Fransız
misyonerler bölgede sadece Hıristiyan eğitim sistemini yerleştirmeye çalışmıyorlar, aynı
zamanda genelde toplum özelde ise elit tabaka üzerinde çok derin bir tesir bırakmaya
gayret sarf ediyorlardı. Bu amaca ulaşmak için, onlar bölgede pek çok okul açtılar ve
kendi eğitim sistemlerine uygun şekilde çok genç yaştaki çocukları eğittiler. Nitekim,
“yedi yaşında bir çocuğu bize verin ve biz, ebedi olarak ona sahip olalım” sözlerinin, bu
Katolik Cizvit rahipler tarafından söylendiği bilinmektedir19. Bu misyonun bir parçası
olarak 1875 yılında Beyrut’ta St. Joseph Üniversitesi kuruldu. XIX. yüzyılın sonlarında
laik eğilimlerine rağmen, Fransa misyonerlik faaliyetleri vasıtasıyla Fransa dışında
geleneksel Fransız dini eğitim sisteminin yayılmasını desteklemeye devam etti20. Fransa
ve onun kültürü ile güçlü bir bağ kuran üniversite, Suriye ve Lübnan için kültürel bir
merkez haline geldi. Saygın ailelerin bir çoğu, çocuklarını okutmak için bu üniversiteye
gönderdi21. 1920’lerde Fransız Manda yönetimi altında bir Lübnan Devleti kurulduğu
zaman, bu devletin memurları genel olarak St. Joseph Üniversitesi mezunları arasından
seçildi. Böylece, St. Joseph Üniversitesi’ndeki Cizvit rahiplerle Yeni Lübnan devleti
arasında güçlü bir bağ tesis edilmiş oldu22.
16
C. H. Andrevw - K. Fostner, “The French Colonial Party”, The Historical Journal, 1971, 88.
Rene Millet, Notre Politigue Exterieure de 1898 a’ 1905, Paris 1905, 218-278.
18
Işık, 204 vd.
19
Züaytir, 345 vd.
20
Andrew-Kanya Forster, The Climax of French Imperial Expansion, Stanford 1981, 27.
21
Selim Abou, Le Bilinguisme Arabel-Français au Liban, Paris 1962, 203-204.
22
Bkz. David A. Kerr, The Temporal Authority of The Maronite Patriarachate, Ph. D. Thesis, St. Antony’s
College, Oxford 1973, 151.
17
419
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Sömürge okullarında genel olarak Fransa, Sömürge durumunda yaşayan toplumları
ruhsuz nesneler haline getirmek amacıyla, kendi ülkelerinin tarihini değil, Fransa’nın
tarihini öğretti. Nitekim, Kuzey Afrika’daki Fransız sömürge okullarında durum böyle
idi23. Ancak, Lübnan’da durum bundan biraz daha farklılık arz etmekteydi. Lübnan’da
Maruniler en büyük Hıristiyan gruplardan birini teşkil etmekteydiler ve bunlar Katolik
olmaları bir yana, zaten eskiden beri Fransız hayranı bir toplumdu. Başka bir ifadeyle,
kendi kültürel değerlerinin bir parçası olduklarını ifade eden Marunileri kullanarak
bölgede Hıristiyanları birleştirmeye çalışan Fransa, Katolik misyoner öğretmenlerin
bölgenin tarihi ile ilgili araştırmalar yapmaya ve bu bilgileri öğrencileri ile
paylaşmalarına çok büyük önem verdi. Böylece, St. Joseph Üniversitesi bölgede
Suriye’nin tarihi ve arkeolojisi üzerine araştırma yapan kurumların öncüsü haline geldi.
1902’de bu üniversiteye bağlı olarak Oryantal fakültesi kuruldu. Bu fakültenin öğretim
üyeleri arasında Şeyho, Ronzavelle Jalabert, Planchet, H. Lammens gibi ünlü
oryantalistler de vardı. Eski Suriye tarihi ile ilgili araştırmalara en büyük katkıyı onlar
sağlamaktaydılar24. Bu dönem, Marunilerin kimlik arayışlarının hızlandığı bir dönem
olmuştur. Nitekim, 1902’de üniversite tarafından yayınlanan el-Meşrik dergisinde
Marunilerle Marada arasında bir akrabalık olduğuna ilişkin olarak bir tartışma başlamış
ve bu dergide seri yazı dizisi şeklinde yayınlamıştır25. Bu tartışmanın tamamını burada
nakletmek mümkün değildir. Ancak, bu yazı dizilerinin Maruniler ile Marada
topluluğunun aynı topluluklar olduklarını dile getiren tartışmaları ihtiva ettiğini söylemek
yeterli olacaktır. Şüphesiz bu durum, Katolik misyoner öğretim üyelerinin üstlenmiş
oldukları rolü açıkça ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle, onlar bölge halklarının
özellikle de Marunilerin mitsel bir geçmiş yaratmak suretiyle, kendi toplumları için yeni
bir tarih inşa etmelerinde önemli rol oynamışlardır26.
Bu tartışmayı başlatanlardan biri H. Lammens idi. Lammens, St. Joseph’in
müfredatını hazırlayanlardan birisiydi ve dolayısıyla Suriye ile Lübnan’daki ayrılıkçı
ideolojilerin gelişmesinde ve beslenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Lammens hem
Suriye’nin tarihi ve coğrafyası ile ilgili araştırmalar yapmış hem de öğretmiştir. Yıllarca
üniversitenin müfredat programları idari müdürlüğünü yaptı. Ayrılıkçı bir Hıristiyan
kimliğine temel oluşturması için, sözde bilimsel izahlarla Suriye ile Lübnan’ın Hıristiyan
23
David Gordon, Self-Determination and History in The Third World, New Jersey 1971, 55, 130.
Gordon, 55-60, 130 vd.
25
Bu tartışmalarla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz., Ahmed Beydoun, ‘ldentite Confessionelle et Temps
Sociel Chez Les Historiens Libanais Contemporains, Beyrut 1984, 161-208; Işık, 82 vd.
26
Işık, 81, 189.
24
420
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
olduğunu belirten değişik makaleler yazdı. Lammens, ayrıca Cebel-i Lübnan’ın dağlık ve
coğrafyasının ulaşılmaz olması sebebiyle, tarihte uzunca bir dönem baskı altındaki
azınlıklar için bir sığınma merkezine dönüştüğünü ileri sürerek, bölgenin Müslüman
tehdidi ile karşılaşmasına rağmen, Suriye’nin gerçek karakterinin Cebel-i Lübnan’da
muhafaza edildiğini ifade etmiştir27.
Orta Doğuda misyonerlerin ve dolayısıyla Batı kültürünün ilk girdiği yerlerden biri
de Mısır olmuştur. Bu anlamda, Mısır’ın İskenderiye şehri misyonerlerin tabir yerindeyse
at koşturdukları bir yerleşim merkezi idi. XIX. yüzyıl boyunca birçok Avrupalı ve
Levanten topluluklar İskenderiye’ye göç etmiş böylece şehir, kendi ünlü kozmopolit
havasına bürünmüştür. Suriye’de olduğu gibi, Mısır’da da Fransa, Batı kültürünün
yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Burada da Fransız okulları açıldı ve ülkenin birçok
bölgesinde olduğu gibi şehirde dini misyonlar faaliyet göstermeye başladı. Zamanla,
birçok Suriyeli Mısır’ın özellikle de İskenderiye’nin ideal bir yerleşim yeri olduğunu
öğrendi. Suriye’nin misyoner okullarında aldıkları eğitim ve zanaatları hızlı bir gelişmeyi
yaşayan Mısır’ın yararına kullanmak adına buraya göç ettiler. Başka bir ifadeyle, XIX.
yüzyıl boyunca Suriyeli Hıristiyanların birçoğu Mısır’a geldi ve I. Dünya Savaşı boyunca
bunların sayısı dramatik bir şekilde arttı. Savaşın sonuna kadar, İskenderiye’de büyük
ölçüde eğitimli Suriye ve Lübnanlılar meydana geldi. Onların birçoğu ya Beyrut’taki ya
da İskenderiye’deki Katolik misyoner okullarından mezun oldular. Tarihsel süreçte,
Katolik Cizvit rahiplerin yaşam tecrübelerinden hareketle, onlar öğrenci birlikleri
kurdular ve kendi içlerinde kültürel faaliyetlerin gelişmesini teşvik ettiler. I. Dünya
Savaşı sıralarında Fenikelilik kavramından söz edenlerin bir çoğu, savaş biter bitmez
Lübnan’a geri döndüler28.
Modern anlamda dışlayıcı bir Hıristiyan kimliği, XIX. yüzyılın ilk yarısı boyunca
Cebel-i Lübnan’da vücut bulmaya başladı. Dolayısıyla, XIX. yüzyılda Maruni Kilisesi
Lübnan’ın politik tarihinin şekillenmesinde ve 1920’lerde Lübnan’da bir Hıristiyan
devletinin yaratılması projesinde önemli rol oynamıştır29. Bununla beraber bu dönemde
de kilise, Fenikelilerle Marunilerin aynı etnik kökenden geldiklerini ispat etmek
arzusundan daha çok, Maruni Kilisesi’nin tarih sahnesine çıkışından günümüze kadar
olduğu gibi, Maruni toplumunun Katolikliğe bağlılığını ispat etmek için çaba sarf ettiği
27
Kemal Salibi, “Islam and Syria in the Writings of Henri Lawwans”, in Lewis and Holt (eds.), Historians of
The Middle East, London 1962, 330-342.
28
Züaytir, 284 vd.
29
Meir Zamir, The Formation of Modern Lebanon, London 1985, 1-37.
421
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
anlaşılmaktadır. Ancak, yine de XIX. yüzyılda Maruni patriği Nicolas Murad yazmış
olduğu bir eserinde Marunilerle eski Fenikelilerin arasında tarihsel bir bağ olduğunu öne
sürmekte, Lübnanlılık düşüncesine vurgu yapılmakta ve Lübnan’da ayrı bağımsız bir
Hıristiyan devleti kurulması gerektiğini savunmaktaydı30.
XIX. yüzyılın sonlarına doğru Maruni kimliği hakkındaki yazıların mahiyeti tedrici
bir şekilde değişti. Dini kökenlerin tarihi hala hakimdi fakat, bölge hakkında bilimsel
bilginin yayılmasının bir sonucu olarak, dağ halkının kökenlerine başka detaylar ilave
edildi. Marada ve Marunilere ilişkin olarak yukarıda zikredilen tartışma bu gelişmenin bir
sonucu olsa gerektir. Beyrut Maruni piskoposu Yusuf ed-Dibs bu tartışmayı başlatanların
en başında gelmekteydi. Dibs, kendi cemaatinin tarihine ayrıntılı bir şekilde yer verdiği,
‘Suriye Tarihi’ adını verdiği bir kitap yazdı. ed-Dibs, kendi tarihsel araştırmasına Kitab-ı
Mukaddes dönemi ile başladı ve Suriye sahillerindeki Fenike tarihine büyük bir bölüm
tahsis etti. Dibs, eserinde Fenikelilerin Semitik olmadıklarından, onların ticaretteki
ustalıklarından, sömürgelerinden, zanaatlarından, alfabeyi icatlarından bahsettikten sonra
kendi toplumlarının etnik kökenlerini Fenike ve Fenike ailesine mensup kavimlere kadar
dayandırmak suretiyle, Fenikelilerin zengin geçmiş tarihlerini ve insanlığa yaptıkları
katkıları anlatır. Dolayısıyla, kendilerinin Fenike kökenlilik iddialarını temellendirmeye
çalışır. Dibs, Lübnan’ın eski yerleşimcileri ile mevcut sakinleri arasında doğrudan bir
ilişki kurmamakla birlikte, eski Fenikelilerle Cebel-i Lübnan’ın mevcut sakinleri arasında
belli bir bağ kurarak sürekli bir kronolojik tasvir yapmaya çalışır31. Nitekim, bu
tanımlama daha sonra kendi uluslarının tarihini yeniden inşa edecek olan Maruni
Hıristiyanlar tarafından benimsenecek ve genişletilecekti.
Maruni patriği İlyas Huveyyik (1899-1931) döneminde kilise, Marunilerin Fenike
kökenli kavimlerin soyundan geldikleri şeklindeki tartışmalara daha aktif bir şekilde
katılmış ve 1920’lerde patrik Daha Büyük Lübnan’ın kurulması yönündeki faaliyetlerini
hızlandırmıştır. Bu faaliyetleri ile patrik hem kendi cemaatinin dini lideri hem de
Lübnan’ın politik lideri gibi davranmaktaydı. Versay’daki barış konferansında Lübnan
delegasyonuna başkanlık ettiği zaman, ayrı bir Hıristiyan varlığı olarak Daha Büyük
Lübnan’ın kurulmasını talep ederken, Lübnan’ın etnisitesinin Arap olmadığını ispatlamak
için Fenikelilik fikrini kullanmıştır32. Bununla beraber, patriğin kendi cemaatine sık sık
30
Nicolas Murad, Notice Historique Sur L’origine de La Nation et sur Ses Rapports Avec la France, Paris
1844, 3 vd.; Ayrıca bkz., Carol Hakim-Dowek, The Origins of The Lebanese National Idea, 1840-1914
(Ph. D. Thesis, St. Antony’s College), Oxford 1977, 283-297.
