ISSN: 1012-0165. FIRAT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Journal of Social Science Cilt/Volume: 15 Sayı/Issue: 2 Temmuz / July– 2005 ELAZIĞ (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Hakemli Bir Dergidir) FIRAT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Journal of Social Science ISSN: 1012-0165 YAYIN İLKELERİ / The principles of the publication Her yıl Ocak ve Temmuz aylarında olmak üzere iki sayı halinde yayımlanır. This journal is published two issues in January and July every year. Dergide sosyal bilimler alanlarında Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış özgün araştırma makaleleri yayımlanır. Original articles written in Turkish or in any foreign languages are published in the area of social science in this journal. Yazılar yayınlama ve danışma kurulunun onayından geçtikten sonra yayımlanır. Articles are published after approving of editorial and advisory boards. Yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. All writers are responsible for the content of the articles. Tüm hakları saklıdır. Derginin adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. No part of this publication may be reproduced or utilized in any form without referring the name of the journal. Cilt/Volume: 15 Sayı/Issue: 2 ISSN: 1012-0165 EDİTÖR / Editor Doç. Dr. Ahmet AKSIN Enstitü Müdürü EDİTÖR YARDIMCISI Associate Editors Yrd. Doç. Dr. Ömer Osman UMAR Yrd. Doç. Dr. Çetin SEMERCİ YAZI İŞLERİ / Editorial Secretary Hüseyin DONMUŞ Hülya TOPAL Ahmet KILIÇ Yazışma Adresi / Correspondence Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 23119 - ELAZIĞ Tel : 0-424-241 54 80 Faks : 0-424-233 21 80 e-mail: [email protected] Web: http://www.firat.edu.tr/ akademik/enstituler/sosyal/dergi.htm Kapak/ Cover Design: Sabri KARADOĞAN Dizgi / Composition: Yrd. Doç. Dr. Ömer Osman UMAR Baskı / Print: Fırat Üniversitesi Basımevi Tel : 0-424-237 00 00/3134 ELAZIĞ - 2005 YAYIN KURULU Editorial Board Doç. Dr. Ahmet AKSIN Yrd. Doç. Dr. Ömer Osman UMAR Yrd. Doç. Dr. Çetin SEMERCİ BU SAYININ BİLİMSEL DANIŞMA KURULU Advisory Board Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK (Fırat) Prof. Dr. Ali Fuat DOĞU (Yüzüncü Yıl) Prof. Dr. Muhammed Beşir AŞAN (Fırat) Prof. Dr. H. Musa TAŞDELEN (Sakarya) Prof. Dr. Mehmet Naci BOSTANCI (Gazi) Prof. Dr. Saadettin TONBUL (Fırat) Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ (İnönü) Prof. Dr. Emrullah GÜNEY (Dicle) Prof. Dr. Emine ORHANER (Gazi) Prof. Dr. Yasemin İNCEOĞLU (İstanbul) Prof. Dr. Tahsin AKTAŞ (Gazi) Prof. Dr. Hayati DOĞANAY (Atatürk) Prof. Dr. Hasan KAVRUK (İnönü) Prof. Dr. Altan ALPEREN (Gazi) Prof. Dr. Erdal ZORBA (Muğla) Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL (Pamukkale) Prof. Dr. İzzet GÜMÜŞ (Gazi) Prof. Dr. Ali AKTAN (Erciyes) Prof. Dr. Erhan ATİKER (İstanbul) Prof. Dr. Nevhiz ERCAN (Gazi) Prof. Dr. S. Selçuk GÜNAY (Atatürk) Prof. Dr. Mualla Bilgin AKSU (İnönü) Prof. Dr. Prof. Dr. Vehbi ÇELİK (Fırat) Prof. Dr. Burhan AYKAÇ (Gazi) Prof. Dr. Ekrem MEMİŞ (Selçuk) Prof. Dr. Nazmiye ÖZGÜÇ (İstanbul) Prof. Dr. Ahmet NİŞANCI (Ondokuz Mayıs) Prof. Dr. Eyüp AKTEPE (Gazi) Doç. Dr. Ahmet AKSIN (Fırat) Doç. Dr. Muammer GÜL (Harran) Doç. Dr. Ali YILDIRIM (Fırat) Doç. Dr. Zekai ÖZDEMİR (İstanbul) Doç. Dr. Ali Ahmet DOĞAN (Karadeniz Teknik) Doç. Dr. Muhsin HALİS (Gaziantep) Doç. Dr. Selahattin TURAN (Osmangazi) Doç. Dr. Ömer EROĞLU (Süleyman Demirel) Doç. Dr. Ruhi KALENDER (Ankara) Doç. Dr. Pervin ÇAPAN (Muğla) Doç. Dr. Vahit TÜRK (Gaziantep) Doç. Dr. Mehmet TAŞPINAR (Fırat) Doç. Dr. Murat KARAGÖZ (İnönü) Doç. Dr. Ali UZUN (Ondokuz Mayıs) Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, TÜBİTAK – ULAKBİM Sosyal Bilimler Veri Tabanı (SBVT) tarafından dizinlenmektedir. İÇİNDEKİLER / CONTENT Coğrafya / Geography İhsan ÇİÇEK: Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık Farklarındaki Değişiklikler (19702002)/ Variation in Urban and Rural Temperatures Differences in Ankara (1970 2002)…... 1 Gürcan GÜRGEN, Necla TÜRKOĞLU, İhsan ÇİÇEK: Kuzey Atlantik Salınımının (KAS) Büyük Menderes Havzası’nda Yağış ve Akım Üzerine Etkileri/ Effects of North Atlantic Oscillation on Precipitation and Stream Flow at Büyük Menderes Basin.................. 17 Erdal KARAKAŞ: Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II: Suç Harita Tipleri/ Crime Maps in Applied Geography: Types of Crime Maps II……………………………….…….… Şermin TAĞIL, İsa CÜREBAL: Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi Değişimini Belirlemede Uzaktan Algılama ve Coğrafi Bilgi Sistemleri/ Remote Sensing and GIS Monitoring of Coastline Change in Altınova Coast, Turkey…………………………………………………. 31 51 Dil ve Edebiyat / Language and Literature Şerife YILDIZ: Enkulturation Und Sprache: Ein Untersuchungsmodell Zum Vergleich Der Enkulturationsbedingungen Und Spracherwerbsprozesse Bei Türkischen Migrantenkindern In Deutschland/ The Process of Culturation and Language: Comprasion of the Language Learning processes of the German and Turkish Children Through Cultural Interaction…… 69 Şener DEMİREL: Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları/ Simile Elements About Fire In Husn u Ask……………………………………………………………………………. 81 Ahmet Turan SİNAN: Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine/ A İnvestigation of Idioms In Necati Beg Collections………………………………………….………………….. 107 Süleyman ÇALDAK: Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l Ulûm’undaki İlimler Tasnîfi Üzerine/ On the Classification of Sciences in the Mevzû’âtu’l-Ulûm of Taşköprülüzâde…… 115 Eğitim Bilimleri / Education Sciences S. Ercan BAĞÇECİ: Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin Analitik Yaklaşımlar/ Analitic Approaches Related to The Second Term of Piano Education……………………..……...... Çetin SEMERCİ, Zeynettin SAĞLAM: Polis Adaylarının Sınavlarda Kopya Çekmeye İlişkin Tutum ve Görüşleri (Elazığ İli Örneği)/ Attitudes and Ideas Towards Cheating of Policeman Candidates In Exams……………………………………………………………... Fatma ÖZMEN, Sinan YÖRÜK: İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde, Okul Yöneticilerinin Karar Verme Sürecindeki Etkiliklerine İlişkin Ölçek Geliştirilmesi/ In The 147 163 Frame of Human Resource Management, A Development of An Inventory Related to The Effectiveness of School Principals in Decision Making Process……….…………………… 179 Ramazan ERDEM, İbrahim KOCABAŞ: Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri/ Cultural Values of Educational Inspectors….………………………………………………... 199 A. Haydar TEKİN, Yüksel SAVUCU, Fikret RAMAZANOĞLU: Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin Sosyo-Ekonomik Durumları ve Sorunları/ Social Status and Problems of Classifying and Region Referees…………………………………………………………... 209 İktisadi ve İdari Bilimler / Economics and Administrative Sciences Murat KARAGÖZ, Çetin DOĞAN: Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi: Türkiye Örneği/ Exchange Rate Foreign Trade Relationship: Case of Turkey………….…………………….. Mehmet TİKİCİ, Erkan T. DEMİREL, Neslihan DERİN: Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği: Elazığ Bankacılık ve Finans Sektörü Uygulaması/ Total Quality Leadership in Information Community :Application of Banking and Finance Sector of Elazığ…………. Ferit KÜÇÜK: İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj/ Corporate Image from Perspective Human Resources…………………………………….………………………….. M. Emin AKKILIÇ: Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam İçeriklerinin İncelenmesi ve Çeşitlendirmesi Üzerine Bir Araştırma/ A Research on Examination and Diversification of Advertising Contents of The Intermediary Travel Establishments……………….…………... 219 229 247 267 İletişim / Communication Basri BARUT: Siyasal Reklamcılık Özelinde Siyasal Tutumların Oluşması Süreci/ The Process of Formation of Political Attitudes in Particular Political Advertisement……….…. 295 Sosyoloji - Psikoloji / Sociology - Psychology Ömer AYTAÇ: Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu/ Modern Bureaucracies and Alineation Ethos……………………………..……………….………………………………. 319 Zahir KIZMAZ: Kriminolojide Yeni Yönelimler: Bütünleşik (Integrated) Suç KuramlarıI/ New Directions in Criminology: Integrated Crime TheoriesI………………………...…….. 349 Tarih / History Veli SEVİN: Elazığ/Bahçecik Yazıtı Ve Urartu Eyalet Sistemi Üzerine Düşünceler/ The Inscription of Elazığ/Bahçecik and Some Observations About Urartian Province System….. Enver ÇAKAR, Füsun KARA: 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir Sancağında İskân ve 379 Nüfus (1643 Tarihli Avârız-Hane Defterine Göre)/ The Inhabiting and Population of The Sanjaq of Arapgir In The Middle of The 17th Century (According to The Avâriz-Hane Defteri Dated 1643)……………………………...……….…………………………………... Ramazan IŞIK: Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da Bağımsız Bir Hıristiyan Devleti Kurma Girişimlerinin Fikri Temelleri/ The Endeavour of the Maronites to Set up An İndependents Christian State in Lebanon in the Late Period of the Ottoman Empire……………………………………………………...………………............................ . Aydın ÇELİK: State……………. Fatımîler Devletinin Makale Yazım Kuralları/ Papers…………………………………. Kuruluşu/ Writing The Founding of Instructions 385 413 Fatimid 433 for 455 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa:1-16, ELAZIĞ-2005 ANKARA’DA ŞEHİR VE KIRSAL SICAKLIK FARKLARINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER (1970-2002) Variation in Urban and Rural Temperatures Differences in Ankara (1970-2002) İhsan ÇİÇEK Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Ankara. cicek@hu ma n ity.ankar a.edu.tr . ÖZET Bu çalışmada şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu amaçla şehir özelliği taşıyan Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ) ve kırsal özellikler taşıyan Esenboğa Meteoroloji İstasyonlarının (EMİ) 1970-2002 yılları arasına ait saatlik verileri incelenmiştir. Buna göre gündüz saatlik sıcaklık farklarında azalma, akşam sıcaklık farklarında artma eğilimleri saptanmıştır. Aylık ortalama sıcaklık farkları incelendiğinde ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi Ankara’da da yaz ve sonbahar mevsimlerinde şehir ısı adalarının geliştiği saptanmıştır. Bununla birlikte kış aylarında da şehir ısı adası gelişmektedir. Bunda Ankara’nın jeomorfolojisi ve buna bağlı olarak gelişen çanak terselmelerinin önemli etkisi vardır. Saatlik sıcaklık farklarının sıklık dağılımlarında bütün sıklıklarda pozitif tarafa yönelimler saptanmıştır. Bu durum sıcaklık farklarında şehirleşme etkisini kanıtlayan önemli bir bulgudur. Anahtar Kelimeler: Ankara, şehir iklimi, şehir ısı adası, sıcaklık farklılığı. ABSTRACT In this study, effects of urbanization on the temperature have been investigated. For this purpose, hourly temperatures recorded by Ankara Meteorology Station (AMİ) which is located in the city and by Esenboğa Meteorology Station (EMİ) which is located in a rural area near Ankara in the period of 1970-2002 have been analyzed. These analyses show that day time temperature differences decreased and night temperature differences have increased in time. From the analysis of monthly temperature differences it was observed that the urban heat islands form in summer and autumn seasons, in Ankara as in temperature latitude cities. Urban heat islands are also seen in winter months. On this, geomorphology of Ankara and valley inversion plays important roles. In this distribution of temperature differences, a positive variation was observed. This is proof of urbanization on temperature differences. Key Words: Ankara, urban climate, urban heat island, temperature differences. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Şehirleşmeden en çok etkilenen iklim elemanı sıcaklıktır. Şehirleşme sonucunda sıcaklıklarda belirgin bir artış görülmektedir. Şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık farklılığı (∆T(ş-k)) sinoptik koşullara bağlı olarak gelişir. ∆T(ş-k) açık ve sakin hava koşullarında büyürken, bulutlu ve rüzgarlı havalarda kaybolmaktadır. ∆T(ş-k) gelişiminde farklı topografik özellikler, yerel iklim, ışınım akısı ve türbülans değişimleri gibi farklılıklar önemlidir. Şehir ve çevresindeki kırsal alanlar arasındaki yüzey sıcaklık farklılığı şehir ısı adası (ŞIA) olarak tanımlanır (Landsberg 1981). ŞIA, şehirlerin doğal yüzey yapısının değiştirilip asfalt ve çimento ile kaplanması, yeşil alanların ve yüzey neminin azalması, binalardan kaynaklanan kanyon etkisinin bir sonucudur (Chandler 1965, Landsberg 1981). Bu etki genellikle pozitiftir. ŞIA gündüz ve gece görülmekle birlikte genellikle geceleri daha yoğun olarak oluşur. ∆T(ş-k)Ankara şehri, Ankara Çayı ve kollarının oluşturduğu Ankara ovası üzerinde kurulmuştur. 850-900 metre ortalama yükseltiye sahip Ankara Ovası doğu, kuzey ve güney yönlerinden kapalı, batıya açıktır. Çevresindeki dağların ortalama yükseltisi ise 1250-1500 metre arasında değişmektedir. Şehir ilk kurulduğu yıllarda ovanın doğu kenarında kaleyi çevrelemektedir. Bu durum koşulların uygun olduğu dönemlerde şehirlerin etrafa yayılması, uygun olmadığı dönemlerde kaleye çekilmesi olayının bir örneğidir (Erol 1976). Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’ya gelenler daha çok ova tabanı ve alçak sekiler üzerine yerleşmişleridir. Resmi ve büyük sosyal yapıların yönelimi de bu yöndedir. 1950’li yıllarda sonra yaşanan hızlı nüfus artışı sonucunda ova tabanından yüksek sekilere, yamaçlara hatta şehirleşme açısından uygun olmayan kayalık alanlara doğru yayılmıştır (Erol 1973). Bu hızlı nüfus artışı sonucunda yerleşmeye uygun olmayan alanlar gecekondular ile dolmuştur (Şekil 1). Thornthwaite tarafından yapılan iklim sınıflamasına göre Ankara yazları şiddetli su açığı bulunan, birinci dereceden mezotermal, deniz etkisine yakın, yarı kurak (D B´1 s2 b´3) bir iklim tipine sahiptir (Çiçek 1996). Yine Ankara ve çevresinde yıllık ortalama sıcaklıklar yılın 3 ayında 20.0 ºC üzerinde, 4 ayında 10.0-20.0 ºC arasında, 5 ayında ise 10.0 ºC altındadır (Çiçek 2000). Ankara ve yakın çevresini kış mevsiminde cephe geçişleriyle aralanan antisiklonik koşullar etkilemektedir. Antisiklonik koşulların hakim olduğu dönemlerde açık gökyüzü, sakin koşullar ve yağışsız bir hava durumu yaşanır. Bu koşullar sıklıkla sıcaklık terselmesine sebep olur. Antisiklonik koşullar ŞIA gelişimine uygun koşullar yaratmaktadır. Cephesel faaliyetler ise yağışlı, rüzgarlı hava durumlarına neden olur. Bu durum ŞIA büyüklüğünü etkilemektedir. Yaz mevsiminde ise hakim olan Azor yüksek 2 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … basıncı sıcak, sakin ve kurak koşullar yaratmaktadır. Bu atmosferik koşullar şehir kanyonları ve yüzey örtüsündeki farklı ısınma davranışlarına neden olarak ŞIA gelişiminde etkili olur. Şekil 1: Ankara şehri ve yakın çevresinin topografya haritası. İlk nüfus sayımı 1927’de yapılan Türkiye’de yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı yılları ve 2000 yılı dışında daima % 2’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu hızlı nüfus artışı sonucunda 1927’de 13.348.270 olan nüfus 2000 yılında 67.803.927 kişiye ulaşmıştır. Hızlı nüfus artışı ve 1950’li yıllarda artan sanayileşme sonucunda şehirlere hızlı bir göç yaşanmış ve şehir nüfusu hızla artmıştır. 1950 yılında % 23 olan şehir nüfusu ilk defa 1985 yılında köy nüfusunu geçmiştir. Şehir nüfusunun oranı 1990 yılında % 59 iken 2000 yılında % 64.9 ulaşmıştır. Ankara'da, Türkiye'ye benzer bir nüfus artışı yaşanmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda ve başşehir ilan edildiğinde 74.553 (1927 sayımı) nüfusu sahip Ankara’nın hızlı bir şehirleşme sonucunda nüfusu artmış ve nüfus 2000 yılında 3.203.362 kişiye ulaşmıştır. 1950 yılına kadar yavaş bir artış gösteren Ankara nüfusu bu tarihten 3 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) sonra hızla artmıştır. Ankara’da yıllık nüfus artış hızı 1927 - 2000 döneminde % 5’in üzerinde gerçekleşmiştir. Bu oran aynı dönemdeki Türkiye ortalamasından yaklaşık 2 kat fazladır. 1990 ile 2000 yılları arasında ise Türkiye’de nüfus artış hızı % 2 iken Ankara şehrinde nüfus artış oranı % 8.8 olmuştur. Bu İstanbul’dan sonra ülkenin en hızlı nüfus artış oranıdır. Şehir klimatolojisi üzerine ilk yayını Luke Howard 1818 yılında yayınlamıştır (Landsberg 1981) Şehir çalışması ile ilgili çalışmalar 1960-1970’li yıllarda yoğunlaşmış ve ABD’inde St Louis şehrinde “Metropolitan Meteorological Experiment (METROMEX)” isimli proje geliştirilerek büyük metropoliten alanların atmosfer üzerindeki etkisi araştırılmıştır.Bu projenin sonuçlarının pek çoğu Journal Applied Meteorlogy isimli dergide yayınlanmıştır. Şehir klimatolojisi hakkında bu dönemde yapılan çalışmalar Chandler (1970) ve Oke (1974) tarafından bibliyografik olarak derlenmiş ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) tarafından yayınlanmıştır. Türkiye’de şehirleşmenin sıcaklık üzerine etkisini inceleyen çalışmalarda (Karaca ve diğerleri 1995a, Karaca ve diğerleri 1995b, Tayanç ve Toros 1997, Karaca ve Tayanç 1998) şehirleşme sonucunda ŞIA gelişimine ait ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Karaca ve Tayanç (1998), 54 istasyon üzerinde yaptıkları çalışmada ülkemizdeki şehir sıcaklıklarındaki artışının % 99 anlamlılık düzeyinde ortalama sıcaklıklarda 0.24 °C 40 yıl-1 ve minimum sıcaklıklarda 0.48 °C 40 yıl-1 olduğunu saptamışlardır. Karaca ve diğerleri (1995a), İstanbul ve Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerine etkisini araştırdıkları çalışmalarında Ankara’da şehir, kasaba ve kırsal özellikler taşıyan 5 istasyonu ele alarak bu istasyonlardaki uzun yıllık sıcaklık eğilimlerini incelemişlerdir. Bu çalışmada hem kır hem de şehir istasyonlarının sıcaklıklarında bir azalma eğilimi gözlemlemişlerdir. Yine bu araştırmada şehir ile kırsal alan sıcaklık farkları arasında anlamlı bir eğilim saptanamamıştır. Araştırmacılar İstanbul’daki pek çok istasyonda da saptanan bu özelliği, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de görülen anlamlı sıcaklık azalması ve Ankara’nın nispeten planlı şehirleşmesi ile ilişkilendirmişlerdir. 2. VERİ VE METODOLOJİ Bu araştırmada Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki uzun yıllık etkisini ortaya koymak için Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne ait rasat süreleri uzun ve kesintisiz olan iki istasyon seçilmiştir. Bu istasyonlardan biri uzun yıllardır şehirleşme alanı içinde kalmış olması sebebiyle şehir özelliklerini pek çok yönüyle yansıtacağı düşünülen Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ), diğeri ise kırsal özellikler taşıyan Esenboğa Meteoroloji İstasyonudur (EMİ). AMİ, Ankara ovasının kuzeyinde 39º 38´ 4 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … kuzey enlemi ve 32º 41´ doğu boylamında, 891 metre yükseklikte yer alıp, 1926 yılından beri gözlem yapmaktadır. 949 metre yükseklikte, 40º 07´ kuzey enlemi ile 33º 00´ doğu boylamında bulunan EMİ ise Ankara Ovası’nın kuzeyindeki Çubuk Ovası’nda kurulu olan Esenboğa Havalimanı’nda bulunmaktadır. Kırsal özelliklere sahip olan ve yöredeki doğal iklim eğilimlerini gösteren EMİ 1956 yılında gözlem yapmaya başlamıştır (Şekil:1).İki istasyon arasındaki 58 metrelik yükselti farkı değerlendirme yaparken yükselti farklılığı nedeniyle oluşacak etkileri ortadan kaldırmaktadır. Bu çalışmada AMİ ve EMİ istasyonlarına ait 1970-2002 yılları arasındaki döneme ait saatlik sıcaklıklar kullanılmıştır. Ancak 1996 yılı Ağustos ayından 1999 yılı Ocak ayına kadar olan sürede her iki istasyonda da veri boşluğu bulunmaktadır. Her bir saatlik verinin yıllık ortalamaları hesaplanarak bunlara doğrusal regresyon analizi yapılmış ve bu serilerdeki eğilim analizleri yapılmıştır. Ayrıca saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin birer derecelik sınıf aralıkları ile yıllık ve mevsimlik sıklık dağılım analizleri yapılmıştır. Ancak sıklık dağılımları mevsimlik ve yıllık dağılımları incelenirken günün her saatine ait veriler değerlendirilmemiş üçer saat aralıklarla (00, 03, 06, 09, 12, 15, 18 ve 21) günün 8 farklı dönemine ait grafikler çizilmiş ve yorumlamalar yapılmıştır. Bu saatlerin seçiminde şehir ve kırsal alanların farklı termal davranışları etkin olmuştur. 3. SONUÇLAR VE DEĞERLENDİRME 3.1. Sıcaklık Farklılıklarının Özellikleri ∆T(ş-k) genliklerinin aylara ve mevsimlere dağılışı incelendiğinde büyük ∆T(ş-k) değerlerinin yılın sıcak dönemi ile kış mevsimi başında toplandığı görülür. Aylık ortalama ∆T(ş-k) ≥ 2.0 °C genlikler yılın 5 ayında görülmektedir. Bunlar haziran, eylül, ekim, kasım ve aralık aylarıdır (Şekil 2). Aynı durum mevsimlik sıcaklık farklarında da izlenmektedir. Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki uzun yıllık ortalama sıcaklık farkı 2.01 °C’dir. En büyük ∆T(ş-k) değerleri sonbahar ve kış mevsiminde tespit edilmiştir Ancak yaz ile kış arasında 0,05°C gibi çok küçük bir fark bulunmaktadır (Tablo 1). Ilıman kuşaktaki şehirlerde ŞIA mevsimlik değişimi incelendiğinde bunun sıklıkla yılın sıcak döneminde (yaz-sonbahar) oluştuğu tespit edilmiştir (Chadler 1965, Lee, 1979, Unwin 1980, Oke1982, Oke 1987). Bu durum antropojenik ısının ŞIA gelişiminde ilksel önem taşımadığı şeklinde yorumlanmıştır (Oke 1982, Oke 1987). Ankara’da ŞIA gelişimi ılıman kuşakta şehirlere büyük oranda benzemektedir. Ancak Ankara’da kış aylarında da büyük ∆T(ş-k) değerlerinin saptanması yörede hüküm süren yarı karasal iklim koşulları ve jeomorfolojik özellikleri ile ilgilidir. Ankara’da kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan ısı ∆T(ş-k) genliği üzerinde etken olmaktadır. Havza jeomorfolojisinin bir sonucu olarak 5 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) UT(ş-k) (°C) soğuk dönemde açık ve sakin günlerde yaşanan terselme, antropojenik ısının yere yakın kısımda hapis olmasına neden olmaktadır. Bu durum Ankara’yı diğer ılıman kuşak şehirlerinden farklılaştırmaktadır. 3 2 1 0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 Aylar Şekil 2: ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi Tablo 1: ∆T(ş-k) değerlerinin mevsimlik ve yıllık ortalamaları (1970-2002) Mevsim Kış İlkbahar Yaz Sonbahar ∆T(ş-k) ºC 1,96 1,84 1,91 2,31 Yıllık 2,01 Benzer özellikler saatlik ortalama ∆T(ş-k) değerlerinin aylara dağılışında da tespit edilmektedir. 3.0 °C den büyük ∆T(ş-k) değerleri mayıs ve kasım ayları arasındaki 7 aylık döneme dağılmıştır (Şekil 3). Şekil 3, ŞIA dinamiği hakkında da önemli bilgiler sunmaktadır. ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimleri incelendiğinde gündüz saatlerinde düşük olan sıcaklık farklılığının özellikle güneşin batma saatlerinde hızla arttığı görülmektedir. Isı kapasitelerinin düşük olması nedeniyle kırsal alanlar hızla soğurken şehir alanlarının güneşten gelen enerji kesildikten sonra gün boyu emdikleri enerjiyi atmosfere yaymaları, bu farkın hızla artmasına neden olmaktadır. Bu fark bütün aylarda pozitif olarak saat 06’ya kadar büyüyerek devam etmektedir. Sabah saatlerinde ise güneş doğması ile ısı kapasitesi düşük kırsal alanların hızla ısınmaya başlaması ∆T(ş-k) genliğinin azalmasına neden olmaktadır (Oke ve diğerleri 1972). Gündüz saatleri ∆T(ş-k) genliğinin en az olduğu saatlerdir. Sabah saatlerinde eş yükselti eğrileri arasındaki sıkışıklık bu ısınmanın çok hızlı gerçekleştiğini göstermektedir. Şehir ve kırsal alanların farklı ısınma tablolarını gösteren bu özellik Şekil 4’de görülmektedir. 6 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … 12 10 Aylar 8 6 4 2 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Şekil 3: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi Oke ve diğerleri (1972), şehir ve kırsal alanlar arasındaki soğuma oranları ve yer ışımasındaki farklılıkları ŞIA gelişiminin ana nedeni olarak belirlemiştir. Farklı yüzeyler arasındaki farklı soğuma oranları ŞIA genliği üzerinde etkili olmaktadır. ŞIA kırsal alanlardaki yer ışımasıyla enerji kaybı, açık gökyüzü ve az kirletilmiş atmosfer nedeniyle sabahın erken saatlerine kadar gelişmeye devam eder. Daha sonra ısınma şehir yüzeyleri üzerinde türbülanslı bir karışma seviyesi oluşumuna neden olur, böylece şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkı akşam üzerine kadar azalmaya devam eder. Ankara’da gündüz saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkı çok azken güneşin batması ile fark hızla artmaya başlar ve bu fark sabah saatlerine kadar daha da belirgin olur. Güneş doğmasıyla birlikte fark tekrar azalmaya başlar. Bunu ∆T(ş-k) değerlerinin günlük gidişi de göstermektedir. Öğle saatlerinde 0,9°C ye kadar düşen ∆T(ş-k) genliği, saat 05:00 de 3,0 °C ye kadar çıkar (Şekil 4). 7 ∆T(ş-k) UT(ş-k) (°C) 10 7 1 0 4 5 0 1 3 2 22 15 10 19 4 16 20 13 °C F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Saatler AMİ EMİ Şekil 4: Sıcaklıkların günlük değişimi Uzun yıllık ortalama mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arasındaki değişimleri incelendiğinde en farklı mevsimin kış mevsimi olduğu görülür (Şekil 5a). Kış mevsiminde diğer mevsimlerdeki kadar büyük ∆T(ş-k) yaşanmamaktadır. Yine bu mevsimde akşam saatlerinde görülen büyük ∆T(ş-k) değerleri gündüz saatlerinde de görülmektedir. Öğleden sonra yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri şehir atmosferine salınan antropojenik ısı ile ilgili iken, sabah saatlerinde yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri terselme ile ilgilidir( Şekil 5a). Yaz aylarında sabah saatlerinde kırsal alanların hızla ısınması ∆T(şk) genliğinin kısa bir zaman aralığında azalmasına neden olmaktadır (Şekil 5c). Kış hariç diğer mevsimlerde büyük ∆T(ş-k) genliklerine 1980’li yıllardan sonra rastlanması artan şehir etkisini yansıtmaktadır. Özellikle şehir merkezlerindeki az katlı binaların yıkılıp yüksek katlı binaların yapılması şehir kanyon etkisini artırmaktadır. Şehir kanyonları rüzgar hızını azaltmak, yerden yayılan uzun dalga boyundaki yer ışımasına engel olmak ve gün boyu ısınan yüzey alan büyüklüğünü arttırmak gibi çeşitli etkilerle ∆T(ş-k) genliğinin büyümesine neden olur (Johnson ve diğerleri 1991, Oke ve diğerleri 1991, Runnals ve Oke 2000). Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişiminde saptanan özellikler yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin dağılışında da tespit edilmektedir (Şekil 6). 3.2. Sıcaklık Farklarındaki Eğilimler ∆T(ş-k) değerlerinin doğrusal regresyon analizleri incelendiğinde gün içinde iki farklı eğilim olduğu görülür. Kış haricinde öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar negatif eğilimler vardır (Tablo 2). Yani şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık farkları azalmaktadır. Öğle saatlerinde şehirsel alanlarda görülen türbülanslı karışım seviyesi bu azalma eğilimi üzerinde etkili olmaktadır. Negatif eğilimlerin yaz ve sonbahar aylarında saat 19:00’a kadar görülmesi bu mevsimlerde güneşin geç batması ile ilgilidir. Günün diğer zamanlarında pozitif eğilimler vardır. İlkbahar mevsimi dışında en büyük pozitif eğilimler sabah saatlerinde görülmektedir. Bunda şehir alanlarında yüzey yapısının 8 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … b) İlkbahar Saatler Saatler 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 2000 2000 1995 1995 1990 1990 Yıllar Yıllar a) Kış 1985 1985 1980 1980 1975 1975 1970 1970 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Saatler d) Sonbahar Saatler Saatler 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 2000 2000 1995 1995 1990 1990 Yıllar Yıllar c) Yaz 1985 1985 1980 1980 1975 1975 1970 1970 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Saatler Şekil 5: Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi 9 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 2000 1995 Yıllar 1990 1985 1980 1975 1970 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Şekil 6: Yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi Tablo 2: Ankara’da sıcaklık farklarının doğrusal eğilimleri (°C 10 yıl-1) Saat 01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 10 Kış 0.20 0.18 0.20 0.20 0.17 0.19 0.17 0.20 0.25 0.14 0.17 0.07 0.06 0.04 0.00 0.00 0.04 0.13 0.16 0.18 0.18 0.21 0.19 0.19 İlkbahar 0.19 0.21 0.18 0.20 0.19 0.20 0.22 0.06 0.12 0.01 0.04 -0.07 -0.04 -0.02 -0.02 -0.04 -0.03 0.12 0.12 0.21 0.23 0.22 0.17 0.19 Yaz 0.08 0.09 0.08 0.12 0.19 0.34 0.33 0.15 0.22 0.05 0.04 -0.07 -0.11 -0.07 -0.12 -0.18 -0.17 -0.05 -0.06 0.03 0.04 0.11 0.03 0.09 Sonbahar 0.08 0.06 0.04 0.06 0.04 0.08 0.09 0.08 0.28 0.09 0.13 -0.06 -0.08 -0.07 -0.09 -0.15 -0.24 -0.10 -0.07 0.02 0.04 0.08 0.03 0.07 Yıllık 0.14 0.14 0.13 0.14 0.15 0.20 0.20 0.12 0.22 0.07 0.10 -0.03 -0.04 -0.03 -0.06 -0.09 -0.10 0.03 0.04 0.11 0.12 0.15 0.10 0.14 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … değişmesi, kırsal alanlarda ise değişmemesi etkilidir. Değişen yüzey yapısının yüksek ısı kapasitesine sahip unsurlardan oluşması ve bu yüzeylerin toprağa olan sızmayı ve buharlaşmayı azaltması sabah saatlerindeki sıcaklık farklarının artmasına neden olmaktadır. Kış aylarında ∆T(ş-k) değerlerinde negatif eğilimler görülmemesi, artan rüzgar hızı ve cephe koşulları ile ilgili olmalıdır. Artan rüzgar hızı ve cephesel koşullar şehirler üzerindeki şehir sınır tabakasının dağılmasına neden olmaktadır. Bu da şehir ve kırsal alanlar arasında sıcaklık farklılıklarını ortadan kaldırmaktadır. Şehirleşme etkisi ile saatlik sıcaklık farklarında sıklıkla 0.20 °C 10-1 gibi büyük sıcaklık eğilimleri saptanmıştır. 3.3. Sıcaklık Farklarının Sıklık Dağılımları Sıcaklık farklarının mevsimlik sıklık dağılışı incelendiğinde gündüz saatlerinde 1-2 °C arasındaki sıcaklık farkları sıklığının yüksek olduğu görülmektedir (Şekil 7,8,9,10). 06 1500 12 Gün1500 15 1000 1000 Sıklık 500 10 8 6 4 2 0 -10 UT(ş-k) (°C) -2 0 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -4 500 -6 Sıklık 09 -8 Gün UT(ş-k) (°C) Gün 1500 18 21 Gün1500 03 1000 1000 UT(ş-k) (°C) 10 8 6 4 2 0 -2 -4 0 -6 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 500 -8 500 -10 Sıklık Sıklık 00 UT(ş-k) (°C) Şekil 7: Kış mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. Bu sınıf aralığındaki değerlerin sıklığı akşam üzeri % 40’a kadar çıkar. Gündüz saatlerinde grafiğin dar bir sıcaklık bandında dağılması ve sivri şekle sahip olması gündüz saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkının az olduğunu kanıtlamaktadır. Akşam saatlerinde ise pozitif sıcaklık farklarının sıklığı artar. Bu da 11 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 06 Gün 1500 12 15 500 UT(ş-k) (°C) 8 6 4 2 0 -2 -4 -10 8 0 10 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -6 500 1000 -8 1000 Sıklık UT(ş-k) (°C) Gün 1500 18 Gün 1500 00 03 Sıklık 500 1000 0 500 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -8 Sıklık 21 1000 10 Sıklık 09 10 Gün 1500 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Şekil 8: İlkbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. Gün1500 06 1300 09 700 500 300 500 18 1500 Gün 00 1500 21 1000 Sıklık 500 0 03 1000 500 UT(ş-k) (°C) 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 8 10 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -10 Sıklık 10 8 6 4 2 0 -2 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Gün -4 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 -6 0 100 -100 1000 -8 Sıklık 900 12 1500 15 Sıklık 1100 Gün UT(ş-k) (°C) Şekil 9: Yaz mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. 12 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … grafikleri basık bir hale getirmektedir. Bu durum özellikle sonbahar mevsimde çok belirgin olarak görülmektedir (Şekil 10). Örneğin sonbahar mevsiminde sabah saat 06:00’daki en yüksek sıklığa 5-6 °C arasındaki ∆T(ş-k) değerleri sahiptir. Bu sınıftaki ∆T(şk) değerinin sıklığı %18.13’tür. Hiçbir mevsimde -2 °C’ den düşük ∆T(ş-k) değerinin sıklığı %1’in üzerine çıkmaz. Oysa %1’den yüksek sıklığa sahip pozitif sıcaklık farkı 8 °C’ye kadar çıkar. Tüm mevsimler ve yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık analizleri incelendiğinde günün her saatinde sıklıkların sıcak tarafta yığıldığı görülür. Gündüz saatlerinde sıklık 12 °C sağa kaymışken, gece saatlerinde bu 2-4 °C arasında değişmektedir. Bu da Ankara’da belirgin bir ŞIA geliştiğinin kanıtıdır. Bu durum şehirlerde insan aktiviteleri sonucunda yayılan antropojenik ısı yanında şehirsel alanların güneş battıktan sonra daha geç soğuması ile ilgilidir. Kış mevsiminde gündüz saatleri ile akşam saatlerinde görülen ∆T(ş-k) değerlerinin büyüklükleri arasında çok büyük farklılıklar yoktur (Şekil 7). Bu durum kış mevsimini diğer mevsimlerden ayırmaktadır. Soğuk mevsimde binalardan yayılan antropojenik ısı yayılımı ŞIA gelişiminde termal iletkenlik ve şehir geometrisi kadar önemli bir role sahiptir. Gündüz saatlerinde şehir alanlarının kısa dalga enerjiyi daha fazla absorbe etmesi buna karşılık kuru kırsal alanlardaki düşük albedo gündüz pozitif sıcaklık anomalisine neden olmaktadır (Jauregui 1997). Gün1500 06 1300 09 Sıklık 900 700 12 15 Sıklık 1100 Gün 1500 1000 500 500 300 18 1500 21 1000 500 0 Gün Sıklık 10 8 6 4 2 0 00 1500 03 1000 500 UT(ş-k) (°C) 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -10 Sıklık -2 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Gün -4 -6 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 -100 -8 0 100 UT(ş-k) (°C) Şekil 10: Sonbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. 13 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Sıcaklık farklarının yıllık en yüksek frekansları incelendiğinde gündüz saatleri ile akşam saatleri arasında 1°C lik bir sıcaklık oynaması görülür.Yine akşam saatlerinde sıklık değerlerinin düşmesi ve pozitif tarafa doğru yayılması Ankara’daki ŞIA gelişimi kanıtlayan bir faktördür (Şekil 11). 5000 Gün 06 4500 3000 3000 Sıklık 3500 4000 3500 2500 12 4500 09 4000 2500 2000 2000 1500 1500 1000 1000 15 500 500 8 10 6 00 4500 4000 3500 3000 2500 2000 1500 1000 500 0 10 8 6 4 2 0 -2 -4 03 -6 10 8 6 Sıklık UT(ş-k) (°C) 4 2 0 -2 -4 -6 -8 4 Gün5000 21 -8 18 4500 4000 3500 3000 2500 2000 1500 1000 500 0 -10 Gün5000 -10 2 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Sıklık 0 -2 -4 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 -6 0 0 -8 Sıklık Gün5000 UT(ş-k) (°C) Şekil 11: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllık sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. 4. Tartışma Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki yıllık ortalama sıcaklık farkı 2.01 °C’dir. Yıllık ortalamada görülen pozitif fark tüm aylarda da saptanmıştır. Bu durum Ankara şehir alanının çevresine göre daha sıcak ortamlar yarattığını göstermektedir. Yani şehirleşme sonucunda Ankara’da çevresine göre mikro iklim alanları gelişmektedir. Bu farklılık özellikle küresel iklim değişikleri çerçevesinde yapılan çalışmalarda dikkate alınmak zorundadır. Küresel ısınmaya bağlı olarak ülkemizde de sıcaklık eğilimlerinde değişiklikler olmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda İç Anadolu Bölgesi’nin geneli ve Ankara’da sıcaklıklarda genellikle azalma eğilimleri saptanmıştır (Türkeş ve diğerleri 1995 Kadıoğlu 1997, Türkeş ve diğerleri 2002 ). Bu durum Doğu Akdeniz Havzasındaki genel soğuma eğilimi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak şehirleşmenin oluşturduğu bu fark eğilimin yönünü ve anlamlılık düzeyini etkileyecek büyüklüktedir. Bu nedenle sıcaklık eğilimleri ile ilgili çalışmalarda şehirleşme etkisi muhakkak göz önüne alınmalıdır. 14 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … Ankara’da ŞIA diğer ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi yaz ve sonbahar mevsimlerinde oluşmaktadır. Ancak Ankara’da çanak morfolojisinin sonucu olarak oluşan terselmeler kış mevsiminde de büyük ŞIA değerlerinin görülmesine neden olmaktadır. Kış mevsimi diğer mevsimlerden ayrılan özelliklere sahiptir. Diğer mevsimlerde gündüz ve akşam saatlerinde büyük ∆T(ş-k) genliği bulunmasına rağmen kış mevsiminde bu genlik çok büyük değildir. Bunda kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan ve şehir atmosferine salınan enerji ile terselmenin etkisi vardır. Özellikle antropojenik enerji gündüz saatlerinde de diğer mevsimlere göre yüksek ∆T(ş-k) değerlerinin görülmesine neden olmaktadır. Kış aylarında gündüz saatlerinde de büyük ∆T(ş-k) değerlerinin görülmesi aylık ortalamaların yüksek çıkmasına neden olmaktadır. ∆T(ş-k) değerlerinde en büyük eğilimler ilkbahar mevsimi hariç sabah saatlerinde yaşanmaktadır. Gündüz saatlerinde de genellikle negatif eğilimler vardır. Bu gündüz saatlerinde ısınan şehir yüzeylerinin yarattığı türbülanslı karışım seviyesi ile ilgilidir. Kaynakça Chandler, T. J. 1965 The Cclimate of London, Hutchinson, 292 p. Chandler, T. J.1970 Selected Bibliography on Urban Climate, WMO Pub. No: 276, T.P. 155. Çiçek, İ. 1996 “Thornthwaite Metoduna Göre Türkiye’de İklim Tipleri” Ank.Üniv., DTC. Fak., Coğ. Araş. Der, 12:33-71. Çiçek, İ. 2000 “Türkiye’de Termik Dönemlerin Yayılışı ve Süreleri” Ank. Üniv. DTC Fak., Fakülte Der., C:40:1-2:189-212. Erol, O. 1973 Ankara Şehri Çevresinin Jeomorfolojik Ana Birimleri. A.Ü. D.T.C.F. Yay. No: 240, Coğ. Araş. Enst. Yay. No:16. Erol, O. 1976 “Ankara Şehrinin Gelişiminde Doğal Koşulların Etkisi” 50. Yıl Konferansları, A.Ü. D:T.C.F. Yay. No: 257. Jauregui, E. 1997 “Heat İsland Development in Mexico City”. Atmospheric Environment, 31, 22, 3821-3831 Johnson, G.T., Oke, T.R., Lyons, T.J., Steyn, D.G., Watson, I.D., Voogt, J.A., 1991 “Simulation of Surface Urban Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 1: Theory and Tests Against Field Data” Boundary-Layer Meteorology, 56:275-294 Kadıoğlu, M. 1997 “Trends in Surface Air Temperature Data Over Turkey” Int. J. Climatol, 17:511–520. Karaca, M., Tayanç, M., Toros, M. 1995a “Effects of Urbanization on Climate of Istanbul and Ankara” Atmospheric Environment, 29, 23, 3411-3421. 15 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Karaca, M., Anteplioğlu, Ü., Karsan, H. 1995b “Detection of Urban Heat Island in Istanbul, Turkey” Il Nuovo Cimento, 18, 1, 49-55. Karaca, M., Tayanç, M. 1998 “Urbanization Effects on the Regional Climate in Turkey” Proceedings of Second European Climate Conference, 18-23 October 1998 Vienna. Landsberg, H. E. 1981 The Urban Climate, Academic Press, 275 pp. Lee, D. D. 1979 “Contrasts in Warming and Cooling Rates at an Urban and a Rural Site” Weather, 34, 60-66. Oke, T. R. Yap, D., Maxwell, G. B, 1972 “Comparison of Urban/Rural Cooling Rates at Night” Proceedings Int. Symp. On Environment and Second Conf. On Biometeor, American Meteor Soc, Boston 17-21. Oke, T. R. 1974 Review of urban climatology 1968-1973. WMO Tech Note No 134 Oke, T. R.1982 “The Energetic Basis of the Urban Heat Island” Quarterly Journal of the Royal Meteorological Society, 108: 455, 1-24. Oke, T. R.1987 Boundary Layer Climates, Routledge New York 435 p. Oke, T. R., Johnson, G. T., Steyn, D. G., Watson, I. D. 1991 “Simulation of Surface Urban Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 2: Diagnosis of Causation” Boundary-Layer Meteorology, 56:339-358. Runnals, K. E., Oke, T. R. 2000 “Dynamics and Controls of the Near-Surface Heat Island of Vancouver, British Columbia” Physical Geography, 21:4, 283-304. Tayanç, M., Toros, H. 1997 “Urbanization Effects on Regional Climate Change in the Case of Four Large Cities of Turkey” Climatic Change, 35, 501-524. Türkeş, M., Sümer, U., M., Kılıç, G. 1995 “Variations and Trends in Annual Mean Air Temperatures in Turkey With Respect to Climatic Variability” Int. J. Climatol , 15:557-569 Türkeş, M., Sümer, U. M., Demir, İ. 2002 “Re-Evaluation of Trends and Changes in Mean, Maximum and Minimum Temperatures of Turkey for the Period 1929–1999” Int. J. Climatol, 22: 947–977. Unwin, D. J. 1980 “The Synoptic Climatology of Birmingham’s Urban Heat Island” 196574. Weather, 35, 43-50. 16 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa:1-16, ELAZIĞ-2005 ANKARA’DA ŞEHİR VE KIRSAL SICAKLIK FARKLARINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER (1970-2002) Variation in Urban and Rural Temperatures Differences in Ankara (1970-2002) İhsan ÇİÇEK Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Ankara. cicek@hu ma n ity.ankar a.edu.tr . ÖZET Bu çalışmada şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu amaçla şehir özelliği taşıyan Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ) ve kırsal özellikler taşıyan Esenboğa Meteoroloji İstasyonlarının (EMİ) 1970-2002 yılları arasına ait saatlik verileri incelenmiştir. Buna göre gündüz saatlik sıcaklık farklarında azalma, akşam sıcaklık farklarında artma eğilimleri saptanmıştır. Aylık ortalama sıcaklık farkları incelendiğinde ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi Ankara’da da yaz ve sonbahar mevsimlerinde şehir ısı adalarının geliştiği saptanmıştır. Bununla birlikte kış aylarında da şehir ısı adası gelişmektedir. Bunda Ankara’nın jeomorfolojisi ve buna bağlı olarak gelişen çanak terselmelerinin önemli etkisi vardır. Saatlik sıcaklık farklarının sıklık dağılımlarında bütün sıklıklarda pozitif tarafa yönelimler saptanmıştır. Bu durum sıcaklık farklarında şehirleşme etkisini kanıtlayan önemli bir bulgudur. Anahtar Kelimeler: Ankara, şehir iklimi, şehir ısı adası, sıcaklık farklılığı. ABSTRACT In this study, effects of urbanization on the temperature have been investigated. For this purpose, hourly temperatures recorded by Ankara Meteorology Station (AMİ) which is located in the city and by Esenboğa Meteorology Station (EMİ) which is located in a rural area near Ankara in the period of 1970-2002 have been analyzed. These analyses show that day time temperature differences decreased and night temperature differences have increased in time. From the analysis of monthly temperature differences it was observed that the urban heat islands form in summer and autumn seasons, in Ankara as in temperature latitude cities. Urban heat islands are also seen in winter months. On this, geomorphology of Ankara and valley inversion plays important roles. In this distribution of temperature differences, a positive variation was observed. This is proof of urbanization on temperature differences. Key Words: Ankara, urban climate, urban heat island, temperature differences. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Şehirleşmeden en çok etkilenen iklim elemanı sıcaklıktır. Şehirleşme sonucunda sıcaklıklarda belirgin bir artış görülmektedir. Şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık farklılığı (∆T(ş-k)) sinoptik koşullara bağlı olarak gelişir. ∆T(ş-k) açık ve sakin hava koşullarında büyürken, bulutlu ve rüzgarlı havalarda kaybolmaktadır. ∆T(ş-k) gelişiminde farklı topografik özellikler, yerel iklim, ışınım akısı ve türbülans değişimleri gibi farklılıklar önemlidir. Şehir ve çevresindeki kırsal alanlar arasındaki yüzey sıcaklık farklılığı şehir ısı adası (ŞIA) olarak tanımlanır (Landsberg 1981). ŞIA, şehirlerin doğal yüzey yapısının değiştirilip asfalt ve çimento ile kaplanması, yeşil alanların ve yüzey neminin azalması, binalardan kaynaklanan kanyon etkisinin bir sonucudur (Chandler 1965, Landsberg 1981). Bu etki genellikle pozitiftir. ŞIA gündüz ve gece görülmekle birlikte genellikle geceleri daha yoğun olarak oluşur. ∆T(ş-k)Ankara şehri, Ankara Çayı ve kollarının oluşturduğu Ankara ovası üzerinde kurulmuştur. 850-900 metre ortalama yükseltiye sahip Ankara Ovası doğu, kuzey ve güney yönlerinden kapalı, batıya açıktır. Çevresindeki dağların ortalama yükseltisi ise 1250-1500 metre arasında değişmektedir. Şehir ilk kurulduğu yıllarda ovanın doğu kenarında kaleyi çevrelemektedir. Bu durum koşulların uygun olduğu dönemlerde şehirlerin etrafa yayılması, uygun olmadığı dönemlerde kaleye çekilmesi olayının bir örneğidir (Erol 1976). Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’ya gelenler daha çok ova tabanı ve alçak sekiler üzerine yerleşmişleridir. Resmi ve büyük sosyal yapıların yönelimi de bu yöndedir. 1950’li yıllarda sonra yaşanan hızlı nüfus artışı sonucunda ova tabanından yüksek sekilere, yamaçlara hatta şehirleşme açısından uygun olmayan kayalık alanlara doğru yayılmıştır (Erol 1973). Bu hızlı nüfus artışı sonucunda yerleşmeye uygun olmayan alanlar gecekondular ile dolmuştur (Şekil 1). Thornthwaite tarafından yapılan iklim sınıflamasına göre Ankara yazları şiddetli su açığı bulunan, birinci dereceden mezotermal, deniz etkisine yakın, yarı kurak (D B´1 s2 b´3) bir iklim tipine sahiptir (Çiçek 1996). Yine Ankara ve çevresinde yıllık ortalama sıcaklıklar yılın 3 ayında 20.0 ºC üzerinde, 4 ayında 10.0-20.0 ºC arasında, 5 ayında ise 10.0 ºC altındadır (Çiçek 2000). Ankara ve yakın çevresini kış mevsiminde cephe geçişleriyle aralanan antisiklonik koşullar etkilemektedir. Antisiklonik koşulların hakim olduğu dönemlerde açık gökyüzü, sakin koşullar ve yağışsız bir hava durumu yaşanır. Bu koşullar sıklıkla sıcaklık terselmesine sebep olur. Antisiklonik koşullar ŞIA gelişimine uygun koşullar yaratmaktadır. Cephesel faaliyetler ise yağışlı, rüzgarlı hava durumlarına neden olur. Bu durum ŞIA büyüklüğünü etkilemektedir. Yaz mevsiminde ise hakim olan Azor yüksek 2 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … basıncı sıcak, sakin ve kurak koşullar yaratmaktadır. Bu atmosferik koşullar şehir kanyonları ve yüzey örtüsündeki farklı ısınma davranışlarına neden olarak ŞIA gelişiminde etkili olur. Şekil 1: Ankara şehri ve yakın çevresinin topografya haritası. İlk nüfus sayımı 1927’de yapılan Türkiye’de yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı yılları ve 2000 yılı dışında daima % 2’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu hızlı nüfus artışı sonucunda 1927’de 13.348.270 olan nüfus 2000 yılında 67.803.927 kişiye ulaşmıştır. Hızlı nüfus artışı ve 1950’li yıllarda artan sanayileşme sonucunda şehirlere hızlı bir göç yaşanmış ve şehir nüfusu hızla artmıştır. 1950 yılında % 23 olan şehir nüfusu ilk defa 1985 yılında köy nüfusunu geçmiştir. Şehir nüfusunun oranı 1990 yılında % 59 iken 2000 yılında % 64.9 ulaşmıştır. Ankara'da, Türkiye'ye benzer bir nüfus artışı yaşanmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda ve başşehir ilan edildiğinde 74.553 (1927 sayımı) nüfusu sahip Ankara’nın hızlı bir şehirleşme sonucunda nüfusu artmış ve nüfus 2000 yılında 3.203.362 kişiye ulaşmıştır. 1950 yılına kadar yavaş bir artış gösteren Ankara nüfusu bu tarihten 3 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) sonra hızla artmıştır. Ankara’da yıllık nüfus artış hızı 1927 - 2000 döneminde % 5’in üzerinde gerçekleşmiştir. Bu oran aynı dönemdeki Türkiye ortalamasından yaklaşık 2 kat fazladır. 1990 ile 2000 yılları arasında ise Türkiye’de nüfus artış hızı % 2 iken Ankara şehrinde nüfus artış oranı % 8.8 olmuştur. Bu İstanbul’dan sonra ülkenin en hızlı nüfus artış oranıdır. Şehir klimatolojisi üzerine ilk yayını Luke Howard 1818 yılında yayınlamıştır (Landsberg 1981) Şehir çalışması ile ilgili çalışmalar 1960-1970’li yıllarda yoğunlaşmış ve ABD’inde St Louis şehrinde “Metropolitan Meteorological Experiment (METROMEX)” isimli proje geliştirilerek büyük metropoliten alanların atmosfer üzerindeki etkisi araştırılmıştır.Bu projenin sonuçlarının pek çoğu Journal Applied Meteorlogy isimli dergide yayınlanmıştır. Şehir klimatolojisi hakkında bu dönemde yapılan çalışmalar Chandler (1970) ve Oke (1974) tarafından bibliyografik olarak derlenmiş ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) tarafından yayınlanmıştır. Türkiye’de şehirleşmenin sıcaklık üzerine etkisini inceleyen çalışmalarda (Karaca ve diğerleri 1995a, Karaca ve diğerleri 1995b, Tayanç ve Toros 1997, Karaca ve Tayanç 1998) şehirleşme sonucunda ŞIA gelişimine ait ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Karaca ve Tayanç (1998), 54 istasyon üzerinde yaptıkları çalışmada ülkemizdeki şehir sıcaklıklarındaki artışının % 99 anlamlılık düzeyinde ortalama sıcaklıklarda 0.24 °C 40 yıl-1 ve minimum sıcaklıklarda 0.48 °C 40 yıl-1 olduğunu saptamışlardır. Karaca ve diğerleri (1995a), İstanbul ve Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerine etkisini araştırdıkları çalışmalarında Ankara’da şehir, kasaba ve kırsal özellikler taşıyan 5 istasyonu ele alarak bu istasyonlardaki uzun yıllık sıcaklık eğilimlerini incelemişlerdir. Bu çalışmada hem kır hem de şehir istasyonlarının sıcaklıklarında bir azalma eğilimi gözlemlemişlerdir. Yine bu araştırmada şehir ile kırsal alan sıcaklık farkları arasında anlamlı bir eğilim saptanamamıştır. Araştırmacılar İstanbul’daki pek çok istasyonda da saptanan bu özelliği, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de görülen anlamlı sıcaklık azalması ve Ankara’nın nispeten planlı şehirleşmesi ile ilişkilendirmişlerdir. 2. VERİ VE METODOLOJİ Bu araştırmada Ankara’da şehirleşmenin sıcaklık üzerindeki uzun yıllık etkisini ortaya koymak için Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne ait rasat süreleri uzun ve kesintisiz olan iki istasyon seçilmiştir. Bu istasyonlardan biri uzun yıllardır şehirleşme alanı içinde kalmış olması sebebiyle şehir özelliklerini pek çok yönüyle yansıtacağı düşünülen Ankara Meteoroloji İstasyonu (AMİ), diğeri ise kırsal özellikler taşıyan Esenboğa Meteoroloji İstasyonudur (EMİ). AMİ, Ankara ovasının kuzeyinde 39º 38´ 4 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … kuzey enlemi ve 32º 41´ doğu boylamında, 891 metre yükseklikte yer alıp, 1926 yılından beri gözlem yapmaktadır. 949 metre yükseklikte, 40º 07´ kuzey enlemi ile 33º 00´ doğu boylamında bulunan EMİ ise Ankara Ovası’nın kuzeyindeki Çubuk Ovası’nda kurulu olan Esenboğa Havalimanı’nda bulunmaktadır. Kırsal özelliklere sahip olan ve yöredeki doğal iklim eğilimlerini gösteren EMİ 1956 yılında gözlem yapmaya başlamıştır (Şekil:1).İki istasyon arasındaki 58 metrelik yükselti farkı değerlendirme yaparken yükselti farklılığı nedeniyle oluşacak etkileri ortadan kaldırmaktadır. Bu çalışmada AMİ ve EMİ istasyonlarına ait 1970-2002 yılları arasındaki döneme ait saatlik sıcaklıklar kullanılmıştır. Ancak 1996 yılı Ağustos ayından 1999 yılı Ocak ayına kadar olan sürede her iki istasyonda da veri boşluğu bulunmaktadır. Her bir saatlik verinin yıllık ortalamaları hesaplanarak bunlara doğrusal regresyon analizi yapılmış ve bu serilerdeki eğilim analizleri yapılmıştır. Ayrıca saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin birer derecelik sınıf aralıkları ile yıllık ve mevsimlik sıklık dağılım analizleri yapılmıştır. Ancak sıklık dağılımları mevsimlik ve yıllık dağılımları incelenirken günün her saatine ait veriler değerlendirilmemiş üçer saat aralıklarla (00, 03, 06, 09, 12, 15, 18 ve 21) günün 8 farklı dönemine ait grafikler çizilmiş ve yorumlamalar yapılmıştır. Bu saatlerin seçiminde şehir ve kırsal alanların farklı termal davranışları etkin olmuştur. 3. SONUÇLAR VE DEĞERLENDİRME 3.1. Sıcaklık Farklılıklarının Özellikleri ∆T(ş-k) genliklerinin aylara ve mevsimlere dağılışı incelendiğinde büyük ∆T(ş-k) değerlerinin yılın sıcak dönemi ile kış mevsimi başında toplandığı görülür. Aylık ortalama ∆T(ş-k) ≥ 2.0 °C genlikler yılın 5 ayında görülmektedir. Bunlar haziran, eylül, ekim, kasım ve aralık aylarıdır (Şekil 2). Aynı durum mevsimlik sıcaklık farklarında da izlenmektedir. Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki uzun yıllık ortalama sıcaklık farkı 2.01 °C’dir. En büyük ∆T(ş-k) değerleri sonbahar ve kış mevsiminde tespit edilmiştir Ancak yaz ile kış arasında 0,05°C gibi çok küçük bir fark bulunmaktadır (Tablo 1). Ilıman kuşaktaki şehirlerde ŞIA mevsimlik değişimi incelendiğinde bunun sıklıkla yılın sıcak döneminde (yaz-sonbahar) oluştuğu tespit edilmiştir (Chadler 1965, Lee, 1979, Unwin 1980, Oke1982, Oke 1987). Bu durum antropojenik ısının ŞIA gelişiminde ilksel önem taşımadığı şeklinde yorumlanmıştır (Oke 1982, Oke 1987). Ankara’da ŞIA gelişimi ılıman kuşakta şehirlere büyük oranda benzemektedir. Ancak Ankara’da kış aylarında da büyük ∆T(ş-k) değerlerinin saptanması yörede hüküm süren yarı karasal iklim koşulları ve jeomorfolojik özellikleri ile ilgilidir. Ankara’da kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan ısı ∆T(ş-k) genliği üzerinde etken olmaktadır. Havza jeomorfolojisinin bir sonucu olarak 5 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) UT(ş-k) (°C) soğuk dönemde açık ve sakin günlerde yaşanan terselme, antropojenik ısının yere yakın kısımda hapis olmasına neden olmaktadır. Bu durum Ankara’yı diğer ılıman kuşak şehirlerinden farklılaştırmaktadır. 3 2 1 0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 Aylar Şekil 2: ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi Tablo 1: ∆T(ş-k) değerlerinin mevsimlik ve yıllık ortalamaları (1970-2002) Mevsim Kış İlkbahar Yaz Sonbahar ∆T(ş-k) ºC 1,96 1,84 1,91 2,31 Yıllık 2,01 Benzer özellikler saatlik ortalama ∆T(ş-k) değerlerinin aylara dağılışında da tespit edilmektedir. 3.0 °C den büyük ∆T(ş-k) değerleri mayıs ve kasım ayları arasındaki 7 aylık döneme dağılmıştır (Şekil 3). Şekil 3, ŞIA dinamiği hakkında da önemli bilgiler sunmaktadır. ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimleri incelendiğinde gündüz saatlerinde düşük olan sıcaklık farklılığının özellikle güneşin batma saatlerinde hızla arttığı görülmektedir. Isı kapasitelerinin düşük olması nedeniyle kırsal alanlar hızla soğurken şehir alanlarının güneşten gelen enerji kesildikten sonra gün boyu emdikleri enerjiyi atmosfere yaymaları, bu farkın hızla artmasına neden olmaktadır. Bu fark bütün aylarda pozitif olarak saat 06’ya kadar büyüyerek devam etmektedir. Sabah saatlerinde ise güneş doğması ile ısı kapasitesi düşük kırsal alanların hızla ısınmaya başlaması ∆T(ş-k) genliğinin azalmasına neden olmaktadır (Oke ve diğerleri 1972). Gündüz saatleri ∆T(ş-k) genliğinin en az olduğu saatlerdir. Sabah saatlerinde eş yükselti eğrileri arasındaki sıkışıklık bu ısınmanın çok hızlı gerçekleştiğini göstermektedir. Şehir ve kırsal alanların farklı ısınma tablolarını gösteren bu özellik Şekil 4’de görülmektedir. 6 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … 12 10 Aylar 8 6 4 2 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Şekil 3: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin aylık değişimi Oke ve diğerleri (1972), şehir ve kırsal alanlar arasındaki soğuma oranları ve yer ışımasındaki farklılıkları ŞIA gelişiminin ana nedeni olarak belirlemiştir. Farklı yüzeyler arasındaki farklı soğuma oranları ŞIA genliği üzerinde etkili olmaktadır. ŞIA kırsal alanlardaki yer ışımasıyla enerji kaybı, açık gökyüzü ve az kirletilmiş atmosfer nedeniyle sabahın erken saatlerine kadar gelişmeye devam eder. Daha sonra ısınma şehir yüzeyleri üzerinde türbülanslı bir karışma seviyesi oluşumuna neden olur, böylece şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkı akşam üzerine kadar azalmaya devam eder. Ankara’da gündüz saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkı çok azken güneşin batması ile fark hızla artmaya başlar ve bu fark sabah saatlerine kadar daha da belirgin olur. Güneş doğmasıyla birlikte fark tekrar azalmaya başlar. Bunu ∆T(ş-k) değerlerinin günlük gidişi de göstermektedir. Öğle saatlerinde 0,9°C ye kadar düşen ∆T(ş-k) genliği, saat 05:00 de 3,0 °C ye kadar çıkar (Şekil 4). 7 ∆T(ş-k) UT(ş-k) (°C) 10 7 1 0 4 5 0 1 3 2 22 15 10 19 4 16 20 13 °C F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Saatler AMİ EMİ Şekil 4: Sıcaklıkların günlük değişimi Uzun yıllık ortalama mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arasındaki değişimleri incelendiğinde en farklı mevsimin kış mevsimi olduğu görülür (Şekil 5a). Kış mevsiminde diğer mevsimlerdeki kadar büyük ∆T(ş-k) yaşanmamaktadır. Yine bu mevsimde akşam saatlerinde görülen büyük ∆T(ş-k) değerleri gündüz saatlerinde de görülmektedir. Öğleden sonra yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri şehir atmosferine salınan antropojenik ısı ile ilgili iken, sabah saatlerinde yaşanan büyük ∆T(ş-k) değerleri terselme ile ilgilidir( Şekil 5a). Yaz aylarında sabah saatlerinde kırsal alanların hızla ısınması ∆T(şk) genliğinin kısa bir zaman aralığında azalmasına neden olmaktadır (Şekil 5c). Kış hariç diğer mevsimlerde büyük ∆T(ş-k) genliklerine 1980’li yıllardan sonra rastlanması artan şehir etkisini yansıtmaktadır. Özellikle şehir merkezlerindeki az katlı binaların yıkılıp yüksek katlı binaların yapılması şehir kanyon etkisini artırmaktadır. Şehir kanyonları rüzgar hızını azaltmak, yerden yayılan uzun dalga boyundaki yer ışımasına engel olmak ve gün boyu ısınan yüzey alan büyüklüğünü arttırmak gibi çeşitli etkilerle ∆T(ş-k) genliğinin büyümesine neden olur (Johnson ve diğerleri 1991, Oke ve diğerleri 1991, Runnals ve Oke 2000). Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişiminde saptanan özellikler yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin dağılışında da tespit edilmektedir (Şekil 6). 3.2. Sıcaklık Farklarındaki Eğilimler ∆T(ş-k) değerlerinin doğrusal regresyon analizleri incelendiğinde gün içinde iki farklı eğilim olduğu görülür. Kış haricinde öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar negatif eğilimler vardır (Tablo 2). Yani şehir ile kırsal alanlar arasında sıcaklık farkları azalmaktadır. Öğle saatlerinde şehirsel alanlarda görülen türbülanslı karışım seviyesi bu azalma eğilimi üzerinde etkili olmaktadır. Negatif eğilimlerin yaz ve sonbahar aylarında saat 19:00’a kadar görülmesi bu mevsimlerde güneşin geç batması ile ilgilidir. Günün diğer zamanlarında pozitif eğilimler vardır. İlkbahar mevsimi dışında en büyük pozitif eğilimler sabah saatlerinde görülmektedir. Bunda şehir alanlarında yüzey yapısının 8 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … b) İlkbahar Saatler Saatler 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 2000 2000 1995 1995 1990 1990 Yıllar Yıllar a) Kış 1985 1985 1980 1980 1975 1975 1970 1970 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Saatler d) Sonbahar Saatler Saatler 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 13 15 17 19 21 23 01 03 05 07 09 11 2000 2000 1995 1995 1990 1990 Yıllar Yıllar c) Yaz 1985 1985 1980 1980 1975 1975 1970 1970 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Saatler Şekil 5: Mevsimlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi 9 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 2000 1995 Yıllar 1990 1985 1980 1975 1970 12 14 16 18 20 22 00 02 04 06 08 10 12 Saatler Şekil 6: Yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin yıllar arası değişimi Tablo 2: Ankara’da sıcaklık farklarının doğrusal eğilimleri (°C 10 yıl-1) Saat 01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 10 Kış 0.20 0.18 0.20 0.20 0.17 0.19 0.17 0.20 0.25 0.14 0.17 0.07 0.06 0.04 0.00 0.00 0.04 0.13 0.16 0.18 0.18 0.21 0.19 0.19 İlkbahar 0.19 0.21 0.18 0.20 0.19 0.20 0.22 0.06 0.12 0.01 0.04 -0.07 -0.04 -0.02 -0.02 -0.04 -0.03 0.12 0.12 0.21 0.23 0.22 0.17 0.19 Yaz 0.08 0.09 0.08 0.12 0.19 0.34 0.33 0.15 0.22 0.05 0.04 -0.07 -0.11 -0.07 -0.12 -0.18 -0.17 -0.05 -0.06 0.03 0.04 0.11 0.03 0.09 Sonbahar 0.08 0.06 0.04 0.06 0.04 0.08 0.09 0.08 0.28 0.09 0.13 -0.06 -0.08 -0.07 -0.09 -0.15 -0.24 -0.10 -0.07 0.02 0.04 0.08 0.03 0.07 Yıllık 0.14 0.14 0.13 0.14 0.15 0.20 0.20 0.12 0.22 0.07 0.10 -0.03 -0.04 -0.03 -0.06 -0.09 -0.10 0.03 0.04 0.11 0.12 0.15 0.10 0.14 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … değişmesi, kırsal alanlarda ise değişmemesi etkilidir. Değişen yüzey yapısının yüksek ısı kapasitesine sahip unsurlardan oluşması ve bu yüzeylerin toprağa olan sızmayı ve buharlaşmayı azaltması sabah saatlerindeki sıcaklık farklarının artmasına neden olmaktadır. Kış aylarında ∆T(ş-k) değerlerinde negatif eğilimler görülmemesi, artan rüzgar hızı ve cephe koşulları ile ilgili olmalıdır. Artan rüzgar hızı ve cephesel koşullar şehirler üzerindeki şehir sınır tabakasının dağılmasına neden olmaktadır. Bu da şehir ve kırsal alanlar arasında sıcaklık farklılıklarını ortadan kaldırmaktadır. Şehirleşme etkisi ile saatlik sıcaklık farklarında sıklıkla 0.20 °C 10-1 gibi büyük sıcaklık eğilimleri saptanmıştır. 3.3. Sıcaklık Farklarının Sıklık Dağılımları Sıcaklık farklarının mevsimlik sıklık dağılışı incelendiğinde gündüz saatlerinde 1-2 °C arasındaki sıcaklık farkları sıklığının yüksek olduğu görülmektedir (Şekil 7,8,9,10). 06 1500 12 Gün1500 15 1000 1000 Sıklık 500 10 8 6 4 2 0 -10 UT(ş-k) (°C) -2 0 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -4 500 -6 Sıklık 09 -8 Gün UT(ş-k) (°C) Gün 1500 18 21 Gün1500 03 1000 1000 UT(ş-k) (°C) 10 8 6 4 2 0 -2 -4 0 -6 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 500 -8 500 -10 Sıklık Sıklık 00 UT(ş-k) (°C) Şekil 7: Kış mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. Bu sınıf aralığındaki değerlerin sıklığı akşam üzeri % 40’a kadar çıkar. Gündüz saatlerinde grafiğin dar bir sıcaklık bandında dağılması ve sivri şekle sahip olması gündüz saatlerinde şehir ve kırsal alanlar arasındaki sıcaklık farkının az olduğunu kanıtlamaktadır. Akşam saatlerinde ise pozitif sıcaklık farklarının sıklığı artar. Bu da 11 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 06 Gün 1500 12 15 500 UT(ş-k) (°C) 8 6 4 2 0 -2 -4 -10 8 0 10 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -6 500 1000 -8 1000 Sıklık UT(ş-k) (°C) Gün 1500 18 Gün 1500 00 03 Sıklık 500 1000 0 500 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -8 Sıklık 21 1000 10 Sıklık 09 10 Gün 1500 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Şekil 8: İlkbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. Gün1500 06 1300 09 700 500 300 500 18 1500 Gün 00 1500 21 1000 Sıklık 500 0 03 1000 500 UT(ş-k) (°C) 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 8 10 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -10 Sıklık 10 8 6 4 2 0 -2 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Gün -4 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 -6 0 100 -100 1000 -8 Sıklık 900 12 1500 15 Sıklık 1100 Gün UT(ş-k) (°C) Şekil 9: Yaz mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. 12 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … grafikleri basık bir hale getirmektedir. Bu durum özellikle sonbahar mevsimde çok belirgin olarak görülmektedir (Şekil 10). Örneğin sonbahar mevsiminde sabah saat 06:00’daki en yüksek sıklığa 5-6 °C arasındaki ∆T(ş-k) değerleri sahiptir. Bu sınıftaki ∆T(şk) değerinin sıklığı %18.13’tür. Hiçbir mevsimde -2 °C’ den düşük ∆T(ş-k) değerinin sıklığı %1’in üzerine çıkmaz. Oysa %1’den yüksek sıklığa sahip pozitif sıcaklık farkı 8 °C’ye kadar çıkar. Tüm mevsimler ve yıllık ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık analizleri incelendiğinde günün her saatinde sıklıkların sıcak tarafta yığıldığı görülür. Gündüz saatlerinde sıklık 12 °C sağa kaymışken, gece saatlerinde bu 2-4 °C arasında değişmektedir. Bu da Ankara’da belirgin bir ŞIA geliştiğinin kanıtıdır. Bu durum şehirlerde insan aktiviteleri sonucunda yayılan antropojenik ısı yanında şehirsel alanların güneş battıktan sonra daha geç soğuması ile ilgilidir. Kış mevsiminde gündüz saatleri ile akşam saatlerinde görülen ∆T(ş-k) değerlerinin büyüklükleri arasında çok büyük farklılıklar yoktur (Şekil 7). Bu durum kış mevsimini diğer mevsimlerden ayırmaktadır. Soğuk mevsimde binalardan yayılan antropojenik ısı yayılımı ŞIA gelişiminde termal iletkenlik ve şehir geometrisi kadar önemli bir role sahiptir. Gündüz saatlerinde şehir alanlarının kısa dalga enerjiyi daha fazla absorbe etmesi buna karşılık kuru kırsal alanlardaki düşük albedo gündüz pozitif sıcaklık anomalisine neden olmaktadır (Jauregui 1997). Gün1500 06 1300 09 Sıklık 900 700 12 15 Sıklık 1100 Gün 1500 1000 500 500 300 18 1500 21 1000 500 0 Gün Sıklık 10 8 6 4 2 0 00 1500 03 1000 500 UT(ş-k) (°C) 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 0 -10 Sıklık -2 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Gün -4 -6 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 -100 -8 0 100 UT(ş-k) (°C) Şekil 10: Sonbahar mevsiminde saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. 13 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Sıcaklık farklarının yıllık en yüksek frekansları incelendiğinde gündüz saatleri ile akşam saatleri arasında 1°C lik bir sıcaklık oynaması görülür.Yine akşam saatlerinde sıklık değerlerinin düşmesi ve pozitif tarafa doğru yayılması Ankara’daki ŞIA gelişimi kanıtlayan bir faktördür (Şekil 11). 5000 Gün 06 4500 3000 3000 Sıklık 3500 4000 3500 2500 12 4500 09 4000 2500 2000 2000 1500 1500 1000 1000 15 500 500 8 10 6 00 4500 4000 3500 3000 2500 2000 1500 1000 500 0 10 8 6 4 2 0 -2 -4 03 -6 10 8 6 Sıklık UT(ş-k) (°C) 4 2 0 -2 -4 -6 -8 4 Gün5000 21 -8 18 4500 4000 3500 3000 2500 2000 1500 1000 500 0 -10 Gün5000 -10 2 UT(ş-k) (°C) UT(ş-k) (°C) Sıklık 0 -2 -4 -10 10 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 -8 -10 -6 0 0 -8 Sıklık Gün5000 UT(ş-k) (°C) Şekil 11: Saatlik ∆T(ş-k) değerlerinin yıllık sıklık dağılışları. Dikey çizgiler birikimli sıklığın % 50 olduğu sıcaklıkları göstermektedir. 4. Tartışma Ankara’da şehir ve kırsal alanlar arasındaki yıllık ortalama sıcaklık farkı 2.01 °C’dir. Yıllık ortalamada görülen pozitif fark tüm aylarda da saptanmıştır. Bu durum Ankara şehir alanının çevresine göre daha sıcak ortamlar yarattığını göstermektedir. Yani şehirleşme sonucunda Ankara’da çevresine göre mikro iklim alanları gelişmektedir. Bu farklılık özellikle küresel iklim değişikleri çerçevesinde yapılan çalışmalarda dikkate alınmak zorundadır. Küresel ısınmaya bağlı olarak ülkemizde de sıcaklık eğilimlerinde değişiklikler olmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda İç Anadolu Bölgesi’nin geneli ve Ankara’da sıcaklıklarda genellikle azalma eğilimleri saptanmıştır (Türkeş ve diğerleri 1995 Kadıoğlu 1997, Türkeş ve diğerleri 2002 ). Bu durum Doğu Akdeniz Havzasındaki genel soğuma eğilimi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak şehirleşmenin oluşturduğu bu fark eğilimin yönünü ve anlamlılık düzeyini etkileyecek büyüklüktedir. Bu nedenle sıcaklık eğilimleri ile ilgili çalışmalarda şehirleşme etkisi muhakkak göz önüne alınmalıdır. 14 Ankara’da Şehir ve Kırsal Sıcaklık … Ankara’da ŞIA diğer ılıman kuşak şehirlerinde olduğu gibi yaz ve sonbahar mevsimlerinde oluşmaktadır. Ancak Ankara’da çanak morfolojisinin sonucu olarak oluşan terselmeler kış mevsiminde de büyük ŞIA değerlerinin görülmesine neden olmaktadır. Kış mevsimi diğer mevsimlerden ayrılan özelliklere sahiptir. Diğer mevsimlerde gündüz ve akşam saatlerinde büyük ∆T(ş-k) genliği bulunmasına rağmen kış mevsiminde bu genlik çok büyük değildir. Bunda kış aylarında ısınma amaçlı kullanılan ve şehir atmosferine salınan enerji ile terselmenin etkisi vardır. Özellikle antropojenik enerji gündüz saatlerinde de diğer mevsimlere göre yüksek ∆T(ş-k) değerlerinin görülmesine neden olmaktadır. Kış aylarında gündüz saatlerinde de büyük ∆T(ş-k) değerlerinin görülmesi aylık ortalamaların yüksek çıkmasına neden olmaktadır. ∆T(ş-k) değerlerinde en büyük eğilimler ilkbahar mevsimi hariç sabah saatlerinde yaşanmaktadır. Gündüz saatlerinde de genellikle negatif eğilimler vardır. Bu gündüz saatlerinde ısınan şehir yüzeylerinin yarattığı türbülanslı karışım seviyesi ile ilgilidir. Kaynakça Chandler, T. J. 1965 The Cclimate of London, Hutchinson, 292 p. Chandler, T. J.1970 Selected Bibliography on Urban Climate, WMO Pub. No: 276, T.P. 155. Çiçek, İ. 1996 “Thornthwaite Metoduna Göre Türkiye’de İklim Tipleri” Ank.Üniv., DTC. Fak., Coğ. Araş. Der, 12:33-71. Çiçek, İ. 2000 “Türkiye’de Termik Dönemlerin Yayılışı ve Süreleri” Ank. Üniv. DTC Fak., Fakülte Der., C:40:1-2:189-212. Erol, O. 1973 Ankara Şehri Çevresinin Jeomorfolojik Ana Birimleri. A.Ü. D.T.C.F. Yay. No: 240, Coğ. Araş. Enst. Yay. No:16. Erol, O. 1976 “Ankara Şehrinin Gelişiminde Doğal Koşulların Etkisi” 50. Yıl Konferansları, A.Ü. D:T.C.F. Yay. No: 257. Jauregui, E. 1997 “Heat İsland Development in Mexico City”. Atmospheric Environment, 31, 22, 3821-3831 Johnson, G.T., Oke, T.R., Lyons, T.J., Steyn, D.G., Watson, I.D., Voogt, J.A., 1991 “Simulation of Surface Urban Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 1: Theory and Tests Against Field Data” Boundary-Layer Meteorology, 56:275-294 Kadıoğlu, M. 1997 “Trends in Surface Air Temperature Data Over Turkey” Int. J. Climatol, 17:511–520. Karaca, M., Tayanç, M., Toros, M. 1995a “Effects of Urbanization on Climate of Istanbul and Ankara” Atmospheric Environment, 29, 23, 3411-3421. 15 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Karaca, M., Anteplioğlu, Ü., Karsan, H. 1995b “Detection of Urban Heat Island in Istanbul, Turkey” Il Nuovo Cimento, 18, 1, 49-55. Karaca, M., Tayanç, M. 1998 “Urbanization Effects on the Regional Climate in Turkey” Proceedings of Second European Climate Conference, 18-23 October 1998 Vienna. Landsberg, H. E. 1981 The Urban Climate, Academic Press, 275 pp. Lee, D. D. 1979 “Contrasts in Warming and Cooling Rates at an Urban and a Rural Site” Weather, 34, 60-66. Oke, T. R. Yap, D., Maxwell, G. B, 1972 “Comparison of Urban/Rural Cooling Rates at Night” Proceedings Int. Symp. On Environment and Second Conf. On Biometeor, American Meteor Soc, Boston 17-21. Oke, T. R. 1974 Review of urban climatology 1968-1973. WMO Tech Note No 134 Oke, T. R.1982 “The Energetic Basis of the Urban Heat Island” Quarterly Journal of the Royal Meteorological Society, 108: 455, 1-24. Oke, T. R.1987 Boundary Layer Climates, Routledge New York 435 p. Oke, T. R., Johnson, G. T., Steyn, D. G., Watson, I. D. 1991 “Simulation of Surface Urban Heat Islands Under “Ideal” Conditions at Night Part 2: Diagnosis of Causation” Boundary-Layer Meteorology, 56:339-358. Runnals, K. E., Oke, T. R. 2000 “Dynamics and Controls of the Near-Surface Heat Island of Vancouver, British Columbia” Physical Geography, 21:4, 283-304. Tayanç, M., Toros, H. 1997 “Urbanization Effects on Regional Climate Change in the Case of Four Large Cities of Turkey” Climatic Change, 35, 501-524. Türkeş, M., Sümer, U., M., Kılıç, G. 1995 “Variations and Trends in Annual Mean Air Temperatures in Turkey With Respect to Climatic Variability” Int. J. Climatol , 15:557-569 Türkeş, M., Sümer, U. M., Demir, İ. 2002 “Re-Evaluation of Trends and Changes in Mean, Maximum and Minimum Temperatures of Turkey for the Period 1929–1999” Int. J. Climatol, 22: 947–977. Unwin, D. J. 1980 “The Synoptic Climatology of Birmingham’s Urban Heat Island” 196574. Weather, 35, 43-50. 16 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 31-50, ELAZIĞ-2005 UYGULAMALI COĞRAFYADA SUÇ HARİTALARI II : SUÇ HARİTA TİPLERİ Crime Maps in Applied Geography: Types of Crime Maps II Erdal KARAKAŞ Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Elazığ. e kar ak as@ f ir a t. edu. tr ÖZET Günümüzde bir çok bilim dalı tarafından yapılan suç çalışmalarında suç haritaları yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bilim dalı ve çalışmanın özelliğine göre çeşitli tipte üretilen suç haritalarının tipi, çalışma sahası ve buna bağlı olarak temin edilen veri kaynağının değişimi nedeniyle farklılaşmaktadır. Suç haritalarının çiziminde asıl amaç suçun oluştuğu ve geliştiği alanlar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılması ve analiz edilmesidir. Analiz işlemi çerçevesinde alanda meydana gelen suçların artış, azalış, dağılış ve arazi kullanımıyla ilgili çeşitli bağlantıları değerlendirilir. Bu çalışmada suç harita tiplerinden örnekler verilerek olumlu ve olumsuz yönlerinin değerlendirilmesi yapılacak ve hangi tür veri ile ne tür bir harita çizilebileceği açıklanmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Suç Harita Tipleri. ABSTRACT At present, Crime maps are densly used in crime studies carried out by many branches of science. The types of the crime maps produced in various sorts according to the branch of the science and to the character of the study vary because of the source- change of the data obtained depending on the study- field. The basic aim in making the crime maps is to identif the relations between the fields in which the crime develops and occurs and to analyze them. In the analysis process; the increase, decrease, distribution of the crimes, and their links related to the usage of the field are evaluated. In this study, the positive and negative aspects of the crime maps will be evaluated by giving examples from the crime maps, and what type of the crime map can be made with what kind of the data will try to be explained. Key Words: Types of the Crime Maps. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Bugün suç haritaları bir çok bilim dalı tarafından yapılan suç çalışmalarında kullanılmaktadır. Bu haritalarda asıl amaç suçla onun geliştiği veya oluştuğu alan arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılması ve analiz edilmesidir. Analiz işleminde alanda meydana gelen suçların artış, azalış, dağılış ve arazi kullanımıyla ilgili çeşitli bağlantıları değerlendirilir. Günümüzde suç haritaları elde ve coğrafi bilgi sistemleri ile kullanılan bilgisayar programları yardımıyla bilgisayarda yapılabilmektedir. Bilgisayarda harita üretimi gelişmiş batı ülkelerinde gelişmekte olanlara nazaran daha fazladır. Zira bilgisayar donanımının pahalı oluşu, ülkelerin ekonomik yapılarındaki farklılık, gelişmiş olan ülkelerde bilgisayar kullanımını artırırken, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerde azalmasına neden olmaktadır. Diğer yandan bu ülkelerde hem kurumlardaki bilgisayar miktarı ve kullanım oranının düşüklüğü, hem de kurumların sahip olduğu bilgilerin bilgisayarlara yüklenmemiş olması da başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bir de bunlara kurumlar arasındaki bilgilerin birbirlerine transferini sağlayacak bir bilgi ağının bulunmaması (Griffin, 2001, 1-3) ve yetersizliği de eklenirse, suç haritalarının üretilmesinin imkansız hale gelmesi daha da iyi anlaşılacaktır. Suç haritalarının yapımında haritanın amacı, sunulacağı birim, kullanılan veri tipi önemli rol oynamaktadır (Velasco, Boba,2000,1, Karakaş, 2005). Bu nedenle Haritanın yapımı ve tipinin seçiminde yukarıda sunulan faktörlerin dışında, çalışmayı yapan kişinin bağlı bulunduğu bilim dalına, çalışmanın niteliğine ve kişinin amacına göre farklılaşmaktadır. (Yön, 2001, Demirci, Çoban, 2002, Murray, T. A, Mcguffog, I, Western, J, Mullins, P, 2001, Canter, 2000). Sonuçta dinleyici veya bilgi sunulan grubun niteliğine göre oluşturulan suç haritalarının detayı farklılaşmaktadır. Mesela halkı ve üst makamı bilgilendirme amacıyla valiliğe verilen brifing ile emniyetin kendi birimleri içerisindeki özel suç çalışmalarında kullanmak üzere hazırladıkları haritalar biri birinden farklı olmaktadır. Zira her birimin beklentisi ve bilgi ihtiyacı farklılaştığından detaylarla birlikte harita tipide değişmektedir. Bu nedenle haritalar, bir alandaki toplam suç miktarının dağılışını ya da yıllar içindeki gelişmesini göstermek veya bir suç tipinin belirli özellikleri çerçevesinde (yıl, ay, gün, saat, belirli bir mahalle, mahalle içinde belirli bir cadde vb.), incelenmesi amacıyla istenilen detaylarda yapılmaktadır. 32 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ ÇERÇEVESİNDE SUÇ HARİTALARININ OLUŞTURULMASI Coğrafi bilgi sistemleri ile bilgisayarlarda suç haritaları yapabilmek için öncelikle suç bilgi sisteminin oluşturulması gerekmektedir. CBS’de coğrafi bilgiyi temsil etmek üzere kullanılan grafik (konumsal) ve grafik olmayan (tanımsal, öznitelik) veriler olmak üzere iki tür veri vardır. Grafik yani konumsal veriler coğrafi bir yerin ya da varlığın belli bir koordinat sistemine göre konumunu ve biçimini ifade ederler. Biçimi nokta, çizgi, alan şeklinde olan bu unsurlar bilgisayar belleğinde ve depolama birimlerinde vektör veya raster formda temsil edilirler (Şekil 1). Şekil.1. Coğrafi Bilgi Sistemleri Ortamında Suç Haritalamasında Grafik Verilerin İfadesi Grafik olmayan (tanımsal, öznitelik) veriler ise konuma bağlı olmayan, doğrudan detaya bağlı ve detayı tanıtıcı verilerdir. Bunlar, suçu işleyen kişi veya suçla ilgili veriler olabileceği gibi suçun işlendiği alanla ilgili bilgilerde olabilir. Örneğin suçun işlendiği yıl, ay, gün, saat, suçu işleyenin cinsiyeti, yaşı, mesleği, önceden suç işleyip işlemediği, ikamet adresi, boyu, veya herhangi bir A mahallesindeki nüfusun cinsiyet durumu, miktarı vb. öznitelik bilgileridir. Bu öznitelik bilgileri sayısal veya sözel karakterde olabilir. Öznitelik bilgilerinin bilgisayar ana belleğinde ve depolama birimlerinde temsil edilmesinde klasik bilgisayar kodlama yöntemleri kullanılır. Gerek grafik gerekse grafik olmayan veri girişleri “katmanlar” halinde gerçekleştirilir. Katman, aynı geometrik özelliğe (nokta, çizgi, alan) ve ortak tanımsal özelliklere sahip detayların bütünüdür. Örneğin, “bina katmanı”, “yol katmanı”, “suç katmanı” vb. Bu durumda belli bir bölgeye ait grafik ve grafik olmayan bilgiler katmanlar halinde bilgisayar ortamına girilir (Şekil 2). İlişkisel veri modeline de uygun olan bu 33 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) katmanlama yaklaşımı hem görüntüleme işlemlerinde hem de katmanların üst üste çakıştırılması ile analiz işlemlerinde büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Böylece girilmiş bilgi detayına bağlı olarak farklı özellik ve çeşitlere göre suç haritaları ve analizleri yapılabilir. Bugün, GIS teknolojisindeki çok güçlü analiz araçları, alana bağlı suçların ölçülmesini ve değişik alanlarla bağlantılar kurulmasını kolaylaştırmıştır. Ayrıca, polis kayıtlarının bilgisayara yüklenmesi; polisin, şehir içindeki değişik alanlarda meydana gelen suç faaliyetlerini sistemli olarak değerlendirmesine ve izlemesine imkan tanımaktadır. Günümüzde CBS ve bilgisayarlar yardımıyla aşağıdaki belli başlı analiz türleri yapılabilmektedir. Mekansal sorgulama (Spatial Query): Coğrafi bilgi kavramında hem coğrafi konuma ilişkin grafik ve grafik olmayan bilgi, hem de bu bilgilerin kendi içlerindeki karşılıklı ilişkileri anlaşılmalıdır. Suç verileri (Police data crime incidents) Şehir planı yol ve kavşaklar (City planning and roads) Ada ve parseller (Housing authoruty and structures) Arazi kullanımı (Tax assesor land use) Şekil 2. Verilerin Katmanlar Halinde Gösterilmesi Bilgiler arasındaki bu ilişkiler kullanılarak grafik bilgilerden grafik olmayan bilgilere, grafik olmayan bilgilerden grafik bilgilere erişme işlemlerinin her birine “mekansal sorgulama” denir. Mesela herhangi bir caddenin, sokağın yerleşme içindeki yerinin tespiti, kısaca adres bulma ve yer tespiti, bir suç noktasına dokunduğunuzda o suçla ilgili tüm bilgilerin görünmesi, merak ettiğiniz bir dönem veya bir yerdeki suçların tahlil edilmesi mesela herhangi bir yılın belirlenen ayı içerisinde seçeceğiniz bir mevki veya mahallede meydana gelen suçların görüntülenmesi, bir arsa, yol vb. sahanın 34 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … kullanım özelliği vb. alt detay bilgilerin görülmesi ve bu görüntülerin haritalanması olayını içine alır (Şekil.3, 4) Yakınlık Analizi (Proximity Analysis): Coğrafi detayları her yönden ve tanımlanan uzaklık/uzaklıklarda çevreleyen yeni alan detaylar (tamponlar) oluşturulup oluşturulan tamponlar içinde kalan detayları belirleme işlemine yakınlık analizi denir. Üç çeşit coğrafi veri için üç ayrı tür yakınlık analizi vardır. Bunlar: Nokta Detaylar İçin Yakınlık Analizi; Nokta tipinde coğrafi detay, merkez olmak üzere istenen yarıçapta daire şeklinde bir alan (tampon) oluşturulup, bu alan içinde kalan detaylar belirlenir. Örneğin bir suç veya suç yığınına (Hotspots) 30 metreden daha yakın olan yerlerin ve kullanım alanlarının belirlenmesi için bu tür bir analiz yapılır (Şekil. 4 ). Çizgi Detaylar İçin Yakınlık Analizi; Çizgi tipindeki detayları çevreleyecek şekilde istenen uzaklıkta alanlar (tamponlar) oluşturulup, bu tamponlar içinde kalan detayların belirlenmesi işlemidir. Örneğin Ana yolların 100 metre yakınındaki suçları görüntülemek için böyle bir analiz uygulanır.(Şekil. 5 ). Alan Detaylar İçin Yakınlık Analizi; Alan tipindeki detayları çevreleyecek şekilde istenen uzaklıkta alan (tamponlar) oluşturulup, bu saha içinde kalan detayların belirlenmesi işlemidir (Şekil. 3). Örneğin bir okul veya hastanenin 50 metre yakınındaki suçların dökümü için bu yöntem kullanılır. Ağ analizi (Network analysis): Yol, kanalizasyon, elektrik şebekesi vb. çizgisel detaylar birer ağ oluşturur. Ağ analizi kapsamında üç tür işlem vardır. Bunlar; Optimum güzergah belirleme (Optimum path determination) :İlgilenilen coğrafi bölge içerisinde bir noktadan başka bir noktaya olan en uygun güzergahın belirlenmesi işlemidir. Örneğin; polis ekip otosu ile olay yeri arasındaki en uygun güzergahın belirlenmesi, askeri birliklerin intikallerinin planlanması. Adres belirleme (Address matching) Ağ üzerinde istenen adreslere ulaşma işlemidir. Kaynak tahsisi (Resource allocation) Ağ üzerindeki belli merkezlere en yakın adreslerin belirlenerek çeşitli amaçlar için tahsis edilmesi işlemidir. Grid analizi (Grid analysis) :Raster yapıdaki veriler kullanılarak Optimum koridor belirleme Modellendirme ve simulasyon gibi yapılan analiz işlemleridir (Taştan, Bank, 1994, Yumralıoğlu .2000, Karakaş, Karadoğan, Arslan, 2003,a, 2004). Gerek elde gerekse bilgisayarlarda üretilen haritaların her ikisinin de avantajlı ve avantajsız yönleri bulunmaktadır. Elde çizilen haritalarda yapılan hatanın düzeltilmesinin zorluğu (jiletle silinmesi), çiziminin oldukça uzun zaman alması, yeni bilgilerin işlenmesinin imkansızlığı, çok fazla sayıda unsur olduğunda karmaşık hale gelmesi ve 35 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) detay unsurların gösterilememesidir. Bilgisayar yardımıyla çizilen haritalarda ise. hatanın anında düzeltilebilmesi ve hata izinin kalmaması, yeni bilgilerin kolaylıkla kayıt edilmesi (uzun yıllara ait verilerin girilebilmesi), çok kısa sürede istenilen ölçekte ve değişik özellikte farklı unsurlara bağlı haritaların (suç-arazi kullanımı, suç- ulaşım ağı, suçmahalle, suç- belirli bir mekan-iş hanı,okul vb.) üretilebilmesi, farklı unsurların bir arada gösterilebilmesi, işlenen unsurların doğru olarak yerine konulabilmesidir. Şekil.3 Daire İçinde Seçilen Alandaki Suçların Detayları İstatistiksel haritalar kantitatif ve kantitatif olmayan olmak üzere iki grup içinde incelenir (Özgüç, 1994, 195). Suç haritaları sayısal verilere dayandığı için kantitatif haritalar grubunda yer alan tematik haritalardır ve harita tipinin seçiminde veri, alan, çalışma tipi ve amacı önemli rol oynamaktadır (Karakaş, 2005). Eldeki verinin niteliği önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç verilerinde yer ve alansal özellikler bulunmakta ve bu durum haritalamada etkili olmaktadır. Veriler suçun işlendiği cadde ve sokak detaylarında ise yer, mahalle veya il bazında ise alan bilgisi ön planda yer almaktadır. Böylece veri detayı harita tipini ve 36 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … detayını farklılaştırmaktadır. Suç haritalamadaki amaç suçların dağılışı, yoğunluğu ve bunları etkileyen yani artmasına veya azalmasına neden olan faktörlerin yada alanların tespitidir. Böylece suçları önleme, azaltma çalışmalarının yapılması ve olayların aydınlatılması daha da kolaylaşmaktadır. Suç verilerinde yer bilgisi olduğunda değişik nokta sembollü, alan bilgisinde ise tarama (koroplet) haritalar kullanılmaktadır (Karakaş, 2005). İlkinde dağılış ikincisinde ise yoğunluk ön plandadır (Özgüç, 1994, 211) Esasta bu kural araştırmacının araştırma esnasında vermek istediği özelliğe bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Mesela yer bilgisinin bir alana bağlı olduğu göz önünde tutulursa ve elinde yer bilgisi olan bir çalışmacı olayı genel bir alan içinde vermek isterse alana bağlı koroplet harita, eğer suçların işlendiği yerleri göstermek isterse nokta sembollü haritalama yapabilir. Suç- Çevre İlişkisi ∗∗ ∗∗ λ ∗∗ ∗∗ ∗∗ ∗∗ ∗∗λ ∗∗ ∗∗∗ ∗ ∗∗ λ ∗∗ λ λ ∗∗ ∗∗ Şekil.4 Seçilen Bir Alan ve Onun Detayı Çalışma alanı verinin niteliğini ve kapsamını etkilemektedir. Alanın ülke, bölge, eyalet, şehir veya mahalle olmasına bağlı olarak veri özelliği de değişecektir. Ülke, eyalet veya bölge çalışmasında veri miktarının artışı ve temin zorluğu alansal verileri ön plana çıkarmaktadır. Şehir veya mahalle ölçeğindeki bir çalışmada ise veri temini daha kolay olduğundan yer bilgileri ön plana çıkabilmektedir (Karakaş, 2005). Böylece ilkinde alana 37 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ait toplam veriler, ikincisinde ise suçların oluştuğu yerlerin detay verileri önem kazanmaktadır. Dolayısıyla ülke, eyalet ve bölge çalışmasında koroplet, şehir çalışmasında ise çoğunlukla nokta sembollü haritalar ön plana çıkmaktadır. Fakat harita tipinin seçimini çalışma konusu, çalışmayı yapanın bakış açısı ve amacı önemli ölçüde etkilemektedir. Zira istihbarat (bilgi toplama), suç tahmin, taktiksel, stratejik, yönetimsel olmak üzere 5 tipe ayrılan suç analizi (Boba, 2001) hem kendi içerisinde hem de diğer bilim dallarına göre farklılaşmaktadır. Çünkü her birinin amacı ve kullandığı veri ihtiyacı ile detayı değişmektedir. Şekil.5 Hindistan Chennai Şehrinde Belirli Güzergahlara Göre Oto Suçlarının Durumu (Karuppannan, 2001) Kısaca çalışmayı yapanın mensup olduğu bilim dalı, çalışma konusu ile konuya bakış açısı ve değerlendirmesi makro veya mikro ölçekte değişiklik göstermektedir. Burada kastedilen sadece alanın büyümesi değil olaya bakış açısının ve değerlendirmesinin detayıdır. Mesela şehir çalışmasında mahalle ölçeğinde çalışma 38 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … makro, o mahalle içinde cadde ve sokak ölçeğindeki çalışma da mikro ölçektedir. Dolayısıyla ilkinde hem nokta hem de koroplet harita kullanılabilirken, ikincisinde sadece nokta sembolü harita kullanımı daha ön plana çıkar. NOKTA SEMBOLLÜ HARİTALAR Dağılış haritaları içinde en çok kullanılanlarından biri olarak dikkati çeker. Bu tip haritalarda nokta değeri, büyüklüğü ve lokasyonu önemli unsurdur (Özgüç ,1994, 212). Eğer veriniz yer detayına sahipse yani adres bilgisi (cadde, sokak vb.) varsa ve dinleyici ya da çalışmayı yapan için yer detayı önemli ise bu tip haritalar kullanılır. Yani noktalama işlemi suçun veya suçların işlendiği lokasyona göre yapılır ve haritadaki her bir nokta suçun işlendiği yeri gösterir (Şekil.6). Bu tip haritalar karakol suç defteri verileri kullanılarak yapılır (Karakaş, 2005) ve haritada suç yada suçlar işlendiği yerler cadde, sokak bazında görülebilir (Şekil. 6,). Fakat yer detayından kaçınıp özet bilgi verme amacıyla harita üretildiğinde detaydan kaçınarak verilebilir ki bu durumda cadde ve sokak detayı gösterilmeden harita üretilir (Şekil. 7, 8). İlk tipinde okuyucu hangi suçun yerleşmenin hangi mahalle, cadde ve sokağında yer aldığını rahatlıkla görebildiği halde (Şekil. 6), ikinci tipte suçların hangi mahallelerde yoğunlaştığını görürken cadde ve sokakların hangileri olduğunu bilemez (Şekil .7, 8). Dolayısıyla haritaların oluşturulmasında çalışmanın amacı veya sunulacağı birime göre tercih yapılabilir. İlk tipinde alanda suçların yoğunlaştığı cadde ve sokaklar belli olduğundan suçların oluş nedenleri, önleme ve mücadelenin nerelerde yürütülmesi gerektiği net şekilde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla genel bir alan içinde problemin yoğunlaştığı yerler net olarak belirdiğinden emniyet ve özel suç çalışmalarında daha çok tercih edilmektedir. Böylece zaman, para, eleman konusunda tasarruf sağlanmakta ve problemin çözümü daha da kolaylaşmaktadır. Suçların herhangi bir sahadaki (şehir, mahalle, karakol sorumluluk alanı, vb.) durumu haftalık, aylık ve günlük dağılışlar şeklinde verilebildiği gibi, yıl veya yıllar bazındaki gelişmesi de haritalanabilir. Bu tip haritalar, karakolda görevli ekiplere karakol sorumluluk alanındaki suçların dağılışı, miktarı, çeşidi, gibi özellikleri gösterme ve üst makama bölgedeki son durum hakkında bilgi verme amacıyla kullanılabilir (Karakaş, Arslan, Karadoğan, 2003,b, 359). Bu tip haritalamanın olumsuz yönlerinden birisi aynı noktada veya yerde birden fazla suç işlendiğinde noktaların birbirini kapatması ve haritanın karmaşıklaşarak netliğinin bozulmasıdır (Şekil.9). Yukarıdaki olumsuzluklar ya alana bağlı koroplet haritaları ile ya da büyüyen daireler (semboller) kullanılarak giderilebilir. Nokta sembollü haritalar verinin az olduğu küçük alanlar veya birkaç aylık veriler ile çalışma yapıldığında 39 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) daha uygundur. Bu tip haritalar geçmişte ve günümüzde polis merkezleri ve karakollar tarafından kendi sorumluluk alanlarındaki suçları yada geniş bir alan içerisinde belirli suçların yoğunlaştığı lokasyonları (yerleri) görme ve özel çalışmalar yapmak amacıyla yoğun olarak kullanılmıştır. Geçmişten günümüze tek fark geçmişte elle çizilen haritaların günümüzde bir takım programlar yardımıyla bilgisayarlarda daha rahat ve kısa zamanda çizilebilmesidir. Şekil.6 İşlenen suçların Yer Detayı Örneği Elazığ. Şekil. 7 Elazığ Şehrinde Cep Hırsızlığı 2001 (Karakaş,2004) 40 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … 0 % 1000 m Her nokta bir işyeri hırsızlığını göstermektedir. Şekil. 8 Elazığ Şehrinde İşyeri Hırsızlığının Dağılışı (Karakaş,2004) > ARAC HIRSIZLIGI (30) AZMETTIRME (13) CEP TIRNAK (22) DIGER (9) EV HIRSIZLIGI (103) IS YERI (119) OTODAN HIRSIZLIK (52) % 0 1,000 2,000 metre Şekil..9 Elazığ Şehrinde Hırsızlıkların Dağılışı 2001. 41 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) DERECELENDİRİLMİŞ NOKTA SEMBOLLÜ HARİTALAR Bir lokasyonda veya alanda birden fazla suç sayısı varsa tek nokta sembollü haritada aynı yerde çok sayıda suç olayı meydana geldiğinde her bir suç noktası diğerini gölgeleyeceğinden (Şekil.9) tek sembollü noktalamalı harita yerine büyüyen sembollü haritalar üretilerek bu olumsuzluk ortadan kaldırılabilir. Böylece belirli bir sokakta veya caddenin belirli bir alanında meydana gelmiş olaylar oluş yerleri ve sayılarıyla birlikte rahat bir şekilde görülebilir (Şekil.10). Bu tip haritalar belirli bir suç çalışmasında, trafik kazalarının değerlendirilmesinde ve herhangi bir alanda veya yerde meydana gelen suçları göstermede kullanılabilir. Trafik kazalarında her bir kavşakta meydana gelen trafik kaza sayısı ve meydana geldiği kavşaklar rahatlıkla görülebilir. Ayrıca iki farklı unsur verilmek istendiğinde büyüyen daireler ile koroplet haritalar birleştirilerek ikisi bir arada verilerek haritalanabilir. Bu tip haritalarda suçları etkileyen diğer faktörlerle suç dağılışı arasındaki ilişkilerin verilmesi amaçlanır (Şekil.11,12 ). Şekil.10. Derecelendirilmiş Nokta Sembollü Harita (Bromley, Thomas, 1997) 42 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … Şekil..11. Elazığ Şehrinde İşyeri Hırsızlığının İşyeri Sayısı ile Olan İlişkisi YOĞUNLUK HARİTALARI TARAMA (KOROPLET ) HARİTALAR Alana bağlı oluşturulan tematik haritalarda ilk akla gelen koroplet haritalarıdır. Mahalle, ülke, eyalet gibi sınırlı bir saha içindeki olayların nerelerde yer aldığını açıklar ve alanlar hakkında özet bilgiler sunar ( Harries, 1999, 24). Tüm alan içindeki miktarın alanın tümüne eşit dağıldığı varsayılarak (Özgüç, 1994, 216) herhangi bir idari veya yönetim alanının istatistiksel değerlerine göre oluşturulan haritalardır. Ülke geneli illere göre suç oranları, herhangi bir yerleşim biriminde yer alan mahallere göre suç oranları veya yerleşim birimlerindeki oturan nüfusa göre (1000) suç yoğunluğu gibi haritalar bu tip haritalara örnek olarak verilebilir (Şekil.12, 13). Koroplet haritalarla olay ya da olayların yer aldığı alanlar hakkında özet bilgi sunulduğu gibi buralarda ki suçların yıllar bazındaki gelişimi, değişimi ile alanlar arasındaki farklılıklar gösterilir. Yoğunluk haritalarında suç çalışmalarında bilgisayarlar yardımıyla suç yoğunlaşma alanlarını gösteren haritalar yapılmaktadır ki buna hotspot adı verilmektedir. İlk bakışta yoğunluklara bağlı tarama haritaları gibi gözükse de bunlardan farklı bir özelliğe sahiptir. Tarama haritalarında (koroplet) ele alınan bir A alanındaki toplam sayısal verinin o alan büyüklüğü ile olan ilişkisi ön plandadır. Yani alan büyüklüğüne göre sonuç çıkar. Mesela bir alandaki nüfusun toplamı ile o alanın büyüklüğü arasındaki oranı verir. Oysa o alan içinde de ele alınan veya bulunan miktar standart bir dağılımda değildir ve alan içinde 43 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) arazi kullanımı, konut veya bina yoğunlukları ve özellikleri gibi çeşitli nedenlerden farklılıklar vardır. Ama bu farklılıklar haritada göz önünde bulundurulmaz. Oysa ‘hotspot’da suçların dağılış özelliğine göre bir A alanı içinde tüm alanda aynı yoğunluk ortaya çıkmaz ve gerçek dağılım bazında farklı yoğunluk kademeleri oluşur. Zira ele alınan A alanı grid sisteme göre belirli parçalara ayrılmıştır (Şekil.14,15). Yani alan tamamıyla belirli genişlikte karelere bölünmüş ve her bir kare içindeki suç sayısına göre yoğunluk oluşturulmuştur (Şekil.16). İlkinde tüm alan miktarı suç sayısına bölünerek yoğunluk bulunuyordu bunda ise her bir grid alan içindeki dağılışa göre yoğunluk ortaya çıkmaktadır. Kısaca gerçek yoğunluk değerleri ortaya çıkarılmış olur. Hotspot suç lokasyonlarını tespit, önleme ve suç oranını azaltmak amacıyla yapılır. Başka bir ifade ile alandaki suç dağılışının analiz işlemidir ki suçun zaman, cins ve diğer karakterleriyle birlikte ele alınarak yoğunlaşma noktalarının analizine dayanır (Harries,1999,23). Şekil.12 Hindistan Chennai Şehrinde Mahallelere Göre Nüfus ve Suç Oranı İlişkisi (Karuppannan, 2001) 44 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … Yani suçların, olayların, miktar, zaman ve coğrafi yönlerden belirli kriterleri karşılayan hassas alanların bulunması, olayların yer ve zaman değişiminin incelenmesidir (Erdoğan, Düzgün, 2003). Hot spot işleminin yapılabilmesi için elde en az bir yıllık verilerin olması gerekir. Çok uzun yıllara ait veriler bulunduğunda geçmişteki verilerle yapılan işlem ile günümüzdeki durumun karşılaştırılması yapılabilir. Böylece ele alınan dönemler içinde suçların yoğunluk bölgelerinde bir değişim olup olmadığı yani gerileme ve ilerleme alanları net bir şekilde ortaya çıkabilmektedir (Şekil.17). Bu durum mücadele ve alınan tedbirlerin başarı oranını göstermekte ve nerelerde ne tür çalışmaların yapılabileceğini ortaya koymaktadır. Şekil.13 Hindistan Chennai Şehrinde 1997-1999 Yılları Arasında Hırsızlık İndeksi (Karuppannan, 2001) 45 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Şekil. 14 Hotspotun Grid Şekilde Yapılışı. (Harries, K, 1999, syf.156) Şekil 15 Elazığ Şehrinde Hırsızlık Hotspot’u 46 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … Şekil.16 Elazığ Şehrinde Hırsızlık Suçlarının Yoğunluk Değeri ( Hot spotu) Şekil. 17 İki dönemi içine alan hotspota bir örnek. Detroit 1994-1997 yıllarına ait kundakçılık olayı. Koyu daireler ile gösterilen 1997 yılı, kesik çizgili daire ile gösterilenler ise 1994 yılına ait yoğunluk alanlarıdır ( Harries, K, 1999, syf.114) den. 47 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) SONUÇ Geçmişten günümüze suçların mekansal dağılımı, yoğunlaştığı alanların tespiti vb özelliklerinin ortaya çıkarılması ve resmedilmesi amacıyla ilk zamanlar elde sonraları ise bir takım bilgisayar programları yardımıyla bilgisayarlarda suç haritaları üretilmektedir. Suç haritalarının tipi çalışma yapan birime, kişiye, konuya, sahaya ve elde edilen ya da varolan veriye bağlı olarak değişmektedir. Yukarıdaki etkenler çerçevesinde nokta, derecelendirilmiş nokta sembollü ve koroplet haritalar olmak üzere değişik tipte haritalar üretilmektedir. Noktalama haritaları saha, amaç, veri ve olay sayısının uygunluğu şartıyla suçların oluştuğu yerler gösterilmek istendiğinde yapılır. Bu tip haritalarda suçların işlendiği yerler cadde ve sokak ölçeğinde görülebildiği için nerelerde ne tip çalışma yapılacağı veya ne tür önlemler alınacağı tespit edilebilmektedir. Özel suç çalışmalarında, suç mekan ilişkisinin değerlendirilmesinde emniyet güçleri ve araştırmacılar tarafından kullanılır. Derecelendirilmiş nokta sembollü haritalar ise yoğun verinin bulunduğu sahalarda suç yerlerinin gösterimi önemli olduğunda olayların geçtiği yerleri gösterme amacıyla noktalama haritaları yerine kullanılırlar. Zira noktalama haritalarında aynı yerde bir çok olay meydana geldiğinde noktalar birbirini kapatabilmekte ve harita karmaşıklaşmaktadır. Koroplet haritalar ülke, eyalet, bölge gibi geniş sahaların çalışılması esnasında suçlarla ilgili yer bilgilerinin olmaması nedeniyle ya da suç yerlerinden ziyade alanlar ön plana çıktığında tercih edilir. Burada esas amaç alanlar arasındaki özet bilgilerin verilmesi ve farklılıkların gösterilmesidir. Bu nedenle ülkeler arası, ülke veya bölge bazında yer alan iller ölçeğindeki suç çalışmalarında yoğunlukların gösterimi ve karşılaştırmalarda daha fazla tercih edilir. Bilgisayar programları ve suç yer bilgisi verilerinin olması şartıyla bilgisayarlar aracılığıyla suç yoğunlaşma noktalarının tespiti için suç yoğunluk haritaları oluşturulmaktadır. Bunda amaç genel bir saha içinde önem arz eden yerlerin tespitidir. Böylece tüm saha içerisindeki hassas alanlar ortaya çıkarılmakta dolayısıyla mücadele edilecek ve çalışma yapılacak yerler belirlenmektedir. Bu tip haritalar genelde suç önleme çalışmaları ile yapılan faaliyetlerin başarı durumunu kontrol amacıyla emniyet birimleri tarafından yoğun şekilde kullanılır. 48 Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları II … KAYNAKLAR BOBA, R., 2001. Introductory Guide to Crime Analysis and Mapping. Community Oriented Policing Services. USA. BROMLEY, R. THOMAS, C.,1997. “Vehicle Crime in the City Centre Planning for Secure Parking” Town Planning Review. Volum. 68. Page. 257-278. ENGLAND. CANTER, F., 2000, (Ed. Victor Goldsmith, Philip G. Mcguire, John H. Mollenkopf, Timothy A. Ross) “Using a Geographic Information System For Tactical Crime Analysis” Analyzing Crime Patterns. Sage publications. LONDRA. DEMİRCİ, S., ÇOBAN, E., 2002, “ Adli Birimlerin Uygulamaları İçinde Suç Analiz Kavramı” Polis Dergisi Sayı.30, ANKARA. ERDOĞAN, A, DÜZGÜN, Ş., 2003. “Mekan ve Suç, Suç Haritalaması ve Diğer Analitik Yaklaşımlar” Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi. Yıl.9 Sayı.36 s.482-490 ANKARA. GRIFFIN, J., 2001, “International Crime Mapping Caveats and Considerations” Crime Mapping News, Volume.3, Issue.1. HARRIES, K., 1999. Mapping Crime: Princple and Practice. www.ojp.usdoj.gov/nij/pubssum/m 178919 KARAKAŞ, E, KARADOĞAN, S., ASLAN, H., 2003.a.“CBS Ortamında Suç Haritalama Teknikleri”, 1 Polis Bilişim Sempozyumu. s.123-134, ANKARA. KARAKAŞ, E, KARADOĞAN, S, ASLAN, H., 2003..b. “ Suç Araştırmalarında CBS Sistemiyle Oluşturulan Haritaların Önemi”, 1 Polis Bilişim Sempozyumu, s.358-362, ANKARA. KARAKAŞ, E., 2004. “Elazığ Şehrinde Hırsızlık Suç Dağılışı ve Özellikleri” Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt.14. Sayı. 1 s.19-39, ELAZIĞ. KARAKAŞ, E, KARADOĞAN, S, ASLAN, H., .2004. “Suç Haritaları ve Bilgisayar Teknolojisi” Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Mühendislik Bilimleri Dergisi II. Bilgi Teknolojileri Kongresi Özel Sayısı. s.37-42, DENİZLİ. KARAKAŞ, E.,2005. “Uygulamalı Coğrafyada Suç Haritaları I.Veri Kaynakları” Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt.15, Sayı.1,Syf.57-69, ELAZIĞ. KARUPPANNAN, J., 2001. Crime Analysis Mapping in India : A Gis Implementation in Chennai City http://www.ojp.usdoj.gov/nij/maps/Conferences/01conf / Jai_Karuppannan. doc. MURRAY,T.A, MCGUFFOG,I, WESTERN, J, MULLINS, P., 2001 “Exploratory Spatial Data Analysis Technıques For Examining Urban Crime” British Journal Criminoloji, Sayı.41, s. 309-329, ENGLAND. ÖZGÜÇ, N.,1994. Beşeri Coğrafya’da Veri Toplama ve Değerlendirme Yöntemleri. İ.Ü yay. No.3849, İSTANBUL. 49 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) TAŞTAN, H, BANK, E., 1994, “Coğrafi Bilgi Sistemlerinde Konuma Bağlı Analizler”. 1 Ulusal Coğrafi Bilgi Sistemleri Sempozyumu, s.33-52, TRABZON. YÖN, H., 2001., “Suçun Bilgisayar Ortamında Haritalandırılması ve Suç Analizinde Kullanılması” Polis Dergisi Sayı.29, ANKARA. YUMRALIOĞLU, T., 2000. Coğrafi Bilgi Sistemleri (Temel Kavramlar ve Uygulamaları). Bilgi Sistemleri A.Ş. İSTANBUL. 50 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 51-68, ELAZIĞ-2005 ALTINOVA SAHİLİNDE KIYI ÇİZGİSİ DEĞİŞİMİNİ BELİRLEMEDE UZAKTAN ALGILAMA VE COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ Remote Sensing and GIS Monitoring of Coastline Change in Altınova Coast, Turkey Şermin TAĞIL Balıkesir Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, [email protected] İsa CÜREBAL Balıkesir Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, [email protected] ÖZET Bu çalışmanın amacı, Altınova (Karakoç Deltası - İskele Kıyı Oku - Madra Çayı Deltası) sahilinde kıyı çizgisinin değişim paternini ortaya koymak (1), kıyı değişimleri sonucu ortaya çıkan risk alanlarını değerlendirmek (2) ve haritalar üzerinde değişim ve dolayısı ile risk alanlarını göstermek (3) tir. Bu amaçla 1958, 1977 ve 1998 yılları hava fotoğraflarından düzenlenen topografya haritaları, çok bantlı (multispectral) sensörlerden Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 ve Landsat ETM+ 2000 uydu görüntüleri ile 2002 siyah beyaz stereo dijital hava fotosu kullanılmıştır. Erdas Imagine 8.7 kullanılarak uydu görüntüleri, hava fotoğrafı ve topografya haritalarının geometrik doğrulaması yapılmış ve daha sonra kıyı değişimi analiz edilmiştir. Yapılan çalışlar kıyı şeridinin güneyinde yer alan Madra Çayı Deltası’nda kıyı gerilemesi yaşanırken aynı sahil şeridinin sadece birkaç kilometre kuzeyinde yer alan İskele kıyı oku ile Karakoç Deltası’nın denize doğru büyümelerine devam ettiği ya da sabit kaldığı tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Kıyı çizgisi değişimi, Madra Çayı Deltası, Karakoç Deltası, Altınova (Balıkesir), Uzaktan algılama, GIS. ABSTRACT Objectives of this study are to determine the pattern of shoreline changes along the coastal area of Altınova (Karakoç Delta - İskele spit - Madra Creek Delta) (1), determine the hazard areas due to coastal changes (2) and provide maps showing the hazards areas over the coastal zones of Altınova. For this reasons, topographic maps which are produced by 1958, 1977 and 1998 years air photos, Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 and Landsat ETM+ 2000 remotely sensed data from multispectral sensor systems and 2002 white and black, stereo digital air photo were used. After the satellite images, the air photo and the topographic maps were geometrically corrected by the use of Erdas Imagine 8.7 software, shorelines changing were analyzed. Shortly, it is determine that while Madra Çay Delta on southern portion of the coast may be experiencing retreat, İskele spit and Karakoç Delta on the same costal zone but just a few kilometers north of Madra Delta may prevail stable or advancing conditions. Key Words: Shoreline change, Madra Çay Delta, Karakoç Delta, Altınova (Balıkesir), Remote sensing. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. Giriş Kıyılar hava, su ve karanın etkileşim altında bulunduğu ve doğal kaynakların zenginliği ile dikkati çeken, bu nedenle her zaman aşırı kullanıma maruz kalan alanlardır. Bu aşırı kullanım, kıyı ekosistemindeki hassas dengeyi bozabilmektedir. İnsanın etkisiyle ortaya çıkan bu ikincil ekosistemler, bir çok türün doğal dengesini etkilemektedir. Aslında bu alanlar, insan merkezli baskılarla birlikte doğal süreçlerdeki bozulmaların da etkili olduğu yerlerdir. Bu nedenle ekolojik açıdan sürdürülebilirlikleri önemlidir. Sürdürülebilir kalkınma, insanoğlunun parçası olduğu ve varlığını sürdürebilmesi için temel desteği sağlayan ekosistemlerle uyumlu ve denge içinde, yaşam kalitesinin yükseltilmesi ve geliştirilmesi olarak tanımlanmaktadır (Demirayak 2002). Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir kullanımını, biyolojik çeşitliliğin bugünkü ve gelecekteki nesillerin ihtiyaçlarını ve özlemlerini karşılama potansiyelini muhafaza etmesi anlamını taşımaktadır. Bu bağlamda, biyolojik çeşitliğin sürdürülebilir kullanımı, bir yandan bugünkü kuşakların gereksinimleri diğer yandan da gelecek kuşakların haklarının güvence altına alınmış olmasını içermektedir. Bu kapsamda incelendiğinde geçtiğimiz yıllarda kıyı kullanımında gelecek nesillerin dikkate alınmamış olduğu görülmektedir. 3621/3830 sayılı Kıyı Kanunununa göre “kıyı çizgisi” deniz, göl ve akarsularda, suyun taşkın durumları dışında kara parçasına değdiği noktaların birleşmesinden oluşan meteorolojik olaylara göre değişen doğal çizgidir (Efe 1995). “Kıyı kenar çizgisi” ise deniz, tabii ve suni göl ve akarsuların, alçak basık kıyı özelliği gösteren kesimlerinde kıyı çizgisinden sonra kara yönünde su hareketlerinin oluşturduğu kumsal ve kıyı kumullarından oluşan kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık ve benzeri alanların doğal sınırı, dar-yüksek kıyı özelliği gösteren yerlerde ise şev ya da falezin üst sınırıdır. “Sahil Şeridi” kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde yatay olarak en az 100 metre genişliğindeki alandır. “Sahil şeridinin birinci bölümü”, kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde 50 metre genişliğindeki alan olup sadece açık alanlar, yeşil alan, gezinti alanları, çocuk bahçesi ve rekreatif kullanımlar ve yaya yolu olarak kullanılabilecek alanlardır. “Sahil şeridinin ikinci bölümü” ise sahil şeridinin birinci bölümünden itibaren, kara yönünde en az 50 metre genişliğindeki alan olup, toplumun yararlanmasına açık, günübirlik turizm yapı ve tesisleri, taşıt yolları, açık otoparklar ve arıtma tesislerinin yapılabileceği alanlardır. Kıyı zonu, uluslararası kaynakların değerlendirilmesinde, çevre ve ekonomik bakımdan önemli alanlardır. Kıyı çizgisinde doğal olarak bazı değişimler yaşanmaktadır. Gibeaut (2001) kıyı 52 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… çizgisinde meydana gelen değişmeleri uzun dönemli değişmeler, kısa dönemli değişmeler ve epizodik değişmeler olmak üzere üçe ayırmaktadır. Bu kapsamda uzun dönemli değişmeler 10 ile 1000 yıllık zaman diliminde gerçekleşen değişmelerdir; kısa dönemli değişmeler sadece 5 ile 10 yıllık dönemlerde gerçekleşen değişmelerdir. Epizodik değişmeler ise fırtınalar gibi doğal olaylar sonucunda gerçekleşen ani değişmeler olarak tanımlanmaktadır. Uzun dönemli değişmelerden bütün kıyı aynı düzeyde etkilenirken kısa dönemli değişmelerde aynı kıyıda birkaç kilometre aralıklarla bir tarafta çekilme gözlenirken diğer tarafta karanın ilerlemesi ya da durağan olması gözlenebilmektedir. Bu değişmeler alçak kıyıların doğal karakteristiği gereği; dalgalar, rüzgârlar gibi doğal şartlarda gerçekleşen değişmelerin bir sonucu olarak çekilmesi ya da ilerlemesi şeklinde gerçekleşmektedir. Kıyı çizgisinde meydana gelen değişmelerde uzun dönemlik verilere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu verilerin değerlendirilmesinde ise CBS ve uzaktan algılama (UA) yöntemleri tercih edilmektedir. UA, aynı zamanda kıyı değişiminde kullanılan en verimli yöntemlerden biridir (Vinodkumar vd. 1998, Zhu 2001, Kostiuk 2002). 2. Çalışma Alanı Araştırma alanı, Altınova (Balıkesir) sahil şeridinde yer alan Karakoç Deltası İskele Kıyı Oku - Madra Çayı Deltası’nı kapsamakta ve Ege Bölgesi’nin Asıl Ege Bölümü’ndeki Bakırçay Yöresi’nde yer almaktadır (Şekil 1). Bu bölgedeki deltalardan Madra Çayı Deltası’nın oluşum ve gelişimini sağlayan ana sediment kaynağı, aynı zamanda deltaya adını veren Madra Çayı’dır. Karakoç Deltası’nın sediment kaynağı ise Madra Dağı’nın kuzeybatı yamaçlarından doğan Karakoç Deresi’dir. Bu bölgenin jeomorfolojik gelişiminde etkin olan akarsuların beslenme alanını Madra dağlık kütlesi oluşturmaktadır. Madra Dağı, Anadolu’nun kuzeybatısındaki önemli plüton alanlarından biridir (Akyürek ve Soysal 1978). Bu kütle temelde granit granodioritlerden oluşmakta ve bunun üstünde metamorfik seriler, kristalize kireçtaşları, andezitler, tüfler ve Neojen gölsel sedimanlar yer almaktadır. Plütonun çekirdeğini oluşturan granit-granodioritler, Madra Çayı’nın yukarı havzasında yüzeye çıkmıştır. Bilindiği gibi bu tür kayaçlar mekanik parçalanmaya ve kimyasal ayrışmaya yatkındır. Bu da bölgeyi besleyen akarsulara bol malzeme vermektedir. Bunun bir sonucu olmalıdır ki araştırma alanındaki plajlar, genelde; ince kum boyutunda, açık renkli, kuvars, feldspat, mika ve kalkopirit kumlarından oluşmaktadır. Tektonik bakımdan araştırma alanı NW-SE uzanışlı faylarla sınırlandırılan Dikili Depresyonu’nda yer almaktadır (Yılmaz vd. 2000). 53 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Şekil 1. Çalışma alanın konumu ve yakın çevresinin topografyası. Araştırma alanında nüfusun 1935’te 2780 kişi iken, 1960’da 5376 kişi olduğu, 1990’da ise 8469 kişiye yükseldiği görülmektedir. Sahadaki genç nüfusun dışarıya göç etmesine rağmen gerçekleşen artışın nedeni, yazlıklara bağlı olarak emekli nüfusun bölgeyi yaz kış kullanmasıdır. Bu nedenledir ki 0-250 m yükselti basamağında yaklaşık olara km2 ye 150 kişi düşmektedir. 1977–2000 arasında yerleşimlerin alansal olarak büyük değişim yaşandığı da görülmektedir. Bu dönemde alansal olarak Altınova’da %90; kıyı yerleşmelerinde ise %1900 artış tespit edilmiştir (Cürebal 2003). Araştırma alanı, iklim özellikleri bakımından Akdeniz iklimine ait karakteristikleri taşımaktadır. Erinç yağış etkinliği indisine göre yarı nemli (38.18) iklim şartları hüküm sürmektedir. Hakim rüzgâr yönü ise NE’dur. Altınova meteoroloji istasyonu verilerine göre ortalama uzun yıllık yağış 574.6 mm (1976-1995)’dir; sağanaklar Ekim-Mart ayları arasında gözlenmektedir. Yaz aylarında belirgin su noksanı yaşanmaktadır. Bu nedenle tarım faaliyetleri sulama ile sürdürülmekte ve hızlı bir şekilde taban suyu kullanılmaktadır. Madra Çayı’nın ortalama akımı 2.6 m3/s dir. Yağmurlu Akdeniz rejim tipine sahip olan bu akarsuda en yüksek su seviyesi Şubat ayında gözlenmektedir. Akarsuyun yaz 54 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… aylarında akarsuyun tamamen kuruduğu da tespit edilmiştir. Araştırma alanı, Akdeniz fitocoğrafya bölgesine dahil edilmekte ve yaygın bitki örtüsü olarak da kızılçamlar gösterilmektedir (Davis 1965, Avcı 1993, Atalay 1994, Sönmez, 1996). Bitki formasyonunu genellikle kurakçıl maki türleri, kızılçam, fıstıkçamı, karaçam, meşe toplulukları meydana getirmektedir. Yapılan arazi çalışmalarında Madra Dağı’nın batı-güneybatı yamaçlarında doğal bitki örtüsü büyük ölçüde tahrip edildiği belirlenmiştir. Bu tahribat, Karakoç Deresi havzasında çok daha belirgindir. Araştırma alanı kapsamındaki Madra Çayı Deltası ile ilgili birçok araştırma olmasına rağmen Karakoç Deltası ve İskele kıyı oku ve bunların birlikte karşılaştırmalı olarak incelendiği bir çalışmaya rastlanamamıştır. Bu çalışmalara DEÜ Deniz Bilimleri ve Teknoloji Enstitüsü tarafından hazırlanan “Madra Çayı Mevkii Kıyı Erozyon Etüdü” (1997), Yaşar (1998) tarafından hazırlanan “Dünya Deniz Seviyesi Değişimleri ve Türkiye’deki Örnekleri” ve Eronat (1999) arafından hazırlanan “Altınova Madra Çayı Bölgesinin Kıyı Erozyon Çalışması” örnek verilebilir. Bu çalışmaların genelinde Madra Çayı ağzındaki değişiklikler incelemiştir. Ayrıca bölgede arkeolojik kalıntıların olması nedeniyle birçok uluslararası proje de yapılmıştır. Bu projeler, bölgenin doğal şartlarında Kuaterner dönemindeki gelişimini göstermesi bakımından önemlidir (Lambrianides ve Spencer 2001). 3. Amaç Bu çalışmanın amacı: Altınova (Karakoç Deltası- İskele Kıyı Oku- Madra Çayı Deltası) sahilinde kıyı çizgisinin değişim paternini ortaya koymak (1), kıyı değişimleri sonucu ortaya çıkan risk alanlarını değerlendirmek (2) ve haritalar üzerinde değişim ve dolayısı ile risk alanlarını göstermek (3) tir. 4. Materyal ve Yöntem Bölgede kıyı değişimini tespit edebilmek için 1958 yılı hava fotoğraflarından düzenlenen 1963, 1977 yılı hava fotoğraflarından düzenlenen 1978 ve 1998 yılı hava fotoğraflarından düzenlenen 2000 tarihli topografya haritalarının J17c1 ve J17d2 paftaları ile çok bandlı (multispectral) sensörlerden Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 ve Landsat ETM+ 2000 uydu görüntüleri kullanılmıştır. Landsat TM (Thematic Mapper) ve Landsat ETM+ (Thematic Mapper Plus) 30 metre mekansal çözümleme ve 16 gün zamansal çözümlemeye sahiptir. Buna karşın Landsat MSS (Multispectral Scaner) 79 metre mekansal ve 16-18 gün zamansal çözümlemeye sahiptir. Günümüze en yakın kıyı çizgisini tespit edebilmek amacıyla da Eylül 2002 tarihli siyah beyaz stereo dijital hava 55 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) fotoğrafı kullanılmıştır. Öncelikle topografya haritaları, yüksek çözünürlükte taranmış ve Erdas Imagine 8.7 kullanılarak geometrik doğrulaması yapılmıştır. Geometrik doğrulaması yapılan temel verilerden ArcGIS 9.0 programında vektör ve raster formatta veri üretilmiştir. Veriler üretimi, kara ve su yüzeylerini ayıracak şekilde iki temel sınıf oluşturularak yapılmıştır. 1:25.000 ölçekli topografya haritaları sadece kıyı çizgisini belirlemede değil uydu görüntülerinin geometrik doğrulamasında da kullanılmıştır. Geometrik düzeltme yapılırken her bir görüntü için 30 yer kontrol noktası (Ground Control Points-GCPs) kullanılmıştır. Yakın kızılötesi band olan 4, su yüzeylerinin kıyı çizgisini çizmede belirleyicidir (Zhu 2001). Bu band, su sınırını çizmede kullanılmıştır. Çünkü bu band, elektromanyetik tayfın infrared (kızılötesi) bölümünde, su ve kara arasında kontrastı ortaya koymaktadır. Kara-su sınırının belirlenebilmesinde görüntü inceleme tekniklerinden “Tasseled Cap” da kullanılmıştır. Uydu görüntüleri, denetlenmemiş (unsupervise) sınıflandırma yöntemi kullanılarak sınıflandırılmıştır. Yapılan sınıflandırmalarda hem kıyı çizgisinin tespiti, hem de deniz içi topografyası ve şelf özellikleri belirlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle kara yüzeylerinde arazi kullanımı ve arazi örtüsü değerlendirilmesi yapılmamıştır. İlk olarak yapılan 40 sınıf tayf özellikleri dikkate alınmış, daha sonra 3 sınıfa indirgenmiştir. Bu sınıflar; derin su (1), sığ su (2) ve kara (3)dır. Eylül 2002 tarihli siyah beyaz stereo dijital hava fotoğrafından da geometrik doğrulaması yapıldıktan sonra 2002 yılına ait kıyı çizgisi çizilmiştir. Farklı yıllara ait kara deniz sınırı belirlendikten sonra “interactive change detection” (Armenakis vd. 2002) yöntemi kullanılarak, değişik zamanlara ait veriler karşılaştırılmış ve değişim alanları belirlenmiştir. Bu yöntem ile mevsimler arasında değil yıllar arasında kıyı çizgisinde meydana gelen değişim belirlenmeye çalışılmıştır. Kıyı çizgisinde meydana gelen yıllık değişimi hesaplanabilmek için basit doğrusal regresyon analizi (linear regression model) kullanılmıştır. Arazi çalışmaları ile kıyıda meydana gelen değişim ve sahil şeridinin aktüel kullanımı hakkında bilgiler toplanmıştır. Yapılan arazi çalışmaları geçmişte meydana gelen olumsuz değişmelere rağmen günümüzde de yapılanmanın devam ettiğini ve bu konuda önlemlerin alınmadığını göstermektedir. ArcGIS 9.0 yazılımı sonuçların değerlendirilmesinde ve canlandırmalarda kullanılmıştır. 56 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… 5. Analiz Sonuçları 1958-1977, 1977-1987, 1987-1998, 1998-2000, 2000-2002 ve 1958-2002 dönemlerinde Madra Çayı Deltası, Karakoç Deltası ve İskele kıyı okundaki değişimleri gösterebilmek için basit doğrusal regresyon analizi yapılmıştır. Bu analiz sonuçlarına göre 44 yıllık dönemde Madra Çayı Deltası’nda yıllar arasında değişik salınımlar görülmekle birlikte değişimin yönü negatiftir (Şekil 2). Ancak İskele kıyı okunun ve Karakoç Deltası’nın kıyı uzunluğunun sözü geçen dönemde hep artış eğiliminde olduğu tespit edilmiştir (Şekil 3 ve 4). Karakoç Deltası’nın kıyı uzunluğunun 1977 yılında bir sonraki döneme göre daha uzun olması, daha sonraki dönemde deltanın gelişim göstermemesinden değil delta kıyısında hızlı gelişime bağlı düzensiz şekillenmenin olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim hem İskele kıyı okunun hem de Karakoç Deltası’nın düzensiz görünümü, kıyı okunun ve bu deltanın gelişim aşamasında olduğunu, bu nedenle de durağan karakter kazanmadığını göstermektedir. m 12400 12000 11600 11200 Doğrusal Eğim 10800 10400 1958 R2 = 0.7726 1977 1987 1998 2000 2002 Şekil 2. Madra Çayı Deltası’nda kıyı uzunluğunun yıllar arasında değişimi. m 10000 8000 6000 4000 2000 1958 Doğrusal Eğim 1977 1987 1998 R2 = 0.5406 2000 2002 Şekil 3. İskele kıyı okunda kıyı uzunluğunun yıllar arasında değişimi 57 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) m 2200 1800 1400 1000 Doğrusal Eğim 600 200 1958 R2 = 0.4219 1977 1987 1998 2000 2002 Şekil 4. Karakoç Deltası’nda kıyı uzunluğunun yıllar arasında değişimi Farklı dönemlerde kara iken deniz istilasına uğrayan ya da deniz iken alüvyal malzeme birikimine neden olan alanlar “cahange detection” yöntemi ile ortaya konmaya çalışılmış ve sonuçlar şekil 5 üzerinde gösterilmiştir. Buna göre araştırma alanının 1958 ve 1977 yılı kıyı çizgileri karşılaştırıldığında, Madra Çayı ağzında ve İskele kıyı okunda belirgin değişikliklerin olduğu görülmektedir (Şekil 2, 3). 1958 yılı kıyı çizgisine göre Madra Çayı’nın ağzını kapatan bir kum bariyeri izlenmektedir. Ancak 1977 yılında bu bariyerin ortadan kalktığı görülmektedir. Bu iki kıyı çizgisi arasında ikinci belirgin fark ise, İskele kıyı oku üzerinde görülmektedir. 1958 yılı kıyı çizgisinde güneydoğukuzeybatı yönünde ∼1350 m kadar uzanan kıyı okunun, 1977 yılı kıyı çizgisinde aynı yönde ∼2350 m uzunluğa sahip olduğu belirlenmiştir. Bu 20 yıllık süre dikkate alındığında kıyı okunun yıllık ilerleme hızı ∼71 m olarak hesaplanmıştır. Aynı zamanda 1958 yılında genişliği 230 m iken 20 yıllık bir zaman diliminde daralarak uzadığı (1977) izlenmektedir. 1977 yılında kıyı okunun doğu kıyılarında, NW-SE yönlü mikro kıyı oklarının gelişmeye başladığı da belirlenmiştir. Ayrıca 1958 yılında kıyı okunun kuzeyinde küçük bir adanın varlığı dikkati çekmektedir. 1977 de ise adanın ortadan kalktığı görülmektedir. Bu adanın daha önceki bir kıyı okunun kalıntısı olup olmadığı, daha önceki dönemlere ait veri bulunamadığı için değerlendirilememiştir. Bu dönemde Karakoç Deresi’nin ağız kesimindeki değişiklikler ise denizin aleyhine olmuştur. 1958 yılında derenin deniz ile birleştiği noktada akarsu biriktirmesine ait izler belirgin değilken, 1977 yılında bu kesimde çok belirgin bir birikim söz konusudur. Bu iki dönem arasında ∼325 m bir denize doğru ilerlemenin olduğu tespit edilmiştir. 1958 -1977 yılları arasında gerçekleşen bu değişmelerde 32 hektar alan kara iken deniz olmuş; 34 hektar ise deniz iken kara olunuştur (Tablo 1). 58 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… Tablo 1. 1958-1977, 1977-1987, 1987-1998, 1998-2000, 2000-2002 ve 1958-2002 dönemlerinde kara iken deniz olan alanlar (ha) ve deniz iken kara olan alanlar (ha). 1958-1977 1977-1987 1987-1998 1998-2000 Kara iken deniz olan alanlar (ha) Değişim 32 36 24 33 2000-2002 1958-2002 20 80 Deniz iken kara olan alanlar (ha) 34 25 21 14 7 35 1977 kıyı çizgisi ile 1987 kıyı çizgisi incelendiğinde, daha önceki dönemin aksine negatif yönlü bir değişimin olduğu saptanmıştır (Şekil 5). Bu dönemde Madra Çayı’nın ağız kesiminde ∼135 m ye ulaşan bir gerileme izlenmektedir. Bahsedilen gerileme, özellikle akarsu ağzının kuzey ve güneyindeki sahil şeridinde de belirgin olarak görülmektedir. Madra Çayı Deltası’nda negatif yönlü bir gelişim söz konusu iken, 1977 yılında ∼2350 m uzunluğa sahip olan kıyı okunun 1987 yılında ∼2450 m ye ulaştığı belirlenmiştir. Yani aradan geçen 10 yılda kıyı oku ∼100 m daha uzamıştır. Aynı dönemde kıyı okunun ucunda ciddi anlamda bir daralma meydana gelmiştir. Kuzey yönlü rüzgârlar nedeniyle kıyı okunun uzunluğunun artmadığı ve daha önceki dönemde olduğu gibi mikro kıyı oklarının geliştiği görülmektedir. Bahsedilen dönemde Karakoç Deltası’nda ise önemli bir değişiklik meydana gelmemiştir. Ancak 1977 yılında delta kıyılarında izlenen girinti ve çıkıntıların 1987 yılında düzenlendiği izlenmektedir (Şekil 5). Bu dönemde 36 hektar alan kara iken deniz, 25 hektar alan ise deniz iken kara olmuştur (Tablo 1). İskele oku ve kuzeyinde denizden kara kazanılırken, bu sahanın güneyindeki kıyılarda kara alanları deniz durumuna geçmiştir. İnceleme alanında 1987 kıyı çizgisi ile 1998 yılı kıyı çizgisi incelendiğinde, Madra Çayı Deltası’nın normal şartlarda aradan geçen yaklaşık 11 yıllık dönemde denize doğru ilerlemesi beklenirken tam tersine bir gelişim meydana gelmiştir (Şekil 5). 1987 yılında akarsuyun ağız kesiminde belirgin bir çıkıntı izlenirken, 1998 yılında bu çıkıntının ortadan kaybolduğu görülmektedir. Bu kesimde deltanın ∼65 m gerilediği belirlenmiştir. Bu gerileme özellikle akarsu ağzının yakınındaki sahil şeridinde belirgin şekilde izlenmektedir. Bu dönemde de İskele kıyı oku ∼100 m daha uzayarak ∼ 2550 m ye ulaşmıştır. Aynı dönemde Karakoç Deltası’nda az olmakla birlikte denize doğru bir ilerleme meydana gelmiştir. Fakat deltanın batıya doğru değil, delta üzerinde gelişmeye başlayan kıyı oku nedeniyle güneye doğru yöneldiği izlenmektedir. Bu gelişimde de muhtemelen kuzey sektörlü rüzgârlar etkin rol oynamaktadır. 1987-1998 döneminde 24 hektar alan kara iken deniz, 21 hektar alan ise deniz iken kara olmuştur (Tablo 1). 1998 ile 2000 yılları arasında Madra Çayı ağzındaki gerilemenin daha da arttığı görülmektedir (Şekil 5). Bu dönemde deltanın uç kesiminde ∼125 m gerileme meydana gelmiştir. Ayrıca kıyı şeridindeki kumsallarda da daralma yaşandığı izlenmektedir. Aynı 59 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) dönemde İskele kıyı okundaki kuzeybatı yönlü gelişmenin ise devam ettiği belirlenmiştir. Aradan geçen iki yılda kıyı oku ∼120 m daha uzamıştır. Karakoç Deltası’nda ise söz konusu dönemde ∼100 m lik ilerleme meydana gelmiştir. Yine bu dönemde delta kıyılarındaki N-S yönlü kıyı oku gelişimin sürdüğü anlaşılmaktadır. 1998-2000 döneminde 33 hektar alan kara iken deniz, 14 hektar alan ise deniz iken kara olmuştur (Tablo 1). Bu da göstermektedir ki bu dönemde denizin karaya doğru ilerlemesi daha baskın hale gelmiştir. 2000 ile 2002 yıllarına ait verilere göre, araştırma alanında kıyı çizgisinin değişiminin sürdüğü görülmektedir (Şekil 5). Bu süre içinde Madra Çayı ağzında ∼40 m lik bir gerileme daha yaşanmıştır. İskele kıyı okunda ise aynı dönemde ∼40 m lik bir uzama gerçekleşmiştir. Bu dönemde kıyı çizgisinde yaşanan en büyük değişim, kıyı okunun parçalanarak ikiye ayrılmasıdır. Daha önceki dönemlerde bahsedilen kıyı okundaki daralma, kıyı okundan 900x150 m boyutlarında bir parçanın ada haline dönüşmesine neden olmuştur. Bu ada ile kıyı oku arasında ∼400 m lik kumul alanı deniz haline dönüşmüştür. Bu değişimin 1958 yılında da gözlenmesi, kıyı okunun bazen parçalandığının, bazen ise birleşerek uzadığının bir kanıtıdır. Bu dönemde Karakoç Deltası’nın dış kuvvetler tarafından şekillendirilmesinin devam ettiğini, bu süreçte delta kıyılarında N-S yönlü kıyı oku gelişimin sürdüğü görülmektedir. 2000-2002 yılları arasında 20 ha alan kara iken deniz, 7 ha alan ise deniz iken kara alanı haline gelmiştir. Çalışmanın ilk veri kaynağı olan 1958 yılı kıyı çizgisi ile 2002 yılı kıyı çizgisi arasındaki değişim dikkate alındığında, kıyıdaki değişimin hızı ve boyutu daha da çarpıcı sonuçlar vermektedir (Şekil 5). Öyle ki bu değişimin birinci noktası olan Madra Çayı Deltası’nda 44 yıllık dönemde ∼365 m (yıllık ortalama: ∼9 m) gerilemenin yaşandığı anlaşılmaktadır. Değişimin ikinci noktası olan İskele kıyı oku ise 1958 yılında ∼1350 m uzunluğa sahipken 2000 yılı verilerine göre ∼2670 m (yıllık ortalama ilerleme: ∼36 m) uzunluğa sahiptir. 1958 yılında parçalı halde görülen kıyı oku, 2000 yılına kadar uzamasını sürdürmüş, ancak 2002 yılında tekrar parçalı hale gelmiştir. 2004 yılında yapılan arazi çalışması esnasında ise kıyı okunun ucundaki adanın tamamen kaybolduğu belirlenmiştir. Kıyı değişiminin belirgin olarak izlendiği son nokta olan Karakoç Deltası’nda söz konusu dönemde ∼450 m ilerleme (yıllık ortalama ilerleme: ∼12 m) belirlenmiştir. Araştırmanın maksimum dönem aralığını oluşturan bu 44 yıllık dönemde, 80 hektar alan kara iken deniz, 35 hektar alan deniz iken kara olmuştur (Tablo 1). 60 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… Şekil 5. Farklı dönemlerde kıyı çizgisinde meydana gelen değişimler Yaşar (1998) tarafından yapılan çalışmada, delta kıyılarında gerçekleşen değişimler genel anlamda küresel deniz seviyesi değişimlerine bağlanmaktadır. Aynı zamanda kıyıda meydana gelen değişikliklerde insan faaliyetlerinin etkisinin de büyük olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu ölçekteki bir değişim sürecinden Madra Çayı Deltası ile 61 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) birlikte Karakoç Deltası’nın da aynı derecede etkilenmesi beklenmelidir. Bir yandaki delta küçülürken diğer taraftakinin büyümesine devam etmesi, böyle bir etkinin gerçekçi olamayacağını göstermektedir. Aynı zamanda bu kıyılarda çalışmaları bulunan Kayan (1999) günümüzden 6000 yıl önce deniz seviyesinin bugünkü durumuna yükseldiğini ancak 5000-3500 yılları arasında yaklaşık 2 metre bir alçalma meydana geldiğini belirtmektedir. Deniz seviyesinin alçalması delta gelişimini hızlandırmış olmalıdır. Su seviyesi tekrar yükseldiğinde ise deniz suyunun içerilere kadar sokulamaması, bu dönemdeki birikmenin fazla olmasına dayandırılmaktadır (Kayan, 1999). Bu durumda kıyıda birikmenin ve delta oluşum süreçlerinin etkili olması beklenmelidir. Daha önce de belirtildiği gibi aynı kıyılarda birbirinden kuş uçuşu ~7500 m uzaklıktaki iki deltanın farklı gelişim göstermesi, kıyı değişiminin nedeninin deniz seviyesinde meydana gelen uzun dönemli bir değişmenin sonucu olmadığını göstermektedir. Araştırma alanında kıyı çizgisinde meydana gelen değişme kısa dönemlidir. Kısa dönemli değişmelerde hem bölgede hakim olan doğal süreçlerin değişmesi, hem de insan faaliyetleri tarafından değiştirilmesi etkin faktörlerdir. İnsanoğlunun XX. yüzyılın başlarından itibaren fiziki ortama yoğun müdahalesi nedeniyle doğal olay ve süreçlerde meydana gelen değişiklikler, kıyı çizgisinde de değişimlere yol açmış olmalıdır. Doğaya yapılan bu müdahaleler, birbirlerinin oluşumunu destekleyen olay halkalarının gelişimine neden olmuştur. Kıyı çizgisinde izlenen değişikliklerde insanoğlu iki şekilde etkili olmuştur. Öncelikle Madra Çayı havzasında son yüzyılda yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte artış gösteren bitki örtüsü tahribatı, deltaya önemli miktarda malzeme taşınmasına neden olmuştur. İskele kıyı okunun gelişmeye başlaması da bu olayla eş zamanlı olmalıdır. Günümüze yaklaşıldığında ise Madra Çayı Deltası’nı besleyen sediment miktarında azalmaya neden olan müdahaleler gerçekleşmiştir. Sulama ve taşkın önleme amaçlı Madra Barajı’nın yapımına 1991 yılında başlanmış ve 1997 yılında bitirilmiştir. Bu dönemle birlikte Madra Çayı için baraj göleti bir yerel kaide seviyesi oluşturmuş ve daha önce deltaya ulaşan sedimentlerin çoğunluğu baraj göletinde depolanmaya başlamıştır. Barajın etkisiyle Madra Çayı’nın akımı düzenlenmiş ve bunun sonucunda taşkınlarla gelen önemli ölçüde malzeme deltaya ulaşamaz hale gelmiştir. Ayrıca DSİ tarafından akarsu havzasında da erozyon kontrolüne yönelik çalışmalar da yapılmıştır (DSİ 1998). Madra Çayı Deltası’na gelen malzemenin azalmasının yanında, delta üzerinde de özellikle batı kesimindeki kıyılarda son 20-30 yılda yaygın bir şekilde yazlık konutların yapılması ve konutların yapımında, delta kıyılarındaki ve akarsu yatağındaki kum, çakıl gibi malzemelerin kullanılması da delta üzerindeki doğal dengeyi bozmuş olmalıdır. Yapılan spektral tayf analizleri de kıyının açıklarında birden fazla çukurluğun 62 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… olduğunu göstermektedir (Şekil 6). Bu düzensiz çukurlukların nedeni inşaatlarda kullanmak amacıyla malzeme çekiminden kaynaklanmış olmalıdır. Şekil 6. Band 1, 2, 3 ve 6 kullanılarak kıyıdan yaklaşık 850 m açığa kadar olan alanın tayf özellikleri (Landsat ETM+ 2000). Ayrıca bazı araştırıcılar, delta kıyılarından 100 m açıkta, derin bir çukurluğun varlığının da kıyıdaki erozyonu arttırıcı etkilerde bulunduğunu ileri sürmektedirler (İrtem ve Kapdaşlı, 2001). Bu çukurluk, aslında deniz içindeki bir platformun sonucudur. Şekil 7 incelendiğinde, bu platformun 1977-2000 döneminde yapılan uydu görüntüsü analizlerinde gözlendiğini ve hatta hemen hemen şeklinde bir değişmenin olmadığı görülmektedir. Ancak doğal şartlarda deltadaki birikimin ve materyal taşınmasının bu platformun sonuna kadar devam etmesi beklenmektedir. Erol (1975)’a göre deniz altındaki bu topografya, iki farklı kıyı oku olarak nitelendirilmektedir. Bu kesimde derinliğin 4-5 m kadar olduğu ve ani bir şekilde 10 m ye düştüğü aynı araştırmacı tarafından tespit edilmiştir. Araştırma alanında hakim rüzgâr yönünün NE olduğu bilinmektedir. Ancak şiddetli rüzgârların WSW ve WNW dan estiği de görülmektedir. Bu nedenle olmalıdır ki rüzgârlar Madra Çayı Deltası’ndan aldıkları materyali, İskele kıyı oku ve çevresinde biriktirmektedir. Bu nedenle kıyı oku araştırma süresi boyunca büyümüş, fakat aynı gelişim Madra Çayı Deltası’nda gözlenememiştir. Benzer şekilde Karakoç Deltası da büyümesine devam etmiştir. Çünkü bu akarsuyun yatağı üzerinde henüz bir baraj yapılmamıştır. Aynı zamanda akarsu yatağından malzeme çekimi de Madra Çayı’na oranla daha azdır. Karakoç Deresi havzasında doğal bitki örtüsü tahribatı, havzada erozyonun artmasına neden olmuş olmalıdır. Karakoç Deltası’nın denize doğru ilerlemesinde İskele kıyı okunun da etkisi büyüktür. Çünkü bu kıyı oku sayesinde 63 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) akarsuyun döküldüğü alan, güney sektörlü akıntı ve dalgalardan korunmaktadır. Uydu görüntüsü analizleri, Karakoç Deltası’nın meydana geldiği alanda 1977-2000 yılları arasında genel olarak deniz tabanında bir sığlaşmanın olduğunu göstermektedir (Şekil 7). Bu olay da deltanın alanını hızla genişletmesine yardımcı olmuştur. Şekil 7. Landsat MSS 1975, Landsat TM 1987 ve Landsat ETM+ 2000 uydu görüntülerinden deniz altı topografyası. 6. Sonuç ve Tartışma Altınova sahil şeridi, yerli turistler tarafından yazlık konut için tercih edilen bir 64 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… alandır. Oysa bu kesim imara açılmadan önce bataklıklarla kaplı ve geniş kumsallarıyla dikkat çekmekteydi. Doğal süreçlerin etkisi ile gelişim gösteren bu alanda özellikle konutlardaki artış ve beraberinde Madra barajının yapımıyla aşındırma ve biriktirme şeklindeki doğal denge bozulmuştur. Bu doğal dengenin bozulması, geniş kumsalların yakınına yapılan konutların daha sonra dış kuvvetlerin aşındırma etkisi altında kalmasına neden olmuştur. Bu durum ev sahiplerini bazı tedbirler almaya zorlamıştır. Bu kapsamda, kıyı erozyonunu engellemek amacıyla genellikle büyük kaya blokları kullanılarak, bazen de beton dökülerek kıyıya dik setler oluşturulmuştur. Araştırma alanında yaşanan kıyı çizgisi değişikliklerinin gelecek zaman diliminde de sürmesi olasılığı yüksektir. Çünkü bu kıyılarda kıyı çizgisi değişimini önlemeye yönelik bir çalışmaya rastlanamamıştır. Kıyı kesiminde yapılan setlerin yazlık konut sahiplerinin kendileri tarafından yaptırıldığı arazi çalışmaları esnasında sözlü görüşmelerde dile getirilmiştir. Ancak bu kıyılarda doğal ekosistemi bozan yapılaşma halen devam etmektedir. Oysa deltalar bataklıklarla birlikte doğal ortamın korunmasına yönelik çalışmaların yapılacağı alanların başında gelmektedir. Bunun için bu kıyılarda yapılaşma önlenerek ve kalan doğal ortamlar korunarak sürdürülebilirliği sağlanmalıdır. İnsanoğlunun temel ihtiyaçları dikkate alınarak bataklıklar, kumsallar ve tarım alanları gelecek nesillerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla korunmalıdır. Analizler, çalışma dönemi kapsamında Madra Çayı Deltası’nda erozyonun, fakat Karakoç Deltası’nda birikmenin etkili olduğunu göstermektedir. İskele kıyı okunda ise bazen birikim bazen aşınım etkili olmaktadır. Değişimin nedenleri olarak, Madra Çayı havzası üzerinde insanoğlunun çevreye olan etkilerinin artması ve bunun bir sonucu olarak aşınma ve birikmedeki doğal dengenin bozulması etkili olmuştur. Normalde aşınmadan artakalan materyal, Madra Çayı Deltası’nda birikirken, son yıllarda azalan materyal de akıntılar ve rüzgârlarla taşınmaktadır. Hatta rüzgârlar ve akıntıların aşındırma etkilerinin devam etmesi, delta çevresinde gerilemeye neden olmaktadır. Özellikle delta ağzından aşındırılarak taşınan materyalin İskele kıyı oku çevresinde birikmesi nedeniyle kıyı oku bu dönemde büyümesini sürdürmüştür. Ancak 2000 yılına kadar kuzeybatı yönünde sürekli uzayan kıyı oku, 2002 yılında parçalanmıştır. Daha sonra ise kıyı okundan ayrılarak ada haline geçen kara parçası tamamen kaybolmuştur. Bu dönemde kıyı okunun giderek daralması ve küçülmesi, Madra Çayı Deltası sahilinde kıyıya dik setlerin kıyı gerilemesini nispeten yavaşlatmasının, son yıllarda kıyı okunu besleyen materyalin azalmasının ve kuzeyli rüzgârların hakimiyetini arttırmasının sonucu olmalıdır. Sonuç olarak kısa mesafelerde gözlenen bu farklı değişim, deniz seviyesinde 65 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) meydana gelen bir değişmenin değil doğal dengenin bozulmasının bir sonucudur. Şartlar devam ederse Madra Çayı Deltası ile yakın çevresi dalga, akıntı ve rüzgârların neden olduğu erozyon riski altında kalmaya devam edecektir. Fakat Karakoç Deltası ve yakın çevresi ise rüzgârlardan, dalgalardan ve akıntılardan daha az etkilenen korunaklı bir alanda bulunması ve aynı zamanda havzasında su kontrolüne yönelik çalışmalar olmadığı için daha çok birikmenin etkili olduğu bir alandır. Bu şartlar devam ederse Altınova sahilinin bu kesiminde birikme devam edecektir. Analizler güneyli ve kuzeyli rüzgârlar arasında yaşanan hakimiyet savaşı nedeniyle zaman zaman uzayan ve kısalan kıyı okunda bu tür parçalanmaların devam edeceğini göstermektedir. Bu araştırmada kıyı okundaki değişimin kara ile İskele kıyı oku arasındaki İskele koyu kapanıncaya veya doluncaya kadar devam edeceği hipotez edilmektedir. Çünkü uydu görüntülerinden yapılan tayf analizleri bu kesimde sığlaşmanın gün geçtikçe arttığını göstermektedir. Diğer yandan kıyı oku da kara yönünde yer değiştirmektedir. Bu kesimdeki sığlaşmanın da birikmenin devam etmesinde etkili olacağı düşünülmektedir. 7. Gelecek Çalışmalar Bölgede deniz içindeki platform hakkında ayrıntılı deniz altı topografyasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Akıntı ve dalgaların yönü ve hızı konusunda mevsimlik ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca farklı mevsimleri temsil eden uydu görüntüleri bulunmadığı için mevsimlik kıyı değişimi çalışılamamıştır. Araştırmacıların bundan sonraki amacı mevsimler arasındaki kıyı değişimini ortaya koymaktır. 8. Teşekkürler Bu çalışmanın şekillenmesinde önemli katkısı bulunan Erdas Imagine 8.7 ve ArcGIS 9.0 yazılımlarının kullanım hakkını sağlayan İşlem Şirketler Grubuna yardımlarından ötürü teşekkür ederiz. Kaynaklar Akyürek, B. ve Soysal, Y. (1978) Kırkağaç-Soma (Manisa) - Savaştepe, Korucu, Ayvalık (Balıkesir) – Bergama (izmir) Civarının Jeolojisi, MTA Rap. No. 6432 (yayımlanmamış), Ankara. Armenakis, C., Cyr, I. ve Papanikolaou, E. (2002) “Change Detection Methods for the Revision of Topographic Databases”. Symposium on Geospatial Theory. Processing and Applications, Ottawa. Atalay, İ. (1994) Türkiye Vejetasyon Coğrafyası, EÜ Basım Evi, ISPN 975 85527 8 7, İzmir. 66 Altınova Sahilinde Kıyı Çizgisi… Avcı, M. (1993) “Türkiye’nin Flora Bölgeleri ve Anadolu Diyagonaline Coğrafi Bir Yaklaşım” Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 28, s. 225-248, İstanbul. Cürebal, İ (2003) Madra Çayı Havzasının Uygulamalı Jeomorfoloji Etüdü, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul. Davis, P.H., (1965) Flora of Turkey, Vol:1, Edinburg. D.S.İ. (1998) Balıkesir-Ayvalık-Madra Barajı Yukarı Havza Islahı Planlama Raporu, DSİ. XXV. Bölge Müdürlüğü, Erozyon ve Rusubat Kontrol Şube Müdürlüğü, Balıkesir Efe, F. (1995) Kıyı Mevzuatının Gelişimi ve Planlama, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürlüğü, Yayın No:77, Ankara. Erol, O. (1975) “Ayvalık Güneyi-Altınova Çevresinde Madra Çayı Deltasının Holosen Birikintileri ve Deltanın Gelişim Safhaları”, Coğr. Araş. Derg., No:7, s.1-44, Ankara. Eronat, A.H. (1999) “Altınova Madra Creek Region Coastal Erosion Study”, MEDCOAST 99-EMECS 99 Joint Conference, Land-Ocean Interactions: Managing Coastal Ecosystems, 9-13 November 1999, Antalya, Turkey. Demirayak F. (2002) Biyolojik Çeşitlilik-Doğa Koruma ve Sürdürülebilir Kalkınma, TÜBİTAK VIZYON 2023 Projesi Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Paneli, Ankara. Gibeaut, J.C., Hepner, T., Waldinger, R., Andrews, J., Gutierrez, R., Tremblay, T. A., Smyth, R., ve Xu, L. (2001) Changes in Gulf Shoreline Position, Mustang, and North Padre Islands, Texas. A Report of the Texas Coastal Coordination Council Pursuant to National Oceanic and Atmospheric Administration Award No. NA97OZ0179, GLO Contract Number 00-002R, The University of Texas at Austin Austin, Texas. İrtem, E. ve Kabdaşlı, S. (2001) “Kıyı Alanları Yönetimi ile Akarsu Havzalarının Yönetimi Arasındaki Entegrasyon”, Türkiye’nin Kıyı ve Deniz Alanları III. Ulusal Konferansı, Türkiye Kıyıları 01 Konferansı Bildiriler Kitabı, s. 21-30, İstanbul. Kayan, İ. (1999) “Holocene Stratigraphy and Geomorphological Evolution Of The Aegean Coastal Plains of Anatolia”, Quaternary Science Reviews, Sayı: 18, s. 451-548. Kostiuk, M. (2002) Using Remote Sensing Data to Detect Sea Level Change, Pecora 15/Land Satellite Information IV/ISPRS Commission I/FIEOS 2002 Conference Proceedings Lambrianides, K. ve Spencer, N. (2001) The Madra River Delta Archaelogical Project, Oxford Archaeological Reports, London. Madra Çayı Mevkii kıyı Erozyon Etütü, (1997) DEÜ Denizbilimleri ve Teknoloji Enstitüsü, İzmir Sönmez, S. (1996) Havran Çayı Bakırçay Arasındaki Sahanın Bitki Coğrafyası, İÜ Sosyal Bil. Enst. Doktora tezi (Basılmamış), İstanbul. Yaşar, D. (1998) “Dünya Deniz Seviyesi Değişimleri ve Türkiye’deki Örnekleri”, Türkiye’ 67 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) nin Kıyı ve Deniz Alanları II. Ulusal Konferansı, Türkiye Kıyıları 98 Konferans Bildiriler Kitabı, s.749-757, Ankara. Yılmaz, Y., Genç, Ş.C., Gürer, F., Bozcu, M., Yılmaz, K., Karacık, Z., Altınkaynak, Ş. ve Elmas, A. (2000) “When did the Western Anatolian Grabens Begin to Develop?", Geological Society Special Publications, 173, s. 353-384, London. Vinodkumar, K., Bhattacharya, A. ve Subramanian, C. (1998) Coastal Morphological Influences for Trophical Cyclone Track Deviation Along Andhra Coast: GIS and remote sensing based approach Current Science 75 (9), s. 955-958. Zhu, X. (2001) “Remote Sensing Monitoring of Coastline Change in Pearly River Estuary”, Assian Conference of Remote Sensing, Singapore. 68 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 69-80, ELAZIĞ-2005 ENKULTURATION UND SPRACHE: EIN UNTERSUCHUNGSMODELL ZUM VERGLEICH DER ENKULTURATIONSBEDINGUNGEN UND SPRACHERWERBSPROZESSE BEI TÜRKISCHEN MIGRANTENKINDERN IN DEUTSCHLAND The Process of Culturation and Language: Comprasion of the Language Learning processes of the German and Turkish Children Through Cultural Interaction Şerife YILDIZ Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü, Ankara. s yild iz@h ace ttep e. edu. tr ÖZET Dil ve sosyal bilimlerle ilgili çalışmalarda genellikle ne dilsel ne de sosyalbilimsel süreci analiz eden, alana özgü araştırma metotları yayımlanır. Bu çalışmada, enkulturasyon koşulları ile dil edinme sürecinin analizini kapsayan, disiplinlerarası bir araştırma modeli teorik ve empirik yönleriyle ortaya konmaktadır. Anahtar Kelimeler: Enkulturasyon, göçmen ailesi, dil edinimi, proband. ABSTRACT In the studies related to the Language and Social sciences, the research methods peculiar to the field usually analyzing neither lingual nor the socio-scientific process are published. In this study, inter-disciplinary research model including the Unculturation terms and the analysis of the process of acquiring language is put forward with its theoretical and empirical aspects. Key Words: Unculturation, Immigrant Family, Acquiring Language, Subject. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 ) 1. Einführung In der wissenschaftlichen Literatur für Sprachwissenschaft und Sozialwissenschaften werden fast immer die fachspezifischen Untersuchungsmethoden veröffentlicht, die entweder die sprachlichen oder die sozialwissenschaftlichen Prozesse analysieren. Im vorliegenden Beitrag wird jedoch ein interdisziplinäres Untersuchungsmodell dargelegt, die sowohl die Analyse der Enkulturationsbedingungen als auch die der Spracherwerbsprozesse einschließt. Im Folgenden werden zuerst die theoretischen Aspekte dieses interdisziplinären Untersuchungsmodells erörtert und dann die empirischen. Ausgehend von den theoretischen Erörterungen werden dann Fragestellungen entwickelt, die für die empirischen Untersuchungen erforderlich sind. An den theoretischen Teil schließen sich die Abschnitte, in denen die Untersuchung für Enkulturationsbedingungen und die Untersuchung zum Spracherwerb beschrieben werden. 2. Theoretische Aspekte der wissenschaftlichen Begleitung 2.1. Zum Begriff Enkulturation Der zum ersten Mal 1947 von dem amerikanischen Kulturanthropologen Herskovits einge- führte Begriff Enkulturation ist das grundlegende Lernen von Kultur (Gudjons 1997, S. 166). Sie ist sozusagen die kulturelle Geburt des Menschen. Durch den Basisprozess Enkulturation wächst das Kind in die Kultur hinein. Es muss in diesem Zusammenhang begrifflich bestimmt werden, was zur Kultur gehört: Zur Kultur gehören: die Sprache mit ihren Begriffen und Bedeutungen, die dem Menschen sich selbst und seine Welt verständlich, seine Wahrnehmungen und Gedanken sichselbst und den Mitmenschen mittelbar machen und eine sinnvolle Weltansicht und Matritze des Lebens entwerfen; die moralischen Normen und Verhaltensmuster, die sein Leben regeln; die emotionalen Ausdrucksweisen, die sozialen Organisationen, Rollen und Spielregeln, die sein Verhalten zum Mitmenschen bestimmen, (Kron 1994, S. 48). Nach wie vor stellt die Familie die primäre Enkulturationsinstanz in der Gesellschaft dar. In der Familie werden kulturelle Werte und Normen vermittelt und erlernt, die prägenden Charakter für die Erziehung und das Lernen haben. Erziehungspraktiken der Eltern sind abhängig von den kulturellen Werten und Normen sowie den persönlichen Eigenschaften der Eltern. Die Herkunftskultur prägt auch in der dritten Generation der türkischen Migranten die familiäre Enkulturation in Deutschland. In der Auseinandersetzung mit der Herkunftskultur wird häufig versucht, eigenkulturelles Erziehungs- und Sprachverhalten weiterzupflegen. Während der familiären Enkulturation 70 Enkulturation und Sprache… haben die türkischen Eltern die Möglichkeit, eigene Erziehungsvorstellungen und sprachliche Wünsche auf ihre Kinder zu projizieren. Bei diesem eigenkulturellen und eigensprachlichen Wunsch spielt die soziale und kulturelle Verunsicherung zahlreicher deutscher Eltern auch eine Rolle, weil sie dann für Migrantenfamilien nicht immer eine Vorbildsfunktion erfüllen können. Dies ist insbesondere in Wohnvierteln mit deutscher Unterschichtsstruktur der Fall. Für viele deutsche Familien kann festgestellt werden, dass der gesellschaftliche Wertewandel der letzten Jahrzehnte zu einer Enttraditionalisierung überlieferter Leitvorstellungen geführt hat. In Bezug auf die Erziehung manifestiert sich dieser Wandel in der Forderung nach mehr Individualismus im Eltern-Kind-Verhältnis. Wie konflikthaft viele deutsche Eltern die Umsetzung dieser veränderten Erziehungsvorstellungen erleben, wird nicht nur von deutschen Medien, aber auch von deutschen Wissenschaftlern diskutiert. Suche der Migrantenfamilien nach einer einzigen Normalität in einer Gesellschaft, in der es mehrere Normalitäten gibt, erschwert die Enkulturation ihrer Kinder. Die Enkulturation vollzieht sich manchmal eher in Richtung der idealisierten und zum Mythos erhobenen Herkunftskultur. Für die Integration der Migranten erweist sich die kulturspezifische Ausformung der Grundstruktur der Persönlichkeit als notwendige Voraussetzung. Dieser Prozess braucht den analytischen Hilfsbegriff der Enkulturation, um Einsicht in die Wechselwirkung von Kultur und Sprache zu gewinnen. Ferner ist Enkulturation etwas anderes als Sozialisation, die Eingliederung in eine soziale Gruppe bedeutet. Enkulturation bedeutet aber das Hinenwachsen des Kindes in eine kulturelle Gruppe. Nach Claessens wird bei der Eltern-Kind-Beziehung die Übernahme kulturspezifischer Normen, Maßstäbe und Symbole vollzogen und eine kulturelle Grundstrukturierung der Identität zwar weitgehend aber nicht vollkommen geprägt (Claessens 1972, S. 121). 2.2. Enkulturation und Sprache Nach diesen Ausführungen über die Enkulturation wird deutlich, dass das in Deutschland vorhandene Kulturgebilde verstanden und gelernt werden muss, wenn es die Integration der Migrantenkinder zum Ziel gesetzt wird. Das wichtigste Medium dieses Lernprozesses ist die Sprache. Die Sprache spielt zwar bei der Verinnerlichung von kulturellen Werten die wichtigste Rolle, sie kann aber nicht die gesamte kulturelle Realität abbilden, sondern nur deren Struktur: Die Sprache verhält sich zur Wirklichkeit, wie eine Landkarte zum Gelände (Hörmann, 1967). Im Medium der Sprache wird das Kind in das bestehende Kulturgebilde eingeführt und lernt dabei einerseits seine kulturelle Identität, andererseits seine individuelle 71 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 ) Identität herauszubilden. Die kulturelle und individuelle Identität stehen in Wechselbeziehung zueinander. Die kulturellen Normen beeinflussen die Identität einzelner Individuen, einzelne Individuen bringen neue kulturelle Leistungen. Durch diese Dynamik wird die Entwicklung kultureller und individueller Identität möglich (Abalı 2000, s. 311). Der Mensch passt sich nicht nur in das vorhandene Kulturgebilde an, sondern er prägt es auch mit. Auch das Mitprägen der vorhandenen Kultur setzt das Erlernen der Sprache voraus. In den Enkulturationsinstitutionen Familie und Kindergarten werden die Kinder vor allem durch die Sprache in spezielle Bereiche der Kultur eingeführt. Mit anderen Worten wird das Kind enkulturiert. Im Laufe des Enkulturationsprozesses wird beim Kind eine Art kognitive Struktur gebildet, die aufgrund gewisser kultureller und sozialer Dispositionen gegeben ist. Gleichzeitig müssen Spracherfahrungen und Sprachhandlungen erlebt und verinnerlicht werden, aufgrund derer sich die in den Dispositionen vorgegebenen Strukturen auch entwickeln können. Sprachentwicklung kann also als Strukturgenese verstanden werden, die u.a. auf das Lernen in der Familie und im Kindergarten angewiesen ist. Kulturen in Industriegesellschaften sind als komplexe, widersprüchliche und dynamische Systeme zu betrachten. Trotzdem können sie einen sprachlichen Filter für Wahrnehmungen und Bedeutungsgebungen bieten. 2.3. Türkische Migrantenfamilien Es ist zu beachten, dass türkische Migrantenfamilien keine einheitliche Familienstruktur und Erfahrungswelt aufweisen. Es existiert nicht die Migrantenfamilie mit einheitlichem Erziehungs- und Sprachverhalten. Nach dem Individualismus- und Kollektivismusindex, der von Hofstede aufgrund einer in 53 Ländern durchgeführten empirischen Untersuchung erstellt wurde, ist die Gesellschaft in der Türkei, aus der die türkischen Migranten stammen, überwiegend kollektivistisch orientiert, während die deutsche Gesellschaft eher individualistisch geprägt ist (Hofstede 2001, S. 70). Türkische Familien in Deutschland bilden zwar eine Übergangsgesellschaft, dürfen aber dennoch mehr ihrer ursprünglichen und traditionell kollektivistischen Kultur zuzurechnen sein (Kleiter 2004, s.38). Nach dem niederländischen Kulturanthropologen Hofstede (2001) lernen die Kinder in kollektivistischen Familien generell in “Wir” -Begriffen zu denken, in individualistischen Familien eher in “Ich” -Begriffen. Die vorschulischen Einrichtungen in Deutschland haben das Ziel, den Individualismus der Kinder zu fördern. Individualistisch orientierte Gesellschaften sind im Allgemeinen freier, offener und aufnahmebereiter als die tendenziell geschlossenen 72 Enkulturation und Sprache… kollektivistischen Gesellschaften. Das Ausmaß des Kollektivismus und Individualismus ist bei einzelnen Migrantenfamilien unterschiedlich ausgeprägt. Das eigenkulturelle Alte wird bei tendenziell kollektivischtischen Migrantenfamilien mehr betont als das zweitkulturelle Neue. Das zweitkulturelle Neue wird nur soweit aufgenommen, wie es nötig ist, um in Deutschland zu überleben. Migrantenfamilien mit intensiveren und tieferen individualistischen Zügen als die o.g. erste Gruppe dürften offener sein, wenn es um die Aufnahme und das Lernen des Neuen geht (Vgl. Hofstede 2001, S. 85). Es kann jedoch davon ausgegangen werden, dass in beiden Migrantenfamilien das Alte nicht vollständig ersetzt, sondern im Neuen untergründig weiterklingt (Walter & Adam 2003, S. 253). 2.4. Ziele des Untersuchungsmodells 1. Das hier erörterte Untersuchungsmodell bietet eine seltene Möglichkeit, den konstitutiven Zusammenhang von Enkulturation und Sprache unter der besonderen Berücksichtigung des Kollektivismus und Individualismus zu erforschen. Es soll empirisch überprüft werden, ob die Kinder der Migrantenfamilien mit bestimmten individualistischen Zügen die Zweitsprache Deutsch besser lernen als die Kinder der kollektivistisch orientierten Migrantenfamilien. 2. Unter Berücksichtigung der obigen Fragestellung wird weiterhin analysiert, wie der deutsche Kindergarten mit türkischen Eltern zusammenarbeiten kann und wie die Kinder der kollektivistisch orientierten Migrantenfamilien durch die interkulturelle Erziehung gefördert werden können. 3. Durch den Vergleich der lexikalischen und kognitiven Leistungen kann festgestellt werden, ob die Migrantenkinder, die in deutschen Kindergärten sprachlich gefördert werden, eindeutig über bessere lexikalische Kenntnisse verfügen als die Kinder, die nicht eine vorschulische Sprachförderung genießen. 4. Anhand der im ersten und zweiten Punkt erwähnten Analysen werden schließlich praktische Förderungsmaßnahmen vorgeschlagen, die sich auf die sprachdidaktischen Aspekte der Vorschulerziehung beziehen. 3. Empirische Untersuchungen Die Situation der türkischen Migrantenkinder in Deutschland ist durch interdisziplinäre Phänomene gekennzeichnet, die sich gegenseitig beeinflussen. Ausgehend von einem interdisziplinär orientierten Ansatz sieht das Untersuchungsmodell zwei Untersuchungsschwerpunkte vor, die sich inhaltlich aufeinander aufbauen: 1. Untersuchung der Enkulturationsbedingungen, 73 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 ) 2. Durchführung des Intelligenztests und Untersuchung zum Zweitspracherwerb. 3.1. Untersuchung der Enkulturationsbedingungen Diese Untersuchung kann nicht das riesige Feld der Enkulturation umfassen. Sie konzentriert sich auf die familiäre Enkulturation. Bei der Untersuchung der familiären Enkulturationsbedingungen geht es insbesondere um den Aspekt des Kollektivismus und des Individualismus. Es soll überprüft werden, inwieweit die türkischen Migrantenfamilien kollektivistisch oder individualistisch geprägt sind. Im Zusammenhang ihrer kollektivistischen oder individualistischen Orientierung werden dann die besonderen Lernformen oder Lerntraditionen in Migrantenfamilien erforscht. 3.1.1. Leitfragen für die Untersuchung Die Untersuchung der Enkulturationsbedingungen hat folgende Ziele: 1. Welche kollektivistische und individualistische Züge lassen sich bei Migrantenfamilien feststellen? 2. Welche kulturelle Orientierung haben die Eltern? Eher heimatliche oder eher Deutschland bezogene? 3. Welche Erziehungseinstellungen haben die kollektivistischen und individualistisch orientierten Eltern? 4. Welche Lernformen werden bei kollektivistischen und individualistisch orientierten Migrantenfamilien tradiert? 5. Welche Sprachkenntnisse haben die kollektivistischen und individualistisch orientierten Eltern? 3.1.2. Untersuchungsdesign Um die subjektive Sicht der Eltern zu erheben und zu analysieren, wird für die Erforschung der Enkulturationsbedingungen türkischer Migrantenkinder eine Form der qualitativen Untersuchung gewählt. Es handelt sich dabei um das Leitfadeninterview, das zum Standardverfahren qualitativer Interviewführung gehört (König/Zedler 2002, S. 59). Die Verfasser gehen davon aus, dass ein thematisch orientiertes Leitfadeninterview ein effektives Verfahren sein kann, konkrete Aussagen über den Gegenstand der Untersuchung zu erhalten. Bei einem Leitfadeninterview kann einerseits von den vorläufigen theoretischen Aspekten ausgegangen werden, andererseits den Aussagen der Migrantenfamilien Priorität eingeräumt werden 3.1.3. Auswahl der Probanden An der Untersuchung für 74 Enkulturationsbedingungen können 30 Enkulturation und Sprache… Migrantenfamilien mit türkischer Herkunft teilnehmen. Um möglichst aufschlussreiche und vergleichbare Daten zu erheben, sollten Eltern mit verschiedenem Bildungsniveau, Beruf, Herkunftsort und unterschiedlicher Aufenthaltsdauer sowie Kinderzahl berücksichtigt. Der Vergleich Großstadt-Kleinstadt ist ein weiterer Aspekt der Auswahl der Probanden. Aus diesem Grund sollten Migrantenfamilien mit ländlichem und städtischem Wohnort in die Untersuchung aufgenommen. Vor der Auswahl der Migrantenfamilien kann eine Informationsveranstaltung für die türkischen Eltern zum Thema Vorschulerziehung stattfinden. Diese pädagogische Veranstaltung kann gleichzeitig dazu dienen, erste Kontakte mit Eltern anzuknüpfen und eine Vertrauensatmosphäre einzuleiten. 3.1.4. Datenerhebung Nach bisheriger Forschungserfahrung mit Migrantenfamilien ist es nicht immer angebracht, mit einem Kassettenrekorder oder mit einem anderen Aufnahmegerät in die Wohnung einer Migrantenfamilie zu gehen und eine qualitative Untersuchung durchzuführen. In diesem Falle besteht die Gefahr, dass sich die Migranten nicht offen äußern. Nach einer Voruntersuchung bei einer Migrantenfamilie können die Daten durch 8 Leitfragen erhoben und die Antworten darauf durch den Interviewer notiert. Direkt nach dem Interview sollten diese Notizen im Detail verschriftet werden. Das Leitfadeninterview sollte sprachlich flexibel durchgeführt werden, je nach Bedarf in türkischer oder deutscher Sprache. Dabei haben die Familienmitglieder die freie Sprachwahl. Für jede Migrantenfamilie sind zwei Sitzungen vorgesehen. 3.1.5. Auswertung der Daten Die Daten des Leitfadeninterviews können durch ein analytisch-typologisches Verfahren Ausgewertet. Bei der Auswertung soll versucht werden, den Untersuchungsgegenstand aus subjektiver Sicht der Migrantenfamilien zu analysieren. Anhand der aufbereiteten und analysierten Daten sollen Einzellfalldarstellungen vorgenommen werden. Zum Schluss können die Ergebnisse der Analyse in einem Forschungsbericht festgehalten werden, der sowohl die Ergebnisse der Enkulturationsuntersuchung als auch die Ergebnisse der Untersuchung des Spracherwerbs berücksichtigt. 3.2. Untersuchung zum Zweitspracherwerb Der Begriff Migrantenkinder schließt nicht nur die Kinder ein, die in die Bundesrepublik eingewandert sind, sondern auch die Kinder, die in Deutschland geboren und aufgewachsen sind. Gewöhnlich wird die erste Sprache, die ein Kind erwirbt, als 75 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 ) Muttersprache oder Erstsprache bezeichnet. Sie ist in der Regel auch die Familiensprache. Unter Zweitsprache wird jene Sprache verstanden, die ein Individuum als zweite, zeitlich nach der ersten erwirbt. Migrantenkinder in Deutschland erwerben die Zweitsprache Deutsch häufig sukzessiv. Bevor sie mit drei Jahren in den Kindergarten kommen, haben sie also unter Umständen wenige Kontakte zur deutschen Sprache. Viele Migrantenkinder in Deutschland verfügen über unzureichende Deutschkenntnisse. Auch wenn sich in der gesprochenen Sprache häufig kaum Defizite erkennen lassen, so scheitert ein erheblicher Teil von ihnen im schriftsprachlichen Bereich bzw. in der Bildungssprache Deutsch. Grundsätzlich beschränken sich die sprachlichen Probleme der Migrantenkinder nicht auf einen einzigen Aspekt von Sprache. Die vorgesehene Untersuchung zum Zweitspracherwerb begrenzt sich aber bewusst auf den deutschen Wortschatzbereich im Vorschulalter. Es geht also um den Erwerb von lexikalischem Wissen und um die Frage, wie lexikalische Verarbeitungsdefizite bei spracherwerbsbenachteiligten Migrantenkindern türkischer Herkunft entstehen können. 3.2.1. Leitfragen für die Untersuchung Migrantenkinder sind häufig nicht in der Lage, aus dem Inputkontext neue Wörter in ihr deutsches Lexikon aufzunehmen. Es ist zu überprüfen, ob und inwieweit die lexikalischen Defizite der Migrantenkinder auf kulturelle, soziale und kognitive Benachteiligungen zurückzuführen sind. Im vorliegenden Artikel wird angenommen, dass die Migrantenkinder mit lexikalischen Problemen oft nicht in der Lage sind, die erforderlichen kognitiven Erwerbsstrategien einzusetzen, um angemessene lexikalische Repräsentationen zu erstellen. Leitfragen für die Untersuchung zum Spracherwerb können wie folgt formuliert werden: 1. Über welches lexikalisches Wissen in der Zweitsprache Deutsch verfügen die Migrantenkinder türkischer Herkunft in deutschen Kindertagestätten in ihrem dritten Kindergartenjahr? 2. Welche Formen der zweisprachigen Mischung hinsichtlich des lexikalischen Wissens lassen sich bei Migrantenkindern feststellen? 3. Lassen sich Unterschiede hinsichtlich des Erwerbs verschiedener Wortarten feststellen? 4. können die in Deutschland geborene Migrantenkinder, die durch einen mangelhaften deutschen Wortschatz auffallen, die kognitiven Erwerbsstrategien genügend einsetzen? 5. Inwieweit können die defizitären lexikalischen Repräsentationen durch die 76 Enkulturation und Sprache… familiären Enkulturationsbedingungen erklärt werden? Können sie auf sprachliche, kulturmilieubedingte Lernvoraussetzungen in der Familie zurückgeführt werden? 3.2.2. Untersuchungsdesign Die Untersuchung zum Spracherwerb konzentriert sich auf den Erwerb des deutschen lexikalischen Wissens der Migrantenkinder in Kindertagesstätten. Die Daten über das Lexikon der Zweitsprache Deutsch werden durch die fast mappingUntersuchung erhoben. Der Prozess, in dem die Kinder Wortformen aus dem Inputkontex in ihr Lexikon aufnehmen und mit Bedeutung belegen, kann sehr schnell ablaufen. Dieser Prozess wird als fast mapping bezeichnet. Fast mapping ist der Prozess des schnellen Abbildens. Der Erwerb eines neuen Wortes schließt zwei Prozesse ein. Im ersten Prozess identifiziert das Kind Referenten und Bedeutungen. Im zweiten Prozess isoliert es mögliche Wortformen. Im dritten Prozess integriert das Kind die ersten beiden Prozesse. Es bildet die Referenten und Bedeutungen auf die Formen ab. Mit anderen Worten wird eine „Lauthülse“ mit einem Objekt, einer Handlung oder mit einer Eigenschaft assoziiert (Rothweiler 2001, S. 257 ff). Erste fast mapping-Studien stammen von Carey und Bartlett (1978), die mit dreijährigen Kindern gearbeitet haben. In Deutschland wurde das fast mapping - Experiment, das als fast mapping German- Test (FMG-Test) bezeichnet wird, von Rothweiler (2001) durchgeführt. 3.2.3. Auswahl der Probanden In die fast mapping-Untersuchung werden nicht die sprachbehinderten Kinder aufgenommen, sondern die sprachnormalen Migrantenkinder. Für die Berücksichtigung sollte eine Auswahl von Probanden stattfinden. Das Untersuchungsmodell hat keinen ausschließlich quantitativen Forschungsschwerpunkt mit einer großen Stichprobe, sondern eher einen qualitativen Forschungsschwerpunkt mit einer kleinen Versuchsgruppe. Ziel der Probandenauswahl ist, dass die Probandengruppe aus 40 Migrantenkindern türkischer Herkunft der Altersgruppe 3-6 besteht, und zwar 30 für die Bildung einer Versuchsgruppe und 10 für die Bildung einer Kontrollgruppe, die für den Vergleich der lexikalischen Daten erforderlich ist. Bei den 30 Kindern handelt es sich um die Kinder der Migrantenfamilien, die an der Untersuchung für Enkulturationsbedingungen teilnehmen. Bei der Auswahl der Versuchskinder spielen nicht nur die Ziele des Untersuchungsmodells (Abschnitt 2.2.4) und die Leitfragen für die Untersuchung (Abschnitt 3.2.1) eine Rolle, sondern auch die Bereitschaft der Migrantenfamilien zur Mitarbeit eine Rolle. Die Versuchsgruppe soll aus 15 Mädchen und 15 Jungen türkischer Herkunft bestehen, die an der Untersuchung beteiligten 77 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 ) Kindertagestätten in Deutschland besuchen. Die Wissenschaftler, die eine derartige Untersuchung durchführen, sollten sprachliche Voraussetzungen bringen. Ein weiterer Aspekt der Auswahl ist die Aussage der betreffenden Erzieherin. Die Einschätzungen der Erzieherinnen über die Kinder, ob die betreffenden Kinder lernbehindert sein können, sollen ebenfalls berücksichtigt werden. 3.2.4. Datenerhebung Für die Erhebung der Daten werden die Kinder Versuchsgruppe und die der Kontroll- Gruppe zwei Tests unterzogen: 1. Der fast mapping-Test (FMG-Test) und 2. Der non-verbaler Intelligenztest CMM (Columbia Mental Maturity Test) (Schuck u.a. 1975). Die Durchführung des non-verbalen Intelligenztests hat zwei Gründe. Durch den Intelligenztest soll sichergestellt werden, dass die sprachlichen Defizite der Versuchskinder nicht auf ein außersprachliches kognitives Defizit zurückzuführen sind. Zweitens kann durch den nicht verbalen Intelligenztest überprüft werden, ob die Kinder der Versuchsgruppe und die Kinder der Kontrollgruppe über ähnliche kognitive Leistungen verfügen. Dies ist für den Vergleich des lexikalischen Wissens der am Projekt teilnehmenden und nicht teilnehmenden Kinder von großer Bedeutung. Für die Durchführung des fast mapping-Tests sollen den betreffenden 40 Kindern kurze Zeichentrickfilme vorgeführt werden, die keine Dialoge enthalten. Alle Kinder der Versuchs- und Kontrollgruppe sollen an vier Testsitzungen teilnehmen und einzeln getestet werden. Auch die fast mapping-Videos sollen die Versuchskinder einzeln sehen, bzw. in Anwesenheit des Verfassers dieses Aufsatzes und einer studentischen Hilfskraft. Die Testsitzungen können in Kindertagesstätten oder in den Wohnungen der Kinder durchgeführt werden, und zwar nachmittags in einer ungestörten Atmosphäre. Die Testsitzungen für die fast mapping-Untersuchung werden auf Audio-Kassetten mitgeschnitten. 3.2.5. Auswertung der Daten Die Ergebnisse des fast mapping-Tests und die des non-verbalen Intelligenztests durch ein quantitatives und itemspezifisches Verfahren ausgewertet. Durch diese Methoden, die eine aufschlussreiche Standardisierung ermöglichen, können die Daten über ein bestimmtes Phänomen des lexikalischen Erwerbs anschaulich verglichen werden. Nach der Auswertung der lexikalischen Daten werden die Ergebnisse der Untersuchung zum Spracherwerb und die der Untersuchung für Enkulturationsbedingungen verglichen. Somit fließt die Auswertung der Daten zur 78 Enkulturation und Sprache… lexikalischen Untersuchung in die Fallanalyse der Enkulturationsbedingungen. 4. Schlussbemerkungen Die Sprache ist das wichtigste Medium der langfristigen Enkulturation in individualistischen und kollektivistischen Gesellschaften. Sie bestimmt sowohl die Gedanken als auch soziale und kulturelle Sprachhandlungen. Inwieweit die bikulturelle Enkulturation der Migrantenkinder in die Kultur des Einwanderungslandes Deutschland von Spracherwerbsprozessen hängt, lässt sich fast unendlich diskutieren, solange keine entsprechenden empirischen Daten vorliegen. Durch das in diesem Beitrag dargestellten Untersuchungsmodell können neue empirische Zusammenhänge festgestellt und die wissenschaftliche Diskussion über die Verbindung von Enkulturation und Sprache vorangetrieben werden. Das Modell erfasst die Enkulturationsbedingungen, den Aufbau und Erwerb von sprachlichen Repräsentationen, wobei die Bedeutung der Zweitsprache Deutsch für den Enkulturationsprozess verdeutlicht werden kann. Schließlich können die Ergebnisse eines solchen Untersuchungsmodells pragmatische Hinweise für ein interkulturelles Leben in Europa geben. Literatur Abalı, Ünal, Kulturelle Identität und Sprache. Türkische Schülerinnen und Schüler in Deutschland. In: Deutsch lernen. Zeitschrift für den Sprachunterricht mit ausländischen Arbeitnehmern, 4 (2000), S. 310-331. Carey, S., Bartlett, E.: Acquiring a single new word. Papers and Reports on Child Language Development 15, 1978, S. 17-29. Claessens, Dieter, Familie und Wertsystem. Eine Studie zur zweiten, sozio-kulturellen Geburt des Menschen und der Belastbarkeit der, Kernfamilie, Berlin 1972. Gudjons, Herbert, Pädagogisches Grundwissen. Überblick-Kompendium-Studienbuch, Heillbrunn, 1993. Hofstede, Geert, Lokales Denken, globales Handeln. Interkulturelle Zusammenarbeit und globales Management, München, 2001. Hörmann, Hans, Psychologie der Sprache, Heidelberg, 1967. Kleiter, Ekkehardt F., Psychologie einer cross-kulturellen Sozialpersönlichkeit. Egozentrismus und Sozialpersönlichkeit in verschiedenen Soziallagen bei Deutschen, USAmerikanern und Deutsch-Türken, Lengerich, 2004. König, Eckard., Zedler, Peter, Qualitative Forschung. Grundlagen und Methoden, Weinheim, 2002. Kron, Friedrich W., Grundwissen Pädagogik, Stuttgart, 1994. 79 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2 ) Rothweiler, Monika, Wortschatz und Störungen des lexikalischen Erwerbs bei spezifisch sprachentwicklungsgestörten Kindern, Universitätsverlag Winter, 2001. Schuck, K. D., Eggert, D., Raatz, U., Columbia Mental Scale CMM 1-3 (Sprachfreier Gruppenintelligenztest), Weinheim, 1975. Walter, J., Adam, H., Der kulturelle Kontext und seine Berücksichtigung bei Migrantenund Flüchtlingsfamilien. In: Cierpka, Manfred (Hrsg.): Handbuch der Familiendiagnostik, Berlin, 2003, S. 251-268. 80 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 81-105, ELAZIĞ-2005 HÜSN Ü AŞK’TA ATEŞLE İLGİLİ TEŞBİH UNSURLARI Simile Elements About Fire In Husn u Ask Şener DEMİREL Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Bölümü, Elazığ. [email protected] ÖZET Hüsn ü Aşk mesnevisi, 18. yüzyıl Divan şairlerinden Şeyh Gâlib’in adıyla özdeşleşmiş, sadece kendisinin değil, aynı zamanda bütün bir Türk edebiyatının en seçkin eserlerinden biridir. Eserde genel olarak, İlâhî aşka ulaşmanın zorlukları anlatılmış; sâlikin Allah'a ulaşma yolunda pek çok sıkıntının üstesinden gelmek zorunda olduğu ve bunu başarabilmesi için de, mutlaka bir mürşidin yardımına ihtiyacı bulunduğu anlatılmıştır. Hüsn ü Aşk, aynı zamanda Sebk-i Hindî’nin kendine özgü tasavvuf, aklın sınırlarını zorlayan zengin ve karmaşık hayalleri, orijinal mazmunları, benzetmeleri çerçevesinde kaleme alınmış orijinal ve alegorik bir eserdir. Bu makalede Hüsn ü Aşk mesnevisinde dikkat çekici oranda kullanılan ateşle ilgili benzetmeler üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede önce Hüsn ü Aşk mesnevisi taranarak ateşle ilgili teşbih unsurları fişlenmiş, daha sonra bu fişler belli başlıklar altında tasnif edilmiş ve en sonda da yer yer tasavvufî bakış açısıyla tahliller yapılarak, bu kullanımın arka planı gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, mesnevi, alegori, tasavvuf, tahlil. ABSTRACT Husn-u Ask mesnevi was identified by the name of Sheikh Galib, a Court poet in the18th century, and it is not only one of the best work of art of him, but it is also one of the best work of arts of Turkish Literature. Shortly, this work of art is about the difficulties in reaching to divine love; a believer has to overcome many difficulties in reaching God, and he must to get help from a guide. Also Husn-u Ask is an allegoric work that was created by Sebk-i Hindi’s sufism, mixed imaginations that walk in the limits of sanity, original verses and similes. In this article similes about fire in Husn-u Ask is examined. These similes were used in considerable amounts. In this respect similes about fire in Husn-u Ask are identified and grouped under certain topics. Finally, analysis are made in sufism perspective and background of this simile practice is tried to be exposed. Key Words: Sheikh Galib, Husn-u Ask, mesnevi, allegory, sufism, analysis. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Hüsn ü Aşk adlı mesnevi, 18. yüzyıl Divan şairlerinden Şeyh Gâlib’in ismiyle özdeşleşmiş, neredeyse bütün bir Türk edebiyatının en seçkin ve özgün eserlerinden biridir. Eserin konu ve üslûp açısından taşıdığı özgünlük, onu yerli yabancı çok sayıda araştırmacı ve bilim adamı tarafından araştırma ve inceleme konusu yapmıştır. Hüsn ü Aşk’ı özgün kılan bir başka unsur da çok geniş bir yelpazeye yayılan teşbihlerdir. Bu makalede daha çok, söz konusu teşbihlerden biri olan ateş üzerinde durulacaktır. Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ın çok sayıdaki beytinde farklı unsurlar ile ateş arasında ilgi kurması, hiç kuşkusuz incelemeye değer bir konu olsa gerek. Burada yapılmaya çalışılan, ateşle ilgi kurulan çeşitli unsurları, somut bir şekilde gözler önüne sermek, söz konusu benzetmelerin çok geniş ve değişik bir yelpazede işlendiğini tespit etmektir. Ayrıca tespit edilen beyitlerin açıklanmasında, şairin mutasavvıf kişiliğinden ve mesnevînin tasavvufî özelliğinden dolayı, yer yer tasavvufî yorumlamalara gidilmiştir. A. Hüsn ü Aşk Mesnevisi Hakkında Bilgi 1.Mesnevinin Kısa Özeti Hüsn ve Aşk, Beni Muhabbet kabilesinde aynı gün doğan kız ve erkek çocuklarıdır. Doğar doğmaz kabilece nişanlanan çocuklar büyüyünce Mekteb-i Edeb adlı okula giderler. Hocaları Molla-yı Cünûn’dur. Aşk’a aşık olan Hüsn ilk başlarda aşkına karşılık almazsa da daha sonra aralarında büyük bir aşk başlar. Aşk, lalası Gayret ve hocası Mollâ-yı Cünûn’un yol göstermesiyle Hüsn’le evlenmek ister. Kabilenin ileri gelenleri Aşk’ın Hüsn’e kavuşabilmesi için Kalb Diyarı’ndaki Kimya’yı alıp getirmelerini isterler. Aşk lalası Gayret ile bu zor ve meşakkatli yolculuğa çıkar. Hem lalası Gayret’in hem de Sühan’ın yardımlarıyla önüne çıkan engelleri ( dibi olmayan kuyu, gam harabesi, ateş denizi, Zatüssuver Kalesi, devler, periler, büyüler, cadı vs.) birer birer aşan Aşk, sonunda Kalb Diyarı’na ulaşır. Burada Hüsn’ün sarayıyla karşılaşır. Bu arada karşılarına Mollâ-yı Cünûn, İsmet ve Hayret çıkar. Sühan bütün olup bitenlerin ne anlama geldiğini açıklar: Aşk Hüsn’dür, Hüsn de Aşk’tır. Aralarında ikilik yoktur, aksine “birlik”in farklı tezahürleridir. 2.Mesnevi Hakkında Bazı Görüşler Victoria Holbrook, “Alegori’nin Ölümü, Hüsn ü Aşk’ın Özgünlüğü” adlı makalesinde Hüsn ü Aşk hikâyesinin özetini şöyle vermiştir: Yolcu olan Aşk’ın, Hüsn ile evlenmek için aradığı “kimya”nın, yoldaki belâları aşarak yaşadığı, içsel dönüşümün sırrı olduğu anlaşılır. Kimyanın bulunacağı yer olan Hisar-ı Kalb’in hükümdarı Hüsn, Hisar’ın da Aşk’ın kalbi olduğu ortaya çıkar (Holbrook, 1996: 76). 82 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları Hüsn ü Aşk hakkında önemli görüşler ileri süren yazarlardan biri de Abdulbaki Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı, Hüsn ü Aşk ile ilgili bir yazısında "Hüsn ü Aşk"ta biz, iki asli unsur görmekteyiz, der ve bunların 1. Tasavvuf ve tasavvuftaki "seyr ü sülûk"; 2. O zamana dek yazılan mesnevi tarzındaki hikâyelere üstünlük cehdi, olduğunu belirtir ve şöyle devam eder: Tasavvufta, bilhassa Melâmet yoluna gidenlerce aşk, insanı, sevilen kişiden, bütün sevilenlerde cemalini, güzelliğini gösteren, bütün sevilenlerde görünen tek sevgiliye, kesretten vahdete, fertten topluma ve nihayet şehvetten istiğraka, kendinden geçişe götüren en kudretli bir vasıtadır; bu bakımdan mecazî, yani tatmin sonucu geçen ve bir sevgiliye duyulan aşk da, gerçek aşka bir köprüdür. Gerçek aşksa, önce zuhura, yani güzellere, sıfat ve eserlere, mazharlara taalluk ederken yavaş-yavaş, güzelliğe, zata taalluk eder ve âşık, kendisini, maşukta yok eder; âşıkın, maşukun bir tecellisi olduğu tahakkuk edince de aşk yok olur ve vahdet belirir. Bu, ikiliğin birlik, kesretin vahdet olduğunu, oluş halinde meydana çıkarır. Manevi yolculukta, gayret, yani mücahede, insanın eşi-dostudur; varlık âleminden yokluğa, varlıkların, Gerçek Varlık'a, Hakk'a nispetle izafî olduğunu bilmeye, bu bilgiyi buluş ve oluş haline getirmeye vasıta, manevi mücahededir. Sâlikin uğrayacağı vehimden doğan bütün sıkıntılarda, ayak sürçmelerinde ona, mürşidin sohbeti yardımcı olur. Galib, bu manevi yolculuğu ve nihayet varılacak makamı, bu eserinde, cidden çok güzel ve tam bir şiir havası içinde anlatmış ve duyurmuştur.(Gölpınarlı, 1971:112). Şeyh Gâlib’in yakın arkadaşı olan Esrâr Dede, Hüsn ü Aşk’ın muhtevasını Mevlevilikte geçirilen bir iç tekâmülün yansıması olarak açıklamaktadır: Mesnevideki âyet/delillerin parıltılı aydınlığı ve Mevlevî seyr ü sülûkunda, müritlerin her bir derece ve makama ulaştıkça, onlarda meydana gelen haller ve bu vesile ile meydana gelen son derece şahsî sırlar. İşte bunlar Hüsn ü Aşk’ın muhtevasıdır. (Türinay,1995:114) Yukarıdaki görüşlerin yanında Hüsn ü Aşk’ın tamamen tasavvufî bir içerikle yazılmadığını belirten görüşler de bulunmaktadır. Bunlardan birisini Victoria Holbrook, Sadettin Nüzhet Ergun’dan alıntı yaparak belirtiyor: “Fakat şunu da unutmamalıdır ki, Hüsn ü Aşk tamamen tasavvufî bir maksatla yazılmış değildir. Şairin gayesi, edebiyatta bir yenilik husule getirmektir. Bu eseri, sırf tasavvufî bir görüşle tahlil ve izaha kalkışmak manasız bir külfet olur. Şair bu tasavvufî mevzuları ancak imgelemine bir çeşni vermek için intihap etmiştir(Ergun, 1932’den akt. Holbrook,1998:248). 3. Hüsn ü Aşk ve Tesirleri Gâlib’den, özellikle de Hüsn ü Aşk’tan etkilenen şairlere şöyle kabaca bir göz attığımızda, Gâlib’in sırdaşı Esrâr Dede ile başlayan, XIX ve XX. yüzyıllarda yaşamış 83 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) uzun bir şair listesiyle karşılaşırız: Keçecizâde İzzet Molla ve Yenişehirli Avnî’den Ethem Pertev Paşa ve Abdülhak Hâmid’e, Namık Kemal’den, Cenab Şehâbeddîn’e, Ahmet Haşim’den Faruk Nafiz’e, Behcet Necatigil ve Attila İlhan’dan Hüsrev Hatemi, Sezai Karakoç ve Hilmi Yavuz’a kadar uzanan bir çok isim Gâlib’den esinlenerek şiirler yazmışlardır. Nesir sahasında bu kadar çeşitliliği göremesek de Şeyh Gâlib ve eseri Hüsn ü Aşk zaman zaman romanlara da konu olmuştur. Muallim Naci ile başlayan bu alandaki yankılanma, Tanpınar’ın, Halide Edib’in, Emine Işınsu ve Orhan Pamuk gibi yazarların romanlarında açıkça hissedilmektedir. Bunlardan başka, Turan Oflazoğlu’nun Güzellik İle Aşk ve III. Selim Kılıç ve Ney adlı oyunlarında, yine Kenan Işık’ın Aşk Hastası isimli oyununda Gâlib ve eseri karşımıza çıkmaktadır (Ayvazoğlu, 1995). Şeyh Gâlib’in ve dolayısıyla Hüsn ü Aşk’ın etkileri kuşkusuz burada verilenlerle sınırlı değildir. Biz sadece söz konusu çalışmalara örnek olması açısından yukarıdaki eserlerden bahsettik. B. Teşbih sanatı ve Ateş Unsuru Hakkında Kısa Bilgi Hüsn ü Aşk mesnevisinde ateşle ilgili benzetme unsurları hakkında etraflı bir yazı yazmadan önce, yazının adında ön plana çıkan iki unsur olan teşbih sanatı ve ateş unsuru ile ilgili bir takım tespit ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Kuşkusuz burada yapılmaya çalışılan ateşle ilgili benzetme unsurlarının tespiti ve özellikle bazı beyitlerin tasavvufî açıdan tahlili olduğu için, ne teşbih sanatını ne de ateş unsurunu etraflı bir şekilde incelemek istedik. Bununla beraber az da olsa hem teşbih hem de ateş ve onunla ilgili olduğunu düşündüğümüz kırmızı renk üzerine bir şeyler söylemekten geri duramadık. Teşbih, bir tanıma göre, sözü daha etkili bir duruma getirmek için aralarında türlü yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı nitelikçe daha üstün olana benzetmektir (Dilçin, 1983:405).Bir başka tanıma göre de teşbihin, sözlük anlamı benzetme demektir. Benzetme, bir varlıktaki ya da eylemdeki herhangi bir özelliğin daha etkin belirtilebilmesi için, onunla andırma ilişkisi içinde bulunduğu var sayılan başka bir varlığın ya da eylemin örnek gösterilmesidir (Uğur, 2003:49). Hüsn ü Aşk mesnevisinde hem Dilçin’in hem de Uğur’un yaptığı sınıflandırmalara ilişkin zengin bir seviyede teşbihin varlığı söz konusudur. Ateş ise, anasır-ı erba’a/dört unsurdan biridir. Söz konusu dört unsur aynı zamanda “tüm maddesel yapıların ve organik bütünlerin temel taşıdır (Arroyo, 2000:101) Hemen bütün mitolojilerde ve inanışlarda dört unsura dair bazı kabuller görmek mümkündür. Çünkü, her element hepimizin içinde işleyen temel bir enerji ve bilinç türünü temsil eder” 84 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları (Arroyo, 2000:101). Bu açıdan bakıldığı zaman insan vücudunun dört unsurdan meydana geldiği, bunlardan birinin ön plana çıkmasının kişinin karakterinin şekillenmesinde etkili olacağı kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu arada öncelikle belirtilmesi gereken bir husus da ateş ile ilgili benzetmelerin hemen hepsinin ortak paydasının ısı ve renk kaynaklı olduğudur. Ateşin temel özelliği esasında ısısından kaynaklanan yakıcılığıdır. Bu yakıcılık hem maddî hem de manevî nitelikte karşımıza çıkmaktadır. Bachelard, “ışık renk itibarıyla ateşle paralellik taşısa da yakıcılık açısından farklılık arz eder” diyerek ateş ile ateşe fizikî açıdan benzerlik gösteren ışık arasındaki ilgiye dikkat çeker (Bachelard,1995:46). Ayrıca mesnevideki beyitlerde dikkat çekecek yoğunluktaki ateşle ilgili benzetmelerin arka plânında, “yoğunlaştırılmış aşk ve ıstırap atmosferi” (Türinay,1995: 102)’nin önemli bir yer tuttuğunu da ileri sürebiliriz. Çünkü “ateş” sadece makaleye konu olan mesnevinin beyitlerinde değil, aynı zamanda şairin çoğu şiirlerinde çok belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Ateşin bir başka özelliği de canlı varlıkların hayatiyetlerinin önemli derecede bir göstergesi olmasıdır. Canlı varlıklara yaşama gücünü veren içlerindeki ateştir. Bu ateş kendini en çok rengiyle özdeşleşen kanda gösterir. Şairin ateşe bu derece önem atfettiğinin bir başka nedenini de bu gerçekte aramak söz konusu olabilir. Geleneksel açıdan bakıldığında dört unsurun kendi arasında ikiye ayrıldığı; ateş ve hava aktif ve kendini ifade edici, su ve toprağın ise pasif, alıcı ve kendini baskı altında tutucu özellikler taşıdığı kabul edilir. Bunlar içinde konumuzun hareket noktası olan ateş, hareketliliği, yerinde duramazlığı, sürekli yükselme arzusu içinde olması ile en dikkat çekici unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu özellikler, durağan, yere doğru ve yerçekimi ile ilgili olan toprak ve suyun aksine havada da görülmektedir. Ateş elementi evrensel ısı ve ışın yayan enerjiyi; kolay heyecanlanan ve ışığı kanalıyla dünyaya renk getiren enerjiyi anlatır. Bu element C.G. Jung tarafından psişik enerjinin dinamik çekirdeği ile ilişkilendirilmiştir (Arroyo, 2000:102). Buraya kadar yapılan tespit ve değerlendirmeler bize ateşin evrenin yaratılışından insanoğlunun bugün geldiği noktaya kadarki süreç içerisinde oldukça önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Böylesine önemi haiz bir unsurun Şeyh Gâlib’in şiir dilinde hangi tasavvurlara ve tahayyüllere konu olduğu bundan sonraki kısımda ele alınacak ve değerlendirilecektir. C. Hüsn ü Aşk’taki Ateşle İlgili Teşbih Unsurları Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili benzetmelerin tespit ve tahlili yapılırken, Şeyh 85 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Gâlib’in mutasavvıf kişiliğinden de hareketle, her bir unsurun, yer yer tasavvufî açıklamasının yapılması gerektiğini belirtmek gerekir. Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili benzetmeler birkaç başlık altında şöyle toplanabilir: 1.İnsan: Beni Muhabbet Kabilesi, Hüsn, Aşk, Gayret, Sâkî.(Kuşkusuz mesnevideki insanlar alegorik bir nitelikte belli değerleri sembolize etseler bile, burada daha çok insanî özellikleriyle değerlendirileceklerdir.) 2.Tabiat: Deniz, gül, güneş. 3.Hayvan: At (Aşk’ın atı Aşkar) 4.Nesne: Şarap, Kılıç, Gemi, Mektup, Yem. 5.Soyut Unsurlar: Âh, Figân, Gam, Cehennem. 1. İnsan-Ateş a. Ateş-Beni Muhabbet Kabilesi Hüsn ve Aşk’ın bağlı bulundukları kabile şair tarafından tasvir edilirken ateşle ilgili çeşitli tasavvurlardan faydalanılmıştır. Bunlardan birkaçı şunlardır: Giydikleri âfitâb-ı temmûz İçdikleri şu’le-i cihân-sûz (245)1 “Sevgi oğulları kabilesinin giydikleri temmuz güneşidir. İçtikleri ise cihanı yakan ateştir.” Orijinal iki benzetmeyle donanmış bu beyitte tasviri yapılan Beni Muhabbet/Sevgi Oğulları Kabilesi çoğunlukla tasavvuf ehlinin sembolü olarak değerlenmiştir. Tasavvuf ehlinin giydiği “âfitâb-ı temmûz”dan kasıt ise vahdettir. Temmuz güneşinin en belirgin özellikleri yakıcılık ve ısıtıcılıktır. Temmuz güneşinin yakıcılığı ilâhî aşktan ileri gelmekte, ısıtıcılığı ise ilâhî aşkın güzelliğinin sonucudur; daha doğrusu ilâhî aşkın güzelliğinin tecellîsidir. Giyme ve içme fiilleri “insan”ın doğal gereksinimleridir. Bu nedenle Beni Muhabbet Kabilesi ilâhî tecellîye mazhar olduğu için sürekli olarak ilâhî aşka bağlıdır ve onunla hayat bulmaktadır. Şair “giydikleri” derken her ne kadar somut bir nesneye işaret ediyorsa da, giyilen giysi tasvir edilirken “âfitâb-ı temmûz” tamlamasıyla soyut bir benzetmeye çağrışım yapmıştır. Aynı şekilde tasavvuf ehlinin içtikleri ifadesinin cevabı olarak verilen “şu’le-i cihân-sûz/cihanı yakan alev benzetmesi gibi soyut bir ifade ile ortaya konulmuştur. Hem giyilen hem de içilen unsurlar ilâhî aşkı 1 Makaledeki örnek beyit ve açıklamalar “Hüsn ü Aşk, Şeyh Gâlib, Haz. Orhan Okay-Hüseyin Ayan, Dergâh Yay. 2000.” adlı çalışmadan alınmıştır. 86 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları sembolize etmektedir. Tasavvuf ehli, hayatiyetini devam ettirmek için temel gıda olarak ilâhî aşkı giyinmek, onunla donanmak, onu sürekli olarak içmek, onunla hayat bulmak zorundadır. Beyitte dile getirilen benzetmenin benzeri aşağıdaki Ekdikleri dâne-i şerâre Biçdikleri kalb-i pâre pâre (250) “Kıvılcım tohumu ekiyorlar, paramparça olmuş kalp biçiyorlardı.” beytindeki “dâne-i şerâre” tamlamasında bulunmaktadır. Giydikleri ve içtikleri ateşle ilgili benzetmelerden oluşan Beni Muhabbet Kabilesinin hiç kuşkusuz “ektikleri” de “biçtikleri” de ateşle ilgili olacaktır. Beni Muhabbet Kabilesi, ateşten bir parça olan kıvılcım tohumu ekmekte, bundan da parça parça olmuş kalp biçmektedir. Doğal olarak toprağa ekilen şey, insanın gıda ihtiyacını karşılayan bir besin olacaktır. Ancak beyitte farklı bir anlam ifade etmekte, yani “dâne -i şerâre” ile ilâhî aşkın feyzi sembolize edilmektedir. “Ekdikleri dâne-i şerâre” mısraına, yapılan tasvir açısından baktığımızda herhangi bir sorun görünmemekte; fakat ekilen kıvılcım tanesinin yerine biçilen paramparça olmuş kalp, ortaya çelişkili bir tablo çıkarmaktadır. Esasında söz konusu çelişki, doğal olarak Beni Muhabbet Kabilesinin çektiği ıstırapları ifade etmektedir. Ama bu, kesinlikle maddî bir ıstırap değildir; aksine ilâhî aşktan kaynaklanan ve içinde, doğal olarak sonunda, hem de sonsuza kadar sürecek, mutluluk barındıran bir ıstıraptır. b.Ateş-İnsan-Hüsn Hüsn, Hüsn ü Aşk mesnevisinde Şeyh Gâlib’in aynı zamanda mesneviye adını verdiği kahramanlardan biridir. Hüsn kelimesinin sözlük anlamı güzelliktir. Tasavvufta ise ilâhî güzellik anlamındadır. Âlemdeki bütün güzellikler ve güzeller O’nun/Cemâl-i Mutlak’ın güzelliğindendir. Bir başka ifadeyle Hüsn, Ma΄şuk’tur. Hüsn ü Aşk mesnevisi için “Ma΄şuk’un kuluna olan aşkı”nı anlatan bir hikâyedir, diyebiliriz. Hüsn’ün mesnevide üstlendiği rol “sabır, iffet, sadakat ve haz”dır (Türinay, 1995:93). Hüsn’e dair ateş ilgili benzetmeler, onun güzellik unsurlarından olan dudak ve boy ile ilgilidir. La’l-i lebi şu’le-i şeker-nûş Gül-ruhları nev-bahâr-ı gül-pûş (452) “Dudağının mercanı, tatlı bir alev, gül yanakları ise güller giyinmiş ilkbahardır.” Şair Hüsn’ü tasvir ederken onun adından, yani Hüsn/Güzellik(Hüsn-i MutlakVahdet-i Mutlak) hareketle tasavvufta vahdetin simgesi olan yanak ve dudak unsurlarını zikrediyor. Esasında beyitte bir dualist ifade de dile getirilmiştir, diyebiliriz. Ancak burada üzerinde durulması ve vurgulanması gereken husus, ilahî güzellik/vahdet ile 87 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) kesretin bir arada bulunup bulunmayacağıdır. Gerçekte dudak ve yanağın rengi/kırmızılığı ilâhî güzelliğin bir yansımasıdır. Dudağın kırmızılığı tatlı bir aleve benzetilmiştir. Dudak için dile getirilen “şu’le-i şeker-nûş/şeker içen alev” benzetmesi, daha doğrusu imajı, oldukça dikkat çekici bir niteliktedir. Tasavvufta hüsn batinî/iç, cemâl ise zahiri/dış güzelliği ifade etmektedir. Hüsn ü Aşk mesnevisi bir bakıma şairin iç yolculuğu (Miraç) olduğuna göre, yolculuğun en sonunda Hüsnü kendi içinde görmesi, bu güzelliği farkına varması, gerçekte seyr ü sülûkta geçirdiği iç yolculuğun sonucudur. Aşk bu haliyle gerçek aşka veya bir başka ifadeyle insan-ı kâmil noktasına ulaşmış, gerçek güzelliğin esasında insanın kendi içinde gizli olduğunu, bir rehber/mürşid-i kâmil eşliğinde anlamış bulunuyor. c.Ateş-İnsan-Aşk Hüsn ü Aşk mesnevisinin baş kahramanlarından biri olan Aşk, mesnevide “vuslat, hasret, ıstırap” gibi duyguları sembolize etmektedir. Aşk, Türinay’a göre Şeyh Gâlib’in kendinden başkası değildir Ona göre şair, yaşadığı bir istihaleyi, üçüncü bir şahıs üzerinden, Aşk üzerinden, bize aktarmıştır(Türinay, 1995:103). Aşk’ın Kalb Diyarı’na yaptığı yolculuk esnasında karşılaştığı devler, periler, büyüler, cadılar veya gulyabanîler, ateş denizi vs. bir bakıma şairin seyr ü sülûk esnasında geçirdiği haller ve makamların birer sembolüdür. Mesnevide dikkat çeken bir nokta Aşk’ın, Hüsn’e göre daha zengin bir ateş imajıyla donatılmış olmasıdır. Bu durum, Aşk’ın çektiği sıkıntı, geçirdiği yolculuk ve bu yolculukta karşılaştığı güçlükler açısından bakıldığında normal bir durum olarak değerlendirilmelidir. Bir beyitte “cehennemin alevli goncası” olarak nitelenen Aşk, K’ey gonca-i şu’le-zâr-ı dûzah N’oldı ki edersin böyle âveh (1128) “Ey cehennemin alevli goncası, ne oldu ki böyle ah ediyorsun?” denilerek “gonca-ı şu’le-zâr-ı duzah” tamlamasında ateş/şu’le ile gonca arasında renk ve şekil gibi yönlerden bir benzerlik kurulmuştur. Goncadan maksat Aşk’tır. Gonca, gülün aksine, kapalı, tek bir unsur olarak görünüşüyle, tasavvufta vahdeti simgeler. Cehennem ise kesreti. Bu nedenle beyitte, kesret içinde vahdet anlayışı ortaya konulmuştur. Gonca/Aşk’ın sürekli bir şekildeki feryatları cehennemde/kesrette olduğundan dolayıdır. Beyitte ayrıca vahdet-kesret tezadı söz konusudur. Vahdeti simgeleyen gonca/Aşk ile kesreti simgeleyen duzah/cehennem bir arada verilerek tezat sanatı yapılmıştır. Tezat sanatı Sebk-i Hindî’nin önemli özelliklerinden biridir. Yalnız, klasik tezat sanatından 88 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları farklı olarak Sebk-i Hindî şairleri tarafından bir tamlama içinde birbirine zıt unsurların bir arada verilmesi suretiyle gerçekleştirilmiştir. Bir başka beyitte şair, Bir hâl ile eylemezdi ârâm Ditrerdi misâl-i şu’le endâm (328) “O, Aşk, bir türlü rahat edemez, vücudu alev gibi titrerdi.” diyerek Aşk’ın vücudunu titreyen aleve benzetmiştir. Ateşin yalımının yukarıya doğru sürekli bir şekilde titremesi ile daha beşikte bulunan Aşk’ın durumu arasında bir benzerlik kurulmuştur. Titreyen bir alev benzetmesiyle nitelenen Aşk’ın vücudu, bu haliyle sürekli bir değişim içinde olduğunu göstermektedir. Aşk burada aynı zamanda ilâhî tecellînin mazharı olan kâinatı temsil etmektedir. Kâinat da sürekli bir değişim ve gelişim içindedir. İlâhî tecellînin anlık değişimleri somut olarak kendisini kâinatta, bir başka ifadeyle âlem-i sagir olan insanda yani Aşk’ta göstermektedir. Bir Kandilin Alevi adlı eserinde Gaston Bachelard, alevin titremesi ile ilgili olarak şunları söyler: “Alevde mekân kımıldar, zaman kıpırdar. Işık titreyince, her şey titrer…(Bachelard 1999:30). Yazarın bahsettiği titreme, bir bakıma kâinattaki değişimi de çağrıştırmaktadır, denilebilir. Aşk’ın “gül vücutlu ateş” olarak tahayyül edildiği bir beyitte ise şair, Velhasıl o âteş-i gül-endâm Bu cünbiş ile geçirdi eyyâm (330) “Sözün kısası, o gül vücutlu ateş (Aşk), günlerini bu çırpınışlarla geçirmekteydi.” diyerek sık başvurulan bir benzetme ortaya koyuyor: “Âteş-i gül-endâm” tamlamasında renk ve şekil bakımından birbiriyle ilgili iki unsur olan âteş ile gül Aşk’ın vücudunun nitelenmesinde bir arada kullanılmışlardır. Bir başka beyitte ise, Hatt-ı ruhı dûd-ı nâr-ı Nemrûd La’l-i lebi kevser-i mey-âlûd (480) “Yanağının tüyleri Nemrûd ateşinin dumanı, dudağının kırmızılığı şarapla karışık kevserdi.” denilerek bir yandan Nemrûd’un Hz. İbrahim’i ateşe atma olayına telmih yapılmış, bir yandan da Aşk’ın yanağının tüyleri Nemrûd’un Hz. İbrahim’i yakmak için yaktırdığı ateşin dumanına benzetilmiştir. Şair beytin birinci mısraında “hatt-ı ruhı dûd-ı nâr-ı Nemrûd” diyerek Allah’ın “celâl”, “la’l-i lebi kevser-i mey-âlûd” diyerek ise “cemâl” sıfatına işaret etmekte ve bu iki sıfat Aşk’ın yüzünde tecellî etmekte, bulunmaktadır. Şair beyitte aynı anda hem 89 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Aşk’ın yüzünün özelliklerini hem de Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarını bir arada vermeye çalışmıştır. Bu haliyle beyitte bir tezat sanatının varlığı da kendisini göstermektedir. Beyitte ayrıca la’l-i lebi/dudağının kırmızılığı da kevser-i mey-âlûd/ şarapla karışık kevser olarak tahayyül edilerek vahdet, yani ilâhî aşk şarap; “hatt-ı ruh/yanağındaki tüyler ise dûd-ı nâr-ı Nemrûd” biçiminde nitelenerek kesret ifade edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında beyitte vahdet-kesret tezadı da bulunmaktadır. Ayrıca İlâhî tecellînin aynı anda ve aynı yerde farklı şekillerde tezahür edebileceği genel görüşünün varlığına rastlanılmaktadır. Bir başka beyitte ise şair farklı bir tasavvurla, Ruhsâresi âfitâb-ı tâbân Âteşler içinde mihr-i rahşân (529) “Parlak güneşe benzeyen yanağı, ateşler içinde parlayan bir güneşti.” diyerek Aşk’ın yanağını ateşler içinde parlayan bir güneşe benzetiyor. Fakat bu benzetmeyi yaparken farklı kelime ve tamlamaları kullanmıştır. Yani dolaylı bir şekilde “vahdet-i vücûd”a işaret etmiştir. Şöyle ki; şair, birinci mısradaki âfitâb-ı tâbân” ve ikinci mısradaki mihr-i rahşân” tamlamalarının nesnesi olan güneş ile Aşk’ın yanağı arasında ilgi kurmuştur. İlginin özünde ise parlama, yanma, dolayısıyla ateş vardır. Bu durum, bizi vahdet-i vücûd görüşünün temel dayanağı olan “kâinatta yaratılan her şey Allah’ın değişik suretteki tecellîleridir” ifadesine götürmektedir. Aslında şairin anlatmak istediği Aşk’ın yanağının ateşe/ilâhî nûra benzediğidir. Bu benzerlik âfitâb-ı tâbân ve mihr-i rahşân gibi farklı ifadelerle ortaya konularak anlatıma zenginlik ve kesinlik kazandırılmıştır. d.Ateş-İnsan-Gayret Aşağıdaki beyitte belâ çeken, tecrübeli, gün görmüş bir kişi olarak tanıtılan ve aynı zamanda Aşk’ın Lala’sı, rehberi dolayısıyla bir insan-ı kâmil olarak ifade edebileceğimiz Gayret’in sözleri ateşe teşbih edilmiştir. Var idi yanında bir belâ-keş Gayret adı her peyâmı âteş (1119) “Aşk’ın yanında, Gayret adında ve her sözü ateş gibi olan bir belâ tutkunu vardı.” Gayret’in sözlerinin ateş gibi olması, yakıcı olması, Aşk’ı eğitmesi, ona yol göstermesi, pişmesi içindir. Gerçekte insan-ı kâmilin her hareketinin ve her sözünün Allah’ın birer tecellisi olduğu düşünülürse, Aşk kendisine söylenen sözler karşısında sürekli yanıp tutuşacaktır, ya da mecazen böyle bir intibaı hissedecektir. 90 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları e. Ateş-İnsan- Sâki Sâkî dahi kendi ol perî-veş Bir hûr idi kim şarâb-ı âteş (1659) “Sakinin kendisi de şarabı ateş olan peri yüzlü bir huri idi.” Tasavvufta sâki mürşid-i kâmildir. Mürşid-i kâmilin sunduğu şarap ilâhî aşkın şarabıdır. Âşık, mürşid-i kâmil/sâkinin sunduğu ilâhî aşk şarabıyla kendinden geçiyor. Bir meyhane alegorisi üzerine kurulmuş olan bu beyitte sâki, güzelliği ile peri, hûri ve şarap kelimeleri arasında bir tenasüpten bahsedebiliriz. Sâki, bir mecliste veya meyhanede bazen su, bazen içki dağıtan güzel, genç olarak kabul edilir. Peri yüzlü bir hûri denilerek sâkinin güzelliğine mübalağalı bir vurgu yapılmıştır. Çünkü hem peri hem de huri çoğunlukla bir güzelin teşbih unsuru olarak kullanılagelmiştir. Şair bu iki unsuru saki üzerinde aynı anda kullanıyor. Çünkü esas vurgulanmak istenen ilahî güzelliktir. Diğer bir deyişle de saki, beyitte, aynı zamanda tasavvuf literatüründe mürşid-i kâmil, ilâhî tecellîye mazhar olmuş, dolayısıyla ilahi güzellikle donanmış bir rolle karşımıza çıkmaktadır. Mürşid-i kâmilin seyr ü sülûk esnasında müritlerini ilahi aşkla tanıştırmak, onları mutlak güzele götürebilmek için kullanabileceği unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz ilahî aşkı temsil eden şaraptır. Şair şarapla ateş arasında hem renk hem de ısıtıcılık, yakıcılık açısından ilgi kurmuştur. İlgi unsurlarından biri olan ısıtıcılık ve yakıcılık hem maddî hem de manevî açıdan değerlendirilebilir. Şöyle ki ısıtıcılık açısından içilen şarap, belli bir zaman içinde kana karıştıktan sonra vücudun hararetini artırır. Bu durum kendisini en çok yüzde gösterir. Yakıcılık da benzer bir şekilde şarap içilirken kendisini gösterir ve içen kişinin başta boğazının, daha sonra da iç organlarını belli ölçüde yakar. Bütün bunlar maddî açıdan getirilen yorumlardır. Esas üzerinde durulması gereken husus, konunun manevi boyutudur. Saki, mürşid-i kâmilin sunduğu şarap, doğal olarak ilahî aşk şarabıdır. Bu nedenle böylesine bir şarabın içen üzerindeki etkisi daha çok manevi düzeyde olacaktır. Yani âşığın gönlünde yankı bulacaktır ilahî aşk şarabı. Çünkü âşığın gönlü mahall-i tecellîdir ve aynı zamanda İlahî tecellînin kendisini izhar edeceği yerdir gönül. İlahî tecellî, âşığın gönlüne ilahî aşk şarabı ve saki/mürşid-i kâmil aracılığıyla girecektir. Şairin Divanı’ndaki bir beyitte ise sâkî Allah olarak ifade edilmiştir: Yek-reng feyz-i sâkî ile bezm-i gülsitân Her câm-ı bâde bir gül-i sîr-âbdır bu şeb (Kalkışım, 1994:258) “Bu gece gül bahçesi meclisi Allah’ın feyzi ile tek renge büründü ve her şarap kadehi de bir yeni açmış gül oldu.” 91 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) “Bu şeb” redifli gazelde, “bu şeb”den kasıt varlık âlemidir. Varlık âlemindeki her şey zıddıyla kaimdir. Beyitte kesret âlemi olarak ifadesini bulan gül bahçesi (gül tasavvufta kesreti ifade eder) Allah’ın feyzi ile tek bir renge, yani vahdete dönüşmüştür. Feyz beyitte su olarak ifade edilmiş olabilir. Su da tasavvufta vahdeti temsil eder. Gül bahçesindeki güllerin Allah’ın feyzi/ onlara bahşettiği su ile tek bir renge dönüşmesiyle tasavvufun önemli ilkelerinden biri olan kesrette vahdete işaret edilmiştir. Kesrette vahdeti sağlayan sâki, yani Allah’tır. Yine her şarap kadehi Allah’ın feyziyle yeni açmış bir güle dönüşürken, bir taraftan İlâhî aşkı ifade etmekte, bir taraftan da yeni açmış bir güle benzetilerek, kesreti çağrıştırmıştır. 2.Tabiat-Ateş a. Deniz Dünyâları tutmuş âteş-i gam Gird-âbları çeh-i cehennem (1588) “Gam ateşi dünyaları kaplamıştı. Girdapları cehennem kuyusuydu.” Aşk, yoluna çıkan ateş denizini, içine düştüğü ıstırabın etkisiyle gam ateşi olarak tahayyül ediyor. Bu öylesine bir ateş denizidir ki girdapları cehennemin gayya çukurlarına benzemektedir. Gam ateşi kesreti, mâsivâyı simgeler. Aşk ,karşısına çıkan girdapları cehennem kuyusu gibi olan ateş denizinin büyüklüğü karşısında ümitsizliğe kapılıyor. Dûzah velî şu’le-i sîm-âb Her ahkeri cur’a-nûş-ı gird-âb (1589) “Cehennem, fakat civa alevleriyle dolu. Her kıvılcımı, girdapları bir yudumda içiyor.” Bir önceki beyitte ateş denizindeki girdapları cehennem kuyularına benzeten şair, bu beyitte cehennem teşbihine açıklık getiriyor. Bu ateş denizi cehennemdir ve öylesine bir cehennemdir ki civa alevleriyle doludur. Ayrıca önüne çıkan girdapları yok etmektedir. Civa, yerinde duramama, kararsızlığı simgeler. Mâsivâyı temsil eden cehennem ateşi içinde, âşığın önüne çıkan çeşitli engeller sürekli bir şekilde değişmekte, âşığın sıkıntı ve ıstıraba kapılmasına ve onun azmini kırmaya neden olmaktadır. Her gavtası bir muhît-i âteş Her lüccesi bir cahîm-i ser-keş (1590) “Her anaforu bir ateş çemberi, her dalgası da havalanan bir cehennem gibiydi.” Aşk’ın yoluna çıkan ateş denizi çeşitli benzetmelerle tasvir edilmiştir. Bu benzetmelerden biri anaforuyla, diğeri de dalgalarıyla ilgilidir. Şair anaforu ateş çemberi, 92 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları dalgayı ise havalanan cehennem olarak tahayyül etmiştir. Ateş denizi mâsivâyı simgeler. Aşk, Kalb Diyarı’na ulaşma yolunda önüne çıkan bu maddî âleme ait engelleri aşmak zorundadır. Bu unsurların her biri âşık için sıkıntı ve ıstıraptır. Hûn-âb-ı ciger misâl-i gül-gûn Deryâ-yı şirâre kulzüm-i hûn (1591) “Gül renkli bir ciğer kanıydı; kıvılcım deryası ve kan deniziydi.” Şair, Aşk’ın yoluna çıkan ateş denizini “kırmızı renk” eksenli bir benzetme/imaj çerçevesinde tasvir etmiştir. Bütün bu benzetmelerin ana noktası kesret âlemidir. Aşk, işte böylesine bir kesret ortamı içinde derin bir ıstıraba ve ümitsizliğe kapılır. Kalb Diyarı’na ulaşabilmesi için bütün bu unsurların üstesinden gelmesi gerekecektir. Bin başlı bir ejder-i münakkaş Mumdan gemi altı bahr-ı âteş (1245) “Bin başlı bir nakışlı yılan, ateş denizinin üzerinde mumdan bir gemi. Beni Muhabbet kabilesi, Aşk’ın Hüsn’e kavuşması için Kalb Diyarı’ndan kimyayı getirmesini ister. Kalb Diyarı’na yapılacak yolculuk esnasında Aşk’ın karşılaşacağı bir takım engeller bulunmaktadır. Bunlardan birisi de ateş denizidir. Kabile mensupları, Aşk’ın nasıl bir denizle karşı karşıya geleceğini anlatırken, denizi, derisi nakış nakış bin başlı yılan olarak tasvir ederler. Bu arada söz konusu denizi geçebilmesi için de mumdan bir gemiye binmesi gerekmektedir. Beyitte orijinal bir tezat söz konusudur. Ateş denizi ve onun üzerinde yolculuk yapacak mumdan gemi. Aşk, kesret âlemini geçmek için bu mumdan gemiye binmek zorundadır. Bu bir anlamda Aşk’ın ateş denizinde/kesret âleminde yok olması demektir. Çünkü mumdan gemi ateş denizi içinde belli bir süre sonra eriyecek ve Aşk da ateş denizinde yok olacaktır. Ateş denizi bir anlamda da ilahî aşkı ifade eder. Aşk, sürekli bir şekilde bu ilâhi aşk içinde bulunmakta ve Cemalullaha ulaşmak için bu ortamı teneffüs etmek zorundadır. Gûş etmiş idi o sergüzeşti Âteş yemi üzre mum keştî (1548) “Aşk, ateş denizi üzerinde mumdan gemi macerasını daha önceden duymuştu.” Beyitte, bir önceki beyitte de dile getirilmiş olunan “mumdan gemi” benzetmesiyle karşılaşmaktayız. Burada, Sebk-i Hindî’nin önde gelen özelliklerinden biri olan tezadın farklı bir şekilde kullanımı söz konusudur: Bir tarafta ateş denizi, diğer tarafta Aşk’ın içinde yolculuk yaptığı mumdan gemi vardır. Bu tezat aynı zamanda Aşkın içinde bulunduğu ruhî karmaşayı da göstermesi açısından önemlidir. Bir bakıma mübalağa boyutundaki bu benzetmenin arka planında Aşk’ın “Gerçek Aşk”a ulaşma yolunda ne 93 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) derece zor bir durum içinde olduğunu, her an için mumdan geminin eriyip, Aşk’ın ateş denizinde kaybolup gideceğini göstermektedir. Bu durum aynı zamanda seyr ü sülûkun ne derece meşakkatli olduğuna ve bir anlık tereddüdün, o ana kadar alınan yolun heba olabileceğine de işarettir. b. Gül Nev-reste nihâl-i erguvânî Bâr-âver-i âteş-i civânî (658) “Yeni yetişen erguvan fidanı gençlik ateşinin meyvesini getirmişti.” Beyitte erguvan çiçeği kırmızı rengi dolayısıyla ateşe benzetilmiştir. Gül bahçesinde bulunan erguvan fidanının gençlik ateşini getirmesi hayali/imajı bize Aşk’ın ilâhî aşk yolunun daha başında olduğunu anlatmaktadır. Beyitteki nev-reste/yeni yetişmiş ve âteş-i civânî/gençlik ateşi arasındaki tenasüp, bizi dolaylı olarak seyr ü sülûka yeni girmiş müride götürmektedir. Bilmez ki nedir nihâl-i gül-nâr Âteş mi bitürdi yoksa gülzâr (278) “Nar fidanını bilmediklerinden dolayı, (acaba) gül bahçesi ateş mi bitirdi, yetiştirdi, diye şaşırırlardı.” Beyitte ateşle gül arasında renk ve şekil açısından bir ilgi kurulmuştur. “Nihâl-i gül-nâr” tamlamasındaki gül mutluluğu, nâr/ateş ise ilâhî aşk ıstırabını temsil etmektedir. Beyitte mutluluk içinde ıstırap ya da ıstırap içinde mutluluk tezadı söz konusudur. Birbirine zıt unsurların bir tamlama içinde yer alması Sebk-i Hindî’nin önemli özelliklerinden biridir.2 Gül tasavvufta “cemâl-i mutlak”ı, ateş ise “celâl-ı mutlak”ı temsil eder. Her iki unsurun “Vücûd-ı Mutlak”ta bulunması ve birbirlerinden ayrılmaz bir şekilde tecellî etmesi söz konusudur. Hayretle dehân-ı gonca ebkem Düştü gül-i şu’le üzre şebnem (1791) “Goncanın ağzı hayretten kapandı. Sanki alev gülü üzerine çiğ tanesi düştü.” Gülün kapalı şekli olan gonca beyitte hüsn-i talil sanatıyla hayretten, şaşkınlıktan donakalmış, ağzı kapanmış bir kişi olarak tahayyül edilmiş. Ayrıca beyitte renk ve şekil yönlerinden sık tekrarlanan gül-alev ilgisi de söz konusudur. Gonca vahdeti, gül ve alev her iki unsur da kesreti simgeler. Ayrıca alev gülü üzerine düşen çiğ tanesi, kesret içinde 2 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkadir Gürer; “Şeyh Gâlib’in Şiirlerinde Bir Anlatım Özelliği” Türkoloji Dergisi, C.XIII., S.1, 99-108 94 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları vahdeti ifade etmektedir. c.Güneş (Mihr, Hurşid) Hüsn ü Aşk mesnevisinde kozmik âlemin önemli bir parçası olarak farklı tahayyüllerle nitelenen güneş unsurunun, konumuz çerçevesinde, bir iki beyitte ateşle ilgisi kurulmuştur. Âteş nazarımda mihr-i rahşân Cennet gözüme diken mugaylân (1819) “Ateş, gözüme parlak güneş gibi; cennet ise gözüme diken gibi gözüküyor.” Aşk, çıktığı yolculuğun sonsuzluğu karşısında bir an için dahi olsa böylesine bir ümitsizliğe kapılıyor ve yukarıdaki sözleri söylüyor. İlahî aşkı temsil eden ateş, sıradan bir varlık gibi algılanarak parlak güneşe benzetiliyor. Benim gözümde denilerek bu benzetmenin yapılması, daha sıradan ve şahsî bir nitelik kazanıyor. Ateşin güneş, cennetin de dikenlik ve çalılık olarak görülmesi, o andaki ruh haletinin yansımasıdır. Aynı zamanda cemal-i ilâhiyi hedef alan Aşk/âşık için cennet, gerçekten çalı ve diken gibi tahayyül edilecektir. Çünkü esas hedef “cemalullah”tır ve O cennetle sınırlı değildir. Sadece cennetle sınırlı olmadığına göre, benim için cennetin bu anlamda pek fazla bir değeri yoktur. Ben kendime daha yüce hedefler tayin etmişim ve onun yolundayım. Bu yolculuk esasında önüme çıkacak olan ateş, gözüme parlak bir güneş; cennet de diken gibi görünecektir. Ruhsâresi âftâb-ı tâbân Âteşler içinde mihr-i rahşân (529) “Parlak güneş olan yanağı, ateşler içinde parlayan güneşti.” Tasviri yapılan Aşk’tır. Hüsn’ün parlak güneş olan yanağı Aşk’ın yüzüne aksetmiştir. Yanak, tasavvufta vahdettir. Vahdetin Aşk’ın yüzünde aksetmesi, tecellî etmesi söz konusudur. Hüsn daha önce de söylendiği gibi cemâl-i İlahîyi temsil etmektedir. Cemal-i ilahîyi temsil eden ve güneşe teşbih edilen Hüsn ateşler içerisinde kalmış gibidir. Yani Allah’ın cemal sıfatının her yeri ve her şeyi kapsaması söz konusudur. Cemal-i ilahîyi yani vahdeti temsil eden Hüsn ve dolayısıyla onun yanağı, Aşk’ın yüzünde tecellî ederek, her yeri ve her şeyi kapsamıştır. Beyitte ateş ile güneş arasında ilahî aşkı, cemal-i ilahiyi temsil etmeleri açısından bir benzerlik söz konusudur. 3. Hayvan a. Ateş-Hayvan-At (Aşkar) Hüsn ü Aşk mesnevisinde tasviri yapılan birkaç hayvandan biri Aşkar adlı ve aynı 95 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) zamanda Aşk’ın Kalb Diyarı’na olan yolculuğu esnasında bindiği attır. Mesnevideki birçok unsur gibi Aşkar da birkaç beyitte ateşle ilgili benzetmelerle tanımlanmıştır. Aşağıda bu benzetmelerden birkaçı verilmiştir. Dâg gibi durur o şu’le-endâm Çün künbed-i la’l-reng-i Behrâm (1495) “Tıpkı Behrâm’ın la’l renkli künbedine benzeyen o alev vücutlu/Aşkar dağ gibi duruyor.” Behrâm, Sasaniler soyundan İran’lı bir hükümdardır. Babası Yezdcürd’ün ölümü üzerine tahta çıkmış, Mimar Sinnimâr’a yedi kubbeli bir köşk yaptırmış, zamanının çoğunu avla geçirmiş ve bir av esnasında ölmüştür (Pala, 1989:133; Demirel, 1995:20). Şair, Behrâm’ın yaptırdığı la’l-renkli künbede telmihte bulunarak künbet ile Aşk’ın atı Aşkar arasında azametli görünüşleri yönünden bir ilgi kuruyor. Tûbâ-yı cinân dıraht-ı şu’le Kâşâne-i adn ü taht-ı şu’le (1486) “ O (Aşkar), cennet Tûbâsı, alevden bir ağaç, cennet köşkü ve ateşten bir tahttır.” “Dıraht-ı şu’le/alevden ağaç” tamlamasıyla Kur’an-ı Kerim Tâhâ Suresi 10, 11 ve 12. ayetlerde Hz. Mûsâ’nın Tûr dağı’nda şahit olduğu olaya telmih yapılmıştır.3 Şairin burada Aşk’ın atı Aşkar’ı “dıraht-ı şu’le/alevden bir ağaç benzetmesiyle tasvir etmesi orijinal bir benzetmedir. Kuşkusuz at sadece bu benzetmeyle verilmemiştir. Atın tasviri sırasında kullanılan ifadeler, alışılagelmişin dışında özellikler taşımaktadır. Tûbâ-yı cinân/cennet Tubası ve kâşâne-i adn/cennet köşkü, dıraht-ı şu’le ve taht-ı şu’le ile paralellik göstermektedir. Cennetteki Tûbâ ağacı ile alevden ağaç ve cennet köşkü ile ateşten taht arasında dikkat çekici bir ilgi kurulmuştur. Cennetteki Tûbâ ağacı, kökü yukarıda, dalları aşağıda olan bir ağaçtır. Deniz üzerinde Aşk’ı hedefine götüren Aşkar da şair tarafından böyle resmedilmiş, tasvir edilmiştir. Burada dikkat çeken nokta böylesine farklı bir yapıdaki ağaç ile alevden ağaç arasında kurulan ilgidir. Su gibi akar zemîn ü kâne 3 “Hani o bir ateş görmüş ve ailesine: bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meşale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti. Oraya vardığında kendisine tarafımızdan: Ey Musâ! Diye seslenildi: Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ’dasın.” Tâhâ. 10- 11-12. Ali Nihad Tarlan Şeyh Gâlib’in bir beytini açıkladığı makalesinde yukarıda sözü edilen sureyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Tûr dağındaki bu nur ve ateş şeklinde görünen ağaç müfessirlere göre Mûsâ yahut Avsec ağacı denen dikenli bir ağaçtır (Tarlan, 1990:107). 96 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları Âteş gibi sıçrar âsümâne (1500) “At (Aşkar), su gibi toprağa ve maden ocağına akar, ateş gibi de göğe sıçrar.” Şair, Aşk’ın atı Aşkar’ı tasvir ederken zıt unsurlardan faydalanmıştır. At, birinci mısrada suya benzetilerek, su gibi toprağa ve maden ocağına akmakta, ikinci mısrada ise ateş/kıvılcım gibi göğe sıçramaktadır. Su-âteş, zemin-âsümân tezatı söz konusudur. At, Aşk’ı Diyar-ı Kalbe götürecek vasıtalardan biridir. Daha doğrusu, Aşk’ın seyr ü sülûkta karşılaştığı bir takım engelleri aşmasına yardımcı olacak bir unsurdur. Gaston Bachelard, Bir Kandilin Alevi adlı eserinde ateş ve suyun özelliklerini şöyle belirtir: Su yapısı gereği yatay ve dişil; ateş ise eril ve dikey bir karakter taşır. Alev hem atılgan hem kırılgan bir dikeydir (Bachelard, 1999:49). Bu sözlerden aynı zamanda şairin neden Aşkar’ı bir ateş olarak tahayyül ettiği ve bazen su gibi yatay, sakin ve durağan, bazen de ateş gibi yerinde durmaz, hareketli dikey, sürekli yukarı çıkmak arzusu içinde olduğunu az çok anlamak mümkündür. Tabiattaki sürekli değişim ve oluşum, bir anın bir ana benzememesi, tabiatın bir parçası olan Aşkar için de söz konusudur Ankâ-yı sühan-şinâs-ı hoş-dem Pervâzda şu’le-i mutalsam (1502) “Tatlı nefesli sohbet bilir bir Anka, uçuşta tılsımlı bir alev.” Yukarıdaki beyitte ise Aşkar’ın uçuşu tılsımlı bir alev olarak tahayyül edilmiştir. At, Aşk’ın hedefine ulaşmasında bir vasıtadır. Aşkar’ın Anka kuşuna benzetilmesi tasavvurunun arkasında tasavvufta gözle görülmemesinden dolayı mâsivâdan veya dünyanın maddi ağırlığından kurtulmuş ruhu simgelemesi yatmaktadır. Anka-yı mugrib tamlamasıyla da anılan bu kuş ismi var cismi yok şeklinde tarif edilmektedir. (Batislâm, 2002:101) 4.Çeşitli Nesneler a. Kılıç: Şair, Aşk’ın kılıcını tasvir ederken bir iki beyitte ateşle kılıç arasında değişik açılardan benzetmeler kurmuştur. Bu beyitlerin birinde şair, Bâr u beri şu’le şâh-ı âteş Endamı bir âteş-i müzerkeş (1470) “Yemişleri alev olan bir ateş dalı, endamı altın yaldızlı bir ateş.” Bir başka beyitte ise, Kan ırmağı cûy-bâr-ı âteş Zehr-i ecel ejder-i münakkaş (1463) 97 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) “O (kılıç), kan ırmağı, âteş nehri, ölüm zehri ve nakışlı ejder gibidir.” diyerek, Aşk’ın kılıcını âteş-i müzerkeş, kan ırmağı, cûy-bâr-ı âteş zehr-i ecel ve ejder-i münakkaş şeklinde tasvir ve tahayyül ediyor.. Beyitte sıralanan benzetmeler kılıcın özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır ki bunlardan biri de ateş ırmağıdır. Kılıcın özünde ateş vardır. Kılıç sıradan bir demir parçası iken ateşte kızdırılır, dövülür, suya sokulur ve aslî görevini yapacak hale gelinceye kadar bu işlem birkaç kez tekrarlanır. Ateşle kılıç arasında kurulan ilginin bir yönü budur. Bir diğer yönü ise öldürücü ve yaralayıcı bir alet olması nedeniyle ecelin zehri ve nakışlı bir yılan (ejder/yılanın üzerindeki çeşitli renkteki motifler akla gelebilir.) olarak tahayyül edilmiştir. Bu ilgi aynı zamanda savaş esnasında kılıç üzerinde oluşacak kanların şair tarafından ateşten bir kan ırmağı şeklinde yorumlanmasına da neden olmuştur. b.Yem Mâhileri sayd için ser-â-ser Baglı idi oltalarda ahker (1348) “Balıkları avlamak amacıyla oltalara ateş bağlanmıştı.” Şair Aşk’ın yoluna çıkan ateş denizini tasvir ederken, oldukça orijinal bir hayali, ateş denizindeki balıkları avlamak için oltalara ateş bağlandığını, tahayyül ediyor. Benzer bir tasavvuru aşağıdaki beyitte de görmekteyiz: Tâ olmaya dâne- çîn-i hırmân Güncişk’e şerer dökerdi sıbyân (1361) “Çocuklar serçeler yemsiz kalmasınlar diye önlerine kıvılcım dökerlerdi.” Beyitte kıvılcımlar, çocukların kuşlara attığı yemlere teşbih edilmiştir. (Muhammet Nur Doğan, Hüsn ü Aşk adlı çalışmasında bu beyitle ilgili olarak şu dipnotu düşmüş: Kışın, yanan sobaların kıvılcımlı külleri karın üstüne serpildiğinde, kızgın kül zerreleri karı eriterek toprağa saçılmış buğday tanelerinin manzarasına benzer bir görüntü(yü) ortaya çıkar(ırlar). Bunun yanında, kışların uzun ve soğuk yaşandığı yörelerde çocukların en ilginç oyunlarından birisi de, karların üzerine işeyerek şekil çizmeleridir. Şair bunu “şerer” kelimesini tevriyeli olarak kullanmak sureti ile esprili bir şekilde hissettiriyor. Doğan, 2002:281. Parantez içi ekler bana aittir.) c.Gemi Keştî velî nahl-i sûra benzer Kâlîbedi sürh şu’le-peyker (1554) “Onlar gemiydi, ama düğün alayındaki nahle; tekneleri kırmızıydı, alevden yapılmıştı. 98 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları Nahıl, balmumundan yapılmış bir süs ağacıdır. Bunlar eskiden düğünlerde çeşitli yapma meyveler, çiçekler, altın veya gümüş yapraklarla süslenerek gelinin önüne getirirlerdi. (Doğan: 2002:317). Aşk, Kalb Diyarı’na giderken yoluna çıkan ateş denizi üzerinde, devlerin yaptığı ateşten yapılmış mumdan gemiler görür. Bu geminin teknesi alev görünüşlü idi. Tezatlarla donanmış bu beyitte şair iç yolculuk sırasında geçirdiği ruhî dalgalanmaları gözler önüne sermeye çalışmıştır. Ateş denizi içinde mumdan gemi tasavvuru gerçekleşmesi mümkün olmayan veya bir araya gelmesi mümkün olmayan iki unsurun ateş ile mumun birlikte verilmesiyle dikkat çekmektedir. d. Şarap Mînâdaki penbe penbe-i dâg Dâg içre şarâb-ı şu’le ırmag (261) “İçki içtikleri şişelerin tıpaları, yaralarına koydukları pamuktu; yaralarından ise alev şarabı gibi bir ırmak akmaktaydı.” Oldukça orijinal bir hayâlle kurulan beyitte yapılan benzetmelerin ortak noktası renktir. Mînâ/testi ile âşığın kalbi, testinin tıpası yaranın pamuğu ve yaradan akan kanlar da alevden bir ırmak olarak tahayyül edilen şaraba benzetilmiştir. Kalbi kanla dolu olmasından dolayı rengi kırmızıdır. Yara kırmızıdır ve yaradan akan kan da kırmızıdır. Kırmızı tasavvufta kesreti ifade etse de burada ilâhî aşkla olan ilişkisine dikkat çekilmektedir. Şair, şarabı ateşe benzetmiştir. Beyitteki mînâ/şarap testisi, âşığın kalbidir. Bu kalpteki yaranın kırmızılığı, yani ateş, ilâhî aşkı temsil etmektedir. Beni Muhabbet kabilesi mensuplarının, tasavvuf ehlinin kalplerindeki yaralardan ırmak gibi alevden şarap akmaktadır. Yani sürekli olarak ilâhî aşkı yaşamaktadırlar. Varmış o suya şarâb-ı bîgaş Kim reşk ile olmış ayn-ı âteş (683) “Saf şarap o suya varınca, kıskançlığından ateş gibi olmuştu.” Şarap, mai ateş olarak kabul edilir. Ateş-i seyyâle olarak da tarif edilen şarap, suyun ve ateşin bir arada bulunduğu unsurlardan biridir. “Ateş ve su ilkeleri aynı zamanda hem mai ateş hem de ateşli su olan şarapta bir araya gelir; işte özgürleştirici sarhoşluk zıt unsurların bu simyevî ve mucizevî bileşiminin bir sonucudur” (Schuon,1997.83). Saf şaraptan kasıt henüz mâsivâdan elini eteğini çekememiş olan sâliktir. Mürşid sâlikin elinden tutarak, onun belli makam ve hâllerden geçerek insan-ı kâmil olma yolunda ilerlemesine vesile olur. Suyun temel özelliği saflığı ve cisimleri yansıtma özelliği ile bir ayna görevi görmesidir. Ancak saf, yani henüz hiçbir kimyasal işlemden geçmemiş olan şarap, ki bu 99 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) haliyle kesreti temsil etmektedir, vahdeti temsil eden suyun karşısında, suyun bulunduğu durumu kıskanmasından dolayı kıpkırmızı olacaktır. Sâkî getür âteş-i sabuhu Nûr eyle o âteş ile ruhu (1536) “Sâki şarap ateşini getir ve o ateşle ruhu nurlandır.” “Sâki tasavvufta mürşid-i kâmildir. Seyr ü sülûkta sâlikin çeşitli makam ve hâllerden geçmesine yardımcı olan kişidir. Beyitte âşık, sâki/mürşid-i kâmile seslenerek ondan şarap ateşini/ ilâhî aşkı sunmasını ister. İlâhî aşk şarabını içen âşıkın ruhu aydınlanacaktır. Câm-ı mey-i şu’leye kanardı Ruhsarı parıl parıl yanardı (547) “Alevden şarabı kana kana içerdi. Yanağı da şarabın etkisiyle parıl parıl parlarrdı.” Şair şarapla ateş arasında ilgi kurmuştur. Sık sık tekrarlanan bu benzetme ile Hüsn (ilâhî güzellik)’ün aşk şarabı içmesi söz konusu edilmiştir. Hüsn ilâhî güzellik bir anlamda Allah’ı ifade etmektedir. Allah’ın ilâhî aşk şarabını içmesi ise tasavvufî terminolojide ilk âşık olanın Allah olduğu inancıyla ilgilidir. Beyitte tecellî nazariyesine de atıfta bulunulmuştur. Yani Allah kendi güzelliğini görmek ve göstermek amacıyla varlığı yaratmış ve kendi güzelliğini onda seyrederek âşık olmuştur. Bir anlamda aşk şarabını içmiştir, diyebiliriz. e. Mektup Bu nâme ki bir siyeh şererdür Hâkister-i şu’le-i cigerdür (932) “Bu mektup siyah bir kıvılcımdır. Öylesine ki bu mektup ciğerimin ateşinin külüdür.” Şair mektubu siyah bir kıvılcım olarak tahayyül ediyor. Kıvılcım normalde kırmızıdır, ama yere düştükten sonra sönünce siyahlaşır. Mektubun siyah olarak nitelenmesi âşığın çektiği ıstırabın ifadesi olarak düşünülebilir. 