31
ed-Dibs, I, 255-365.
32
E. P. Hoyek, “Les Revendications du Liban Memoire de la Delagation Libanise a’ la Conference de la
422
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
göndermiş olduğu resmi tebliğlerinde Lübnan’ın Hıristiyanlık önce varlığına tek bir
işarette bile bulunmadığı anlaşılmaktadır. Böylece, kilisenin kendisi ya da doğal olarak
patrik cemaatine, kendi atalarına bağlılık veya Hıristiyan olmayan pagan atalarına karşı
bağlılığı telkin etme cesaretini gösterememiştir. Patrik Huveyyik, Versay’da günümüz
Lübnanlılarının eski Fenikelilerin torunları oldukları fikrini söylediğinde, kendi
cemaatine değil, ama muhtemelen batılı dostlarına göndermeler yapıyordu. Çünkü, Barış
Konferansında Batılı delegasyonlar için Fenike adı, tanıdık bir isimdi ve gerçekte
Huveyyik’in de bunun farkında olduğu ve onu istismar ettiği açıktır33. Kısaca Maruni
Kilisesi, Arap olmayan ayrı bir soy ya da nesep için dayanak sağladı. Görüldüğü üzere,
Suriye ile Lübnan ve Suriyeli-Lübnanlı göçmenlerin çoğunlukla yaşadığı Mısır
(İskenderiye)’da, Fransız Katolik misyonerlerinin açmış oldukları okullardaki eğitim
sisteminin bir sonucu olarak, Maruniler arasında Fenike kökenlilik mitinin ortaya çıktığı
anlaşılmaktadır.
Marunilerin, misyoner okullarından devşirdikleri fikirler, onları kendi cemaatleri
ile bütünleştirebilir ve tam anlamıyla parçası oldukları bir millet henüz ortada
olmamasına karşılık, Avrupalı güçlerin özellikle de Katolik Fransa’nın himayesinde
mümkün olabilirdi. Böylece, zamanla Maruni entelektüeller arasında bir ulus
düşüncesinin ortaya çıktığı görülmektedir. Tarihi süreçte, özgür bir Hıristiyan yaşamının
merkezi kabul ettikleri Katolik Fransa veya Avrupa güçlerinin himayesinde bağımsız bir
Lübnan Hıristiyan devletinin yaratılabileceği düşünceleri direnç kazanmaya başladı.
Zaten, 1861’den itibaren Avrupalı güçlerin himayesinde Lübnan’da bir iç özerklik söz
konusu idi. Bu özerk yapı içerisinde Hıristiyanlar çoğunluktaydı. Bunun sonucu olarak,
bu özerk yapının Avrupalı güçlerin de yardımı ile elbet bir gün, gerçek bağımsızlık
yolunda bir sıçrama tahtası olması mümkündü34.
Bu düşünceyi savunanlardan biri de Bulus Nuceym idi. Nuceym, Cuniye’li
entelektüel bir Maruni olup, Fransa’da yaşıyordu. Bu dönemde Nuceym, Lübnan
sorununu anlatan ve sözde bu soruna yönelik çözüm önerilerini ihtiva eden ‘La Question
du Liban’ isimli bir kitap yazdı35. Ona göre, Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti
kurulması, sadece bir Suriye milleti çerçevesinde, Fransa’nın himayesi altında
kurulabilirdi. O da; Lübnan’ın tarihini anlatırken, Lübnan’ın eski sakinlerinin eski
Paix”, La Revue Phenicienne, Beyrut 1919, 236.
Yusuf es-Savad, Fi Sabil el-İstiklal, Beyrut 1967, 183-184.
34
Albert Hovrani, Çağdaş Arap Düşüncesi, (Çev. Latif Boyacı-Hüseyin Yılmaz), İstanbul 2000, 282.
35
M. Jouplain, La Question du Liban: Etude d’histoire Diplomatique et de Droit İnternational, 2 nd edition,
Cuniye 1961, 1.
33
423
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Fenikeliler olduğunu söylüyordu. Bundan başka, ilk defa coğrafi determinizm kavramını
kullanarak, Lübnan’ın tarihini ve etnisitesini coğrafi gerçeklerin tayin ettiğini öne sürdü.
Ona göre, tarihin başlangıcından bu yana ayrı bir Lübnan ulusu var olagelmişti. Geçmişte
bunlar Fenikelilerdi. Günümüzde ise Fenikelilerin torunları olan Marunilerdi. Lübnan,
tarih boyunca birçok işgallere maruz kalmasına, hatta Osmanlı İmparatorluğunun en
güçlü dönemlerinde bile geniş bir özerkliğe sahip olmuştu. Lübnan 1861’den bu yana
resmi bir imtiyaz sahibi olmakla birlikte daha demokratik anayasası ve kurumları ile daha
geniş sınırlara sahip (Suriye bölgesini de kapsayan) bağımsız bir Hıristiyan devleti
olmalıydı. Bu da ancak, Fransa’nın himayesi altında gerçekleşebilirdi. Böylece,
Lübnan’ın dağları ve köyleri, özgürce çalan kilise çanları, onları himaye eden Avrupa
gemileri ile bağımsız ayrı bir Hıristiyan devletinin kurulması mümkündü36.
1908’den sonra başta Suriye ve Lübnan’da olmak üzere, Osmanlı Devleti
aleyhinde gizli cemiyetler ve komiteler kuruldu. Bu cemiyetlerden biri de Lübnanlılar
Birliği idi. 1910’da kurulan bu derneğin İskenderiye’deki şubesi, I. Dünya Savaşı’nın
sonunda Avrupalı güçlerin desteği ile bağımsız bir Daha Büyük Lübnan devletinin
kurulmasını desteklemekteydi37. Birliğin sekreteri Yusuf es-Saouda, 1970’lere kadar
Fenikelilik kimliği hakkında birçok yazılar yazmıştır. Es-Saouda bir Maruni idi ve
Katolik misyonerler tarafından eğitilmişti. Kendisi önce St. Joseph’teki Oryantal
fakültesini daha sonra da Fransız hukuk fakültesini bitirmişti. 1908’de İskenderiye’den
ayrıldı. İskenderiye’den Lübnan’a geri döndüğünde, kendisi Bishara el-Huri ile arkadaş
oldu ve onu destekleyenler arasında yer aldı. Maruni Kilisesi ile çok sıkı ilişkiler kurdu
ve Cebel-i Lübnan’ı Fenike kültür ve medeniyetinin son kalesi olarak görmekteydi. I.
Dünya Savaşı’nın sonunda ilk kapsamlı eserlerinden biri olan ve açıkça Lübnan
halklarının Fenike kökenli olduklarından bahseden ‘Fi Sabil Lübnan’ adlı kitabını
yayınladı: Her millet geçmiş tarihinin ihtişamlı dönemlerine ve kendi atalarının
soyluluklarının cazibesi ile kendi köklerine geri dönmek için güçlü bir arzuya sahiptir.
İtalya, tarihteki zaferleri, ihtişamı ile kudretli Roma’nın varisleri olmakla gurur duyarlar.
Yunanlılar, şiirleri ve felsefeleri ile kendi atalarının tarihlerinden övgü ile bahsederler.
Medenileşmiş dünya, kendi atalarının büyüklüklerine ve kendi nesillerine saygı duyan
İtalya ve Yunanlılara şükran borçludur. Kendi kök ve kimliğinden gurur duyan bir
milletin torunları olarak Lübnan’ın dünya medeniyetinin bir kalesi hükmünde olduğunu
bilmeli ve onunla gurur duymalı. Fenikeliler, Lübnan dağlarının yamaçlarında doğmuş,
36
37
Jouplain, 1-15; Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, 283.
K.T., Khairallah, Les Regions Arabes Liberees, Paris 1919, 64-65; Zamir, 60-61.
424
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
sahillerinde kemale ermiş ve buradan Fenikeliler medeniyetlerini yeryüzünün dört bir
köşesine yaymışlardır. Dolayısıyla, Fenike medeniyeti Avrupa medeniyetinin köklerini
teşkil eder38. Daha sonra kitabında es-Saouda, Fenike kültürünün ve Lübnan halklarının
mirasının ihtişamını anlatarak Fenikelilerin, alfabeyi icat ettiklerini, büyük deniz filoları
kurduklarını, birçok önemli zanaatları keşfettiklerini, kurdukları sömürgeleri ve onların
tarihteki başarılarını sıralar. Lübnan’ın kısa bir tarihçesini anlattıktan sonra es-Saouda
kitabında, Lübnan’daki mevcut olaylara değinir. Bu anlamda, Suriye ve Lübnan’ın iki
ayrı varlık olduğunu ve Avrupalı güçlerin Marunilerin ulusal arzularını gerçekleştirmede
Lübnan’a yardım etmeleri gerektiğini vurgular39.
Bununla beraber, Fenike kökenlilik düşüncesini farklı bağlamda dile getiren
yazarlarda vardı. Bunlardan biri de Jacques Tabet idi. Tabet, 1920’de yayınlamış olduğu
‘La Syrie’ adlı kitabında, Daha Büyük Suriye’nin kurulmasını desteklemekteydi. Ancak
onun Daha Büyük Suriye’den kastı Arap olmayan bir Suriye idi ve Suriye halklarının
ortak kimliğinin Fenikelilik olduğunu söylüyordu. Suriye milleti bağlamında Lübnan’a
belli bir anahtar rolü verilmekte fakat nihai bir politik çözüm için daha büyük Suriye’nin
kurulması gerektiğinin altı çizilmekteydi. Tabet tam olarak şöyle diyordu: ‘Suriye, tam
anlamıyla kendi tarih ve coğrafi karakterine işaret ettiği için Suriyelilerin ve
Fenikelilerindir’40. Daha öncede belirtildiği üzere, I. Dünya Savaşı sırasında bir çok
Lübnanlı ve Suriyeli Mısır’a kaçtı. Bunlar genellikle İskenderiye’deki Katolik misyoner
okullarında eğitildiler. Onlar arasında daha sonra Lübnan politikalarında önemli rol
oynayacak olan bazı kişilerde vardı ki bunlardan biri de Michel Chiha idi. İskenderiye’de
Chiha ve daha bir çokları Hector Klat ile tanıştılar. Klat, Mısır’a daha önceleri göç etmiş
olan Lübnanlı bir ailenin oğluydu. Klat, 1888’de İskenderiye’de doğmuş ve Fransız
misyoner okullarında eğitim almıştı. Savaş bittiğinde, şiddetli bir şekilde Fenike
düşüncesini savunan ve tam bir Fransız hayranı bir kişi haline geldi. Dolayısıyla, bunların
hemen hepsinin Fransa’ya olan hayranlıklarının temelinde Beyrut’taki, İskenderiye’deki
Katolik misyoner öğretmenlerden almış oldukları eğitimin çok büyük tesiri
bulunmaktaydı41. Bu sebeple, Lübnan ve Suriye’de bağımsız ayrı bir Hıristiyan devleti
kurulması bağlamındaki düşüncelerin teşekkülünde Mısır ve özellikle de İskenderiye’deki
Katolik misyonerlerin de önemli bir katkısı olmuştur denilebilir. Çünkü, savaştan önce ve
38
Yusuf es-Saouda, Fi sabil Lübnan, İskenderiye 1919, 15 vd.
es-Saouda, 28 vd.
40
Jacque Tabet, La Syrie, Paris 1920, 28-29.
41
Bkz., Hector Klat, Feuilles Mortes, Beyrut 1970, 55, 60-62; Yusuf es-Saouda, 15.
39
425
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
savaş sırasında çok sayıda Suriyeli-Lübnanlı Mısır’a göç etmiş ve buradaki Katolik
misyoner okullarında eğitim almışlardır42.
1870-71 yıllarında Fransa’nın Prusya’ya yenilmesinden sonra, Fransız aydınları
Fransa’nın milli gururunu yeniden tesis etmek için çalıştılar. Bu dönemden itibaren
Fransız düşünürler milli etik değerleri yeniden tarif ettiler ve yine bir çok Fransız
milliyetçisi düşünür Katolik Hıristiyanlığın temel ilkelerini ve onun vatanseverlik
anlayışını dile getiren yazılar yazmaya başladılar. Bu bağlamda onlara göre Katoliklik,
Batı medeniyetinin geleceğini garanti edebilecek sosyal disiplinlerle aynı anlamı ifade
ediyordu. Dolayısıyla bu milliyetçilik anlayışı, kendi ulusal arzularını gerçekleştirmede,
Lübnanlı Marunilere örnek oldu. Bu Fransız düşünürler için, bir Fransız olma, temel
olarak ırki, etnik veya linguistik bir sorun değil, kültürel bir sorundu. Bu anlamda, tarih
ve geleneğin bir milletin kültürünü oluşturduğuna inanılmaktaydı. Bu sebeple, Lübnan
ulusal hareketi için bundan daha mükemmel bir reçete olamazdı. Eğer bir kişinin
konuştuğu dilden daha çok, onun kültürünün Lübnan kültürü olup olmadığı dikkate
alınırsa, o takdirde bu kişinin Arapça konuşup konuşmadığı veya Araplarla etnik
benzerliklerinin var olup olmadığı önemli değildi43.
Fransız toplumu için Roma Kilisesi’ni önemli bir yapı olarak gören Fransız ırkçı
milliyetçiliğinin ideologlarında olduğu gibi, Fenike kökenli olduklarını öne süren bir çok
Maruni yazar da milli karakteristikleri miras alınmış değerler olarak görmekte ve
günümüzün sadece geçmiş vasıtasıyla anlaşılabileceğini ve geçmişle günümüzün
ayrılamayacağını söylemekteydiler. Fenikelilik düşüncesi üzerine yazı yazan bir çok
Maruni için, Maruni Kilisesi’nin Roma Kilisesi’ne bağlılığında olduğu gibi, Fenikelilik
mozaiği onların Batıya yönelmelerini sağlayan önemli bir dama taşı idi44.
Aynı şekilde coğrafya şu veya bu ulusal kimliğe sahip çıkmak ya da inkar etmek
için çok sık kullanıldı. Bu anlamda, Fransız Elisee Reclus de ulusal özellikleri açıklamada
coğrafyayı kullananlardan biri idi. Reclus, coğrafi, tarihi, biyolojik ve sosyolojik
açılardan toplumların ve milletlerin incelenmesi demek olan insan coğrafyası teorisini
geliştirdi. Bu teoriye göre, toplumların gelişmesinde doğal sınırlar önemli rol
oynamaktaydı. Daha büyük Suriye düşüncesini savunanlar, özellikle Süryani ırkı ile
42
Y. Gershoni - P Jankowski, Egypt, Islam and the Arabs, Oxford 1986, 164.
Charles Corm, La Montagne İnspiree, Beyrut 1934, 7, 34; Paul Deroulede, Chants du Soldat, Paris 1872;
Klat, 60-62; Zeev Sternhel-Mario Sznajder - Maia Asheri, The Birth of Fascist İdeology, New Jersey
1989, 79.
44
Bkz., Hector Klat, Dans le Vent Venu, Beyrut 1937, 10-11; Rachid Lahoud, La Litterature Libanaisec de
Langue Françoise, Beyrut 1945, 10.
43
426
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
Araplar arasındaki ayırıma dikkat çekmek için, Suriye’nin doğal sınırlarını
tartıştıklarında, onun düşüncelerini referans alıyorlardı. Bu düşünceden hareketle, Daha
Büyük Suriye veya Daha Büyük Lübnan’ın kurulması gerektiğini savunanlar Batı
medeniyetinin temellerini atanların Fenikelilerdir şeklindeki hipotezi geliştirmişlerdir45.
I. Dünya Savaşı’nın sonlarında Paris, diplomatik faaliyetlerin yürütüldüğü bir
merkez haline geldi. Komiteler ve lobi grupları değişik politik arzularını gerçekleştirmek
için şehre akın ettiler. Ayrı bir Lübnan Hıristiyan devleti kurmak arzusunda olan Maruni
komiteler yapmış oldukları bu lobi faaliyetlerinde, çağdaş Lübnan’ın, eski Fenikeliler gibi
Arap neslinden gelmediklerini ispat etme gayretlerine giriştiler. Buna karşılık, Chucri
Ghanem’in başkanlığını yürüttüğü merkezi Suriye komitesi ise bütün Suriye halkları için
benzer iddialarda bulundu. 1919 yılında Versay’da barış konferansı toplandığında;
değişik delegasyonlar iddialarına dayanak olması için Suriye, Lübnan ve çok sayıda
muhacir toplumlardan gönderilen yüzlerce dilekçelerle Paris’e geldiler. Kahire,
İskenderiye, New York, Buenos Aires ve Sao Paulo gibi şehirler, Lübnanlı göçmen
Hıristiyanların, Arap karşıtı ifadelerinin en açık şekilde dile getirildiği merkezler haline
geldi. 1919 yılının Temmuz ayında Paris’e giden gruplar arasında II. Lübnan
delegasyonuna başkanlık eden Maruni patriği İlyas Huveyyik’de vardı. Versay’daki Batılı
delegasyonlara hitap eden konuşmasında Huveyyik, kendilerini Arap komşularından
ayıran şeyin, Lübnanlıların Fenike soyundan geldikleri iddialarını tekrarladı. Huveyyik,
etnik bakımdan Marunileri Akdeniz’den ayrılmış olan Haçlılar ile bir zamanlar Fransız
sahillerinde sömürgeler kurmuş olan eski Fenikelilere isnat ederek eski Fenikeliler
vasıtasıyla Fransızlara bağladı46. Hıristiyanlık ve Fenike putperestliğini uzlaştırmak için
de Huveyyik, Lübnan ulusunun ilk defa Antakyalı Maruniler tarafından teşekkül
ettirildiğini ifade ettikten sonra, VI. yüzyılda onların Cebel-i Lübnan’a göç ettiklerini ve
iyi birer Hıristiyan olarak yerlileri kendi dinlerine döndürdüklerini anlattı. Daha sonra da
bu yerli Fenikelilerin Maruni Hıristiyanlar tarafından asimile edildiklerini ve böylece,
ahenkli bir Lübnan ulusunun teşekkül ettirildiğini ifade etti47.
Merkezi Suriye komitesi ise Fenike düşüncesini direkt vurgulamıyor ancak,
Araplarla Suriyeliler arasındaki ırki farklılıkları dile getiriyordu. Şamlı Rum bir Katolik
olan komite sekreteri Georges Samne, iki medeniyet arasındaki farklılıkları çok sık dile
45
Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, l’Asie Anterieure, Paris 1884, 6, 685, 745.
Hoyek, 236.
47
Le Patriarche Maronite en France, Correspondense d’orient, October 1919, 125.
46
427
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
getirenlerden biriydi48. 1920’de Samne Suriye ve Lübnan için politik bir çözüm öneren
“La Syrie” adlı bir kitap yayınladı. Samne’ın arkadaşı Chucri Gharnem tarafından bu
kitaba yazılan giriş bölümünde onun, Fenikelilik ve Daha Büyük Lübnan arasındaki
bağları sık sık tekrarladığı ve Daha Büyük Lübnan’ın kurulmasını isteyen herkesin
Fenikelilik düşüncesini desteklemesi gerektiğini vurguladığı görülmektedir49.
Osmanlı Devleti bölgede güvenliği sağlamak için, savaş boyunca Beyrut’taki
politik faaliyetleri sıkı takibe almış, barış ve huzuru bozacak faaliyetlere kısıtlamalar
getirmişti. Bununla beraber, Fransa bu gibi faaliyetleri kendi menfaatleri gereği
destekliyordu. Bu sebeple de savaş boyunca Fransa, Lübnanlı Hıristiyan grupların bu gibi
faaliyetlerini İskenderiye ve Fransa’da yürütmelerini sağladı. Ancak, savaşın sona
ermesiyle birlikte Beyrut yeniden politik faaliyetlerin merkezi haline geldi. Daha Büyük
Lübnan fikrinin başını Maruni Kilisesi ve Cebel-i Lübnan idare meclisi çekiyordu. Onlar
bağımsız ayrı bir Lübnan Hıristiyan devleti kurmayı arzuluyorlardı50. Lübnan’da
Fenikelilik kimliğini destekleyenlerden biri de Charles Corm idi. O da diğerleri gibi,
Fransız hayranı bir Maruni ailenin oğlu olup, Beyrut’ta dünyaya gelmişti. 1911 yılında St.
Joseph Üniversitesi Oryantal fakültesinden mezun olmuştu. 1919 yılında ise Corm,
“Societe Nationale Jeunes Syriens” adlı bir dergi çıkarmaya başladı ve Chucri Ghanem’in
merkezi Suriye komitesi platformunu destekleyerek Daha Büyük Suriye’nin kurulması
yönündeki düşünceleri ifade etmeye başladı. Corm, her platformda Maruni Kilisesi’nin
ifade ettiği gibi, Daha Büyük Lübnan’ın kurulması yönündeki talepleri dile getiriyordu.
Ayrıca Corm, bir grup Fransız hayranı din adamını etrafında toplayarak onların Suriye ve
Lübnan’la ilgili politik, ekonomik, kültürel konuların yanı sıra bağımsızlık sorunu ve
Fransa ile bağlar konularında yazılar yazmalarını sağlıyordu. Bunlar Fransız yetkililerden
hem ekonomik hem de moral destek görüyorlardı51.
St. Joseph Üniversitesi Oryantal Fakültesi Katolik misyoner öğretim üyesi H.
Lammens’in Fenike kökenlilik düşüncesi ve onun mirası ilgili felsefenin geliştirilmesinde
Maruniler üzerinde çok büyük tesiri olmuştur. Lammens’e göre; tarih bir milletin veya
milliyetin en önemli öğesidir. Çevre, ırk ve dil bir ulusu yaratmaya yeterli değildir.
Milletle birlikte her zaman var olan şey sadece gelenektir ve bu milletin bütün değerleri
Suriye’de şekillenmiştir. Suriyeliler, Aramilerin ve Fenikelilerin torunlarıdırlar. Suriye
48
Comite Central Syrien, La Syrie devant la Conference, Paris 1919.
George Samne, La Syrie, Paris 1920, XI, 574.
50
Züaytir, 373 vd.
51
Zeev Sternbell, Maurice Barres et le Nationalisme Français, Paris 1972, 262.
49
428
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
Hıristiyan ve Müslüman değildir. Suriye, Suriyelilerindir ve Suriyeli bir Müslüman, Arap
değil, aksine Suriyelidir52. Dolayısıyla Lammens, bölgede hem Suriye’de hem de
Lübnan’da iki ayrı ayrılıkçı ulusal hareketin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Lammens ‘La Syrie’ adlı kitabında, Suriyelilik bilincine dayalı ayrılıkçı Suriye milleti
tanımını geliştirdi ve Suriye ırkının kökenlerini Fenikeli denizcilere kadar geri götürdü.
Lammens ayrıca, Fenikelilerin tamamen Suriyeli olduklarını, Fenike şehir-devletleri
döneminden itibaren Suriyelilerin homojen bir millet olduklarını iddia ediyordu53.
Böylece, Suriye milleti, Fenike kökenlilik gibi kavramlarla toplumun şuur altına ayrılıkçı
bir Suriye milliyetçiliği fikrinin yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Lammens, Suriye
milliyetçiliğinin şekillenmesinde coğrafyanın önemi ile ilgili yazılar yazmış olmasına ve
Suriye milliyetçiliğini desteklemesine rağmen, ayrıca Suriye’den ayrı veya Suriye’yi de
içine alan ayrılıkçı bir Daha Büyük Lübnan düşüncesinin gelişmesini de desteklemiştir.
Bundan başka, Lammens Avrupa halklarının kökenlerini Suriye ve Fırat sahillerini içine
alan bir bölgede şehir-devletleri kurmuş olan eski Fenikelilere kadar götürmüştür54.
Sonuç olarak; Lübnan’da Maruniler arasında ayrı bağımsız bir Hıristiyan devleti
kurma eğilimlerinin ortaya çıkışı bir anda olmamıştır. Maruni Kilisesi, Lübnan’da
asırlardır ayrı bir Maruni-dini varlığını tesis etmek için çalışmıştır. XIX. yüzyılın
sonlarına gelindiğinde ise Avrupalı güçlerin de desteği ile bu dini kimliğe politik bir
çözüm bulma çabası içerisine girmiştir. Bunu başarmak için de Lübnan’ın asıl
sahiplerinin Maruniler olduğunu, etnik bakımdan Maruni toplumunun Arap değil,
Fenike ve Fenike ailesine mensup kavimlere dayandığını öne sürmüştür. Ancak yine de
bu görüşü ilk defa ortaya atanların Maruni din adamlarından çok, batı kültürü ve eğitimi
ile yetişmiş Maruni laik Hıristiyanlar olduğu görülmektedir. Başka bir ifadeyle, bunlar
daha çok Osmanlı İmparatorluğunun Suriye eyaletlerinde politik durumu değiştirmeyi
arzulayan Fransız hayranı Hıristiyanlardı. Önceleri Arap olmayan laik bir Daha Büyük
Suriye düşüncesi hakim iken, daha sonraları onun yerini Daha Büyük Lübnan’ın
kurulması düşüncesi almış ve Fenikelilik fikri Lübnanlaştırılmıştır.
Maruniler arasında bu düşüncelerin yaygınlaşmasında Misyonerlerin büyük bir
rolünün olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Cizvit tarikatının Maruniler üzerinde çok
büyük tesiri olmuştur. Bu anlamda, 1902’de kurulan St. Joseph Üniversitesi Oryantal
52
Sternbell, 262-264
H. Lammens, La Syrie, Precis Historique, Beyrut 1921, 4-12.
54
Lammens, La Syrie et Son İmportance Geographique, Laurain 1904, 3 vd.