5. Soyut Unsurlar Bu başlık altında üzerinde durulacak olan, âh, gam, figân gibi karamsarlık ve ıstırap ifade eden unsurlar her ne kadar bütün Divan şairlerinin ortak temalarından ise de Sebk-i Hindî şairlerinin bu noktada daha yoğun duygular yaşadıklarını ve bunları dile getirdiklerini söyleyebiliriz. a. Âh (Timsah) Aşk’ın Kalb Diyarı’na yaptığı sıkıntı ve ıstırap dolu yolculuğun sonlarına doğru 100 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları içinde bulunduğu ortamdan şikâyet ve buna bağlı olarak âh etmesi söz konusudur. Şair Aşk’ın âhlarını bir beyitte ateşten bir timsaha benzetmektedir: Âh etsem olur neheng-i âteş Âhır bana kasdeder o ser-keş (1796) “Âh etsem âhım ateşten bir timsah olur ve sonunda o serkeş beni öldürmeye yeltenir.” Beyitte Aşk’ın âhı bir ateşten bir timsah olarak tahayyül edilmiş. Kuşkusuz burada somut bir şekilde âhın ateşten bir timsaha benzetilmesi söz konusudur. Ateşten timsah, Yunan mitolojisinde geçen mitolojik varlıktır. Ona Typhoeus ve Echidna hayat vermiştir. Vücudunun ön tarafı aslan, orta kısmı keçi ve bir yılan kuyruğundan oluşmuştur. Ağzından alev üfler. Lycia'yı sığırları öldürdüğü için acımasızca katletmiştir. Bellerophon tarafından öldürülene dek, hayatını orayı burayı ateşe vererek geçirmiştir. ∗ Âşık âh ettikçe Allah’a yaklaşmaktadır. Allah ise bu çekilen âhlara karşılık “celâl” sıfatını tecellî ettirir ve âşığa bu âhların ateşten bir timsah şeklinde görünmesini sağlar. Ortaya çıkan ateşten timsahın doğal davranışı ise âşığı öldürmek, yok etmektir. Yani âşık çektiği âhların içinde yok olacak, yoklukta “varlık”ı bulacaktır. Bu beyitte geçen “âh”, yani elif ve he” harfi aynı zamanda Allah lafzını da çağrıştırmaktadır. Şair sürekli bir şekilde âh etmekte, yani Allah’ı anmaktadır. Sürekli bir anış, zikrediş sonunda âşığı O’nunla, O’nda yok olmaya kadar götürecektir Beyitte âh ile ateşten timsah arasında ilgi kurulmasındaki ortak payda ateştir. Şairin, ateşten timsah derken ilk çağlarda yaşadığı farzedilen ve ağzından alev çıkaran hayvana atıfta bulunduğu düşünülebilir. b. Figân Gûyâ tutulup zebân-ı şu’le Lerzende idi figân-ı şu’le (1338) “Sanki alevin dili tutulmuş ve yine alevin feryatları da titremekteydi.” Beyitte, çizilmeye çalışılan kış tablosu içinde karşımıza iki tasavvur çıkmaktadır. Bunlardan birincisi zebân-ı şu’le/alevin dili, diğeri de figân-ı şu’le/alevin feryadıdır. Her iki tasavvur da kişileştirilmiştir. Aşk kalp diyarına yaptığı yolculuğun bir döneminde kış mevsimiyle karşılaşır. Şair kışın şiddetini anlatmaya çalışırken gerçekte bu mevsimle ∗ http://www.deepnature.com/life_mitoloji.htm 101 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) tezat oluşturan bir unsurdan, ateşten faydalanır. Kış öylesine şiddetlidir ki, ateşin dili tutulur ve ateşin çıkardığı sesler feryat olarak algılanarak titrek bir tablo içinde tahayyül edilir. c. Gam Ol âteş-i gam ki düşdi câna Lutfeyle ki düşmesin zebâna (988) “Canıma düşen o ıstırap ateşinin dillere düşmemesini lutfet.” Hüsn düştüğü aşk derdini İsmet’e anlatırken ondan bir istekte bulunuyor. Canına düşen gam ateşi, yani aşk ateşi/ilahî aşk sürekli bir şekilde onu yakmaktadır. Bundan bir kurtuluşun olmadığı anlatılıyor. Özellikle “Ol âteş-i gam ki düşdi câna” mısraındaki “ki” edatı buradaki çaresizliği daha net gözler önüne sergilemektedir. Bu durumda Hüsn’ün İsmetten isteği bu ilahî aşkın dile düşmemesidir, yani herkes tarafından bilinmemesidir. Hiç kimsenin haberi olmadan düştüğü bu aşk ateşi içinde, kendi derdiyle baş başa kalmasını istiyor. Dünyâları dutmuş âteş-i gam Girdâbları çeh-i cehennem (1589) “Bu gam ateşi dünyaları tutmuştu. Girdapları cehennem kuyusuydu.” Aşk, Aşkar’la konuştuktan ve başından geçenleri ona anlattıktan sonra karşılaştığı ateş hakkında konuşmaya başlar. Hüsn ü Aşk mesnevisinde “Ateşe Dair” başlığı altında dile getirilen beyitlerde ateş ile çeşitli unsurlar arasında türlü yönlerden ilgiler kurulmuştur. Bunlardan birisi de gamdır. Sebk-i Hindî’nin önemli anlatım araçlarından biri olan soyut/somut ilişkisi bu beyitte soyut unsur olan gam ile somut unsur olan ateş arasında kurulmuştur. Gam ateşinin dünyaları tutması bir yandan mübalağaya, bir yandan da içine düştüğü ilahî aşk ateşinin sonsuzluğuna işarettir. Ateş denizi içinde yer alan girdapların cehennemin gayya çukurlarına benzetilmesi de seyr ü sülûk sırasında Aşk’ın içine düştüğü sıkıntılara bir örnektir. d. Cehennem Bir berkin içindeyim ki medhûş Dûzah nazarımda tıfl-ı âgûş (1816) “Bir şimşeğin içinde öylesine bir dehşete düşmüşüm ki, cehennem, gözüme kucaklanacak bir çocuk gibi geliyor.” Aşk, gittiği yolun sonsuzluğundan dolayı karamsarlığa düştüğü anda gördüğü berk/yıldırım ateş olarak düşünülebilir. Çünkü ikinci beyitteki dûzah/cehennem ile ilgilendirilmiş. Beyitte dikkat çeken unsur cehennemdir. Çünkü cehennemin ateş olarak 102 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları düşünülmesi ve kucaklanacak bir çocuk gibi tahayyül edilmesi söz konusudur. Sevgiliden ayrı kalan, ona ulaşma yolunda bin türlü sıkıntıya düçar olan âşık için ateş, çocuk kadar sevimli olabilmektedir. Kuşkusuz âşığın böyle bir duyguya kapılmasının asıl nedeni ilâhî tecellîdir. İlâhî tecellî anında, çektiği zorluklar karşısında, etrafındaki her şey, cehennem bile ona hoş görünebilmektedir. Buraya kadar yapılan tespit ve değerlendirmeler ışığında Hüsn ü Aşk mesnevisinden ateşle ilgili benzetmelere örnek kabilinden seçilen beyitlerin zengin bir yelpazeye yayıldığı görülmüştür. Fakat bu makalenin dar sınırları içinde, ancak belli bir açıdan konuya açıklık getirilmiştir. Buna rağmen Şeyh Gâlib’in Sebk-i Hindî’nin en önemli ve en son temsilcilerinden biri olarak, kendisinden önceki Sebk-i Hindî şairleri gibi (Nâilî, Fehîm, Neşâtî ve Şehrî ) ateş unsuruna şiirlerinde oldukça geniş yer verdiği söylenebilir. Şairin böyle bir unsura neden bu derecede fazla yer verdiğinin nedenlerinden bazıları bir makalede ortaya konulmuştu (Demirel, 2000). Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk mesnevisindeki ateşle ilgili benzetmeler ve bu benzetmelerin bazen orijinal imajlara dönüşmesi hakkında bir takım tespitler yaparken şu iki temel noktayı hatırdan çıkarmamak gerekir: 1.Şeyh Gâlib, her şeyden önce mutasavvıf bir kişiliğe sahiptir ve dolayısıyla edebî kişiliğinin şekillenmesinde tasavvufî alt yapısının önemli bir yeri olduğu bilinen bir gerçektir. Bu alt yapının kaynakları İbni Sina, Mevlânâ, İbni Arabî, Şebusterî, Attar ve Fuzulî gibi şahsiyetler ve onların eserleridir. 2.Ateş, farklı özelliklere sahiptir. Yakıcılığı, ısıtıcılığı, yok ediciliği, temizleyiciliği gibi özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda bir yönüyle ıstırap, bir yönüyle de ilâhî aşkı sembolize etmektedir. Kendinden önceki Sebk-i Hindî şairlerinin şiirleri incelendiği zaman dikkatleri çekecek boyutta ateş ve ateşle ilgili unsurlara yer verildiği görülecektir.4 Bu nedenle makalenin esas konusu olan Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili benzetme unsurlarının arka plânında ilahî aşkın ve seyr ü sülûkta çekilen ıstırapların var olduğu ileri sürülebilir. Hüsn ü Aşk’taki ateşle ilgili teşbih unsurları üzerine yaptığımız bu çalışmada varılan sonuçlar şöyle özetlenebilir: Ateşle ilgili benzetmeler; 4 Örnek olması açısından buraya Erdoğdu, R (2004); Neşatî Divanı’nda Ateş ve su Unsurunun kullanımı, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ,. adlı yüksek lisans çalışması alınmıştır. 103 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) a. Somut unsurlarla gerçekleştirilmiştir. b. Tasvirî bir söylemle ifade edilmişlerdir. c. Hayalî, yani, ancak hayal gücüyle kavranabilen niteliktedirler. Hüsn ü Aşk Mesnevisindeki ateş ile ilgili benzetme, istiare (daha genel anlamda imaj)’lerin ekseninde dört unsurdan ateş vardır. Ateş, seyr ü sülûkta yol alan sâlikin karşılaştığı güçlükler, nefsiyle yaptığı mücadelelerin karşılığında nefsini tezkiye ruhunu tasfiye etmesine vesile olmuştur. Çünkü ateşin önemli özelliklerinden biri de yakıcılığı ve dolayısıyla temizleyiciliğidir. Temizleyicilik özelliği özellikle, devr-i nüzûldan sonra devr-i urûc aşamasında nefsin bu süflî dünyada etkisinde kaldığı unsurları ortadan kaldırması şeklinde kendisini gösterir. Makalenin başında belirtildiği gibi Hüsn ü Aşk, bir iç yolculuk, şairin seyr ü sülûktaki serüvenidir. Bu serüven insan-ı kâmil olma ve vatan-ı aslîsine ilk hâliyle yani saf ve temiz hâliyle ulaşma ile ilgilidir. Bu bir anlamda Aşk’ın “Mirac”ıdır. Şairin çok sık bir şekilde, önüne çıkan her unsuru ya da etrafında gördüğü her şeyi ateşle birlikte tahayyül etmesi, onun süflî arzulardan, mâsivâdan arınmasının ifadesidir. Kalb Diyarı’na yaptığı yolculuk esnasında karşısına çıkan deniz, bindiği gemi, yine onu bu yolculukta türlü sıkıntılardan kurtaran atı Aşkar, elindeki kılıç vs. her şey ateşe benzetilmektedir. Aşk/Şair, bütün bu unsurları ateş olarak görmektedir. Böyle bir tahayyül içinde bulunması da doğaldır. Çünkü ateş, yukarıda da belirtildiği gibi ilâhî aşktır. İlahî aşkı tadan, onun lezzetine varan kişi için artık bütün dünyası, yediği, içtiği, gördüğü ve dokunduğu her şey ateş olarak görünecektir. Şairin, “âteş” redifli bir gazelinin matla beytinde, Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûy-bâr âteş Semender-tıynetân-ı aşka besdir lâlezâr âteş (Kalkışım, 1994:327) diyerek parçadan bütüne doğru çok güzel bir kompozisyonla resmettiği her şey, ona, âteş olarak görünecektir. KAYNAKÇA Arroyo, S., (2000); Astroloji, Psikoloji ve Dört Element, Türkçesi: Barış İlhan, İlhan Yayınları, İstanbul. Bachelard, Gaston, (1995), Ateşin Tin Çözümlemesi, Öteki Yayınevi, Ankara,. Bachelard, G., (1999), Bir kandilin Alevi, Türkçesi. Fahrettin Arslan, Yedi Gece kitapları, İstanbul. Batislâm H. Dilek; “Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları Hüma, Anka, Simurg”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, İstanbul, 2002 s. 185-208. 104 Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları Demirel, Ş., (1995), Behiştî ve Heft- Peyker Mesnevisi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ. Demirel, Ş., (2000), “Ateş Redifli İki Matla Beytinin Karşılaştırmalı Tahlil Denemesi”, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:10, Sayı:2, s.65-89. Dilçin, C., (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., Ankara. Doğan, M. N.,(2002), Hüsn ü Aşk, Ötüken Yay., İstanbul. Ergun, Sadettin Nüzhet, (1932), Şeyh Gâlib, İstanbul, Kanaat Kütüphanesi Gölpınarlı, A., (1971), Şeyh Galib Divanı’ndan Seçmeler,1000 Temel Eser, MEB Yay., İstanbul. Holbrook, V., (1996), “Alegori’nin Ölümü, Hüsn ü Aşk’ın Özgünlüğü”, Defter Dergisi, Yıl 9, S.27 İstanbul, s.65-80 Kalkışım, M., (1994), Şeyh Gâlib Divanı, Akçağ Yay., Ankara. Kur’an-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli (1993), Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Yayını, Ankara. Pala, İ., (1989), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara. Schuon, F., (1997), Varlık , Bilgi ve Din, Der, çev. Şahabeddin Yalçın, İnsan yay. Ankara. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını ,(1900), Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, Ankara. Türinay, N., (1995), “Klasik Hikâyenin Son Merhalesi. Hüsn ü Aşk”, Şeyh Gâlib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı Yay., İstanbul, s.87-122. Türinay, N., (1996), “Klasik Hikâye/Lirik Aşk Romanları ve Şeyh Galib”, Türk Edebiyatı, Yıl 24, S.273, s.22-24. Uğur, N., (2003), Anlambilim Sözcüğün Anlam Açılımı, Doruk Yay., Ankara. 105 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 106 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 107-114, ELAZIĞ-2005 NECATİ BEG DİVANINDAKİ DEYİMLER ÜZERİNE A İnvestigation of Idioms in Necati Beg Collections Ahmet Turan SİNAN Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Elazığ. ÖZET Deyimler, diğer bir takım kalıp ifadelerle birlikte bir dilin önemli dil ürünleri durumundadır. Deyimlerin ve atasözlerinin bir anlatım özelliği olarak divan şiirinde kullanılması 15 ve 16. yüzyıllarda daha belirgindir. Türk şiir sanatının gelişmesindeki payı bir çok araştırıcı tarafından dile getirilen Necatî, deyimlerdeki kafiye ve ses tekrarlarının bir âhenk unsuru olarak kullanılması gereğini iyi bilen bir şairdir. Orhun Yazıtlarından beri Türkçe metinlerde somut ve soyut kavramları karşılamak üzere deyimlerin yer alması bir anlatım zenginliğidir. Bu zenginliğin farkında olan Necati'nin; şiirlerinde, dilin önemli söz varlıkları olan deyimleri kullanması doğaldır. Biz de Türk şiir sanatının bu önemli isminin Divan’ında geçen deyimleri tespit etmek amacıyla Ali Nihat Tarlan'ın eserini esas alarak bir tarama yaptık ve bunları tasnif ettik. Bu tarama sonucunda Necatî Beg Divanı'nda bugün de pek çoğu Türkiye Türkçesi'nde de kullanılmakta olan daha çok birleşik fiil ve isim grubu biçiminde mevcut 433 deyim tespit ettik. Anahtar Kelimeler: deyim, ata sözü, Necatî Beg, divan şiiri, Türkçe. ABSTRACT Idioms, with some other expressions are important functions of a language. The usage of proverbs and expressions in the old Turkish lyric poems as a narration feature was more comman in the 15 th and 16 th centuries. Necati, whose contribution is great to the growth of the Turkish poetry and who is mentioned in this field by many researchers, is a poet who believes that the rhymes and alliterations be used harmoniously. The abstract and concrete expressions being used in Turkish texts is accepted as richness since the Orhon İnscriptions. It is natural for Necati who is aware of this sententiousness to use the patterns being important functions of a language in his poems. In order to determine the expressions of this important Turkish poet in his collection, we glanced over Ali Nihat Tarlan’s work and classified them. At the end of this glance we determined 433 proverbs and expressions in Necati Beg collections most of which were in compound verbs and nouns and many of which are still used in current Turkish language. Key Words: İdioms, proverbs, Necati Beg, the old lyric Turkish poem, Turkish. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Deyimler, atasözleri vb. kalıp ifadelerle birlikte bir dilin önemli dil ürünleri durumundadır. Az çok anlamının dışında kullanılan çoğu kere mantık dışı bir anlama sahip ve en az iki kelimeden oluşan deyimler halk hayatının bir çok özelliğini bünyelerinde taşırlar. Türkçenin bilinen en eski metinleri olan Orhun Yazıtları'nda bir çok deyim ve atasözünü bulmak mümkündür(Sinan 2001:60-64). Klâsik şiirin bir çok temsilcisi eserlerinde halk ağzının bu değerli sözlerini kullanmaya çalışmışlardır. Özellikle bir düşünceyi somutlaştırmak için eskilerin "îrâd-ı mesel" ya da "irsâl-ı mesel" dedikleri söz sanatını kullanmalarının atasözleri ve deyimlerin divân şâirleri arasında rağbet bulmasına yol açtığı bilinmektedir(Kurnaz 1997: 113). Atasözü ve deyimlerin bir anlatım özelliği olarak divan şiirinde kullanılması 15 ve 16. yüzyıllarda daha belirgindir(Macit 1996:18, Yıldırım 1998: 9). Bu özellikleriyle deyimler edebî metinlerde sürekli baş vurulan dil varlıkları durumundadırlar. Bir dilin vaz geçilemez unsurları arasında sayılan bu ögeler Türk şiirinde de bir ahenk unsuru olarak da kullanılmıştır. Deyimlerin yapısında mevcut olan armoni, onların diğer kelime ve söz tekrarları gibi redif olarak kullanılmalarını sağlamıştır(Macit :91,Sinan: 206-250). XV. yüzyılın en önemli şairleri arasında sayılan Necatî, bir çok kaynakta halk deyişlerini şiirlerinde sıkça kullanan bir şair olarak anılmaktadır(Mengi 1986:48). Türk şiir sanatının gelişmesindeki payı bir çok araştırıcı tarafından dile getirilen Necatî, deyimlerdeki kafiye ve ses tekrarlarının bir âhenk unsuru olarak kullanılması gereğini iyi biliyordu (Mazıoğlu 1961: 366). Hayatı hakkında bazı belirsizlikler olan Necatî'nin, gerek Edirne gerekse de Kastamonu' da Türkçeyi çok iyi öğrendiği anlaşılıyor. 27 Mart 1509'da İstanbul'da vefat eden şairin, halk söyleyişini benimseyerek Divan şiirine yerleştirmesi ince bir dil zevki ve anlayışının olduğunu gösteriyor (Tarlan 1992: 21). Kendisinden sonra gelen; Mihrî, Fuzulî, Bâkî gibi şâirler onun birçok şiirine nazireler söylemişlerdir (Banarlı 1983;469). Bir çok kaynakta şairin bu özelliği vurgulanmakla birlikte sadece Mine Mengi, Necâtî'nin şiirlerindeki atasözleri üzerinde durmuştur. Biz de Türk şiir sanatının bu önemli isminin eserlerinde geçen deyimleri tespit etmek amacıyla Ali Nihat Tarlan'ın eserini esas alarak bir tarama yaptık(Tarlan:1992). Bu tarama esnasında kimi deyimlerin tekrarlandığını gördük. Ancak bunları sayısal açıdan yorumlamadık. Divân'da geçen deyimleri öncelikle; isim grubu biçiminde olanlar ile birleşik fiil grubu biçiminde olan deyimler olmak üzere iki başlık altında topladık. Yaptığımız incelemede birinci grupta 47 deyim tespit ettik. Bunlar arasında iki tanesi belirtili isim tamlaması biçiminde "alnının kara yazısı; yüzünün karası; yedi tanesi ise belirtisiz isim tamlaması biçimindedir : " baş ağrısı; cân pazarı; devlet atı; karga derneği; oğlan oyuncağı; 108 Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine ömr ekini; yüz karası" geriye kalanların bir bölümü sıfat tamlaması : "aç gözlü, kara gönüllü, tatlı dil, kuru kavga, taş bağırlı, yedi iklim, onulmaz dert", bir bölümü ise isnat grubudur: "eli açık, eli uzun, eli yufka, yüzü ak, yüzü kara, yüzü ekşi, yerden göğe dek", bir kısmı da kimi yargılı anlatımlardır: "Allah bilir, başların üstünde yeri var, eli üstüne el yok" gibi. Deyimler arasında dikkati çeken bir husus da anlamca kaynaşmış birleşik fiil yapılarının çoğunluğu oluşturmalarıdır. Kimi beyitlerde ise birden çok deyim yer alabilmektedir : "Kul oldu eşiğinde selâtin-i nâm-dâr Bel bağlayalı hıdmet-i şâh-ı cihâna tîğ" (K-11/18) Elbette bu deyimlerin de bir bölümü Necatî Beg Divanı'nda mükerrer kullanıma sahiptir. Bunları tespit etmekle birlikte ayrıca değerlendirmedik. Bugün de pek çoğu Türkiye Türkçesi'nde kullanılmakta olan bu deyimlerin 386'sı birleşik fiil yapısında olup, isim grubu biçiminde olanlarla toplam sayı, 433'ü bulmaktadır. Bunu durumu da Türk dilinde tek tek kelimelerle anlatılamayan anlam ögelerinin bu tür birleşik yapılarla anlatılması olarak yorumlamak mümkündür. Yazılı en eski metinlerinden beri Türkçede somut ve soyut kavramları karşılamak üzere deyimlerin yer alması bir anlatım zenginliğidir. Bu zenginliğin farkında olan Necati'nin; şiirlerinde, halk dilinin önemli söz varlıkları olan deyimleri kullanması onun şiir gücüne katkı sağlamıştır. Dikkati çeken bir diğer özellik de Necâti gibi Türkçeyi sonradan öğrenmiş olduğu kabul gören bir kişinin bu dili yüksek bir söyleyiş gücüyle kullanabilmiş olmasıdır. Bu da onun edebî değerini arttırıcı bir diğer özelliktir. Bütün bu özellikler Türk dilinin tarihi devirlerde iyi kullanıcılar aracılığıyla üstün bir anlatım gücüne sahip olduğunu da göstermektedir. Divân'daki kasideler (K), mesneviler (M), mersiyeler (Mer), murabba (Mu), müfretler (Müf), tercibentler (TB), kıtalar (Kı.), rubâîler (R), tarih (T) olarak kısaltılmıştır. Örnek olarak K-3/42; ilgili deyimin "3" numaralı kasidenin 42. beytinde geçtiğini anlatmaktadır. DEYİMLER I. İsim Grubu Biçiminde Olan Deyimler : aç gözlü ; G-376/2, ağzı var, dili yok ; K-7/8, Allah bilir ; G-65/8, alnının kara yazısı ; K-19/27, aziz başı için ; G-255/4, bağrı başlı gözü yaşlı ; G-25/3, baş açık abdalı 109 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ;G-241/4, baş ağrısı ; G-372/6, baş üzre yeri var ; K-8/31,K-11/11, başların üstünde yeri var ; K-21-1/45, baştan ayağa ;K-21-2/10, G-13/4, G-120/5, G-516/3, bir ayağ üzre bin ayak; G-273/3, bir içim su ; K-7/17, G-387/1, bir iki yüzü kara ; G-238/2, bir iki çıplak abdâl ; G-92/5, bugün bana ise yarır sana : Mer-1/7, cân pazarı ; G-5/7, çok başlı ; G410/2, diş kirası ; G-126/6, eli uzun ; G-531/5, eli yufka ;G-86/1, gam bıçkısı ; G-293/6, gözün aydın ; G-404/5, gözünün üstünde kaşı var; G-638/4, güneş yüzlü ; G-1/1, güzel başı için ; G-27/3, iki rahmetten biri ;G-3/8, iki de bir ; G-140/4, kan içici ; G-25/6, kanlı yaş ; G-147/3, kara gönüllü ; Mer-5/2, karga derneği; K-11/36, kendisini bilmez ; G239/1, kuru kavga ; K-17/7, oğlan oyuncağı ; G-314/8, ömr ekini ; M-4, taş bağırlı ;Mer5/2, tatlı dil ; Kı-44/3, yakasa açılmadık ; G-117/4, yedi iklim ; G-161/5, yedi kat gök ; G369/1, yerden göğe dek ; G-351/3, G-444/1, yüz karası ; Mer-2/3, yüzü ak ; G-139/4, yüzü ekşi ;G-46/2, yüzü kara ; Kı-35/3, G-139/4, G-147/3, yüzünün karası ; G-89/5. II. Birleşik Fiil Grubu Biçiminde Olan Deyimler : ad eyle- :G-648/3, adını ağzına al- :K-19/24, adını anma- :K-7/2, G-326/4, adını anmaya utan- : G-450/8, adını traş eyle- :Mer-1/1, âfâkı tut- : K-19/35, ağız bir et- :G305/7, ağız suyunu akıt- :G-181/3, ağzına bak- :G-305/6, G-360/3, G-403/4, ağzından od yağ- :K-14/9, ağzından öp- :G-531/6, G-545/12, ağzını aç- :G-166/2, G-580/2, ağzını ara:K-19/28, Kı-44/1, G-145/6, G-211/2, ağzını bıçak açma- :G-156/3, G-271/3, G-424/5, ağzını sulandır- :G-576/6, ağzının ölçüsünü al- :G-1/1, G-647/6, ağzının suyu ak- :K16/41, G-543/5, ah et- :K-18/20, ahı çık- ::K-2/9, ahı yerde kalma- :G-300/7, G-537/4, aklını dağıt- :G-358/6, âlemi doldur- : Mu-6/1, alır göz ile bak- :Mer-1/3, alnı açık, yüzü ağ/ ak ol- :G-139/4, G-437/3, altın adını bakır et-/ol- :G-169/3, G-600/3, altunlu giy- :K21-1/20, anadan doğma ol- :G-473/7, and içip inandır- :G-576/7, arada su sızma- :K11/53, G-447/5, G-489/4, arı ad altında öl- : G-204/2, arka ol- :G-545/6, arkasını yere ko:K-21-2/18, aslan ağzında ol- :K-4-20, aşk âyetini ezber oku- :G-545/14, avucuna al- :K19/12, ayağa düş-/düşür :K-12/8, Kı-21/2, G-57/3, G-109/7, G-255/4, G-376/7, ayağı berk bas- :G-425/5, ayağı toprağına yüzünü gözünü sür- :G-192/4, ayağı toprağına/tozuna yüz sür- :TB-2/8, 267-2, G-335/6, ayağına baş indir- :TB-2/10, ayağına düş-/ :Kı-7/2, ayağına su gibi akıt- :K-25/10, ayağına su in- :G-51/3, ayağına yüz sür- :K5/13, K-22/3, TB-3/2, G-86/7, G-117/2, ayağına yüz ur- :K-6/11, K-8/29, ayağının toprağını yüzüne sür- :K-19/31, G-642/3, ayak dola- :G-6/1, ayaklarına kara sular in- :K10/12, bacını boynuna al- : G-640/3, bağrı kara taşa dön- : G-449/7, bağrına bas- :G131/5, G-311/3, G-502/2, bağrına taş/taşlar bas- :K-7/17, K-5/5, G-344/1, bağrı taş ol- : G-132/4, baş aç- :Mer-5/5, G-139/2, baş açıp dur- :G-345/1, baş açıp meydana gir- :G110 Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine 542/6, G-569/4, baş eğ- : K-21-2/43, Kı-60/1, G-109/4, G-329/3, baş eğip yalvar- :G374/6, baş eğme- :K-20/21, Kı-14/2, Kı-60/1, baş ko- :G-148/5, G-487/6, G-520/4, baş oyna- :G-446/5, baş üstüne de- :K-14/27, baş üzre gel- :K-14/33, baş üzre yeri ol- :G75/3, baş ver- :G-487/7, başa çık- :G-78/4, G-571/1, başı ağrı- :K-20/23, başı eflâke er:G-157/5, başı göğe yetiş- :K-22/27, başı göklere er- :G-172/7, başı hoş olma- :G-470/7, başın alıp git- :K-7/27, başına gel- K-9/6, başına gün doğ- : G-128/4, başını döv- :G266/3, başını duvarlara vur- :G-465/5, başını gavgâya sal- :G-279/6, başını hırkaya çek:G-542/5, başını kes- :K-16/35, başını eteğine sar-: K-21-1/12, başını ortaya koy- :K14/13, K-14/30, G-313/5, G-434/3, G-522/3, G-596/4, başını şâh şâh et- :K-11/40, başını top eyle- :G-485/3, başının üstünde yeri ol-:TB-3/2, başlar üzre yeri ol- : K-15/14, K15/14, başlar ayak, ayaklar baş ol-:G-608/5, baştan ayağa düşür- :Mer-6/4, baştan çık- :G197/1, baştan çıkar- :K-3/ 38, bel bağla- :K-11/18, belini bük- :K-21-1/31, G-228/5, G260/6, G-291/8, G-496/5, belini iki bük- :G-355/4, benzi kızar- :G-249/3, bir ayağ üzre bin çınar dur- :K-6/7, bir yastığa baş koy- : G-123/5, bir yumup bin dök- :G-245/3, boynuna urgan tak- :G-183/3, boyun eğ- :K-22/35, G-502/3, burnunu kayaya daya- :G572/3, cân bağışla- :TB-2/6, cân fedâ eyle- :Mer-7/2, cân verip cân al- :G-55/8, cânı çık:G-156/5, G-459/6, cânlar bağışla- :G-395/3, cihânı başına dar eyle- :G-65/7, çekip çevir:G-138/6, G-193/7, çetvel çek- :K-8/12, çınarın pençesini bur- :G-246/6, çok başlı ol- :G321/5, dağlar kadar dayan- :G-545/6, dağlara düş- :K-22/20, G-461/2, deftere yaz- : Mer6/7, defterini dür- : K-18/5, deli taşla- : G-123/4, delirip dağlara düş- :G-630/2, derdini dök- :G-58/3, derdiyle bin kez öl- :G-546/3, devrânı geç- :G-325/5, dil çıkar- :K-7/34, dil uzat- :K-11/11, K-11/57, G-460/6, dilden düşürme- :G-347/6, dili çalma- :K-7/29, dili dolaş- :K-22/46, dili lâl ol- : K-16/38, dili varma- : G-450/5, dilini kes- :K-10/9, diş bile:G-311/8, G-486/1, diş kopar- :G-293/6, du'aya el götür- :Mer-7/7, dükkân aç- :G-487/5, dünya yüzüne gelme- :G-645/2, dünyaya verme- :G-405/3, dünyayı tut- :K-9/21, ecel uykusu gel- :K-11/34, ecel yastığına baş koy- :G-56/5, edep yolunu gözet- :G-319/5, eflâkin ciğerini del- :G-571/7, ekmediğin yerde bit- :K-22/22, el aç- :K-19/45, K-21-2/49, el bir et- :/eyle- : G-194/7, G-425/5, el çek- :K-9/50, K-12/11, G-84/5, G-125/7, G-330/1, G-638/7, el elden üstün ol- :K-21-2/17, el erişme- :K-19/36, G-334/3, el götür- :G-345/6, G-452/2, el kavşur- :K-21-2/45, el sal- :G-95/7, el ucuyla tut- :G-564/5, el üstünde tut:G-25/4, G-86/1, G-587/5, el üşür- :K-13/28, el üzere/ üzre tut- :G-44/4, G-78/4, G226/5, G-332/4, el ver- :K-16/12, K-21-2/14, K-21-2/40, Kı-86/5, G-148/5, G-314/4, G384/6, G-384/6, G-520/4, elden çıkar- :Mer-4/4, ele ver- : G-634/3, eli açık ol- : Kı-76/1, eli üstüne el olma- : G-492/4, G-553/3, elif çek- :G-466/1, elinde büyü- :K-21-2/37, 111 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) elinden düş- : K-15/4, K-15/4, elinden bir şey gelme- :G-198/7, elinden yan- :G-175/5, elini çek- :TB-1/8, G-344/3, elini kana boya- :G-168/4, ellere ayaklara düş- :G-449/4, em dileyene emân ver- :K-15/7, G-388/5, emeğini zâyi et- :G-84/5, esip savur- :K-9/10, eşigine yüz sür- :K-3/29, G-336/3, G-467/4, G-621/4, eşiğinde kul ol- :K-11/18, eşiğine yüz ur- :K-18/9, gavgayı başına satın al- :K-11/37, geceyi gündüze kat- :G-295/3, G539/7, G-575/6, gerisine bakma- : G-496/5, göğe çık- :M-12, Kı-61/6, G-489/5, göğsünü taşla döğ- :K-5/5, G-112/2, gökler kapısı açıl- :K-9/17, göklere boyan- :G-331/1, göklere çık- :Mer-4/1, Kı-31/1, G-227/6, G-373/7, göklere çıkar- :G-91/33, gökte isteyip yerde bul- :G-154/5, G-428/6, gökten zembille in- : G-139/1, gönlü gözüne uy- :K-3/ 42, gönlü karar- :Kı-27/2, G-162/4, gönlünü yap- :G-565/6, gönül düş- :Kı-42/1, gönül et-: K-5/ 14, gönül evinin yık- :G-85/4, gönül götür- :K-21-2/19, gönül ver- : G-459/6, gönül yıkığını yap- :K-3/34, görmezliğe ur- :G-239/4, görür gözü tutar eli ol- :G-573/7, göz aç- :G568/3, göz açtırma- :G-85/1, göz dik- :G-75/4, göz sal- :G-580/1, göz ucu ile bak- :G239/4, göz yaşı dök- :G-149/6, göz yaşını sil- :K-14/34, göz yumup aç- : G-119/6, gözden ırağ et- :G-292/4, göze görünmez ol- : Kı-61/6, gözle ye- :Mer-2/3, gözleri ak ol- :G640/4, gözü açık ol- :K-19/10, gözü açık uykuya var- :K-22/16, gözü kirpiğine dayan- :K11/48, gözünden kanlı yaş ak- :G-149/4, gözüne görünme- :K-6/16, gözüne sürme gibi çek- :K-25/24, gözünü aç- :K-15/7, G-102/1, G-421/7, gözünü yumma- :K-9/8, gözünün üstünde kaşı ol- : G-521/1, gözünün yaşı kanlı ol- :G-69/5, gün geçir- :G-451/7, gün gösterme- :G-85/1, gündüz güneşi çerağ ile ara- :K-14/7, haber çek- : G-145/6, hâline itler gül- :G-613/5, halkın diline düş- :M-14, hâk olmak : K-5/ 22, harf at- :G-294/4, hasretiyle öl- : G-25/5, hâtırını ele al- :K-21-1/44, havasına uy- :K-21-2/39, hayât suyu iç:K-7/18, hayât ver- : G-128/6, hüneri elden ko- :K-19/44, iç eşiği taşına baş ko- :G-491/3, içi kan dol- :Mer-6/6, iki eli kanda ol- :G-552/2, iki gözsüz bak- :G-19/4, iki gözü kan ağla- :G-579/6, işi Allah'a kal- :G-65/8, işini altın eyle- :K-20/41, G-273/6, G-413/4, işini bilme- :G-239/5, işini bitir- : G-427/2, it gibi hâşrü hacil ol- :G-552/5, it gibi sürü- :G562/7, izin tozunu sat- :G-462/3, kafesten uç- : T-3, kaleminden dökül- :TB-4/9, kan ağla:G-72/4, G-190/5, G-233/3, kan inile- :K-18/11, kan yut- :K-3/43, K-15/12, K-15/12, K19/26, G-232/6, G-528/2, kana boyan- :G-353/4, kana kana iç- :K-11/17, kanadı altına al:G-297/5, kanı kan ile yu- : G-448/4, kanına gir- :G-111/10, G-522/4, kanını helâl et- :G556/3, kanını iç- :G-570/3, kanını yüze sür- :G-383/5, kanıyla sula- :K-25/6, kanlar ağla:Mer-1/7, kanlara boyanıp yat- :K-6/8, kapı kapı gez- :G-89/1, kapısında kul ol- :K8/26,K-9/43, kapısında sürün- :G-24/1, kapıya it gibi var- :G-184/7, kâr etme- :K-11/12, G-537/5, kara defter sunul- :K-22/12, kara giy- :Mer-4/1, Mer-6/7, kaşları baş bir eyle:G-176/3, katına gel-: G-473/7, kefenden geç- :G-42/7, kellesi kız- :G-237/2, G-460/6, 112 Necati Beg Divanındaki Deyimler Üzerine kendi çalıp kendi oyna- : G-133/5, kendi eli ile et- :G-452/2, kendini yüksek tut- :G395/5, kılıcı suyu ile yu- :K-35/3, kıyamete kal- :Mer-3/4, kıyametler kopar- :G-287/2, kızıl kanlara boya- :G-414/2, kin tut- : G-165/6, korkudan görünmez ol-:K-8/19, koynuna gir- : G-516/3, kul gibi el kavşur- : G-122/5, kulağı çınla- : G-91/6, kulağını bur- :G161/6, kulaktan âşık et- :G-82/2, kuş kondurma- :K-21-2/50, külâhı göğe at- : TB-4/3, mekân edin- : TB-5/2, Mısır'a sultan ol- :G-336/2, muradına erme- :Mer-7/2, nazar kıl:K-4/26, K-21-1/41, nişân at- :K-21-1/28, nişân ver- : G-388/8, olan ol- : G-84/5, oyun oyna- :K-21-2/11, öge öge/ ögüp göklere çıkar- :G-188/4, G-403/7, ölü toprağı saç- :Kı90/1, parmağı ağzında kal- :G-69/3, parmak bas- :G-480/3, rızkını taştan çık- :G-197/6, saçın çöz- :Mer-2/6, saçını elden ko- :K-14/14, saçlarını çöz- :Mer-6/2, sefâ sür- :G298/1, set çek- :K-8/26, silip süpür- :G-200/7, soğuk suyunu iç- : G-373/8, söz açıl- : G424/5, sözünden çıkma- :K-5/4, sözüne katlan- :K-21-2/13, sözünün eri ol- :G-638/7, su gibi geç- :Kı-18/7, su gibi söyle- :K-7/29, su yerine kan iç- :K-2/23, suya sal- :K-16/12, şafak oduna sal- :K-16/8, taş üzre taş kalma- :G-449/7, taşa/taşlara çal- :G-297/7, G580/5, taşı taş üzere koma- :G-590/8, teni ak mermere dön- : G-449/7, tırnak ur- :Mer2/6, top eyle- :K-22/29, toprağa düş- : Mer-2/5, tütünü tepesinden çık- :K-22/25, ümidi kes- :G-330/1, üstüne bir avuç toprak at-:G-598/6, üstüne gel- : Kı-34/2, yabana atma:G-559/6, yabanda bul- : G-388/2, yaka yırt- :Kı-65/1, G-438/2, yakasından geçir- :G410/2, yakıp yandır- :G-82/4, yanıp kül ol- : G-124/7, yaş akıtmak : K-5/ 14, yer gök kabul etme- :G-581/2, yer yüzünü göğe boya-:K-22/4, yerde kal- :G-369/3, yerden göğe yalvar- : G-139/2, yere çal- :Mer-6/5, yere/ yerlere geç- :K-14/5, G-410/8, G-489/5, G531/5, yere yüz sür- : G-415/3, yeri göğü doldur- :G-457/1, yerini bul- :G-355/5, yerlere çal- :G-552/4, yerlere gir- :G-544/5, yerleri göke kar- :M-9, yıldızı barışma- : G-453/1, yıldızı alçak ol- : G-25/3, yok yere kavga et- :G-27/3, yol basıp baş kes- :G-413/4, yoldan çık- :G-139/5, yollara sal-: K-14/ 35, K-14/35, yolunda öl- :G-439/6, G-439/6, yükü yık:G-572/1, yüreği oyna- :Müf-45, yüz çevir- :Kı-34/1, G-172/6, G-376/1, yüz döndür:TB-4/4, G-587/5, yüz göster- :G-165/6, yüz kızar- :G-526/4, yüz sür- :G-94/6, G-268/6, yüz ur- :K-4/ 15, TB-5/4, yüz ver- :G-44/2, yüz verme- :G-167/9, G-427/7, G-528/4, yüz yere ko- :G-404/1, yüze gül- :G-193/2, yüzü ak (alnı açık) ol- : G-414/2, yüzü başa gel:K-8/17, yüzü kara ol- : G-640/4, yüzü yerde ol- :G-172/7, yüzü yerlere düş- :K-22/33, yüzük gizleme oyna- :K-19/32, yüzüne bakma- :K-12/15, G-23/1, G-25/1, G-453/7, yüzüne gül- :R-56/2, G-76/2, G-522/7, yüzüne ur- :G-154/5, yüzünü eşiğine sür- :TB-3/4, yüzünü göster- :G-162/3, G-280/1, yüzünü görme- : G-336/2, yüzünü gözünü aç- : G462/3, yüzünü kana yu- :Mer-4/6, yüzünü toprağa ur- : Kı-33/2, yüzünün karasını yedi 113 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) deniz yuma- :G-422/3, zevk u sefa et- :Mu-8/1, zillet nârını yak- :K-15/39, K-15/39, zulm elini kes- :K-5/3. Kaynakça Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Fasikül 6, Devlet Kitapları, İstanbul 1983. Eyüboğlu, E. Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar şiirde ve Halk Dilinde Ata Sözleri ve Deyimler, II. Kitap, Doğan Kardeş, İstanbul, 1975. Kurnaz, Cemal, Türküden Gazele, (Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Bir Deneme), Akçağ Basım Yay. Paz. Aş., Ankara, 1997. Macit, Muhsin, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, Akçağ Yay. , Ankara, 1996. Mazıoğlu, Hasibe, “Necâti'nin Türk Dili ve Edebiyatındaki Yeri “, Türk Dili, C. X, S. 114, Ankara, 1961, s. 366-369. Mengi, Mine, "Necati'nin şiirlerinde Atasözlerinin Kullanımı", Erdem, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 2, S. 4, Ankara 1986, s. 47-56. Sinan, Ahmet Turan, Türkçenin Deyim Varlığı, Kubbealtı Yay., Malatya, 2000. Yıldırım, Ali. "Baki Divanında Deyimlerin Kullanımı", Bir Dergisi, Ahmet Yesevî Vakfı Yay., S. 9-10, İstanbul, 1998, s. 631-642. Tarlan, Ali Nihat, Necâtî Beg Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1992. 114 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2 Sayfa: 115-146, ELAZIĞ-2005 TAŞKÖPRÜLÜZÂDE’NİN MEVZÛ’ÂTU’LULÛM’UNDAKİ İLİMLER TASNÎFİ ÜZERİNE On the Classification of Sciences in the Mevzû’âtu’l-Ulûm of Taşköprülüzâde Süleyman ÇALDAK İnönü Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, [email protected] ÖZET Bu çalışmada, Taşköprülüzâde’ye ait ilimler tasnifi çerçevesinde, ilimlerin alan ve sınırları belirlenmeğe çalışılmıştır. Konu edindiği varlıkların vücut mertebelerine göre, dört kategoride ele alınan ilimlerin, soyuttan somuta doğru sıralanışı şöyledir: Kitabî, ibarî, zihnî ve aynî vücutları konu alan ilimler. Çalışmada, sayıları üç yüzü bulan bu ilimlerin tanımı ve konusu hakkında, oldukça özet bilgiler verilmiştir. Sonuç bölümünde ise tasnif hakkında kısa bir değerlendirme bulunmaktadır. Anahtar Kelimeler: Taşköprülüzâde, ilimler tasnifi, ilimlerin konusu. ABSTRACT The main concern of this study is to determine the fields and the borders of sciences with respect to the classification of sciences done by Taşköprülüzâde. Sciences are fallen into four categories regarding the existences, from abstract to concrete, is as follow: Textual, literary, intellectual and being real. İn this study, a quite brief information is given about the definition and subject matters of these sciences, numbers of which are about three hundred (300) in total. İn conclusion part, there is a brief evaluation about the classification. Key Words: Taşköprülüzâde, classification of sciences, subject matter of sciences. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Giriş Milletlerin kültürlerinde büyük değişiklikler meydana getiren sosyal olgulardan biri hiç şüphesiz dindir. Yeni bir dini benimseyen milletlerin kültürel yapısı köklü bir değişime uğrar ve bu dinin normlarına göre yeniden şekillenir. İşte Türk milletinin de VIII. yüzyılda İslamiyet’le karşılaşıp onu benimsemeye başladığı günden itibaren bu yeni medeniyetin etkisiyle sosyal hayat tarzından ahlâk yapısına, eğitim sisteminden dil ve edebiyatına kadar kültürel yapısının bütün katmanlarında böyle bir değişim süreci yaşadığı bilinmektedir. İslâm medeniyetinin tesiri altında vücuda getirilen Eski Türk Edebiyatı, o devrin aklî ve naklî ilimlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Çünkü şair ve ediplerin çoğu, aynı zamanda birer bilim adamı idiler. Uzmanlık alanlarına ait bilgi birikimlerinin edebî eserlerine de yansıması gayet tabiî idi. Söz gelişi, Hüsrev ü Şîrîn ve Har-nâme’nin yazarı Şeyhî (ö.835/1431) aynı zamanda bir hekîm idi. Fâtih’in nedimi ve veziri olan Ahmed Paşa (ö.902/1497) yıllarca müderrislik ve kadılık yapmıştı. Bir hükümdar olan Kadı Burhaneddin (ö.801/1399 )aynı zamanda bir din bilgini idi. Ali Şîr Nevâyî (ö.906 /1501) ve Fuzûlî (ö.963/1556) gibi çok yönlü kişiliğe sahip olan daha pek çok şair bulunmaktadır. Hatta bunlardan bazısı, bir kısım ilmî eserlerini manzum olarak kaleme almışlardır. Meselâ, Klâsik şiirimizin kurucuları arasında yer alan Ahmedî (ö.815/ 1412)’nin Tervîhü’l-Ervâh’ı, on bin beyitlik manzum bir tıp kitabıdır. Hamdullah Hamdî (ö.909/1503)’nin Hamse’sinde yer alan Kıyâfet-nâme adlı eseri türünün ilk manzum örneğidir. Klâsik Türk Edebiyatı yüzyıllar boyunca bu ilimlerle iç içe yaşamış ve bu ilimlerin terimleriyle yoğrulmuştur. Bu edebiyatta kimya, simyâ, tıp, sihir, tılsım, ilâhiyât, astronomi, coğrafya, felsefe, mantık, tarih vb. ilimlerin ve bu ilimlere ait terimlerin kullanılarak, pek çok yeni mefhûm ve mazmûnların meydana getirildiği görülmektedir. Meselâ, Nâbî’nin, Çıkdı beyâz ü humret ile fâlumuz bizüm Hükm itdi rûy-ı âlüne remmâlümüz bizüm (Nâbî, 1997:c.2, 840) beyti remil ilmi ve terminolojisi bilinmeden açıklanamaz. Dil-sûz, nevâ, uşşâk ve şeh-nâz kelimelerinin, Türk musikisinde birer makam adı olduğunu bilmeyen, Neşâtî (ö.1085/ 1674)’nin, Ney-i hâmeñde Neşâtî ne bu dil-sûz nevâ Semt-i 'uşşâkda bir nagme-i şeh-nâz ancak (Neşâtî, 1996:127) beytindeki güzelliği hakkıyla göremez. İlm-i nücûma ait terimler ve bu terimlerin neye delalet ettikleri bilinmeyince, Şeyhülislâm Yahyâ (ö.1053/1644)’nın, Yahyâ nükûd-ı eşküne kim i`tibâr ider Ol mihre nakd-i encüm ile mâh müşteri 116 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... Devr iden câm-ı gam olunca tarab nice olur Tutalum Zühre ola bezmimüze sâzende (Ş. Yahyâ, 2001:439, 383) beyitlerindeki anlam inceliklerinin kavranması oldukça zordur. Nitekim XVIII.yüzyılın şairlerinden olan Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye adlı eserinde, oğlu Lutfullah’a ilimlerle ilgili tavsiyesinde, otuzdan fazla ilimden bahseder ve bu ilimler hakkında kısa değerlendirmelerde bulunur. Bu da Eski Türk Edebiyatı açısından, bu ilimlerin ne derece önemli olduğunu göstermektedir. (Vehbî,1996:40-79) Bu edebiyatın, Kur’ân ve hadîs, kıssalar ve mucizeler, masallar ve efsâneler, hakîkî ve bâtıl ilimler, dînî ve felsefî ilimler gibi oldukça çeşitli ve zengin kaynaklardan beslendiğini belirten Agâh Sırrı Levend’in, bütün bu ilimler ve bu ilimlere ait terimler bilinmedikçe, Klâsik edebiyatımızın manzûm ve mensûr metinlerine hakkıyla nüfuz edilemeyeceği yolundaki tespiti, yerindedir. (Levend, 1984:9) İşte bu ilimlerin en kapsamlı tasnifi ve onların konusu, gâyesi ve mâhiyeti hakkında en derli toplu bilgi, Taşköprülüzâde’nin Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-siyâde adlı eserinde bulunmaktadır. Bu eser, Kanunî döneminin meşhur bilgin, kadı ve müderrislerinden Taşköprülüzade Ebulhayr İsameddin Ahmed (ö.968/1561) tarafından Arapça olarak kaleme alınmıştır. Selanik, Üsküdar, Halep, Şam, Bursa ve Galata kadılıklarında bulunup Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini yapmış olan oğlu Taşköprülüzâde Muhammed Kemâleddin (ö.1030/1620), bu eseri Mevzûatu’l-ulûm adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. (Levend, 1988: 352, 443; Bursalı, c.1, 454-456; Samî, 1306: c.4, 2985) Ayrıca ilimlerin tarifi ve tasnifi konusunda, büyük ölçüde Taşköprülüzâde’nin bu eserinden yararlanan Katip Çelebî’nin Keşfü’z-zünûn adlı eseri de bu hususta başvurulabilecek en önemli kaynaklardandır. Bu ilimler hakkında ihtiyaç duyulacak özet bilgilerin, sistematik bir makale formunda, Eski Türk edebiyatıyla ilgilenenlerin, özellikle genç kuşakların ilgisine sunulması faydalı olacaktır. Bu çalışmada, Taşköprülüzâde’nin yapmış olduğu tasnif çerçevesinde ilimlerin sınır ve alanlarını belirleyen kısa bilgiler, muhtelif kaynaklara da başvurularak birtakım düzenleme ve ilavelerle birlikte, günümüz okurlarına sunulmaya çalışılmıştır. İlimler Tasnifi Aristo başta olmak üzere, pek çok filozof ve bilginlere ait, farklı ilim tasniflerinin varlığı bilinmektedir. Aristo’nun tasnifi, 1. Nazarî felsefe, 2.Amelî felsefe, 3. Şiir ve estetik, şeklindedir.(Açıkgenç,1991:49-50) Büyük ölçüde bu tasniften ilhâm alan İslâm bilginleri, sonuçta aynı şeyleri ifâde eden bir takım sınıflandırmalarda bulunmuşlardır: Taftâzanî’nin torunu el-Hafîd Ahmed, 1.Şer’î, 2.Felsefî diye ilimleri iki grupta 117 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) toplar.(el-Hafîd, 2b-4b) Filozof el-Kindi, ilimleri, I. Dinî ilimler (tefsîr, kelâm, fıkıh vb.), II.İnsanî ilimler: 1.Amaç olan ilimler: a. nazarî (fizik, psikoloji, metafizik) b. amelî (ahlâk, siyaset), 2.Araç olan ilimler (mantık, geometri, mûsikî) şeklinde tasnif eder. (Kaya, 2002) İbn Rüşd’ün sınıflandırması ise, 1.Alet ilimler (ilm-i âlî), 2.Alet olmayan ilimler (ilm-i gayr-i âlî veya ilm-i ‘âlî) şeklindedir. (Sarıoğlu, 2003:29-32) Fârâbî’ye ait iki tasnif bulunmaktadır; Fârâbî, birinde, 1.Nazarî ilimler: a.Ta’lîmî (riyaziyât), b.Tabiî (fizik, kimya, astronomi vb.), c.İlâhiyât (metafizik), 2.Amelî ve felsefî ilimler: a. Ahlâk, b. Siyaset, şeklinde bir tasnif ortaya koyar; diğerinde ise eğitimde takip edilmesi gereken, soyut ilimlerden somut ilimlere doğru giden sıralamayı göz önünde bulundurarak ilimleri, 1.Dil, 2.Mantık, 3.Talîmî, 4.İlahiyât, 5.Medenî ilimler, şeklinde tasnif eder. (Fârâbî, 1990:48) el-Kudsî’nin tasnifi ise şöyledir: I.Felsefî ilimler: A.Teorik ilimler (el-hikmetu’nnazariyye): 1.A’lâ, 2.Ednâ, 3.Evsat (geometri, astronomi, matematik, mûsikî). B.Uygulamalı felsefe (el-hikmetu’l-ameliyye): 1.Ahlâk, 2. Siyaset. II.Felsefî olmayan ilimler: (mantık, edebiyat) (Çelebi, 1971: c.1, 679) İbn Haldun ise ilimleri, 1. Aklî ilimler (mantık, tabiî, ilahiyât, riyâziyat) 2. Naklî ilimler (tefsîr, hadis, kelâm vb.) diye iki kategoride ele almıştır.(Haldun, 1996: 505-506) Müslüman düşünür ve bilginlerin hemen hepsinin, ilim tasnifleriyle ilgilendikleri ve kendilerince bir takım sınıflandırmalarda bulundukları görülür. Burada, bütün bu tasniflerden söz etmek mümkün olmadığı gibi, bu makalenin amaçlarından biri de değildir. Bu nedenle tasniflerden en bilinenlerine kısaca değinmekle iktifa edeceğiz. Taşköprülüzâde’nin Tasnifi ve İlimler : Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde’nin yazarı Taşköprülüzâde ilimleri, konuları olan şeylerin varlık mertebelerindeki (ontolojik) düzeni esas alarak tasnif etmiştir. Bu tasnif, İslam düşünür ve bilginleri tarafından yapılan pek çok tasniflerin içinde en orijinal olanıdır. Yazar adı geçen eserinde, her şeyin bir varlığa sahip olduğunu ve bu varlıkların da dört halde bulunabileceğini ifâde eder: A. Kitâbet : Harf, yazı ve hat gibi kitabî vücûda sahip olan varlıklar, B. İbâre : Söz ve telaffuz gibi sesle ilgili vücûdu bulunan şeyler, C. Ezhân : Kavramlar gibi zihinde suretleri bulunan soyut vücûdlar, D. A’yân : Dış dünyada somut vücûdları bulunan varlıklar. Taşköprülüzâde’ye göre, bütün bu varlık mertebeleri birbiriyle ilgili olup, her biri bir sonrakini göstermek için bir araçtır. Çünkü kitâbet (yazıyla tespit edilen şeyler), ibâre 118 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... (lâfız, yani sözlü bir ifâde)ye delâlet eder; ibâre ise zihinde soyut varlıkları bulunan anlam ve kavramları gösterir. Bu zihnî varlıklar da a’yâna, yani dış dünyada somut varlığı bulunan şeylere delâlet ederler. Meselâ, yazıyla tespit edilen “masa” harfleri, ses ile ifâde edilen “masa”yı, o da “masa”nın zihindeki imgesini, o da fizikî âlemde, elle tutulan ve gözle görülen gerçek “masa”yı göstermektedir. Bu dört vücûd mertebesinden, asıl hakîkî varlık, aynî vücûda sahip olandır, yani masanın kendisidir. Zihnî vücûdu olan imge, anlam ve kavramların vücutlarının hakîkî mi, yoksa mecâzî mi oldukları tartışmalıdır. Fakat kitâbî ve ibârî vücûdların mecâzî oldukları muhakkaktır. Bu ilk üç vücûd mertebesinde bulunan varlıkları konu edinen ilimlere âlî, yani âlet olan ilimler denir. Taşköprülüzâde’nin tasnifi genel hatlarıyla şöyledir: I.Kitâbî: Edevâtu’l-hat, kavâninu’l-kitâbet, tahsinînü’l-hat, tertîbu’l-hurûf, vb. II. İbârî: Mehâricu’l-hurûf, lügat, vaz’, iştikâk, tasrîf, nahiv, me’ânî, aruz, vb. III. Zihnî: Mantık, nazar, cedel, hilâf, âdâbu’d-ders. IV.Aynî: A.Hikmetu’n-nazariyye:1.Ulumu’l-ilâhiyye, 2.İlmu’t-tabiî (tıb, baytara, maadin, kimyâ, sihir vb.), 3.Ulûmu’r,riyâziye (hendese, hey’et, vb.), B.Hikmetu’lameliyye (ahlâk, siyâset vb.), C.Ulûmu’ş-şer’iyye (usûlu’d-dîn, kırâ’at, hadîs, tefsîr). Aynî vücûd mertebesinde bulunan varlıkları konu edinen ilimler, temelde üçe ayrılırlar. Kendileri bizzat amaç olmayıp da, başka ilimlerin elde edilmesi için birer araç olan ilimler, amelî; bizzat kendileri amaç olanlar ise nazarî ilimler diye adlandırılırlar. Ayrıca bu amelî ve nazarî ilimlerden, vahiy kaynaklı olanlar el-İlmu’ş-Şer’î, akıl yoluyla elde edilen ve tecrübeye dayalı olanlar da el-İlmu’l-Hikmî adıyla anılırlar. Bunlar elUsûlu’s-Seb’a (yedi temel bilimler) olup, bu temel bilim dallarından her birinin anabilim dalları (envâ’), anabilim dallarının da alt dalları (fürû’) vardır. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 94) Taşköprülüzâde’nin Tasnîfi ve İlimlerin Tarifi, Konusu, Gayeleri I. Kitâbî Vücûdları İnceleyen İlimler İlmu Edevâti’l-Hat: Yazıda kullanılan kalem, divit, mürekkep, kâğıt vb. araçların özelliklerinden bahsen ilimdir. İlmu Kavânîni’l-Kitâbet: Bu ilim ile harflerin yazılış şekli, kalemin kullanılışı, yazarken hangi taraftan başlanacağı, harflerin nasıl daha kolay yazılacağı bilinir. İlmu Tahsîni’l-Hat: Harflerin güzel yazılması için gerekli malzemelerin neler olduğu ve bunların nasıl terkîb edileceğini öğreten ilimdir. İlmu Keyfiyeti Tevvelüdi’l-Hutûti ǾAn-Usûlihâ: Harflerin aslî şekillerinden ekleme ve çıkarma yolu ile nasıl elde edildiğini konu alan ilim dalıdır. İlmu Tertîbi’l-Hurûf: Halen kullanılmakta olan harflerin, bilinen tertîb üzre sıralanmasından ve benzer harflerin noktalarla birbirinden 119 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ayrılmasından bahseden ilimdir. İlmu Terkîbi Eşkâli Besâ’iti’l-Hurûf: Harfler ayrı iken ve satır içinde birbirleriyle birleşirken, nasıl güzel görüneceğini konu alan ilimdir. İlmu İmlâ’il-Hatti’l-‘Arabî:Bu ilim dalı Arap harflerinin yazılmasına ait bilgilerden bahseder. İlmu Hatti’l-Mushaf: Kur’ân’a mahsus hattan ve özelliklerinden bahseden ilimdir. İlmu Hatti’l-Arûz: Şiirlerin taktî’inde, kelimelerin vezne göre yazılmasından bahseden ilim dalıdır. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 103-107) II. İbârî (Lafzî) Vücûdu Bulunan Varlıkları İnceleyen İlimler 1.İlmu Mehâricu’l-Hurûf: Harflerin dil, diş, damak ve boğaza göre ağızdaki teşekkülünü fonetik açıdan inceleyen ilimdir. 2. İlmu’l-Lügat:Kelime köklerinin gerçek anlamlarını ve sadece o anlamları göstermek için oluşturulan, bu köklere ait özel şekilleri inceleyen bir ilimdir. 3. İlmu’l-Vaz’: Her hangi bir lâfzı bir anlama tahsîs etmek mânâsında kullanılan vaz’ın mâhiyetinden, onun şahsî ve nev’î, umûmî ve husûsî diye kısımlara ayrılışından, kelimelerin asılları ve yapılarıyla ilgili durumlardan bahseden bir ilimdir. (Çelebi, 1971: c.1,1556; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 11, 130; Bûstânî, 1987:974) 4.İlmu’l-İştikâk: Kelimenin temel taşı olan harflerin dizilişinden hareketle hangi kelimenin neden ve nasıl türetildiğini ve bu türemiş olan kelimenin asıl kökle ilgisinin ne olduğunu inceleyen bilim dalıdır. Sözgelimi, “ne’aka: bağırmak” ile “neheka: anırmak”; “cezebe :çekmek” ile “cebeze :çekmek” kelimeleri arasındaki bağlantıyı bu ilim dalı inceler. Aynı zamanda iştikâk-ı kebir diye bilinen bu işlem, günümüzde kısmen etimoloji terimiyle karşılanmaktadır. 5.İlmu’t-Tasrîf: Kelimelerin zatî arazlarını şekil ve yapı bakımından inceleyen ilimdir. İsim ve fiillerin türleri, anlamları, aslî yapıları, i’lal ve türetimden sonraki şekilleri, türetme ve şekil kuralları aynı zamanda İlmu’s-Sarf adıyla da anılan bu ilmin konusudur. Bugün morfoloji diye adlandırılan bu ilimdeki kelime türetme işlemine iştikâk-ı sağîr denir.(Çelebi, 1971: c.1, 101,412) 6.İlmu’n-Nahv: Cümle çeşitlerini ve yapılarını, cümlede kelimelerin dizilişini ve bu dizilişten meydana gelen anlam farklarını inceleyen ilimdir. Bu ilme cümle bilgisi veya sentaks da denir. 7.İlmu’lMe’ânî: Cümle bilgisi temeline dayalı olarak, yeterli ve eksiksiz bir anlamı ifâde etmek amacıyla, içinde bulunulan şartlar gereğince sözün uzatılması (ıtnâb) veya kısa tutulması (îcâz); cümle öğelerinin öne veya sona alınması (takdîm ve te’hîr) gibi hususlar göz önünde bulundurularak sözün, durum ve ortamın icâb ettirdiği ifâde kalıbına uyup uymadığını öğreten bir bilim dalıdır. Bu ilim, haber ve istek kiplerini inceler. Teşekkürşikayet, taziye-tebrik, emir-ricâ, tekdîr-teşvîk gibi makamlarda kullanılacak bu cümlelerin nasıl olması gerektiğini, cümle bitirildiği zaman dinleyici veya okuyucunun zihninde soru işaretine yer bırakmayacak bir anlam bütünlüğünün nasıl sağlanacağını öğretir. 8.İlmu’l120 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... Beyân : Sözle verilmek istenen mesajı, daha açık ve daha güçlü bir şekilde ifâde etmek için gerekli melekeyi kazandıran; duygu ve düşünceleri mecâz, hakikat, teşbîh, istiâre ve kinâye gibi değişik yollarla ifâde etmenin usûl ve kâidelerinden bahseden bir ilimdir. Bu ilmin konusu, anlatılmak istenen mânâyı birbirinden farklı açıklık ve nitelikte ifâde eden sözlerdir. Beyân, kişiye maksat ve niyetiyle birlikte, içinde bulunduğu durumu ve ortamı da göz önünde bulundurmak şartıyla farklı söz ve usûllerle merâmını iyi ifâde edebilme melekesini kazandıran bir ilimdir. 9.İlmu’l- Bedî’: Bedî, edebî sanatlarla örülü ifâdenin lafız bakımından kusursuz, anlam bakımından makûl ve aynı zamanda bir âhenge sahip olmasının kurallarını inceleyen ve sözü arızî güzelliklerle süsleme melekesini kazandıran ilimdir. Bedî’ tezât, telvîh, teşhîs, intâk, hüsn-i ta’lîl, mübâlağa, iştikâk vb. söze aslî ve zatî değil, ârızî bir güzellik kazandıran “vücûh-ı tahsîn-i kelâm” veya “sanâyi-i bedi’iyye” diye adlandırılan edebî sanatları inceleyen bir ilimdir. Bedî’ ilmi bu yönüyle sözün ifâde şekillerine dair özellikleriyle ilgilenen me’âniden ve delâlete (anlam gösterme) ait hususiyetleriyle ilgilenen beyândan ayrılır. Arap ediplerinden bazıları her üç ilme birden beyân adını vermişler; kimi de ilkine me’ânî, son ikisine beyan ile bedî’e beyân adını vermiştir. Üçüne birden bedî’ ilmi diyenler de olmuştur. (Bilgegil,1989: 44, 125-126, 181-182; Paşa,1299: 5, 24; Hacımüftüoğlu, 1992: 22, 321; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 139, 173; Saraç, 2001:89, 141) 10.İlmu’l-Arûz: Arap şiirinde kelimelerin belli ritimlerde ahenk ve ölçü ile söylenmesini sağlayan kalıpların çeşitlerinden, yapılarından ve uygulanmasında gözetilen kurallardan bahseden bir ilimdir. Aruz ölçüsü, aslında hece sonlarındaki harflerin harekeli ve sâkin oluşu temeline dayanır. ( Taşköprülüzâde, 1975: c.1,181; İpekten,1994:117) 11.İlmu’l-Kavâfî: Hem söz hem anlam veya yalnız söz veya yalnız anlam bakımından farklılık arz eden kelime ve harflerin, beyitlerin veya mısraların sonlarında birbirine uygun bir tarzda kulağa hoş gelen bir ahenk oluşturacak şekilde kafiyeli dizilmesinden bahseden ilimdir.(Naci, 43; Çelebi, 1971:c.2,1305) 12.İlmu Karzi’ş-Şi’r: Karz, şiir söylemek veya ezbere şiir okumak demektir. Ancak bu ilim, şiirde kullanılan kelimeleri estetik açıdan inceleyerek, onların şiirde kullanılmalarının uygun olup olmadığını ve nedenlerini açıklar. Bu ilim kelimelerin vezin ve kafiye yönüyle ilgilenmez. 13.İlmu Mebâdîi’ş-Şi’r: Dinleyiciyi olumlu veya olumsuz bir şekilde etkileyecek hayâl unsurlarından oluşturulan önermeleri inceleyen bir ilimdir. “Mukaddemât-ı tahyîliyye” diye adlandırılan bu önermeler, sevgilinin selvi boylu, şarabın erimiş yakut olduğunu söylemek gibi benzetme esasına dayalı hayâl unsurlarından oluşur. Bu önermeler ait oldukları kültürlere göre değişiklik arz ederler. 14.İlmu’l- İnşâ: Sözü, fasîh ve belîğ olması yanında, makam ve mevzûa; niyet ve maksada uygun düşecek bir şekilde, düz yazı (nesir) ile ifâde etme melekesini kazandıran 121 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) mensûr yazı çeşitlerini inceleyen bilim dalıdır. 15.İlmu’l-Mebâdi’l-İnşâ ve Edevâtihi: Bu ilim dalı bir münşînin sanatını icra ederken muhtaç olduğu hat, yazı, arabî ilimler, şer’î ilimler, tarih ve bunlarla ilgili konuları araştırır. 16.İlmu’l-Muhâdara: Şekil ve anlam bakımından birtakım özelliklere sahip olan sözleri, yerinde ve zamanında kullanma melekesini kazandıran ve bu tür manzûm, mensûr sözleri inceleyen bir ilimdir. Bu ilim, ortam ve şartlara uygun düşecek bir şekilde kullanılan (muktezâ-yı hâl) sözlerin, bir başkasına ait olmaları bakımından me’ânî ilminden ayrılır. Çünkü me’ânî ilmi bu şartları, konuşanın veya yazanın kendi sözlerinde arar. Muhâdara, zamanla kültürel değeri bulunan edebî, tarihî fıkralar ve hikâyeler anlatmayı gaye edinen bir ilim haline dönüşmüştür. 17.İlmu’d-Devâvîn: Şairlerin kasîde, kıt’a, gazel vb. manzûmelerini ihtiva eden mecmûalara dîvân denir. Genel olarak bir dîvân sadece bir şairin manzûmelerine tahsîs edilir. Farklı şairlere ait manzûmeleri ihtiva eden dîvânlar da bulunmaktadır. İşte İlmu’d-Devâvîn bu dîvânları inceleyen, dîvânların tertîb ve tanzîmini, muhtevâsını araştıran bir ilimdir. 18.İlmu’t-Tevârih: Vakti belirlemek anlamına gelen tarih, terim olarak, gelecekte benzeri zararlı olaylardan sakınmak, faydalılarından yararlanmak için geçmiş zamanlara ait olaylardaki sebep-sonuç ilişkilerini kavrama melekesini kazandırmayı gâye edinen ilmin adıdır. Bu nedenle tarih, eski çağlarda meydana gelen tabi’î ve sosyal olayları, bunların oluşumlarını kronolojik sıraya göre inceleyerek kaydeder.(Çelebi, 1971: c1, 181, c.2, 1325, 1578, 1609;Taşköprülüzâde,1975: c.1, 186, 189, 195; Nev’î, 1995:85; Vehbî, 1996:66-69, 71) 19.el-Ulûmu’l-Arabiyye: Bu ilimler ilk olarak Araplar tarafından meydana getirildiklerinden bu adla anılırlar. Arabî ilimler şunlardır : İlmu’l-Emsâl : Araplara ait atasözü, deyim ve vecîzelerin şekil ve yapılarını konu alan ve onların ne mânâya geldiklerini ve ilk defa kim tarafından ve nasıl kullanıldıklarını inceleyen bir bilim dalı olup, ilmu’l-lûgat’ın bir alt disiplinidir. İlmu’l-Vakâyi’i’l-Ümem ve Rüsûmihim: Belirli kavim ve kabilelerin yurtlarını, gelenek ve göreneklerini ve bazı meşhur şahsiyetlerin hayat hikâyelerini, yine onların şiir, mektup ve kitaplarından çıkararak inceleyen bir bilim dalıdır. Tarih ve muhâdara ilminin bir alt bölümü olan bu ilmin yerini, bugün folklor araştırmaları almıştır. İlmu’l-İsti’mâlâti’l-Elfâz: Beyân ilminin bir bölümü olan bu bilim dalı, kelimelerin teşbîh, mecâz, kinâye ve isti’âre mânâlarında en güzel nasıl kullanılacağını inceler. Beyân ilminin konusu daha geneldir. Bu ilimde ise kelimeler semantik yönünden ele alınır ve bu kelimelerin en güzel şekilde nasıl kullanılacağı araştırılır. İlmu’t-Teressül: Mektuplaşma ve yazışmalarda göz önünde bulundurulması gereken kurallardan bahseden bir ilim olup, ilmu’l-inşâ’nın bir alt dalıdır. Bu ilim, yazanın ve kendisine yazılanın içinde bulundukları kültürel yapı, sosyal konum 122 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... ve arz edilecek konunun keyfiyeti gibi hususlara göre, yazının nasıl olması gerektiğini araştırır ve kurallarını belirler. İlmu’ş-Şurût ve’s-Sicillât: Şahitler dinlendikten sonra kadılar tarafından verilen hükümlerin kitaplara veya mahkeme tutanaklarına (şer’iyye sicilleri), başka davalarda örnek olabilecek bir karar halinde nasıl yazılacağını öğreten ilimdir. Kurulan cümlelerin kanunlara uygunluğu; ibârenin güzel ve doğru bir şekilde yazılması bu ilmin ilgi alanına girer. Bu ilim, lafız bakımından inşâ ilminin, anlam bakımından da fıkıh ilminin bir alt dalıdır. İlmu’l-Ehâcî ve’l-Eglûtât: Görünürde dilbilgisi kurallarına uymayan ve bu kurallarla izahı mümkün görünmeyen kelimeleri inceleyerek onların anlamlarını bulmayı amaç edinen bir ilimdir. Ühcüvve’nin çoğulu olan ehâcî, bilmece; uglûta’nın çoğulu olan uglûtât, yanıltmaca anlamındadır. Bu özellikle muhatabı zor durumda bırakmak niyetiyle kelime oyunları şeklinde ortaya konan ve Türkçede “yanıltmaca” denilen bir tür bilmecedir. Lûgat, sarf ve nahiv ilimlerinin bir dalıdır. İlmu’l-Elgâz :Somut bir varlığa ait bir takım özellikler, üstü kapalı bir şekilde söylenerek, o şeyin ne olduğu istenen bilmece türünü konu alan bir ilimdir. Lugazda esas olan delalettir. Bu yönüyle ilmu’l-beyân’ın bir dalıdır. Meselâ, Ol nedür hercâi bir simîn-beden Mahv olur ellerle ülfet etmeden (Cevab: Sabun) İlmu’l-Mu’ammâ : Muamma da elgâz (lugaz) ilmi gibi beyan ilminin bir alt dalı olup sözün delâletinin vâzıh oluşunu konu alır. Ancak muammâda kasdolunan şey (medlûl) başka varlığa delâlet eden harfler veya sözler olmalıdır. Mesela, Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kerre (Cevab:Nâbî) İlmu’t-Tashîf: Belli maksadlarla, özellikle îmâ ile bir şeyi haber vermek için beliğ insanların, hareke ve noktalarını değiştirdikleri kelimeleri inceleyen ve bedî’ ilminin bir dalı olan bilimdir. Kaynaklarda buna şu örnek verilir: Hz. Ali’nin “Harâbu’l-Basra bi’r-rîh: Basra’nın yıkılışı rüzgar iledir” cümlesindeki “rîh” kelimesinin “zenciler” mânâsına gelen “zenc” olduğunun daha sonra anlaşılması gibi. İlmu’l-Maklûb: Bedî’ veya muhâdara ilimlerinin bir dalı kabul edilen ilmu’l-maklûb, hem baştan sona doğru, hem de sondan başa doğru okunuşları aynı olan cümle ve ibareleri konu alır. İlmu’l-Cinâs: Aslında bedî’ ilminin bir konusu olan cinas, söylenişleri ve yazılışları bir, anlamları ayrı olan kelimelerin bir arada kullanılmasını konu alan bir ilimdir. Meşhur ediplerin bazı cinaslı sözleri sık sık iktibas edildiklerinden dolayı cinâs, muhâdara ilmi içinde bağımsız bir dal olarak ele alınır. İlmu’l-Müsâmereti’l- Mülûk: Muhâdara’nın bir alt bölümü olup, insanları idare etme hususunda, yöneticilere bir takım ip uçları veren hikâye, temsil, kıssa, menkabe ve öğütleri konu alan bir bilim dalıdır. İlmu Hikâyeti’sSâlihîn: Tarih ve muhâdara’nın bir dalı olan bu ilim, din büyüklerinin hayat hikâyelerini 123 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ve menkabelerini inceler. İlmu Ahbâri’l-Enbiyâ : Peygamberlerin hayat hikâyelerinden ve mücadelelerinden bahseden bir ilimdir. Bu ilim de tarihin alt dallarındandır. İlmu’lMegâzî ve’s-Siyer : Tarih ilminin bir dalı olup Hz. Muhammed’in hayat hikâyesini inceleyen bir ilimdir. İlmu’s-Siyeri’s-Sahâbe : Bu ilim sahâbenin hayatını inceler ve muhâdara’nın bir alt dalıdır. İlmu’t-Tarihi’l-Hulefâ: Halifelerin, özellikle dört halifenin hayatını ve dönemini inceleyen bilim dalıdır. İlmu Tabakâti’l-Kurrâ: Kur’ân’ı çeşitli rivâyetlere göre okuyan üstad hâfızların hayatını konu alan bilimdir. Tabakât ilimleri tarih ilminin birer dalı olarak kabul edilirler. İlmu Tabakâti’l-Müfessirîn:Tefsîr âlimlerinin hayatlarını ve ilmi metotlarını inceler. İlmu Tabakâti’l-Muhaddisîn: Hadîs âlimlerinin hayatlarını inceler. İlmu Tabakâti’ş-Şafi’iyye: Şafiî mezhebine mensup müctehidlerin hayatını konu alır. İlmu Tabakâti’l-Hanefiyye: Hanefî müctehidlerinin hayatını inceleyen ilimdir. İlmu Tabakâti’l-Malikiyye: Malikî müctehidlerinin hayat hikâyelerini inceler. İlmu Tabakâti’l-Hanbeliyye: Hanbelî mezhebinin müctehidlerini tanıtan ilimdir. İlmu Tabakâti’n-Nuhât: Dil bilginlerinin biyografilerini inceleyen bilimdir. İlmu Tabakâti’lHükemâ: Felsefecilerin hayatını konu alan bilim dalıdır. İlmu Tabakâti’l-Etibbâ: Tıp bilginlerinin hayatını araştıran ilimdir. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 219-229; Çelebi, 1971: c.1, 13, 149, 222, 395, c.2, 1045, 1086; Bilkan, 2000: 11, 53, 57) III. Zihnî Vücûtları Bulunan Ma’kulât-ı Sânîyi Konu Alan İlimler 1.İlmu’l-Mantık: Doğru düşünmenin kurallarını belirlediği için birçok İslâm mantıkçısı bu dalda yazdıkları eserlerine “İlmü’l-Mizân, Fenn-i Mîzân, Lisânü’l-Mîzân, Mîzânü’l-Ukûl, Mi’yâru’l-Ukûl,” gibi adlar vermişlerdir. Mantık bilinenden bilinmeyene nasıl ulaşılacağını öğretir. Konusu ma’kûlât-ı sânîdir. Çünkü insanlar akıl yürütmenin üç yolu olan dedüksiyon, endüksiyon ve analojiyi takip ederek bilinenden bilinmeyene ulaşırlar. 2.İlmu Adâbi’d-Ders: Öğrenci ile öğretmen arasında sağlıklı bir iletişimin kurulması için gerekli şeylerden bahseden, pedagojik formasyon diyebileceğimiz bilgileri inceleyen bilim dalıdır. 3.İlmu’n-Nazar: Bir iddiayı (hipotez) ispat etmenin yollarını ve tartışmanın usûllerini öğreten bir bilim dalıdır. Bu ilimde ileri sürülen iddianın doğruluğunu ispat etme esastır. 4.ilmu’l-Cedel: Nasıl olursa olsun başkaların iddia ve fikirlerini çürütmek, onların geçersiz ve yanlış olduğunu ispat etmek için mantık oyunlarını kullanmayı öğreten bir bilim dalıdır. Cedel (diyalektik)de karşı tarafın iddiasını çürütmek ve karşı tarafı ikna ederek delillerle susturmak temel hedeftir. 5.İlmu’l-Hilâf: İstinbat edilmiş şer’î hükümler hakkındaki şüpheleri bertaraf ederek muhaliflerin itirazlarına cevap vermek veya karşı görüşü çürütmek için o hükümlerin dayandırıldığı şer’î delillerin delil olma durumlarını inceleyen ilimdir. Bir fıkhî hükmü 124 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... kabul edip etmeme hususunda tartışmacıların uymak zorunda oldukları birtakım kurallar bulunmaktadır. Cedel ilmiyle aynı metotları kullanan hilâf ilmi, sadece fıkıh sahasında kullanılmaktadır.( Çelebi, 1971:c.2,1862; Râzî,1295: 13;Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 245, 246; Fârâbî, 1990: 68, 80; Emiroğlu,1999: 33, 242; Haldun, 1996: 422; Özen,1998: 530) IV. Aynî Vücutları Bulunan Şeyleri İnceleyen İlimler Somut varlıkları olan şeyleri (a’yân) inceleyen bilimler temelde amelî ve nazarî diye ikiye ayrılırlar. Amelî ve nazarî ilimlerden her biri de el-Ulûmu’l-Hikmiyye ve elUlûmu’ş-Şer’iyye şeklinde iki grupta incelenir. A-Ulûmu’l-Hikmeti’n-Nazariyye a.el-Ulûmu’l-İlâhiyye : Hârici ve lafzî varlıkları maddeye muhtaç olmayan şeylerle ilgili ilimlerdir1. 1.İlmu Ma’rifeti’n-Nefsi’l-İnsâniyye: İnsanın yaratılışı, ölümü, kadîm veya hadîs oluşu ve tekrar dirilişini araştıran ilimdir. 2.İlmu Ma’rifeti’n-Nefsi’l-Melekiyye: Meleklerin yaratılışı, mâhiyeti ve keyfiyetini konu alan bir ilimdir. 3.İlmu Ma’rifeti’lMe’âd : İnsan rûhunun bedenden ayrıldıktan sonraki durumunu, tekrar bedenle ilişkisinin olup olmadığını, ceza veya mükafat görmesini konu edinen bir ilimdir. 4.İlmu Emârâti’nNübüvvet : Peygamberliğin delilleri olan söz ve fiile ait irhasat ve mucizelerden, bunların delil oluşunun keyfiyetinden ve sihir ile farklılıklarından bahseden ilimdir. Aslında kelâmın bir dalıdır. 5.İlmu Makâlâti’l-Fırak: Dünyadaki bütün fırka, mezhep, ideoloji ve dinlerin düşünce ve hareket tarzlarını araştıran bir ilimdir. 6.İlmu Mevzû’âti’l-Ulûm: Genel konuların özel konularla ilişkisini, ana bilim dallarının bilim dallarıyla irtibatını, bu ilimlerin ilkelerini, öncüllerini, sınıflandırılmalarını ve konularını inceleyen ilimdir. (Taşköprülüzâde, 1975:c.1, 258-260; Çelebi, 1971:c.1, 161, c.2, 1905) b.el-İlmu’t-Tabi’î:Tabiattaki cisimleri ve bu varlıkların arazlarını (ilinti) inceleyen bilim dalıdır. ( Fârâbî, 1990:111) Şu ana bilim dallarına ayrılır: 1.İlmu’t-Tıb: Sağlık ve hastalık bakımından insan bedenini inceleyen bilimdir, pek çok alt branşları vardır: İlmu’t-Teşrîh: (Anatomi) Damar, sinir, kemik, kıkırdak, kas ve cilt gibi insan bedenini oluşturan bütün unsurları inceleyen bilim dalıdır. Bir çok alt dalı vardır: 1 K. Çelebi, el-İlmu’l-İlâhî maddesinde bu ilmin, varlıkları varlık olmaları bakımından incelediğini, gayesinin ebedî mutluluğun kazanılması için gerçek itikatları ve uygun tasavvurları elde etmek olduğunu, rubûbiyet ilmini ihtiva ettiği için el-İlmu’l-İlâhî; bütün varlıkları şamil olduğu için el-İlmu’l-Küllî; maddeden mücerret varlıkları konu aldığından dolayı da İlmu mâ-Ba’de’t-Tabi’a (metafizik) diye adlandırıldığını ifade eder. (Çelebi, 1971: c.1, 160) 125 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) İlmu’l-Kehhâle: Göz hastalıklarını ve tedavi yollarını araştırır. İlmu’l-Et’ime: Herkesin yapısına uygun lezzetli yemekleri hazırlamayı öğreten ilimdir. İlmu’s-Saydala: Şifalı bitkilerin nerede ve ne zaman yetiştiklerini araştıran ve bu bitkilerin özelliklerini inceleyen ilimdir. İlmu Tabhi’l-Eşribeti ve’l-Me’acin: Macun ve şurup halindeki ilaçların nasıl hazırlanacağını, terkîbi oluşturan eczâların oranlarını ve bu ilaçların nasıl korunacağını öğreten ilim dalıdır. İlmu’l-Kal’i’l-Asar mine’s-Siyâb: Elbiselerde yağ, sakız, boya vb. lekeleri; kağıtlarda yazı ve çizgileri gidermenin usûllerini öğreten bir ilimdir. İlmu Terkîbi Envâi’l-Midâd: Her çeşit renk ve yapıdaki mürekkeplerin hazırlanmasını konu alan bilim dalıdır. İlmu’l-Cerâhat: İnsan bedenindeki yaralardan, bu yaraların pansuman ve tedavisinden; gerektiğinde yaralara cerrahi müdahalenin yapılmasından bahseden bir ilimdir. İlmu’l-Fasd: Damar ve çeşitlerini inceleyerek hastalığına göre hangi damardan, nasıl kan alınacağını öğreten ilim dalıdır. İlmu’lHacamat: Vücudun neresinde nasıl ve ne zaman kan alınacağını, kupa ile kan almanın usûllerini öğreten bilimdir. İlmu’l-Mekâdir ve’l-Evzân: Tıp ilminde kullanılan dirhem, okka, ritil gibi ölçü birimlerinden bahseden ilim dalıdır. İlmu’l-Bâh: Cinsel gücü artıran ilaç ve gıdalardan, ilişkinin şekil ve tarzlarından bahseden ilimdir. Erotik hikâye kitaplarını yazmak ve resimler yapmak da bu ilmin konusudur.(Çelebi, 1971: c.1, 11, 218, 401, 408, 581; c.2, 1085,1095, 1355, 1474; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 280, 281) 2.İlmu’l-Baytara: Özellikle atları hastalık ve sağlık yönüyle inceleyen bilimdir. Günümüzdeki baytarlık (veterinerlik) daha kapsamlı olup, bütün hayvan hastalıklarını konu alır. 3.İlmu’l-Beyzere: Şahin, doğan ve tazı gibi avcılıkta kullanılan hayvanların sağlıklarının korunmasından, hastalıklarının tedavisinden bahseden bir ilimdir. 4. İlmu’nNebat : (Botanik) Bitki türlerinden ve onların özelliklerinden, fayda ve zararlarından bahseden ilimdir. 5.İlmu’l-Hayvan: (Zooloji) Bütün hayvan türlerini, özellikleri, yarar ve zararları bakımından inceleyen bilim dalıdır. 6. İlmu’l-Felâhat: (Zıraat) Bitkilerin yetiştirilmesi, ıslah edilerek geliştirilmesi gibi konuları inceleyen bilim dalıdır. 7.İlmu’lMe’âdin: (Mineraloji) Madenlerin filizlerini, mâhiyet ve yapılarını ve çıkarılarak işlenişini araştıran ilimdir. 8.İlmu’l-Cevâhir: Elmas, yakut, inci gibi kıymetli madenlerin özelliklerini ve yapılarını inceleyen ilimdir. 9.İlmu’l-Kevn ve’l-Fesâd: (Meteoroloji) Yağmur, kar, şimşek, gök gürültüsü gibi atmosferde meydana gelen olayların mâhiyetini inceleyen bilimdir. 10. İlmu Kavsi Kuzeh: Gökkuşağının meydana geliş nedenlerini ve mâhiyetini inceleyen bilim dalıdır. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 266, 267; Çelebi, 1971: c.1, 265, 695, c.2, 1362, 1526) 11.İlmu’l-Firâset: İnsanın fizikî ve uzvî özelliklerinden hareketle huy ve karakterinin bilinmesinden, tabiattaki birtakım belirtilerden hareketle yağmur, fırtına vb. 126 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... olaylardan bahseden bir ilimdir. Bir çok dalı olup tecrübe ve rûhî arınma ile elde edildiği söylenir. İlmu’ş-Şammât ve’l-Hiyelan: İnsanın burnu ve vücudundaki benlerin durum ve özelliklerinden mizaç ve huylarının bilinmesini öğreten ilimdir. İlmu’l-Esârîr: İnsanın elinde, ayağında ve alnında bulunan çizgilerin, uzun ve kısalığından, birbirlerine uzaklık ve yakınlıklarından ömrünün uzunluğu, rızkının bolluğu ve manevî durumu hakkında hüküm yürütmeyi konu alan ilimdir. İlmu’l-Ektâf: Koyun ve keçilerin kürek kemikleri ğüneş ışığına tutulunca görülen şekil ve çizgilerden savaş, kıtlık, deprem vb. büyük hadîselerin olup olmayacağını çıkarma ilmidir. Kürek kemiği etleri pişirilmeden önce yere atılır, sonra alınıp incelenir. Görülen renk, şekil ve çizgilerden ve bu belirtilerin yönlerinden hareketle, nerede ne olacağı haber verilir. Bu ilim insanın ferdi halleriyle ilgilenmez. İlmu İyâfeti’l-Eser : İnsan ve hayvanların ayak izlerinden, onlar hakkında birtakım bilgiler elde etmeyi öğreten ilimdir. Bu ilim sayesinde iz kime ait ise o şeyin türü, cinsi, yaşı gibi özellikler tespit edilir. İlmu Kıyâfeti’l-Beşer : İnsan organlarının şekillerinden, iki kişi arasında akrabalık bağının olup olmadığını, huy ve ahlâk bakımından birbirlerine benzeyip benzemediklerini bildiren bilim dalıdır. Bu ilim çalışmayla elde edilmez. Araplar kişilerin soyunu tespitte bu ilme başvururlardı. İlmu’lİhtidâ bi’l-Berârî ve’l-Akfâr: Çöllerde, toprak kokusundan, yer şekillerinden ve yıldızlardan hareketle, bulunulan yerin neresi olduğu tespit edilerek, takip edilecek yolların belirlenmesini sağlayacak bilgilerden bahseden ilimdir. İlmu’r-Riyâfe:Bir bölgedeki toprak, bitki ve hayvanların tür ve özellikleri, hayvanların hareketleri gibi belirtilerden orada suyun bulunup bulunmadığını öğreten ilimdir. İlmu İstinbâti’lMa’âdin: Yerin derinliklerindeki madenlerin tespitini ve çıkarılmasını konu alan bilimdir. Bu ilim yerin yüzeyindeki şekil ve renklerden oluşan bazı belirtilerden hareketle madenlerin varlığını âdetâ sezgi ile tesbît etmeyi konu alır. İlmu Nüzûli’l-Gays: Şimşek, bulut ve rüzgârların özelliklerinden hareketle yağmurun yağıp yağmayacağını araştıran ilimdir. İlmu’l-İrâfe: Şimdiki olaylardan gelecekte vuku bulacak olayları anlama ilmidir. Çünkü olaylar arasında gizli bir benzerlik ve sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. İlmu’lİhtilâc: İnsan organlarının seğirme ve titremelerinin kişinin başına gelecek olaylara nasıl işaret ettiğinden bahseden ilimdir. (Çelebi, 1971: c.1, 31, 73, 80, 141, 203, 939; c.2, 1131, 1181, 1366, 1938; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 282, 283; Nev’î,1995: 236, 237) 12.İlmu Ta’bîri’r-Rü’yâ:Rûha ait tahayyüller ile gaybî olaylar arasındaki ilişkiyi araştıran ilim dalıdır. Bu ilim rûha ait bu tahayyüllerden hareketle gaybi olayların, kişilerin psikolojik durumlarının veya dış dünyada meydana gelecek olayların nasıl tespit edileceğini öğretir. (Çelebi, 1971:c.1, 416; Nev’î, 1995: 197) 127 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 13.İlmu Ahkâmi’n-Nücûm: Yıldızların üçlü, dörtlü ve altılı gruplar halinde karşı karşıya veya yan yana bulunmalarından oluşan şekil ve durumlardan, şu alemde havanın, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların hallerinde meydana gelen ve gelecek olan olaylara dair bir takım işaretler bulma ilmidir. Vehbî, Recm-i gayb itdigiçün ehl-i nücûm Oldı mânend-i şeyâtîn mercûm diyerek bu ilim ve bununla uğraşanlar hakkındaki olumsuz kanaatini ifâde eder. Bu ilmin bir çok dalı vardır: İlmu’l-İhtiyârât: Her bir vaktin uğurlu veya uğursuz olduğunu tespit eden; her hangi bir işe başlanması veya başlamaktan sakınılması gereken zamanlardan bahseden ilimdir. Bütün bunlar güneşin burçlardaki, ayın evrelerindeki durumlarından ve onların birbirleriyle oluşturdukları şekillerden çıkarılır. İlmu’r-Reml: On iki burçtan her birinin gereği olan harf ve şekillerden hareketle gâipten haber vermeyi konu alan bir ilimdir. Bir konu hakkında soru sorulduğunda burçların gerektirdiği, bir kısmı sa’d (uğurlu), bir kısmı da nahs (uğursuz) kabul edilen ve sayıları 12 veya 16’yı bulan bu şekillerden biri meydana gelir. O şeklin tekabül ettiği burçların ve gezegenlerin özellikleri; toprak, su, ateş ve havadan oluşan anâsır-ı erba’a ile olan nispetleri hesap edilerek bunların tahlilleri yapılır ve hükümler çıkarılır. İlk zamanlar bu şekiller parmakla kum üzerine çizildiği için reml (kum) denilmiştir. Meselâ, bir kimse remmâle gelip bir iş hakkında soru sorunca, o da önünde duran erkek çocuğa bazı tılsımlı sözlerle emrederek, kum üzerinde çok sayıda çizgiler çizmesini söyler. Sonra da bu çizgilerin ikişer ikişer silinmesini emreder. En sona kalan çizgi çift ise kurtuluş ve başarı; tek ise kayıp ve umutsuzluk hükmü çıkarılır. Remlin sonunun iyi gelmesine “beyaz düştü” denir. İlmu’l-Fâl: Kur’ân ya da din ulularının eserleri -Hafız Divanı, Mesnevi gibi- açılarak çıkan âyetten veya beyit ve mısradan veya duyulan bir sözden hareketle geleceğe ait olaylardan haber verme ilmidir. Fâlda hayra yormak, uğurlu görmek esastır. İlmu’l-Kur’a: Her hangi bir şeyin üzerine harfler yazılarak niyet edilen şeklin çıkmasıyla gelecekte olması beklenen durumun meydana geleceğine kanaat getirme yoluyla istikbalden haber vermenin usûlünü öğreten ilimdir. Kur’a remile çok benzemekle beraber onun kadar güvenilir kabul edilmemiştir. İlmu’t-Tayre: Kuşun ötüşünden, sağa ya da sola doğru uçuşundan veya yolda karşılaşılan bir takım canlı ve cansız varlıklardan hareketle bir uğursuzluğun gelmekte olduğunu çıkarmaktır. Meselâ, bir işe başlamadan önce, o işin uğurlu olup olmayacağını anlamak için kuş uçurulur, kuş sağa uçarsa o iş yapılır, sola uçarsa yapılmaz. Yola çıkarken kör, çolak veya topal olan biriyle karşılaşılınca bu yolculuğun uğur getirmeyeceği kanaatine varılır. Hayra yormak olan falın tam tersi olan tayrada teşaüm (uğursuz kabul etme) esastır. Buna ilmu’t-tayra ve’z-zecr de denilir.(Çelebi, 1971: c.1, 22, 34, 912, c.2, 1216, 128 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... 1326; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 292, 297; Nev’î,1995: 225, 238; Vehbî, 1996:44, Levend,1984: 220; Canan, c.8, 148; Pala,1989: 409) 14.