53
429
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
fakültesi müfredat programlarının bu düşüncenin gelişmesine katkı sağladığını
düşünmekteyiz. Çünkü, genelde üniversitedeki özelde ise Oryantal fakültedeki her dersin
temel amacı, Lübnan’da bir Katolik-Fransız kalesi ve sömürgesi yaratmaktı. Dolayısıyla,
bu amaca ulaşmak için tarihin yanıltılmasının bir önemi yoktu. Bu anlamda, Avrupalı
güçlerin özellikle de Fransa’nın himayesinde Lübnan’da ayrı bağımsız bir Hıristiyan
devleti kurulması gerektiğini savunanların hemen hepsinin St. Joseph Üniversitesi
Oryantal Fakültesi mezunları oldukları ve genellikle de ilkokuldan üniversiteye kadar
bütün eğitim dönemlerinde Suriye ve Lübnan’ın geçmiş Fenikelilik bilgisiyle donatılmış
olan Maruniler oldukları anlaşılmaktadır. Bunların, ayrıca dönemin Fransız
düşünürlerinin fikirlerinden etkilenmiş olmakla birlikte, Katolik misyonerler tarafından
uygun bir model olarak sunulan Hıristiyan imanı ve organik milliyetçilikle de
beslendiklerini söylemek mümkündür. Ancak yine de Lübnanlı Hıristiyanların bu doktrini
tamamen hazmetmiş oldukları söylenemez. Çünkü, onların tamamen bağımsız belirli bir
dünya görüşleri yoktu. Onların dünya görüşünün temelini Fransa hayranlığı ve Fransa’ya
bağlılık oluşturuyordu. Dolayısıyla da onlar, kendi uluslarını tarihte belli bir yere
yerleştirmek ve kendilerine uygun bir kimlik bulma gayretlerinde bile, Lübnan
halklarının tarihlerini eski Fenikelilere kadar dayandırmaktan öte Fransız halkı ile
akrabalıklarının olduğunu ileri sürmüşlerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Abou Selim, Le Bilinguisme Arabel-Français au Liban, Paris 1962.
Andrew C. H.- Fostner K., “The French Colonial Party”, The Historical Journal, 1971.
Beydoun, Ahmed, dentite Confessionelle et Temps Sociel Chez Les Historiens Libanais
Contemporains, Beyrut 1984.
Corm Charles, La Montagne İnspiree, Beyrut 1934.
Comite Central Syrien, La Syrie devant la Conference, Paris 1919.
Dau Butros, History of the Maronites, (Religious, Cultural and Political), Lebanon 1984.
Deroulede Paul, Chants du Soldat, Paris 1872.
Dibs Yusuf, Tarih Suriye ed-Dini ve ed-Dünyevi 1833-1907, I-X, Dar-i Nazir 1994.
Dowek Carol Hakim, The Origins of The Lebanese National Idea, 1840-1914 (Ph. D.
Thesis, St. Antony’s College), Oxford 1977.
es-Saouda Yusuf, Fi sabil Lübnan, İskenderiye 1919.
es-Savad Yusuf, Fi Sabil el-İstiklal, Beyrut 1967.
Forster Andrew Kanya, The Climax of French Imperial Expansion, Stanford 1981.
Gagnol M. L’Able, Histoire Ancienne des Peuples de L’orient, Paris 1891.
430
Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da..
Gershoni Y.- Jankowski P, Egypt, Islam and the Arabs, Oxford 1986.
Gordon David, Self-Determination and History in The Third World, New Jersey 1971.
Hourani Albert, Çağdaş Arap Düşüncesi, (Çev. L. Boyacı-H. Yılmaz), İstanbul 2000.
Arap Halkları Tarihi, (Çev. Yavuz Alogan), İstanbul 2001.
Hoyek E. P., ‘Les Revendications du Liban Memoire de la Delagation Libanise a’ la
Conference de la Paix’, La Revue Phenicienne, Beyrut 1919.
Işık Ramazan, Maruni Kilisesi, AÜ. Sos. Bil. Enstitüsü, Basılmamış Dok. Tezi, Ankara
2003.
Jouplain M., La Question du Liban: Etude d’histoire Diplomatique et de Droit
İnternational, 2 nd edition, Cuniye 1961.
Kerr David A., The Temporal Authority of The Maronite Patriarachate, Ph. D. Thesis, St.
Antony’s College, Oxford 1973.
Khairallah K.T., Les Regions Arabes Liberees, Paris 1919.
Klat Hector, Feuilles Mortes, Beyrut 1970.
Dans le Vent Venu, Beyrut 1937.
Kohl Fhilip L.- Fawcett Clare, Nationalism, Politics and The Pratice of Archaeology,
Cembridge 1995.
Kampinsky Aharon, The İnspiratian of Achexology Over İsraeli Society and Culture, Ariel,
Vol. 100-1, Nisan 1994, 179-90.
Lahoud Rachid, La Litterature Libanaisec de Langue Françoise, Beyrut 1945.
Le Patriarche Marohite en France, Correspondense d’orient, October 1919.
Lammens Henri, La Syrie, Precis Historique, Beyrut 1921.
La Syrie et Son İmportance Geographique, Laurain 1904.
Millet Rene, Notre Politigue Exterieure de 1898 a’ 1905, Paris 1905.
Murad Nicolas, Notice Historique Sur L’origine de La Nation et sur Ses Rapports Avec la
France, Paris 1844.
Reclus Elisee, Nouvelle Geographie Universelle, l’Asie Anterieure, Paris 1884.
Renan Ernest, Mission de Phenicie, Paris 1864.
Ristelhueber Rene, Les Traditions Françaises au Liban, Paris 1998.
Schulze, Kirsten E., ‘İsrail ve Maruni Milliyetçilikleri Bir Azınlık İttifakı Doğal mıdır?’,
Orta Doğuda’da Milliyetçilik, azınlıklar ve diasporalar, (Der. K. E. Schulze, Martin Stokes, C.
Campbell), (Çev. Ahmet Fethi), İstanbul 1998.
Said Edward W., Şarkiyatçılık (Batı’nın Şark Anlayışları), Çev. B. Ülner, İstanbul 2003.
Salibi Kemal, ‘Islam and Syria in the Writings of Henri Lawwans’, in Lewis and Holt
(eds.), Historians of The Middle East, London 1962, 330-342.
431
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Samne George, La Syrie, Paris 1920.
Sepond Emile, Histoire Ancienne de L’orient, Paris 1920.
Smith Anthony, The Ethnic of Nations, Oxford 1986.
Sternbell Zeev, Maurice Barres et le Nationalisme Français, Paris 1972.
Sternbell Zeev - Sznajder Mario - Asheri Maia, The Birth of Fascist İdeology, New Jersey
1989.
Tabet Jacque, La Syrie, Paris 1920.
Tayah W. Peter, The Maronites Roots and Identity, Miami, Florida 1987.
Tuchman Barbara, Bible and Sword, New York 1956.
Zamir Meir, The Formation of Modern Lebanon, London 1985.
Züaytir Muhammed, el-Maruniyye fi Lebanan Kadimen ve Hadisen, el-Vekaletü’şŞarkiyye 1994.
432
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 433-453, ELAZIĞ-2005
FATIMÎLER DEVLETİNİN KURULUŞU
The Founding of Fatimid State
Aydın ÇELİK
Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Elazığ.
acelik1@firat edu.tr
ÖZET
Fatımîler Devletinin Kuruluşu fikir olarak İsmailiyye mezhebine dayanmaktadır. Bu
devletin kurulması, İsmailiyye dâîlerinden Ebû Abdullah eş-Şiî’nin sayesinde oldu. O, Irak’ın
Selemye şehrinde yaşayan dönemin İsmailiyye imamı Ubeydullah tarafından Kuzey Afrika’ya
gönderildi. Ebû Abdullah İsmailiyye düşüncesini Berberîlerden bir kabile olan göçebe Kutame
kabilesi arasında yaydı. Önce Kutamelileri birleştirdi, sonra da onlarla birlikte Ağlebilere karşı
savaş açtı. Başarılı ataklardan sonra 909’da Ağlebî başkenti Rakkâde’ye girdi. Böylece yeni bir
hilâfet idaresi otaya çıktı ve islâm dünyasındaki halifelik ikiye ayrıldı.
Anahtar Kelimeler: Fatımîler, Ebû Abdullah eş-Şiî, Ağlebiler, Mağrib, İsmailiyye.
ABSTRACT
Founding of Fatimid state based on the idea of İsmailiyye thought. This state founded
thank to Ebû Abdullah, one of the dâî of İsmailiyye. He was sent to Northwestern Africa by
Ubeydullah who was the İmam of İsmailiyye at this time, living in Iraq, in Selemye. Ebû Abdullah
propagandised İsmailiyye idea among Kutame nomadic trible, one of the Berberî tribles in
Maghreb. Firstly, he began to unite Kutames trible and secondly started a war with them againts
to Aglebî state. After some successful attacks, he could went in Rakkâde, capital of Aglebî rule, in
909. Finally, a new caliphate rule came into and the caliphate of islamic world divided in two
parts.
Key Words: Fatimids, Ebû Abdullah eş-Şiî, Aglebs, Maghreb, İsmailiyye.
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Giriş
Günümüz coğrafyacıları Afrika kıtasını; Kuzey Afrika, Orta Afrika ve Güney
Afrika olmak üzere üç ana bölgeye ayırmaktadırlar. Akdeniz kıyısında bulunmasından
dolayı Kuzey Afrika’ya, “Akdeniz Afrikası” da denilmektedir. Bugünkü Mısır, Libya,
Tunus, Cezayir ve Fas ülkelerini içine alan bölge, iklimi, yer şekilleri ve bitki örtüsüyle
Afrika’nın diğer bölgelerinden farklılık arzetmektedir. Bölgenin coğrafî konumu tarihî ve
siyasî gelişmesini açıkça etkilemiştir. Dolayısıyla kıta, erken dönemlerden itibaren büyük
uygarlıklara sahne olmuştur1.
Kuzey Afrika, Ortaçağ Arap coğrafyacıları ve tarihçileri tarafından, “Maşrik”
kelimesinin zıddı olarak “Mağrib” diye isimlendirilmiştir. Dönemin coğrafyacıları
kuzeyde Akdeniz, güneyde Büyük Sahra’nın sınırlarını çizdiği bu bölge hakkında önemli
bir görüş ayrılığına düşmezken, Mağrib‘in doğu ve batı sınırları üzerinde farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir. Bazıları doğu sınırlarını Kızıl Deniz’den başlatmakta, bazıları da
batıdaki sınırına Endülüs’ü dahil etmişlerdir. Ancak Mağrib, genel olarak İfrikiyye, Orta
Mağrib ve Uzak Mağrib olmak üzere üç ana bölgeye taksim edilmektedir. Kasr-ı
Ahmed’den Bicâye’ye kadar İfrikiyye, Bicâye’den Mulûye’ye kadar Orta Mağrib
(Mağribu’l-Evsât), Mulûye’den Sûs’un dahil olduğu alana kadar da Uzak Mağrib
(Mağrib’ul-Aksâ) diye isimlendirilmektedir2. Kısaca, Kuzey Afrika’nın batısında bulunan
ve Libya,Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya ülkelerini içine alan bölgeye “Mağrib”
denilmektedir3.
Mağrib bölgesinin doğal görünümüne kısaca değinecek olursak, Fas’ın batısından
başlayan ve yüksekliği zaman zaman 4000 m.‘yi aşan Atlas Dağları silsilesi sıra dağlar
halinde git gide alçalarak Tunus’a kadar ulaşmaktadır. Atlas Dağlarının Ak Deniz
kesiminde kalan kısmında, yer yer kesintiye uğrayan küçük kıyı ovaları görülmektedir.
Mağrib kuzeyden güneye doğru; Ak Deniz kıyı şeridi, orta kesim yarı kurak alanlar
ve çöl bölgesi olmak üzere üç farklı özellik taşımaktadır. Bölgenin bol yağışlı, nüfusu en
yoğun ve tarıma elverişli kısmını kıyı şeridi oluşturmaktadır. Kıyı şeridinin arka
kısmındaki yarı kurak bölge ise kıyıya oranla daha az yağışlı ve daha sıcaktır. Nüfusun
1
Selâmi Gözenç, Afrika Ülkeler Coğrafyası, İstanbul, 1995, s. 3-4.
G. Yver, “Mağrib”, İ.A., Eskişehir, 1997, C. 7, s. 142-143;Yakut el-Hamevî Mağrib’in batı sınırlarına
Endülüs’ü dahil etmekte, Bkz., Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, Beyrut, 1995, C. 5, s. 161.
İfrikiyye’nin sınırlarını da Trablusgarb’dan Bicâye’ye kadar olduğunu belirttikten sonra, Coğrafyacı Ebû
Ubeyd el-Bekrî’nin ise İfrikiyye’nin sınırlarını doğu-batı istikametinde, Barka’dan Tanca’ya genişliğinin
ise Ak Deniz’den Sudan’a kadar dayanan çöller bölgesine kadar uzattığını belirtmektedir. Yakut elHamevî, Mu’cemü’l-Büldan, c. I, s. 228,
3
İbrahim Harekât, “Mağrib” T.D.V.İ.A., Ankara, 2003, C. 27, s. 314.
2
434
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
seyrek olduğu bu alan göçebe toplulukların yaşadığı topraklardır. Güney bölgesi ise çöl
topografyası ve iklim özelliklerinin hâkim olduğu verimsiz yerlerdir4.
1- FATIMÎ HÂKİMİYETİNDEN ÖNCE MAĞRİB’İN GENEL DURUMU
1.1. Siyasî Tarihi
Tarihi Milattan önce 3000’li yıllara kadar uzanan bölgenin asıl unsuru olan
Berberilerin aslı ve eski tarihi hakkında detaylı bilgiler bulunmamakla birlikte batılı
araştırmacılar, Berberilerin, batıdaki Atlas dağlarından doğuya doğru yayıldıklarını,
Mes’udî ve İbn Haldun gibi İslam tarihçileri ise Berberilerin Yemen veya Filistin’den
buraya geldiklerini iddia etmişlerdir5.
M.Ö. 846-146’da İfrikiyye’ye, Kartacalılar olarak da bilinen Fenikeliler hakim
olmuş ve Ak Deniz’in doğu kıyısında ticaret amaçlı birçok şehirler kurmuşlardır. Bu
maksatla Tunus’ta Kartaca ve Sus, Libya’da Sabratha ve Leptis Manga, Cezayir’de
Bicâye, Fas’ta Selâ ve Tanca şehirlerini kurmuşlardır. Ak Deniz’de bulunan Sicilya,
Sardinya ve Korsika adalarını ele geçirmek için M.Ö. VI. yüzyılda Greklerle, II. yüzyılda
da Romalılarla savaşa giren Fenikeliler, Ak Deniz adalarından çekildiler. M.Ö.146
yılında Romalılarla savaşa giren Kartaca komutanı Hannibal yenilince, Kartaca şehri
Romalılar tarafından yerle bir edildi. Bu tarihten itibaren Mağrib, 439 yılına kadar
Romalıların hakimiyetinde kaldı6. Kartaca şehirleri üzerinde yeni şehirler inşa eden
Romalılar döneminde yerli halk olan Berberiler arasında kısmen Hristiyanlık dini yayıldı.
Fakat yerlilerin büyük çoğunluğu itaat altına alınamamıştı.
Hakim oldukları bölgelerde idarî düzenlemeler yapan Romalılar döneminde
Moritanya’nın kuzeyine Zenâte ve Sinhâce kabileleri yerleşti. Daha sonra Roma’da taht
kavgaları baş gösterince, bu kez bölgede Vandallar sahneye çıktı ve 439 yılında
Kartaca’yı ele geçirdiler. Yaklaşık bir asır Vandalların egemenliğinde kalan bölge, yerli
Libyalıların saldırılarına maruz kaldı. Yerlilerle Vandallar arasındaki iktidar mücadelesi,
Bizans donanmasının 533 yılında Kartaca ve eski Roma müstemlekelerinin işgaliyle
4
Selâmi Gözenç, Afrika Ülkeler Coğrafyası, s. 105-132, İbrahim Atalay, Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası,
İzmir, 1999, s. 262-266; Aydoğan Köksal, Afrika Coğrafyası, Ankara, 1976, s. 54-56.
5
İbrahim Harekât, “Mağrib” T.D.V.İ.A., C. 27, s. 314; İbn Abdu’l-Hakem, Berberilerin, Talut’un öldürdüğü
Calut kavminin bakiyelerinden kaçıp Mağrib’in dağlık alanlarına yerleşenler olduğunu rivayet
etmektedir. İbn Abdu’l-Hakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, Kahire, 1991, s. 170. Ayrıca Bkz., İbnu’lFakîh, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. el-Hamedânî, Kitâbu’l-Buldân, Leiden, 1302, s. 83, el-Hamevî,
Mu’cem, c. I, s. 368.
6
Halil Demircioğlu, Roma Tarihi, Ankara, 1998, s. 211-269.
435
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
neticelendi. 646 yılına kadar süren Bizans hakimiyeti, Müslüman Arapların bölgeye
gelmesiyle son buldu7.
Müslümanların Afrika kıtasına ayak basmaları Amr b. el-Âs komutasındaki
askerlerin 641 yılında Mısır’ı ele geçirmesiyle başladı. Kısa bir zaman sonra
Trablusgarb’ı ele geçiren Amr b. el-Âs, dönemin halifesinden izin alamadığı için
İfrikiyye bölgesinin batısına doğru daha fazla ilerleyemedi. Hz. Osman’ın hilâfeti
döneminde Mısır’a vali olan Abdullah b. Ebû Serh 647-648 yılında ordusuyla Mağrib’e
doğru ilerledi. Rum komutanı George’yi hezimete uğratan Abdullah, bölge halkının
kendisine teklif ettiği vergi miktarını kabul ederek, Mısır’a geri döndü. Burası Hz. Ali ve
Muaviye arasındaki mücadele esnasında Müslümanların elinden çıktı.
Bölge, Emevîlerin iktidara gelmesiyle yeniden itaat altına alınmaya başlandı.
Muaviye’nin Mısır’a atadığı Muaviye b. Hudeyc, kaybedilen yerleri elde ettiği gibi bol
miktardaki ganimetlerle birlikte bölgeyi yeniden itaat altına aldı. Muaviye b. Hudeyc’in
İfrikiyye fethine atadığı Ukbe b. Nâfi’ el-Fihrî, İfrikiyye ve Mağrib’in fethini
gerçekleştirmek ve bölgeyi kontrol etmek için sürekli bir ordu bulunduracağı Kayrevân
şehrini kurdu (670-675). 667’de Mısır valisinin değişmesiyle fetihler Abdullah b. Ebû’lMuhacir tarafından devam etti. Yezid b. Muaviye’nin 681’de hilafete geçmesiyle Ukbe b.
Nâfi’ yeniden İfrikiyye valiliğine atandı. Fetih hareketine kalındığı yerden devam eden
Ukbe, Sûs bölgesini hakimiyeti altına aldı. Ukbe’nin 682-683 yılında hasımları tarafından
pusuya düşürülüp öldürülmesinden, Hasan b. Numan el-Gassânî’nin 693-700 yıllarında
atanmasına kadar geçen sürede Bizans ve Berberîlerin mukavemeti kırılamadı. Hasan’ın
valiliği döneminde bölgeyi ele geçiren Kâhine’yi 694-695 yılında bozguna uğratarak
İfrikiyye’nin tartışmasız yöneticisi oldu. İfrikiyye’nin fethinde önemli rol oynayan diğer
bir vali ise Musa b. Nusayr’dır (708). Musa, başarılı hamleler sonunda Berberîleri itaat
altına aldı ve Tanca şehrine Tarık b. Ziyad’ı atayarak Kayrevân’a geri döndü8.
Abbasîlerin başa geçtiği ilk dönemlerden itibaren özellikle de Ebû Cafer Mansur
döneminde Kuzey Afrika ülkeleri Haricî hareketin merkezi durumuna geldi. Bir taraftan
7
8
İbrahim Harekât, “Mağrib” T.D.V.İ.A., C. 27, s. 314-315.
Halife b. Hayât, Tarihu Halife b. Hayât (Çev. A. Bakır), Ankara, 2001, s. 189, 199, 258, 303-304, 335; İbn
Abdu’l-Hakem, Futûhu Mısr, s. 172-173, 183, 194-205, el-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân (Çev., M. Fayda),
Ankara 1987, s. 324-330; İbn ‘İzârî el-Merâkuşî, Kitâbu’l-Beyâni’l-Muğrib fî Ahbâri’l-Endelüs ve’lMağrib (neşr ve thk. Levi Provencal-G.S. Colin), Leiden 1948, C. I, s. 8-42; el-Hamevî, Mu’cem, C. I, s.
229, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi el-Kâmil fî’t-Tarih Tercümesi (Çev. A. Ağırakça), İstanbul, 1987, C. III, s.
31, 94, 98, 472-474, C. IV, s. 334, 483-484; Salih M. M. el-Müzeynî, Libya, Bingâzi, 1994, s. 28 vd.,
Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi (Çev., S. Tuğ), İstanbul, 1989, C. I, s. 337-338; Arif
Tamir, Ubeydullah el-Mehdî, Beyrut, 1990, s. 88-90.
436
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
iktidar değişikliğinden kaynaklanan iç çatışmalar, diğer taraftan da bu mücadeleyi fırsat
sayan Sufriyye ve Verfecûme kabilelerinin Kayrevân’ı üç yıl boyunca tahripleri takip
etti9. 800 yılında Halife Harun Reşîd tarafından atanan İbrahim b. Ağleb et-Temîmî
dönemine kadar geçen zaman içinde Kayrevân’a atanan yaklaşık on civarındaki
valilerden bazısı Hariciler tarafından öldürülmüş, bazısı görevden affını istemiş, diğer
bazısı da uzun süre Haricîlerle savaşmak durumunda kalmışlardır10. Bu ayaklanmalardan
biri 768 yılında Haricîlerden Ebû Hâtim el-Ebâdî, öncülüğünde çıkmış ve 130 000 kişilik
taraftarıyla Kayrevân’ı sekiz ay boyunca kuşatma altında tutmuştur. Dönemin valisi Amr
b. Hafs’ı öldüren Haricîlerin isyanı, ancak Halife Mansur’un Yezid b. Hâtim’in emrinde,
Bağdat’tan gönderdiği, Şâm, Irak ve Horasanlılardan oluşan 60.000 kişilik orduyla
bastırılabildi. Bu isyanda otuz bin Haricî’nin öldürüldüğü belirtilmiştir11.
Harun Reşîd tarafında 800 yılında İfrikiyye’ye atanan İbrahim b. Ağleb’in idareye
gelmesinden, Fatımîlerin idareyi ele geçirmesine kadar geçen sürede bölge, babadan
oğula devam eden Ağlebi sülalesinin iktidarında kaldı.
Dört Halife, Emevî ve Abbasî dönemlerinde süregelen istikrarsızlık döneminden
sonra İbn Îzârî’nin siyasetinden ve şahsından övgüyle söz ettiği İbrahim b. Ağleb ile
birlikte bölgede belli oranda bir dengenin oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu ifadelerden
bölgede savaşlar ve problemler yaşanmadığı anlamı çıkarılmamalıdır12.
Ağlebîler görünürde Abbasilere bağlı, fakat fiiliyatta bağımsız hareket
etmekteydiler. Yarı bağımsız hareket eden bu devletin siyasî tarihinde en dikkat çeken
yönü Ağlebîler döneminde gerçekleştirilen Sicilya’nın fethidir. Ziyâdetullah (827-828)
yılında Kadı Esed b. Furat’ın komutanlığında adaya gönderdiği ilk büyük deniz filosuyla
adaya başarılı bir hamle gerçekleştirmiştir. Esed’in Saragoza’yı işgali sonrasında gemiler
çok sayıda esir ve bol ganimetle geri dönmüştür. 835 yılında Palermo’ya, 836 yılında da
adadaki pek çok şehre başarılı seferler düzenlenmiştir13.
Başarılı dış seferler sonucunda diğer civar devletlere nazaran daha nüfuzlu bir
konuma gelen Ağlebîler II. İbrahim’in tahta çıktığı 875 yılında gücünün zirvesine
ulaştılar. Ancak, II. İbrahim dönemi (875-902), aynı zamanda devletin yavaş yavaş
9
Bkz. İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 64-71.
el-Hamevî, Mu’cem, C. I, s. 229-230.
11
İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. V, s. 484-485; İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 76-79.
12
İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 92; Ferhât ed-Dişrâvî (Arp. Çev., H. es-Sâhilî), el-Hilâfetü’l-Fatımiyye
bi’l-Mağrib, Beyrut, 1994, s. 32.
13
İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 102-106.
10
437
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
çözülmeye başladığı dönemin de başlangıcı oldu14.
II. İbrahim döneminde gerçekleştirilen para ıslahından dolayı “dirhem
ayaklanması” diye bilinen ayaklanma patlak verdi (983). Bu isyan, esnafın dükkânları
kapatıp saraya doğru yürüdüğü, geniş katılımlı bir olaydı15. İdareye karşı nefretin
oluşmaya başladığı bu uygulamadan sonra Ağlebîler hiçbir zaman eski gücüne
ulaşamadılar. Bu yıl, aynı zamanda ilerde bahsi geçecek olan Dâî Abdullah eş-Şiî’nin
Kutâme bölgesine yerleştiği yıldır ki on altı yıl sonra 909’ da başkent Rakkâde’yi ele
geçirecektir.
Öte yandan aynı dönemde II. İbrahim’in takip ettiği sert politikalar sonucunda bazı
şehirlerde isyanlar çıktı ve halkın kendisine olan kini git gide arttı. Bu isyanlarda İbrahim
kendisine sadık olan zenci köleler sayesinde iktidarını koruyabildi. Ancak onu esas
korkutan şey, Dâî Abdullah eş-Şiî’nin Kutâme kabilesi arasında elde ettiği başarı idi. Zira
Dâî kendisine karşı savaşmaya cüret etmese bile şifahî olarak tehditler savuruyordu.
Mağrib’de Şia tehlikesi baş göstermişken II. İbrahim, yerine Muhammed b.
Ziyâdetullah’ı Rakkâde’ye bırakarak, pek de tehlike arzetmeyen Sicilya’ya doğru sefere
çıktı. Şüphesiz Ziyâdetullah döneminde Sicilya’nın fethi iç barışa katkıda bulunmuştu.