İlmu’s-Sihr: Bir çok insanın mâhiyet ve sebebini anlayamadığı olağanüstü haller göstermektir. Türkçede büyü olarak bilinen sihrin pek çok çeşidi bulunmaktadır: İlmu’l-Kehânet: İnsanın cin ve şeytan gibi maddi bedenleri olmayan rûhanîlerle bağlantı kurarak dünyaya ve istikbale ait bazı gaybî haberleri öğrenmesidir. Kehânet günümüzde medyumluk diye bilinmektedir. İlmu’n-Nirenciyât: Aslı “nev-reng” olduğu söylenen “neyreng” kelimesinin Arapçalaşmış şekli olan “nirenc”, hile, büyü ve efsûn mânâlarına gelmektedir. Sevgi ve nefret gibi hallerin meydana gelmesi için eski kavimlerden kalan veya rûhânîlerden alınan mânâları anlaşılmayan bir takım rakam ve harfler vasıtasıyla kâinatla insanın bütünleşmesi halinden bahseden ilimdir. Nirenciyât kimine göre sihir olmayıp bir tür göz bağcılık, hokkabazlık ve el çabukluğudur. İlmu’lHavâs: Allah’ın isimlerinin, Kur’ân, Zebur, İncil gibi semavî kitapların ve bazı özel duaların okunmasından elde edilecek -şifa, işlerin iyi gitmesi gibi sonuçlardan bahseden ilimdir. İlmu’r-Rukye :İplik, saç düğümü, su vb. şeylerin, birtakım mânâsı anlaşılan dualar okunarak veya anlamsız kelimeler söylenerek, bazı işlemlere tâbî tutulmasını öğreten ilimdir. Bu sözlerin bir kısmı anlamsız şifreler olup şeytan ve cinlerin öğretmesiyle bilinir. Diğerleri ise Kur’ân ve peygamberin hadîslerinden alınmıştır. Birincisiyle rukye yapmanın haram; ikincisi ile yapmanın ise helal olduğu söylenir ve buna ta’vîz denir. Rukye, insanda hastalık, sağlık, nefret ve sevgi gibi haller meydana getirmek için yapılır. İlmu’l-Azâ’im: Azim, kararlılık ve hâkim olma mânâsına gelen azâ’im, rûhun ve rûhanî varlıkların kontrol altına alınarak, bir takım işlerde kullanılmasını öğreten ilmin adıdır. Hüddâm denen bu rûhanîler iyiye de, kötüye de kullanılabilirler. Ayrıca (yogalarda olduğu gibi) riyâzetle bir şeye konsantre olup, trans haline geçmek suretiyle, rûh gücüyle eşyayı etkileme şeklinde baş gösteren haller de bu ilmin konusudur. İlmu’l-İstihzâr: Rûhanî varlıkları çağırıp insan şeklinde görünmesini ve konuşmasını sağlamaktır. Rûh veya cin çağırmada davet edilenin şahsı görülmez. İstihzârda ise misali bir beden ile temessül eder. Bu yönüyle istihzâr azâ’imden farklıdır. İlmu’l-Fulkatirât: Ucunda halka ve dairelerden oluşan şekil ve harflerin bulunduğu uzun çizgilerle yapılan bir tür büyüdür. O şekil ve çizgilere özgü bir takım etkilerin bulunduğuna inanılır. Taşköprülüzâde bu ilme ait bazı formaları gördüğünü, ancak hiçbir şey anlamadığını, etkisinin olup olnmadığını da tecrübe edemediğini belirtir. İlmu Da’veti’l-Kevâkib : Her yıldızın, özellikle güneş sistemindeki gezegenlerden her birinin bir rûhâniyeti olduğu kabul edilir. Da’veti’l-kevâkib adından da anlaşılacağı üzere bu rûhâniyyâtı çağırmakla ilgilenen bir ilimdir. Bu sihir türü özellikle Keldânîler tarafından geliştirilerek 129 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) kullanılmıştır. İlmu’l-Hafâ : Kişinin kendisini başkaların gözünden gizlemesini öğreten ilimdir. Gizlenen kişi diğerlerini gördüğü halde, onlar bunu görmezler. Kendine has dua ve aza’imi bulunan bu büyünün, rûhları etkilemesiyle gerçekleştiğine inanılır. İlmu’lHiyeli’s-Sâsâniyye : Her yörenin kendine has kıyafetini giymek veya fakih, vaiz, tüccar ve eşraf kesimlerinden birinin kılığına bürünmek gibi çeşitli düzenbazlıklarla halktan para ve mal toplamanın yollarını tanıtan ilimdir. Bir tür sihir olan bu sanatı kullananların, istedikleri kişinin veya şeyin suretine bürünebileceklerine inanılır. İlmu Keşfi’d-Dekk: Ticarette kalpazanlık yaparak gümüş, inci, yakut vb. kıymetli şeylerin sahtelerini halka satmak için başvurulan hileleri tanıtan bir ilimdir. İlmu’ş-Şa’beze: Tahyîlât da denen bu ilim, seyircilerin gözü boyanarak çeşitli hokkabazlıklarla bir takım anlaşılmaz şekil ve suretler göstermektir. Daha çok el çabukluğuna dayanan ve Şa’bede adıyla da anılan bu sanat sihir değildir. Herkesçe mâhiyeti anlaşılmadığından sihir zannedilir. İlmu Ta’alluki’l-Kalb : Bazı zeki insanların aptal insanları kandırmak için bildiklerini iddia ettikleri bilgilerdir. Böylece onların ism-i a’zam duâsını bildiklerine ve cinleri emri altına alarak çalıştırdıklarına inanan bu saf insanlar, bu korkudan bazen hastalanır ya da onların arzularını yerine getirirler. Kâtip Çelebi, bunun sihir ilminin bir dalı olarak ele alınmasının doğru olmadığını belirtir. İlmu’l-İsti’âne bi-Havâssi’l-Edviye: Birtakım kimyevi terkiplerle, mıknatısın demir tozlarını çekmesine benzeyen bazı olağanüstü gibi görünen olayları göstermeyi öğreten ilimdir. Bu olayın sebep ve mâhiyeti anlaşılmadığından sihir ilminin bir dalı kabul edilmiştir. Kâtip Çelebi bir şeyin mâhiyetini kavrayamayışımız onun sihir olması için yeterli sebep değildir diyerek, bunu sihir ilminin bir dalı olarak zikreden Taşköprülüzâde’yi eleştirmiştir.(Çelebi,1971: c.1, 79, 423, 694, c.2, 1137, 1489, 1524; Taşköprülüzâde,1975:c.1, 295-301; Şükun,1989: c.3, 1935; Levend, 1984:226; Nev’î,1995: 207) 15. İlmu’t-Tılsım: Dünyada bazı olayların meydana gelmesi için tılsım rûhâniyetini celbeden ve güçlendiren buhurlarla, istenen şeyin etkileneceği, uygun bir zamanda aktif semavî güçlerle pasif arzî güçlerin nasıl imtizaç ettirileceğini öğreten ilimdir. (Çelebi,1971: c.2, 1114; Taşköprülüzâde,1975: c.1, 273) Tılsımla uğraşanlara göre, her yıldızın bir rûhâniyâtı, her sayının bir sırrı, her mevcudun bir özelliği (havâs) ve her gök cisminin, konumuna göre dünya üzerinde bir te’siri vardır. Himmet, azim ve irade ile güç kazanmış bir rûh, yıldızların konumlarına uygun sayıları kullanarak, yıldızların ruhâniyâtını celbeden buhur ve tütsülerin de yardımıyla, etki altına almak istediği cisim ile birleşir ve onda tasarruf etme imkanına kavuşur. Sihir, kişinin doğuştan sahip olduğu özel bir güç sayesinde, ruhun ruh ile birleşimi olduğu gibi, tılsım da tamamen tabiat 130 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... kanunlarına başvurularak elde edilen bir güç sayesinde, ruhun cisim ile birleşmesidir. ( Haldun, 1986: c.3, 23-25) 16. İlmu’s-Simyâ: Bazen sihrin gerçek olmayanına simya denir. Havada, elle dokunulamayan bir takım hayâlî görüntülerin oluşturulması şeklinde gerçekleştirilir. Bazen de gözle görülen ve elle tutulabilecek somut suretlerin oluşturulmasına denir. O zaman hava zerrelerinden çabucak değişebilecek bazı suretler oluşur; hava zerreleri bu suretleri uzun zaman koruma yeteneğine sahip olmadığından çabucak silinirler. Bunun nasıl oluşturulduğunu uzmanlarından başkası bilemez. Ancak olmayan bir şeyi algılamak gibi, insanın duyularında bazı hayâller oluşturan bir takım yağlarla, sıvılarla ve özel kelimelerle yapıldığı bilinmektedir. (Çelebi,1971: c.2, 1020; Taşköprülüzâde,1975: c.1, 273) İbn Haldun, simyânın amelî zanaat ve bilgilere başvurulmaksızın, nefis ve rûhun kuvvet ve tesiriyle, bir maddenin suret ve şeklini değiştirerek, diğer bir şekle sokmaktan ibaret olduğunu, bu gücün riyâzet sonucunda isimlerle harflerin tabiatları ve kelimelerin birbiriyle olan nispet ve tenasüpleri öğrenilerek elde edildiğini ifâde eder.(Haldun, 1986: c.3, 26) 17. İlmu’l-Kimyâ: Madeni cevherlerin mâhiyetlerini değiştirerek yeni bir mâhiyet elde etmenin yollarını araştıran ilimdir. (Çelebi,1971:c.2, 1526) Özellikle dışkı, kıl, kan ve yumurta bazı işlemlerden geçirildikten sonra elde edilen iksir adı verilen bu sıvı veya toprak, ateşte kızdırılmış gümüş üzerine döküldüğünde altın; bakır veya kalay üzerine döküldüğünde ise gümüş olacağına inanılır. Bunun imkansız olduğunu ispat eden İbn Haldun, aslında bunun bazen kalpazanlık, bazen de sihir yoluyla gerçekleştirildiğini söyler. (Haldun,1996: 482-483; Levend, 1984:189) Ancak altın elde etmek için elementleri inceleyen bu ilim, günümüz kimya ilminin gelişmesine büyük katkısı olmuştur. c. el-Ulûmu’r-Riyâziyye :İnceleme esnasında maddeden soyutlanmaları mümkün olan maddi şeylerden bahseden bir ilimdir. Eski filozoflar, çocukların ilk eğitimine başladıklarında bu ilimlerle onlara zihin jimnastiği yaptırdıkları için bunlara el-ulumu’rriyâziyye veya el-ulumu’t-ta’lîmiyye adını vermişler. el-ulumu’r-riyâziyye dört ana bilim dalından oluşmaktadır. 1. el-İlmu’l-Hendese: (Geometri) Sayılara kemiyet (nicelik) bakımından arız olan hallerden bahseden ilim olup, pek çok dalı vardır: İlmu Ukûdi’l-Ebniye: İnşaat mühendisliğinde statik hesaplamalar yapılarak ev, köprü, saray ve kale gibi binaların sağlam ve güzel olmalarını amaçlayan bilimdir. İlmu’lMenâzır: Uzak mesafeleri gözetlemeyi, aradaki uzaklığı ölçmeyi ve bu çalışmalarda kullanılan cihazların yapımını ve kullanım metotlarını konu alan ilim dalıdır. İlmu 131 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Merâyâ’l-Muhrika: Mercekleri, aynaları ve ışığın kırılması ve yansımasıyla ilgili kanunları inceleyen bilimdir. İlmu Merâkizi’l-Eskâl: Cisimlerin ağırlık merkezlerini bulmayı konu alan ilimdir. Bu ilim sayesinde taşınan bir şeyin dengeli durması sağlanır. İlmu Cerri’l-Eskâl: Az kuvvetle büyük ağırlıkları kaldırma ve taşıma yollarını araştıran ilimdir. Kaldıraçlar bu ilmin konusudur. İlmu’l-Mesâha: Her türlü yüzey ölçümlerinde kullanılan usûlleri araştırır. İlmu İstinbâti’l-Miyâh: Yer altı sularını çeşitli tekniklerle yer yüzüne çıkarmayı amaçlayan ilimdir. İlmu’l-Alâti’l-Harbiyye: Mancınık gibi savaşta kullanılan araç ve gereçlerden bahseden ilimdir. İlmu’r-Remy: Ok ve mermi gibi şeylerin atılmasından ve hesaplamalarından bahseden ilimdir. İlmu’t-Ta’dîl: Gece ve gündüzün uzama ve kısalmasındaki hesapları yapan ilim dalıdır. İlmu’l-Binkâmât: Belli bir program dahilinde yapılması gereken görevlerin vakitlerini belirlemek maksadıyla kullanılan kum saati, su saati ve çarklı saatler gibi zaman ölçme aletlerinin yapımından ve kullanılmasından bahseden ilimdir. Bu isim, Farsçada, çiftçilerin su nöbetlerini belirlemede kullandıkları “pingân” veya “pingâm” dedikleri altı delik tunç veya bakır tastan alınmıştır. İlmu’l-Milâhe: Gemilerin yapımından, denizlerde hareket ettirilmesinden ve deniz yoluyla ulaşımın sağlıklı yapılması için bilinmesi gereken denizlere ait coğrafik ve meteorolojik özelliklerden bahseden ilimdir. İlmu’s-Sibâhe: Yüzücülüğün şekil ve kurallarını öğreten ilimdir. İlmu’l-Evzân ve’l-Mev’âzîn: Bina yapımında kullanılan malzemenin cinsini, ağırlığını ve dayanıklığını ölçerek binanın ağırlığını tespit eden ve bu işlemlerde kullanılan alet ve cihazların yapımını ve kullanılmasını öğreten ilimdir. İlmu’l-Âlâti’l-Mebniyyeti alâ-Zarûreti Ademi’l-Halâ: Belli bir miktarın üstünde su doldurulunca tamamen boşalan kadeh-i adl, az veya tamamen doldurulunca dökülmeyip, yarım doldurulunca boşalan kadeh-i cevr gibi içinde hava boşluğunun bulunup bulunmaması hesapları üzerine kurulu, su ile çalışan mekanik âletlerden bahseden ilimdir. İnsanların eğlenerek hoş vakit geçirmelerini sağladığından ilmu’lâlâti’r-revhaniyye diye de adlandırılırlar. (Çelebi,1971: c.1, 145, 148, 255, 419, 581; c.2, 1652, 1812; Taşköprülüzâde, c.1, 305-307; Fârâbî, 1990:97; Şükun,1989: c.1, 501) 2. İlmu’l-Hey’et :Astronomi denen gökle ilgili araştırmalar yapan ilim olup bir çok alt dalları bulunmaktadır: İlmu’z-Zîcât:Yıldızların, özellikle gezegenlerin hareket yönlerini ve hızlarını, burçlara girişlerini ve meydana getirdikleri üçlü, dörtlü, altılı kümeleri ve şekillerini araştıran ilim dalıdır. Bunların bilinmesiyle vakitler, mevsimler, yıllar ve yönler tespit edilir; onlar sebebiyle anâsır aleminde olacak vak’alar tahmin edilir. Farsça “zîg” kelimesinden alınan zîcâttan asıl gaye, takvimle ilgili bilgilerdir. Kimine göre, aslı “zîh” olup duvar ustalarının kullandığı ip ve cetveldir. Yunanca “kanun” anlamına gelir. 132 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... Astronomi âlimlerinin kullandığı tabloya “zîc” denildiği gibi, yıldızların hareketlerinden bahseden kitaplara da denir. İlmu’t-Takvîm: Zîclerden çıkarılan bilgilerin sıralamaya tabi tutularak, özel cetveller halinde, on iki kâğıda yazılmasını; on iki ayın ve dört mevsimin ve bu mevsimlere göre olması beklenen günlük olayların belirtilerek, o yılın takviminin hazırlanmasını konu alan ilimdir. İlmu Hisâbi’n-Nücûm: Aslında aritmetiğin bir kolu olan ilmu hisâbi’n-nücûm, sadece astronomide kullanılan bir takım özel kuralları içerdiğinden, zîçlerdeki hesaplamaların yapımında ve takvimlerin düzenlenmesinde kullanıldığından hey’et ilminin bir dalı kabul edilmiştir. İlmu Keyfiyyeti’l-İrsâd: Gök cisimlerinin hareketlerini gözetlemede kullanılan cihaz ve aletlerin yapımı ve işleyiş tarzlarını inceleyen ilimdir. İlmu’l-Âlâti’r-Rasadiyye: Gökyüzü gözetlemelerinde kullanılan cihaz ve aletlerin yapımı ve işleyiş tarzlarını inceleyen ilimdir. İlmu’l-Mevâkît: Özellikle her bölgenin namaz vakitlerini doğru bir şekilde tayin etmek için, günlerin uzaması ve kısalması, ayın ve güneşin doğma ve batma zamanları, ayın evreleri ve özellikleri, her memlekete göre gölgelerin eğilim açıları ve yönleri gibi konuları araştıran ilim dalıdır. İlmu Âlâti’z-Zıllıye: Gölgenin hareketine dayanan güneş saatinin hazırlanmasını, hesaplanmasını ve kullanılan araç ve gereçleri konu alan ilimdir. İlmu’l-Üker: Küreleri sırf küre oldukları için inceleyen ve çevresinin ve hacminin ölçümlerini ve onlara ait geometrik özellikleri araştıran ilimdir. Bu bilgiler astronomi ilminde kullanıldığından buraya alınmıştır. İlmu’l-Ukeri’l-Müteharrike: Küreler hareket halinde iken, kendilerine ârız olan hâllerini araştıran ilim dalıdır. Katip Çelebi bu son iki ilmin ayrı birer ilim olarak ele alınmasının anlamsız olduğunu belirtir. İlmu Tastîhi’l-Küre: Küreyi yüzey, küre üzerindeki daire ve çizgileri düz çizgiler haline getirmenin yollarını öğreten ilimdir. İlmu Suveri’l-Kevâkib: Eski astronomi bilginleri sabit olan felekte, dünya yörüngesi üzerinde burç diye bilinen on iki ve ayın evreleriyle ilgili olarak da yirmi sekiz şekil tespit etmişlerdir. Bu şekiller esas olmak üzere ayrıca bin iki yüz yirmi sabit yıldız tespit edip her birinin enlem ve boylama göre yerlerini belirleyerek takriben eşit altı kısma ayırmışlardır. Bunlar Suveru’l-Kevâkib ilminin konusudur. İlmu Mekâdiri’l-Ulviyyât: Güneş, ay, dünya ve diğer yıldızların uzaklıklarını, büyüklüklerini ve yörüngelerini araştıran ve bunları hesaplayan ilimdir. İlmu Menâzili’l-Kamer: Ayın yirmi sekiz evresinin şekillerini, isimlerini ve her dönemdeki durumunu araştıran bilimdir. İlmu Coğrafya: Yeryüzünün fizîkî şekil ve yapılarını, iklimlerini, beşerî yapısını ve özelliklerini konu alan bir ilimdir. İlmu Mesâliki’l-Büldân: Şehir ve ülkeler arasındaki kara ve deniz yoluyla yapılan ulaşım yollarını ve özelliklerini tanıtan ilimdir. İlmu’lBürud ve Mesâfâtihâ: Günümüzde on iki mile denk gelen postacılıkta bir konaklık mesafe kabul edilen “berid” uzunluk ölçü birimine göre, şehir ve ülkeleri birbirine bağlayan 133 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) yolların ölçümünü konu alan ilimdir. İlmu Havâssi’l-Ekâlîm: Her bölgenin bitki örtüsünü ve orada yaşayan hayvanların tür ve özelliklerini inceleyen bilimdir. İlmu’l-Edvâr ve’lEkvâr: Eski astronomi bilginlerine göre bir devr (çoğulu edvâr) üç yüz altmış güneş yılıdır; bir kevr (çoğulu ekvâr) ise yüz yirmi kamerî yıldır. Bu devr ve kevrlerin her birinde meydana gelen olayları araştıran ilme denir. İlmu’l-Kırânât: Gezegenlerden ikisinin veya daha fazlasının bir burçta bir araya gelmelerinden ve bu birliktelikten dolayı meydana gelmesi beklenen olaylardan bahseden ilimdir. İbn Haldun İlmu’l-Kırânât’ın bahis konusu ettiği şeylerin bilimsel gerçekler olmadığını iddia eder. İlmu’l-Melâhim: Büyük kanlı savaş anlamına gelen “melhame”nin çoğulu olan melâhim, yıldızların hareketlerini inceleyerek, gelecekte baş gösterecek kanlı olayların zamanını ve keyfiyetini bildiren ilimdir. Özellikle devletlerin yıkılması, ülkelerin el değiştirmesi, hanedanların zuhur ve inkırazı gibi hadîseleri daha önceden haber vermeyi amaç edinen bu ilmin gerçekle ilgisi yoktur. Ancak ayların ve mevsimlerin astrolojik özelliklerinden ve bu dönemlerde vukû bulan kar, dolu ve yağmur gibi meteorolojik; güneş ve ay tutulması gibi astronomik olaylardan ve bunların neden olacağı kuraklık, kıtlık, savaş ve ölüm gibi semâvî ve arzî afetlerden bahseden manzûm ve mensûr bir takım kitapların da melhame adıyla kaleme alındığı bilinmektedir. İlmu’l-Mevâsîm: Her milletin dînî ve millî bayramlarını ve bunların yılın hangi gününe tekabül ettiğini, ora halkının âdetleri gereğince ne tür faaliyetlerde bulunacaklarını anlatan ilim dalıdır. İlmu Mevâkiti’s-Salat : Günde beş defa tekrarlanan dînî bir vecibe olan namazın vakitlerini belirlemede başvurulan yöntemlerden bahseden ilimdir. İlmu Vaz’i’l-Usturlâb: Usturlab yunanca bir kelime olup, güneş ölçüm aleti “mizânu’ş-şems” veya yıldızların aynası “mir’âtu’nnücûm” mânâlarını ifâde etmektedir. Eski astronomi bilginlerinin gece ve gündüzleri, gök cisimlerinin doğuş ve batış yerlerini belirlemek için, bir küre üzerine daireler çizerek meydana getirdikleri bu aletin yapımından bahseden ilimdir. İlmu Ameli’l-Usturlâb: Gök cisimlerinin yüksekliğini ve birbirlerine uzaklıklarını, yer yüzündeki şeylerin enlerini ve boylarını ölçmek, namaz vakitlerini ve yönleri belirlemek için usturlabın nasıl kullanılacağını ve hesapların nasıl yapılacağını anlatan ilimdir. İlmu Ameli Rub’i’dDa’ire: Rub’u’d-dâ’ire veya rubu’ tahtası, eskiden gök cisimlerinin açı ile ilgili yüksekliğini ölçmede kullanılan bir alettir. Bugün onun yerini denizcilerin kullandığı sekstant almıştır. Bir tahta üzerine dairenin dörtte biri çizilir ve açı dereceleri ve daha başka işaretler belirtilerek yapılırmış. Bu ilim bu âletin nasıl kullanılacağından bahseder. İlmu Vaz’i’r-Rub’i’l-Müceyyeb ve’l- Mukantarât: Türkler tarafından icat edilen ve eski bir astronomi aleti olan rubu’ tahtasının bir çeşit logaritmik abak veya trigonometrik hesap cetveli mâhiyetindeki yüzüne rub’u’l-müceyyeb denir. Bu rubu’ tahtasının üstüne 134 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... ufka paralel farazi da’ireler halinde gök yüzü haritası çizilmiş olan yüzüne de rub’u’lmukantarât denir. İşte bu rubu’ tahtasının nasıl yapılacağını öğreten ilimdir. İlmu Âlâti’sSâ’at: Eskiden saat yapımında kullanılan çekiç, sandık vb. aletlerden bahseden ilimdir. Aslında “binkâmât” ilminin bir konusudur. (Çelebi, 1971: c.1, 50, 106, 142, 145, 147, 403, 509, 905; c.2, 964; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 309-316; Haldun, 1996:315, 473; Macdonald, 1993:c.7, 659; Sami, 1317:658, 1392; Pakalın, 1993:c.3, 53; Devellioğlu,1993: 896) 3. İlmu’l-Aded : Hesap ve aritmetikî de denen aded ilmi, matematiğin (riyaziyyat) sayılar arasındaki tabiî ilişkilerini inceleyen bir kolu olup, bir çok dalları vardır: İlmu Hisâbi’t-Taht ve’l-Mîl: Bu hesap sisteminde kullanılan rakamlar (hurûf) Hint kaynaklı olduğundan, el-hisâbu’l-Hindî ve kenarlı küçük bir ahşap tepsi içindeki toz, toprak veya kum üzerine yazıldığı için hisâbu’l-gubâr, hisâbu’t-taht ve’t-turâb yahut hisâbi’t-taht ve’l-mîl (Reml) adlarıyla da anılan ve İslâm dünyasında belli bir dönem kullanılan en önemli hesap sistemidir. Dokuz rakam ve sıfırla beraber ondalık konumlu sayı sistemi ve bu sisteme dayanan logaritma mantığı, ondalık kesirler, kök hesabı, sayılar teorisine ait konular gibi bugün bütün dünyada kullanılan aritmetik anlayışı İslâm medeniyetinde bu hesap sistemi içerisinde kurulmuştur. İlmu’l-Cebr ve’l-Mukâbele: Arapça’da cebr, “kırık kemiği yerine koyma, düzeltme, zorlama”; mukâbele ise “karşılaşma, karşılaştırma, örneğini getirme” gibi anlamları taşımaktadır. Terim anlamları ise cebir, eşitliğin her hangi bir tarafında bulunan negatif bir terimin diğer tarafa aynısı eklenmek suretiyle izâle edilmesidir. Mukâbele ise eşitliğin her iki tarafında bulunan benzer terimlerin çıkarma yoluyla izalesidir. Bu ilim denklemlerde bilinmeyen sayıların elde edilmesini sağlar. İlmu Hisâbi’l-Hataeyn: Hisâb bi’l-keffeyn veya el-amel bi’l-keffât diye de adlandırılan “çift yanlış hesabı”, verilen problemin şartlarına uygun biçimde çözümü gerçekleştirebilecek bir tahminde bulunmak, daha sonra gerekli aritmetik işlemlerle doğru çözümü tespit etmek esasına dayanan bir ilimdir. Çözümü en az üç aşamada gerçekleşen “çift yanlış hesabı” ile birinci derecede bir bilinmeyenli her türlü aritmetik problem, tam değer olarak; yüksek dereceli denklemler ise yaklaşık olarak çözümlenebilirler. İslâm medeniyetine Hint dünyasından gelmiş olan bu metot, fonksiyon bakımından cebr ve mukâbele ile aynıdır. Tarih boyunca ondan daha az kullanılmış olmakla birlikte, işlemi ondan daha kolaydır. (Süveysi, 1998: c.17, 260, 261; Çelebi, 1971: c.1, 578, 663, 706; Fazlıoğlu,1993: c.7, 195, c.17, 269,270) İlmu Hisâbi’d-Devr ve’l-Vesâyâ: Vasiyet edilen bir malın miras ve hibe yoluyla birkaç el değiştirdikten sonra her birine düşen payın miktarını hesaplamaya yarayan ilimdir. Problemin çözümünde kullanılan teknik bakımından cebr ve mukâbele ilminin, konusu bakımından fıkıh ilminin 135 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) bir koludur. İlmu Hisâbi’d-Derâhim ve’d-Denânîr: Sayıca cebir denkleminden daha fazla bilinmeyeni olan denklemleri çözmede kullanılan metottur. Bu fazlalıktan dolayı bilinmeyenlere altın, bakır, gümüş vb. isimler verilmiştir. İlmu Hisâbi’l-Ferâ’iz: Varislerin mirastaki payı mânâsını ifâde eden “farîza”nın çoğulu olan “ferâ’iz”, ölünün arkasında bıraktığı mal ve mülkten mirasçılara kalan payların eşit ve âdil olması için başvurulan hesaplamaları konu alan ilme ad olmuştur. Gayesi bakımından fıkıh, mâhiyeti yönünden hesap ilminin dalıdır. İlmu Hisâbi’l-Hevâ: Kalem, kâğıt ve başka her hangi bir araç kullanılmadan büyük para ve mal hesaplarının zihinde nasıl yapılacağını öğreten bilim dalıdır. İlmu Hisâbi’l-Ukûd bi’l-Esâbi’: Parmak ve boğumlarından her birini birler, onlar, yüzler, binler basamaklarından birine karşılık tutarak, çok rakamlı hesapların yapılma yol ve usûllerini öğreten bilim dalıdır. Bu usûller sayesinde tek el ile altı rakamlı hesapları yapmak mümkün olur. İlmu A’dâdi’l-vefk: Küçük karelerden oluşan, her karesine yazılan sayıların yatay veya dikey toplamları aynı olan kare, üçgen, altıgen ve daha başka şekillerdeki cetvellerden bahseden ilim dalıdır. Bu hanelere bazen harfler de yazılır, onların da ebcedî değerlerinin toplamı göz önüne alınır. Bu ilmin sonsuz denize benzediğini, pek çok özelliklerinin olduğunu söyleyen Taşköprülüzâde hesapla ilgili olduğu için aded ilminin bir kolu, harf ve rakamların metafizikî değer ve etkileri bakımından da havâss ilminin bir dalı olduğunu vurgular. İbn Haldun ise bunu tılsım ve sihir ilimleri içinde mütalaa eder. Vefk hazırlanırken uygun zaman ve burçlar da göz önünde bulundurulur. İlmu Havâssi’l-A’dâdi’l-Mütehâbbeti ve’l-Mütebâgize: Eski bilginler, mıknatıstaki çekim gücü gibi, her şeyin, akılla anlaşılmayan kendine göre birtakım özellikleri bulunduğuna, harfler, isimler ve sayıların da buna benzer özellikler gösterdiğine inanırlardı. Bu sayı ve harflerden bir kısmı sevgi, bir kısmı da nefret ve düşmanlık özelliklerine sahiptir. Kelime anlamıyla birbirini sevenler demek ise de, burada yarısı, dörtte bir, beşte bir ve altıda bir gibi bütün parçaları toplandığında her iki sayının parçaları birbirine eşit olması mânâsında kullanılmaktadır. Meselâ, rk , 220’yi, rfd 284’ü ifâde eder. İnanışa göre bu sayı ve harflerden biri, sıvıya katılarak birine içirilir, ya da yiyeceğine katılarak yedirilirse o kimsede sevgi veya nefret hali meydana gelir. İlmu’tTe’âbi’l-Adediye fi’l-Hurûb: Savaşta askerin ikili veya tekli sıralar halinde nasıl dizileceğini, duruma göre kaç sıra ve her sırada kaç kişi bulunacağını, sıraların dairevî, üçgen veya dörtgen mi olacağını belirlemeye yarayan ilimdir. Bu düzenlemenin bazı metafizikî özellikleri olduğuna, bu düzene uyulduğu takdîrde kesinlikle başarılı olunacağına inanılır. (Haldun, 1986: c.3, 9, 10, 20; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 318-321; Çelebi, 1971: c.1, 415, 663, 664, 706, 726; Bardakoğlu, 1995: c.12, 362) 4. İlmu’l-Mûsikî: İnce ve kalın seslerin belli aralıklarla bir araya getirilmesinden 136 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... doğan ve insan rûhunu olumlu veya olumsuz etkileyen terennümleri ve bununla ilgili âletleri konu alan bir ilimdir. Yunanca’da âhenkli ve ölçülü nağme anlamına gelen “musika”nın, yıldızların hareketlerinden ilham alınarak, Fisagor tarafından meydana getirildiğine inanılır. Bu ilmin de birkaç dalı vardır. (Çelebi, 1971: c.2, 1902) İlmu’l-Âlâti’l-Acîbeti’l-Mûsikâriyye: Ud, ney, kanun ve org gibi müzik aletlerinin özelliklerinden, nasıl yapılacağından ve nasıl kullanılacağından bahseden ilimdir. İlmu’rRaks: Mûsikînin âhengine uyularak icrâ edilen danslardan, bu dansların nasıl icra edileceğinden bahseden ilimdir. İlmu’l-Gunc: Gunc, nâz, işve ve cilve mânâlarına gelir. Kadınların yüz ve saçlarının süsünden ve onların ritmik güzel hareketlerinden bahseden ilimdir. Bütün bunların tabii olması en uygunudur. (Çelebi,1971: c.1,147; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 323) B-Ulûmu’l-Hikmeti’l-Ameliyye Uygulamaya yönelik bizzat kendileri gaye durumunda olan ilimlerdir. Şu bilim dallarına ayrılır: 1.İlmu’l-Ahlâk: İnsan davranışlarının temel dinamikleri olan şehvet, öfke ve aklın her türlü aşırılıktan uzaklaştırılarak, fert ve toplum için yararlı bir hale getirilmesinden bahseden ilimdir.(Çelebi, 1971: c.1, 35) 2.İlmu Tedbîri’l-Menzil: Anne, baba, çocuk ve hizmetçiden oluşan aile bireylerinin birbirlerine karşı sorumluluklarını öğreten ve davranışlarını düzenleyen ilimdir. Son zamanlarda ev ekonomisi anlamında da kullanılmaktadır. (Çelebi, 1971: c.1,381; Devellioğlu,1993: 430) 3.İlmu’s-Siyâset: Toplum yönetimi için gerekli bilgi ve kuralları inceleyen bilimdir. Siyaset ilminin de bir kaç alt dalı bulunmaktadır. İlmu Âdâbi’l-Mülûk: Devlet idaresi için krallarda ve devlet başkanlarında olması gereken ahlâk ve melekeleri konu alan ilimdir. İlmu Âdâbi’l-Vezâret: Vezirlerin görevlerini en güzel bir şekilde yürütmeleri için muhtaç oldukları bilgi ve beceriden bahseden ilimdir. İlmu’l-İhtisâb: Kanunları uygulamak, kanunlara uymayanları engellemek, şehrin güvenliğini sağlamak için gerekli teşkilâtlanmayı ve bunun kurallarını konu alan ilimdir. İlmu Kavdi’Asâkir ve’l-Cüyûş: Ordunun teşkilatlandırılmasından, eğitiminden, sevk ve idaresinden, iâşe ve ibâtesinden bahseden ilimdir.(Çelebi, 1971: c.1, 15, 43; c.2, 1362; Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 330-332) C- el-Ulûmu’ş-Şer’iyye 1.İlmu Usûli’d-Din: Dinde Allah, melek, âhiret, kader vb. inanç konusu olan şeylerin delillerle ispat edilerek, şüphelerin giderilmesini gaye edinen kelâm ilmidir. 137 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) (Çelebi, 1971: c.2, 1403) 2.İlmu’l-Kırâ’at: Kur’ân’ı doğru ve usûlüne göre okumayı sağlayan ilimlerdir: İlmu’ş-Şevâz: Kur’ân’ın tevatürle gelen meşhûr yedi kırâ’atinin dışında kalan münferid rivâyetlere dayanan (şâz) kırâ’atlerden bahseden ilimdir. İlmu Mehârici’lHurûf: Harflerin ağızdaki çıkış yerlerinden ve harflerin sesli-sessiz, ince-kalın gibi özelliklerden bahseden ilimdir. İlmu Mehârici’l-Elfâz: Kelimelerin telâffuz edilme özelliklerinden bahseden ilimdir. Bir öncekinden farklı yanı konuyu kelime seviyesinde ele almasıdır. İlmu’l-Vukûf: Anlam bütünlüğünün sağlanması ve çıkarılacak hükümlerin daha isabetli olması için dilbilgisi (sarf- nahiv) kuralları açısından Kur’ân âyetlerindeki durak yerlerinin ve vurguların nasıl yapılacağını açıklığa kavuşturan ilimdir. İlmu İleli’lKırâ’at: Meşhur yedi tarz okunuşta (kırâat) tercih edilen şeklin niçinini ve sebebini anlatan ilimdir. İlmu Resmi Kitâbeti’l-Kur’ân: Kur’ân’daki kelimelerin yazımında ve imlâsında Hz. Osman’ın mushafına uymayı sağlayan kurallardan bahseden bir ilimdir. İlmu Âdâbi Kitâbeti’l-Mushaf: Mushafların tertip ve tanziminde sayfa ve satırların düzenlenmesinde dikkat edilmesi gereken hususlardan bahseden ilimdir. (Taşköprülüzâde, 1975: c.1, 710-714; el-Kettan, 1997: 242, 251) 3.İlmu’l- Hadîs: Peygamberin söz, takrîr ve fiillerinden bahseden ilimdir. Hadîs ilminin pek çok dalları bulunmaktadır: İlmu Şerhi’l-Hadîs: Hadîslerin doğru anlaşılması için yapılan yorumlardan ve bunun kurallarından bahseder. İlmu Esbâbi Vurûdi’l-Hadîs ve Ezminetihi: Hadîslerin nerede, ne zaman ve hangi olaya binâen söylendiğini araştıran ilimdir. İlmu Nâsihi’lHadîs ve Mansûhihi: Hangi hadîsin, hangisi tarafından hükmünün yürürlükten kaldırıldığını araştıran ilimdir. İlmu Te’vîli Akvâli’n-Nebî: Peygamberin sözlerinin te’vîlinden bahseden ilimdir. Şerhte sözün ilk anlamı esastır. Te’vîlde ise ilk anlamının dışında hatıra gelebilecek başka anlam ve yorumlar aranır. İlmu Rumûzi’l-Hadîs ve İşârâtihi: Hadîslerdeki sembolik ve işarî anlamları araştıran ilimdir. İlmu Garâ’ibi Lugati’l-Hadîs: Hadîslerde geçen, pek az kullanılan anlaşılması güç kelimelerin veya peygamberin yeni bir anlam yüklediği kelimelerin anlaşılmasını sağlayan bir bilim dalıdır. İlmu Def’i’t-Ta’n Ani’l-Hadîs: Hadîsler hakkında ileri sürülen itirazlara cevap vererek bu konudaki kuşkuları gideren ilimdir. İlmu Telfîki’l-Ehâdîs: İlk bakışta birbirine zıt gibi görünen hadîsler arasındaki umum-husus, mutlak-mukayyed ilişkisini veya farklı olaylarla ilgili olduklarını açıklığa kavuşturmak; dil veya belâgat kurallarına göre daha başka yorum tekniklerini kullanmak suretiyle aralarında bir tezad bulunmadığını gösteren ilimdir. İlmu Ahvâli Ruvâti’l-Ehâdis: Hadîsleri rivâyet eden kişilerin hayat ve şahsiyetlerinden, güvenilirlik derecelerinden bahseden ilimdir. İlmu Tıbbi’n-Nebevî: 138 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... Çeşitli hastalıkların tedavileri hususunda söylenmiş hadîslerden bahseden ilimdir. (Çelebi, 1971: c.1, 23, 334, 480; Taşköprülüzâde, c.2, 725-727) Taşköprülüzâde ayrıca şunların da hadîs ilminin alt dallarından (furû’) sayıldığını söyler: İlmu’l-Mevâ’iz: İnsanların dinen yasak olan şeylerden uzaklaşmaları, yapılması emredilen şeyleri yapmaları için söylenen söz ve bunları söylemenin metotlarından bahseder. İlmu’l-Ed’iyye: Rivâyetlerden gelen güzel dualardan ve meşhur virdlerden bahseder. İlmu’l-Âsâr: İslâm tarihinde birinci ve ikinci kuşağa ve o dönemde yaşamış büyük müctehid ve âlimlere ait, güzel söz ve ahlâktan bahseden ilimdir. İlmu’z- Zühd ve’l-Verâ: Dünya sevgisinden kurtulma, haram ve günâhlardan uzaklaşmanın yollarını araştıran ilimdir. İlmu Salâti’l-Hâcât: Hadîslerde hacet namazıyla ilgili rivâyetleri toplayan ve onları değerlendimeye tâbî tutan ilimdir. İlmu’l-Meğâzî: Peygamberin savaşlarından bahseden ilimdir.( Taşköprülüzâde, 1975: c.2, 924, 981) 4.İlmu’t-Tefsîr: Kur’ân ve yorumuyla ilgili ilimlerdir. İlmu’l-Mekkî ve’l-Medenî:Mekke ve Medine’de inen âyetleri araştırır. İlmu’lHaderî ve’s-Seferî : Yolculuk halinde iken ve mukim iken inen âyetleri araştırır. İlmu’nNehârî ve’l-Leylî :Gece veya gündüz inen âyetleri konu alır. İlmu’s-Sayfî ve’ş-Şitâî : Yaz ve kış aylarında nâzil olan âyetleri inceler. İlmu’l-Firâşî ve’n-Nevmî:Uyurken nâzil olan âyetleri araştırır. İlmu’l-Arzî ve’s-Semâî: Hz. Peygamber dünyada iken veya miraca yükselirken nâzil olan âyetleri inceler. İlmu Evveli mâ-Nezele ve Ahiri mâ-Nezele: Önce ve sonra nâzil olan âyetlerin hangi sıraya göre indiklerini araştırır. İlmu Sebebi’n-Nüzûl: Âyet ve sûrelerin hangi sebeb ve olaylar üzerine nâzil olduğunu bildiren ilimlerdir. İlmu mâ-Nezele alâ-Lisâni Ba’zi’s-Sahâbeti : Bazı sahabelerin dili ve ifâdesiyle inen âyetleri inceler. İlmu mâ-Tekerrere Nüzûlühü : Birkaç defa nâzil olan âyetleri inceler. İlmu mâTe’ehhere Hukmuhu an-Nüzûlihi ve mâ-Te’ehhere Nüzûlühü an-Hukmihi: Hükmü inişinden sonra sabit olan ve inişi hükmünden sonra olan âyetleri araştırır. İlmu mâNezele Müfarrakan ve mâ-Nezele Cem’an:Ayrı ayrı ve toplu nâzil olan âyet ve sûreleri inceler. İlmu mâ-Nezele Meşîan ve mâ-Nezele Müfreden: Cebrail’in başka meleklerin eşliğinde getirdiği ve tek başına getirdiği âyet ve sûreleri inceler. İlmu mâ-Ünzile Minhu alâ-Ba’zi’l-Enbiyâ ve mâ-lem-Yünzel: Daha önce bazı peygamberlere inmiş olan ve hiç inmemiş olan âyet ve sûreleri araştırır. İlmu Keyfiyyeti İnzâli’l-Kur’ân: Kur’ân’ın nasıl indirildiğini, vahiylerin mâhiyetini ve geliş şeklini inceleyen ilimdir. İlmu Esmâ’i’lKur’ân ve Esmâ’i Süverihi: Kur’ân’ın ve sûrelerinin isimlerinden bahseder. İlmu Cem’ihi ve Tertîbihi : Peygamber zamanında dağınık formalar halindeki Kur’ân âyet ve sûrelerinin toplanarak, bir kitap haline getirilmesini, tertip ve tanzimini inceleyen ilimdir. 139 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) İlmu Adedi Süverihi ve Kelimâtihi ve Hurûfihi: Kur’ân’ın sûre, âyet, kelime ve harflerinin sayısını araştırır. İlmu Huffâzihi ve Ruvâtihi: Kur’ân’ı ezberleyen ve onu mushaf haline gelinceye kadar nakleden kişilerden ve özelliklerinden bahseder. İlmu’l-Âlî ve’n-Nâzil min-Esânidihi: Kur’ân’ı nakleden ilk dönem kurrâlara ait rivâyet zincirlerinin ve bu zinciri oluşturan râvîlerin güvenilirlik derecesini araştırır. İlmu’l-Mütevâtir ve’l-Meşhûr: Kur’ân’ın mütevatir (yalan ve yanlış üzerinde birleşmeleri imkansız bir topluluğun yine böyle bir topluluktan naklettiği) ve meşhur (rivâyet zinciri sağlam olup, ancak tevâtür derecesine varmayan) okunuş (kırâ’at)lardan bahseder. İlmu Beyâni’l-Mevsûl Lafzen ve’lMefsûl Ma’nen: Söz bakımından beraber, bitişik olduğu halde, mânâ ve konu bakımından ayrı olan âyetleri inceler. (Taşköprülüzâde, 1975: c.2,728-751) İlmu’l-İmâle ve’l-Feth: Kesrenin fetha, ya’nın elif ile gösterilmesi olup Kur’ân’ın kendisiyle nâzil olduğu iki meşhur lûgattir. “İmâle” Necid, Esed ve Temîm lehçesine göre, “feth” ise Hicâz lehçesine göredir. “İmâle”nin yedi harfte olduğu söylenir. İlmu’l-İdğâm ve’l-İzhâr ve’l-İhfâ ve’lİklâb: Tecvidle ilgili kurallar olup aynı harfin yanyana gelmesiyle şeddeli okunmalarına idğâm; “hurûf-ı ihfâ” diye adlandırılan on beş harften birinin “tenvîn” veya sakin “nun”dan sonra gelmesiyle şeddesiz olarak genizden telaffuz edilmesine ihfâ; kendisinden sonra “be” harfi gelen “tenvîn” veya sakin “nun”nun “mim” şeklindeki telaffuzuna iklâb; altı “izhâr” harfinden birinin “tenvîn” veya sakin “nun” dan sonra “ihfâ”sız ve “idğâm”sız okunmasına ise izhâr denir. Tecvid’in bir alt dalı olan bu ilim Kur’ân’da bu durumları inceler. İlmu’l-Med ve’l-Kasr: Harekesiz “elif”, “vav” ve “yâ” med harflerinin normalden fazla uzatılmasına med, uzatılmaksızın tabiî halinde bırakılmasına kasr denir. Bu da Tecvîd ilminin bir konusudur. İlmu Tahfîfi’l-Hemze: Arap alfabesinde telaffuzu en zor, mahreci en uzak harf olan “hemze”nin rahatça kullanılabilmesi için başvurulan bir takım kurallar bulunmaktadır. Bu, “tahfîfu’l-hemze” adıyla bilinen ve özellikle Hicaz lehçesinde sıkça karşılaşılan bir durumdur. Kur’ân’daki hemzelerin telaffuzunu bu ilim dalı inceler. (Suyûtî, 1306: 96-104) İlmu Keyfiyyeti Tahammuli’l-Kur’ân:Kur’ân’ı ezberlemenin ve ezberden okumanın metotlarından bahseder. İlmu Âdâbi Tilâvetihi ve Tâliihi: Kur’ân’ı okumanın âdâbından ve okuyucunun uyması gereken şartlardan bahseder. İlmu Cevâzi’l-İktibâs: Manzûm ve mensûr eserlerde Kur’ân’dan yapılan alıntıların kullanılmasının caiz olduğundan ve iktibas yapılırken dikkat edilmesi gereken kurallardan bahseder. İlmu Garîbi’l-Kur’ân: Kurân’daki anlam bakımından kapalı ve anlaşılması güç kelimeleri inceler. İlmu mâ-Vaka’a fihi bi-Gayri Lugati’l-Hicâz: Kur’ân’daki, Hicaz bölgesinde kullanılmayan ve tanınmayan kelimeleri inceler. İlmu mâ-Vaka’a fihi min-Gayri Lugati’l-Arab: Arapça olmayıp Kur’ân’da kullanılan kelimeleri araştırır. İlmu’l-Vücûh ve’n-Nezâ’ir : Kur’ân’daki bir kelimenin bir 140 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... âyette ifâde ettiği mânâ ile, yine aynı kelimenin diğer âyetlerde ifâde ettiği anlamların aynı olmamasına vücûh; bunun aksine de, (farklı bir çok kelimenin aynı mânâyı ifâde etmesine de) nezâ’ir denir. İşte bu ilim Kur’ân’daki bu tür kelimeleri inceler. İlmu Me’âni’l-Edevâti’lletî Yehtâcu İleyha’l-Müfessir: İsabetli bir tefsir ortaya koyması için, müfessirin bilmek zorunda olduğu edatların anlamlarını inceler. İlmu’l-Muhkem ve’lMüteşâbih: Kur’ân’da, anlamı muğlak ve müphem olmayıp herkesçe anlaşılabilen (muhkem) ve aralarındaki benzerlikten dolayı biri diğerine tercih edilmesi imkansız mânâları bulunan, anlaşılması güç (müteşâbih) âyetleri araştırır. İlmu’l-Mukaddemi’lKur’ân ve’l-Muahharihi: Kur’ân âyetlerindeki bazı kelimelerin cümle yapısına göre başa alınması veya sona bırakılmasının hikmetlerinden, bu durumun cümleye kazandırdığı zengin ve güzel anlam farklılıklarından bahseder. İlmu Âmmi’l-Kur’ân ve Hâssihi: Kur’ân’ın sayı bakımından hiçbir sınırlama getirilmeksizin, kendisine yüklenen sözlük anlamına uygun gelen bütün fertlerine delalet eden (âmm) ve bunun aksi olan, sözlük anlamına uygun gelen bütün fertlerine delâlet etmeyen (hâss) kelimelerini inceler. İlmu Nâsihi’l-Kur’ân ve Mansûhihi: Bir âyetin getirdiği hükmün daha sonra nâzil olan bir âyetle kaldırılmasına nesh, birinci âyete mansuh, ikincisine de nâsih denir. İşte bu ilim, bu tür âyetlerin birbiriyle irtibatını inceler. İlmu Müşkili’l-Kur’ân: Aralarında ihtilaf ve çelişki varmış gibi görünen âyetleri inceleyerek böyle bir durumun bulunmadığını ortaya koyan ilimdir. İlmu’l-Mutlaki’l-Kur’ân ve Mukayyedihi: Her hangi bir kayıt olmaksızın sayısı belli olmayan fertlere delalet eden (mutlak) ve her hangi bir vasıfla kayıtlanmakla beraber kendi cinsi içindeki bütün fertlere delalet eden (mukayyed) âyetleri inceler. İlmu Mantûki’l-Kur’ân ve Mefhûmihi : Hiç düşünülmeden kendisinden kastedilen mânâ açık bir şekilde anlaşılan (mantuk) ve kendisinden ikinci ve üçüncü derecede dolaylı olarak anlam çıkarılan (mefhum) âyetleri inceler. İlmu Vücûhi Muhâtabâtihi : Kur’ân’daki hitap şekillerini ve anlam farklılıklarını inceler. İlmu Hakîkati Elfâzi’l-Kur’ân ve Mecâzihâ: Kur’ân’daki kelimeleri hakikî ve mecâzî anlamlarını inceler. İlmu Teşbîhi’l-Kur’ân ve İsti’ârâtihi: Kur’ân’daki teşbîh ve istiâreleri inceleyen ilimdir. İlmu Kinâyâti’l-Kur’ân ve Ta’rîzâtihi: Kur’ân’daki kinâye ve tarîzleri inceler. (el-Kettan, 1997: 258, 268, 298, 307, 323, 345, 352; es-Salihî, 1981: 281-330; Taşköprülüzâde, 1975: c.2, 751-802; Cerrahoğlu, 1989: 128, 151, 177, 179, 184, 192) İlmu’l-Hasr ve’l-İhtisâs: Bir yargıyı emsâllerinden her birine değil de, sadece birine ait olduğunu vurgulayan âyetleri ve bunların anlam bakımından özelliklerini inceler. İlmu’l-İcâz ve’l-Itnâb: Kur’ân’da mânâyı vecîz veya uzun ve tafsilatlı bir şekilde ifâde eden âyetleri inceler. İlmu’l-Haber ve’lİnşâ: Kur’ân’da emir, istek, dilek, şart kipleri ve haber kipleriyle gelen âyetleri inceler. İlmu’l-Bedâyi’i’l-Kur’ân: Kur’ân’daki tevriye, istihdâm, iltifât gibi bedi’ sanatları inceler. 141 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) İlmu Fevâsıli’l-Ây : Âyetlerin sonlarındaki, genellikle secili olan kelimeleri inceler. İlmu Havâtimi’s-Süver: Sûrelerin bitişindeki anlam inceliklerini konu edinir. İlmu Münâsebeti’l-Âyâti ve’s-Süver: Âyet ve sûreleri birbirleriyle olan ilişkilerini konu edinir. İlmu’l-Âyâti’l-Müteşâbihât: Müteşâbih âyetleri inceleyen ilimdir. İlmu İ’câzi’l-Kur’ân: Kur’ân’ın mûcize oluşundan kaynaklanan güzelliklerini konu edinen bir ilimdir. İlmu’lUlûmi’l-Müstenbetâti min-Kur’ân: Kur’ân’dan çıkarılan ilimlerden bahseder. İlmu Eksâmi’l-Kur’ân: Kur’ân’daki yeminleri inceleyen ilimdir. İlmu Emsâli’l-Kur’ân: Kur’ân’da, ahlâkî ve mânevî değerleri benimsetmek, ya da bir konuyu açıklığa kavuşturmak amacıyla söylenen, kısa öykü, benzetme veya özlü sözleri araştıran ilimdir. İlmu Cedeli’l-Kur’ân: Kur’ân’ın tartışma yöntemini inceler. (Taşköprülüzâde, 1975:c.2, 804-859; el-Kettan, 1997: 364, 391, 408, 418) İlmu mâ-Vaka’a fi’l-Kur’ân mine’l-Esmâ ve’l-Künâ ve’l-Elkâb: Kur’ân’daki isim, künye ve lakapları araştıran ilimdir. İlmu Mübhemâti’l-Kur’ân : Kur’ân’daki belgisiz sıfatlar, zamirler ve edatları inceleyen bilim dalıdır. İlmu Fezâ’ili’l-Kur’ân: Kur’ân’ın, bazı sûre ve âyetlerinin sevap ve faziletlerini konu edinen ilimdir. İlmu Efdali’l-Kur’ân ve Fâzılihi: Kur’ân’ın fazilet ve üstünlük bakımından diğerlerinden farklı olan âyet ve sûrelerden bahseder. İlmu Müfredâti’lKur’ân: Kur’ân âyetlerinden her birinin ahkâm ve mânâ bakımından sahip olduğu değeri araştıran ilimdir. İlmu Havâssi’l-Kur’ân: Kur’ân’ın bazı sûre ve âyetlerini okumanın veya yazılı olarak bulundurmanın faydalarından bahseder. İlmu Mersûmi’l-Hat ve Âdâbi Kitâbetihi: Kur’ân hattından ve yazılış kurallarından bahseden ilimdir. İlmu Tefsîrihi ve Te’vîlihi ve Beyâni Şerefihi: Kur’ân’ın tefsîr ve te’vîlinden ve bunların öneminden bahseder. İlmu Şurûti’l-Müfessir ve Âdâbihi: Müfessirde bulunması gereken özellikler ve Kur’ân’ı tefsîr etmenin âdâbından bahseder. İlmu Garâ’ibi’t-Tefsîr: Tefsîrlerdeki hakîkate uymayan yorumlardan ve anlamsız ifâdelerden ve onların yanlışlığından bahseder. İlmu Tabakâti’l-Müfessirîn: Müfessirlerin hayat hikâyelerinden (biyografi) ve onların tefsîrde takip ettikleri metotlardan bahseder. İlmu Havâssi’l-Hurûf: Bazı sûrelerin başındaki mukatta’a harflerinin, hatta Kur’ân’ın bütün harflerinin, etki ve faydaları bakımından taşıdıkları hususiyetlerden bahseder. İlmu Havâssi’r-Rûhâniyyeti mine’l-Evfâk: Kur’ân harfleriyle yapılan vefkler vasıtasıyla bazı rûhanîlerle ilişki kurmanın özelliklerinden bahseder. İlmu Tasrîf bi’l-Hurûf ve’l-Esmâ: Özel rûh disiplini sağlanarak okunan, Kur’ân’daki bazı isim ve harfler vasıtasıyla eşyada etki meydana getirmekten bahseder. İlmu’n-Nûrâniyyet ve’z-Zulmâniyyet: Kur’ân’daki harfleri nurlu ve karanlıklı oldukları tezinden hareketle tanımak ve bunlar vasıtasıyla bir takım işler yapmaktan bahseden ilimdir. Harflerin sırlı özellikleriyle ilgilenir. İlmu’t-Tasarruf bi’l-İsmi’l-A’zam: İsm-i a’zâm duâsıyla bir takım dilek ve arzuları elde etmekten bahseder. İsm-i a’zâm duâsının 142 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... ancak peygamberler ve velîler tarafından bilinebileceği kabul edilir. İlmu’l-Kesr ve’lBast: (Kırma ve yayma) Allah’ın isimlerinin harfleri alınarak, olması istenen şeyin harfleriyle karıştırılır, bir satırda yazılır. Her satırda harflerin dizilişindeki sıra, ehlince bilinen usûllere göre değiştirilerek, ilk satırdaki şekil bulununcaya kadar yazmaya devam edilir. Böylece istenen şeyin meydana geleceğine inanılır. Bu ilim bu işlemin usûllerinden bahseder. İlmu’z-Zâyirçe: Yukarıdaki ilmin bir başka şekli olan bu ilim, harflerle bir takım cetveller çıkararak, sorulan veya istenen şey hakkında bazı bilgiler elde etmenin yollarından bahseder. Gâibden haber vermenin kurallarını müştemil bir ilimdir. Her biri feleklere, unsurlara, maddî ve rûhânî varlıklara ve bunlara ait ilimlere denk düşecek, iç içe dairelerden oluşan büyük bir dâire vardır. Her dâire ait olduğu feleğe göre burçlara ve unsurlara bölünür. Bu bölümleri oluşturan çizgilerin her biri merkeze uzanır. Bunlara evtâr (teller) denir. Her telin ucuna uygun bir harf yazılıdır. Zayirçenin içinde dâirelerin arasında ilimlerin ismi, unsurların yeri bulunmaktadır. Dâirelerin dışında, enine ve boyuna çizgilerin oluşturduğu kutucuklar bulunmaktadır. Bu cetvelde enine elli beş, boyuna yüz otuz bir kutucuk vardır. Bunların her birinde çeşitli harfler ve rakamlar yazılıdır. Bu ilim bu tablonun nasıl oluşturulacağından ve nasıl kullanılacağından bahseder. İlmu’l-Cefr ve’l-Câmi’a: Harfler bazı özel yollarla bir araya getirilerek elde edilen kelimelerden, kader levhalarındaki bazı gaybî bilgilere ulaşmanın ve onlardan haber vermenin usûllerinden bahseden ilimdir. İlmu Def’i’l-Metâ’ini’l-Kur’ân: Kur’ân’ın lafzı ve mânâsı hakkında meydana gelen itiraz ve şüpheleri izâle etmeyi konu alan ilimdir. (Taşköprülüzâde, 1975:c.2, 864-923; Çelebi, 1971: c.1, 411, 413, 591; c.2, 948, 1475; es-Salihî, 1981: 275) ) Sonuç: İslam dünyasında, birçok konuda olduğu gibi, ilimlerin tasnifi hususunda da Aristo “üstâd-ı evvel” kabul edilmiştir. Müslüman filozof ve bilginler, ondan aldıkları ilhamla çeşitli ilim tasnifleri ortaya koymuşlardır. İlimlerin mahiyetleri göz önünde bulundurularak, nazarî (teorik) ve amelî (uygulamalı) diye ikiye ayrılması, bütün bu tasniflerde dikkati çeken ortak noktadır. Nazarî ilimler sadece ilim oldukları için öğrenildiklerinden, “amaç ilimler”; amelî ilimler ise başka ilimleri elde etmek için birer vasıta olduklarından dolayı “araç ilimler” diye adlandırılmışlardır. Araç ilimler, aynı zamanda “alet (âlî) ilimleri”, amaç olan ilimler ise “ yüce (‘âlî) ilimler” diye de adlandırılır. Yine İslamiyetle gelişen ilimler, “dînî”, “şer’î” veya “naklî ilimler” gibi adlarla tasniflerdeki yerini almıştır. Çocuk eğitiminde takip edilmesi gereken programı göz önünde bulunduran Fârâbî ise ilimleri soyuttan somuta doğru sıralayarak İslâm 143 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) dünyasında ilk defa farklı bir tasnif ortaya koymuştur. İslam dünyasında orijinal diyebileceğimiz bir sınıflandırma yapan tek bilgin ise Taşköprülüzâde’dir. O, ilimleri konularının varlık derecelerini esas alarak kitabî, lafzî, zihnî ve aynî vücutları inceleyen ilimler diye ontolojik bir tasnife tâbî tutar. O sadece ilimlerin genel bir tasnifiyle yetinmez, aynı zamanda, o dönemde bilinen bütün ilimlere tasnifinde yer verir. Bu ilimlerin sınırlarını belirleyerek, tanımını yapar. Onların konusu, gayesi ve faydası hakkında açıklayıcı bilgiler verir ve o ilimlerde yazılan eserlerin en tanınmış olanlarından söz eder. Bu tasnife göre altmış altı ana bilim dalı ve bunların bilim dalları ve branşları da eklenirse üç yüz civarında ilim bulunmaktadır. Taşköprülüzâde’nin bu tasnifinde eleştirilecek bazı yönler de bulunmaktadır. Söz gelimi, müstakil bir ilim olmayıp, ancak bir ilmin bir konusu olabilecek meseleleri, ayrı birer ilim kabul etmiş, hatta hakkında kitap te’lif edilmiş her bir mevzûu bir ilim gibi göstermiştir. Katip Çelebî’nin de dikkat çektiği gibi, Suyutî’nin el-İtkân fî-ǾUlûmi’lKur’ân adlı eserindeki konu başlıklarını tefsîr ilmi’nin alt dallarını (füru’) oluşturan ilimler diye sıralamıştır. Halbuki bunlardan bir çoğu, tefsîr ilmi içinde ancak birer konu başlığı olabilir. İlmü’l-hey’et’in alt dalı olan ve küreleri konu edinen İlmü’l-üker ile İlmü’l-ükeri’l-müteharrike, bir ilim oldukları halde, iki ayrı ilim gibi gösterilmesi tenkit edilen bir husustur. Bir ilmin ancak bir konusu olabilecek meselelerin müstakil birer ilim olarak gösterilmesi, ilim sayısını çok gösterme temayülünün bir tezahürü olduğu düşünülebilir. Günümüzdeki ilmî ve teknolojik gelişmeler de, bu tasnifte yer alan bazı bilgileri anlamsız kılmıştır. Meselâ, bazı elementlerin fizikî ve kimyevî özelliklerinden bahseden İlmu’l-İsti’âne bi-Havâssi’l-Edviye, İlmu’s-sihr’in bir dalı olarak gösterilmiştir. Bazı element ve madenlerde bulunan (manyetik alan vb.) özelliklerin mahiyeti anlaşılmadığı için, bu özelliklere sahip elementlerin yardımıyla yapılan işlerin “sihir” kabul edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum, Kâtib Çelebi tarafından, bir şeyin mahiyetinin anlaşılmaması onun sihir olması için yeterli bir sebeb değildir, şeklinde eleştirilmiştir. Yine eskiden meteoroloji ile ilgili bilgi ve tahminlerle, yer altındaki maden ve suların tesbit edilmesi, ilmî hesaplara dayanmaz, bu hususta uzman olan kişiler, tamamen şahsî tecrübe ve gözlemlerle elde ettikleri bilgilerden hareketle, tahminde bulunurlardı. Mahiyeti anlaşılmayan bu tür bilgiler, o kişilere has bir ferâsetin sonucu kabul edilirdi. Bu nedenle, ilmu nuzûli’l-gays ve ilmu istinbâti’l-ma’âdin, ilmu’l-firâset’in birer dalı olarak gösterilmiştir. Yazı mürekkebinin yapımı, elbiselerdeki kir ve lekelerin çıkarılmasında kullanılan terkiplerin hazırlanması da, bu gün kimya ilminin ilgi alanına girer. Taşköprülüzâde, bu hususları konu edinen ilmu terkîbi envâ’i’l-midâd ve ilmu kal’i’l-âsâr 144 Taşköprülüzâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm’undaki İlimler... mine’s-siyâb’ı, tıbb'ın birer branşı kabul eder. Kusur gibi görünen bu durumlar, Taşköprülüzâde’nin yetersizliğinden değil, o dönemde hâkim olan ilim anlayışından kaynaklanmaktadır. Bütün bu tartışmalara rağmen, İslâm dünyasında tarih boyunca kendisinden ilim diye söz edilen ve hakkında kitap yazılan mevzuların neler olduğunu ve bunların nasıl tasnif edildiğini göstermesi bakımından, Taşköprülüzâde’nin tasnîfinden daha ayrıntılı bir tasnif bulunmamaktadır. Bugün, bu ilimlerden bazıları güncelliğini ve geçerliliğini yitirmiş, bazıları da artık bir ilim kabul edilmemektedir. Ancak devrinde geçerli olan ilimleri tanımlayan ve sınırlarını belirleyen ve bütün bu ilimleri bir arada gösteren böylesine ayrıntılı bir tasnifin el altında bulunması faydalı olacaktır. Bibliyografya Açıkgenç, Alparslan, Bilgi Felsefesi, Ankara, 1991. Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniyye, İstanbul, 1299. Bardakoğlu, Ali, “Feraiz”, TDV İslâm Ansk., c.12, s.362, İstanbul, 1995. Bilgegil, M. Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, İstanbul 1989. Bilkan, Ali Fuat, Türk Edebiyatında Mu’ammâ, Ankara 2000. Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, (Haz.:A.F. Yavuz, İ. Özmen), C.1, İst. (Tarihsiz) Butrus el-Bûstânî, Muhîtu’l-Muhît, Beyrut, 1987. Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, C. 8, İstanbul, 1993. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1989. Devellioğlu, Ferid, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ankara, 1993. Döğen, Şaban, İslâm ve Matematik, İstanbul, 1994. Ebu Nasr Fârâbî, İhsâ’u’l-Ulûm, (Çev.: Ahmet Ateş), İstanbul, 1990. El-Hafîd Ahmed b. Yahyâ et-Taftâzânî, Mecmû’atu’l-ulûm, Sül. Ktp., Esad Efendi, No: 3757. Emiroğlu, İbrahim, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, İstanbul, 1999. Fazlıoğlu, İhsan, “Cebîr”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.7, s.195, İstanbul, 1993. Hacımüftüoğlu, Nasrullah, “Beyân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.6, s.22-23, İstanbul, 1992. ------------------, Nasrullah, “Bedi’ ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 5, s.320-322, İstanbul, 1992. İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut, 1996. ---------------, Mukaddime, (Çev.: Z.Kadirî Ugan), İstanbul, 1986. İpekten, Haluk, Eski Türk Edebiyatı-Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul, 1994. 145 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Karakaş, Mahmut, Müsbet İlimde Müslüman Alimler, Ankara, 1991. Katip Çelebi, Keşfu’z-Zünûn an-Esâmi’l-Kütüb ve’l-Fünûn, 2 cilt, İstanbul, 1971. Levend, Agâh Sırrı, Divan Edebiyatı, İstanbul, 1984. --------, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, 1988. Macdonald, D.B., İslâm Ansiklopedisi, C.7, s.659, İstanbul, 1993. Menna Halil el-Kettan, Ulûmu’l-Kur’ân, İstanbul, 1997. Muallim Naci, Istılahat-ı Edebiye, (Haz.:A.Yalçın, A. Hayber), Ankara, (Tarihsiz) Nâbî, Nâbî, Dîvânı, (Haz.: Ali Fuat Bilkan), 2 Cilt, İstanbul, 1997. Neşâtî, Neşâtî Divanı, (Haz. Mahmut Kaplan), İzmir, 1996. Nev’î (Yahya Efendi), Netâyicu’l-Fünûn, (Haz.:Ömer Tolgay), İstanbul, 1995. Özen, Şükrü, “Hilaf”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.17, s. 530, İstanbul 1998. Pala, İskender, Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara, 1989. Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1993 Râzî (Kutbu’d-din), Şerhu Metni’ş-Şemsiye, İstanbul 1295. Saraç, M. A. Yekta, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2001. Sarıoğlu, Hüseyin, İbn Rüşd Felsefesi, İstanbul, 2003. Subhî es-Sâlihî, Mebâhisu fi-Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1981. es-Suyûtî (Celâle’d-din), el-İtkân fî-Ulûmi’l-Kur’ân, C.1, Mısır, 1306. Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye, (Haz.: Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, İstanbul, 1996. Süveysî, Muhammed, “Hesap”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.17, s.260, İstanbul 1998. Şemseddin Samî, Kamûs-ı Türkî, İstanbul, 1317. ---------------------, Kâmusu’l-a’lâm, C.4, İstanbul, 1306. Şeyhülislâm Yahyâ, Şeyhülislâm Yahya Divânı, (Haz. Hasan Kavruk), Ankara, 2001. Şükun, Ziya, Ferheng-i Ziya, İstanbul, 1989. Taşköprülüzâde (Ahmed), Mevzû’âtu’l-Ulûm, (Haz.:Mümin Çevik), İstanbul, 1975. 146 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 147-161, ELAZIĞ-2005 PİYANO EĞİTİMİNİN II. YARIYILINA İLİŞKİN ANALİTİK YAKLAŞIMLAR Analitic Approaches Related To The Second Term of Piano Education S. Ercan BAĞÇECİ Niğde Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü. ÖZET: Bu makalede, Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlardaki piyano eğitiminin II. yarıyılındaki teknik ve müzikal disiplinlere ilişkin öğelerin neler olduğu belirlenmiş, tanımlanmış ve bu öğelerin öğretimi ile ilgili “analitik yaklaşım merkezli” kişisel yaklaşımlar sergilenmiştir. Anahtar Kelimeler: Piyano eğitimi, teknik disiplinler, müzikal disiplinler, klavye analizi, analitik yaklaşım. ABSTRACT In this article, It has been identified what the technical and musical disciplines are in the second terms of piano education in the academies educating music teachers. Key Words: Piano education, technical disciplines, musical disciplines, keyboard analyze, analytic approach. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. GİRİŞ Müzik öğretmeni yetiştirme işi, müzik eğitimi bütününü oluşturan genel, özengen ve mesleki müzik eğitimi türleri arasından, mesleki müzik eğitimi türü içine giren, kendi içinde planlanan, programlanan ve çeşitli derslerden oluşan kendine özgü bir bütün olup, müzik öğretmenliği mesleğinin gerektirdiği müzikal davranışların ve birikimlerin kazandırılmasını amaçlayan bir eğitim sürecidir. Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlar, müzik ve çalgı eğitimine ilişkin belirli ön bilgisi bulunan ve bulunmayan iki tür öğrenci tipine sahip olup, bu öğrenci tiplerine yönelik genel kültür, eğitim bilimleri ve müzik alanı derslerini kapsayacak şekilde düzenlenmiş tek bir programla 4 yıllık eğitim vermektedir. Bu eğitim sürecinde, çalgı eğitiminin ve çalgı eğitiminin bir parçası olan piyano eğitiminin kuşkusuz ayrı ve önemli bir yeri vardır. İçeriği, yöntemi, öğretim kadrosu ve piyano sayısı bakımından farklılıklar bulunmasına karşın, piyano dersleri, müzik öğretmeni yetiştiren kurumların hepsinde bütün öğrencilere 3 yıl (6 yarıyıl) süreyle haftada 2 saat zorunlu bir ders olarak okutulmaktadır. Yönetken’e göre “Müzik öğretiminde araç olarak kullanılmaya en uygun ve yararlı alet piyanodur. Piyano; sabit perdeli, entonasyon sorunu olmayan bir çalgıdır. Akordu doğru olmak koşuluyla parmağın bastığı yerden doğru ses verir. Ses sınırı geniştir. Her türlü ajilite mümkündür. Kulak eğitimine en uygun alettir. Armonik eşlik çalgısıdır. Her çeşit çoksesli eserin reduksiyonu icra edilebilir. Koral ve orkestral eserler çalınabilir. Büyük eserlerin analizine elverişlidir. Edebiyatı zengindir.” (Yönetken, 1996, s.69) Bütün bu özelliklerinden dolayı piyano, müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda büyük ölçüde etkili bir eğitim aracı, kısmen de eğitim alanıdır. Piyanoya etkili bir eğitim aracı olarak bakıldığında, müzik eğitimi sürecinin hemen her aşamasında bu çalgıdan olabildiğince yararlanmak ve etkili bir şekilde kullanabilmek müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda esas alınmıştır. Bu anlamda piyano; temel müzik bilgi ve becerilerini kazandırma, öğrencilerin seslerini eğitme, öğrencileri müzik tür/çeşit ve biçimleri hakkında bilgilendirme, besteleme, eşlikleme ve eser analizi yapabilme gibi pek çok amaca yönelik olarak etkili bir şekilde kullanılmaktadır. Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda piyanoya kısmen eğitim alanı olarak bakıldığında ise; çalışılan piyano eserlerini müzikal olarak algılayabilme, kavrayabilme, kurgulayabilme, ifade edebilme, müzikal bütünlüğe ulaşabilme, kısaca, müzik dilinin olmazsa olmazlarını mümkün olduğu kadar etkili bir performansla sergileyebilme gibi yüksek düzeyde kaygı ve beklentilerin olması, piyanonun kısmen bir eğitim alanı olarak da görüldüğünün kanıtıdır. 148 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... Müzik öğretmeni yetiştirmede böylesine etkili bir eğitim alanı olan piyano derslerinde, öğrencilerin müziği algılayabilmeleri, ifade edebilmeleri ve yaşantılarına katabilmeleri için etkili bir piyano eğitimi sürecine ihtiyaç duyulduğu bilinmektedir. Söz konusu etkili bir piyano eğitiminde, öğrencilerin zihinlerinde müziği algılayabilmeleri, kurgulayabilmeleri, ifade edebilmeleri, müzikal bütünlüğü kavrayabilmeleri ve müzikal bütünlüğe ulaşabilmeleri için, kısaca, iyi çalabilmek için birçok şeye ihtiyaç olduğu konusunda sorular oluşturulmalıdır. Örneğin; klavyeyi, notaları tanıyorum, hangi notayı ne zaman çalacağımı biliyorum fakat öğretmenim gibi çalamıyorum ya da öğretmenim çaldığımı beğenmiyor. O halde iyi çalabilmek için başka çabalar ve arayışlar içerisinde olmalıyım. Bu çabalar ve arayışlar nelerdir? Türünden soruların öğrencilerin zihnini meşgul etmesi beklenir. İşte bu anlayış ve yaklaşımlar ekseninde, müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda verilen piyano eğitiminin I. sınıf II. yarıyılına ilişkin teknik ve müzikal disiplinler nelerdir? Bu disiplinler eğitim-öğretim sürecinde nasıl ele alınmalıdır? Sorularına cevap aranmıştır. Piyano Eğitiminin İkinci Yarıyılına İlişkin Analitik Yaklaşımlar A. Teknik Disiplinlere İlişkin B. Müzikal Disiplinlere İlişkin Analitik Yaklaşımlar Analitik Yaklaşımlar 1. Staccato tekniği 1. Senkop’un müzikal ifadesi 2. Piyano çalmada temel dengeler 2. Müzikal ifadede temel a. Beden dengesi gürlük basamakları b. Bacak dengesi 3. Müzikal ifadede crescendo c. El dengesi ve decrescendo d. Parmak dengesi e. Kol dengesi 2. TEKNİK DİSİPLİNLERE İLİŞKİN ANALİTİK YAKLAŞIMLAR 2. 1. Staccato Tekniği, Notaların üzerine ya da altına konulan noktalar ( ) notaların kısa ve kesik çalınacağını gösterir. Notaları kısa ve kesik çalma tekniğine staccato tekniği denir. Staccato’larda tınılar non-legato, portato ve portamento tınılardan daha da kısa ve keskindir. 149 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Staccato; 1. Parmak staccatosu, 2. Bilek staccatosu ve 3. Kol staccatosu olmak üzere üç çeşittir. 1. Parmak staccatosu: “Parmak ucu eklemi ile ve kısa bir dokunuşla tuş, avuç içine doğru çekilirken, el kapalı ve bitişiktir. Mozart’ın çok hafif ve ince pasajlarını bu türden bir staccato ile çalmak mümkündür. Bu staccatolar genellikle bütün parmağın yardımı ile de uygulanır. O zaman bu işleve parmak ucu eklemi kadar, dip eklemi de katılır. Her halde iki çalış biçiminde de tuşların her birini adeta okşayarak içeriye doğru çekme hareketi vardır.” (Pamir, tarihsiz, s.73) 2. Bilek staccatosu: “Bilek ile çalınan staccatolarda tını özellikle çok esnek olmakta ve küçük berrak çan seslerini anımsatmaktadır. Bilek staccatolarında, bilek ile tuşa fırlatılan parmak anında lastik top gibi geri sıçrar.” (Pamir, tarihsiz, s.73) 3. Kol staccatosu: Daha çok bütün kol ve ön kol bileşimi ile uygulanan staccatolardır. “Bütün kol ve ön kol bileşimi ile uygulanan staccatolar, daha çok ağır oktav ve akor pasajlarında kullanılır. Bütün kolun ağırlığı tuşa aktarılmaktadır. Fakat basıldığı anda da ağırlık tuştan geri tepmektedir. Bu harekette de parmakları tuştan çekme, akorları adeta avuç içine çekme işlevi vardır. Bu tür staccatolar sıcak ve parlaktır.” (Pamir, tarihsiz, s.73-74) Her türlü staccatoda sesler keskin, tını dozajları ve tınılar arası boşluk ise eşit olmalıdır. Staccato öğretiminde, öğrencide şöyle bir imge yaratılabir; tuşun altında bir yay var ve tuşa basar basmaz bu yay parmağımızı/elimizi / kolumuzu anında geri fırlatıyor. Bu imge, staccatonun keskinliği, köşeliliği, çocuksuluğu, alaycılığı, diriliği, tını dozajı ve tınılar arası boşluğun eşitliği yanısıra seçilen staccato anlayışının sürdürülmesi açısından son derece önemlidir. Staccato, parçanın ruhuna uygun olmalıdır. Staccato, bir parçada keskin, çocuksu, alaycı, köşeli ve diri iken başka bir parçada etli, dolgun ve üzerinde teneffüs yapılabilen özelliğe sahip olabilir. Staccatonun bu değişebilir kişiliği, parçanın karakteriyle ve atmosfer değişikliğiyle doğrudan bağlantılıdır. 2. 2. Piyano Çalmada Temel Dengeler “Piyanoda ve bütün enstrüman tekniklerinin temelinde dengeler yatar ve bu dengeler piyanistle piyano, enstrümanla enstrümantist arasında sıkı bir bağ oluşturur. Parmak, el, kol, beden vb. dengelerin kurulması, bebekliğimizde, emekleme döneminde bilinçsizce kurmaya çalıştığımız dengeler gibidir, fakat bu defa bilinçli ve düşünülerek 150 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... kurulmak zorundadır.” (Şen, 1999, s.53) Piyano tekniğinde dengeler, piyano eğitimi sürecinin ilk gününden itibaren sorgulanması ve sorgulattırılması gereken el, parmak, kol, beden ve bacak dengelerini içine alan teknik davranışlar bütünüdür. Etkili bir piyano performansına ulaşabilmede söz konusu bu dengeler, düşünce ile bedenin işbirliği ve bütünlüğü içerisinde sorgulanmalı ve sorgulattırılmalıdır. Piyano performansında rol oynayan piyanistik dengeler şunlardır; 1. Beden dengesi: Tabure, piyanonun tam ortasına gelecek biçimde yerleştirildikten sonra, tabure-piyano uzaklığı ve tabure yüksekliği kişinin fiziksel yapısına uygun olacak şekilde ayarlanmalı ve taburenin ön ucuna oturularak beden dengesi sağlanmalıdır. “Klavyenin bas ve tiz ucuna kollarla ulaşmanın en rahat olacağı şekilde klavyeyi ortalayarak oturmak esas alınır, böylece, eğer eller bir süre tizler ya da baslardaysa, beden, elleri izleyerek klavyenin her iki yanına el, parmak, kol dengesini bozmadan ulaşılabilir.” (Şen, 1999, s.79) 2. Bacak dengesi: Sağ ayak sağ pedala; sol ayak ise, sol pedal kullanılmıyorsa sol ayağın tabanını yere değdirmeden taburenin ayağına yakın tutulması iyi bir bacak dengesi için gereklidir. Şayet sol pedal kullanılacak ise sol ayağın sol pedalın yanında tutulması gereklidir. İyi bir bacak dengesi, her türlü f ve p çalmaya uygun dengelerin bedende kurulmasına yardımcı olur. 3. El dengesi: “Başparmağın dışındaki dört parmak avuç içine bağlandıkları yerler bakımından hemen hemen aynı hizadadırlar ve kendiliklerinden doğal bir kemer oluştururlar. Başparmak ise farklı ve güçlü yapısıyla dikkat çekicidir. Bu bakımdan başparmağı avuç içinin dışında tutarak kurulacak olan bir dengede ikinci ve beşinci parmaklar kemerin ayaklarını oluştururlar. Böylece sıkışma (gerginlik) olasılığı diğer parmaklardan daha fazla olan ve kolayca bileğin kasılmasına neden olan başparmağın, kendiliğinden serbestliği sağlanmış olur. Bu bakımdan elin kuvvet ve dayanma gücünü oluşturan ikinci ve beşinci parmaklar klavyede sağlamlığı ve emniyeti bize kazandırmış olur. Sağlam bir el dengesi oluşturabilmek için, el, beşinci parmak üzerinde doğrultulmalıdır. Bu doğrultma sonucu birinci ve ikinci parmaklar arasında doğal bir C harfi oluşur. Şen’e göre “Elin beşinci parmak üzerinde doğrultulması, parmakların aynı hizada durmasını sağlayacağından belli oranda parmak eşitliğini de beraberinde getirecektir.” ((Şen, 1999, s.50) 151 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Sağlam bir el dengesi; ses eşitliği ve istenilen gürlükte ses üretebilmenin yanında klavye hakimiyetini sağlama açılarından son derece önemli olup parmak dengesinin de ön koşuludur. 4. Parmak dengesi: Parmak dengesi, esasen, sağlam bir el dengesi içerisinde parmakların bağımsızlığı ve eşitliği ilkesine dayanır. Parmakların bağımsızlığı ve eşitliği, parmakların bağımsız hareket edebilmeleri ve piyanonun direncine karşı koyabilmeleri ile mümkündür. İyi sağlanmış parmak dengesi, parmakların bağımsızlığı ve eşitliği yanında en az eforla çalmayı da sağlar. Şen’ e göre “eforlu ve parmak bağımsızlığından uzak olarak yapılan parmak hareketleri, enerjinin elde tek bir parmakta toplanmayarak diğer parmaklara dağılmasına neden olur. Dıştan bakıldığında bu durum, bir parmak hareket halindeyken, diğerlerinin özellikle de en yakınındaki parmakların hareket ettirilişiyle anlaşılır. Bu da çıkan sesin kalitesinden belli olur.” (Şen, 1999, s.60) Piyanistik organlardan gelen enerjinin parmaklara hiç enerji kaybına uğramadan ulaşabilmesi için parmak bağımsızlığının yanı sıra çalma esnasında elin çalan parmakta toplanması, yani kapanması çok önemlidir.” (Şen, 1999, s.60) 5. Kol dengesi: “Klavyeyle bir bütün olma ve tuşların dibine tamamen eforsuz ulaşabilme parmak dengesi ve kol dengesi sayesinde gerçekleşir. Ayrıca kol dengesi hızlı ve kuvvetli çalabilmenin sırrıdır.” (Şen, 1999, s.70) Kol dengesi, kolun kendi doğal ağırlığı ile her türlü f ve p sonoritelerini rahatlıkla elde edebilmenin ilk koşuludur. Çalma sırasında kollarla klavyeye baskı yapılması ve özellikle omuzlar ve bütün kolun klavyeye aşırı baskısı kol dengesinin yanlış yerleşmesine neden olan teknik hatalardır. 3. MÜZİKAL DİSİPLİNLERE İLİŞKİN ANALİTİK YAKLAŞIMLAR 3. 1. Senkop’un Müzikal İfadesi “Bir müzik yapıtı farklı ritm kalıplarından oluşur. Ritm kalıplarındaki bu farklılık yapıtın iç dinamiğini etkiler. Bu dinamizmi sağlayacak öğelerden biri de normal vurgu düzeninin bilerek değiştirilmesidir. Normal vurgu düzenindeki kuvvetli vuruşun yerine zayıf vuruşun vurgulanmasına “aksatım” (senkop) denir. Vurgu düzenindeki bu değişikliği hissettirmek için, aksatımlı ses vurgulu okunur.” (Özgür ve Aydoğan, 1999, s. 177) “Doğal olarak, hiçbir besteci, aralıksız tekrarlanan vuruşlar içinde, bütünüyle düzenli ritmik gruplar kurarak yazmayı doyurucu bulmaz; şiir vezinlerinde olduğu gibi 152 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... müzikte de asıl olan, vurguların yerleşme düzeninde çeşitlilikler yaratılmasıdır. Bu amaçla başvurulan yollardan birisi, hemen her tür müzikte rastlanabilen senkoplama yöntemidir. Senkoplama, normal vurgu düzeninin özellikle değiştirilmesi demektir; sözgelimi, güçlü bir vuruş yerine zayıf vuruşun vurgulanması yoluyla. Senkoplamanın kullanıldığı kesitlerde, bir tür gerilim ve kaynaşma etkisi elde edilir.” (Karolyi, 1995, s.34) Senkop, kısaca, “ritm vurgusunun doğal akıştaki güçlü vuruşa değil, ölçünün hafif vuruşuna rastlamasıdır.” (İlyasoğlu, 1994, s.304) “Senkop konusunda ilk yazılar, ondördüncü yüzyıl kuramcıları Philippe de Vitry ve Johannes de Muris tarafından yazılmıştır. Bu ilk anlayış, uzun değerli bir notayı daha kısa değerli iki nota arasına yerleştirmek için, uzun değerli notanın bulunduğu konumun değiştirilmesiyle bir dizi ritmsel değerin parçalandığını ifade ediyordu.” (Isacoff, 1998, s. 31) “Klasik dönemde senkop, ritmsel ve ezgisel gerilim yaratmak amacıyla çok geniş bir biçimde kullanıldı. Bu çerçevede senkop, belli bir müzik ölçüsünün kuruluşunu sağlayan vurgularla (ölçünün sezindirdiği, gerektirdiği vurgular) ezgide varolan vurgular arasında yaratılan bir çatışma, yani güçlü vuruşun ait olacağı yer üzerinde bir çeşit savaştır. Bununla birlikte, bu gerilim kısa bir süreyi kapsar, beklenilen düzen yeniden kurulduğunda çabucak bir gevşemeye ulaşılır.” (Isacoff, 1998, s. 31) Tonal müzikte senkop, özellikle klasik ve romantik dönemde armonik bir gecikme olarak kullanılmış olup, esasen disonansı ve konsonansı ifade eden önemli bir ritmik, melodik ve armonik anlatım aracıdır. Çoksesli yapılanmalarda senkop 1.Armonik hazırlık 2.Gecikme 3.Çözülüm olmak üzere üç aşamada gerçekleştirilir. Senkop’a başlangıç kesinlikle armoni notasıyla (konsonans) yapılır. Bu, senkop’a hazırlıktır. Senkopdaki ikinci aşama olan gecikme ise genellikle armoni dışı notayla (disonans) oluşmakla beraber armoni notasıyla (konsonans) da oluşabilir. Şayet senkop’u gerçekleştiren nota; a. Armoni dışı nota (disonans) ise; müzikal yapıda armonik, ritmik ve ezgisel gerilim, b. Armoni notası (konsonans) ise; sadece ritmik gerilim sağlanır. Senkop’un sona ermesi ise disonans veya konsonans aralıkla gerçekleştirilen armonik-ritmik ya da sadece ritmik gerilimin çözülüme ulaşmasıyla sağlanır. Senkop’un müzikal ifadesinde; senkop’un seçilen nüans sınırları içerisinde aksanlanması, nüans sınırlarının zorlanmaması ve senkopla oluşan armonik-ritmik ya da sadece ritmik gerilimin kesinlikle çözülüme ulaştırılması müzikal bir zorunluluktur. 153 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 3. 2. Müzikal İfadede Temel Gürlük Basamakları “Duygu ve düşüncelerimizi daha etkili bir hale getirebilmek için konuşmamızda gürlük değişiklikleri yapar, bazen fısıldar, bazen bağırır hatta haykırırız. Müzikal anlatımı tek düzelikten kurtarıp daha etkili kılabilmek için de gürlük değişiklikleri yapılmalıdır. Müzik yapıtının neresinde, nasıl bir gürlük değişikliği yapılması gerektiği çoğu kez seslendiriciye bırakılmayıp, gürlük terim ve belirteçleriyle gösterilmiştir.” (Isacoff, 1998, s. 31) Daha geniş anlamda kullanılan nüans kavramı içinde değerlendirebileceğimiz gürlük basamakları, sesin müzikal açıdan gücünü ve miktarını anlatır. Müzikte, kuvvetli ve hafif olmak üzere iki temel gürlük basamağı vardır. Bunlardan; kuvvetli anlamına gelen f (forte) işaretiyle, hafif anlamına gelen ise p (piano) işaretiyle gösterilir. Müzikal dinamikler açısından zıtlık ifade eden f ve p nüanslarını, piyano öğretiminde, siyah ve beyaz olarak adlandırmak ve bu zıtlığı şekillerle somutlaştırarak anlatmak f ve p nin öğretimini kolaylaştırarak müzikal ifadesine yardımcı olabilir. f ve p öğretiminin ilk aşamasında söz konusu nüanslar arasındaki sınırların belirgin bir şekilde açılarak ifade edilmesi temel beklentilerdendir. Bu bağlamda, “temel gürlük basamakları olan f ve p nüanslarının öğretiminde; kuvvetli anlamına gelen forte nüansını siyah alan, hafif anlamına gelen piano nüansını ise beyaz alan olarak adlandırıp her iki alanın alt ve üst sınırlarını da rakamlarla belirterek somutlaştırabiliriz.” (Tufan, 1994, s.24) Piyano eğitiminde f ve p nüanslarını siyah ve beyaz alan olarak anlatmak ve bu nüansların alt ve üst sınırlarını (hereket alanlarını) rakamlarla belirterek somutlaştırmak f ve p nüanslarının öğrencilerin zihinlerinde doğru imgelenmesini ve kurgulanmasını sağlayarak müzikal ifadeyi güçlendirebilir. 3. 3. Müzikal İfadede Crescendo ve Decrescendo Mizikal ifadede temel gürlük basamakları olan f ve p nüanslarının hareket sınırlarının öğrenilmesi, crescendo ve decrescendo’nun müzikal ifadesini kolaylaştırıp doğal büyüme ve küçülmelerin bilinçli ve daha müzikal olarak çalınmasını sağlayacaktır. Crescendo; müzikal ifadede ses gürlüğünün giderek büyümesi gerektiğini belirten bir terim olup, cresc. kısaltmasıyla gösterilir. Decrescendo ise; müzikal ifadede ses gürlüğünün giderek küçülmesi/azalması/hafiflemesi gerektiğini belirten bir terim olup, decresc. kısaltmasıyla gösterilir. Crescendo ve decrescendo müziğin doğasında varolan doğal büyümeler ve küçülmelerdir. Ezgi çizgisinin giderek tizleşmesi doğal crescendo’yu, ezgi çizgisinin 154 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... giderek pesleşmesi ise doğal decrescendo’yu beraberinde getirir. Crescendo ve decrescendo’nun müzikal ifadesinde; 1.“Crescendo veya decrescendo, hangi nüans sınırları içerisinde ifade edilmesi gerekiyorsa gerekli büyüme veya küçülmeler o nüansın hareket sınırları içerisinde yapılmalı, söz konusu nüansın alt ve üst sınırları aşılmamalıdır.” (Tufan, 1994, s.18) 2. Crescendo veya decrescendo, bir nüanstan diğer bir nüansa geçilmesini gerektiriyorsa, gerekli büyüme veya küçülmeler her iki nüansın hareket sınırları içerisinde yapılmalıdır. 4. ÖRNEK KLAVYE ANALİZLERİ 4. 1. A. Müller, Etüt 155 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bu etütte; her iki eldeki staccatoların çocuksu, alaycı, köşeli, diri ve keskin bir anlatımla seslendirilmesi ve sol elde akorlarla gelen gerilim ve çözülümlerin müzikal ifadesi temel beklentilerdir. Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında Neler sorgulanmalı! Nasıl bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalı! 1. Staccatolar: Alıştırmada staccatolar parçanın karakterini belirlemiş olup, bu karakter çocuksu, alaycı, köşeli, diri ve keskin bir staccato anlayışıyla ifade edilmelidir. Biraz dolgun, üzerinde teneffüs yapılabilen bir staccato anlayışı parçanın diriliğini ve köşeliliğini zorlayacaktır. Alıştırma, değişebilen staccato anlayışıyla çalınmamalı, seçilen staccato anlayışı parçanın sonuna kadar sürdürülmeli, bu anlayış terkedilmemelidir. 2. Gerilim ve çözülümler: Alıştırmada, sol elde akorlarla gelen gerilim ve çözülümlerin sezişsel ve duyuşsal olarak farkedilerek, müzikal ifadelerine önem verilmesi. 3. Cümleleme:Cümlelerin belirlenerek müzikal ifadesine önem verilmesi. 4. Form Analizi: Alıştırmanın iki bölümlü şarkı formunda yazıldığı ve bu bölümlerin A ://: B :// olarak ifade edilmesi gerektiği öğrencilere anlatıldıktan sonra, bölümleri oluşturan cümlelerin öğrenciler tarafından bulunması için şu sorular sorulabilir. a. Alıştırma kaç cümleden oluşmuştur? Alıştırmanın dört cümleden oluşmuştur. b. Alıştırmanın A bölümünde kaç cümle var? bu cümleler birbiriyle tamamen aynı mıdır, yoksa birbirinden farklı mıdır? Alıştırmanın A bölümünde iki cümle vardır ve bu cümleler birbiriyle tamamen aynıdır. c. Alıştırmanın A bölümünü nasıl şematize edebiliriz? A ( a + b ) olarak ifade edilebilir. d. Alıştırmanın B bölümünde kaç cümlecik vardır? bu cümlecikleri A bölümündeki cümleciklerle benzerlik yönünden karşılaştırınız? Alıştırmanın B bölümü iki cümlecikten oluşmuştur. B bölümündeki ikinci cümlecik A bölümündeki ikinci cümlecik ile tamamen aynıdır. e. Alıştırmanın formunu nasıl şematize edebiliriz? A bölümünün ikinci cümleciği ile B bölümünün ikinci cümlecik tamamen aynı olduğu için; A ( a + b ) ://: B ( c + b ) :// olarak şematize edebiliriz. Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında; staccatolar ve staccatoların kişiliği, sol elde akorlarla gelen gerilim ve çözülümler, cümleleme ve iki bölümlü şarkı formu konuları 156 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... sorgulattırılmalı ve bu konularda geniş bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalıdır. 4. 2. J. P. Rameau, Etüt, 157 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bu etütte; cümlelerin forte ve piano nüans sınırları (hareket alanı) içerisinde ifadesi ve iki elin eş güdümünde sol elde sempre-legatoya karşılık sağ elde ikişer bağlı notalar ile portato çalabilme temel beklentilerdir. Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında Neler sorgulanmalı! Nasıl bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalı! 1. Ses üretimi: a. Piano nüans sınırları içerisinde üretilen seslerin; tuş dibinde, diri, köşeli, kontrol edilebilir olması ve parmak ucunda hissedilmesi gerekir. b. Forte nüans sınırları içerisinde üretilen seslerin; kolun kendi doğal ağırlığıyla (baskı yapılmaksızın), tuş dibinde, diri, köşeli ve kontrol edilebilir olması gerekir. c. Forte ve piano nüans sınırlarının belirgin bir şekilde açılarak dinamik zıtlık siyah ve beyaz olarak belli edilmelidir. 