Ancak bu hamle pek uygun bir zamanda gerçekleşmedi. Çünkü Dâî’ye karşı gönderilecek
ordu memleketten uzak diyârlara gönderilmişti. Nitekim, İbrahim Sicilya’nın Teberman
kalesini ele geçirirken, bu durumu fırsat bilen Dâî de 902’ da Kutâme kabilesi
topraklarındaki Mîle kalesini ele geçirdi16.
1.2. Dinî, Sosyal, İktisadî ve Kültürel Durumu
Eski zamanlardaki Berberîler putperest idiler. Kartacalıların bölgeye gelmeleriyle
birlikte Berberilerin bir kısmı Yahudilik dinine geçti. Kartaca ve Roma döneminde inşa
edilen şehirlerin ve antik merkezlerin sona ermesinden sonra bu din ülkenin içlerine
doğru girdi, yüksek yaylalara ve sahraya kadar yayıldı. Roma ve Bizans hakimiyeti
döneminde ise Hristiyanlık yayıldı17.
Fetihten VIII. yüzyılın sonuna kadar geçen dönemde Mağrib’e yerleşen Arap
nüfusunun yaklaşık 150.000 kadar olduğu ve bu miktarın da bölge nüfusunun yaklaşık
1/6’sına tekabül ettiği belirtilmektedir. Nüfusun en eski ve esas unsurunu Berberîler
14
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 33.
İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 120-121.
16
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 34-38.
17
Rene Basset, “Berberîler”, İ.A., C. 2, s. 534-535; Maurice Lombard, İlk Zafer Yıllarında İslam, İstanbul,
1983, s. 60.
15
438
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
oluşturmaktaydı. Onlardan sonra ise Afrikalılar ve Rumlar geliyordu. Buradaki
Afrikalılardan maksadın Latin kökenli Hristiyan Afrikalılar olduğu, Rumlardan maksadın
ise Bizanslılar olduğu şeklinde yorumlanmıştır18.
İlk İslam fetihleri esnasında Mağrib bölgesi, Araplaşma ve İslamlaşma bakımından
pek fazla bir mesafe katedemedi. Fetih esnasında yaşanan ciddî problemler, siyasi
çekişmeler ve isyanlar neticesinde Müslümanlarla Berberîler arasında kaynaşma meydana
gelmedi. Fakat Ağlebilerin idareye geçmesinden sonra daha önceki dönemlerdeki
problemlerin azalmasından dolayı bölgenin demografik yapısında bazı değişiklikler
meydana geldi.
Bölgedeki Arap nüfusunun oranına etki eden en önemli gelişmelerden biri daha
önce geçtiği üzere Abbasî Halifesi Mansur’un Yezid b. Hâtim’i Şam, Irak ve
Horasanlılardan oluşan 60.000 kişiden oluşan orduyla Kayrevân’a göndermesiyle
meydana geldi. Burada bulunan Emevî askerlerinin işine de son verildi.
Ağlebîler’in Sicilya’ya sevk ettikleri orduda çok sayıda Berberî bulunması, bu
dönemde taraflar arasında kaynaşmanın ya da İslamlaşmanın nispeten oluştuğunun bir
göstergesidir. Ancak İslam öncesinde de olduğu gibi kaynaşmanın ilk meydana geldiği
yerler gayet tabiî ağırlıklı olarak şehirler olmuştur. Özellikle Kayrevân, Tunus, Suse,
Sefâkus, Kâbis şehirleri Araplaşmanın geniş ölçüde gerçekleştiği şehirlerdir. Yakubî’nin
belirttiğine göre Kayrevân’da çoğunluğunu Kureyş’in Rabia kolu olmak üzere Araplar,
Horasan asıllı Acemler ve Emevilerle birlikte gelen askerler olmak üzere, yerli ve
yabancılar, Berberîler, Rumlar vs. oluşturuyordu. Batı bölgelerindeki kale şehirlerinde ise
Araplar hakim durumda idiler. Benzer bilgiler İftitâh’ın yazarı Kadı Nu’man tarafından
da verilmektedir. Dolayısıyla aslî unsurlar (Berberî, Rum, Afrikalı) ile sonradan gelenler
(Horasan, Şam, Iraklı, vd.) arasında 9. yüzyılın ikinci yarısında bölgede meydana gelen
sükûnet sayesinde muhtelif unsurlar arasında bir kaynaşmanın meydana geldiği
söylenebilir19.
Ağlebî aristokrasisini oluşturan piramitin en üst kesimi, başkent Rakkâde ve idare
merkezi olan Kasr-ı Kadîm sarayında ikamet ediyordu. Devlet, sivil ve askerî en üst
düzey yöneticilerini bunlar arasından seçiyordu. Bunlar “hassa” tabakasından olup
Ağlebîler ailesini kapsamaktaydı. Özellikle Mudar kabilesinden olanlara, hicâbet, berîd
18
19
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 38-39.
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 39-43.
439
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ve bölge valilikleri gibi üst düzey görevler veriliyordu. Bu görevlilere İbn Karheb, İbn
Samsâm veya İbn Nâfiz... gibi lakaplar veriliyordu. Üst düzey kesime Satfur, Bâce, Zâb,
Kayrevân ve Tunus gibi büyük şehirlerde ikamet edenleri, Emevî ve Abbasî askerleri de
dahil idi.
Halk tabakası ise -çoğunluğunu Berberîlerin oluşturduğu- köylü, göçebe ve
kölelerden oluşuyordu. Orta tabaka ise şehirlerde yaşıyordu. Bunlar, Malikî ve Hanefî
fakihleri, çarşılardaki büyük esnaf tabakası ve tüccar kesiminden teşekkül ediyordu.
IX. yüzyılın sonlarında İfrikiyye toplumu, ilk önceleri Araplara karşı uzun süren
bir mücadele dönemi geçirdi. Daha sonra gerçekleşen İslamlaşmanın sayesinde Araplar
Berberîleri tedricen kendilerine bağlamak suretiyle veya çeşitli bölgelere göç ettirerek
onlara karşı üstünlük sağladılar. Ancak, Kutâmelilerin desteklediği İsmailiyye davasının
başarıya ulaşmasıyla bu dengenin değiştiği, bu kez de Fatımî egemenliği altındaki
Berberîlerin açık şekilde intikamlarını alma fırsatını yakaladıkları ortaya çıkmaktadır20.
Kuzey Afrika’nın ekonomik vaziyetine gelince, Fenikeliler tarafından Tunus
sahilinde kurulan Kartaca devleti bir müddet sonra Batı Ak Deniz’de büyük bir ticaret
devleti haline geldi. İspanya’nın doğu sahilleri, Sardinya, Korsika ve Sicilya’da kolonileri
olan bu devlet, Burada kurduğu antik şehirler, kara ve deniz ticareti sayesinde iktisadî
refaha ulaştı.
Romalıların son dönemlerinde ve Bizans döneminde şehir uygarlığı göçebelik
önünde git gide geriledi. Şehirleri çevreleyen ve besleyen topraklar, Berberî göçebe
toplulukları tarafından sıkıştırılıyordu. Ekim alanlarının daralışı ve ticarî akımların
zayıflayışı sonucu ortaya çıkan ekonomik çöküş, Bizanslılar döneminde de devam etti.
Müslümanların ortaya çıktığı bu dönemde, bölge eski iktisadî canlılığından epeyce
uzaklaşmıştı. Şehirler gerilemiş, fazla uygarlık izleri taşımayan eski Berberî tavır yeniden
su yüzüne çıkmış, ekonomi çökmüştü. Yenilen ve gerileyen Mağrib’in dünya
ekonomisinin genel akışına girişi Müslümanların sayesinde oldu21.
Bilindiği gibi ekonomik istikrar ağırlıklı olarak siyasî istikrara bağlı olarak devam
etmektedir. Fetihlerin uzun ve çekişmeli geçtiği Mağrib, ilk yüzyıllarda bu şansa pek
sahip değildi. Ancak, Ağlebiler döneminde istikrara kavuşan bölgenin, ekonomik
hayatında önemli gelişmelerin olduğu gözlemlenmiştir. IX. yüzyılda Ağlebî Emîri II.
İbrahim döneminde şehirleri ziyaret eden Ya’kubî, bu dönemde halkın hiçbir endişe ve
kaygı duymaksızın ülkede dolaştığını, şehirlerdeki ticaretin canlılığından, tarlalarındaki
20
21
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 44-45.
Maurice Lombard, İslam, s. 58-61.
440
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
çeşitli ve bereketli ürünlerden bahsetmektedir.
Arapların savaşla ele geçirdikleri Mağrib, haraç arazisi kapsamına girdi. Fetihlerin
yapıldığı ilk dönemlerde ülke ekonomisinde ciddi bir farklılık olmadı. Ancak, Emevî ve
Abbasîler döneminde buraya sevk edilen askerler genellikle Suriye, Filistin ve Irak
bölgelerinden idiler. Bunlar daha ziyade ticarî şehirlerde veya ziraatla meşgul olmak için
zengin tarım hinterlandına sahip şehirlerde ikamet etmeye meyilli idiler. Şehir kurma ve
ticaret bakımından zengin bir kültüre sahip olan Müslümanlar, üzerine veya yakınlarına
yerleştikleri eski antik şehirleri zamanla Kartaca ve Roma’nın ilk dönemlerindeki eski
konumlarına getirdiler. Hatta bunlara yenilerini eklediler. 8. yüzyılın sonlarında başkent
Kayrevân’n çarşılarını tanzim eden Yezid b. Hâtim, buraya zanaat erbâplarını yerleştirdi.
Özellikle Kayrevân ve Sefakus kelimenin tam anlamıyla birer Arap şehirleri oldular.
Başkent Kayrevân şehrinin ekonomik tasvirleri coğrafyacıların eserlerinde ve özellikle de
Yahya b. Ömer’in Ahkâmu’s-Sûk adlı eserinde görülebileceği nakledilmektedir. Bu
eserde şehrin çarşıları, ticaret için gelen kafileler, günlük alış-veriş hareketleri, satış
mağazaları, dükkanlar, el sanatları, dokuma, boya, çanak-çömlek eyer, hasır, cam, tuğla
vs. sanayi dalları, köle tacirleri, Tunus ve Sûse liman şehirleri vasıtasıyla deniz yoluyla
Sicilya ve Endülüs’ten gelenler, Mısır, Sudan ve Mağribu’l-Aksâ’dan karayoluyla
gelenler tasvir edilmektedir22.
Burada özellikle Sudan’la gerçekleştirilen köle ve altın ticaretinin önemli bir yeri
vardır. Bu ticaretin en önemli merkezleri Orta Mağrib’deki Sicilmâse ve Kıstiliyye
şehirleri idi. Buraya gelen altın ve siyahî köleler buradan, Ak Deniz ve Doğu ülkelerine
doğru yola çıkarılıyordu. Yollar üzerinde bağlantı kuran şehirler VIII. ve XI. yüzyıllar
arasında kuruldu. Ağlebîler de buradan gelen altınlarla
darphanelerinde sikke
23
bastırıyordu .
Kırsal kesimlerdeki tarımsal ve hayvansal faaliyetler de aynı oranda canlılık
arzediyordu. Zeytin ve meyve ağaçları tarımı iyi bir seviyedeydi. Özellikle sahil kesimi
ve Bâce bölgelerindeki çiftçiler fethin getirdiği yeni ziraat ürünlerine kavuştular. Bunlar
arasında şeftali, fıstık, erik ve hurma çeşitlerini saymak mümkündür. Sulama teknikleri
açısından Mağribliler hem eski sulama tekniklerinden hem de doğudaki yeni sulama
tekniklerinden istifade ediyorlardı. Su depolanması, kanalların açılması ve akara
22
23
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 49-50.
Maurice Lombard, İslam, s. 64.
441
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
dönüştürülen kuyuların açılması gibi24.
Kuzey Afrika’nın, İslam dünyası içinde çok önemli stratejik bir konumu vardı.
Burası çeşitli uygarlıkların birbiriyle kaynaştığı kesişme noktasıydı. Bir taraftan Doğu,
diğer taraftan İspanya, Sicilya, Batı ve Sudan arasında bir geçiş bölgesiydi İslam
egemenliğine giren bölge bu sayede yeni bir atılıma kavuşmuş, nüfusu artmış, şehirleri
çoğalmış, yeni bir ekonomik ve ticarî atılım çağına girmiştir25.
Kültürel vaziyetine gelince, Ukbe b. Nâfî’nin kurduğu Kayrevân şehri Yezid b.
Hâtim’in valiliği döneminde Arap ve İslam kültürünün merkezi haline geldi. Yeni
yönetimin zenginliğine kapılarak buraya akın eden edebiyatçılar, hukukçu ve Doğulu
bilginler Kayrevân’ı bir ilim ve kültür merkezi haline getirdiler. Bu kültür, suya atılan bir
taşın dalgaları gibi Mağrib’in içlerine doğru yayılıyordu26.
Bölgenin Doğu ile olan irtibatı, hac ibadeti, ticaret veya seyahatler sayesinde canlı
tutulurken, bu gidiş gelişlerde Doğu’nun kültür ve edebiyatı da kendisine düşen paydan
istifade ediyordu. Kayrevân öyle bir seviyeye ulaştı ki, buradaki alimlerden ders almak
üzere Endülüs’ten talebeler geliyordu. II. İbrahim tarafından 878 yılında Rakkâde’de
kurulan ve varlığı dışında hakkında fazla
bilgi bulunmayan “Beytü’l-Hikme”,
Abbasîlerden örnek alınarak kurulan bir ilim müessesesiydi. Burada yetiştirilen çok
sayıdaki tabip, filozof, şair, fıkıhçı, matematikçi ve müzik bilgini daha sonraki Fatımî
idaresinin hizmetine girdiler27.
Kısaca Fatımîler Devleti ortaya çıkmadan önce bölge, uzun ve çetin mücadelelerle
geçen bir fetih dönemine tanık olmuştur. Ancak sonuçta İslam medeniyetinin yerleştiği
bölge Ağlebîler döneminde kurum ve kuruluşları, idarî çarkları oturmuş ve güçlü
donanmaya sahip bir ülke idi.
2-FATİMÎLER DEVLETİNİN KURULUŞU
Fatımîler, kendilerini köken olarak Hz. Peygamberin kızı Fatıma’ya
dayandırmaktadırlar. İfrikiyye’de ortaya çıkan Fatımî Devleti’nin dayandığı siyasî fikrin
esası İsmailiyye mezhebidir. Bu mezhep, altıncı imam Ca’fer es-Sadık’ın, oğlu İsmail’i
nass yoluyla halef tayin ettiğini iddia eder. İsmail, 762 yılında henüz babası hayatta iken
vefat edince, sonradan on iki (İsnâ ‘Aşere) imam olarak bilinen mezheb, Ca’fer es-
24
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 45-52.
Maurice Lombard, İslam, s. 64.
26
Maurice Lombard, İslam, s. 72.
27
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 53-55.
25
442
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
28
Sadık’ın ikinci oğlu Musa el-Kâzım’ı yedinci imam olarak kabul etti . İşte İsmailiyye
taraftarlarıyla on iki imam taraftarlarının ayrıldığı ya da İsmailiyye fırkasının doğuşu
burada başlamaktadır.
Emevîler döneminde çeşitli baskılara maruz kalan şia taraftarları, Abbasiler
döneminde daha kötü baskılara maruz kaldılar. Çünkü aynı aileden gelmeleri, onların
yöneticiliği açısından daha riskli bir durumdu. Tüm bu baskı ve tehditlere rağmen şia
taraftarları siyasî fikirlerini yaymakdan geri durmadılar ve Ali b. Ebi Talib’in neslinin
artmasıyla birlikte taraftarında da artış oldu. Artık her kesim kendi imamı için davet
etmeye başladı ve ortaya çok sayıda şiî fırkalar çıktı. Bu büyük fırkalardan birisi de
altıncı imam Ca’fer-i Sadık’tan sonra yedinci imamın İsmail olduğunu kabul etmeleriyle
on iki imam(İsnâ ‘Aşere)dan ayrılan İsmailiye mezhebidir. Bunlar, Hz. Muhammed’in
Ali’ye, kendisinden sonraki imamlara da verasetle nakletmek üzere Kur’an’ın te’vilini ve
batınî bilgilerini aktardığına, bundan dolayı da imamlarının masum olduğuna
inanmaktadırlar29.
Abbasilerin kendilerine rahatlık vermediği İsmailiyye mezhebi, davasını yaymak
için yer altına çekilmiş ve siyasî bir partiden ziyade illegal bir örgüt tarzında faaliyetlerini
sürdürmeye başlamıştır. Nitekim bu gizlilikten dolayı da mezhebin imamları ve Ali’ye
olan nesebi hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş bazıları onları, Mecusî, bazıları
Yahudî bazıları da putperest olduklarına dair iddialar ortaya atmışlardır30.
Şia’nın İsmailiyye kolu, faaliyetlerini yürütmek üzere Suriye’nin Hama şehri
yakınlarında bulunan Selemye kasabasını kendilerine üs edindiler. Abbasi askerlerinin
sıkı takibatı altında Irak bölgesine yakın bölgelerde faaliyetlerini sürdürmekte zorlanan
İsmailiyye mezhep imamları dailerini Bağdat’tan daha uzak bölgelere doğru kaydırdılar.
Bu amaçla özellikle Yemen, Kuzey Afrika, Mısır ve Fars bölgelerine sistemli bir şekilde
iyi mezhep eğitimi alan dâîlerini bu topraklara gönderdiler. Aynı yolla Fatımiler devleti
de buradan gönderilen dâîlerin propagandaları sonucu kurulmuştur. Bu anlamda,
Fatımîler Devletinin kurulmasının son halkasını tamamlayan, Dâî Ebû Abdullah eş-Şiî
28
Muhammed Ebû Zehra, İslamda Siyasi İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, İstanbul, 1983, s. 65; E. Ruhi
Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, Ankara, 1996, s. 130. Bernard Levis, “İsmaililer”, İ.A.
Eskişehir, 1997, C. 5/2, s. 1120; Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fatımîyye fi Mısr, Kahire, 1992, s. 30.
29
Abdu’l-Mün’im Macid, Zuhûru’l-Hilâfeti’l-Fatımiyye ve Sukûtuha fî Mısr, Kahire, 1994, s. 72-75.
30
Fatımîlerin nesebi hakkında geniş bilgi için bkz. Makrizî, İtti’âzu’l-Hunefâ bi Ahbâri’l-Eimmeti’lFâtımiyyîn el-Hulefâ (thk., C. eş-Şiyyâl), Kahire, 1948, C. I, s. 15 vd., Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’lFatımîyye, s. 32-39.
443
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
isimli Kûfeli bir dâî oldu.
On iki imamın altıncısı sayılan İmam Ca’fer-i Sadık, Fatımîler devletinin kurucu
dâîsi olan Abdullah eş-Şiî’den önce İfrikiyye’ye iki dâî göndermişti. 762-763 yıllarında
bölgeye giden bu dâîlerin isimleri, Ebû Süfyan ve el-Hulvânî idi.
Ebû Süfyan, İfrikiyye’nin Mermâcenne taraflarında bulunan Tâla ismindeki bir
köye, el-Hulvânî ise Kıstiliyye şehrinin güneydoğusuna düşen Sûcmâr’daki en-Nâzûr
denen yere yerleştiler. Her ikisi de birer cariye ve köle satın aldı ve burada birer de mescit
inşa ettiler. Bu mescitlerde ilim ve ibadetle meşgul oldular. Civardaki kabilelerden gelen
insanlara Ehl-i Beyt’in faziletlerini anlatmaya başladılar. Böylece Ebû Süfyân,
Mermâcenne ve el-Urbus şehirleri yöresinde, el-Hûlvânî ise Kutâme kabilesinden çok
sayıda Berberî’yi kendi mezheplerine dahil ettiler. Ebû Süyan’a nispeten el-Hulvânî daha
uzun süre yaşadı. Dâî Abdullah eş-Şiî’ bölgeye geldiğinde onun yaşlı kızı henüz hayatta
idi31.
Şimdi de konunun başında kurucu dâî diye nitelendirdiğimiz ve Fatımîler
Devletinin kurulmasında baş rol oynayan Dâî Abdullah eş-Şiî (es-Sen’ânî)’nin hayat
serüveni ve Kuzey Afrika’daki faaliyetlerini ele alacağız. Bu konuda en tafsilatlı bilgiyi
Kadı Nu’man’ın “İftitâhu’d-Da’ve” isimli kaynak eserinde bulmaktayız. 346/958 yılında
yazılmış olan bu eser, Fatımîler Devleti’nin kuruluşu hakkında yazılmış olan temel
eserlerin başında gelmektedir.
Esas ismi Ebû Abdullah el-Hüseyin b. Ahmed olan Kûfeli bu zat, Basra şehrinde
muhtesib veya muallim olarak çalışmaktaydı. On iki imam mezhebine bağlı bilgili, zeki
ve güvenilir biriydi. Batınî ilimleri çok iyi bilirdi. Kûfe şehrinin İsmailiyye dâî’si olan
Ebû Ali ile komşuydu. Onun İsmailiyye mezhebine geçişi Ebû Ali sayesinde oldu. Ebû
Abdullah eş-Şiî ve kardeşi Ebû’l-Abbas Kufe Dâî’sinin kayın pederi olan Dâî’d-Duât
Feyrûz’dan İsmailiyye mezhebi ve Batınilikle ilgili ilk bilgileri aldılar. Ebû Abdullah eşŞiî, pratik eğitimini tamamlaması ve daha sonra da Mağrib’e dâî olarak atanmak üzere
İsmailiyye mezhebinin başarıyla yayıldığı Yemen’e gönderildi. Yemen’den Mekke’ye
gelen hac kafilesinin dönüşünde onlarla birlikte 891 yılında Yemen’e vardı. Dönemin
İmamı Hüseyin b. Ahmed, yaklaşık on yıl önce buraya kısaca İbn Havşeb olarak bilinen
Hasan b. Ferec b. Havşeb b. Zâdân isminde yine Kûfeli olan bir Dâî’yi atamıştı32.
31
Kâdî Nu’man, Risâletu İftitâhi’d-Da’ve, (thk. V. Kâdî), Beyrut, 1970, s. 54-58, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 54;
Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fatımîyye, s. 45-46.
32
Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 59, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi (Çev., A. Ağırakça), c. VIII, s . 30, Makrizî, İtti’âz, C.
I, s. 68-69,74, Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fatımîyye fi Mısr, s. 42-43; Salih M. M. el-Müzeynî,
Libya, s. 126. Bu dâî ‘nin Yemen’deki faaliyetleri hakkında daha geniş bilgi için bkz., Kâdî Nu’man,
444
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
Ebû Abdullah, İbn Havşeb’le buluştuğunda o San’a’nın kuzeyindeki sarp bölgede
önemli bir bölgeyi eline geçirmişti. Ebû Abdullah daha önce tanıdığı bu hemşehrisinin
yanında yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra, İbn Havşeb tarafından yol masrafları karşılandı
ve 892 yılında Mağrib’deki görev yerine gitmek üzere Mekke’ye giden hac kafilesine
katıldı.
Mekke’de Kutâme kabilesinden gelen hacılar arasında el-Hulvânî’nin mezhebine
intisap etmiş şahsiyetlerin de bulunduğu grubun arasına girdi ve o yıl Kutâme
kabilesinden gelen tüm hacılarla tanıştı. Yaptığı sohbetlerle onların ilgi ve beğenisini
kazandı. Kendisinin çocuklara eğitim vermek dışında bir amacının olmadığını ve daha
hayırlı bir iş olmasından dolayı da Irak’taki işini bıraktığını onlara söyledi. Ayrılık
zamanı geldiğinde Dâî, kendisinin bu iş için en uygun yer olan Mısır’a gideceğini belirtti.
Bunu duyan Kutameliler kendileriyle yolculuk yapmasını ona teklif ettiler. Olumlu cevap
verince, Kutâmeliler böyle bir şahsiyetle birlikte Mısır’a kadar gideceklerine çok
memnun oldular. Onlarla birlikte Mısır’a kadar yolculuk eden Dâî, yolculuk esnasında
kabile mensuplarından kendi kabileleri ve ülkelerinin sosyal ve siyasî vaziyeti hakkında
önemli bilgiler aldı33.
Mısır’dan ayrılıp ilimle meşgul olacağını söylediğinde kabile mensupları, onu
ısrarla kendi memleketlerine davet ettiler. Böylece sanki her şey tesâdüfen olmuş gibi
hac kafilesiyle birlikte el-Hulvânî’nin yaşadığı Sucmâr’a geldi. Burada el-Hulvânî’nin
cemaatinde yer alan şahıslar tarafından karşılandı ve misafirlerini 893 yılında küçük bir
kale şehri olan Îkcân’a yerleştirdiler34.
Ebû Abdullah Mağrib’e yerleştiğinde bu dönemde üç aile tarafından idare edilen üç
ayrı devlet vardı. Mağrib’ul-Aksâ’da (Fas) bulunan İdrisîler Devleti, Mağribu’l-Avsat’ta
Rüstemîler Devleti ve İfrikiyye’deki Ağlebîler Devleti. Bunlar arasında İdrîsiler Devleti
Hasanî koluna mensup şîi bir devletti. Bu bakımdan İsmailiye mezhebinin yayılması için
uygun bir yer değildi. Rüstemîler ise harici olup, İsmailiyye mezhebine mukavemet eden
bir düşünceye sahipti. Ağlebîler ise hilâfeti gasp eden Abbasîlere tabi bir devlet olup,
davaları için daha müsait idi35.
İftitâh, s. 32-54.
İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 124-125.
34
Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 60-73, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. VIII, s. 31, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 74-76, Carl
Brokelman, Tarîhu’ş-Şu’ûbi’l-İslâmiyye (Arp. çev., N. E. Faris-M. el-Baalbekî), Beyrut, 1993, s. 250251, Arif Tamir, Ubeydullah el-Mehdî, s. 110.
35
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 86, Arif Tamir, Târîhu’l-İsmâiliyye, London,1991, C. I. s.
33
445
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
Ebû Abdullah’ın yerleşmek için seçtiği bu bölge hem sarp bir coğrafyaya sahipti
hem de merkezden daha uzaktı. Yine burada etkin olan Kutâme kabilesi Ağlebîler
Devletine vergi vermeyen asi bir topluluktu. Dolayısıyla Ağlebi devletiyle arası açık olan
bir topluluğu etkilemesi herhalde daha kolay olacaktı.