1. İki elin eş güdümü: Sol eldeki sempre-legatoya karşılık sağ elde iki bağlı notaların ve portatoların varlığı iki elin eş güdümlü deviniminde özellikle sağ elde güçlükler yaratmaktadır. Bu yüzden; sağ eldeki ikişer bağlı nota gruplarını çalışırken bağ başlarına kolun kendi doğal ağırlığıyla düşülerek hafifçe aksanlanması, bağ sonlarının ise nüans sınırları içerisinde hafif çalınarak belirtilmesi gerekmektedir. Bağ sonlarındaki notalara asla vurulmamalı, el fırlatılmamalıdır. Alıştırmadaki staccato görünümündeki sesler, bu alıştırmanın ezgisel karakterine uymadığı için partato çalınmalıdır. 2. Cümleleme:Alıştırmadaki cümlelerin belirlenerek istenilen nüans sınırları içerisinde ifade edilmesi gerektiği vurgulanarak, cümleleme konusunda şöyle bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmıştır; a. Seçtiğimiz nüans sınırları içerisinde hareket ederken o nüansın alt ve üst sınırlarını bilmeliyiz. b. Cümlelere anlatmak istediği duyguyu iyi yükleyelim. Sağ eldeki ikişer bağlı notalar ve portatolar parçanın % 100’ üne hakim olması nedeniyle parçanın karakterini de belirlemiştir. Bu yüzden; ikişer bağlı notaların ve portatoların tüm cümlelerde aynı karakter ve sarsılmaz bir tempoda çalınabilmesi cümlelerin ve parça bütünlüğünün yakalanması açasından son derece önemlidir. Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında; forte ve piano nüans sınırları, cümleleme ve iki elin eş güdümünde farklı teknik ve müzikal disiplinlerin ifadesi konuları sorgulanmalı ve bu konularda geniş bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalıdır. 158 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... 4. 3. J. B. Duvernoy, Etüt 159 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bu etütte; cümlelerin, crescendoların ve decrescendoların forte ve piano nüans sınırları (hareket sınırları) içerisinde ifadesi ve atmosfer değişikliğinin müziğe yansıtılabilmesi temel beklentilerdir. Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında Neler sorgulanmalı! Nasıl bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalı! 1. Ses üretimi:Alıştırmada forte ve piano temel gürlük basamaklarının bulunduğu belirtilerek, forte ve piano gürlük basamaklarında ses üretilirken; a. Piano nüansının hafif/küçük çalınması gerekliliği seslerin tuş dibinde ve diri üretilmesini engellememelidir. Sesler, piano nüansı sınırları içerisinde ve tuş dibinde; diri, köşeli ve kontrol edilebilir olmalıdır. Böyle bir ses üretiminde çalgıya olan hakimiyet kaybedilmemelidir. b. Alıştırmada, müziğin atmosfer değişimine uğradığı bölümün forte nüans sınırları içerisinde staccato çalınması gerekmektedir. Forte nüans sınırları içerisindeki staccatolar kolun kendi doğal ağırlığı ile (baskı yapılmaksızın) elde edilmelidir. Sesler, forte nüansı sınırları içerisinde ve tuş dibinde; diri, köşeli ve kontrol edilebilir olmalıdır. 2. Cümleleme: Piyano eğitiminin I. yarıyılında; cümle ve cümle parçacıklarını başlatan notaların vurguyla belirtilmesi, cümle sonlarının ise hafif çalınarak söndürülmesi cümleleme konusunda büyük ölçüde temel alınmıştı. Piyano eğitiminin II. yarıyılından itibaren ise; cümle ve cümle parçacıklarının müziğin gerektirdiği gerekli nüans sınırları içerisinde, gerekli büyümeler ve küçülmelerle ifade edilmesi temel beklentiler olmalıdır. Cümleleme konusunda şöyle bir bakış açısı yaratılabilinir; “Seçtiğimiz nüans içerisinde hareket ederken o nüansın alt ve üst sınırlarını bilelim. Örneğin, forte içerisinde ifade edilmesi gereken bir cümle forte nüans sınırları (hareket alanı) içerisinde olmalıdır. Cümledeki her türlü crescendolar ve decrescendoların ifadesinde nüans sınırları zorlanmamalıdır.” (Tufan, 1994, s.24) 3. Atmosfer değişimi: Piano nüans sınırları içerisinde sakin başlayan ve aynı ritmik yapılanmalarla legato çizgisi içinde devam eden ezgisel devinim, ani bir değişimle bir süre için yerini forte, staccato, akorlar ve farklı bir ritmik yapılanma içeren farklı bir karaktere bırakıyor fakat daha sonra esas karakterine tekrar geri dönüyor. Söz konusu alıştırmadaki bu atmosfer değişimi, öğrencilere, şöyle bir örnekle anlatılabilir. Örnek; Sahil kenarındasınız, deniz gayet sakin, berrak ve dalgasız. Fakat denizin bu sakinliği ve dalgasızlığı ani bir değişimle bir süre için yerini büyük dalgalara ve fırtınaya bırakıyor. Bunu müziğe nasıl yansıtabiliriz?, bunu müzikle nasıl anlatabiliriz? 160 Piyano Eğitiminin II. Yarıyılına İlişkin... Alıştırmanın öğretilmesi aşamasında; cümlelerin, crescendoların ve decrescendoların istenilen nüanslar ve nüans sınırları içerisinde ifade edilmesi, nüans sınırlarının zorlanmaması ve atmosfer değişikliğinin müzikal ifadesi konuları sorgulanmalı ve bu konularla ilgili soyut kavramlar örneklerle somutlaştırılmaya çalışılarak öğrencilerde geniş bir bakış açısı yaratılmaya çalışılmalıdır. 5. SONUÇ Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda çalgı eğitiminin bir parçası olan piyano eğitiminin I. sınıf I. yarıyılında teknik ve müzikal disiplinlere ilişkin bilişsel, duyuşsal ve devinişsel hedef ve davranışlar II. yarıyıldaki teknik ve müzikal disiplinlerin temelini oluşturmaktadır. Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda verilen piyano eğitiminde amaç sadece etkili bir performansa ulaşabilmek olmamalıdır. Piyano eğitiminin en başından itibaren sorgulayıcı, irdeleyici bir bakış açısı yaratabilmek için piyano eğitiminin kuşkusuz bilişsel boyutları da önemlidir. Bu nedenle piyano eğitimi, bilişsel, duyuşsal ve devinişsel boyutlarıyla bir bütün olarak ele alınmalıdır. KAYNAKLAR Isacoff, S., 1998, (Çeviri: Burhan Önder), “Caz Nedir?” ve Müzik araştırma ve yorum dergisi, Sayı: 3, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Ankara. İlyasoğlu, E., 1994, “Zaman İçinde Müzik”, (Başlangıçtan Günümüze, Örneklerle Batı Müziğinin Evrimi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Karoly, O., 1995, (Çeviri: Mehmet Nemutlu), “Müziğe Giriş”, Pan Yayıncılık, İstanbul. Özgür, Ü., Aydoğan, S., 1999, “Müziksel İşitme Okuma”, Sözkesen Matbaası, Ankara. Pamir, L., (Tarihsiz), “Çağdaş Piyano Eğitimi”, Beyaz Köşk (Müzik Sarayı) Yayınları, İstanbul. Şen, S. B., 1999 “Piyano Tekniğinin Biyomekanik Temeli”, (Piyano çalmadan doğan rahatsızlık ve sakatlıkları önleme yolu), Pan Yayıncılık, İstanbul. Tufan, E. 1994, “Piyano Eğitimine Pedagojik ve Stratejik Yaklaşımlar”, Yayımlanmamış Ders Notları, Ankara. Yönetken, H. B., 1996, (Hazırlayan: Ahmet Say), “Müzik Öğretimi / Okulda Çalgı Sorunu ve Çalgısal Müzik Etkinlikleri”, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara. 161 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 162 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 163-177, ELAZIĞ-2005 POLİS ADAYLARININ SINAVLARDA KOPYA ÇEKMEYE İLİŞKİN TUTUM VE GÖRÜŞLERİ (ELAZIĞ İLİ ÖRNEĞİ) Attitudes and Ideas Towards Cheating of Policeman Candidates In Exams Çetin SEMERCİ Zeynettin SAĞLAM Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Elazığ Emniyet Müdürlüğü Eğitim Bilimleri Bölümü, Elazığ. ÖZET Araştırmanın amacı, “Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekmeye ilişkin tutum ve görüşlerini” belirlemektir. Araştırmada, survey yöntemi kullanılmıştır. Yararlanılan tutum ölçeğinin KMO (Kaiser-Meyer-Olkin) değeri 0.87, Bartlett testi 16059.3 ve Cronbach alpha 0.96 bulunmuştur. Ölçekte, toplam 67 madde yer almıştır. Ayrıca uzman görüşüne dayalı olarak hazırlanan 14 seçmeli ve bir açık uçlu sorudan oluşan bir anketten yararlanılmıştır. Bulgularda, Polis adaylarının kopya çektiklerinde, çoğunlukla içlerinde bir rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Polis Adayları, Kopya çekme, tutum ve görüş, sınav. ABSTRACT The aim of this research is to explain “Attitudes and Ideas towards cheating of policeman candidates in exams”. In research, survey method was used. The KMO (Keiser-Meyer-Olkin) value of scale which is used is 0.87, Bartlett test value is 16059.3 and Cronbach alpha is 0.96. There are total 67 items in scale. Besides, It can be used a questionnaire, which is prepared according to expert ideas, which was total 15 questions. The findings show that the police candidates feel bad when they cheat. Key Words: Policeman candidates, cheating, attitude and ideas, exam. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Kopya çekme olayı, ilköğretimden üniversiteye kadar hatta lisansüstü eğitim ve doçentlik dil sınavlarına kadar uzanan bir eğitim-öğretim problemi haline gelmiştir. Öğleki, öğrencinin olduğu her yerde kopya çekme olayı ile karşılaşılmaktadır. Kopya çekmek, sınavlarda soruları cevaplamak için gizlice bir kaynağa bakmak veya bir kimseye gizlice yardım etmektir (TDK, 1992: 898). Benzer bir anlamda, sınavda veya akademik ödevlerde, kullanım için izin alınmamış kaynakların kullanılması, sınavı veya ödevi başka birisine yaptırma olarak da tanımlanabilir (Tan, 2001: 32). Kopya çekme olayı, gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, gelişmiş ülkelerin bir çoğunda görülmektedir (Bekaroğlu, 2002: 12). Türkiye’de kopya çekme ile ilgili, bugüne kadar yapılan araştırmaların sınırlı olduğu söylenebilir. Selçuk (1995), Külahçı (1996), Yeşilyaprak ve Öztürk (1996), Dirik (1997), Yıldırım (1998), Oksal ve Bilgin (1999), Tan (2001) ve Akdağ ve Güneş (2002)’in araştırmalarına ulaşılabilmiştir. Bu araştırmalarda kopya çekme sebepleri arasında ezbere ve soyut anlayışa göre eğitim yapılması, olumsuz öğretmen tutumları, çalışma alışkanlıklarının kazandırılamaması, kişilik bozuklukları, kopyanın alışkanlık hale getirilmiş olması, sınıfların kalabalık olması, uygulamaların yetersiz olması, zayıf alma korkusu, küçük hatalardan puan kırılması gibi durumlar gösterilmiştir. Kopya çekmenin sebep olduğu bir çok zarar bulunmaktadır (Külahçı, 1996): 1. Kopya çekmek, yapılan sınavların-ölçmelerin geçerliğini düşürdüğü için uygulanan programın hedeflerine ne ölçüde ulaşıldığını ve eksikliklerin belirlenmesini zorlaştırmaktadır. 2. Öğrenci için de öğrenmeyi engelleyen bir durumdur. Bazı insanlar, öğrencilerin kopya çekerken de öğrendiklerini savunmaktadırlar. Bunun ne derece gerçek olduğu tartışılabilir. Ancak, etik açıdan olaya bakıldığında, getireceği yarardan daha çok zararı olduğu görülecektir. Bu nedenle, elde edilecek görünürdeki sözde başarının gerçekte başkalarının haklarını yemek olduğu konusunda öğrencilerle birlikte öğreticilerin de bilinçlendirilmesi gerekmektedir. 3. Kopyanın neden olabileceği suçluluk duygusu, öğrencilerin ruh sağlığını tehdit edici nitelikte olabilmektedir. Bu belirtilen zararlara eklemeler yapılabilir. Örneğin, kopya ile yeterli bilişsel davranışların kazanılamadığı ve az bilgili öğrencilerin üst sınıflara geçtikçe “kartopu etkisi” ne maruz kaldığı görülmektedir. Bir başka deyişle, bilgi noksanlığının ortaya çıkardığı sorunlar çığ gibi büyümektedir. Yabancı ülkelerde de kopya çekildiğine dair bir çok araştırma vardır. Kuehn, 164 Polis Adaylarının Sınavlarda... Stanwyck and Holland (1990), Aiken (1991), Daniel, Blount, Ferrell (1995), Blinn (19931994), Moring (1999) ve Lupton, Chapman ve Weiss (2000)’in araştırmalarına ulaşılabilmiştir. Bu araştırmalarda gelişmiş ülkelerde de yaygın bir şekilde kopya çekildiği, özellikle ev ödevleri ve projelerde daha çok kopya çekildiği belirtilmekte ve kopya çekmenin sebepleri arasında, öğretmenlerin olumsuz tutumları, sınavların ezbere dönük olması, dersi anlayamama, ailenin psikolojik baskısı, yeterli düzeyde çalışmama ve benzerleri gösterilebilir. Kopya çekmenin sebeplerine bakıldığında, Türkiye’de yapılan araştırma sonuçları ile yabancı ülkelerde yapılan araştırma sonuçları benzerlik göstermektedir. Görüldüğü gibi kopya çekme, her ülkenin eğitim sisteminin bir sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda araştırmanın amacı, “Polis Meslek Yüksek Okulu Öğrencilerinin Kopya Çekmeye İlişkin Tutum ve Görüşlerini” belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda şu sorulara yer verilmiştir: 1.Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekmeye ilişkin tutumları nelerdir? 2.Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekme nedenleri nelerdir? YÖNTEM Araştırmada, survey yöntemi kullanılmıştır. Yararlanılan tutum ölçeğinin KMO (Kaiser-Meyer-Olkin) değeri 0.87, Bartlett testi 16059.3 ve Cronbach alpha 0.96 bulunmuştur (Semerci, 2003, 227-234). Geliştirilen ölçekte, toplam 67 madde yer almıştır. Ayrıca, uzman görüşüne dayalı olarak hazırlanan 14 seçmeli ve bir açık uçlu sorudan oluşan bir anketten yararlanılmıştır. Bu anket Külahçı’nın (1996) kullandığı anket sorularının aynısıdır. Ayrıca, ölçek maddeleri oluşturulurken Külahçı’nın çalışma notlarından yararlanılmıştır. Evren ve Örneklem Araştırmanın evreni, Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. AĞAR Polis Meslek Yüksek Okulu’dur. Araştırmanın örneklemi ise, 2002-2003 öğretim yılında Polis Meslek Yüksek Okulu’nun II. Sınıfında eğitim-öğrenim gören toplam beş şubedeki 151 öğrenci ile sınırlıdır. Araştırmanın Sınırlılığı Araştırma, Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. Ağar Polis Meslek Yüksek Okulu son sınıf öğrencileriyle ve 2003 yılı Mayıs ayı ile sınırlıdır. 165 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bulgu ve Yorumlar Aşağıda, araştırmaya ilişkin bulgu ve yorumlara yer verilmiştir. Tutumlara İlişkin Bulgu ve Yorumlar Araştırma kapsamında ele alınan Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. Ağar Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çekmeye ilişkin tutumları, madde, aritmetik ortalama, standart sapma ve derecelemedeki yerleri Tablo 1’de verilmiştir. Tablo 1. Kopya Çekmeye İlişkin Tutumlar _________________________________________________________________________ Maddeler S Derece X _________________________________________________________________________ 1. Ne zaman kopya çeksem içimde bir rahatsızlık hissediyorum. 3.59 1.48 4 2. Bir insan ilkokuldan itibaren kopya çekiyor ise hayatın diğer kesimlerinde de sahtekarlık yapmakta sakınca görmez. 3. Hangi koşullarda olursa olsun kopya çekilmemelidir. 4. Kopya çekmek başkasının hakkını yemek demektir. 5. Bir öğrencinin kopya çekerek başarılı olması ve hatta bir dereceye girmesi diğerlerine haksızlık yapması demektir. 6. Kopya çeken öğrenciye göz yuman gözetmen haksızlığa ortak olmuş olur. 7. Öğrencinin kopya çekip çekmemesi onun dürüstlüğünden çok içinde bulunduğu şartlara bağlıdır. 8. Kopya çeken öğrenci olgunlaşmamış demektir. 9. Sınavda birbirinden kopya çekmek bir yardımlaşmadır. 10. Durum müsait ise kopya çekmemek akılsızlıktır. 11. Sınavda kopya çekebilen bir öğrenci yaşamının diğer alanlarında da sahtekarlık yapabilir. 12. Vicdan sahibi bir kimse kopya çekmeyi düşünmez. 13. Hemen herkes kopya çektiğine göre kopya çekme kötü bir Davranış olarak düşünülemez. 14. Kopya çeken öğrenci dürüst değildir. 15. Kendine saygısı olan bir kimse kopya çekemez. 16. Fırsat varken kopya çekmemek akılsızlıktır. 17. Kopya çekmek nedeni ne olursa olsun bir çeşit hırsızlıktır. 18. Sınav sonucu ne olursa olsun kopya çekilmemelidir. 19. Eğer dönem kaybetme önlenebilecek ise kopya çekme mazur görülebilir. 20. Yakalanılmadığı sürece kopya çekmenin sakıncalı bir tarafı yoktur. 21. Kopya çekmek cesaret istediği için çekebilen takdir edilmelidir. 22. Eğer gözcü fırsat veriyor ise kopya çekmemek akılsızlıktır. 166 2.98 1.71 3.70 1.47 3.92 1.37 3 4 4 4.36 1.12 5 3.95 1.28 4 3.93 2.54 2.52 2.38 1.39 1.52 1.44 1.46 4 2 2 2 2.81 1.71 3.23 1.59 3 3 1.98 2.70 3.14 2.15 3.19 3.10 1.26 1.57 1.62 1.37 1.58 1.55 2 3 3 2 3 3 3.48 1.47 4 2.32 1.44 2.53 1.42 2.11 1.36 2 2 2 Polis Adaylarının Sınavlarda... 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. 50. 51. 52. 53. 54. Kopya ile sağlanan başarı sadece bir aldatmacadır. 4.23 Kopya çekenler inançsız kişilerdir. 2.04 Kopya çekerek başarılı olan gerçekte kendisini aldatmaktadır. 3.93 Kopya çekmeyenler onurlu kişilerdir. 2.99 Dönem kaybetme pahasına da olsa kopya çekmek doğru değildir.2.65 Kopya ile de olsa önemli olan sonuç almaktır. 2.51 Yakalanmadığı sürece kopya çekme yanlış bir davranış olarak düşünülmemelidir. 2.59 Fırsat varken kopya çekmeyenleri anlamak güçtür. 2.09 Kopya çekene göz yuman gözetmen yardımsever birisidir. 2.35 Kendisine saygısı olan bir insan kopya çekmez. 3.13 Kopya çekmek bir sahtekarlıktır. 3.29 Kopyanın vicdan ile ilişkisi yoktur, eğitim sistemi bu şartlara zorlar. 3.66 Kopya çekmek günahtır. 2.21 Ben gözcü olsaydım, kopya çekilmesine müsaade ederdim. 2.38 Arkadaşım bile olsa kopya çekerken görsem müdahale ederim. 2.23 Hakkım olmayanı almak istemediğim için kopya çekmem. 3.21 Haksızlığa uğrayan bir öğrencinin kopya çekmeye yönelmesi doğaldır. 3.46 Öğrenci sürekli başarısız oluyor ise kopya çekmesi hoş karşılanmalıdır. 2.48 Kopya çeken arkadaşlarımı dürüst bulmam. 2.76 Kopya hazırlamak bir ön hazırlık olduğu için yararlı tarafı da vardır. 3.28 Kopya çeken arkadaşlarım sonuçta ceza almadığı için, kopya çekmede bir sakınca görmüyorum. 2.02 Kopya çeken arkadaşlarıma güvenmem. 2.27 Bir toplumda sahtekarlık artmış ise kopya üzerinde durulacak bir konu değildir. 2.85 Kopya çekebilmek övünülecek bir davranıştır. 2.45 İlkokuldan itibaren kopya çekmeyi öğrenen insana daha Sonraları sahtekarlık yapmak kolay gelir. 2.77 Bir insan hangi koşullarda olursa olsun kopya çekmemelidir. 3.41 Eğer gözcü olsaydım, tanıdıklarıma kopya vermekte/göz yummakta bir sakınca görmezdim. 2.03 Kopya çekmek ile başkalarının hakkını yemiş oluruz. 3.63 Kopya çekene göz yumarak yardımcı olunmalıdır. 2.59 Kopya çekmek isteyen arkadaşa yardım edilmelidir. 2.51 Kopya çekmeyi davranış haline dönüştüren bir kişi potansiyel dolandırıcıdır. 2.32 Sınavlarda yardımlaşma arkadaşlıkları pekiştirdiği için yararlı bile sayılabilir. 2.09 1.18 1.38 1.41 1.57 1.50 1.51 5 2 4 3 3 2 1.32 1.41 1.44 1.68 4.54 2 2 2 3 3 1.52 1.49 1.44 1.40 1.55 4 2 2 2 3 1.54 4 1.26 1.50 2 3 1.45 3 1.24 1.34 2 2 1.67 1.00 3 2 1.61 1.44 3 4 1.34 1.45 1.28 1.25 2 4 2 2 1.45 2 1.36 2 167 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 55. 56. 57. 58. 59. Kopya çekmeyi seviyorum. 2.58 1.37 2 Kendisine güvenen bir kimse kopya çekmez. 3.96 1.45 4 Kopya çekme heyecan dolu bir maceradır. 2.56 1.52 2 Sorumluluk duygusuna sahip bir kimse kopya çekmez. 3.32 1.61 3 Sınavda benden yardım istenirse kopya vermekte bir sakınca görmem. 3.19 1.35 3 60. Herkes kopya çekerse, ben de çekerim. 2.59 1.60 2 61. Sıraya, duvara, kalorifer peteğine ve silgiye kopya yazmak Milli servete zarar vereceğinden kopya çekmem. 2.92 1.57 3 62. Hatırlatma amacıyla kopya kodlamasında sakınca yoktur. 2.94 1.43 3 63. Kopya çekmek haramdır. 2.21 1.50 2 64. Kopya çeken öğrenciler cezalandırılmalıdır. 3.11 2.74 3 65. Kopya çeken öğrenciyi affetmek kopyaya teşvik etmek anlamına gelir. 3.15 1.46 3 66. Kopya çekmek bir duyuşsal davranış bozukluğudur. 2.23 1.41 2 67. Kopya çekmemek bir aile terbiyesidir. 2.70 1.64 3 Tablo 1’de dereceleme yorumları şu aralık ölçülerine göre yapılmıştır: “Hiç katılmıyorum: 1.00-1.80”, “Çoğunlukla katılmıyorum: 1.81-2.60”, “Kısmen katılıyorum: 2.61-3.40”, “Çoğunlukla katılıyorum: 3.41-4.20” ve “Tamamen katılıyorum: 4.215.00”dir. Tabloda 5 ölçüsü iki adet bulunmaktadır. Birincisi, “Bir öğrencinin kopya çekerek başarılı olması ve hatta bir dereceye girmesi diğerlerine haksızlık yapması demektir”, diğeri “Kopya ile sağlanan başarı sadece bir aldatmacadır”. Araştırmada, kopya çekme ölçeğiyle elde edilen bulgulardan bazıları şunlardır: “Kopya çekebilmenin övünülecek bir davranış olmadığı ( X =2.45)”, “Kopya çekmenin çoğunlukla haram ( X =2.21) ve günah ( X =2.21) olmadığı”, “Kendine güveni olmayan kişilerin kopya çektiği ( X =3.96)”, “Kopya çekmenin kısmen sahtekarlık olduğu ( X =3.29)”, “Kopya çeken öğrencinin kısmen dürüst olabileceği ( X =2.70)”, “Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çektiklerinde, çoğunlukla içlerinde bir rahatsızlık duydukları ( X =3.59)” ve “Kopyanın çoğunlukla vicdanla ilişkisi olmadığı, eğitim sisteminin buna zorladığı ( X =3.66)” söylenebilir. Yerli ve yabancı araştırmalar da gösteriyor ki, ezbere eğitim sistemleri, öğrencileri kopyaya yönlendirmektedir ( Moring, 1999; Lupton, Chapman ve Weiss, 2000; Tan, 2001; Akdağ ve Güneş, 2002) Kopya Çekmenin Nedenlerine İlişkin Bulgu ve Yorumlar Tablo 2’ya bakıldığında, öğrenciler ile ilgili olarak kopya çekmeyi etkileyen en önemli faktör “Bireyin kendini gerçekleştirmekten çok nota önem verilmesi (%60.3)” olarak görülmektedir. 168 Polis Adaylarının Sınavlarda... Tablo 2. Öğrenci Açısından Kopya Çekmeyi Etkileyen Faktörler f % Çalışmanın sevilmemesi 15 9.9 Sistemli çalışma alışkanlığının kazanılmamış olması 30 19.9 Çalışma ortamının iyi olmaması, yeterince çalışılamaması 10 6.6 Bireyin kendini gerçekleştirmekten çok nota önem verilmesi 91 60.3 5 5.5 151 100.0 Diğer arkadaşların etkisi altında kalınması Toplam Tablo 3’te, öğrenciler, hem ara sınavlarda hem de final sınavlarında (%40.4) kopya çekildiğini vurgulamışlardır. Tablo 3. En Çok Hangi Sınavlarda Kopya Çekildiğine İlişkin Düşünceler f % Ara sınavlarda 18 11.9 Final sınavlarında 34 22.5 Her ikisinde de 61 40.4 Hiçbirinde kopya çekilmiyor 35 23.2 3 2.0 151 100.0 Boş Toplam Tablo 4’te bakıldığında, sınav türlerine göre kopya çekmeye bakıldığında, “Çoktan seçmeli sınavlarda (%49.7)” daha çok kopya çekildiği söylenebilir. Tablo 4. Sınav Türlerine Göre kopya Çekme f % Klasik, uzun cevaplı sınavlarda 19 12.6 Çoktan seçmeli testlerde 75 49.7 1 0.7 Hepsinde 38 25.2 Hiçbirinde 18 11.9 151 100.0 Ders dışında yapılan projelerde Toplam Tablo 5’te, kopya çekerken “Başkalarının kağıdına bakmak” (%67.5)” en çok başvurulan bir yol olduğu görülmektedir. 169 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 5. Kopya Çekmede En Çok Başvurulan Yola İlişkin Düşünceler f % 102 67.5 Yakınındaki ile konuşmak 13 8.6 Kopyalık hazırlamak 17 11.4 7 4.6 Başka. 12 7.9 Toplam 151 100.0 Başkasının kağıdına bakmak Duvarlara veya sıra üzerine yazmak Tablo 6’da, “Ezberi teşvik eden öğretim yöntemleri yerine öğrenmeyi sağlayan yöntemlerin kullanılmasının (%84.8)” kopyayı daha çok önleyeceği vurgulanmaktadır. Tablo 6. Kopyayı Önleme Yolları f % 10 6.6 Öğretim elemanının puanlamada dürüst olduğuna güvenilmesi 2 1.3 Öğrencilerin ahlaki duygularına hitap edilmesi kopyanın kötülüğünün 7 4.6 4 2.6 128 84.8 151 100.0 Öğretim elemanlarının öğrencilere karşı dostça yaklaşması ve onlara yakın olması açıklanması Öğrencilerin birbirlerini kontrol etmeleri ve kopya çekeni haber vermeleri gerektiğini kabul etmeleri Ezberi teşvik eden öğretim yöntemleri yerine öğrenmeyi sağlayan yöntemlerin kullanılması Toplam Tablo 7’de, “Görevlilerin titiz davranması (%37.2)” ve “Sınavlarda iki veya daha fazla soru formu hazırlanması (%31.1)” sınav yapma ile ilgili kopyayı daha çok önleyeceği vurgulanmaktadır. Tablo 7. Sınav Yapma İle İlgili Kopyayı Önleme Yolları f % Sınavlarda iki veya daha fazla soru formu hazırlanması 47 31.1 Öğrencilerin yerlerinin öğretim elemanı tarafından belirlenmesi 15 9.9 Sınavdan önce sınıflara öğrenci sokulmaması 10 6.6 Öğrencilerin aralıklı oturtulması 23 15.2 Görevlilerin titiz davranması 56 37.2 151 100.0 Toplam Tablo 8’de, “Kopya çekerken yakalanan öğrenci o sınavdan bütünlemeye kalmalıdır (%57.6)” görüşü daha yoğunluktadır. 170 Polis Adaylarının Sınavlarda... Tablo 8. Kopya Çekerken Yakalanan Öğrenciye Verilecek Cezalar f % 87 57.6 Kopya çekerken yakalanan öğrenci o dersten tekrara kalmalıdır. 19 12.6 Kopya çekerken yakalanan öğrenciye uzaklaştırma cezası verilmelidir. 31 20.5 Kopya çekerken yakalanan öğrencinin üniversite ile ilişkisi kesilmelidir. 5 3.3 Boş 9 6.0 151 100.0 Kopya çekerken yakalanan öğrenci o sınavdan (dersten) bütünlemeye kalmalıdır. Toplam Tablo 9’da, öğrenciler kendilerini derslerde “Orta düzeyde başarılı (%60.3)” görmektedirler. Tablo 9. Öğrencilerin Derslerdeki Başarılarına İlişkin Algıları f % 2 1.3 Orta düzeyde başarılı 91 60.3 Yeterince başarılı değil 56 37.1 2 1.3 151 100.0 Çok başarılı Boş Toplam Tablo 10’da, öğrenciler “Sınıf arkadaşlarının yarısının kopya çektiğini (%38.4) vurgularken, yüzde 39.1’lik bir öğrenci grubu “Hiç kimsenin kopya çekmediğini” vurgulamaktadırlar. Tablo 10. Öğrencilerin Sınıf Arkadaşlarının Kopya Çekmeye İlişkin Düşünceleri f % Hiç kimse kopya çekmiyor 59 39.1 Öğrencilerin yarısı kopya çekiyor 58 38.4 Çoğunluk kopya çekiyor 23 15.2 Hemen herkes kopya çekiyor 8 5.3 Boş 3 2.0 151 100.0 Toplam Tablo 11’de, öğrencilerinin “nadiren de olsa kopya çektiklerini” belirtmeleri (%46.4) dikkat çekici bir sonuçtur. 171 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 11. Öğrencilerin Kendilerinin Kopya Çekmeye İlişkin Düşünceleri f % Hiç kopya çekmedim 46 30.5 Nadiren kopya çekerim 70 46.4 Ara sıra kopya çekerim 27 17.9 Her zaman kopya çekerim 6 4.0 Boş 2 1.3 151 100.0 Toplam Tablo 12’de bakıldığında, öğrenciler, tabloda belirtilen kopya çekme sebeplerinin hepsinde (%52.3) yoğunlaştıkları görülmektedir. Tablo 12. Kopya Çekme Sebepleri f % 2 1.3 Yüksek puan almak için 10 6.6 Zayıf almaktan korkulduğu için 38 25.2 Yıl kaybetmemek için 22 14.6 Hepsi 79 52.3 151 100.0 İlk sınavda alınan puanı yükseltmek için Toplam Tablo 13’te, öğrencilerin kopya çekilen derslerle ilgili görüşlerinde, “Yabancı dil derslerinde (%50.3)” daha çok kopya çekildiği görülmektedir. Tablo 13. Kopya Çekilen Derslerle İlgili Görüşler f % Hukuk derslerinde 32 21.2 Yabancı dil derslerinde 76 50.3 Uygulamalı derslerde 3 2.0 Meslek derslerinde 3 2.0 37 24.5 151 100.0 Hiçbir derste kopya çekilmiyor. Toplam Tablo 14’te, kopya çekme ortamına ilişkin görüşlerde, “Kopya çekmek isteyen bir yolunu bulmaktadır (%59.6)” görüşü ağır bastığı görülmektedir. 172 Polis Adaylarının Sınavlarda... Tablo 14. Kopya Çekme Ortamına İlişkin Görüşler f % Kopya çekmek isteyen bir yolunu bulmaktadır 90 59.6 Gözetmenler göz açtırmamaktadır 16 10.6 Kopya çekme ortamı yoktur 26 17.2 9 6.0 10 6.6 151 100.0 Sıkı bir denetim vardır Başka Toplam Tablo 15’te, öğrenciyi kopyaya yönlendiren en önemli faktör olarak “Güvensizlik, kopya olmadan yapamayacağı korkusu (%65.8)” olarak gösterilmektedir. Tablo 15. Öğrenciyi Kopyaya Yönlendiren En Önemli Faktörle İlgili Görüşler f % Arkadaş baskısı 8 5.3 Kopya çekmeyenler ile alay edilmesi 4 2.6 35 23.2 4 2.6 Güvensizlik, kopya olmadan yapamayacağı korkusu 100 66.3 Toplam 151 100.0 Kopya çeken diğer öğrenci ile rekabet etmek zorunda kalınması Kopya çekerek kendisinin de kopya çekebileceğini ispat etmek arzusu Tablo 16’da, derslerle ilgili olarak kopyaya yönlendirici en önemli faktörün “Ezbere önem verilmesi, öğrenmenin teşvik edilmemesi (%60.3)” olarak gösterilmektedir. Tablo 16. Derslerle İlgili Olarak Kopyaya Yönlendirici En Önemli Faktörle İlgili Görüşler f % 2 1.3 Ezbere önem verilmesi, öğrenmenin teşvik edilmemesi 91 60.3 Öğrenilenlerin gerekli olduğuna, işe yarayacağına inanılmaması 13 8.6 Yazılı materyallerin (ders notu, kitap) dilinin ağır ve anlaşılmasının zor 20 13.2 25 16.6 151 100.0 Öğrenilen içeriğin (konuların) maddeler halinde olması olması Dersin çok zor olması Toplam Tablo 17’de, değerlendirme ile ilgili olarak kopyaya yönlendirici en önemli faktörlerin “Küçük hatalardan dolayı tüm puanı kaybetme korkusu (%72.2)” olduğu görülmektedir. 173 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 17. Değerlendirme İle İlişkili Olarak Kopyaya Yönlendirici En Önemli Faktörle İlgili Görüşler f % 109 72.2 16 10.6 0 0.0 Cevapların maddeler halinde istenmesi 10 6.6 Kitapta veya derste çözülen problemlerin sınavda aynen sorulması 16 10.6 151 100.0 Küçük hatalardan dolayı tüm puanı kaybetme korkusu Öğretim elemanının notunun kıt olduğu düşüncesi Soruların her yıl arka arkaya aynen sorulması Toplam Açık uçlu olarak, “Başka fikirleriniz varsa lütfen yazınız” maddesine öğrenciler, problemin sistemde olduğunu, az öğretilip çok şey istendiğini ve ezber bilgiler yerine uygulamalara ağırlık verilmesi gerektiği konularını vurgulamaktadırlar. SONUÇ Kopya çekmek, sınavlarda gizlice bir kaynağa bakmak veya diğer bir öğrenciye gizlice yardım etmektir. Öğrencinin bulunduğu ortamlarda kopya çekme olaylarına rastlanmaktadır. Bu ortamlardan biri de Polis Meslek Yüksek Okullarıdır. Topluma güvenlik ve asayiş hizmeti sunan, halkın sorunlarını çözmeye çalışan polislerin (polis adaylarının), eğitimlerinde karşılaştığı sorunlarını kopya çekerek çözmesi, kabul edilebilir bir davranış değildir. Kopya çekmenin sebepleri ile ilgili olarak daha önce yapılan araştırma sonuçları, Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. Ağar Polis Meslek Yüksek Okulu’nda yapılan araştırma sonuçlarıyla benzerlik göstermektedir. Bunlardan bazıları, ezbere dönük eğitimöğretim verilmesi ve uygulamaların yetersiz olmasıdır ( Lupton, Chapman ve Weiss, 2000; Tan, 2001; Akdağ ve Güneş, 2002). Araştırmada, kopya çekme ölçeğiyle elde edilen sonuçların bazıları şunlardır: 1. Kopya çekebilmenin övünülecek bir davranış olmadığı, 2. Kendine güvensiz kişilerin kopya çektiği (Bu sonucu, Tablo 15’teki bulgu da desteklemektedir), 3. Kopyanın çoğunlukla vicdanla ilişkisi olmadığı, eğitim sisteminin buna zorladığı, 4. Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. AĞAR Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kopya çektiklerinde, çoğunlukla içlerinde bir rahatsızlık duydukları söylenebilir. Diğer taraftan, anket bulgularından ortaya çıkan sonuçlardan bazıları da şunlardır: 1. Bireyin kendini gerçekleştirmesinden çok nota önem verildiği, 2. Ara ve genel sınavlarda kopya çekildiği, 174 Polis Adaylarının Sınavlarda... 3. Daha çok çoktan seçmeli sınavlarda kopya çekildiği, 4. Polis Akademisi’ne bağlı Elazığ Z. AĞAR Polis Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin, kopya çekmede en çok başvurdukları yolun “Başkasının kağıdına bakmak” olduğu, 5. Kopya çekmenin “Ezberi teşvik eden öğretim yöntemleri yerine öğrenmeyi sağlayan yöntemlerin kullanılmasıyla” önlenebileceği, 6. Sınavlarda “Görevlilerin titiz davranarak” kopyayı önleyebilecekleri, 7. Kopya çekerken yakalanan öğrencilerin o sınavdan (dersten) doğrudan bütünlemeye bırakılabileceği, 8. Araştırmaya katılan öğrencilerin genel olarak kendilerini “Orta düzeyde başarılı” buldukları, 9. Öğrencilerde “Güvensizlik, kopya olmadan yapılamayacağı korkusunun” kopya çekmeye yönlendirdiği, 10. Kopyaya yönlendiren önemli bir faktörün “Ezbere önem verilmesi, öğrenmenin teşvik edilmemesi” dir. Araştırmada, sevindirici bir bulgu olarak, polis adaylarının meslek derslerinde kopya çekmedikleri görülmüştür. Yabancı dil derslerinde alt yapıları yetersiz olduğundan kopyaya başvurduklarını belirtmektedirler. ÖNERİLER Önerilerden bazıları aşağıda verilmiştir: Polis meslek yüksek okullarında; 1. Ezbere öğretim yöntemleri yerine çağdaş öğretim yöntemleri kullanılmalıdır. 2. Derslerde uygulamalara daha çok yer verilmelidir. 3. Sınavlarda, görevlilerin titiz davranmaları gerekir. 4. Kopya çekmenin olumsuz sonuçlarının derslerde anlatılmasında fayda vardır. 5. Öğrencilerin, küçük hatalardan dolayı tüm puanı kaybetme korkusu içinde olduklarından, ilgili öğretim elemanlarına sınav değerlendirme konularında hizmet içi eğitim verilmelidir. KAYNAKÇA Aiken, L. R., (1991), Detecting, Understanding, and Controlling for Cheating on Tests, Research in Higher Education, 32 (6): 725-735. Akdağ, M. Ve Güneş, H., (2002), Kopya Çekme Davranışları ve Kopya Çekmeye İlişkin Tutumlar, Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 8 (31): 330-343. 175 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Balcı, A., (1995), Sosyal Bilimlerde Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi. Bekaroğlu, Ö., (2002), Dünyada ve Türkiye’de Bilimsel Sahtekarlık, Tüba Bülteni, Günce. (22): 12-13. Blinn, L. V., (1993-1994), Coping With Cheating, Journal of College Teaching, 23 (3): 173-174. Daniel, L.G.; Blount, K.D. and Ferrell, C.M., (1995), Academic Misconduct Among Teacher Education Students: A Descriptive-Correlational Study. Reseach in Higher Education. 32 (6): 703-723. Dirik, M. Z., (1997), “Türk Eğitim Sisteminde Sınavlarda Kopya Çekme Sorunu-2”. Türkiye, Türk Cumhuriyetleri ve Asya Pasifik Ülkeler Uluslar arası Eğitim Sempozyumu (24-26 Eylül 1997), Milli Eğitim Bakanlığı, Fırat Üniversitesi ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu İşbirliği, Elazığ. Karasar, N. (1995), Bilimsel Araştırma Yöntemi, Kavramlar, İlkeler, Ankara: 3A Araştırma Eğitim Danışmanlık Ltd. Kuehn, P.; Stanwyck, D. J. and Holland, C. L., (1990), Attitudes Towards “Cheating” Behaviors in the ESL Classroom, TESOL Quarterly, 24(2): 313-17. Külahçı, Ş., (1996), Öğretmen Yetiştirmede Kopya Çekme Sorunu (Fırat Üniversitesi Örneği). II. Ulusal Eğitim Sempozyumu (18-20 Eylül 1996), İstanbul: Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi. Lupton, R.A.; K.J. Chapman and J.E. Weiss, (2000), A Cross-National Exploration of Business Students’ Attitudes, Perceptions, and Tendencies Toward Academic Dishonesty. Journal of Education for Business, 75 (4): 231-235. Moring, M., (1999), Everbody’s Doing it. Campus Life. 58 (4): 34-39. Oksal, B. Ve Bilgin, A., (1999), Üniversitede Kopya Sorunu, Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Bursa: Uludağ Üniversitesi Yayınları. XII (1): 85-90. Selçuk, Z., (1995), Bir Eğitim ve Rehberlik Sorunu: Okullarda Kopya Çekme. Eğitim Yönetimi, 1 (3): 397-418. Semerci, Ç., (2003), Kopya Çekmeye İlişkin Tutum Ölçeği, Fırat üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13 (1): 227-234. Tan, Ş., (2001), Sınavlarda Kopya Çekmeyi Önlemeye Yönelik Önlemler. Eğitim ve Bilim. 26 (126): 32-40. Tatlıdil, H., (1992), Uygulamalı Çok Değişkenli İstatistiksel Analiz, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü. TDK, (1992), Türkçe Sözlük, İstanbul: Milliyet Yayınları. 176 Polis Adaylarının Sınavlarda... Tekin, H., (1997), Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme, Ankara: Mars Matbaası. Turgut, M. F. ve Baykul, Y., (1992-1), Ölçekleme Teknikleri. Ankara: ÖSYM Yayınları. UYTES, (1995), SPSS Bilgisayar Paket Kullanma Kursu Ders Notları (Nisan 1995), (Uluslarası İleri Teknoloji Sistemleri), Elazığ: Ders Notu. Yeşilyaprak, B. Ve Öztürk, B., (1996), Üniversite Öğrencilerinin Kopya Çekme Olayına İlişkin Eğilimleri ve Görüşleri, Yıldırım, K., (1998), Eğitimde Kopya Çekme Problemi. II. Ulusal Eğitim Sempozyumu (1820 Eylül 1996), İstanbul: Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi. 177 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 178 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 179-198, ELAZIĞ-2005 İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ ÇERÇEVESİNDE, OKUL YÖNETİCİLERİNİN KARAR VERME SÜRECİNDEKİ ETKİLİKLERİNE İLİŞKİN ÖLÇEK GELİŞTİRİLMESİ• In The Frame of Human Resource Management, A Development of An Inventory Related to The Effectiveness of School Principals in Decision Making Process Fatma ÖZMEN Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fak., Elazığ. [email protected] Sinan YÖRÜK Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fak., Elazığ. [email protected] ÖZET Bu çalışmada, yöneticilerin yönetim süreçlerinden karar vermeye ilişkin etkililiklerine yönelik olarak, eğitimci görüşleri temelinde bir ölçek geliştirilmesi amaçlanmıştır. Araştırmada alan yazından ve öğretmen ve yöneticilerle yapılan görüşmelerden yararlanılarak, karar verme sürecine ilişkin beşli Likert tipi olumlu ve olumsuz ifadelerden oluşan 40 madde geliştirilmiştir. Bu maddeler daha sonra uzman görüşlerine sunulmuş ve bazı maddeler elenmiştir. Son olarak, 20 maddeye düşürülen ölçek, Elazığ il merkezindeki ilköğretim öğretmen ve yöneticilere uygulanmış ve toplam 132 anket yanıtlanarak geri dönmüştür. Yapılan istatistiksel analizler sonucunda, ölçeğin Cronbach Alpha iç tutarlık katsayısı .64; KMO değeri .74; Bartlett sınaması ise .00 anlamlılık düzeyi ile 1262,42 olarak bulunmuştur. Elde edilen sonuçlar ölçeğin uygulanabilmesi için, geçerlik ve güvenirliğinin uygun olduğunu ortaya koymuştur. Anahtar Kelimeler: Karar Verme Süreci, Ölçek, Geçerlik, Güvenirlik. ABSTRACT In this study, to determine the effectiveness of school principals related to the decision making process, an inventory was aimed to be developed on the basis of educators’ views. Initially, making use of the literature review and implications of the educators in the primary schools, 40, five scale Likert type items conveying negative and positive connotations were developed. Later, according to the thoughts of professionals, some of the items were deleted and as a result, 20 items were distributed to the educators working at these schools. As total, 132 subjects replied the questionnaire items. At the end of the statistical analysis of the data, it has been seen that the Cronbach alfa coefficient of the instrument is .64, the value of KMO is .74; and the test of Barlett is 1262,42 with .00 significant level. These results have demonstrated that the reliability and validity of the instrument is adequate for its implementation. Key Words: Decision Making Process, Instrument, Validity, Reliability. • Bu araştırma, Fırat Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projeler Birimi (FÜBAP) tarafından desteklenmiştir. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Örgüt yönetiminde “karar verme” işi yönetimin en önemli işlevlerinden birisidir. Yüksek kaliteli kararlar verme süreci örgütsel kaygıların en önde gelenlerindendir ve özellikle de yöneticinin karar verme sürecini nasıl işlettiğiyle yakından ilişkilidir (Dean and Sharfman, 1996: 368-396). Örgütün üst yöneticisi güvenilir ve dinamik bir karaktere sahip olması gerekli bir kişi olarak, kararları verilmesini sağlayan ve bu kararlar doğrultusunda örgütü harekete geçiren kişidir. Karar verme, yöneticinin zamanını oldukça alan bir süreç olup, iyi yönetici, etkili kararlar verebilen kişi olarak düşünülür. Etkili karar ise genellikle, karar vericinin karar verme hususuyla ilgili olarak, hedefleri, kararın arkasındaki olayları, alternatif hareket yollarını, ve kararın olası sonuçlarını düşünmesi sonucunda verilen karardır (Cook and Slack, 1991:3-5; Owens, 2001:266). Tarihsel süreci içinde, örgüt yönetimindeki yaklaşımlar ve gelişmeler eşliğinde, karar verme sürecinde de birtakım gelişmeler olmuştur. Bu gelişmeler eşliğinde, üst yöneticinin tek elden verdiği kararlar zamanla yerini eğitim örgütlerinin durumsallığını, insan doğasını, teknolojiyi ve örgütsel belirsizlikleri dikkate alan, esnek, katılımcı kararlara bırakmıştır (Estler, 1988:316-317; Owens, 2001:265-267). Bu araştırmada, öğretmenlerin mesleki gelişimini artırmaya yönelik olarak, yöneticilerin karar verme sürecine ilişkin etkililiklerini, eğitimci görüşleri temelinde ortaya çıkaracak bir ölçek geliştirmek amaçlanmıştır. ALAN YAZINDA İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ VE KARAR VERME SÜRECİ Geçmişten günümüze insan kaynaklarının yönetimindeki yaklaşımların zaman içinde değiştiği, yönetsel kararların da bu değişimlerden etkilendiği görülmektedir. Örgüt yönetiminde insana yaklaşım genel olarak, “makine”, “organizma”, ve “beyin” olarak, üç kavramsal benzetim çerçevesi içinde ele alınmaktadır. Bu yaklaşımlar şu şekilde özetlenebilir (Ubben at al. 2001:185-186): Makine benzetmesi: Örgütlerde, üst yönetimin aldığı kararların, verilen talimatlar çerçevesinde ve önceden belirlenen işlemler aracılığıyla işgörenler tarafından uygulanmasıdır. Eğitim örgütleri açısından bakıldığında, öğrenme, öğretme ve değerlendirmenin en iyi modelinin standartlaştırılmış bir yapı içinde elde edilebileceği varsayımdan yola çıkılarak, üst yönetimlerce alınan kararların yine yöneticiler tarafından belirlenen politika ve işlemler çerçevesinde yürütüldüğü; asıl işi yapan kişilerin işin yapılışına ilişkin kararlarda fazla katkılarının bulunmadığı bir klasik örgüt yönetimi tarzını yansıtmaktadır. 180 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… Organizma benzetmesi: Örgütlerin doğal sistem modeli içinde canlı, yaşayan birer organizmaya benzetildiği, dolayısıyla örgüt felsefesinin müşterek ve paylaşılan değerler aracılığıyla oluşturulduğu; değişen gereksinimlere yanıt vermede bireysellik, esneklik ve uyumun önemsendiği bir yaklaşımı yansıtır. Bu kapsamda, eğitim örgütlerinin yönetiminde, öğretme, öğrenme ve değerlendirmede ayrıntılardan çok bütünün önemsendiği; ölçütlere dayalı bir değerlendirmeden çok, tümsel değerlendirmenin önem kazandığı; kararların değişen gereksinimlere göre örgüt üyelerinin görüşlerine de yer verilerek alındığı; öğretmenlerin mesleki gelişiminde çeşitli modellerin denendiği bir süreç göze çapmaktadır. Beyin benzetmesi: Bu benzetmedeki örgüt yönetimi yaklaşımı, organizma benzetmesindeki yönetim anlayışının birçok özelliğini paylaşır. Bununla birlikte önemli bir nitelik olarak “düşünen ve öğrenen örgüt” boyutu öne çıkmaktadır. Günümüzün rekabetçi ortamında kabul gören bir yaklaşım olarak, bilgi paylaşımı, işbirliği, araştırma önemsenen hususlardır. Eğitim örgütleri açısından bakıldığında, örgütün insan kaynağının, örgütsel amaçları gerçekleştirmede gösterdiği adanmışlıkla yüksek düzeyde performans göstermesi amaçlanır. Bu nedenle örgüt üyelerinin anlamlı yollarla örgütleriyle bütünleşmeleri için, karar verme sürecine katılmaları sağlanır, başarılı olabilecekleri ortamlar yaratılır, fırsatlar verilir. Örgüt üyeleri, örgütsel ve kişisel açıdan başarılı olmak ve kendilerini geliştirmek zorunluğunu hissederler. Yönetim bilimine yönelik alan yazın incelendiğinde, karar verme süreci, bir eyleme yol açan çeşitli seçenekler arasından birini seçme (Kaya,1996:94); bir sorunun çözümüne ilişkin olası yollardan en uygun olanını seçme (Aydın,1994:126-127); örgütte her türlü değişikliği yapmak amacıyla başvurulan kurumlaşmış bir süreç (Gürsel,1997:44) veya, sorun çözme sürecinin bir parçası (Cook and Slack, 1991:4) şeklinde çeşitli tanımların yapıldığı görülmektedir. Yönetimde genel olarak, üst düzey yöneticiler oransal olarak zamanlarının büyük bir kısmını karar vermede harcarlar ve daha çok örgütün çevresiyle olan ilişkisindeki stratejik ve politik hususlarla ilgili uzun dönem kararlarını verirler. Alt düzey yöneticiler ise daha çok bulundukları alan veya bölümle ilgili iş akışına yönelik olarak daha dar kapsamda karar verme durumundadırlar (Uludüz, 2003 ; Cook and Slack, 1991:18-19). Karar verme sürecinde, örgüt amaçlarına en uygun olan seçeneğin seçilmesine ussal; personelin itiraz etmeyeceği karara da doyurucu karar denir. Örgütsel kararların etkililiği bu kararların ussallığının artırılması yolu ile en üst düzeye çıkabilir. Aydın’ın Gregg’den aktardığına göre ussal karar verme değer önermeleri ve olgusal önermelerden oluşur. Değer sözcüğü yerine amaç, olgu sözcüğü yerine de araç sözcüğü kullanan 181 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) yazarlar da vardır. Karar vermeyi gerektiren sorunla ilgili enformasyon hazır olmadıkça akla uygun, ussal bir karar verilemez. Demokratik bir örgütte alınan bir karardan etkilenen kimselerin, bu kararda söz sahibi olmaları gerekir. Öte yandan karara katılma örgüt üyesinin örgütsel ve kurumsal amaç ve programlarla özdeşleşmesine yardım eder (Aydın,1994:129-130). Örgütsel kararlar, yöneticinin tek taraflı olarak verdiği kararlardan başlayarak, grupların karar vermede anlaştığı paylaşımlı kararlara giden bir yelpaze içinde duruma göre değişebilir. Ubben ve diğ.(2001:52-60), Maier ve Verser’e atıfta bulunarak, karar vericilerin iki önemli hususu gözönünde bulundurmaları gerektiğine işaret ederler. Birinci husus, verilen kararların yüksek kalitede olması, diğeri ise, işgörenlerin bu kararı kabul etmesi durumudur. Yüksek kalitedeki kararlara sorun çözme sürecinde örgütsel amaçlarını gerçekleşmesini sağlamak için gerek duyulur ve genellikle mümkün olan en iyi çözüm seçeneğinin uygulanmasıyla ulaşılır. Kararların işgörenlerce kabul görmesi durumu ise özellikle kararların uygulanmasında yöneticinin astlarına bağımlı olma durumunda önem kazanır. Bununla birlikte, herhangi bir kararın etkili şekilde uygulanabilmesi için, uygulayıcıların, diğer bir deyişle işgörenlerin tutum, davranış, duygu ve becerilerinin dikkate alınması gereklidir. Yönetimde karar vermenin birtakım ortak özellikleri olduğu belirtilmektedir. Bu özellikler aşağıda verildiği gibi özetlenebilir: -Yönetimsel kararlar kollektiftir; -Kararların sonucu, örgütteki tüm öğeleri, örgütü ve çapına göre toplumu etkiler; -Yönetimsel kararlar başkalarını, örgütü ve toplumu etkilediğinden, kararı veren kişi veorganlar açısından risk doğurur; -Yönetimsel karar verme sürecinde karar verenin eğitimsel, kültürel ve mesleksel nitelikleri, doğal ve biçimsel kararlardan gelen bilgilerin etkisi olacağından, diğer yandan insan davranışlarının ussal ve duygusal yanları bulunduğundan, kararın değer ve olgu öğelerini taşır (Kaya,1996:94-95); -Yönetsel kararların verilmesinde karar verme sürecindeki aşamalar şu şekilde sıralanmaktadır (Cook and Slack, 1991:6-10): -Gözlem (Çeşitli kanallardan elde edilen bilgiler veya yöneticilerin örgüt ve çevresinde uygun olmayan hususları farketmesi) -Sorunu farketme ve tanımlama (Yöneticinin sorunun çözümüne yönelik bir karar verme ihtiyacını hissetmesi) -Amaçları oluşturma (Değişmeye yönelik verilecek kararların neyi başaracağının belirlenmesi) 182 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… -Sorunu anlama (Sorun olan hususların gerçek doğasını doğru ve tam olarak anlama, teşhis etme) -Seçenekleri belirleme (Sorunun niteliğine göre, çözüm olabilecek seçeneklerin tespit edilmesi) -Seçeneklerin değerlendirilmesi (herbir seçeneğin amaçları karşılama derecesinin belirlenmesi ve sıralanması) -Seçme (Etkili sonucu elde etmek açısından, en uygun seçeneğin belirlenmesi) -Uygulama (Gerekli değişikliklerin yapılması) -Uygulama aşamasının gözlemlenmesi ve değerlendirilmesi (sorunun çözümünde veya azaltılmasında uygulamaya konan seçeneğin ne düzeyde etkili olduğunu izleme ve değerlendirme. Tatmin edici sonuca ulaşılamaması durumunda tüm sürecin yeniden başlatılması ). Örgütte alınacak kararlar ve bunların aşamalarının gerçekleştirilmesi dikey ve yatay yönde işbölümünü de gerektirmektedir (Kaya, 1996:99). Bu iş bölümü sayesinde: -Üst yöneticilerin yükü azalır. -Herkes belirli işlerde karar vermede uzmanlaşır. -İşler daha çabuk yapılır, kırtasiyecilik önlenir. -Alt kademedeki personel karar yetkisi ile onure edilmiş olur. -Kararların sorumluları açıkça ortaya çıkar. -İletişim sadeleşir ve kolaylaşır. -Herkes belirli konuda uzmanlaşacağından, kararda ussallık sağlanır Okul yöneticisinin karar vermeda üstlendiği rol karar vermenin aşamalarını bilmesi, bunları uygulaması ve iyi bir iş bölümünü sağlamasıdır. Ancak, bunları yapabilmesi de tek başına yeterli değildir. Okulda yöneticinin etkili karar verebilmesi aşağıdaki verilen hususların farkında olmasını da gerektirir: -Etkili bir karar, örgütün amaçlarını gerçekleştirecek nitelikte olmalıdır. -Etkili bir karar, yani sorunu çözücü, rahatsızlık veren etkenleri ortadan kaldırıcı ve beklenen sonuçlara götürücü nitelikte olmalıdır. -Etkili bir karar rasyonel olmalıdır. -Karar hızla alınmalıdır. -Karar zamanında alınmalıdır. -Etkili bir karar hukuki yönetimsel mevzuata uygun olmalıdır. -Etkili bir karar, açık, kesin ve özellikle uygulayıcıların kolaylıkla anlayabileceği nitelikte olmalıdır (Gürsel,1997:49). 183 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Karar geleceğe yöneliktir. Gelecek ise belirsizliklerle doludur. Uzun vadeli kararlar kısa vadeli kararlardan daha çok risk taşır. Risk derecesi örgütün çapı ve kararın dayandığı bilgi ve iletişim kaynaklarının durumuyla ilişkilidir (Kaya,1996:98-99). Yönetim hayatında veya okul hayatında bütün başarılar ya da başarısızlıklar, verilen kararların niteliğiyle yakından ilişkilidir. Kararların ayrıca tam zamanında verilebilmesi büyük önem taşır. Vaktinden önce verilen kararlar birçok fırsatların görülmemesine yol açarken, vaktinden sonra verilen kararların ise hiçbir geçerliği kalmaz. Yöneticinin en uygun zamanda en doğru kararı verebilme becerisi kendisinden beklenen yönetsel bir rol olarak belirtilmektedir (Uludüz, 2003). Çağdaş örgütlerde gittikçe daha çok anlaşılan husus sağlıklı ve etkili örgüt olabilmek ve kaliteli kararlar verebilmek için, örgütte her kademedeki kişilerin güçlendirilerek, yetkilendirilerek kararlara katılmasının sağlanması gereğidir. Bu çalışmada, eğitimci görüşlerinden hareketle, öğretmenlerin mesleki performanslarını artıracak şekilde, etkili kararlar verebilmede, okul yöneticilerinin ne düzeyde etkili olduklarına yönelik bir ölçek geliştirilmek amaçlanmıştır. YÖNTEM Bu bölümde araştırmanın evren ve örneklemi açıklanmış, veri toplama aracının hazırlanması hakkında bilgi verilmiştir. Ayrıca aracın uygulanması, verilerin analizi ve kullanılan ve istatistiksel işlemler üzerinde durulmuştur. Çalışma Grubu 2001-2002 öğretim yılında, Elazığ il merkezinde bulunan beş eğitim bölgesinden rastgele yöntemle seçilen bir ilköğretim kurumundaki eğitimciler (okul müdürü ve öğretmen) araştırmada çalışma grubu olarak ele alınmıştır. Bu eğitimcilere dağıtılan anketlerden 132 adedi yanıtlanarak geri dönmüştür. Veri Toplama Aracının Geliştirilmesi Bu çalışmadaki veri toplama aracı, okul yöneticilerinin karar verme sürecindeki etkililiklerini belirlemeye yönelik olarak, alan yazındaki bilgilerden, hedef alınan okullardaki öğretmen ve yöneticilerle yapılan görüşmelerden, ve uzman görüşlerinden yararlanılarak geliştirilmiştir. Bu incelemeler sonucunda olumlu ve olumsuz ifadelerden oluşan 40 maddelik bir madde havuzu oluşturulmuştur. Geliştirilen bu maddeler uzman görüşlerine sunularak elenmiş ve son olarak 20 madde elde edilmiştir. Geliştirilen bu ölçeğin, geçerlik ve güvenirliğini test etmek için faktör analizi uygulanmış, KaiserMeyer-Olkin Örneklem Uygunluğu Ölçümü (Measure of Sampling Adequacy) (KMO) ve 184 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… Cronbach Alpha değerleri hesaplanmıştır. Elde edilen değerler, ölçeğin uygulanması için geçerlik ve güvenirliğinin uygun olduğunu ortaya koymuştur. Verilerin Çözümlenmesi Elde edilen verilerin istatistiksel çözümlemesinde, her bir madde için, Tamamen katılıyorum seçeneğine 5, Katılıyorum seçeneğine 4, Kararsızım seçeneğine 3, Katılmıyorum seçeneğine 2, Hiç Katılmıyorum seçeneğine ise 1 puanı verilmiştir. Olumsuz madde için ise, olumlu maddelerdeki puanlamanın tersi bir puanlama yapılmıştır. Faktör çözümlemesi için, Kaiser-Meyer-Olkin Örneklem Uygunluğu Ölçümü (Measure of Sampling Adequacy) (KMO), Bartlett Bütünlük Testi (Test of Sphericity), Maddelerin Kaç Faktörde Toplandığını Gösteren yığılma hesaplaması, Cronbach Alpha değeri göz önüne alınmıştır. BULGULAR VE YORUMU Verilerin analizi sonucu elde edilen bulgular incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılmaktadır: Açıklanan Toplam Varyans değerleri (Tablo 2), analize alınan K=20 maddenin öz değerinin birden büyük olan altı faktör altında toplandığını göstermektedir. Bu altı faktörün ölçeğe ilişkin açıkladıkları varyans % 74’tür. Maddelerle ilgili olarak tanımlanan yirmi maddenin ortak varyanslarının (communalities) ise 0.53 ile 0.91 arasında değiştiği gözlenmektedir (Tablo 1). Tablo 1. Ortak Varyanslar (Communalities ) Initial Extraction 1 1.00 .87 2 1.00 .75 3 1.00 .78 4 1.00 .75 5 1.00 .91 6 1.00 .71 7 1.00 .80 8 1.00 .75 9 1.00 .75 10 1.00 .67 11 1.00 .66 12 1.00 .62 13 1.00 .74 14 1.00 .77 15 1.00 .72 16 1.00 .76 17 1.00 .80 18 1.00 .53 19 20 1.00 1.00 .67 .75 185 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 2. Açıklanan Toplam Varyans (Total Variance Explained) Başlangıç Özdeğerler i Madde Toplam 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 7.24 2.07 1.92 1.30 1.16 1.07 .88 .72 .66 .54 .49 .44 .37 .29 .23 .19 .15 .11 .10 .06 Yükler Yükler Karesinin Karesinin Çıkarım Döndürm Toplamı e Toplamı Varyans Birikimli Toplam Varyan Birikimli Toplam Varyans Birikimli % % s % % % % 36.21 36.21 7.24 36.21 36.21 5.30 26.49 26.49 10.34 46.55 2.07 10.34 46.55 2.73 13.65 40.14 9.62 56.18 1.92 9.62 56.18 2.35 11.74 51.88 6.51 62.69 1.30 6.51 62.69 1.68 8.40 60.28 5.82 68.50 1.16 5.82 68.50 1.48 7.39 67.66 5.35 73.85 1.07 5.35 73.85 1.24 6.18 73.85 4.40 78.25 3.62 81.87 3.28 85.15 2.68 87.83 2.45 90.28 2.18 92.46 1.83 94.28 1.45 95.73 1.15 96.88 .96 97.84 .75 98.59 .57 99.16 .52 99.68 .32 100.00 Bileşenler Matriksi (Compenent Matrix) incelendiğinde (tablo 3) yirmi maddenin on ikisinin faktör yük değerlerinin ortak varyans tablosunda olduğu gibi (tablo 1) .53 ve üzerinde olduğu görülmektedir. Altı önemli faktörün içerdiği maddeler bakımından daha kolay tanımlanabilmesine olanak sağlamak için faktör döndürme sonuçları elde edilmiştir (tablo 4- Döndürülmüş Bileşenler Matriksi). Faktör yük değerinin .45 yada daha yüksek değerlerin iyi bir ölçüt olarak tanımlanmasına rağmen, gerektiği durumlarda bu değerin .30’a kadar düşürülebileceği; bunun yanında, herhangi bir maddenin faktör yük değerleri arasında .10’dan az bir fark bulunduğu durumlarda o maddenin elenebileceği ileri sürülmektedir (Büyüköztürk, 2002: 118-119). Bu tabloda faktör yük değerlerinden .40’dan aşağıları; veya birden fazla faktörde .40’ın üzerinde olan maddeler içinde % .10’dan daha az farklılık gösterenleri (10 ve 20. maddeler) elenmiş ve yine analize katılan yirmi maddenin on sekizinin geçerli olduğu görülmüştür. Geriye kalan on sekiz maddeye tekrar faktör analizi uygulanmıştır (5, 6, 7 ve 8. Tablolar). 186 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… 14 13 8 20 11 7 17 16 19 18 12 10 6 15 9 4 3 2 1 5 8 12 14 7 13 11 9 18 3 19 4 20 2 16 17 15 6 10 1 5 1 .85 .83 .78 .77 .73 .70 .69 .68 -.65 .65 .65 -.55 .41 .26 .55 -.51 -.32 .30 -.27 -.10 Tablo 3. Bileşenler Matriksi (Component Matrix) Bileşenler 2 3 4 -.08 .85 -.08 .08 .83 .08 -.11 .78 -.11 .02 .77 .02 .15 .73 .15 -.46 .70 -.46 .33 .69 .33 .36 .68 .36 .24 -.65 .24 .31 .65 .31 .03 .65 .03 .39 -.55 .39 -.56 .41 -.56 .48 .26 .48 -.03 .55 -.03 -.31 -.51 -.31 .40 -.32 .40 .42 .30 .42 .42 -.27 .42 -.33 -.10 -.33 5 .09 .05 .33 -.24 .30 .26 -.20 -.26 .38 .06 .20 .38 -.08 .19 .63 .59 .47 -.04 -.33 -.15 Tablo 4. Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix) Bileşenler 1 2 3 4 5 -.15 .08 -.07 -.17 .83 -.11 .01 -.02 .19 .76 -.23 .31 -.20 -.06 .76 .74 -.14 -.02 -.37 -.25 -.37 .24 .06 -.01 .73 -.03 .33 .02 -.11 .72 .16 .07 .03 -.45 .68 -.21 .38 .17 .01 .54 .02 .14 .09 .25 .83 -.36 .69 -.12 .18 .02 -.09 .67 -.43 -.10 -.24 .27 .09 .02 .54 -.61 .04 .03 .17 -.24 .80 .38 -.23 -.14 .23 .69 .42 -.18 -.23 .21 .67 .38 -.15 -.05 .16 .71 .38 -.20 -.19 .09 -.69 -.23 -.19 .06 .51 .56 -.17 .16 .02 .08 .90 -.04 .00 -.04 -.08 .07 6 .18 -.08 -.01 -.14 .07 .17 .27 .26 .15 -.07 .14 -.08 .28 -.38 -.15 .22 .54 .10 .49 .44 6 -.04 -.03 .10 .20 -.06 -.09 -.24 -.15 .01 -.07 .20 .13 .16 -.12 -.24 -.15 -.04 .00 .05 .95 187 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 5. Ortak Varyanslar (Communalities) Initial Extraction 1 1.00 .87 2 1.00 .74 3 1.00 .79 4 1.00 .79 5 1.00 .52 6 1.00 .61 7 1.00 .81 8 1.00 .75 9 1.00 .75 11 1.00 .66 12 1.00 .62 13 1.00 .72 14 1.00 .77 15 1.00 .54 16 1.00 .73 17 1.00 .72 18 1.00 .53 19 1.00 .64 Tablo 6. Açıklanan Toplam Varyans (Total Variance Explained) Başlangıç Özdeğerleri Madde 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 Yükler Karesinin Çıkarım Toplamı Yükler Karesinin Döndürme Toplamı Toplam Varyans Birikimli Toplam Varyans Birikimli Toplam Varyans Birikimli % % % % % % 6.42 2.00 1.70 1.29 1.15 .97 .85 .69 .65 .46 .45 .36 .25 .22 .16 .14 .14 .08 35.69 11.13 9.44 7.15 6.41 5.41 4.71 3.83 3.63 2.56 2.52 2.01 1.37 1.20 .89 .80 .77 .46 35.69 46.82 56.27 63.42 69.83 75.24 79.95 83.79 87.41 89.97 92.49 94.51 95.87 97.07 97.97 98.77 99.54 100.00 6.42 2.00 1.70 1.29 1.15 35.69 11.13 9.44 7.15 6.41 35.69 46.82 56.27 63.42 69.83 4.83 2.60 2.04 1.61 1.49 26.83 14.43 11.35 8.97 8.26 26.83 41.25 52.60 61.57 69.83 Açıklanan Toplam Varyans’a göre verilerin dağılımı (tablo 6) incelendiğinde, analize alınan K=18 maddenin öz değeri (Initial Eigenvalues) birden büyük olan beş faktör altında toplandığı görülmektedir. Bu beş faktörün ölçeğe ilişkin açıkladıkları varyans % ~70’dir. Maddelerle ilgili olarak tanımlanan iki faktörün ortak varyanslarının 188 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… (communalities) ise .52 ile .87 arasında değiştiği gözlenmektedir (tablo 5). Buna göre analizde önemli faktör olarak ortaya çıkan beş faktörün birlikte. maddelerdeki toplam varyansın ve ölçeğe ilişkin varyansın çoğunluğunu açıkladıkları görülmektedir. 14 13 8 11 7 17 16 12 18 19 9 4 1 6 3 5 2 15 Tablo 7. Bileşenler Matriksi (Component Matrix) Bileşenler 1 2 3 4 .85 -.12 -.03 .18 .84 .03 -.03 -.06 .81 -.25 .16 .00 .76 .01 .27 .06 .71 -.53 -.03 .18 .70 .40 -.11 .20 .67 .46 -.12 .20 .66 -.06 .16 .17 .66 .25 .17 -.07 -.61 .07 .50 .13 .58 -.29 .54 -.16 -.49 -.52 .48 .24 -.28 .52 -.12 .52 .40 -.45 -.36 .25 -.27 .19 .64 .53 -.13 -.26 -.28 .53 .31 .41 .15 .06 .28 .33 .31 -.33 5 -.06 .09 .09 -.04 -.04 -.10 -.13 .36 .02 -.01 -.06 -.03 .49 .24 .02 -.28 -.67 .38 Tablo 8. Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix) Bileşenler 1 2 3 4 5 7 .02 -.16 -.24 -.24 .82 8 .15 -.12 .15 -.20 .81 14 .37 -.19 -.06 -.08 .77 12 .08 -.02 .22 .17 .73 13 .34 -.31 .22 -.04 .68 11 .39 .03 .20 -.14 .67 9 .08 .21 .29 -.48 .62 6 -.22 -.34 -.32 .13 .57 18 -.08 .34 -.03 .45 .44 2 -,04 .11 -.05 -.26 .81 16 .37 -.19 .07 .21 .71 17 .43 -.19 .07 .20 .67 3 -.03 .08 -.02 .24 .85 19 -.41 -.19 .05 .02 .66 4 -.05 -.51 -.26 -.22 .64 5 .02 .01 .06 .09 -.71 15 .17 .08 .01 .09 .71 1 -.17 .02 .19 .02 .90 Bileşenler Matriksi (tablo 7), on sekiz maddenin onunun faktör yük değerlerinin genelinin .52 ve üzerinde olduğunu göstermektedir. Faktör döndürme sonuçları (Tablo 8 ) Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix) tablosunda faktör yük 189 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) değerlerinden .40’dan aşağıları veya birden fazla faktörde .40’ın üzerinde olan maddelerden 18.madde elenmiş ve analize katılan on sekiz maddenin on yedisinin geçerli olduğu görülmüştür geriye kalan on yedi maddeye tekrar faktör analizi uygulanmıştır (Tablo 9, 10, 11, 12, 13). Tablo 9. Ortak Varyanslar (Communalities ) Başlangıç Çıkarım 1 1.00 .87 2 1.00 .74 3 1.00 .79 4 1.00 .79 5 1.00 .53 6 1.00 .60 7 1.00 .81 8 1.00 .76 9 1.00 .74 11 1.00 .64 12 1.00 .61 13 1.00 .74 14 1.00 .79 15 1.00 .58 16 1.00 .74 17 1.00 .74 19 1.00 .64 Tablo 10. Açıklanan Toplam Varyans (Total Variance Explained) Yükler Karesinin Çıkarım Toplamı Başlangıç Özdeğerleri 190 Madde Toplam 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 6.04 1.96 1.68 1.29 1.15 .97 .76 .67 .53 .46 .36 .31 .25 .16 .16 .14 .11 Varyans Birikimli % % 35.52 11.52 9.86 7.56 6.79 5.73 4.45 3.94 3.14 2.71 2.14 1.83 1.45 .95 .93 .85 .64 35.52 47.04 56.90 64.46 71.25 76.98 81.43 85.37 88.51 91.22 93.36 95.19 96.64 97.58 98.52 99.36 100.00 Toplam 6.04 1.96 1.68 1.29 1.15 Yükler Karesinin Döndürme Toplamı Varyans Birikimli % % 35.52 11.52 9.86 7.56 6.79 35.52 47.04 56.90 64.46 71.25 Toplam 4.70 2.35 2.05 1.53 1.49 Varyans Birikimli % % 27.63 13.82 12.07 8.98 8.76 27.63 41.44 53.51 62.49 71.25 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… Ölçekte yer alan maddelere ilişkin olarak (Tablo 9) tanımlanan beş faktörün ortak varyanslarının ise .53 ile .87 arasında değiştiği gözlenmektedir. Faktör analizinde, faktör yükünün 1’e yakın ve .45 ve üzerinde olması yeğlendiğinden (Büyüköztürk, 2002:118; Kline, 1994:6), bu faktörlerde yüksek düzeyde ilişki gösteren maddelerin yer aldığını göstermektedir. Açıklanan toplam varyans tablosunda (tablo 10) faktör sayısının, analize alınan K=17 maddenin öz değeri birden büyük olan beş faktör altında toplandığı anlaşılmaktadır. Bu beş faktörün ölçeğe ilişkin açıkladıkları toplam varyans % 71’dir (tablo 10). Herhangi bir faktör analizinde kabul edilebilir toplam varyansın % 41’in üzerinde olması gerektiği düşünüldüğünde (Kline, 1994:37), ulaşılan % 71 değeri oldukça iyi bir oranı yansıtmakta ve beş faktör altında toplanan 17 maddenin verileri temsil edebildiğini göstermektedir. Benzer durum özdeğerlere göre çizilen heyelan grafiğinde (scree plot) de görülmektedir (Grafik 1). Grafikde birinci faktörden sonra yüksek ivmeli bir düşüş gözlenmektedir. Bu durum, ölçeğin genel bir faktöre sahip olabileceği izlenimini vermektedir. Öte yandan. grafikte ikinci faktörden sonra da daha az olmakla birlikte ivmeli bir düşüş görülmektedir. Beşinci faktöre kadar azalarak devam eden düşüşün, diğer faktörlerde çok az sapmalarla yatay bir doğrultu izlediği anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle, beşinci faktörden sonraki faktörlerin varyansa olan katkıları daha az bir farklılık yansıtmaktadır. Heyelan Grafigi(scree plot) 7 6 5 4 Özdeger 3 2 1 0 1 3 2 5 4 7 6 9 8 11 10 13 12 15 14 17 16 Bilesen numarasi (Component Number) Grafik 1: Maddelerin Kaç Faktörde Toplandığını Gösteren Heyelan grafiği (Scree plot) 191 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 11. Bileşenler Matriksi (Component Matrix) Bileşenler 1 2 3 14 .87 -.07 .00 .85 .07 .00 13 8 .82 -.23 .16 .75 -.01 .28 11 7 .72 -.50 -.06 .70 .45 -.02 17 16 .66 .50 -.04 .65 -.07 .16 12 19 -.60 .03 .52 .57 -.34 .51 9 6 .43 -.38 -.38 4 -.48 -.58 .41 1 -.29 .52 -.07 3 -.29 .11 .65 5 -.12 -.22 -.30 2 .30 .41 .21 15 .27 .31 .36 4 .17 -.07 -.01 .05 .18 .19 .19 .17 .10 -.17 .25 .24 .52 .52 .54 .04 -.35 5 -.06 .10 .09 -.04 -.04 -.10 -.13 .36 -.01 -.06 .24 -.03 .49 .02 -.28 -.67 .39 Tablo 12. Döndürülmüş Bileşenler Matriksi (Rotated Component Matrix) Bileşenler 1 2 3 4 5 8 .81 .14 -.12 .15 -.20 7 .81 .00 -.16 -.25 -.24 14 .78 .37 -.19 -.04 -.08 12 .74 .05 -.03 .19 .17 13 .69 .33 -.32 .23 -.04 11 .68 .36 .02 .17 -.14 9 .62 .07 .20 .27 -.48 6 .56 -.22 -.34 -.32 .13 2 -.03 .81 .11 -.04 -.26 16 .39 .70 -.20 .08 .21 17 .45 .68 -.19 .09 .20 3 -.02 .08 .85 -.03 .24 19 -.40 -.16 .67 .09 .02 4 -.06 -.50 .65 -.26 -.22 15 .18 .08 .01 .73 .09 5 .01 .01 .06 -.72 .09 1 -.17 .02 .18 .02 .90 Tablo 11’te Bileşenler Matriksi (Compenent Matrix) incelendiğinde, 17 maddenin dokuzunun birinci faktör yük değerlerinin .53 ve üzerinde olduğu görülmektedir. Döndürme öncesinde birinci faktörün yol açtığı varyansın % 36 olması da (Tablo 10) bu durumu desteklemektedir. Ancak, beş önemli faktörün içerdiği maddeler bakımından daha kolay tanımlanabilmesine de olanak sağlayan faktör döndürme sonuçları (Rotated Compenent Matrix) (tablo 12) dikkate alındığında, faktör yük değerlerinden .40’den aşağıları veya birden fazla faktörde, .40’ın üzerinde olmasına karşın, birbirine yakın 192 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… değerlere sahip olan maddeler elenmiş ve yine analize katılan on yedi maddenin tamamının geçerli olduğunu görülmüştür. Ayrıca Tablo 9, 11 ve 12’de geçen karar verme süreci faktör analizi sonuçlarının özeti, Döndürülmüş Temel Bileşenler Analizi tablosunda (Tablo 14) gösterilmiştir. Tablo 13. KMO and Bartlett Testi Kaiser-Meyer-Olkin Örneklem Uygunluğu Ölçümü (Measure of Sampling Adequacy) (KMO). Bartlett Bütünlük Testi (Test of Sphericity) .74 Chi-Square df anlamlılık 1262.42 136.00 .00 Tablo 14: Tablo 9-11-12’de Geçen Karar Verme Faktör Analizi Sonuçlarının Özeti (Döndürülmüş Temel Bileşenler Analizi) Madde Faktör Faktör 1 yük Döndürme sonrası yük değeri no ortak değeri Faktör Faktör Faktör Faktör Faktör varyansı bileşenler 1 2 3 4 5 matriksi 1 -.29 -.17 .02 .18 .02 .90 .87 2 .74 .30 -.03 .81 .11 -.04 -.26 3 .79 -.29 -.02 .08 .85 -.03 .24 4 .79 -.48 -.06 -.50 .65 -.26 -.22 5 .53 -.12 .01 .01 .06 -.72 .09 6 .60 .43 .56 -.22 -.34 -.32 .13 7 .81 .72 .81 .00 -.16 -.25 -.24 8 .76 .82 .81 .14 -.12 .15 -.20 9 11 .74 .64 .57 .75 .62 .68 .07 .36 .20 .02 .27 .17 -.48 -.14 12 13 .61 .74 .65 .85 .74 .69 .05 .33 -.03 -.32 .19 .23 .17 -.04 14 15 .79 .58 .87 .27 .78 .18 .37 .08 -.19 .01 -.04 .73 -.08 .09 16 17 .74 .74 .66 .70 .39 .45 .70 .68 -.20 -.19 .08 .09 .21 .20 19 .64 -.60 -.40 -.16 .67 .09 .02 Herhangi bir anket maddelerine ilişkin uygulanan faktör analizinde, anketin uygunluğu sınama açısından uygulanan Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) Örnek Oluşturma Uygunluğu Ölçümü (KMO) değerinin .50’den düşük olmaması gerekir. KMO değeri 1’e yaklaştıkça anketin ölçme uygunluğunun o düzeyde arttığı kabul edilir (SPSS, 1993: 5253). Bu çalışmada karar verme sürecine ilişkin olarak eğitimcilere uygulanan 17 soruluk anketin KMO değeri .74 (Tablo 13) olarak bulunmuştur. Bu durum anket uygunluğunun iyi durumda olduğunu göstermektedir. Diğer yandan, Barlett’in bütünlük testi, 1262,42 ve 193 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) anlamlılık düzeyi .00 bulunmuştur. Bu durum, anket maddelerinin ortak faktörler altında toplandığını göstermektedir. Anketin iç tutarlılığı ise Cronbach Alpha= .64 olarak belirlenmiştir. Ulaşılan bu değerler, yapılan anketin geçerli ve güvenilir olduğunu ortaya koymaktadır. Tablo 15 :Karar Vermeye İlişkin Görüşlerin Geçerlik Ve Güvenirliği Test Edilen Maddelerin Analiz Sonuçları Maddeler Faktör yükleri 1 Okul toplantılarında gündemi müdürün kendisi belirler. .90 2 Müdür, okul toplantılarında gündemi öğretmenlerle birlikte oluşturur. .81 3 Okul toplantıları sonucunda kararları müdürün kendisi verir. .85 4 Öğretmenler toplantılara katılmak istemezler.* .65 5 Okul toplantıları belirlenen ihtiyaç üzerine yapılır. -.72 6 Belirli aralıklarla okul toplantıları düzenli olarak yapılır. .56 7 Okul yönetiminde ortak karar verme kültürü oluşmuştur. .81 8 Müdür karar verme aşamasında sorun çözme yöntemini iyi kullanır. .81 9 Alınan kararlara herkesin uyması sağlanır. .62 11 Müdür ve öğretmenler herhangi bir konuda karar veremiyorlarsa uzman .68 görüşüne başvurulur. 12 Önemli kararlar alınmadan önce, öğretmenler konu hakkında .74 bilgilendirilerek, düşünmeleri sağlanır. 13 Müdür, öğretmenlerle işbirliği içinde, kararların uygulanmasında .69 çıkabilecek engelleri ortadan kaldırmaya çalışır. 14 Alınan kararlarda hem kurumun hem kişilerin yararı gözetilir. .78 15 Karar verme işini müdür öğretmenlere bırakır. .73 16 Kararlar esnek olup öğretmenlerin mesleki gelişimi açısından gerek .70 duyulursa değiştirilir. 17 Kararlarda başarılı eğitim kurumlarındaki iyi uygulama örnekleri dikkate .68 alınır. 19 Müdür her konuda kendisinin verdiği kararın en iyisi olduğunu düşünür. .67 Sonuç Bu çalışma ile yöneticilerin, insan kaynakları yönetimi çerçevesinde, öğretmenlerin mesleki gelişimlerine yönelik, karar verme sürecindeki etkililiklerine ilişkin olarak eğitimci görüşlerinin alınmasına yönelik bir ölçek geliştirilmiştir. Ölçek önce alanyazındaki bilgilere, diğer yandan öğretmen ve yöneticilerle yapılan sözlü görüşmelere dayalı olarak 40 madde olarak hazırlanmış, ancak uzman görüşlerine sunularak elenmiş ve son olarak 20 maddeye indirilmiştir. 20 maddelik ölçek rastgele yöntemle seçilen 5 okula uygulanmış ve bu okullardaki 132 öğretmenin anket maddelerini yanıtlaması sağlanmıştır. Elde edilen veriler faktör analizine tabi tutulmuştur. Faktör yük değerinin, .45 ya da daha yüksek olması seçim için iyi bir ölçüttür. Ancak uygulamada az sayıda madde için bu sınır değerin, .30’a kadar indirilebileceği belirtilmektedir (Büyüköztürk, 194 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… 2002:118). Bu çalışmada, maddelerin faktör yük değerleri .53 ile .87 arasında değişmektedir. Yapılan faktör analizi sonucu 20 maddenin faktör analizine tabi tutulması sonucu 3 maddenin elendiği görülmüştür. Elde edilen maddeler faktör yük değerleriyle birlikte tabloda sunulmuştur (Tablo 15). 17 maddenin tümüne ilişkin olarak, Bartlett Bütünlük Testi .00 anlamlılık düzeyi ile 1262.42; KMO (Kaiser-Meyer-Olkin) sınaması sonucu .74; yapılan anketin iç tutarlığı olarak Cronbach Alpha değeri .64 bulunmuştur. Bu değerlere ilişkin olarak, .50 ve üzerindeki değerler kabul edilebilir olduğundan; ve ölçeğin değeri 1’e yaklaştıkça, kabul edilebilirlik düzeyi arttığından (SPSS: 1993: 53), ulaşılan bu sonuçlar, geliştirilen ölçeğin geçerlik ve güvenirliğinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. KAYNAKÇA Aydın, M., (1994), Eğitim Yönetimi. Ankara: Hatipoğlu Yayınları Balcı, A., (1995), Sosyal Bilimlerde Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi. Büyüköztürk, Ş., (2002), Sosyal Bilimler İçin Veri Analiz El Kitabı. Ankara: Pegem Yayıncılık. Cooke, S. and Slack, N., (1991), Making Management Decisions, London: Prentice Hall International Ltd. Dean Jr. J.W. and Sharfman, M.P. (1996), “Does decision process matter? A study of strategic decision-making effectiveness.” Academy of Management Journal, 39:2, pp.368-396. Estler, S.E., (1988), “Decision making”, Handbook of Research on Educational Administration. New York: Longman. Gurses, G., (2003), “Yönetimde iyi bir kararın nitelikleri” Kolayweb. http://ggurses.kolayweb.com Gürsel, M., (1997), Okul Yönetimi. Konya: Mikro Basım-Yayım-Dağıtım. Karasar, N., (1995), Bilimsel Araştırma Yöntemi, Kavramlar, İlkeler. Ankara: 3A Araştırma Eğitim Danışmanlık Kaya, Y.K., (1996), Eğitim Yönetimi. Ankara: Bilim Yayınları. Kline, P., (1994), An Easy Guide to Factor Analysis. London: Routledge Inc. Owens, R.G., (2001), Organizational Behavior in Education-Instructional Leadership and School Reform. London: Allyn and Bacon. SPSS (1993), SPSS For Windows Profesisonal Statistics, Release 6.0. Chicago: Marketing Department. Ubben, G.C., et al. (2001), The Principal-Creative Leadership for Effective Schools London, Allyn and Bacon. 195 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Uludüz. S., (20003), “Yönetimde Karar Verme Ve Problem Çözme”, http://www. webuzman.com/turkce/toplamkalite/toplamkalite5.htm EK-1 (OKUL MÜDÜRLERİNİN KARAR VERMEDEKİ ETKİLİLİKLERİNE İLİŞKİN GELİŞTİRİLECEK ÖLÇEĞE YÖNELİK OLARAK, UYGULANAN ANKET) İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ ÇERÇEVESİNDE, OKUL MÜDÜRLERİNİN KARAR VERMEDEKİ ETKİLİLİKLERİ ANKET Sayın meslektaşım, Bilginin, kişilerin ve toplumların gelişmesinde anahtar rol oynadığı çağımızda, dikkatler, bilgiyi temin eden, kullanan ve üreten insana çevrilmiş bulunmaktadır. Toplumlar ve örgütler, insan kaynağından en etkili şekilde yararlanabilmek amacıyla, kişilerin bilgi ve becerisini geliştirmek, yaratıcılığını teşvik etmek için, etkili eğitimleri gerçekleştirmenin yollarını aramaktadırlar. Özellikle gelişmiş ülkelerde etkili eğitimi gerçekleştirecek olan ‘eğitimcilerin eğitimi’ son derecede önemli görülmekte ve büyük yatırımlarla reform niteliğinde çalışmalar içine girildiği görülmektedir. Bu araştırma, insan kaynakları yönetimi çerçevesinde, okul müdürlerinin karar verme sürecindeki etkililiklerini belirlemek amacıylam gerçekleştirilecektir. Aşağıda verilen anket bu amaçla geliştirilmiş olup, anket maddelerine vereceğiniz içtenlikli yanıtlar bu araştırmaya ışık tutacaktır. Anket üzerine isim yazmaya gerek yoktur ve anket maddelerine verilen yanıtlar amacı dışında başka herhangi bir yerde kullanılmayacaktır. Çok değerli ilgi ve katkılarınız için teşekkür ederim. Saygılarımla. Yrd.Doç.Dr. Fatma ÖZMEN Fırat Üniversitesi Bölüm I Aşağıda belirtilen seçeneklerden size uygun olanını ekteki cevap anahtarına işaretleyerek belirtiniz, lütfen. Unvanınız: A)Öğretmen B)Müdür Yardımcısı C)Müdür Bölüm I I Bu bölümde İnsan kaynaklarının okulda geliştirilmesine ilişkin olarak, karar verme sürecine ilişkin görüşler yer almaktadır. Bu bölümdeki görüşlere A)Tamamen Katılıyorum, 196 İnsan Kaynakları Yönetimi Çerçevesinde… B)Katılıyorum, C)Kararsızım, D)Katılmıyorum, E)Hiç katılmıyorum seçeneklerinden bir tanesini ekteki cevap anahtarına işaretleyerek belirtiniz, lütfen. 1.Okul toplantılarında gündemi müdürün kendisi belirler. 2.Müdür, okul toplantılarında gündemi öğretmenlerle birlikte oluşturur. 3.Okul toplantıları sonucunda kararları müdürün kendisi verir. 4.Öğretmenler toplantılara katılmak istemezler.* 5.Okul toplantıları belirlenen ihtiyaç üzerine yapılır. 6.Belirli aralıklarla okul toplantıları düzenli olarak yapılır. 7.Okul yönetiminde ortak karar verme kültürü oluşmuştur. 8.Müdür karar verme aşamasında sorun çözme yöntemini iyi kullanır. 9.Alınan kararlara herkesin uyması sağlanır. 10. Toplantılarda alınan kararlarda sadece birkaç kişinin görüşü dikkate alınır. 11. Müdür ve öğretmenler herhangi bir konuda karar veremiyorlarsa uzman görüşüne başvurulur. 12. Önemli kararlar alınmadan önce, öğretmenler konu hakkında bilgilendirilerek, düşünmeleri sağlanır. 13. Müdür, öğretmenlerle işbirliği içinde, kararların uygulanmasında çıkabilecek engelleri ortadan kaldırmaya çalışır. 14. Alınan kararlarda hem kurumun hem kişilerin yararı gözetilir. 15. Karar verme işini müdür öğretmenlere bırakır. 