Şeklen İslamiyete giren ve dini bilgileri zayıf olan bu mıntıkada, Ebû Abdullah
kısa sürede esrarlı şeylere davet eden doğulu bir alim olarak ün yaptı. Dâînin bu
özelliğinden dolayı civardaki kabilelerden heyetler halinde insanlar kendisini dinlemeye
geldiler36.
Doğudan geldiğinden dolayı el-Maşrikî lakabı verilen Ebû Abdullah’ın gelişi ve
sıfatlarıyla ilgili ilk haberler uzun yol arkadaşları yani hac arkadaşları tarafından Kutâme
kabilesinin her tarafına yayıldı. Vaaz ve nasihatleri sayesinde civar kabile ve şehirlerden
çok sayıda taraftar ve aşiret reisleri onun mezhebine katıldılar. Onlara, Ehl-i Beyt’ten
olan masum imam için orada bulunduğunu ve onun adına tasarrufta bulunduğunu
açıklıyordu. Ebû Abdullah’a intisap edenlere “mü’minler” muhaliflerine de “kâfirler”
lakabı verildi. Kadı Numan onun mezhebine katılan önemli şahsiyetlerden bazılarının
isimlerini kaydetmektedir37.
Maşrikî olarak ün yapan bu zat hakkında ileri geri çok şeyler söylenince, Ebû
Abdullah’ın faaliyetlerine ilk tepki Mîle şehrinin sahibi Musa b. Abbas’tan geldi. Musa
gönderdiği elçi vasıtasıyla onu, yanında bulunan alimlerle tartışmaya davet etti. Ancak
taraftarları, yanlarındaki misafirlerini göndermeyi reddettiler. Olaydan haberdar edilen
Ağlebî lideri İbrahim II, Ebû Abdullah’a bir elçi vasıtasıyla gönderdiği mektupta, varsa
eğer maddî taleplerini karşılayabileceğini ifade ettikten sonra, yaptıklarından
vazgeçmediği taktirde başına geleceklerden sorumlu olmayacağını ve geciken özrü de
kabul etmeyeceğini bildiren tehditler savurdu. Ebû Abdullah, II. İbrahim’in mektubuna
verdiği cevapta, tehditlerine aldırış etmediğini, maddî talepler için değil, sadece Allah’ın
dinine, kitabına ve İmam Mehdî’ye davet ettiğini, belirtti38.
Gelişinden yedi yıl sonra yani 900 yılına gelindiğinde, kendisine Tazrût’ta bir saray
inşa eden dâî, sarayın etrafına da müminler için evler yaptırdı39. Böylece küçük dini bir
cemaatin liderliğinden siyasî ve askerî bir liderliğe terfi etti. Kadı Numan bu konuda:
“Ebû Abdullah Kutâmeyi yedi bölüğe (kısma) ayırdı. Her bir bölüğün içinden birisini
208-209.
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 86-89, Carl Brokelman, Tarîhu’ş-Şu’ûbi’l-İslâmiyye, s. 316.
37
Kâdî Nu’man, İftitâh, s.73-74, İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 128,137.
38
Kâdî Nu’man, iftitâh, s. 77-81, Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 93-94.
39
Kâdî Nu’man, İftitâh, s.117.
36
446
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
komutan olarak atadı. Her bölüğe bir dâî de atadı. Bunlara –genç olsalar da- meşâyih
dendi. Müminlerin (cemaatin) kazançları ve Allah’ın ganimetten nasip ettikleri mallar
Müslümanların velisi (imam) adına bu meşâyih’in elinde bırakıldı. Bu maldan hiçbir şey
alınmazdı…Mehdi gelinceye kadar onların elinde kaldı. Nitekim onlar o malı ona
verdiler.”40
Dâî Ebû Abdullah, 902 yılına kadar geçen zamanını Kutâme kabilesini bir çatı
altında toplamakla geçirdi. Bu zamana kadar da Ağlebîlerle her hangi bir silâhlı
çatışmaya girmedi. 902 yılının Mart ayında II. İbrahim kalabalık bir orduyla Sicilya’ya
sefere çıkınca, Ebû Abdullah yaz mevsiminde Tazrût’a yakın olan kale şehri Mîle’ye
saldırdı ve şehri ele geçirdi. Bu savaşta çok miktarda ganimet ve mal elde etti41.
Tehlikenin farkına varan Ağlebîler sonbaharda Ebû Havâl’ın komutanlığında
12.000 kişilik bir orduyla Ebû Abdullah’a karşı yürüdü. Yol üzerinde bulunan şehirlerden
de askerlerin katılımıyla daha da artan sayıdaki orduyla Tazurt’a geldiler. Ebû Abdullah
Tazûrt’ta yenilgiye uğrayınca Ebû Havâl onun Tâzurt’taki sarayını ve binasını yaktı. Bu
arada yağan kar sarp arazideki İkcân’a sığınan Ebû Abdullah’ın takibine engel oldu. Kış
şartları ve Kutâmelilerin ani baskınlarına maruz kalan Ağlebî ordusu Tunus’a geri
döndü42.
Bir taraftan askerî mücadeleyi sürdüren Ebû Abdullah diğer taraftan davasını
yaymak için daha kapsamlı teşkilatlanmaya doğru yol alıyordu. Kadı Nu’man bu durumu
şöyle anlatmaktadır: “Ebû Abdullah dâîlerini kabilelere dağıttı. Kendisini toplantılara
adadı. O, her gün mü’minlerle toplantı yapar ve onlara izahatlar verirdi. Dâîlerin de böyle
yapmalarını emretti. Böylece mü’minlerin niyetleri güzelleşti, basiretleri arttı ve
durumları düzeldi”43.
Tüm bunlar yaşanırken II. İbrahim Sicilya’da şehit oldu ve yerine III. Ziyâdetullah
geçti. III. Ziyâdetullah merkezde sîyasî konumunu güçlendirmek için muhaliflerini
katletme işiyle uğraşırken, Ebû Abdullah eş-Şiî, 903 yılında Satîf kale şehrini ele geçirdi.
Bunun üzerine III. Ziyâdetullah, 40.000 kişilik bir orduyu askerî yeteneği olmayan İbn
Habeşî’nin komutanlığında oraya sevk etti. Ebû Abdullah bu savaştan da galip gelerek,
içinde ipek elbiseler, altın gemler ve gümüş eyerlerin de bulunduğu çok sayıda ganimet
40
Kâdî Nu’man, İftitâh, s.127.
Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 117-118,135.
42
Kâdî Nu’man, İftitâh, s.137-139, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. VIII, s. 33-34; Markizî, İtti’âz, C. I, s. 79.
43
Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 140.
41
447
F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2)
ve silah elde etti. Ağlebî kuvvetlerinin hezimeti Kayrevân halkını tedirgin ederken, dâînin
savaş öncesi iddia ettiği galibiyet ve zafere ulaşma düşüncesi, taraftarlarının artmasına ve
daha da inandırıcı olmasına neden oldu. Ebû Abdullah bu galibiyetin haberini,
adamlarıyla birlikte gönderdiği bir miktar hediye ile -o zamanlar birazdan bahsedileceği
üzere - Sicilmâse’de bulunan Ubeydullah’a iletti44.
Ebû Abdullah son galibiyetiyle artık İfrikiyye merkezine ulaşabileceğine inandı.
Bu cesaretle 906 yılında Kayrevân’dan sonra İfrikiyye’nin en büyük şehri olan Tıbne’ye
yöneldi. Daha kalabalık ve daha teçhizatlı taraftarıyla şehri zorlamadan ele geçirdi ve
adamlarından Yahya b. Süleyman’ı buraya atadı ve Îkcân’a geri döndü. Aynı yılda halkın
çoğunluğunu Arapların (Temim kabilesi) oluşturduğu Bellezme şehrini de ele geçirip
savaşanların tamamını kılıçtan geçirdi. O, bu şehre askerlerini sevk etmeden önce üç yıl
boyunca her mahsul döneminde adamlarını göndererek yiyeceklerinin azalmasına sebep
oldu. 908 yılında Bâğiye şehrini savaşsız ele geçirince İfrikiyye’nin batısına egemen
oldu45.
Böylece Ağlebîler devletini, batıdaki Berberîlerden koruyan savunma hattı
tamamen yıkılmış ve Rakkade yolu istikametinde dâî için el-Urbus’taki Ağlebi birliği
dışında her hangi bir engel kalmadı46.
Ebû Abdullah 908 yılı sonlarında Kıstiliyye ve Kafsa’yı ele geçirdi. Buradaki asker
ve Ziyâdetullah için toplanmış vergi mallarına el koydu. Kış mevsiminin girmekte olduğu
bu dönemde tekrar Îkcân’a yüklü miktarda mal ile geri döndü. Artık Rakkâde’ye girmek
için fazla bir mesafe kalmamıştı. 909 yılının bahar mevsiminde hazırlıklara başladı.
Ordusunun başında Îkcân’dan Bâğiye’ye vardığında kendisine katılan askerlerin sayısı
200.000‘e ulaştı. Bu dönemde Ziyâdetullah da askerlerinin başında el-Urbus’a gelmişti.
Ancak kendisinin Rakkâde’de bulunmasının daha doğru olacağı fikriyle o geri
döndürüldü. Sarayında içki alemiyle eğlenirken, Ebû Abdullah’ın ordusu, Ziyâdetullah’ın
askerleriyle yaptığı çetin muharebe sonucunda galip geldi. Ziyâdetullah’ın bu neticeye
üzüldüğünü gören cariyelerinden biri şu şiiri okudu:
Zamandan sana gelene sabret, zaten zaman böyle geçer,
Sevinç ve hüzün beraberdir, ne hüzün ne de sevinç sonsuz sürer47.
44
Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 146,154, 156-159, İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 138-139, Markizî, İtti’âz, C.
I, s. 84, 85.
45
Kâdî Nu’man, İftitâh, s.160-165, İbn ‘İzârî, Beyâni’l-Muğrib, C. I, s.141.
46
Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 145-147.
47
Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 201, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. VIII, s. 42; İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s.
143, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 86-87; Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 152-154.
448
Fatımîler Devletinin Kuruluşu
.
Ordusunun yenilme haberini aldığında, Ziyâdetullah, her ihtimale karşı zaten
hazırlık yapmıştı. Değerli mücevherât, silah ve taşınabilir malzemeyi alarak gecenin
bastırmasıyla birlikte Mısır’a doğru yola çıktı. Önce Trablus şehrine daha sora Fustat’a
gitti. Orada bir hafta kalan Ziyâdetullah önce Remle’ye daha sonra da Rakka’ya geçti.
Burada Abbasî halifesi el-Muktedir’in veziri İbnu’l-Furat’a bir mektup göndererek
Bağdat’a girmek için müsaade istedi. Ancak bir yıl kadar beklediği cevapta halife,
kendisine vereceği destek ile Mağrib’e geri gitmesini istedi. Ancak beklediği desteği
alamayan Ziyâdetullah, 912 yılında Beytü’l-Makdis’de öldü48.
Ağlebî merkezi Rakkâde’de geriye kalan üst düzey görevliler ve ailesi ise
Kayrevân, Sûse ve civardaki diğer bazı şehirlere dağıldılar. Kendisine ihanet eden vezir
İbnu’s-Sâiğ ise Kasru’l-Kadîm’den aldığı otuz yük mal ile Sicilya’ya gitmek üzere Sûse
limanına gitti. Sûse valisinin el koyduğu malları daha sonra Ebû Abdullah’a teslim etti.
Sicilya’ya gitmek için denize açılan vezir rüzgârın etkisiyle Trablus limanına vardığı ve
henüz orada bulunan Ziyâdetullah tarafından öldürüldü49.
Ebû Abdullah, Ziyâdetullah’ın gidişinin ikinci günü yağmalanan saraya, üçüncü
günü önce Kayrevân’a ardından da Rakkâde’ye girdi (26 Mart 909). Kendisi Kasru’lKadîm’e yerleşen Ebû Abdullah, Kutâmelileri de sarayın etrafında bulunan evlere
yerleştirdi. İlk iş olarak yeni devletin oluşumunu tamamladı. Tüm İfrikiyye halkına emân
veren Ebû Abdullah, devletin üst düzey görevlilerini atadı. Mezhebine uygun olarak,
Ezana “hayya ‘alâ hayri’l-amel” cümlesini ekledi, ve sabah namazının ezanında okunan
“es-salâtu hayrun mine’n-nevm” cümlesini kaldırdı, sikke bastırdı ve Cuma hutbesine
Ehl-i Beyt’e saygı ifadelerini koydurdu50.
Makalenin başlarında belirtildiği gibi o tüm bunları, karargâhı Selemye’de olan
beklenen Mehdî adına yürüttü. Dolayısıyla geriye emaneti ehline tevdî etmekten başka
bir şey kalmamıştı. Bir diğer ifadeyle sıra Ubeydullah’ın tahta oturtulmasına gelmişti
artık.
Şimdi İsmailiyye mezhebinin İmamı Ubeydullah’ın İfrikiyye’ye gelişini ve tahta
oturmasının özet hikâyesine geçelim.
48
Kâdî Nu’man, İftit
Download