16. Kararlar esnek olup öğretmenlerin mesleki gelişimi açısından gerek duyulursa değiştirilir. 17. Kararlarda başarılı eğitim kurumlarındaki iyi uygulama örnekleri dikkate alınır. 18. Kararlar araştırma, inceleme ve tartışma sonucunda verilir. 19. Müdür her konuda kendisinin verdiği kararın en iyisi olduğunu düşünür. 20. Müdür, alınan kararların öğretmenlerin sorunlarına çözüm getirmesine çalışır. * olumsuz cümle EK-II FAKTÖR ANALİZİ SONUCUNDA, OKUL YÖNETİCİLERİNİN, KARAR VERME SÜRECİNDEKİ ETKİLİLİKLERİNE İLİŞKİN GELİŞTİRİLEN ÖLÇEK 1 Okul toplantılarında gündemi müdürün kendisi belirler. 2 Müdür, okul toplantılarında gündemi öğretmenlerle birlikte oluşturur. 3 Okul toplantıları sonucunda kararları müdürün kendisi verir. 4 Öğretmenler toplantılara katılmak istemezler.* 5 Okul toplantıları belirlenen ihtiyaç üzerine yapılır. 6 Belirli aralıklarla okul toplantıları düzenli olarak yapılır. 7 Okul yönetiminde ortak karar verme kültürü oluşmuştur. 197 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 8 Müdür karar verme aşamasında sorun çözme yöntemini iyi kullanır. 9 Alınan kararlara herkesin uyması sağlanır. 11 Müdür ve öğretmenler herhangi bir konuda karar veremiyorlarsa uzman görüşüne başvurulur. 12 Önemli kararlar alınmadan önce, öğretmenler konu hakkında bilgilendirilerek, düşünmeleri sağlanır. 13 Müdür, öğretmenlerle işbirliği içinde, kararların uygulanmasında çıkabilecek engelleri ortadan kaldırmaya çalışır. 14 Alınan kararlarda hem kurumun hem kişilerin yararı gözetilir. 15 Karar verme işini müdür öğretmenlere bırakır. 16 Kararlar esnek olup öğretmenlerin mesleki gelişimi açısından gerek duyulursa değiştirilir. 17 Kararlarda başarılı eğitim kurumlarındaki iyi uygulama örnekleri dikkate alınır. 19 Müdür her konuda kendisinin verdiği kararın en iyisi olduğunu düşünür. *Olumsuz madde 198 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 199-207, ELAZIĞ-2005 EĞİTİM DENETÇİLERİNİN KÜLTÜREL DEĞERLERİ Cultural Values of Educational Inspectors Ramazan ERDEM Fırat Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri MYO. [email protected] İbrahim KOCABAŞ Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü. [email protected] ÖZET Bu araştırmada, Wasti tarafından Türk örneklemine uyarlanmış araştırma modelinin bir parçası olan kültürel değerler taraması eğitim denetçileri üzerinde araştırılmıştır. Tarama 7’li Likert tiplemesi ile ölçülen ve eğitim denetçilerinin toplumsal olayla ilgili, başkalarına itimat eden, kadere inanmayan, yalnız olmayı tercih eden vb. konularda meslektaşlarına ilişkin algılamalarını içeren 35 ifadeden oluşmaktadır. Araştırma Türkiye’nin farklı illerinde görev yapan 121 eğitim denetçisini kapsamaktadır. Sistem içinde önemli bir yeri bulunan eğitim denetçilerinin kültürel algılamaları, eğitim sistemine ilişkin yöntem ve modellerin uygulanabilirliği konusunda ipuçları vermesi açısından önemlidir. Araştırma sonucunda, eğitim denetçilerinin rüşvete karşı, kanuna uyan, üstlerine itaatkâr, insanlar arasında sınıf farkı kabul etmeyen, güçlü sorumluluk duygusu olan özellikleri öne çıkmaktadır. Bunun yanında denetçiler kibirli, bencil, başkalarına itimat etmeyen, kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan özelliklerine de vurgu yapmışlardır. Anahtar Kelimeler: Türk kültürü, örgütsel kültür, eğitim yönetimi. ABSTRACT In this study, the cultural survey that was administrated by Wasti on Turkish samples was employed on educational supervisors. The survey consists of 35 items with 7-point Likert type and includes cultural perceptions of supervisors about their colleagues like interested in community affairs, have trust in others, do not believe in fate, prefer to be on their own etc. The sample consisted of 121 supervisors who work in different cities in Turkey. Cultural perceptions of supervisors who have an important place in education system are considerable in the point of giving a clue about applicability of methods and techniques that are related to educational system. According to the results of the study, the educational supervisors appear to be not open to bribery, law abiding, obedient to their seniors, do not believe in class difference, have a strong sense of responsibility. However, the results emphasized that supervisors have some cultural perceptions include arrogant, selfish, do not trust others, prefer to impose their opinion on others. Key Words: Turkish culture, organizational culture, educational administration. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. Giriş Gelişen teknoloji, dünya toplumları arasındaki enformasyon akışını hızlandırmıştır. Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerle aralarındaki bu farkı kapatabilmek için bir çok teori ve yöntemi başka ülkelerden alarak uygulamaya çalışmaktadır. Tüm alanlarda olduğu gibi eğitime ilişkin bir çok yöntem ve uygulamanın başka ülkelerden model olarak alınması mümkündür. Yönetimde sistem ve durumsallık yaklaşımları; sistemlerin çevreden bağımsız olarak düşünülemeyeceğini, “en iyi” yönetim ve örgütlenme biçiminin şartlara göre değişeceğine vurgu yapmaktadırlar. Son yıllarda toplumsal kültürün çevre şartları içindeki yeri ve önemi ile içinde bulunduğu sistemler üzerindeki etkisi konusunda yapılan araştırmalarda bir artış görünmektedir. Hofstede’nin 42 ülkeyi kapsayan araştırması ve ülkelerarası farklılıkları belirlemede kullandığı dört boyutu (güç mesafesi, belirsizlikten kaçınma, bireycilik/kolektivizm ve erkek kültür/dişi kültür) bu alanda en çok bilinen çalışmadır (Hofstede, 2001). Bu araştırma ve benzer çalışmalarda ulaşılan genel sonuç; kültürel değerlerin yönetim ve organizasyon anlayışları üzerinde etkili olduğu, belli bir kültürel ortamda üretilen bir teori veya yöntemin başka bir kültürel ortamda belli bir kritiğe tabi tutulmadan uygulanmasının başarılı sonuçlar vermeyeceğidir. Bu bağlamda teori, yöntem ve uygulamaların başka ülkelerden model olarak alınıp uygulanması sürecinde hangi kültürel özelliklere göre kritik edileceği de önem taşımaktadır. Eğitim, insana dair tüm uygulamaların temel boyutunu oluşturmaktadır. Eğitim sisteminin işleyişi de bir ülke içindeki tüm sosyal sistemleri etkilemektedir. Bütün alanlarda yapılan başarılı ya da başarısız uygulamaların temelinde eğitim sisteminin etkili ve verimli çalışması yatmaktadır. Eğitim denetçilerinin sistem içerisinde önemli rolleri bulunmaktadır. Eğitim yönetimi içindeki denetim fonksiyonunun yerine getirilmesinde ve eğitim kurumlarının yönetimlerine, işleyişine ve iç süreçlerine yön verilmesinde eğitim denetçilerinin belirleyici etkileri bulunmaktadır. Bu nedenle denetçilerin sahip oldukları kültürel değerler eğitim yönetimindeki sorunların ele alınış biçimleri açısından ipuçları verebilir. Kültür çalışmaların temelini, genel olarak bir toplumda veya ulusal düzeyde insanların davranış modelleri, toplumsal kurallar, törenler, değerler ve inançlar üzerinde odaklanan antropolojide bulmaktadır (Cheong, 2000:209). Kültür kelimesi genellikle bir toplum veya ulus için ya da bir ülke içindeki alt toplumsal gruplar, etnik gruplar ve bölgesel gruplar için kullanılmaktadır. Temelde bu kelime bir örgüt, meslek, yaş grubu, cinsiyet veya aile gibi herhangi bir insan topluluğu ya da sınıfı için de düşünülebilir (Hofstede, 2001). “Kültür” olgusu, çeşitli disiplinler tarafından incelenmiş olup, 200 Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri günümüze kadar ikiyüze yakın biçimde tanımlanmıştır. Bu tanımlar arasında, disiplinler arası çalışmalarda sıklıkla başvurulan Kluckhohn’un (1951) tanımıdır: “İnsan gruplarının özgün yapılarını ortaya koyan, yaratılan ve aktarılan sembollerle ifade edilen düşünce, duygu ve davranış biçimleridir; kültürün temelini geleneksel görüşler (tarihsel süreçte oluşmuş ve seçilmiş) ve özellikle onlara atfedilen değerler oluşturmaktadır” (Aycan ve Kanungo, 2000: 28). Toplumsal kültür için farklı tanımlar vardır. En fazla kabul gören kültür tanımlamalarından biri, kültürün anlamlı bir topluluk oluşturan gruptan doğan ve kendi arasında da birbirleriyle ilintili olan inanç sistemleri, kurallar, adetler ve değerler yumağı olduğudur (Schein, 1997). Örgüt teorilerine önemli katkı sağlayan kültür kavramı, klasik yönetim anlayışındaki “en iyi tek yol” paradigmasına alternatif yeni bir bakış açısı getirmesi ve evrensel olan (etik) ile kültüre özgü olan (emik) arasında birbirleriyle beslenen bir düşünce ve uygulama alanı geliştirmesi açısından pek çok araştırmaya konu olmuştur (Bozkurt, 2000: 120). Karşılaştırmalı araştırmalar, öğrenilmiş davranış ve değer sistemlerinin toplumdan topluma nasıl değiştiğini göstermektedir. Bu sistemlerin her biri, kendilerine uyum sağlayacak insanları başarıyla eğiten kültür biçimleridir. Simgelerde içerilmiş ve paylaşılan bir anlam sistemi olarak kültür, insanlara gerek duydukları kategori ve modeller sağlar. Bu kategori ve modellerin yardımıyla da insanlar, toplumsalekonomik yaşamın karmaşası içinde yollarını bulmaya çalışırlar (Sargut, 2001: 92-93). Sonuçta kültürel farklılaşmalar, örgütsel ve yönetsel davranışları etkileyecektir. Eğer çalışan insan yerel kültürün etkisi altındaysa, evrensel olduğu ileri sürülen örgüt ve yönetim kuramları altında nasıl bir performans ortaya koyacağı düşünülmesi gereken bir olgudur. Başka bir kültürün insanını verimli yapan, onu çalışmaya özendiren yöntem ve ilkelerin, farklı bir kültürde aynı etkiyi gösterip gösteremeyeceği tartışılması gereken bir konudur (Sargut, 2001:21-22). Geleneksel değerlerin üzerine batı teknolojisi, kurum ve yaklaşımlarının benimsendiği Türkiye’nin, doğu ve batının bir karışımını temsil ettiğini söylemek mümkündür (Kozan ve İlter, 1994). 1920’li yıllarda başlayan modernleşme ve dışa açılma süreci, 1980’li yıllarda üretim ve bankacılık sektörlerinin dış pazarlara açılmasıyla ivme kazanmıştır. Özellikle dış yatırımların artmasıyla kurumlar batılı yönetim yaklaşımlarını da benimsemeye başlamışlardır. Ancak, çıkış noktaları batı olan bu yaklaşım ve modellerin, baskın kültürel değerlerle ne derece uyumlu oldukları çok fazla araştırılmamıştır (Sümer, 2000: 82). Türk çalışanları bireysel emeklerinin değerlendirildiği, işlerinde bağımsız oldukları bireyci örgüt kültürlerinden ziyade çalışanların korunup, gözetildiği, aile ortamına benzer örgüt kültürlerini tercih 201 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) etmektedirler (Wasti, 2000:217). Eğitim denetçilerinin de “bir grup içinde olmayı tercih etme” ifadesinden yüksek puan aldıkları görülmüştür. Araştırmalarda artık sorulması gereken soru, kültürün örgütler üzerinde etkisi olup olmadığı değil, bu etkinin nasıl, ne yönde ve ne kadar olduğudur. Araştırmalar, bu soruları yanıtlamak üzere geliştirilecek kavramsal modeller çerçevesinde gerçekleşmelidir (Aycan ve Kanungo, 2000: 25). Öncelikle kabul etmek gerekir ki, yönetim bilimleri alanında kuram ya da model geliştirmede, ülkemiz akademisyenleri olarak dünya genelinde önemli bir ağırlığımızın bulunduğunu ifade edebilmek güçtür. Bu yüzden, kaçınılmaz olarak, ülkemiz dışında, özellikle Kuzey Amerika üniversitelerindeki araştırmacılarca geliştirilen kuram ya da modellerden yararlanmak zorundayız. Bununla birlikte, bu kuram ya da modelleri ülkemizde tanıtırken ya da uygularken, bunların ülkemiz kültürel ortamında ne derece geçerli olabileceğinin ya da hangi açılardan farklılaşabileceğinin bilinmesinin gereklilik arz edebileceği görülmektedir (Danışman, 2000). 2. Yöntem Eğitim örgütleri, insan davranışlarının son derece önemli rol oynadığı kurumlardır. Gerek çalışanlar gerekse öğrencilerin kültürel özellikleri eğitim sisteminin yönetim yapısına, insan ilişkilerine, hizmet anlayışına ve örgütsel iç süreçlere etki etmektedir. Bir eğitim sistemi için en uygun yönetim ve organizasyon yapısı ancak içinde bulunduğu toplumun kültürel faktörleri ile uyumlaştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu çalışmanın temel amacını, eğitim denetçilerinin kültürel değerlerini belirlemek oluşturmaktadır. Araştırmanın evrenini, 2002 yılında Yalova Hizmet İçi Eğitim Merkezinde bir araya gelen eğitim denetçileri oluşturmaktadır (121 kişi). Araştırma için ayrıca örneklem seçilmemiş, toplantıya katılan tüm eğitim denetçilerine anket uygulanmıştır. Veriler, Kültürel Değerler Taraması soru kağıdıyla elde edilmiştir. Soru kağıdı, Tayeb tarafından İngiltere ve Hindistan örneklemine uygulanmak üzere geliştirilmiş, Wasti tarafından da Türkçe’ye çevrilerek Türk örneklemi üzerinde çalışılmıştır. Soru kağıdı grup yönelimi, hukuk ve otoriteye karşı tutumlar, kadercilik, riskten ve belirsizlikten kaçınma, sosyal ayırımcılık, bağımsızlık, kişiler arası güven vb. kültürel değerlerle ilgili 35 ifadeden oluşmaktadır (Wasti, 1994). Eğitim denetçileri, anketteki her bir ifadeye ne ölçüde katılıp katılmadıklarını 7’li Likert tiplemesi ile cevaplamışlardır. Araştırmada, anketteki her bir sorudan alınan puanların aritmetik ortalamaları hesaplanmış ve değerlendirmeler bu ortalamalara göre yapılmıştır. Kültürel değerler soru 202 Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri kağıtları 2002 yılı Şubat ayında hizmet içi eğitim toplantısı sonunda eğitim denetçilerine uygulanmıştır. 3. Bulgular 3.1. Eğitim Denetçilerine İlişkin Bulgular Araştırma kapsamındaki eğitim denetçileri 121 kişiden oluşmaktadır. Denetçilerin 103’ü erkek (% 85,1), 18’i kadındır (% 14,9). Yaş ortalaması 35 olan denetçilerin 102’si (% 84,3) evlidir. Büyüme çağlarında denetçilerin %26,4’ü (32 kişi) köyde, % 37,2’si, (45 kişi) ilçede, % 36,4’ü (44 kişi) il merkezinde bulunmuşlardır. 3.2. Kültürel Değerlere İlişkin Bulgular Kültürel değerlere ilişkin ifade ve kavramlar, olumludan olumsuza doğru artan bir derece ile puanlanmıştır (7’li likert ölçeği). Eğitim denetçilerinin genel olarak tüm kültürel değerlere ilişkin özelliklerden aldıkları puanların ortalaması Tablo 1’de gösterilmektedir. İki tarafın birbirine zıt iki farklı kültürel değeri ifade ettiği Tablo 1’de; puanlar 1’e yaklaştıkça soldaki ifadeleri, 7’ye yaklaştıkça ise sağdaki ifadeleri vurgulamaktadır. Tablo 1’den de anlaşılacağı üzere, eğitim denetçilerinin, kültürel değerlerden aldıkları puanlar daha çok ortaya yakın bir noktada yığılma eğilimi göstermektedir. Buradan hareketle, Türk toplumunun ve dolayısıyla bu toplum içinde çalışan eğitim denetçilerinin heterojen bir yapıya sahip oldukları söylenebilir. Eğitim denetçilerinin Tablo 1’in solunda yer alan ifadelerden; toplumsal olaylarla ilgili, ana-babadan bağımsız, kanuna uyan, üstlerine itaatkar, güçlü sorumluluk duygusu olan, tedbirli, rüşvete karşı, bağımsız çalışmayı tercih eden, işlerini sonuna kadar götüren yönleri öne çıkmaktadır. Tablonun sağında yer alan ifadelerden; kibirli, başkalarına itimat etmeyen, dışa dönük, bencil, değişikliği kabul eden, kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan, güçlü ve nüfuzlu insanlardan korkan, kaderci, insanlar arasında sınıf farkı kabul etmeyen ve bir grup içinde olmayı tercih eden özelliklerden eğitim denetçilerinin yüksek puan aldıkları görülmektedir. Bunların dışında diğer kültürel ifadeler için eğitim denetçilerinin ortaya yakın puanlar aldıkları bulunmuştur. 203 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 1. Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değer Puanları İfadeler Puan İfadeler Toplumsal 2,76 Toplumsal olaylara ilgisiz Dürüst 3,25 Dürüst olmayan Mütevazı 4 21 Kibirli Kanuna harfiyen 3,21 Kanunu çarpıtmaya hazır Kendine güvenli 3,16 Kendine güvensiz Başkalarına itimat 4,39 Başkalarına itimat etmeyen Aksiliklerle başa 3,18 Aksiliklerle başa çıkamayan Akılcı 3,40 Akılcı olmayan Ana-babadan 2,53 Ana-babaya bağımlı İçine kapalı 4,26 Dışa dönük Saldırgan 3,73 Boyun eğen Kanuna uyan 2,56 Kanunu ihlal eden Eşit paylaşan Üstlerine itaatkâr 204 4,37 2,53 Bencil Üstlerine itaatsiz Değişikliğe karşı 4,41 Değişikliği kabul eden Güvenilir 3,33 Güvenilmez Duygusal olmayan 3,83 Duygusal Disiplinli 3,01 Disiplinsiz Güçlü ve nüfuzlu 2,99 Güçlü ve nüfuzlu insanlara saygı duymayan Başkalarının 4,19 Kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan Güçlü sorumluluk 2,98 Hiç sorumluluk duygusu olmayan Tedbirli 2,45 Risk alan Güçlü ve nüfuzlu 4,23 Güçlü ve nüfuzlu insanlardan korkan Kadere inanmayan 4,43 Kaderci Ne yapacağının 3,24 Ne yapacağının söylenmesinden hoşlanan Hoşgörülü 3,66 Hoşgörüsüz Nefsine hakim 3,40 Nefsine hakim olamayan Dostça 3,32 Dostça olmayan Rüşvete karşı 2,26 Rüşvete eğilimli Bağımsız 2,39 Nezaret altında çalışmayı tercih eden İşlerini sonuna 2,76 Kolayca vazgeçen Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri Kendi fikrinden 3,78 Çoğunluğa uymayı tercih eden İnsanlar arasında 4,65 İnsanlar arasında sınıf farkı kabul Yeni ve belirsiz 3,08 Yeni ve belirsiz durumlarla başa çıkamayan Yalnız olmayı 4,50 Bir grup içinde olmayı tercih eden Türkiye’de kültür varsayımları açısından Türk kültürünü anlama çabasına yönelik araştırmalar yapılagelmektedir. Yöntem ve araştırma değişkenleri birbirlerinden farklı olan bu araştırma sonuçlarının genel bir değerlendirmesi Türk kültürüne ilişkin oldukça açıklayıcı bilgiler sağlamıştır. Bulgular, Türk kültürünün, kimi ilişki alanlarında bireyci eğilimler göstermekle birlikte, toplulukçu eğilimleri ağır basan, yüksek güç algısına sahip, erkek egemen toplum yapısını çizmesine rağmen dişi kültür özelliklerinin çeşitli alt gruplarda baskın olarak gözlendiği bir yapı sergilediğini göstermektedir (Bozkurt, 2000:136). Bu araştırmada da ortaya çıkan sonuçlar önceki araştırmaları bir çok açıdan desteklemekle beraber, kollektivist bir toplumun özelliklerini yansıtan ana-babaya bağımlılık konusunda eğitim denetçilerinin daha bireyci özellik gösterdikleri görülmektedir. Ancak bu çalışmanın örnekleminin eğitim düzeyi yüksek, belli bir sosyoekonomik seviyeye sahip ve farklı yerlerde çalışan kamu görevlileri olduğu düşünüldüğünde, ana-babaya fazla bağımlı olmamalarının beklendiği söylenebilir. Yine kollektivist bir toplumun özelliklerinden olan bir grup içinde olmayı tercih etme açısından eğitim denetçilerinin yüksek puan aldıkları (4,50), çoğunluğa uymayı tercih bakımından da yine ortanın üstünde puan aldıkları (3,78), dolayısıyla kollektivist bir özellik gösterdikleri söylenebilir. Sargut’a göre, Türkiye’de doğaya karşı kaderci bir yaklaşım vardır. Doğanın kaçınılmaz güçlerine karşı çıkılamayacağı varsayılır ve teslimiyetçi bir tavır izlenir (Sargut, 2001: 69). Kadercilik, kişilerin yaptıkları işlerin sonuçlarını ne ölçüde kontrol edip edemeyeceklerine ilişkin görüşleri yansıtmaktadır. Kadercilik dindarlıkla eş değerde tutulmaması gereken bir kültürel boyuttur. Kaderci toplumlarda, olacaklar için önceden plan yapmak veya önlem almak, ileriye yönelik planlar yapmak ve bir şeyi başarmak için koşulları gereğinden fazla zorlamak gereksiz görülmektedir (Aycan ve Kanungo, 2000: 31). Bu araştırmada eğitim denetçilerinin kaderci özellikleri öne çıkmaktadır. Bireyler arasındaki güven ilişkisinin ülkeden ülkeye farklılaştığı söylenebilir. Bazı kültürlerde birbirleriyle ilişkisi olmayan bireyler arasında bile güven duygusu gelişmişken, diğer kültürlerde bireyler arasındaki güven tanışıklık düzeyine koşut olarak gelişmektedir (Sargut, 2001: 146). Bu araştırmada eğitim denetçilerinin olumsuz özellikler çağrıştıran kibirli, başkalarına itimat etmeyen, bencil, kendi fikirlerini kabul 205 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ettirmeye çalışan özellikleri öne çıkmaktadır. Türkiye’de gerçek anlamda anonim şirket yapılarının oluşturulmasındaki sorunlar ve sermaye piyasalarına ilişkin gelişmelerin gecikmesi önemli ölçüde düşük güvene ve toplumsal sermaye yoksulluğuna bağlanabilir (Sargut, 2001: 147). Eğitim denetçilerinin kibirli, bencil, kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan özellikleri de eğitim sistemi içerisinde yer alan insanların birbirlerine duyacakları güven ve işbirliği önünde engel olduğu söylenebilir. 4. Sonuç ve Değerlendirme Eğitim sisteminin toplumun tüm bireyleri ile ilişkili olması nedeniyle toplumsal kültürden önemli derecede etkilendiği söylenebilir. Diğer tüm sistemler gibi eğitim sistemi için de başka ülkelerden birçok anlayış, model ve uygulamanın transfer edilmesi söz konusudur. Ancak bu transfer sürecinde ülkenin toplumsal kültürel özelliklerine ilişkin bir kritik yapılmadığı takdirde, etkin bir yönetim ve örgütlenme modeline ulaşılamayacaktır. Bu bağlamda, başka kültürel ortamlarda ortaya çıkan yöntemlerin hangi kültürel özelliklere göre değiştirilmesi ya da uyarlanmasının belirlenmesi önem taşımaktadır. Eğitim denetçilerinin kültürel değerlerinin ortaya konulduğu bu çalışmada, denetçilerin “kibirli”, “başkalarına itimat etmeyen”, “bencil”, “kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan” gibi ifadelerden yüksek puan almalarının sistemin işlerliğini olumsuz yönde etkileyeceği düşünülebilir. Sistem içinde çalışanların bu tür özellikleri demokratik ve katılımcı yönetim, çalışanlar arasında işbirliği ve güven gibi çağdaş yönetim düşüncelerinin yerleşmesinde bir engel olarak görülebilir. Getirilecek yeni uygulamaların başarılı olmasında denetçilerin bu kültürel eğilimleri göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer taraftan denetçilerin “kanuna uyan”, “rüşvete karşı”, “işleri sonuna kadar götüren”, “insanlar arasında sınıf farkı kabul etmeyen” gibi olumlu özelliklerinin de bulunduğu ifade edilmelidir. Bu araştırmada eğitim denetçilerinin kültürel değerleri, Wasti (1994) tarafından Türkçe’ye çevrilen Kültürel Değerler Taraması soru kağıdı ile Türkiye’nin farklı illerinden görev yapan 121 kişi üzerinde incelenmiştir. Sonuçlar yorumlanırken araştırmanın bu sınırlılığı dikkate alınmalıdır. Eğitim sisteminin işleyişi üzerine toplumsal kültürel faktörlerin etkisini ortaya koymak için daha geniş örneklemler üzerinde, farklı araştırma modelleri ile çalışılması gerekir. 206 Eğitim Denetçilerinin Kültürel Değerleri 5. Kaynakça Aycan, Z. ve Kanungo, R., (2000), “Toplumsal Kültürün Kurumsal Kültür ve İnsan Kaynakları Uygulamalarına Etkileri”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Bozkurt, T., (2000), “TKY Uygulamalarını Hızlandıran Kültürel Varsayımlar ile İş Tatmini ve Örgütsel Bağlılık Arasındaki İlişkiler: Kuramsal Bir Model Çalışması”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Cheong,C.Y., (2000), “Cultural Factors in Educational Effectiveness: A Frame Work for Comparative Research”, School Leadership & Management, C: 20 S: 2, 207-225. Danışman, A., (2000), “Kültürel Ortamın Araştırma Sonuçlarına Etkisi: Kuzey Amerika’da Geliştirilip Türkiye’de Tekrarlanan Bazı Araştırmalar Üzerine Bir Değerlendirme”, 8. Yönetim ve Organizasyon Kongresi, Nevşehir. Hofstede, G., (2001), Culture’s Consequences, London, Sage Publications Ltd. Kozan, M.K.ve İlter, S.S., (1994), “Third Party Roles Played by Turkish Managers in Subordinates Conflicts”, Journal of Organizational Behavior, C:15, 453-466. Sargut, A.S., (2001), Kültürler Arası Farklılaşma ve Yönetim, Ankara, İmge Yayınevi. Schein, E.H., (1992), Organizational Culture and Leadership, San Francisco, Jossey-Bass. Sümer, H.C., (2000), “Performans Değerlendirmesine Tarihsel Bir Bakış ve Kültürel Bir Yaklaşım”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Wasti, S.A., (1994)., The Influence of Cultural Values on Work Related to Attitudes and Organizational Structure: A Comparative Study., Ankara, Middle East Technical University, Unpublished Master Thesis, Business Administration. Wasti, S.A., (2000), “Örgütsel Bağlılığı Belirleyen Evrensel ve kültürel Etmenler: Türk Kültürüne Bir Bakış”, Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, (Editör Z.Aycan), Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları. 207 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 208 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 209-217, ELAZIĞ-2005 KLASMAN VE BÖLGE FUTBOL HAKEMLERİNİN SOSYO-EKONOMİK DURUMLARI VE SORUNLARI Social Status and Problems of Classifying and Region Referees A. Haydar TEKİN* Yüksel SAVUCU** Fikret RAMAZANOĞLU*** ÖZET Bu çalışmanın amacı Edirne bölgesi klasman ve bölge futbol hakemlerinin sosyo-ekonomik durumlarını ve sorunları belirlemektir. Bu amaçla çalışmaya Edirne bölgesinde bulunan ve faal olarak hakemlik yapan futbol hakemleri (N=35) çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmaya katılan hakemlerin sosyo-ekonomik statü ve sorunlarını belirlemek için survey yöntemi kullanılarak 28 soruluk bir anket uygulanmıştır. Elde dilen veriler SPSS for windows programında analiz edilmiş ve verilerin “X”, “SS” ve frekans (yüzde) değerleri tespit edilmiştir. Sonuç olarak; Edirne ilinde hakemlerin çoğunluğu hakemlik yaptıkları branşı daha önceden yapmış, eğitim düzeyi yüksek ve kendilerini geliştirmede çaba içinde olan insanlar olarak görülmektedir. Görev yaptıkları yerlerin uygun şartlarda olamamasına ve maç ücretlerinin yetersizliğine rağmen hakemliği bir iş olarak değil, amatör bir anlayışla yapmaktadırlar. Anahtar Kelimeler: Futbol, Hakem, Sosyo-ekonomik Statü. ABSTRACT The purpose of the study was to determinate the social status and problems of classifying referees and region referees in Edirne City. Totally 35 classifying referees and region referees in Edirne City were participiated to the study. Survey method which a questionnaire including 28 questions was used to determinate the social status and problems of referees.Data in this study was analysed by using SPSS Program for Windows and descriptive statistics and frequencies (X and SS). As a result, it was shown that lots of referees are graduated from university or still student. In spite of taking the low price for the match and being insufficient fields, they have known their responsibilities and made their duties with understanding the amateur. Key Words: Soccer, Referee, Socio-Economic Status. * Trakya Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Dr. Marmara Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu. [email protected] *** Yrd.Doç.Dr. Fırat Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu. [email protected] ** F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Giriş Günümüzde kitleleri arkasından sürükleyen en popüler spor branşı futboldur. Medyanın da çok alakalı olduğu futbolda, uygulayıcıdan çok seyirci kitlesinin yoğun olduğu görülmektedir (Zorba, Doğu ve Ziyagil, 2000). Sporun birçok türünde olduğu gibi futbol da, bedensel ve zihinsel gelişim yanında fizyolojik, motorik özelliklerin gelişimini sağlayan yüklenmelerin tümünü içermektedir (Özyurt, 1999: 2-3). Dünya literatürlerinde futbol hakemlerinin fizyolojik, antropometrik ve performans parametreleri üzerine birçok çalışmalar bulunmaktadır. Onüç uluslararası seviyedeki futbol hakemi maç analiz sistemi ile uluslararası maçlar da gözlemlenmiş ve aktivite profilleri incelenmiştir (Castagna ve Dottavio, 2003: 775-80). İtalya seri A maçlarında görev alan elit futbol hakemleri çeşitli uygunluk testlerine tabi tutulmuş ve performansları gözlemlenmiştir (Castagna ve Dottavio, 2003: 825-50). Bir başka çalışmada otuzüç üst klasman futbol hakeminin resmi maçlar boyunca çalşma-oran profilleri ele alınmıştır (Dottavio ve Castagna, 2001: 167-71). Ülkemizde ise üst klasman Türk futbol hakemlerinde postür bozukluğu, kas kısalığı (Sarı, Şamil, Zorba ve Ziyagil, 1996) ve doksan dakika boyunca enerji kaynaklarının kullanılması üzerine incelemeler yapılmıştır (Kartal, 1992). Başka bir çalışma da her geçen gün hızlanan ve tempo kazanan ekonomik yönüyle de bir endüstri halini alan futbol oyununun yönetimi için seçilen futbol hakemlerinin bazı fiziksel uygunluk parametrelerinin incelenmesi, klasmanlar arası karşılaştırılması ve hakemlerin vücut kompozisyonu değerleri ile fiziksel performans değerleri arasındaki ilişkiler incelenmiştir (Kayışoğlu ve Koz , 2003: 199). Fakat tüm kesimin ilgilendiği futbolun saha içi yönetiminde her zaman büyük sorunlar ve tartışmalar devamlı var olmaktadır. Hakemlerin aldıkların kararların kesin ve değişmez olması, hakemlerin saha içinde tek yönetici olmaları, hakemlerinde maç yönetimlerinin tartışılmasına ve hatta bu yönetimlerin özel hayatları ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Bugün medyada spor programlarında hakem kararları devamlı tartışılmaktadır. Bazen haftalarca süren bir spor gündemi oluşmaktadır. Bu noktada saha içinde tartışılmaz yetkilere sahip bu insanların kim oldukları, eğitim düzeylerinin ne olduğu, gelirleri, sosyal yaşantıları ve sorunları gibi konular çoğu zaman tartışılmamış ve hiçbir zaman gündeme getirilmemiştir. Hakemler birçok çirkin ve haksız sözlere veya hareketlere muhatap olabilmektedirler. Acaba buna neden katlanmaktadırlar? Para veya şöhret için mi? Bunun 210 Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin… ikisini de sağlayabilen hakeme belki de şimdiye kadar hiç rastlanmamıştır. O halde bunun cevabı ancak, hakemler bu işi hastalık derecesinde hobi olarak yapmaları verilebilir (Kozanoğlu, 1990: 74). Biz bu çalışmamızda Edirne bölgesi klasman ve bölge hakemlerinin bazı parametreleri, gelirleri, sorunları ve sosyo-ekonomik durumlarını tespit edilmiştir. Materyal ve Metot Bu çalışmanın amacı Edirne bölgesinde futbol hakemi olarak görev yapan yaşları 20–55 arasında değişen bölge ve klasman hakemlerin (n=35) sosyo-ekonomik durumlarını ve hakemlik camiası ile ilgili sorunlarını tespit etmektir. Survey yöntemi kullanılarak yapılan bu çalışma doğrulturusnda hakemlere yaş, boy, vücut ağırlığı, sosyal aktivite ve hakemlik camiasının sorunları, bölgedeki rekreatif aktivite ile ilgili soruları içeren bir anket uygulanmıştır. Hakemler üç dereceli (evet, hayır, bazen) bir ölçek üzerinde ilgili önermeler hakkında görüşlerini işaretlemişlerdir. İstatistiksel Analiz: Bölge ve klasman hakemlere uygulanan anketlerden elde edilen verilere göre sonuçlar, IBM uyumlu kişisel bir bilgisayarda, SPSS for Windows paket programında aritmetik ortalama (X), standart sapma (SS) ve frekansları (yüzdeleri) alınmıştır. Bulgular Bu çalışmaya Edirne bölgesinde aktif olarak hakemlik yapan klasman ve bölge hakemleri dahil edilmiştir. Çalışmaya katılan hakemlerin deneklerin yaş ortalaması 30.50 ± 10.61 yıl, vücut ağırlıkları 73.57 ± 7.26 kg ve boyları 177.07 ± 6.63 cm olarak bulunmuştur (Tablo 1). Tablo 1: Hakemlerin Yaş, Vücut Ağırlığı ve Boy Parametrelerinin Aritmetik Ortalama (X) ve Standart Sapma (SS) değerleri Parametreler N X SS Yaş (yıl) 35 30.50 10.61 Vücut Ağırlığı (kg) 35 73.57 7.26 Boy (cm) 35 177.07 6.63 Edirne bölgesi klasman ve bölge hakemlerinden çalışmaya katılan hakemlerin (n=14) % 40’si evli, (n=21) % 60’ının bekar oldukları tespit edilmiştir. Edirne bölgesi hakemlerinin (n=22) % 62.9’sinin üniversite mezunu olduğu, (N=11) % 31.4’ünün ise lise mezunu olduğu tesbit edilmiştir. Edirne bölgesindeki hakemlerin eğitim düzeyleri oldukça yüksek olduğu belilenmiştir (Şekil 1.). 211 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Şekil 1: Hakemlerin Eğitim Düzeyleri 24 20 16 12 8 4 0 22 11 1 Ortaokul 1 Lise Üniversite Yüksek Lisans 16 12 13 11 8 7 4 4 0 0 İşçi Öğrenci Memur Öğretmen Ser. Mes. Şekil 2: Hakemlerin Meslek Grupları Bölge ve klasman hakemlerin mesleki durumlarına bakıldığında; öğrenci (N=13) % 37.1, memur (N=11) % 31.4 ve öğretmen (N=7) % 20.0 olarak bulunmuştur. Hakemlerin çoğunlukla kamu personelinden oluştuğu tespit edilmiştir (Şekil 2). Tablo 2: Hakemlerin Serbest Zaman Aktiviteleri Sık Bazen Hiçbir Zaman Etkinlikler N N % n % n % Pikniğe Gitmek 32 3 8.6 25 71.4 4 11.4 Disko-Bar’a Gitmek 32 3 8.6 17 48.6 12 34.3 Kitap Okumak 32 6 17.1 23 65.7 3 8.6 Spor Yapmak 35 33 94.3 2 5.7 0 0 Sinemaya Gitmek 33 8 22.9 24 68.6 1 2.9 Balık Tutmak, Avcılık 31 3 8.6 17 48.6 11 31.4 Hakemlerin serbest zaman aktivitelerinde çoğunluğunun sıklıkla spor yaptığı (N=33) % 94.3 görülmüştür. Yine hakemlerin kısmen pikniğe (N=25) % 71.4, disko-bara 212 Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin… (N=17) % 48.6, sinemaya (N=24) % 68.6 ve (N=17) gittikleri, avcılıkla % 48.6 uğraştığı ve kitap okuma (N=23) % 65.7 alışkanlığının olduğu belirlenmiştir. Klasman ve bölge hakemlerinin serbest zaman aktivitelerini eğitim düzeyleri ile paralel olarak birçok aktiviteye katıldıkları anlaşılmıştır. Şekil 3: Hakemlerin Futbol İle İlgili Takip Ettikleri Yayınlar 28 24 27 20 16 12 8 4 3 1 4 0 Hayır Gazete Dergi Diğer Edirne bölgesi hakemlerinin eğitim düzeyinin yüksek olması, kendilerini futbol yönünden geliştirme futbol ile ilgili güncel yayınları takip ettikleri görülmektedir. Eğitim seviyesi yüksek olan bölgesel ve klasman hakemlerin büyük bir kısmı gazete (N=27) % 77.1, dergi (N=4) % 11.4 takip etmekte ve kendilerini hakemlikte geliştirmeye çalıştıkları anlaşılmıştır. Bununla birlikte çok azınlıktaki bir kısmın ise herhangi bir yayını takip etmedikleri belirlenmiştir. Şekil 4: Hakemlerin Futbol Geçmişleri 28 24 25 20 16 12 3 8 7 4 0 Evet Hayır Profesyonel 213 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Edirne klasman ve bölge hakemleri (N=25) % 71.4’ü geçmişte futbol oynamışlar ve hatta (N=3) % 8.6’sı profosyonel olarak bu işi yaptıklarını belirtmiştir. % 20.0’ının ise geçmişte futbol oynamadığı anlaşılmıştır. Tablo 3: Hakemlerin Temel Sorunları ve Genel Düşünceleri Sorular Evet Hayır Bazen n % n % n % Hakemlik size saygınlık kazandırıyor mu? 28 80 0 0 7 20 Seyirci olarak spor müsabakalarını izlermisiniz? 34 97.1 1 2.9 0 0 Edirnede hakemlik yapmaktan memnunmusunuz? 32 91.4 2 5.7 1 2.9 Hakemlik size ekonomik yönden rahatlık sağladı mı? 6 17.1 25 71.4 4 11.4 Ulusal ve uluslararası müsabakaları izliyormusunuz? 35 100 0 0 0 0 Klasman hakemlerin çalışmaları sizce yeterli mi? 7 20.0 26 74.3 2 5.7 Yön. Kurul. Klasman adayı hakemlere desteği yeterli mi? 18 50.4 12 34.3 5 14.3 Edirne bölgesi hakem sayısı sizce yeterli mi? 25 71.4 10 28.6 0 0 Dernek faaliyetleri ve yönetiminden memnunmusunuz? 20 57.1 5 14.3 10 28.6 Maç ücretlerini yeterli buluyormusunuz? 0 0 35 100 0 0 Maç ücretlerini zamanında alıyormusunuz? 1 2.9 27 77.1 7 20 Maçlara doğru hakemlerin atandığına inanıyormusunuz? 14 40 13 37.1 8 22.9 Maç yönetiminde futbolcular yeterli desteği sağlıyor mu? 4 11.4 13 37.1 18 51.5 Maç yönetiminde yöneticiler yeterli desteği sağlıyor mu? 13 37.1 9 25.7 13 37.1 Hakemlikten sonra gözlemci olmayı düşünürmüsünüz? 27 77.1 5 14.3 3 8.6 Çocuğunuzun hakem olmasını istermisiniz? 23 65.7 9 25.7 3 8.6 Müsabaka sahaları sizce yeterli mi? 0 0 35 100 0 0 Edirne bölgesi klasman ve bölgesel hakemleri, hakemlik işinin kendilerine saygınlık kazandırdığını (N=27) % 80, hakemler seyirci olarak spor müsabakalarını izlediklerini (N=34) % 97.1 Edirnede hakemlik yapmaktan memnun olduklarını (N=32) % 91.4 ve yaptıkları hakemlik işinin kendilerine ekonomik olarak bir rahatlık sağlamadığını (N=25) % 71.4, hakemlerin tamamının ulusal ya da uluslararası müsabakaları izledikleri tespit edilmiştir. Hakemler, klasman hakemlerinin çalışmalarının yeterli olmadığını (N=26) % 74.3, yönetimin klasman hakemlere yeterli desteği verdiğine inanmakta (N=18) 50%, Edirnedeki hakem sayısının yeterli olduğuna (N=25) % 71.4, derneklerinin faaliyetlerinden memnun olduklarını (N=20) % 57.1, bunuların yanında hakemlerin tamamı maç ücretlerinin yeterli olmadığını (N=35) % 100, maç ücretlerini zamanında 214 Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin… alamadıklarını (N=27) % 77.1 maçlara doğru hakem atandığını düşünmektedirler. Hakemler, sporcuların (N=18) % 51.5 ve yöneticilerin maç sırasında yeterli desteği verdiklerini belirtmişlerdir. Klasman ve bölgesel hakemler hakemlikten sonra gözlemci olmayı istemekte (N=27) % 77.1 ve aynı zamanda çocuklarının hakem olmalarını istetediklerini (N=23) % 65.7, bunların yanında hakemler temel sorun olarak müsabaka sahalarının yeterli olmadığını (N=35) % 100 belirtmişlerdir. Tartışma Bulgular değerlendirildiğinde, pek çoğunun bir kurum veya kuruluşta çalışmakta olduğu, çoğunluğu üniversite mezunu olan hakemlerin serbest zaman aktivitelerini eğitim düzeyleri ile paralel olarak birçok aktiviteye katılarak geçirdikleri görülmektedir. Eğitim seviyesi yüksek olan bölgesel ve klasman hakemlerinin büyük bir kısmı gazete ve dergileri takip etmekte ve kendilerini hakemlikte geliştirmeye çalıştıkları görülmektedir. Günümüzde sporun ulaşmış olduğu düzey nedeniyle özellikle bazı spor branşlarında üst düzey sporcular spor ve etkinliklere katılmaktan dolayı çeşitli yollarla para kazanabilmekte ve sporun bu boyutu bazıları tarafından aktiviteye katılmada motive edici bir faktör olarak dikkate alınmaktadır (Bakır ve ark., 2000: 68-69). Bununla beraber, geçmişte futbol oynamış ve hatta profesyonel olarak bu işi yapmış hakemlerin çoğunluğu hakemlik yapmaktan memnun olduklarını ancak maç ücretlerinin yeterli olmadığını ve hakemlik işinin kendilerine ekonomik olarak bir rahatlık sağlamadığını vurgulamışlardır. Neticede hakemlerin, hakemliği amatör bir anlayış içerisinde, hakemlik yaptığı branşı sevme, daha once o branşla uğraşma gibi nedenlerle bir boş zaman uğraşısı olarak tercih ettikleri ortaya çıkmaktadır (Karaküçük ve Ermihan, 1996: 58-69). Yetişkinler tarafından boş zamanları değerlendirme ile bir şeyler ortaya çıkarma, güç, statü, prestij, ihtiyaç ile ortaya çıkan bir kariyer gelişimi ve sosyallik elde etme isteği ile (Freysinger, 1987), hakemlerin aynı zamanda hakemlik işinin kendilerine saygınlık kazandırdığına inanmaları ve çocuklarının da hakem olmalarını istemeleri arasında bir paralellik göstermektedir. Spor tesisleri verdikleri hizmetlerin karşılığında maddi kazanç elde etseler bile, esas itibariyle, insanların spor ihtiyaçlarını karşılamak için kurulurlar. Özellikle sporun bir kamu hizmeti olarak görüldüğü ülkelerde, devlet tarafından kurulup işletilen spor işletmelerinde ilk ve asıl amacın sporu kitlelere yaymak suretiyle toplumsal hizmet ve sosyal fayda yaratmak olması gerekirken (Torkildsen, 1993: 6-7) hakemler maddiyat dışında kalan temel sorunlardan birinin de etkinliklerin yapıldığı alanlarda müsabaka sahalarının yeterli olmamasını göstermektedirler. 215 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Nitekim hakemlik bir yaşam biçimidir (Koloğlu, 1996). Hakemlerin yaşadıkları sıkıntı ve zorluklara rağmen almış oldukları yetersiz ücretlerden dolayı, onların bu görev ve sorumluluklarını yerine getirmelerinden kaçındıkları düşünülemez bile. Sonuç olarak, hakemler zor şartlarda görev yapsalar bile, araştırmamızda ortaya konan bulgulara gore; hakemlik yaptıkları branşı daha önceden yapmış, eğitim düzeyi yüksek, kendilerini geliştirmede çaba içinde olan ve hakemliği bir iş olarak değil, amatör bir anlayış içerisinde yapan insanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu nedenle, hakemlerin seyirci, sporcu, yönetici ve diğer elemanların tutum ve davranışlarından alacakları olumlu bir yaklaşımın onların görev bilinçlerini en üst seviyede tutmalarına yardımcı olacağı unutulmamalıdır. Kaynaklar Bakır, M., Serarslan M.Z., Paşaoğlu, A., Sarvan, C., Bayan Voleybolcuların SosyoEkonomik, Kültürel Ve Kişisel Faktörler, s. 68–69, Dönence Basımevi, İstanbul, 2000. Castagna, C., Abt, G., D'Ottavio, S., Activity profile of international-level soccer referees during competitive matches, J Strength Cond Res. Mar; 17(4):775-80, Ancona, Italy, 2003. Castagna, C., Abt, G., D'Ottavio, S., Relation between fitness tests and match performance in elite Italian soccer referees. J Strength Cond Res. May, 17(4):825-50, Ancona, Italy, 2003. Dottavio, S., Castagna, C., Analysis of match activities in elite soccer referees during actual match play. J Strength Cond Res. May; 15(2):167-71, Rome, 2001. Freysinger V.J., The meaning of Leisure in Middle Adulthood. JOPERD, October, 1987. Karaküçük S., Ermihan N., Boş zamanları değerlendirme açısından hakemlerin hakemlik anlayışları üzerine bir araştırma. Bed. Eğt. Spor Bil. Der.I, 2: s. 58-69, 1996. Kartal, A., Analayses of The Energy Sources Used by Turkish Referees during ninty minutes Soccer Match, Master’s Theses in METU, Ankara, 1992. Kayışoğlu N.B., Koz, M., “Ankara Bölgesi Klasman Futbol Hakemlerinin Fiziksel Performans Ve Somatotip Özelliklerinin İncelenmesi”, 7. Uluslararası Spor Bilimleri Kongresi, s. 199, 27–29 Ekim, Antalya, 2003. Koloğlu, D., Hakemlere Pratik Bilgiler. Milliyet Yayınları, Mart, İstanbul, 1996. Kozanoğlu, C., Türkiye de futbol “Bu maçı alıcaz !” 2. Baskı, s. 74, Kıyı Yayınları, İstanbul, 1990. Özyurt, Ö., Futbol ve antrenman ilkeleri. s. 2–3, Onlar Matbaacılık, Ankara, 1999. Sarı, Z., Şamil, E., Doğu, G., Zorba, E., Ziyagil M.A., Üst Klasman Türk Futbol Hakemlerinin Postür ve Kas Kısalığı Analizi, 1 Futbol Bilim Kongresi, 30- 31 Mayıs, İzmir, 1996. 216 Klasman ve Bölge Futbol Hakemlerinin… Sedat, M., Üst Klasman Hakemkerinin Test Sonuçlarının Analizi, Akdeniz Üniversitesi BESYO (Yayınlanmamış Çalışma), Antalya, 1995. Torkildsen, G., Leisure and Recreation Management, s. 6-7, 3rd Ed.,E and FM Spon, London, 1993. Zorba, E., Doğu, Gazanfer, Ziyagil, M.A., Uluslar arası ve Klasman Türk Futbol Orta ve Yan Hakemlerin Fiziksel Uygunluk ve Antropometrik Özelliklerinin Belirlenmesi, Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Dergisi, Cilt V, Sayı 1, 2000. 217 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 218 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 219-228, ELAZIĞ-2005 DÖVİZ KURU DIŞ TİCARET İLİŞKİSİ: TÜRKİYE ÖRNEĞİ Exchange Rate Foreign Trade Relationship: Case of Turkey Murat KARAGÖZ Çetin DOĞAN İnönü Üniversitesi, İ.İ.B.F., Ekonometri Bölümü. İnönü Üniversitesi, İ.İ.B.F., İktisat Bölümü. ÖZET Bu çalışmada ihracat ve ithalat değişkenlerinin her birinin döviz kuru ile olan ilişkisinin ekonometrik zaman serileri metodolojisi bağlamında incelenmesi amaçlanmıştır. Ocak 1995Haziran 2004 dönemine ait aylık verilerin kullanıldığı bu çalışmada eş-bütünleşme için önkoşul olan serilerin durağanlığı araştırılmış ve bunların (d,D)=(1,1) mertebeden durağan olduğu görülmüştür. Bu durumda sahte regresyon sorunu yaşanmamakla birlikte, özellikle döviz kuru ile ihracat ve ithalatın her biri ile bire bir ekonometrik bir ilişki kurulamamış, ancak 2001 devalüasyon etkisi anlamlı bulunmuştur. Anahtar Kelimeler: Döviz Kuru, Dış Ticaret, Eşbütünleşme, Uzun Dönem İlişkisi. ABSTRACT The aim of this study is to analyze the relationship of export and import variables with the exchange rate, using econometric time series methodology. Employing monthly data from January 1995 to June 2004, as a precondition of co-integration, the stationary of series investigated and it is found that each of the series are integrated of order (d, D)=(1,1). In this case, although there would not be any spurious regression problem, no econometric relation have been established between exchange rate and each of export and import variables. Nevertheless, the impact of 2001 devaluation on each of trade variables has been found to be significant. Key Words: Exchange Rate, Foreign Trade, Cointegration, Long-run Relation. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. Giriş Devalüasyon genellikle cari işlemler açığını kapatmak için yapılan bir harcama kaydırıcı politikadır. Devalüasyon ihraç mallarının fiyatını döviz cinsinden düşürürken, ithal mallarının ulusal para cinsinden fiyatını artırır. Devalüasyonlarla hedeflenen bir taraftan ihracatı teşvik ederek döviz gelirlerini artırmak, diğer taraftan ithal mallarının yurt içi talebini kısarak döviz tasarrufu sağlamaktır. Devalüasyonun cari işlemler dengesini iyileştirici bir sonuç vermesi, Marshall-Lerner koşuluna, em+ex ≥1, bağlıdır. Bu koşul, arz esnekliklerinin sonsuz olması varsayımı altında, ithal malları yurt içi talep esnekliği (em) ve ihraç malları yurt dışı talep esneklikleri (ex) toplamının 1’den büyük olması anlamına gelir. Esnekliklerin toplamı 1’den ne kadar büyük olursa döviz kurundaki ayarlamaların dış dengeyi sağlamadaki etkisi de o ölçüde büyük olacaktır. Bir devalüasyonun başarısı, yurt içi fiyatların sabit tutulması, ithal mallarının yabancı ülkelerdeki fiyatlarının değişmemesi ve tüketici alışkanlıkları gibi faktörlere de bağlıdır. Bununla birlikte, dış açıklar ulusal ekonomide verim düşüklüğü, üretim yetersizliği, teknoloji ve yönetimde gerilik gibi yapısal nedenlere bağlı ise devalüasyonun dış ticaret dengesini sağlamadaki başarısı sınırlı olacaktır (Seyidoğlu,2003). Devalüasyon sonrası, kısa dönemdeki mutlak esneklik değerleri toplamının 1’den küçük olması J-eğrisi etkisine1 yol açar. Bu yaklaşıma göre devalüasyonun hemen ardından dış ticaret bilançosu önce daha da bozulmakta, iyileşme belli bir gecikmeyle ortaya çıkmaktadır. Yukarıda kısaca özetlenen kuramsal açıklamalar çerçevesinde döviz kurundaki hareketlerin dış ticaret değişkenleri üzerinde etkili olacağı düşünülmektedir. Nitekim bu beklentileri doğrulamak amacıyla literatürde birçok çalışma yapılmıştır. Wilson (2001) Singapur, Kore ve Malezya’nın ABD ve Japonya ile karşılıklı ticareti için reel döviz kuru ve ticaret dengesi arasındaki ilişkiyi incelemiştir. 1970-1996 dönemine ait 3 aylık verilerin kullanıldığı bu çalışma sonucunda Kore’nin ABD ile ticareti hariç, reel döviz kurunun ticaret dengesi üzerinde önemli bir etkisi olmadığı bulunmuştur. Ayrıca Singapur ve Malezya için J-eğrisi ile ilgili ikna edici bir kanıt bulunamamıştır. Bununla birlikte Kore için elde edilen verilerin J-eğrisi etkisi ile uyumlu olduğu görülmüştür. Bahmani-Oskooee ve Alse (1994) 19 gelişmiş ve 22 azgelişmiş ülke için reel döviz kuru ile dış ticaret dengesi arasındaki uzun dönem ilişkiyi ölçmek için “eşbütünleşme” tekniğini kullanmışlardır. 1971-1990 arası 3 aylık verilerin kullanıldığı bu çalışmada, 20 ülkeden sadece altısında ticaret dengesi ve reel döviz kurunun uzun dönemde eşbütünleşik (aynı 1 J-eğrisi etkisi için bakınız H. Seyidoğlu, 2003, s.475-495. 220 Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi... mertebeden homojen, durağan) olduğu görülmüştür. Pek çok ülkede bu iki değişkenin eşbütünleşik olmaması, devalüasyonların ticaret dengesi üzerine uzun dönem etkisinin olmadığını göstermektedir. İki değişken arasında eşbütünleşmenin görüldüğü 6 ülke için hata düzeltme modeli hesaplanmış ve J-eğrisini destekleyen kanıtlara ulaşılmıştır. Kulkarni (1996) Mısır ve Gana ülkeleri için J-eğrisi hipotezi ve Marshall-lerner koşulunu kullanarak devalüasyonun dış ticaret dengesi üzerine etkilerini araştırmıştır. Bu çalışmada yazar, hipotezini döviz kurunun “sürekli devalüasyonu” şeklinde genişletmiştir. Her iki ülke için ulaşılan sonuçların teorik varsayımlarla uyum içinde olduğu görülmüştür. Sukar (1998) “eşbütünleşme” ve hata düzeltme yöntemleri kullanarak ABD ihracatının reel döviz kuru ve dış gelir (Yf ) düzeyi ile dinamik olarak nasıl ilişkili olduğunu araştırmıştır. Eşbütünleşme yönteminin sonuçlarına göre ihracat ile dış gelir (Yf ) arasında doğrudan bir ilişki, ABD’nin ihracatı ile gerçek döviz kuru arasında ise ters bir ilişki olduğu görülmüştür. Zengin (2001), yaptığı çalışmada reel döviz kuru hareketleri ile dış ticaret fiyatları ilişkisini Türkiye örneği için incelemiştir. Bu çalışmada VAR (Vektörel Otoregresyon) yöntemi kullanılarak bu değişkenler arasında Granger nedenselliği araştırılmıştır. Bu araştırmanın sonucunda, ihracattan reel döviz kuruna doğru nedensellik bulunamazken, ithalattan reel döviz kuruna doğru nedensellik tesbit edilmiş, ayrıca döviz kurundan ithalat veya ihracata doğru nedensellik bulunamamıştır. Sivri ve Usta (2001) tarafından gerçekleştirilen çalışmada öncelikle serilerin durağanlığı incelenmiş, Reel döviz kuru ile ihracat serileri sıfır mertebeden durağan çıkarken, ithalat birinci mertebeden durağan bulunmuştur. Durağan seriler üzerinden yapılan VAR analizinde reel döviz kurundan ithalat veya ihracata doğru bir nedensellik bulunamamıştır. Gürbüz ve Çekerol (2002) söz konusu değişkenler arasındaki nedensellik analizini haklı kılacak olan eş bütünleşme analizine yer vermişlerdir. Ancak yapılan bu analizde değişkenlerin eş bütünleşik olmadıkları anlaşıldığından, muhtemel regresyon analizlerinin “sahte regresyon” ile sonuçlanacağı kanısına varılmıştır. Bu çalışmaların ortaya çıkardığı sonuca göre döviz kuru ile dış ticaret arasında uzun dönemde ekonometrik bir ilişki bulunamamıştır. Halbuki bu konudaki teori böyle bir ilişkinin varlığını ileri sürmektedir. İleri sürülen bu ilişkinin doğruluğunu ölçmek için, bu çalışmada, endeksler yerine değişkenlerin orijinal değerleri üzerinden bir çalışma yürütülmüştür. 2. İncelenen Seriler Burada ele alınan zaman serileri Merkez Bankası elektronik veri derleme merkezinden alınmıştır. İlk iki seri DİE kaynaklı aylık ihracat ve ithalat serisi olup dolar 221 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) bazında sabit fiyatlarla uluslararası standart sanayi sınıflamasına göre (ISIC REVIZE 3) Ocak 1995 ila Haziran 2004 arası dönemi kapsamaktadır. Aynı döneme ilişkin KurlarReel Efektif Döviz Kuru Endeksleri (1995=100) (TCMB) (Aylık) IMF tanımına ve 17 ülkeye göre (Belçika, Almanya, İspanya, Fransa, İsviçre, Hollanda, İtalya, İngiltere, ABD, Japonya, İsveç, Avusturya, Kanada, Kore, İran, Brezilya, Yunanistan) hesaplanmış reel efektif kur endeksi (1995=100) serisi olup, yurtiçi ve yurtdışı fiyat endeksi olarak toptan eşya fiyatları kullanılmıştır. Endeksteki artış TL'nin reel değer kazancını (REDK) ifade etmektedir. REDK aşağıdaki formül ile hesaplanmaktadır: ⎡ PR ⎤ REDK = ∏ ⎢ i i ⎥ j ≠ i ⎢ Pj R j ⎥ ⎣ ⎦ wij Burada Pi, Türkiye için TEFE değeri, Ri, TL’nin dolar bazında değeri, Pj, j ülkesinin fiyat endeksi, Rj j ülkesi parasının dolar bazında değeri, wij Türkiye için j ülkesinin ağırlığıdır. Daha fazla açıklama için MB kaynaklarına bakılabilir. Endeksteki artış TL’nin reel değer artışını, azalış ise reel değer kaybını göstermektedir. Böylece her üç seri eş zamanlı olup toplam 114 dönemi kapsamaktadır. Seri uzunlukları kullanılan analiz teknikleri için uygundur. 500 400 300 200 IHME 100 ITME 0 1995 KUR 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 Şekil 1. İhracat, İthalat ve Reel Döviz Kuru Endeksi Serileri 1995-2004. Grafik incelemesinden ilginç ayrıntılar tesbit edilebilir. 2001 yılına kadar ithalat ile ihracat serisi arasındaki fark büyük dalgalanma gösterirken bu tarihten sonra fark azalmaktadır. Adeta iki seri çakışık bir seyir izlemektedir. Burada daha da dikkat çeken bir husus, ihracat ve ithalat endeksleri arasındaki bu gözleme eşlik edecek mukabil bir değişim de reel kur endeksi serisinde gözlenmektedir. Yani, 2001 yılı başından itibaren 222 Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi... dış açıklardaki dalgalanma azalırken reel döviz kurundaki dalgalanma artmaktadır. Reel döviz kuru serisi 2001 yılına kadar çok düşük bir dalgalanma gösterirken bu tarihten sonra dalgalanmanın arttığını görmekteyiz. Kurdaki dalgalanmanın artışı ile birlikte ihracat ithalat paralelliğinin arttığı görülüyor. 3. Durağanlık Analizi Bir zaman serisi, zaman boyunca sabit ortalama, varyans ve otokovaryans ölçülerine sahip ise bu seri durağandır. Durağanlığın daha geniş bir tanımı ve durağanlık türleri için Wei (1990, s.20)’ye bakılabilir. Bu kesimde İhracat, İthalat ve Reel Döviz Kuru serilerinin tek değişkenli zaman serileri bağlamında durağanlık analizleri yapılmaktadır. Koentegrasyon (eşbütünleşme) teorisine göre iktisadi seriler arasında uzun dönem ilişkisinden söz edilebilmesi için öncelikle bunların aynı mertebeden durağan olması gerekmektedir. Bunun için bir portmanto test olarak Ljung ve Box tarafından geliştirilen ki-kare testi (LB) uygulanmıştır. Bu test, Box ve Pierce tarafından geliştirilen ve K BP = T ∑ rk2 k =1 ile verilen BP istatistiğine nazaran daha güçlüdür. Yani yanlış olan sıfır hipotezini red etme olasılığı LB testinde daha yüksektir. Böylece otokorelasyon zayıf ta olsa sıfır hipotezi red edilmeyecektir. Burada T gözlem sayısı, rk ise k gecikmeli otokorelasyon değeridir. LB testi, belirli bir K sayısına kadar ardışık gecikmeler arasındaki otokorelasyonların topluca anlamlılığının test edilmesine dayanmaktadır. K LB = T (T + 2) ∑ rk2 /(T − k ) k =1 ile hesaplanan istatistik belirli bir α anlamlılık düzeyi ile verilen χ 2K tablo değerini aşıyorsa “otokorelasyon yoktur” şeklindeki sıfır hipotezi red edilir (Gujarati 1995, s.718). Testin gücünü artırmak için uygulamada anlamlılık düzeyi % 10’a kadar çıkarılır. Tablo 1. Orijinal Serilerin Box-Ljung Durağanlık Testi Sonuçları Seri Gecikme Otokorelasyon St. Hata Box-Ljung p İHME 24 0,156 0,082 790,770 0,000 İTME 24 -0,005 0,082 378,503 0,000 KUR 24 0,044 0,082 365,139 0,000 Tablo 1’deki verilere göre her üç seri de orijinal gözlemler itibariyle durağan dışıdır. Bu durağan dışılığın sebebi mevsimsellik trend ve/veya mevsimsellik olabilir. Her ikisi için çeşitli mertebelerden yıllık ve aylık farklar alınarak aynı testler yapılabilir. 223 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Yapılan denemelerde (d, D) = (1, 1) biçimindeki dönüştürme ile örneklem ACF (otokorelasyon fonksiyonu) değerlerinin daha önceki durağan dışılık durumunu yansıtan yavaş azalan seyrini terk ederek önemli ölçüde küçüldüğü gözlenmiştir. Bu dönüştürmeden sonra kalan yapı, dönüştürülmüş seriye ait örneklem ACF ve PACF (kısmi otokorelasyon fonksiyonu) değerlerinden gidilerek modellenmiştir. Kararlaştırılan modellere ait kalıntıların ACF değerleri tekrar durağanlık için incelenmiştir. Sonuçlar Tablo 2 ile özetlenmiştir. Tablo 2. Dönüştürülmüş Serilerin Box-Ljung Durağanlık Testi Sonuçları Seri (p, d, q) (P, D, Q) Gecikme Box-Ljung p İHME (2, 1, 0) (0, 1, 0) 24 13,360 0,960 İTME (2, 1, 0) (1, 1, 0) 24 32,108 0,124 KUR (2, 1, 0) (0, 1, 1) 24 31,908 0,129 Bu sonuçlara göre incelen serilerin her üçü de (d, D) = (1, 1) mertebesinden durağan olduğu görülmektedir. O halde bu üç seri arasında uzun dönem ilişkisi aranabilir. 4. Uzun Dönem İlişkileri İhracat, ithalat ve Reel Döviz kuru endeksleri arasındaki uzun dönem ilişkisi, öncelikle hiçbir kısıtlama olmaksızın her bir değişken 4 gecikmeye kadar modele dahil edilmek suretiyle denenmiştir. 2001 yılı başlarında gerçekleşen devalüasyon etkisini ölçmek amacıyla ⎧ 0, t < 72 2001 öncesi D 2001 = ⎨ ⎩1, t ≥ 72 2001 sonrası biçiminde tanımlanan bir kukla değişken modele katılmıştır. Ayrıca değişkenler arasında ortaya çıkacak ilişkinin ortak deterministik trend faktöründen kaynaklanmasını önlemek için her bir regresyona t = 0 , 1, 2 , 3, K , 113 biçiminde verilen trend değişkeni eklenmiştir. Daha sonra anlamsız değişkenler modelden düşülerek yeniden tahmin yapılmıştır. Bir defa tüm katsayılar itibariyle anlamlı model elde edildikten sonra koentegrasyon teorisine göre uzun dönemli ilişkiyi istatistiksel açıdan meşru kılacak olan kalıntıların durağanlığı incelenmiştir. Buna göre her bir anlamlı regresyon modeli ve kalıntıların durağanlık testleri aşağıdaki tablo ile verilmiştir. Tablodaki sonuçlara göre kalıntılar durağan olduğundan ilgili regresyonlarla verilen uzun dönem ilişkileri geçerlidir. Buna göre verilen uzun dönem ilişkilerinde ilk göze çarpan hususlar şunlardır. 1) İhracat ve ithalat endeksi serileri ile reel kur endeksi serileri arasında uzun dönem ilişkisi yoktur. Başka bir deyişle, reel kurlardan bu iki seriye doğru nedensel bire 224 Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi... bir ilişki kurulamamıştır. 2) 2001 yılı başında meydana gelen devalüasyonu temsil eden D2001(t) kukla değişkeni hem ihracat hem de ithalat denkleminde anlamlı bulunmuştur. Tablo 3. Seriler Arası Uzun Dönem İlişkileri BağımlıDeğişken Bağımsız Değişkenler IHME(t) ITME(t) KUR(t) D2001(t), IHME(t-1), IHME(t-2), IHME(t-4) ITME(t), ITME(t-2), ITME(t-3) D2001(t), IHME(t), IHME(t-3), ITME(t-1) ITME(t-2) SABİT, KUR(t-1) KUR(t-2), IHME(t-3) Kalıntıların K=24 için BL istatistiği 23,283 BL istatistiği anlamlılık düzeyi 0,503 34,118 0,083 22,710 0,537 Kur çıpasına dayalı 2000 yılı programının başarısız olması sonucu dövize olan talep artmış, 23 şubat 2001 tarihinde dolar kuru %38.9’luk bir artışla 1$=685.391 TL’den 1$=957.879 TL’ye yükselmiş ve bu yükseliş devam ederek 2001 yılı sonunda 1$=1.448.212 olarak gerçekleşmiştir. Yapılan bu yüksek oranlı devalüasyon, uluslararası piyasalardaki rekabet gücümüzü olumlu yönde etkilemiş 2001 yılında ihracatımız bir önceki yıla göre %12.8’lik bir artışla 31.3 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, 2000’de 54.5 milyar dolar olan ithalat ise 2001’de 41.399’a düşmüştür. 2001 yılında yaşanan TL’nin eksik değerlenmesiyle birlikte 2000’de 72 olan reel kur 59.73’e, dış açıklar da 26.7 milyar dolardan 10.064’e düşmüştür. 3) Kurlardan dış ticarete doğru nedensel ilişki bulunamamakla birlikte, üçer ay gecikmeli olarak ihracattaki değişmelerin kur üzerinde etkili olduğu görülmüştür. Reel kur serisi aynı zamanda kendisinin 1, 2, ve 3 aylık gecikmeli değerlerinden etkilenmektedir. 4) İhracat ve ithalat denklemlerinde kesme terimleri anlamsız çıkmıştır. Tüm açıklayıcı değişkenler sıfır düzeyinde iken ihracat ve ithalat endeksleri de sıfır düzeyinde olacaktır. 5) Kur değişkeni kesme terimi anlamlıdır. Tüm açıklayıcı değişkenler sıfırken reel kur sıfırdan farklı anlamlı bir sabit değer almaktadır. 6) İthalat serisi eş (aynı) dönemli ve 3 ay gecikmeli ihracat değerlerinden, ayrıca kendisinin 1 ve 2 ay gecikmeli değerlerinden etkilenmektedir. İhracat serisi ise1, 2 ve 4 ay gecikmeli ihracat değerlerinden ve ayrıca ithalatın eş dönemli, 2 ve 3 gecikmeli değerlerinden etkilenmektedir. Bu durum Türkiye’de ihracatın büyük oranda ithalata bağımlı olduğu ve ihracata dayalı büyüme hızlandıkça ithalatın da arttığı şeklinde yorumlanabilir. 225 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 5. Sonuç ve Değerlendirme Bu çalışmada reel döviz kuru hareketleri ile dış ticaret değişkenleri arasındaki ekonometrik ilişki araştırılmıştır. Ortaya çıkacak ilişkilerin “sahte regresyon” ile sonuçlanmaması için öncelikle her bir serinin durağanlık analizleri yapılmıştır. Bu amaçla 1995 Ocak ayından 2004 Haziran ayına kadar ki dönemi kapsayan 114 adet aylık orijinal ihracat ve ithalat rakamları incelenmiş daha sonra başlangıç değerleri baz alınarak endeks rakamlarına çevrilmek suretiyle tekrar incelenmiş ve aynı sonuçlara ulaşılmıştır. Buna göre, her üç seri de I(d, D) = I(1, 1) biçiminde hem dönemsel hem de mevsimsel olarak birinci mertebeden bütünleşik olduğu tespit edilmiştir. Daha sonra yapılan regresyon analizlerinde her bir seri için diğer serilerin aynı dönem ile dört dönem gecikmeli değerleri analize katılmıştır. Bunların yanı sıra, ortaya çıkacak ilişkinin, ortak deterministik trendden kaynaklanmaması için trend değişkeni ayrı bir açıklayıcı olarak her bir modele katılmıştır. Ayrıca 2001 yılı başlarında gerçekleşen devalüasyon için bir kukla değişken model katılmıştır. Anlamsız çıkan değişkenler modelden düşülmüş sonuç olarak Tablo 3 ile özetlenen uzun dönem ilişkileri ortaya çıkmıştır. Buna göre ihracat ve ithalat modellerinde sabit kesme terimleri, trend ve kur değişkenleri anlamsız bulunmuş, fakat 2001 yılı devalüasyonu anlamlı çıkmıştır. İhracat ve ithalat değişkenleri kendi ve birbirlerinin gecikmeli değerlerinden etkilenirken aylık kur değişmelerinden etkilenmemekte, fakat ani ve önemli kur değişikliği olarak yorumlanabilecek devalüasyondan etkilenmektedirler. İhracat ve ithalat değişkenleri reel açıklayıcı değişkenlerden bağımsız olarak kendiliğinden bünyesel bir büyümeye işaret eden trend unsuruna sahip değildirler. En önemli bulgu ise reel döviz kurundan dış ticaret değişkenlerine doğru nedensel (uzun dönmeli) bir ilişkinin bulunmayışıdır. Bununla birlikte devalüasyon etkisinin anlamlı çıkması, kısa dönemde bu ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de yapılan devalüasyonların etkisi incelendiğinde kısa vadede ihracatı artırıcı ve dış ticaret dengesini sağlayıcı bir etki yapmakta fakat hemen ardından dış ticaret açıklarında tekrar bir yükselme görülmektedir. Ayrıca döviz kuru değişmeleri bazı yıllarda ithalatı ve ihracatı açıklamada yeterli olmamaktadır. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’nin ihracatının geniş ölçüde ithal girdilere bağlı olmasıdır. Bu bağımlılık nedeniyle yapılan bir devalüasyon sonucu ithal girdi fiyatlarının artması, ithalata bağımlı ihracat sektörlerini olumsuz etkilemekte ve kurun etkisini yumuşatmaktadır. İhracatı artırmak amacıyla yapılan bir devalüasyon dış girdi bağımlılığı nedeniyle girdi 226 Döviz Kuru Dış Ticaret İlişkisi... maliyetlerini artırarak üretim maliyetlerini artırmaktadır. Buda bir taraftan maliyet enflasyonuna neden olurken diğer taraftan üretimi olumsuz etkilemektedir. Döviz kuru ile ihracat arasında bazı dönemlerde bir ilişki görülememesinin bir diğer nedeni de ihracat hacminin sadece döviz kurundan değil, onunla birlikte girdi maliyetleri, verimlilik, üretim kapasitesi, fiyat politikası, dış talep ve uluslararası piyasaların yapısı gibi faktörlerden de etkilenmesidir. Bu nedenle diğer iktisat politikası araçlarıyla yeterince desteklenmeyen bir döviz kuru politikası dış ticaret dengesini sağlamada yeterince etkili olmamaktadır. Burada yapılan analiz bir çoklu regresyon analizidir. Pür zaman serisi analizi olarak VAR, VARMA, VARMAX gibi vektörel otoregresif hareketli ortalama modelleri ve ilave açıklayıcı dışsal değişkenli modeller çerçevesinde Granger nedenselliği ve hata düzeltme modeli araştırılabilir. VAR modelleri dışında, müdahale analizi ile de devalüasyon etkilerinin anlamlılığı araştırılabilir. Transfer fonksiyonları aracılığı ile kur dış ticaret ilişkisi daha net bir şekilde ele alınabilir. Kaynaklar Bahmani-Oskooee,M. and Alse, J.(1994), “Short-run versus long-run effects of devaluation: Error-cor”, EasternEconomic Journal, Bloomsburg: Fall , Vol.20. Çekerol, K. ve Gürbüz, H. (2002), “Reel Döviz Kuru ile dış ticaret haddi ve bileşenleri arasındaki uzun dönem ilişki” Afyon Kocatepe Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi C.IV,S.2, Aralık. DTM. Dış Ticaret Bülteni Ocak-Mart 2004. Dış Ticaret Müsteşarlığı Yayınları. Gujarati, D.N. (1995), Basic Econometreics, Third Edition, McGraw-Hill, Inc. New York. Haris, R. and R. Sollis (2003), Applied Time Series Modelling and Forecasting, John Wiley and Sons Ltd., New York. Kulkarni,K. G.(1996), “The J-curve Hypothesis and currency devaluation: Cases of Egypt and Ghana”, Journal of Applied Business Research, Laramie,Spring , Vol.12. Ljung, G.M. and G.P.E. Box (1978), “On a Measure of Lack of Fit in Time Series Models”, Biometrika 66, pp66-72. Seyidoğlu, H.(2003), Uluslararası İktisat. Güzem Y., İstanbul. Sivri, U. ve Usta, C. (2001) “Reel Döviz Kuru, İhracat ve İthalat Arasındaki İlişki” http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/11/16-ugur/16-ugur.ht. Sukar,A.(1998), “Real effective exchange rates and export adjustment in the U.S.", Quarterly Journal Of Business and Economics, Lincoln:Winter,1998,Vol.37. Wilson,P.(2001), “Exchange Rates and The trade Balance For Dynamic Asian Economies: Does the J-Curve Exist for Singapore, Malaysia, and Korea”, Open Economies Review, Dordrecth,, Vol:12. 227 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Zengin, A.(2001), “ Reel Döviz Kuru Hareketleri ve Dış Ticaret Fiyatları: Türkiye Ekonomisi üzerine Ampirik Bulgular”, C.Ü.İktisadi ve İdari Bilimler Dergis,i C. 2, S. 2, Ekim T.C. Merkez Bankası Resmi Web Sitesi http://www.tcmb.gov.tr/ Wei, W.W.S. (1994), Time Series Analysis, Addison-Wesley Pub. Comp., New York. 228 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 229-245, ELAZIĞ-2005 BİLGİ TOPLUMU’NDA TOPLAM KALİTE LİDERLİĞİ : ELAZIĞ BANKACILIK VE FİNANS SEKTÖRÜ UYGULAMASI Total Quality Leadership in Information Community :Application of Banking and Finance Sector of Elazığ Mehmet TİKİCİ1, Erkan T. DEMİREL2, Neslihan DERİN3 ÖZET Teknolojinin hammaddesi olan bilginin her alanda kullanılması, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişi sağlamıştır. İşletmelerde liderlerin önemi içinde yaşadığımız bilgi toplumunda daha da artmış bulunmaktadır. Bilgi toplumunun temel özelliklerinden birisi olan “değişime” paralel olarak, liderlik tarzlarında da hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bilgi Çağı ile yaşanan bu değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı liderlik türlerinden birisi de; “Toplam Kalite Liderliği”dir. Bu çalışmanın amacı hızla bilgi toplumuna geçmekte olan Elazığ’da bankacılık ve finans sektöründe görev yapan yöneticilerin astlar açısından TKL özelliklerine göre değerlendirilmeleridir. Bu amaçla anket aracılığıyla toplanan veriler frekans analizlerine ve χ2 testine tabi tutularak sonuçlar frekans tabloları ve çapraz tablolar aracılığıyla sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Toplam Kalite Liderliği, Bilgi, Bilgi Toplumu. ABSTRACT Use of the information, which is the raw material of the technology, in all the areas provides the transition from the industrial community to information community. The importance of leaders in the firms has been further increased in the information community that we live in. Parallel to the “change” that is one of the fundamental characteristics of information community, a rapid transformation in the modes of leadership as well, is being experienced. One of the kinds of leadership brought forth by this change and transformation seen in information era is the ‘Total Quality Leadership’. The purpose of that study is to evaluate the finance and banking sector managers by their subordinates based on the TQL properties in Elazığ which is in the wake of passing rapidly to information community. To that purpose, data are collected by questionnaires, frequency analysis 2 and χ test are applied to these data, and the results are presented by frequency and cross tables. Key Words : Total Quality Leadership, Information, Information Community. 1 İnönü Üniversitesi, İ.İ.B.F., [email protected] Fırat Üniversitesi, Sivrice M.Y.O., [email protected] 3 İnönü Üniversitesi, Turgut ÖZAL Tıp Merkezi Kan Bankası , [email protected] 2 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Giriş Bilgi, tarih boyunca “güç” olarak algılanan bir kavram olmuştur. Bunun sebebi ise bilginin yaşamın temeline yerleşmiş olmasıdır. Antropoloji bilimine göre; düşünme, konuşma melekeleri ile bilgiyi edinme ve bilgiyi aktarma insanı insan yapan hatta yaşamını devam ettirmesini sağlayan en belirgin özelliklerdir. Sosyal hayattan, devlet hayatına, özel hayattan, iş hayatına, bilimden, sanata ve ticarete akla gelen her alanda yaşanan ve hayatın önemli bir gerçeği olan değişime ayak uydurabilmek ve değişimi yönetebilmek, bilgiye sahip olabilmek ve bilgiyi yönetebilmekle eşdeğerdir. (Demircan, 1997: 1) “Bilgi”, sürükleyici yönü nedeniyle, ekonomilerde de köklü değişimler yaratabilen bir güçtür. Çünkü başta üretim faktörleri olmak üzere her şeyi ikâme etmektedir.(Toffler and Toffler, 1995: 35-40) Bu ifade de; bilginin, insanların, örgütlerin ve devletlerin sahip olabilecekleri en stratejik kaynak olduğu görüşünü destekler niteliktedir. İnsanlar, örgütler ve devletler, geçmişlerini hatırlamak, yaşadıkları çağı takip etmek ve geleceği öngörebilmek amacı ile de bilgiye ihtiyaç duyarlar.(Öğüt, 2001: 1) Dolayısıyla bilgi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın; sosyal, kültürel, teknik ve ekonomik yaşamın en stratejik kaynağıdır. Bilginin, elde edilmesinden çıktıya dönüştürülmesine kadar yaşamın her evresinde farklı boyut ve düzeylerde kullanılıyor olması ona sahip olmanın önemini yeterince ortaya koymaktadır. Değişime uymak ya da rekabet üstünlüğü sağlamak için bilgiye sahip olmakla da iş bitmemektedir. Bundan sonra önemli adım ise, bilginin nasıl kullanılacağını bilmektir. Dünyanın sürekli rekabete ve yeniliğe açılması bilginin devinimini ve tüketilmesini zorunlu kılmaktadır. Üstünlük sağlamanın yolu; değerli olan bilgilere hızlı ulaşabilmek ve onu başarı için kullanabilmektir. 1. Bilgi ve Bilgi Toplumu Bilgi kavramı; “veri – bilgi – üst bilgi” ayrımına tabi tutarak açıklanabilir. Bunun nedeni, söz konusu kavramların birbirleriyle karıştırılması ve aslında bilginin çok boyutlu olmasıdır. Bu kavramlar bir süreç içinde değişik aşamalarda ortaya çıkarlar.(Bensgir, 1996: 15) Veri; sürecin hammaddesidir. Üzerinde kesin bir yargı olan, anlam kazanmış her türlü sembol, rakam, harf, resim, gözlem vs. ise bilgidir. Veriler bilginin kaynağını oluştururlar. Örneğin; TRN2335-9599 şeklinde yazılmış harfler ve rakamlar herhangi bir anlam içermedikleri için veridirler. Fakat; Seri no:TRN2335-9599 şeklindeki bir tanım ise anlam ve kesinlik içerdiği için, “bilgidir”. Bilgi kavramı için; verilerin karar verme amacına yönelik olarak işlenmiş halidir de denebilir. Bilginin karar vermek için anlam ifade etmesi; doğruluk, ilgililik, tamlık, ulaşılabilirlik, anlaşılabilirlik, güvenilirlik, doğru 230 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… zamanlılık ve etkin maliyet niteliklerine sahip olmasına bağlıdır. (Yozgat, 1998: 45-47) Üst bilgi yada diğer adıyla öğretici bilgi ise; kullanıcısına yol gösteren bilgidir. Bu tür bilgiyi elinde bulunduran bir kimse ne yapacağını bilemese dahi bir takım sonuçlar elde edebilir. Örneğin; kağıt üzerindeki bir haritadan bir şey öğrenilemez. Aynı haritanın bir bilgisayar ortamına atılması bu şekilde varılacak noktaya gitmek için kullanıcısını yönlendirip en kısa mesafeyi ortaya çıkarması bilginin, üst bilgiye dönüşmüş halidir. (Demircan,1997, s.20) Bilgi kavramı(information), esasında Latince “informatio” kökünden gelir. Biçim verme ya da haber verme anlamındadır.(Öğüt, 2001: 1) Özetle bilgi, toplanmış organize edilmiş, yorumlanmış, belli bir yöntemle etkin karar alabilmek için ilgili birime sevk edilmiş, bir işleme sürecinden geçirilerek anlamlı ve değerli hale dönüştürülmüş, kararları ve davranışları etkileyen veridir. (Barnatt, 1994: 197) Teknolojinin çeşitlenmesi ve teknolojinin hammaddesi olan bilginin her alanda kullanılması sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişi sağlamıştır. Sanayi toplumuna ait olan bireyler ihtiyaçlarını genellikle maddi ürünlerle karşılamaktadır. Bilgi toplumunun üyesi ise bilgiyi üretme ve kullanma konularına yoğunlaşmaktadır.(Aydemir, 1999: 20) Bu konuda Erkan, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramında en üst basamakta bulunan, kendini kanıtlama ihtiyacının bilgi toplumunda optimal düzeyde tatmin edilebileceğini ileri sürmektedir. (Erkan, 1998: 11) Bilgi toplumunda iletişimin giderek kolaylaşması ve hızlanması nedeniyle fabrikaların yerlerini bilişim teknolojilerine dayalı ağ sistemleri almaktadır. Bilgi, bilgi yönetimi ve bunların doğrultusunda hareket eden bilişim sistemlerinin etkisiyle, sınırlar ortadan kalkmakta ve küreselleşme eğilimi dünyayı etkisi altına almaktadır. Sonuçta da; ekonomik yapı mübadele ekseninden, bilginin yarattığı sinerji eksenine kaymakta ve insanların yetenekleri ön plana çıkmaktadır. (Erkan, 1998: 100) Teknolojideki hızlı gelişmeler ve insanlığın buna uyum sağlamada gösterdiği esnek tavır(Toffler and Toffler, 1995: 35-40), bilgi teknolojilerindeki gelişmeleri de hızlandırmış ve dünyanın yapısal bir değişime uğraması sonucunu doğurmuştur. Eş zamanlı olarak; insanlığın sahip olduğu bilginin yapısı, yani temel dayanakları çürümüştür. (Erkan, 1998: 62) Bahsedilen bu içerik; sanayi çağı’nın kapanmasının ve bilgi çağı’nın açılmasının hikâyesidir. Günceli ifade eden bilgi toplumu ile maziyi ifade eden sanayi toplumu arasındaki farklar Tablo 1.1.’ de gösterilmiştir. 231 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 1.1. : Sanayi Toplumu ile Bilgi Toplumunun Karşılaştırılması BİLGİ TOPLUMU SANAYİ TOPLUMU EKONOMİK SİSTEM SOSYAL SİSTEM SİYASAL SİSTEM Ulusal Ekonomi Fiziksel sermayeye dayalı ekonomi Endüstriyel organizasyonlar Sembolik kağıt para hakimiyeti Çekirdek aile Güvenlik sağlayıcı kurumlaşmalar Uyumluluk, seçkinlik, sosyal sınıf... Kitleselleştirilmiş dönemsel eğitim Uluslararası çatışma ve polarizasyon Merkeziyetçilik Ulus devlet Güvenlik amaçlı yönetim Mekanik teknoloji devrimi İş gücünü ikame eden makineler TEKNOLOJİK SİSTEM Montaj hattına dayalı üretim teknikleri Görsel ve yazılı basın-yayın araçlarına dayalı iletişim sistemleri Küresel Ekonomi İnsan kaynaklarına ve bilgi sermayesine dayalı ekonomi Bilgi tabanlı organizasyonlar Dijital para hakimiyeti Birey merkezli farklı aile biçimleri Bireysel yeteneği geliştiren kurumlaşmalar Bireysellik, çeşitlilik, katılımcılık... Bireyselleştirilmiş ömür boyu öğrenim Uluslar arası uyum ve küresel bazda siyasal entegrasyonlar Adem-i merkeziyetçilik Küresel ve bölgesel organizasyonlar Yurttaş odaklı yönetim Bilgi teknolojileri devrimi Beyin gücünü geliştiren bilgisayarlar Bilgi ve yönetim teknolojilerine dayalı üretim teknikleri İnternet ve dijital teknolojilere dayalı iletişim sistemleri Kaynak : Adem Öğüt, Bilgi Çağı’nda Yönetim, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2001, s.26 2. Liderlik ve Bilgi Toplumu George ve Jones lider kavramına; “örgütlerin amaçlarına ulaşmalarını sağlamak için üyeleri etkileyen kişi” tanımını getirmişlerdir.(George and Jones, 1995: 404) Krausz’da lider için, “başka insanların faaliyetlerini etkileyen güç demiştir.”(Krausz, 1986: 86) Eren’in lider tanımı da şöyledir: “Liderlik; insanları amaçlar etrafında bir araya getiren ve amaçlara ulaşabilmek için onları harekete geçiren bilgi ve tecrübelerin toplamıdır. Lider ise ait olduğu grubun üyelerinin hissettikleri ancak net olmayan amaç ve düşünceleri benimsenecek şekilde ortaya çıkarabilen ve grup üyelerinin güçlerini bu amaçların etrafında faaliyet gösterecek hale getiren kimsedir.”(Eren, 2001: 465) Koçel’e 232 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… göre ise lider; “izleyenler, şartlar arasındaki ilişkilerin oluşturduğu karmaşık bir fonksiyondur.” (Koçel, 2001: 465) Bilgi toplumunda bilgiyi üretme ve kullanma konularına yoğunlaşmanın yaşandığı alanlardan birisi de işletmelerdir. Mekanik özellikteki bu unsura can veren ve onu başarıya götürecek ruhu aşılayan kişiler olan liderlerin önemi; içinde yaşadığımız bilgi toplumunda daha da artmış bulunmaktadır. Bilgi toplumunun temel özelliklerinden birisi olan “değişime” paralel olarak, liderlik tarzlarında da hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bilgi toplumuna geçişle birlikte; bilgiye, beceriye ve entelektüel bilince sahip, kültürlü, küresel düşünebilen, düşünce gücü gelişmiş liderlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bilginin stratejik kaynak olduğu çağımızda, bilgilenmiş birey vazgeçilmez nitelik kazanmakta ve organizasyon yapıları “bilgitabanlı”, yönetim sistemleri “insan merkezli” biçimde yeniden tasarımlanmaktadır. Bu bağlamda, bireylerin zihinsel kapasitelerinin, yararlı ürün ve hizmetlerin üretilmesi doğrultusunda yöneltilmesi, bilgi çağında liderlerin en önemli işlevleri arasında sayılmaktadır. (Akdemir, http://www.isguc.org) Bilgi toplumunun liderliği; dikta etmeyen, sakin bir tavra sahip olan, içeriği dolu sloganlar atan, net bir vizyon oluşturan ve bunu çevresiyle paylaşan, katılımı teşvik eden ve yönlendirmeyi yönetmeye tercih eden bir liderliktir. Çevrede oluşan koşulları analiz etmeyi, rakipleri izlemeyi, sürekli öğrenmeyi, fırsatları takip etmeyi ve krizlerden kaçınabilmeyi gerektirir. Gelişime örgüt içi ve örgüt dışı faktörleri katmak, adem-i merkeziyetçiliği benimsemek, değişimi aramak ve değişimci bir kültür oluşturmak gibi özellikler de bilgi toplumu liderlerini tamamlayan diğer özelliklerdir. Tüm bu özellikler liderin potasında bütünleştiğinde; gelecekte yaşayan ve yaratıcılık eğilimleri baskın olan bireylerden oluşan bir örgüt, vücuda getirilmiş olacaktır. (Atik, http://www.kho.edu.tr/yayinlar) Bilgi Çağı ile yaşanan, değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı bir liderlik türü de “Toplam Kalite Liderliği” dir. TKL, liderliğin bilgi toplumunda oynadığı rolün etkisi ile önem kazanmış olan bir liderlik türüdür. 3. Toplam Kalite Liderliği’nin Tanımı Toplam Kalite Liderliği (TKL); askeri birlik ve kurumlarda organizasyonel performansı geliştirme çalışmalarına yönelik olarak Amerika’da yapılan araştırmalar doğrultusunda, 1984 yılında ABD Donanması’nın (US Navy) lojistik birliklerinde başlatılmıştır.(Baş, http://www.kho.edu.tr/yayinlar) Toplam kalite liderliği; “işletmelere ve insanlara olağanüstü imkânları yaratmak için kuvvetli araçların bulunduğu”, inancı üzerine oturmaktadır(Yates, 1995: 3-211) ve 233 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) açık işbirliği esasına dayanan faaliyetlerden oluşan bir süreçtir. Lider ve arkadaşları tarafından; işletme ve kendileri için daha iyi bir gelecek yaratma konusu ve şimdiki durumla ilgili kritik değerlendirmeleri esas alır. Görevleri daha iyi yapabilmek için grup esasına dayalı analizler yapılmalı, değerlerin ve yöntemlerin esas oluşturduğu süreçler aktif öğrenme temeline dayanmalıdır.(Stensaasen, 1994: 12-355) TKL’nin anahtar bir faktörü, servis ve ürünlerdeki farklılıkların azaltılması için tüm süreçlerin standartlaştırılmasıdır. Gelişmenin, standardize yöntemlerin içerisinde daha ortaklaşa bir tutumla elde edilebileceğine inanılmaktadır. (Jaehn, 2000: 2-38) TKL, değerli metotların uygulanması, insanların geliştirilmesi ve bilgilendirilmesi, organizasyonlardaki materyallerin, hizmetlerin ve tüm süreçlerin geliştirilmesi için sürekli geleceğe bakmayı ifade eder.(Archester, web) Buna paralel olarak TKL için; organizasyonun tüm temel süreçlerini değerlendirmek ve iyileştirmek için bugün ve gelecekte tüm çalışanların bilgilerinin ve kantitatif metotların etkin olarak kullanılmasıdır da, denilebilir. TKL, tüm işlerde mükemmelliğin oluşumu ile müşterilere en yüksek değerin kazandırılmasına odaklanan sistemdir. Başka bir ifade ile; örgütsel süreçlerin, müşterilere değerli ürünler ve servisler vermeleri konularını inceler ve geliştirir.(Archester, web) Bu yöntem, herkesin organizasyonun yönetimine katılımını teşvik edecek bir ortam sağlayarak ve onların kabiliyetlerini bilimsel çalışmalar geliştirerek her proseste iyileştirmeyi hedefler.(Joiner, web) Yani, sahip olunan tüm değerleri ve inançları kucaklayarak, bunların devamlılıklarını ve örgütün doğru şeyler yapmasını sağlar.(Mortiboys, web) Bu sonuca, çalışanların bilgilerini ve işletme süreçlerini geliştirmek için cesaret ve imkân sağlayan bir ortam oluşturarak ulaşılabilir. Söz konusu ortam, “kalite dönüşümünün yaşandığı ortam”, olarak adlandırılabilir. Kalite dönüşümü, lidere bağlı olan bir dönüşümdür. Kalite dönüşümünde diğer bir ifadeyle kalite iyileştirmede, ilk görev misyona açıklık kazandırmak, ikincisi ise değişim için kararlılıktır. Bu iki kavram da liderlik potasında bütünleştirilmelidir. (Dağlı, 2003: 64-71) Kalite bilincinin organizasyonda yayılması ve kurumsallaşması için üst yönetimin liderliği şarttır. Her başarılı kalite devriminin arkasında etkin liderliğin olduğu unutulmamalıdır.(Aktan, web) Çalışanları, müşteri servisi ve çağdaş toplam kalite yönetimi teknikleri hakkında eğitmek ve onlara bunu benimsetmek için geliştirilmiş çabalar bütünü(http://www.mankato.msus.edu) anlamına da gelen TKL, doğruya yönlendirilen bilgi verileri aracılığıyla müşteri tatminini irdeler ve onlara ilişkin örgüt içi ve örgüt dışı büyük hedefler ister. (Jaehn, 2000: 2-38) 234 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… TKL; önceliği, kâr / zarar hesabına değil müşteriye veren bir yönetim felsefesidir. TKL’nin özel odağı müşterilerdir. Kaliteye organizasyonun üyeleri tarafından karar verilir. (Jaehn, 2000: 2-38) Liderliğe kalite odaklı olarak yaklaşılacaksa; müşteriden devamlı geri besleme alınması ve organizasyonun birimleri içerisinde ve birimler arası düzenli iletişimin sağlanması hususları göz ardı edilmemelidir. (Joiner, web) Uygun ilişkilerin gelişimi TKL’nin uygulanmasına bağlıdır.(Hourani and Hurtado, 2000: 478-484) Örgüt içi iletişim ve örgütün çevresi ile olan iletişiminde, destekleyici ilişkiler ve etkileşim TKL için önemli bir durumdur. Bu tür ilişkiler; kısa ve uzun dönemli planlar, formulasyonel değişimler, sistemler ve süreçler dahil olmak üzere nitelikler ve performans göstergeleriyle ilgili önemli verilerin ve bilgilerin değişimi için ortam oluşturur.(Jaehn, 2000: 2-38) Bu ortam, verilerle yönlendirilen iç ve dış birçok değişkenin izlenmesini içeren TKL’nin işini kolaylaştırır. Değişkenlerin izlenmesi ile sonuca ulaşmaktan ziyade, derin doğruların aranması ve bulunmasına odaklanılır. 4. Toplam Kalite Liderliği’nin Özellikleri Toplam Kalite Liderliği’nin başlıca özelliklerini aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür : 1. Çalışanları hayalle yönlendirmek. 2. Meslektaşlarını eğitmek, farklı görüşleri ve stratejileri birleştirerek sonuçları tasarlamak. 3. Bütünüyle olaya yoğunlaşmak ve insanların görüşlerini olaydan sonra almak. 4. Kritik bir nokta çıkabilir düşüncesiyle küçük şeyleri bile araştırmak. 5. Rekabet ile eğlencenin bir arada olabileceğine inanmak. (Dağlı, 2003: 65-71) 6. Organizasyonun etkisizliğini teşhis etmek ve tanımak için kaliteye sıçrama modeline başvurmak. 7. İşleri, bilimsel olarak ayrıntılı şekilde incelemek. 8.Sürekli takip edilen standartların yönlendirdiği, süreçler ve yöntemler oluşturmak. 9. Liderlik yetenekleri ile yönetim yeteneklerini kalite yönetimi içerisinde güçlendirmek. 10. Hem iç hem de dış müşterilerin gereksinimlerini bilmek. 11. Çok aktif olmak. 12. Öncelikli şeyi ilk sıraya koymak. 13. Otoriteye itaat etmek yerine, sistemi ve insanların becerilerini geliştirmeye çalışmak. 235 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 14. Anlamayı, anlaşılır olmaya tercih etmek. 15. Sinerji oluşturmak. 16. Personeli güçlendirmek ve personele yetki vermek. 18. İletişim sistemini hiyerarşiye göre değil ihtiyaçlara göre dizayn etmek. 19. Açıkça ve geniş olarak anlaşılmış bir vizyonu uygulamak. (Joiner,http://deming.eng.clemson.edu/pub/den/files/tql.txt,http://www.blanchardtraining.com/areas/totquella.cfm,http://deming.cas/clemson.edu.pub/den/files, http://nacda.fansonly.com/convention/proceedings/2000/00leadership.html, http://unpant.un.org/intradoc/groups/public/documents/aspa/unpan002508.pdf) 5. Metodoloji 5.1. Ana Kütle ve Örneklem Araştırmanın ana kütlesini Elazığ’da bankacılık ve finans sektörü çalışanları oluşturmaktadır. Bankacılık ve finans sektörü ülkenin ekonomik kalkınmasında ve sermaye birikiminin sağlanmasında önemli bir rol üstlenmektedir. Bu sektörde sağlanacak; kalite, hız ve performans ülke kalkınması ve müşteri tatmini açısından yüksek düzeyde yararlı sonuçlar doğuracaktır. Kalite, hız ve performans kriterlerinin sağlanması da etkin bir liderlik uygulamasına bağlıdır. Bilgi Çağı’nın gereği de Toplam Kalite Liderliği’dir. Bu nedenle, bankacılık ve finans sektörü çalışanları ana kütle olarak seçilmiştir. Elazığ’da on dokuz banka ve bir finans kurumu şubesinde toplam 400 personel çalışmaktadır. Bunlar arasından tesadüfi olarak seçilen 115 tanesine anket dağıtılmış ve dağıtılan anketlerin 75 tanesi geri dönmüştür. Dönen anket formlarının 5 tanesi çeşitli hatalar nedeniyle değerlendirme dışı bırakılmıştır. Bu sayının da ana kütleyi temsil kabiliyetine sahip olduğu düşünülmektedir. 5.2. Veri Toplama Yöntemi Teorik kısım için literatür taraması yapılmıştır. Uygulama kısmı için de, bankacılık ve finans sektöründeki yöneticilerin “Toplam Kalite Liderliği” özelliklerine sahip olup olmadıklarını belirleyebilmek amacıyla çalışanlar üzerinde anket uygulanmıştır. Anket; demografik niteliklerle ilgili beş soru ve TKL ile ilgili 17 sorudan oluşmaktadır. Bu sorular, farklı alternatifleri içeren üçer seçenekli sorulardır. 236 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… 5.3. Veri Değerlendirme Yöntemi Anketler aracılığıyla toplanan veriler, SPSS 10.0 paket programı aracılığıyla istatistiksel analize tabi tutulmuştur. Bu analiz sonucunda hesaplanan; frekans dağılımları, ağırlıklı ortalamalar ve χ2 testi sonuçları yorumlanmıştır. 6. Verilerin Çözümlenmesi 6.1. Frekans Dağılımları 6.1.1. Demografik Nitelikler Demografik niteliklere ilişkin frekans dağılımları Tablo 6.1.’de gösterildiği şekildedir : Tablo 6.1. : Demografik Nitelikler Demografik Nitelikler Yaş Cinsiyet Hizmet Süresi Eğitim Düzeyi Yaş Cinsiyet Hizmet süresi Eğitim düzeyi a Sayı 30 30 28 6 b % 42,9 42,9 40 8,6 Sayı 34 40 20 64 c % 48,6 57,1 28,6 91,4 Sayı 6 — 22 — % 8,6 — 31,4 — Toplam Sayı % 70 100 70 100 70 100 70 100 → a : 30 ve altı (Genç) b : 31-45 arası (Orta) c : 46 ve üzeri (İleri) → a : Erkek b : Kadın → a : 5 ve altı (Az) b : 6-10 arası (Orta) c : 11 ve üzeri (Fazla) → a : Lise ve aşağısı b : Üniversite Tabloya dikkat edildiğinde araştırma kapsamındaki personelin çok önemli bir kısmının genç ve orta yaş grubunda yoğunlaştıkları görülmektedir. Buna karşılık küçümsenemeyecek orandaki iş görenin deneyimlerinin 11 yıldan fazla olduğu dikkat çekmektedir. Çalışanların cinsiyete göre dağılımlarının birbirine yakın oranda gerçekleşmesi de, bankacılık ve finans sektörünün kendine özgü şartlarından kaynaklanmaktadır. Anketi cevaplayanların çok önemli bir kısmının üniversite mezunu olması, “Bilgi Toplumu” açısından olumlu bir göstergedir. 6.1.2. Astlar Açısından Yöneticilerin TKL Özellikleri Astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine göre değerlendirilmelerine ilişkin sonuçlar Tablo 6.2.’de gösterildiği şekildedir. Astların mesleki yeteneklerini sürekli geliştirebilmek için yöneticilerin gereken her gayreti gösterme düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,77’dir. Toplam kalite liderliğinin birinci faktörü açısından yöneticilerin çok iyi bir düzeyde oldukları 237 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) söylenemese de, olumsuz noktada oldukları da söylenemez. Bu faktör itibarıyla yöneticilerin bilgi toplumunda TKL’ne yatkın oldukları söylenebilir. Tablo 6.2. : Astlar Açısından Yöneticilerin TKL Özellikleri Cevaplar Sorular 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 a Sayı 2 16 22 20 4 16 6 4 6 12 8 6 4 14 10 12 b % 2,9 22,9 31,4 28,6 5,7 22,9 8,6 5,7 8,6 17,1 11,4 8,6 5,7 20,0 14,3 17,1 Sayı 44 46 36 44 40 20 10 50 30 32 46 42 48 50 30 22 32 c % 62,9 65,7 51,4 62,9 57,1 28,6 14,3 71,4 42,9 45,7 65,7 60,0 68,6 71,4 42,9 31,4 45,7 Sayı 24 8 12 6 26 34 54 16 34 26 16 22 18 6 30 48 26 % 34,3 11,4 17,1 8,6 37,1 48,6 77,1 22,9 48,6 37,1 22,9 31,4 25,7 8,6 42,9 68,6 37,1 Toplam Sayı % 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 70 100,0 Ücret, terfi ve izin gibi konularda çalışanların memnuniyet derecelerini artırmak için gerekli iyileştirmeleri yapma düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,63’tür. Bu faktör açısından yöneticilerin olumsuz noktada oldukları görülmektedir. Ücret, terfi ve izin gibi konularda çalışanların görüşlerine başvurma düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,62’dir. Yöneticiler, bu faktöre göre de olumsuz noktadadırlar. Ücret, terfi ve izin gibi konularda yeni imkânlar ortaya çıkarmak için gereken her çabayı gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,60’tır. Bu sonuç, yöneticilerin söz konusu faktör ile ilgili olarak olumsuz görünümde olduklarını ortaya koymaktadır. İş ile ilgili problemlerde yöneticilik konumunu düşünmeyip çalışanlara yardımcı olma düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,77’dir. Beşinci faktörle ilgili olarak yöneticilerin vasat bir düzeyde oldukları ve TKL’ne yatkın oldukları söylenebilir. Çalışanların insani özelliklerine önem verme düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,75’tir. Bu faktörle ilgili olarak yöneticilerin asgari tutumu gösterebildikleri ve TKL eğilimlerinin olduğu söylenebilir. 238 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… Görevler, iş ortamı ve insan ilişkileri konusunda kaliteye önem verme konusundaki ağırlıklı ortalama 0,90’dır. Bu faktörle ilgili olarak yöneticilerin çok iyi bir düzeyde oldukları görülmektedir. Bu sonucunda TKL açısından ideal olduğu söylenebilir. Yönetim fonksiyonlarını yerine getirirken yöneticilerin bilimsel davranma düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,72’dir. Bu sonuç, yöneticilerin bulundukları noktanın iyi ya da kötü şeklinde değil de vasat kabul edilebileceğini göstermektedir. Kültürel değerler, alışkanlıklar ve kişisel özellikler konusunda ortaya çıkan farklılıklara hoşgörü gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,80’dir. Bu sonuç, yöneticilerin söz konusu faktörle ilgili olarak olumlu bir yerde olduklarını ve bunun da TKL için ideal olduğunu ortaya koymaktadır. Çalışanların görevlerini daha kaliteli yerine getirebilmeleri için gerekli eğitimi almaları için özel çaba gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0.73’tür. Bu sonuç, yöneticilerin ideal düzeyden uzak olduklarını ancak çok olumsuz bir noktada da olmadıklarını göstermektedir. Herkesin benimsediği bir ekip ruhu oluşturabilme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,70’dir. Bu faktör açısından yöneticilerin olumsuz bir noktada oldukları yani herkesin benimseyebileceği bir ekip ruhu oluşturamadıkları söylenebilir. Çalışanlar ya da firma ile ilgili konularda çalışanları bilgilendirme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,74’tür. Bu faktör açısından da yöneticiler kısmen olumlu bununla birlikte yetersiz kabul edilebilecek bir noktada oldukları söylenebilir. İleri görüşlülük düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,73’tür. Bu faktör açısından yöneticilerin olumlu ya da olumsuz noktada oldukları söylenemez. Ancak TKL’ye yatkınlık olduğu söylenebilir. Bir üst yöneticiye danışmadan karar alabilme ve inisiyatif kullanma düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,63’tür. Buna göre yöneticilerin TKL açısından olumsuz bir noktada oldukları söylenebilir. Eleştiriye açık olma düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,76’dır. Bu sonuç vasatın biraz üzerinde ve kısmen olumlu olarak kabul edilebilir. Yani TKL açısından iyimser olarak kabul edilebileceği söylenebilir. Görevleri açısından yöneticilerin kendilerini geliştirme düzeylerine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,90’dır. Bu faktör açısından yöneticilerin ideal şartları taşıdıkları ve bunun TKL için önemli olan bir özellik olduğu söylenebilir. 239 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Çalışanların haklarını daha üst yöneticilere karşı korumak için gayret gösterme düzeyine ilişkin ağırlıklı aritmetik ortalama 0,73’tür. Bu faktör açısından yöneticilerin vasat olarak kabul edilen bir noktada oldukları kabul edilebilir. Bahsedilen tüm faktörlerin genel ağırlıklı aritmetik ortalaması 0,73’tür. Buna göre; astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine yatkınlıklarının olduğu ancak yatkınlık düzeyinin zayıf göründüğü söylenebilir. 6.2. Çapraz Tablolar ve χ2 Test Sonuçları TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi yapanların yaşları arasındaki ilişki Tablo 6.3.’te gösterildiği gibidir. Tablo 6.3. : Çalışanların Yaşları – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi TKL Özellikleri Ortalaması 1 2 Çalışanların Yaşları Toplam 1 34 30 64 2 6 - 6 40 30 70 Toplam Genç ve orta yaş grubundaki çalışanların 0,53’üne göre (34/64) yöneticiler TKL özellikleri açısından düşük düzeyde görülürken, bu yaş grubundakilerin %47’si yöneticileri TKL açısından yüksek düzeyde görmektedirler. İleri yaş grubundaki çalışanların %100’ü yöneticileri TKL açısından düşük düzeyde görmektedirler. Çalışanların yaşı ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmaktadır.[p<0,05] İş gören özellikleri açısından yapılan araştırmalarda çalışanların yaşları ile bazı davranışsal boyutlar arasında bağlantı olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle; yaş ile iş tatmini arasındaki bağlantı uluslar arası düzeyde yapılan bazı çalışmalarda kanıtlanmıştır.(Davis, 1982: 100) Bu araştırmada da çalışanların yaşları ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmasını bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi yapanların hizmet süreleri arasındaki ilişki Tablo 6.4.’de gösterildiği gibidir. Tablo 6.4. : Çalışanların Hizmet Süreleri – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi TKL Özellikleri Ortalaması Toplam 1 2 Çalışanların Hizmet Süreleri Toplam 240 1 24 24 48 2 16 6 22 40 30 70 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… Hizmet süresi az olan çalışanların %50’sine göre (24/48) yöneticiler TKL özellikleri açısından düşük düzeyde görülürken, aynı gruptakilerin diğer yarısı da yöneticileri TKL açısından yüksek düzeyde görmektedirler. Hizmet süresi fazla olanların %73’ü (16/22) yöneticileri TKL açısından düşük düzeyde görürken, bu grubun %27’si de yöneticileri TKL açısından yüksek düzeyde görmektedirler. Çalışanların hizmet süresi ile yöneticilerini TKL açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır.[p>0,05] Aslında; çalışanların hizmet süreleri (tecrübeleri) ile bazı davranışsal boyutlar arasında bağlantı olduğunu bildiren çalışmalar bulunmakla beraber, bazı araştırmalarda da bunun tersi kanıtlanmaktadır.(Liden, Stillwell and Ferris, 1996: 329) Araştırmamızda, çalışanların hizmet süreleri ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında anlamlı bir bulunmaması bu doğrultuda değerlendirilebilir. TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi yapanların eğitim seviyeleri arasındaki ilişki Tablo 6.5.’de gösterildiği gibidir. Tablo 6.5. : Çalışanların Eğitim Seviyeleri – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi TKL Özellikleri Ortalaması 1 2 Çalışanların Eğitim Seviyeleri Toplam 1 2 2 4 Toplam 6 38 26 64 40 30 70 Eğitim seviyesi lise ve altında olan çalışanların %33’ünegöre (2/6) yöneticiler TKL özellikleri açısından düşük düzeyde görülmekte iken, aynı gruptakilerin %67’si yöneticileri TKL özellikleri açısından yüksek düzeyde görmektedirler. Eğitim seviyesi ön lisans ve üzeri olanların %59’una göre (38/64) yöneticiler TKL açısından düşük seviyededirler. Bununla birlikte aynı gruptakilerin %41’i de yöneticileri TKL özellikleri açısından yüksek seviyede görmektedirler. Çalışanların eğitim seviyeleri ile yöneticilerini TKL açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır.[p>0,05] Eğitimin işletme yönetimi açısından önemi iki yönüyle vurgulanmaktadır. Birincisi, yetenekler ve özelliklerin gelişmesi ile iş gören – iş uyumu arasındaki ilişkidir. Diğeri de, toplumlar arasında kültürel aktarımların başlıca araçlarından biri olmasıdır.(Erdoğan, 1994: 116) Özellikle; Bilgi Toplumu’nun en önemli varlığının eğitilmiş insan olduğu göz önüne alındığında eğitim seviyesi yükselen çalışanların, yöneticilerini TKL özellikleri açısından yeterli görmemelerini anlamak daha kolay olacaktır. 241 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) TKL özelliklerine ait değerlendirmelerin ortalaması ile bu değerlendirmeyi yapanların cinsiyetleri arasındaki ilişki Tablo 6.6.’da gösterildiği gibidir. Tablo 6.6. : Çalışanların Cinsiyetleri – TKL Özellikleri Ortalaması İlişkisi TKL Özellikleri Ortalaması 1 2 Çalışanların Cinsiyetleri Toplam Toplam 1 18 12 30 2 22 18 40 40 30 70 Erkek çalışanların %60’ına göre (18/30) yöneticiler TKL özellikleri açısından düşük seviyededirler. Erkek çalışanların %40’ına göre de yöneticiler TKL özellikleri açısından yüksek seviyededirler. Kadın çalışanların %55’ine göre yöneticilerin TKL özelliklerinin düşük seviyede olduğu görülmektedir. Kadın çalışanların %45’ine göre de yöneticiler TKL özellikleri açısından yüksek seviyededirler. Çalışanların cinsiyetleri ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır.[p>0,05] İş gören davranışları ile cinsiyet arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalarda farklı sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin; bir araştırmada erkeklerin ve kadınların iş davranışları konusunda benzer özelliklere sahip oldukları yani cinsiyet ile davranış arasında bir ilişki olmadığı saptanmıştır.(Kaldenberg, Becker and Zvankis, 1995: 1360) Bu sonuç; araştırmamızda çalışanların cinsiyetleri ile yöneticilerini TKL özellikleri açısından değerlendirmeleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmaması şeklindeki sonuç ile de örtüşmektedir. Sonuç Teorik çerçevede yer alan açıklamalara göre; bilginin sosyal, kültürel, teknik ve ekonomik yaşamın en stratejik kaynaklarından birisi olduğu, teknolojinin hammaddesi olan bilginin her alanda kullanılması sonucu sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişimin gerçekleştiği, bu sürece bağlı olarak, bilgiyi üretme ve kullanma konularına yoğunlaşmanın yaşandığı alanlardan birisi olan işletmelerde liderlerin öneminin daha da artmış bulunduğu anlaşılmaktadır. Yine teorik bölümdeki açıklamalardan çıkarılan bir diğer sonuç da; bilgi çağı ile yaşanan değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı liderlik türlerinden birisinin ; “Toplam Kalite Liderliği” olduğudur. Astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine göre değerlendirilmelerine ilişkin veriler incelendiğinde; TKL faktörlerinin genel ağırlıklı aritmetik ortalamasının 0,73 olduğu görülmektedir. Bu sonuca göre; astlar açısından yöneticilerin TKL özelliklerine yatkınlıklarının yüksek düzeyde olmadığı anlaşılmaktadır. Genel ortalama açısından bu 242 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… yöneticilerin bilgi çağının gerektirdiği liderlik türlerinden birisi olan TKL için kendilerini geliştirmelerini ve araştırma kapsamındaki işletme sahiplerinin de bu konuda yöneticilerine destek vermelerini önermek mümkündür. Toplam kalite liderlik özelliklerinin her birisine ilişkin bulgular incelendiğinde; bazı faktörler açısından yöneticilerin yatkınlıklarının yüksek düzeyde oldukları görülmektedir. Yöneticilerin yatkınlık düzeyleri açısından en yüksek ortalamaya ulaştıkları iki faktör aynı puana sahiptir. Bunlar; “görevler, iş ortamı ve insan ilişkileri konusunda kaliteye önem verme” ve “görevleri açısından yöneticilerin kendilerini geliştirme” faktörleridir. Toplam kalite liderlik özellikleri arasında yöneticilerin yatkınlıklarının yüksek olduğu diğer faktör; “kültürel değerler, alışkanlıklar ve kişisel özellikler konusunda ortaya çıkan farklılıklara hoşgörü gösterme” özellikleridir. Buna karşılık bazı faktörler açısından da yöneticilerin yatkınlıklarının genel ortalamanın altında çıktığı görülmektedir. Yöneticilerin yatkınlık düzeyleri açısından en düşük ortalamaya ulaştıkları faktör; “bir üst yöneticiye danışmadan karar alabilme ve inisiyatif kullanma” faktörüdür. Çalışanların yöneticileri bu faktör açısından yeterli görmemeleri yöneticiler ve işletme sahipleri için dikkate alınması gereken önemli bir sonuçtur. Bu konuda üst yöneticilerin daha fazla yetki devretmelerini önermek mümkündür. Ücret, terfi ve izin konularında “çalışanların görüşlerine başvurma düzeyleri”, “çalışanların memnuniyet derecelerini artırmak için gerekli iyileştirmeleri yapma düzeyleri” ve “yeni imkânlar ortaya çıkarmak için gereken her çabayı gösterme düzeyleri” gibi faktörler için yöneticilerin yatkınlık düzeyleri açısından yine en düşük ortalamaya ulaştıkları görülmektedir. Ancak ücret, terfi ve izin konularında yöneticilerin etkili rolleri olmadığı dikkate alınarak, bu faktörler açısından elde edilen bulguların değerlendirme dışı tutulmasının daha doğru olacağı düşünülmektedir. Buna karşılık işletme sahiplerinin bu faktörler açısından yöneticilere kısmen de olsa yetki devretmelerini önermek mümkündür. Çünkü ancak bu şekilde yöneticiler bilgi çağı ile yaşanan değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı liderlik türlerinden birisi olan; “Toplam Kalite Liderlik” özelliklerini kazanabilirler. Kaynaklar 35thNACDAConvention,http://nacda.fansonly.com/convention/proceedings/2000/00 leaders hip.html, Erişim 10.12.2003. Akdemir Ali, Entelektüel Liderlik, http://www.isguc.org. 243 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Aktan Coşkun Can, Kalite Bilinci, Liderlik ve Toplam Kalite Felsefesi, http://www.canaktan.org/canaktan_personel/canaktan-arastirmalari/toplamkalite/aktankalitebilinci.pdf. Archester Houston and Steven L. Dockstader, Total Quality Leadership, http://unpant.un.org/intradoc/groups/public/documents/aspa/unpan002508.pdf. Atik Selahattin, Bilgi Toplumunda Yönetici Nitelikleri, http://kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi /yayinlar/ Yayin1999/217-bilgitoplumu.htm. Aydemir Nilgün, Bilgi Çağında Öğrenen Organizasyonlar ve Kariyer, İktisat-İşletme ve Finans Dergisi, 8/1999. Barnatt C., The Computers in Business Blueprint, Blackwell Publications, Oxford 1994. Baş Türker, Toplam Kalite Liderliği,http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/yayinlistesi/ yayinlar/Yayin1999/212-toplamkalite%20liderligi.htm. Bensgir T. Kaya, Bilgi Teknolojileri ve Örgütsel Değişim, TODAİE Yayınları, Ankara, 1996. Dağlı Abidin, Toplam Kalite Yönetiminde Liderlik, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C 2, S 6, 2003. Davis Kaith, İşletmelerde İnsan Davranışı, Çeviren: Kemal Tosun v.d., 5. Baskı, İstanbul, 1982. Demircan M.Levent ve Arda Moltay, Bilgiyi Yönetmek, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1997. Erdoğan İlhan, İşletmelerde Davranış, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1994. Eren Erol, Yönetim ve Organizasyon, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 2001. Erkan Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, T.İş Bankası Kültür Yayınları, No:326, IV. Baskı, Ankara, 1998 George J. and G.R. Jones, Organizational Behaviour, Addison-Wesley Pub.Co., USA 1995. Hourani Laurel L. and Suzanne L. Hurtado, Total Quality Leadership in the U.S. Navy : Effective for Health Promotion Activitie, Prev.Med., Vol 30, Is 6, 2000. Jaehn A.H., Requirements for Total Quality Leadership, Intercom, Vol 47, Is 10 2000 Joiner Brien L. and Peter L. Scholtes, Total Quality Leadership Vs. Management By Results, http://deming.eng.clemson.edu/pub/den/files/tqltxt. Kaldenberg D.O., B.O. Becker and A. Zvankis, Work and Commitment Among Young Professionals a Study of Male and Female Dentists, Human Relations, Vol 48, Iss 11. Koçel Tamer, İşletme Yöneticiliği, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 2001. 244 Bilgi Toplumu’nda Toplam Kalite Liderliği… Krausz Rosa, Power and Leadership in Organizations, Transactional Analysis Journal, V: 16, N: 8, USA, 1986. Liden C.R., D.Stilwell and G.Ferris, The Effect of Supervisor and Suberdinate Age on Objective Performance and Subjective Performance Ratings, Human Relations, Vol: 49, Iss. 3, 1996. Mortiboys Ron and John Oakland, Total Quality Management and Effective Leadership, http://www.dti.gov.uk/mbp/bpgt/m9ja910011.html. Öğüt Adem, Bilgi Çağında Yönetim, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001. Stensaasen Svein, How May We Use The Search Conference To Start Implementing Total Quality Leadership in a Company, Total Quality Management, Vol 5, Iss 6, 1994. Toffler Alvin ve Heidi Toffler, Yeni Bir Uygarlık Yaratmak, Üçüncü Dalganın Politikası, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1995. Total Quality Leadership Vs. Management By Results, http://deming.cas/clemson. edu. pub/den/files. Total Quality Leadership, http://www.blanch-ardtraining.com/areas/totquella.cfm. Total Quality Management / Leadership,http://www.mankato.msus.edu/univops/handbook/ qualityleadership.html. Yates Ronald, Total Quality Leadership an American Tradition, Vital Speeches of The Day, Vol 61, Iss 7, 1995. Yozgat Uğur, Yönetim Bilişim Sistemleri, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 1998. 245 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 246 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 247-266, ELAZIĞ-2005 İNSAN KAYNAKLARI AÇISINDAN KURUMSAL İMAJ Corporate Image from Perspective Human Resources Ferit KÜÇÜK Harran Üniversitesi, İ.İ.B.F., İşletme Anabilim Dalı, Osmanbey Kampüsü, Şanlıurfa. [email protected] ÖZET Artan bilgi teknolojileri ve rekabetin getirdiği şartlar işletmeleri değişim yapmaya itmiştir. Son on yılda kurumların kendilerini toplumun tüm kesimlerine anlatma ve tanıtma gerekliliği her zamankinden daha fazla ön plana çıkmaktadır. Çünkü kurumların yaşamlarını uzun süre devam ettirebilmeleri kurumları kuşatan, onlarla alış veriş içinde bulunan grupların beklentilerinin karşılanması ile mümkün olacaktır. Kurumların tüm paydaş grupları, işletmelerin yaptıklar ve söyledikleri ile o kurum hakkında bir izlenime sahip olacaklardır. Bir paydaş grubu olan kurum çalışanlarının da kendi kurumları ile ilgili bir imajları vardır.Bu çalışmada kurum imajının çalışanlar açısından bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Kurum imajı, Çalışanlar, İnsan Kaynakları. ABSTRACT Increasing information technologies and rivalry lead firms to make some changes. Institutions had to introduce themselves more intensively society in the last ten years. In order to live for a long run, institutions must correspond to their customers expectations. Inspired by behavior of institutions, stakeholder have impressions about them. This is the image in stakeholders mind.The workers of institution, as a stakeholders, also has an of their own institution. As the positive corporate image leads to increasing of sales and profits, when the workers percept positive corporate image of their institutions, their performance will olso increase.This study which examine to corporate image from perspective of corporate human resources. Key Words: Corporate Image, Employees, Human resources. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) GİRİŞ Son yıllarda kurumların kendilerini toplumun tüm kesimlerine anlatma ve tanıtma gerekliliği her zamankinden daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir. Kurumlarının devamlılığı onları kuşatan, onlarla alış veriş içinde bulunan grupların beklentilerinin karşılanması ile mümkün olacaktır. Kurumların tüm paydaş grupları, işletmelerin yaptıklar ve söyledikleri ile o kurum hakkında bir izlenime sahip olacaklardır. Bir paydaş grubu olan kurum çalışanlarının da kendi kurumları ile ilgili bir imajları vardır. Kurum imajını genel olarak değerlendirmeye yönelik olarak yapılan araştırmalarda, kurumun iyi yönetim tarzı, finansal gücü, yenilik yapma becerileri, nitelikli personeli kuruma çekme ve onları elde tutma becerileri, sosyal sorumluluk bilinci gibi kriterlerle değerlendirildikleri görülmektedir Çalışanlarda kendi kurumlarını, kurumlarının kendilerine verdikleri ile algılamaları muhtemeldir. İnsan kaynakları politikalarını çalışanlarla birlikte belirlemeleri ve çalışanların beklentilerine cevap verebilme ölçüsünde kurum imajının çalışanlar tarafından algılanması daha fazla olacaktır.. 1. İnsan Kaynakları Yönetiminin Tanımı, Amaçları Ve Kurum İçindeki Yeri 1.2.İnsan Kaynakları Yönetiminin Tanımı İnsan kaynakları yönetimi, örgüt ve çalışanlar arasındaki ilişkileri etkileyen tüm yönetim karar ve hareketleridir( Fındıkçı,1998; 14). Başka bir tanımda ise; insan kaynakları yönetimi, yönetici yada operasyon el basamaklarda çalışanların etkinliğinin artırılması için destek faaliyetlerinin düzene sokulmasını amaçlar (Sabuncu oğlu,2000; 4). Genel anlamda insan kaynakları yönetiminin insana odaklanmış çalışanların ilişkilerini yönetsel bir yapı içinde ele alan, kurum kültürüne uygun çalışma politikalarını geliştiren ve genel olarak kurumda bir bütünlük anahtarı oluşturan bir özelliğe sahip olduğu söylenebilir (Fındıkçı, 1998; 16). Kurumların küreselleşmeyle birlikte girdikleri değişim süreci işletmelerde küresel bir vizyon oluşturmak işletmelerin yapısını ve yönetim anlayışını değiştirmek, yeni bir kurum kültürü yaratmak ve insan kaynakları kullanımının etkinleştirilmesi konusunda uygulamalar getirmiştir. Kurumlar yüksek rekabet, hızlı uyum, yüksek standartlarda ürün ve hizmet üretimi ve yenilik konularında üstün performans göstermek zorundadırlar. Bu performans rekabetin etmenin gereğidir ve kurumlar rekabet avantajı elde etek için değişmek zorunda kalmışlardır. Kurumların geçirdikleri bu değişimden kaynaklanan kurum kültürü böylece gerçek temellere oturtulabilmektedir. Kurum kültürü hedef grupların gözünde bir kurum imajı oluşturması sayesinde rekabet edebilmenin bir yolu 248 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj olarak kullanılmaktadır (Güzelcik,1999; 139). Bilim ve teknolojilerdeki hızlı gelişmeler toplumsal yaşamda bir devrim niteliğindeki değişiklikler yaratmıştır. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve ulaşım olanaklarının artması, önceden olanaksız olan bir çok şeyi insan yaşamının parçası haline getirmiştir. Gümrük duvarları ile korunan ulusal ekonomiler içindeki küreselleşme dalgası karşısında korumasız kalmışlardır. Bugün dünyanın ileri toplumları, sanayi sonrası toplum haline gelmiştir. Kurumların varlıklarını sürdürebilmesi için iki seçenek vardır. Bir sarmaşık gibi günden güne büyüyen bu dalganın parçası olmak yada bu örgütlerle rekabet edebilecek koşulları yaratmak. Artık sermayenin bilgi ve hizmet işlerinde insanın yerine ikame edilemeyeceği ve bütün işlerde ileri teknolojilerinde kendine verim yaratmayacağı gerçektir (Drucker,1996; 102). Bilgi toplumu çalışması bilgi akışına dayanan büyük organizasyonlardan oluşmaktadır. Bilginin en değerli örgütsel kaynak, üretim aracı ve aynı zamanda temel ürün olduğu, öyle ki insan kaynaklarının çoğunluğunun bilgi endüstrisinin iş görenlerinden oluştuğu ve enformasyonun diğer göstergelere göre ekonomik ve toplumsal olarak da baskın olacağı toplum biçimi “bilgi toplumu” olarak adlandırılmaktadır (Mutlu,1995;116). Bilgi toplumunun en önemli araç ve amacı yine bilgidir. Ancak patentli yada başarılı yeniliklerin % 60’ı piyasaya sunulmasını takip eden dört yıl içinde taklit edilmektedirler (Pfeffer,1995; 7). Öyleyse rekabette üstünlük sağlamak için taklit edilmeyecek donanımlara sahip olmak gerekmektedir (Drucker,1996;3) İnsan kaynakları yönetimi anlayışı insan öğesini örgütün merkezinde gören onu ön plana çıkaran bir yaklaşımdır (Betaman, Zeithmal, 1993; 346). İnsan kaynakları yönetimi stratejik bir role sahiptir. Çünkü işletmenin insan kaynağını rekabetçi avantaja dönüştürmeyi sağlar (Canman,1995;55). Örgütsel yaşamın en önemli öğesi insandır. Örgüt kültürünü benimsemiş, örgüte bağlı nitelikli çalışan, rakipleri karşısında daima avantaj sağlamaktadır. Dolayısıyla nitelikli insana sahip olmak üstünlük için birinci aşama ise, ikinci aşama da ise insanlarını örgütte tutabilmektir. Bu yola örgütün eğitim yatırımlarından yeterince yararlanması sağlanırken diğer taraftan yaptığı bu eğitim yatırımlarının rakip örgütlere akması engellenmektedir. Yaşadığımız değişimler gözönüne alındığında, önümüzdeki on yıl içinde dünyanın neye benzeyeceğini tahmin etmek oldukça güç. Kesin olan tek şey var. Bizi buraya getiren şey, oraya götürmeyecek. Artık örgütün en önemli varlığının insan olduğu düşüncesi bir klişe olmaktan çıkmıştır. İnsanlar yegane dinamik varlığı oluşturmaktadır. İnsanlar olmadan hiçbir şey gerçekleşemez. İnsan kaynakları departmanının görevi insanların işlerinde daha verimli olmalarının yanı sıra, işlerinden daha çok doyum elde 249 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) etmelerine yardımcı olmaktır (Fitz, Phillips, 2001;2-3). 1.3.İnsan Kaynakları Yönetiminin Amaçları İnsan kaynakları yönetiminin amaçlarını şu şekilde belirtebiliriz: Bir örgütü oluşturan insanları en etkin bir biçimde bir araya getirmek ve örgütlemek, bireyin ve çalışan grupların refahını gözetmek suretiyle örgütün başarısına katkıda bulunmalarını sağlamaktır (Tutum,1976; 2). Günümüzün değişen iş ortamında insan kaynakları yönetimini aşağıdaki gibi ifade edebiliriz (Palmer,1993;;25).İnsan kaynaklarını örgütün amaçları doğrultusunda en verimli şekilde kullanmak • Çalışanların ihtiyaçlarının karşılanması ve gelişimlerinin sağlanması • Örgütsel değişimi sağlamak ve bunu sürekli kılmak • Öğrenen bir örgüt yaratmak • Çalışanların örgütsel bağlılığını yaratmak İnsan kaynakları sorumluluklarını yerine getirirken üst yönetimin destek ve katılımını sağlamak, personel stratejileri ile işletme stratejilerini uyum içinde birleştirmek, istihdam politikalarını benimsemek, güçlü kültürel değerlere bağlı kalmak ve çalışanların tutum ve davranışlarına önem vermek zorundadır. Küresel dünyada insan kaynakları yönetiminin temel amacı, iyi seçilmiş motive edilmiş, eğitilmiş bir insan gücü yaratmaktır. Konusunu çok iyi bilen, kendisi ve çevresi ile barışık, kendisini sürekli geliştiren, çabuk hizmet veren, yaratıcı özelliği olan bir personel profilinin yaratılması temel amaç olarak seçilmiştir. (Ekin,1999; 85) 1.4. İnsan Kaynakları Yönetiminin Kurum İçindeki Yeri Örgütlerde insan kaynakları yönetimi küreselleşen ve bilgi teknolojilerinin yoğunluğunda yaşayan kurumların en çok konuştukları konulardan biri haline gelmiştir. Teoride ve uygulamada kabul edilen bir gerçek var ki, insan kaynakları tekniklerinin, yöneticiler ve çalışanlar arasındaki ilişkiler zincirine yeni boyutlar kazandırdığıdır (Selamoğlu,1998;32). İnsan kaynaklarının doğuşunu etkileyen sadece değişen makro koşullar değildir. İnsan kaynakları yönetiminin varlığına neden olan başka alt koşullar da vardır. Bu koşullar; ülkede risk taşıyan grupların ilgileri ve durumsal faktörler olarak yorumlanabilir (Kurtuluş,1994; 9-11). Risk taşıyan gruplar, hissedarlar, yöneticiler, çalışanlar, sendikalar ve hükümeti dahil edebiliriz. Durumsal faktörleri ise, işgücünün özelliği, kurumsal stratejiler, yönetim felsefesi, iş piyasasının durumu, iş kanunları ve sosyal değerler, teknolojik gelişmişlik düzeyidir. Tüm bu faktörler insan kaynakları politika seçeneklerini ve sonuçlarını etkileyebilmektedir (Artan, 1992;15). 250 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj Kurumların hedeflerine ulaşmalarında insanın öneminin artması geleneksel çalışan anlayışına bir bakış açısı getirmiştir. Diğer bir deyişle, ihtiyaç duyulan elemanların sayı ve niteliklerinin belirlenmesi, performansları, eğitimleri gibi işlevlerin tümünde bilimsel, çağdaş tekniklere ihtiyaç duyulmaktadır (Kurtuluş,1994; 74). İnsan kaynakları yönetimi belli bir yönetim anlayışına ve felsefesine dayanır. Bir kurumun varlığını sürdürmesi, amacını gerçekleştirmesi insan kaynağına bağlıdır. İnsan kaynağı geliştirirse kurumda geliştirilmiş olur. İnsan kaynakları yönetimi kişinin değer ve onuruna olan inanç üzerine kurulmuştur. İnsan kaynakları yönetimi, çalışanların kişisel yeteneklerini en geniş ölçüde kullanmalarına , birey ve grubun bir üyesi olarak işlerinden en yüksek doyumu elde etmelerine yardımcı olur (Tutum, 1976; 3). En iyi ve en başarılı olmak isteyen kurumların tümü insan kaynakları ile bunların uygulamaları ile ilişkilidir. İnsanların bir arada çalışma ilişkilerini saptamak ve bunu kurumun hedeflerine varmada en önemli özellik olarak kabul eden kurumlar için daha önemli hale gelmiştir. Çalışanlar, kendileri daha iyi işler yapmaya cesaretlendiren, kişisel gelişimi teşvik eden amaç ve görevlerini yerine getiren ve en yüksek ahlaki değerleri temsil eden, ilişkilerde güven veren, katılımı esas alan, iletişimi artıran bir kurumun üyesi olduklarında kurumların başarısı için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışacakları muhtemeldir. Bu açıdan çalışma hayatının iyileştirilmesi ve kalitesi kurumun algılanmasına ve dolaysıyla çalışma performansı ile kuruma fayda sağlayacaktır (Ouchi ,1981; 151-155). 1.5. Çalışanların İş Yaşamına İlişkin Tercihleri Çalışma yaşamında kurum birey dengesi, basit ücret emek dengesinden çok daha karmaşıktır. Nitekim bir kurumda aynı işi yapan kişiler arasında ücretin farklı olması, yada bir kişinin aynı iş için farklı şirketlerden farklı ücret talep etmesi, kurum-birey dengesinin sadece ücret-emek dengesine dayanılarak kurulmayacağını göstermesi açısından önemlidir (Covey, 1978; 31). Çalışanlar kuruma; -Belirli bir zaman dilimi içinde emeklerini, -Önceki işlerinden bilgi birikimi ve tecrübelerini, -Yaratıcılık, sorun çözme, analitik yaklaşım gibi yeteneklerini -Dürüstlük, özveri, sadakat gibi kişilik özelliklerini -Önceki iş çevresi/yakınları gibi nüfuz edebilecekleri çevre ve ilişkilerini verirler -Karşılığında ise kurumdan; -Ücret, prim gibi sosyal kolaylıklar gibi maddi getirileri -Kurumun politikaları ve gelecek potansiyeline bağlı olarak sosyal güvenliklerini 251 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) -Kurumun imajı ve pozisyonlarının düzeyine bağlı olarak saygı ve statüyü -Eğitim ve yükselme olanaklarına bağlı olarak gelişim potansiyellerini alırlar. Kişilerin çalışmaya devan ettikleri sürece kuruma verdikleri ile aldıkları arasında bir denge bulunduğu varsayılır. Kurum-birey dengesi olarak adlandırılabilecek bu modelde her iki tarafta verdikleri ile aldıklarının dengede olduğunu düşünmektedir. Dolayısı ile bu söz konusu denge, tarafların bunu algılamaları ile sürdürülebilir. Kurum-birey dengesi bu beklentilerin karşılanması ölçüsünde uzun süreli olabilir ve sürdürülebilir. Eğer kişinin kurumdan aldıklarının verdiklerinden daha az ise kurumu terk edebilir,veya kurum verdiğinin aldığından daha fazla olduğunu düşünürse bu seferde kurum işten çıkarmayı düşünebilir. Çalışanların iş yaşamına ilişkin tercihlerini şu şekilde sıralayabiliriz (Keith, 2000; 74). -Ücret düzeyleri:Ücret düzeyleri çalışanların kurumlarından beklentileri arasında önemli bir yere sahiptir -Prim uygulamaları: Üretim karşılığı alacakları çeşitli primlerin varlığı çalışanların kurumlarını algılamasında önemli bir faktördür. -Sosyal kolaylıklar: Çalışanlara para olarak verilmeyen ancak maliyeti kurum tarafından karşılanması nedeniyle çalışanların harcamalarından tasarruf sağlayan uygulamalardır.( Ulaşım için servis, öğle yemeği, özel sağlık sigortası, cep telefonu, şirket aracı vb.) -İş güvenliği: Kurumun işten çıkarma politikası ile genel ekonomik durumun bileşimine bağlı olarak işin devamlılığıdır. Kurumun işten çıkarma yaklaşımı çok sıradan olarak mı algılanıyor, son çare olarak mı görülüyor ve prosedüre bağlanmış mı? kurumun genel ekonomik durumu, büyüme göstermiyor mu? gelecek vaat ediyor mu? küçülme trendi var mı? gibi kriterlerdir. -Pozisyonun düzeyi: Pozisyon görev unvanıdır. Görev unvanının organizasyon şeması içindeki yeri; operasyona bağlı olarak çalışan bölüm, çalışan sayısı,gibi pozisyon düzeyi ile ilgili değerlendirmeler çalışanların kurumdan beklentileri içinde önemli bir yere sahiptir. -Kurum imajı : Kurumun dışarıdan ve içeriden nasıl göründüğüdür. (kurumun büyüklüğü, kamuoyunda tanınmış olması, kurumun faaliyet ortamı ile ilgili kamuoyu görüşü, kurumun toplumsal ve çevresel duyarlılığı, istihdama katkısı vb.) -Kurum kültürü: Kurumun vizyonu, misyonu ilke ve değerleri ile faaliyetlerini yürütürken izlediği politikalardan oluşan bütündür. (Kurumun sosyal paydaşlarına, müşterilere, tedarikçiler, hissedarlara, çalışanlara, toplum ve devlete bakış açısı, kurumsallaşma derecesi, insan kaynakları politikaları ve uygulamaları) 252 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj -Eğitim olanakları: Kurumun genel eğitim politikası ile ilgili eğitim olanaklarının düzeyidir. -Yükselme olanakları: Kurumun kariyer yönetimi politika ve uygulamaları ve pozisyon ile ilgili yükselme olanaklarının düzeyidir. 2.Kurum İmajı İle İnsan Kaynakları İlişkisi Çalışanlar kurumun geleceğinde en önemli kaynağıdır. Çalışanlar kurumun uzun dönemli stratejileri ile ilişkili bileşenidir. Çalışanlar artık ödeme çeklerinin dışında bazı faktörlerin kurum tarafından sağlanmasını istemektedirler (Gray, 1986; 17). Kurumun uygulamaları çalışanların neyi istediğini, neyi kabul edeceğini sonucunda kurumla ilgili değerlendirmelere tabii olacaktır. Kurumlar amaçlarına varmak için belirli metotlar kullanırlar. Bu kullandıkları metotlar toplum tarafından algılanır ve anlamlandırılır. Kurumun uyguladığı kurallar, davranış biçimleri ile toplumun kurumu algılaması ve kurumun performansı arasında bir ilişki vardır (Bromley, 1993; 156). Eğer davranışlar ve uygulamalar kabul edilirse imaj artacak bu da kurumun satışlarına, yatırım fırsatlarına, finanssal desteğin alınmasına neden olacaktır. Çalışanlar açısından bu durumda sağlanan faydalar kurumda daha fazla çalışma, kurumu koruma ve kurumla bütünleşme olarak kendini gösterecektir (Rose,Thomsen; 2004: 201-210). Çalışanlar tarafından bir kurumun algılanmasını şu şekilde sıralayabiliriz (Boulding, Boulding; 1966; 108). -Eşitlik -Hiyerarşi kademelerin azaltılması -İnsan haklarına saygılı bir kurum -Temiz bir çevre için yapılan kurumsal çalışmalar -Kurum çalışanlarının hayat tarzlarını geliştirmeye katkısı -Yaratıcılığın geliştirilmesinin desteklenmesi -Gönüllü ve esnek çalışma ortamının sağlanması -Deneysel eğitime destek vermesi ve hayat boyu eğitim Yine iyi tanınan bir kurumdan genellikle iş güvenliği, daha iyi sağlık imkanları, emeklilik hizmetleri, çalışanlara hisse sahibi olma hakkı gibi haklar vermesi beklenir.Bu beğenilen kurumlarda çalışanların işlerinden gurur duydukları görülmüştür (Philips, 2001; 225-227). Kurum imajının ilk uygulamalarında sadece logolar ve renklerin kullanımının gerçekleştirilmesinde amaç, dış hedef kitleye kurum tanıtılması esas alınmıştır. Ancak hem küreselleşme ve bilgi çağının getirdiği değişimler çerçevesinde, kurumların imaj çalışmaları artık sadece dış hedef kitleye yönelik olarak değil aynı zamanda kurum için 253 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) stratejik bir önemi olan kurum çalışanlarının da bu sürecin içine alınarak planlandığı bir aşamaya gelinmiştir. Güçlü bir imaj yaratabilmek için çalışanların ihtiyaçlarının kurumundan beklentilerinin karşılanması gerekmektedir. Çalışanların genel olarak vizyona ve çalıştıkları işlerinden gurur duymaya ihtiyaçları vardır. Yine çalışanlar paylaşılan bir kurumsal kültür, gerçek anlamda tüm yönleriyle işletilen bir iletişim iklimi kariyer fırsatları gibi imkanlar beklenmektedir (Schultz,1980:98, Lemmink,Schuijf, Strevkens, 2003:1-15). Kurumun insan kaynakları politikaları, kültür yapısı, vizyonu ve kurum dışında oluşan imajı, kurum çalışanları açısından kurumları ile ilgili imajı yapılandıran faktörlerdir (Dowling, 2001; 12). Kurumun genel olarak imajının değerlendirildiği kriterler kurum çalışanları tarafından da değerlendirilen kriterlerdir. Daha öncede belirtildiği gibi ortak bir imaj yaratmanın zorluğu dolayısıyla çalışanlarda kurumlarının işleyişi ve beklentilerinin karşılanması ölçüsünde kendi imajlarını oluşturacaklardır. Burada bu imajı oluşturacak olan faktörleri incelemeye çalışacağız. 2.1.Kurumun Saygınlığı Kurumun saygınlığı kamuoyunda görüntüsünün bir yansımasıdır. Kurumsal davranış ve iletişim yolu ile çeşitli ilgi gruplarına gönderilen mesajlar sonucunda bu gruplarının bir değerlendirmesi olacaktır Fortune dergisi tarafından yapılan en saygın 500 firma ilgili kriterler şöyle belirtilmiştir (Nakra, 2000; 35-38). -Yönetim kalitesi -Ürün ve hizmetlerin kalitesi -Finanssal sağlamlılık -Yenilik -Çalışanların davranışı -Sosyal sorumluluk -Kurum kaynaklarının kullanımı -Yenilik Yine çalışanların kendi kurumları ile ilgili olarak pozitif düşüncelere sahip olmalarını belirleye yönelik olarak yapılan çalışmalarda çalışanlar tarafından şu kriterler belirlenmiştir (Lynch, Esisenberg, Armeli 1999; 467-483). -Yeterli ücret -Aile odaklı politikalar. -Yönetim kalitesi 254 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj -Gelişimlerini sağlayacak eğitim -İş yapma standartlarını açıkça belirlenmesi -Kurum hedefleri ile ilgili bilgi verme, kurumda açık ve çok yönlü iletişim -Performans kriterlerinim objektif kriterlere dayalı olması. Bu kriterlerin varlığı içteki kurum saygınlığını arttıracaktır. Kurum imajının hem içte hem dışta algılanmasında üst düzey yönetimin büyük bir etkinliği vardır. Yöneticiler kurumu dışarıda temsil ederler içeride de uygulamaları ile kendilerini ortaya koyarlar. Yöneticilerin uygulamalarının profesyonelliği çalışanla ve diğer gruplar tarafından değerlendirilmesi ve bu anlamda kurum imajının olumlu yada olumsuz olması açısından önem taşır (Schultz, 1997; 356-365). Kamuoyunda düşük profile sahip olan kurumlar, muhtemel personelin bu kurumlara bakış açlarını etkiler. Aynı zamanda bu kurumlar işe alımlarda adil davranmadıkları, zorluk çıkardıkları izlenimine sahiptirler. Amerikan dev paketleme şirketi Procter&Gamble saygınlık kazanmak için kurumsal olarak imaj faaliyetleri yerine marka ismini ön plana çıkartmıştır. Buda Amerika dışındaki ülkelerde yetenekli elemanları kuruma çekmede zorluk yaratmıştır. 1985’te Avustralya pazarına giren P&G kurumsal reklamlarının eksikliği yüzünden halen potansiyel çalışanlar tarafından bilinmemektedir (Dowling, 2001; 51). Kurum tarafından verilen bilgilerin onların değerlendirmeleri ile uyuşması kurumun saygınlığını arttıracak ve kuruma olan çekiciliği etkileyecektir. Personel alım süreci ile ilgili bilgilerin yetersizliği kurumun saygınlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir (Bretz, 1998; 330-337). Sosyal olarak kişi kendini kurumun dışındaki kurumlarla karşılaştırır. Bu durumda kişi hem kendi kimliğini hem de kurumun kimliğini karşılaştırmış olur. Eğer kurumun yaptığı eylemler sonucunda kurumun dışarıda saygınlığı varsa bunu kişi kendi saygınlığı olarak algılayacak ve kendi kurumunu saygın bir kuruluş olarak değerlendirecektir. 2.2.Çevresel Ve Sosyal Sorumluluk İyi bir kurum imajına sahip olabilmek için çevresel ve sosyal sorumluluk faaliyetlerine kurumlar eskisine oranla daha fazla ilgi göstermelidirler. Dünyanın en büyük şirketleri artık iş başarısında kurum imajı ile performanslarının ilişki olduğunu acı dersler alarak öğreniyorlar. Toplumun artan talebi sonucunda kurumların geleneksel, finanssal, yasal ve işle ilgi ölçümlerine ilave olarak sosyal ve çevresel sonuçlarla değerlendirilmeye başlanmışlardır. Sosyal ve çevresel konularla oluşan iyi bir imaj hem içerde hem dışarıda bağlılığı arttıracaktır. İçsel olarak çalışanlar, kendi kurumlarının çevreye nasıl davrandığı ve kurumun dışarıda nasıl yer aldığı ile ve kurumun bu 255 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) politikalarla insanları nasıl etkilediği ile ilgilenmektedirler. Kurumun uyguladığı sosyal ve çevresel politikalar, kurumda çalışanların dış algılama çerçevesinde kendilerini daha saygın ve iyi bir kurumda çalışıyor olmaktan dolayı mutlu hissetmelerini sağlayacaktır 2.3.Liderlik Ve Yönetim Biçimi Liderlik faktörü kurumun kültürünü, vizyonunu etkiler. Buda çalışanlar tarafından paylaşılan değerleri içerdiğinden kurumun çalışanlar tarafından algılanan imajı da etkilenecektir. “Amerikan Soutwest Airlen” firması kurumda yeni bir lideri değişimi yaparak kurum kültürünü etkileme ile çalışanların kurumlarını algılamalarını değiştirmiştir. 1998’de çalışanlar tarafından verilen oylar sonucunda Soutwest’in çalışmak için en uygun kurum olduğu çalışanlar tarafından oylanmıştır. Liderlik faktörü kurumsal kültürün yerleştirilmesinde vizyon belirlenmesinde önemli olduğundan dolayı kurumsal imajı da bu yönde etkileyecektir. Eğer lider transformasyon el (Dönüşümcü) bir lider ise bu değerlerin paylaşılması kolaylaşacaktır. Ama lider paylaşımcı, iletişimi sevmeyen otokratik bir yapıda ise bunun gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır (Grunning, 1993;121-129). 2.4.Kurumsal Politikalar Kurum imajının şekillendirilmesi sürecinde kurumun form el politikaları önemli bir yer tutmaktadır. Bir bütün olarak kurum stratejisi insan kaynakları politikaları müşteri oryantasyonu, kurum yönetim tarzı bu süreçte önemlidir. Kurumsal politikalar, strateji, yapı, yatırımlar, iş süreçleri ve örgütün kontrol sistemlerini içine alır. Bu politikalar kurum yönetiminde kullanılan ve imajı etkileyen faktörlerdir. Benchmarking,(İyi uygulamaları örnek alma) Outsorcing,(Dış kaynak kullanımı) stratejik ortaklık, toplam kalite yönetimi gibi konulardır. Aynı zamanda basit bir örgüt yapısı, hiyerarşik konuların azaltılması gibi uygulamalar da bunun için önemlidir (Bretz, 1998; 339). Örneğin insan kaynakları yöneticileri çalışanlarına tüketicilere nasıl davranacakları ile ilgili üst limitleri koyarlar. Böylece insan kaynakları uygulamaları direkt olarak çalışanların kurumla ilgili imajlarını, dolaylı olarak da tüketicilerin imajını etkileyecektir. 2.5.Kurumsal Değerler Çalışanların imajını etkileyen kurumsal değerler kurumun etik ilkeleri paylaştıkları inançlarıdır. Bunlar kurumda çalışanlar tarafından öğrenilir. Bu değerler eğer merkezi ve sürekli bir nitelik taşıyorsa bu çalışanlar tarafından daha çok paylaşılacaktır. Kişilerin kendilerinde gördükleri özellikleri kurumda bulduklarında bu onlar için paylaşılması ve kabul edilmesi daha kolay olacaktır. 256 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj Çalışanlar öncelikle çalıştıkları kurumun kültürünü benimseme ile o kuruluşun değerlerini zamanla öğrenerek benimserler. Örneğin, Koç topluluğu çalışanları, kendi ekollerinin gereklerini yerine getirir ve bunu temsil ederler. Ancak bir süreçten sonra çeşitli kademelerde Koç topluluğunun değerleri hissedilmeye başlanır. Koç topluluğunda herkesin disiplinli, yöneticilerin dürüst güvenilir olması, sözünü tutması ve bunu hayatının her alanına yayması beklenir. Bu değerlere sahip olmayan üst seviyelere çıkamaz (Kara koyunlu, 1998; 11-13). Kurumsal davranışın dışa ifade edilmesinde ve kurum imajı anlayışının gerçekleştirilmesinde kurumu personeline büyük görevler düşmektedir. Bu iki yönlü bir ilişkidir. Birincisi; içte oluşturulan bir imaj dışarıya yansıyacaktır İkincisi de; çalışanların kurumun dışında oluşan imajın etkisiyle de iyi davranış sergilemeleri söz konusu olacaktır (Dutton, Dukerich; 1991 ;517).Kurum personeline yönelik olarak yürütülen politika ile, personele yönelik, kurum imajı çabaları arasında karşılıklı bir etkileşim vardır (Okay, 2000, 217).Kurumun imajı kurumun politikaları tarafından belirlendiğinden insan kaynakları politikasının bir parçası olarak belirlenmektedir. Aşağıdaki şekil 1’de kurum imajı ile kurum politikası arasındaki ilişkiyi görebiliriz. Personel politikası Personelle ilgili kurum imajıI Kurum İmajı Kurum Politikası Şekil 1: Kurum İmajı İle Kurum Politikası Arasındaki İlişki KAYNAK: Okay.,A.g.e.s.217 Şekilde ifade edilmek istenen; yukarıda da açıklandığı gibi personel politikası ile çalışanların kurum imajlarını oluşturmada kurumun uyguladığı davranışlar arasında ki 257 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ilişkiyi belirtmektir. 2.6.Kurum İklimi Kurumsal iklim; biçimsel yada biçimsel olmayan bir şekilde kurumsal politikaların, uygulamaların ve kuralların çalışanlar tarafından ortak bir biçimde algılanmasıdır. Veya çalışanların iş ortamlarının kalitesini algılama biçimleridir (Maxnes, Dilerton, 1991; 398). Bir başka tanımlamada ise kurum iklimi, işletmelerde var olan sos yo psikolojik koşulardan yapı, sosyal etkileşim sonucu oluşan objektif yapılanmış koşullar bütünüdür (Denison, 1996; 632). Kurumun psikolojik ortamına kurumsal iklim denir. Kurum iklimine etkide bulunan temel bileşenler; kişilerin güdülenmesi, liderlik tarzları ve kurumsal iletişimdir (Can, 1992; 206). Çalışanların memnun oldukları bir kurum iklimi onların verimliliklerine olumlu etkide bulunacak, buda çalışanlar arasında kurum imajının yükselmesine neden olacaktır. Kötü bir kurum iklimi çalışanların davranışları üzerinde olumsuz bir etkiye neden olacaktır. Bunun tersi durumunda yani iyi bir kurum iklimi ve çalışanların işlerine hazır olmaları için olumlu bir ortam, verimliliği azaltan koşuların oluşmasını sağlayacaktır. İş görenlerin çalışmaya istekli olmaları aynı zamanda onların kurumun hedefleri ile yüksek derecede bütünleşmelerine neden olacaktır. Tabi ki bu durumun terside söz konusu olabilmektedir. 2.7.Vizyonun Paylaşılması Çalışanların çalıştıkları kurumları ile ilgili gelecekteki vizyonu’nun, misyonu’nun, hedefleri’nin, amaçları’nın neler olduğunu bilmeye ihtiyaçları vardır. Her kurum çalışanlar tarafından paylaşılan, değerleri yansıtan bir vizyona sahip olmalıdır. Vizyon iyi güzel olan idealleri yansıtır (Dowling, 2001; 67). Vizyon kurumun geleceğinin resmidir. Neden geleceği yaratmak zorunda olduklarını üstü kapalı yada açık olarak anlatmayı gerektirir (Gee, 1995;65). Çünkü çalışanlar gelecekte neyi hedeflediklerini bu hedeflere ulaşmada kurumlarının vizyonunun ne olduğunu bilmediklerinde, yaptıkları işe olan ilgilerini kaybedeceklerdir. Bu da işletmeye olan güvenlerini, önemli ölçüde sarsacaktır. Bu amaçla işletme yönetiminin ana sorumluluklarından birisi de, sürekli olarak kurumun vizyonunun işletme için çalışan herkes tarafından paylaşılmasını sağlamaktır. Paylaşılan bu vizyon, çalışanların işletmenin hedeflerini gerçekleştirmede bir sinerji ortaya çıkararak ortak çalışmalarını sağlayacaktır. Oluşturulan güçlü kurum vizyonu işletmenin çalışanlar üzerindeki iç imajını olumlu olarak etkileyecektir (Gee, 1995;65-67). 258 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj 2.8.Çalışanlara Saygı Göstermek Ve Değer Vermek Kurumda iç imaj yaratmanın bir diğer yolu da çalışanlara gerektiği ölçüde saygı göstermektedir. Çalışan çalıştığı işten yeteri kadar değer görmezse kuruma bakış açısı pozitif olmayacaktır. Kurum içinde bir birey olarak değer verildiğini hisseden çalışanın motivasyonu artacak ve böyle bir kuruluşta çalışmaktan dolayı mutlu olacaktır. Diğer yandan işletme için değerli olduğunu hisseden bireyin yaptığı işe olan bağlılığı sonucu müşterileriler ile iyi ilişkiler kurmasına neden olacak ve bunun sonucu olarak da sağlam ve uzun dönemli kurumsal dış imajın oluşmasına katkı sağlayacaktır ( Güzelcik, 1999; 198-199). Vizyon sahibi olan liderler saygı ve eşitlik içeren bir iç atmosferin daha fazla çalışanları motive ettiğinin bilincinde olan kişilerdir. Yine bu yöneticiler iş görenlerin kişiliklerine, yaptıkları işlere ve önerdikleri görüş ve düşüncelere değer vermelidir. Çünkü çalışanlar, yöneticiler ve grup üyeleri tarafından takdir edilme, beğenilme ve değer verilme ihtiyaçları duyarlar (Akat, Budak, Budak, 1994; 216). Bu nedenle çalışanların hislerine ve duygularına kişiliklerine önem verilmelidir. Bu amaçla çalışanlara eşit davranmak ve değer vermek gerekmektedir. Bütün bir davranış sergilemek çalışanlar arasındaki motivasyonu artıracağı gibi, müşteriler arasındaki tatminini artıracaktır. Çalışanların manevi açıdan mutluluğu ve kuruma olan bağlılığı, tüketicilerin göz önünde olumlu bir imaj oluşturmada büyük rol oynayacaktır. Böylesi bir ortamda çalışanları kendilerini iyi hissedecekler ve iş yapmak için enerjiyle yükleneceklerdir (Gee, 1995;68). Kurum imajının çalışanların gözünde olumlu olmasını sağlayacaktır . 2.9.Çalışanlarla Etkili İletişim Kurmak Güçlü bir imaj yaratmada çalışanların ihtiyaç duyduğu kurumsal politikalardan biriside, daha iyi iletişim kurma ihtiyaçlarıdır. Önemli bir finanssal kuruluşta çalışanlar arasında işletmeyle ilgili şikayetlerini öğrenmeye yönelik yapılan bir araştırmada, en önemli şikayet alarak “ işletme içindeki iletişim eksikliği ve saygının olmadığı bir ortam içinde bulunmaları olarak bildirilmiştir”. Çalışanlar bilgilendirildikleri zaman kendilerine güvenildiğini ve değer verildiğini hissedeceklerdir. Bu durum çalışanların kurumla ilgili düşünce ve duygularını olumlu yönde etkileyecektir (Gee, 1995;68). Çalışanların bir hedef de birlik olabilmeleri için öncelikle kurumun hedefi ile , misyonu ile amaçlarıyla ilgili olarak bilgilendirmeye ihtiyaçları vardır. Çalışanların bu ihtiyaçlarının giderilmesi, kurumun çalışanlar tarafından algılanan iç imajına büyük katkı sağlayacaktır (Güzelcik, 1999; 197). 259 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 2.10.Çalışanlara Yaratıcılıklarını Kullanabilecekleri Ortam Yaratmak Kurum içinde yaratılacak olan iletişim sistemi çalışanların yaratıcılıklarını kullanabilmesi ve kuruma katkıda bulunabilmeleri için fırsat tanınmasını sağlayacaktır. Çalışanlara yaratıcılıklarını kullanabilecekleri imkanlar sağlandığında, onların kendilerini önemli hissetme ihtiyaçları da giderilmiş olacaktır (Gee, 1995;69-70). Yöneticiler, çalışanlarına sorumluluk almaları için şans vermeleri gerekmektedir. Eğer yöneticiler çalışanlara yöneticiliklerini kullanma için şans verirlerse, çalışanların gerçekten iyi bir iş yaptıkları görülecektir. Görüldüğü gibi çalışanların motivasyonu açısından kurum içinde yaratıcılıklarını kullanabilecekleri bir ortam yaratılması gerekmektedir. Onlara bu fırsat sağlandığında, kurumun çalışanlar arasında algılanan imajı güçlenecektir (Güzelcik, 1999; 198). 2.11.Çalışanları Ödüllendirmek Ödüllerin karmaşık yada pahalı olması gerekmez. Beklenmeyen bir günlük izin, bir hediye, bir buket çiçek, spor müsabakalarına bir bilet veya oteldeki bir pizza partisi olabilir. Bu tür ödüller, kuruma olan sadakati ve iş tatmininin artmasına, imaj ve prestij yükselmesine neden olur (Güzelcik, 1999; 198). 2.12.Çalışanlara Bilgi Verilmesi Ve Hedeflerin Paylaşılması Kurumda var olan bilgi ve hedeflerinin çalışanlar tarafından paylaşılması, kurum içinde organize hareketlerin oluşmasına neden olacaktır. Çünkü çalışanlar arasındaki bağlılığı sürdürmek için paylaşılan bilgilerin olmasını talep ederler. Bunun paylaşılması kurumun genel olarak imajının paylaşılması sonucunu doğuracaktır. Paylaşılan imaj, hareketlerin bir potada eritilmesinde bir araç olacaktır. Çalışanlar kurumda var olan bilgi ve hedefleri paylaşmıyorlarsa, kurum imajının paylaşılamayacağı sonucu ortaya çıkabilecektir. Bu anlamda kurum imajı kurumda paylaşılan bir bilgi ağıdır (Barich, Kotler, 1998; 216). Kurumla ilgili bilgiler, kurumla çalışanların bütünleşmesini etkiler. Çünkü bilgi kurumun görünürlülüğünü ve diğer kurumlardan ayırt edilmeyi belirtir. Çalışanların bir kurum üyesi olma ilgisini arttırır. Özellikle bilginin paylaşılması, üyeler açısından iyi tanınan bir kurumun parçası olma hissini verecektir. Japon firmalarında oluşan söylem şöyledir..”Eğer siz iyi bir iç ve dış kurum yaratmayı istiyorsanız, bunu bireysellikle yapamazsınız. Bu başarı, çalışanlarla iletişim, bilgi ve hedeflerin paylaşımı ve kurumsal değerlerin ortak bir şekilde özümsenmesi ile mümkün olabilecektir” (Gray, 1986; 86). 260 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj 2.13.Çalışma Koşullarının İyileştirilmesi İş görenlerin fiziksel ve ruhsal durumlarına uygun işlerde çalıştırılmaları gerekmektedir. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi de tıpkı kurum ikliminin iyi olması durumundaki gibi performans artışına katkıda bulunacaktır. Ayrıca uygun çalışma koşulları kurum içi ve kurum dışı imajı etkileyen bir unsurdur. Son yıllarda çalışanlar iş yerlerinde oldukça büyük oranlarda kimyasal ve benzeri sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Artan teknolojik yenilikler ve ürünlerde kullanılan kimyasal bileşenler verimliliğin yanında çalışanların bu maddelerle aynı ortamda bulunmalarını kaçınılmaz kılmaktadır (Archie, 1989; 344). İşletmelerin çalışanların sağlığına yönelik olarak yapacağı bir takım eylemler vardır bu eylemleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.:(Özveren, 1978; 18). -Çalışanların hastalıklara karşı korunması, çalışma ortam ve koşullarının düzeltilmesi, -Hastalık yaratıcı nedenlerin ortadan kaldırılması -Bu çalışmaların tümünün sistemli ve yöntemli biçimde yapılmasını kapsamaktadır. Milletlerarası Çalışma Teşkilatı (ILO) tespitlerine göre, her üç dakikada bir çalışan iş kazası ve meslek hastalığına yakalanıp ölmektedir. Yine aynı kaynaklarda her yıl ortalama on binlerce kişi bu nedenle ölmektedir (Arıkoğlu, 1991; 56). İşletmelerde İş kazaları ve meslek hastalıklarının fazla olması çalışanlarda moral bozukluklarının olmasına ve dikkatsizliğin artmasına neden olacaktır. Kısaca çalışma koşullarının iyileştirilmesine verilen önem iş gücünün verimliliğini olumlu yönde etkileyecektir. Çalışanlar bu konuda yapılan faaliyetleri fark ederlerse, kurumlarına daha olumlu olarak bakacaklardır .Çünkü bireyler için paradan da önemli olan şeylerden biride sağlık dır. 2.14.Kariyer İmkanlarının Sağlanması Çalışanların aldıkları olumlu mesajlar kurumun imajını arttırmakta yada azaltmaktadır.Kurum imajı çalışanların kariyer kararlarını etkileyen faktörlerden biridir (Bromley, 1993; 194, Grenning, 1993; 121-129). Kariyer kavramı; ”Kişinin çalışma yaşamı boyunca üstlendiği işlerin bir bütünü olarak tanımlanırsa da kariyer, bununda ötesinde daha geniş bir anlam taşımaktadır. Bir kişinin kariyeri sadece onun sahip olduğu işleri değil, aynı zamanda işyerinde kendisine verilen iş rolüne ilişkin beklenti, amaç, duygu ve arzularını gerçekleştirebilmesi için 261 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) eğitilmesi ve böylece sahip olduğu bilgi, beceri, yetenek ve çalışma arzusu ile o işletmede ilerleyebilmesi anlamını taşır” (Aytaç, 1997; 17). Kişi kuruma gelmeden oluşan imaj ve kuruma geldikten sonra kurumsal davranışlar sonucu, çalışanların kurumla ilgili algılamalarını arttıracaktır. Kariyer fırsatları sunan bir kurumun potansiyel çalışanlar tarafından tercih edilmesi daha fazla olacaktır. Çalışanların beklentisi olan gelişim ve kariyer fırsatlarının sağlanması kurum imajına olan çalışan algısını arttır. Aynı zamanda kişinin kendisine olan saygısını arttırır. Buda kuruma olan güveni ve kurumun pozitif olarak algılanmasına neden olur. Kariyer fırsatları bulan çalışanlar başka kurum arama niyetine girmeyecekler, kariyer fırsatları sağlanan çalışanların grup ve bireysel çalışma çıktıları artacaktır (Bromley, 1993; 195). 2.15.Çalışanlara Eğitim Verilmesi Günümüz işletmelerinde küreselleşmenin sonucu olarak artık kilit kavramlar haline gelen rekabet, esneklik ve yüksek kalite standartları, öğrenen işletme kavramını da beraberinde getirmektedir. Teknolojik değişimler karşısında işletmeler, ya üstün becerilere sahip yeni elemanlar istihdam etmek yada mevcut elemanları yeniden eğitmek yoluna gitmektedirler (Güzelcik, 1999; 131). Çünkü kalitenin arttırılması, güvenli çalışmanın sağlanması, verimliğin artması ve en kısa sürede üretim yapmak için çalışanların eğitilmesi gereklidir. Eğitimin birçok tanımı yapılmıştır. Bir tanıma göre eğitim; bireyin davranışında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir. Eğitim, bireye bilgi deneyim, beceri kazandırma sürecidir (Önder, 1992; 20). Küreselleşme ile beraber bir çok kurum personelinin eğitimine büyük yatırımlar yaparken, yetişmiş personelini rakip kurumlara kaptırmamak için istihdam güvencesi sağlama konusunda da büyük çabalar harcamaktadırlar. Çünkü stratejilerin paylaşılması ve benimsenmesi, uygulanması çalışanların eğitilmesi ile yakından ilişkilidir (Özyurt, 1997;24). Bilginin öneminin artması ve bilgiye dayalı işletmelerin oluşmasıyla birlikte kurumlar artık günümüzde iyi eğitim görmüş çalışanlara ihtiyaç duymaktadırlar. Çalışanlar; gelişmiş yeteneklere, bilgiye ve işletmenin hedeflerine ulaşmasına katkıda bulunacak bir takım değerler sahip olmak zorundadırlar. Çalışanlar işletmenin sürekli değişen beceri gereksinimlerine uyum sağlayabilmek için esnek olmalı ve kendi becerilerini de sürekli geliştirme sorumluluğunu taşımalıdırlar. Günümüzde kurumlar eğitimin amacını, en az zamanda, en az maliyetle üretimin sağlanması ve kurumun karlılığının arttırılması olarak irdelenmektedir. Ancak eğitimin bu ekonomik amacının yanı sıra, toplumsal ve bireysel amaçları da vardır. Bu amaçlar bir 262 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj bütün olarak düşünülmelidir. Eğitim bu üç yönüyle bir bütün olduğundan, gerçek bir eğitim planlamasının da bu üç amacı birlikte gerçekleştirmeyi sağlayacak nitelikte olması gerekmektedir (Canman, 1979; 2). Eğitimdeki ekonomik amaç, kurumda mal ve hizmet şeklinde belirtilen üretimi düşük bir maliyetle en yüksek düzeye çıkarmak, üretimi optimal noktaya çıkarmak şeklindedir (Sabuncu oğlu, 2001; 114). Eğitim sadece kurum amaçlarına değil, aynı zamanda insana dolaylı dolaysız katkı sağlayan bir süreçtir. Eğitim, genel kültür, teknik ve mesleki bilgi veya entelektüel yeteneklerin gelişmesi gibi olanaklar dışında, iş görenleri kuruma bağlayan kurumla bütünleştiren, ayrıca kendi aralarında sıkı bir işbirliğine sürükleyen ve toplumsal kaynaşmayı yaratan bir görevler dizisini de yüklemektedir Kurum tarafından verilen eğitim imkanları kişilerin kendilerine güven duymalarına ve kurumu daha pozitif olarak algılamalarına neden olabilir. 2.16.Çalışanlara İş Güvencesi Verilmesi İş güvencesi, çalışanların işlerinin devamlılığı ile ilgili olarak kendilerini güvende hissetmelerine ilişkin bir kriterdir. Çalışanların işlerine olan bağlılıklarını sağlayan temel unsurlardan biride işlerini kaybetme korkusu yaşamamalarıdır (Archie, 1989; 349). Japon firmaları çalışanlarını bu korkudan arındırmak için ömür boyu istihdam politikaları ile adeta çalışanları kurumla evlendirmişlerdir (Gray, 1986; 92). Görüldüğü gibi hem kurumun içine hem de dışına yönelik olarak kurum tarafından paydaşların algılamalarına dönük bir takım eylemlerin yapılması kaçınılmazdır. Eğer kurumlar bu faaliyetlerini yeterli ölçüde yerine getirmezlerse, paydaşların kurumu algılamaları negatif yönde olacak buda kurumun yaşamasını zorlaştıracaktır SONUÇ Kurumlar farklı, çoklu imajlara sahiptirler. Herkes bir kurumu farklı yönlerden görür ve değerlendirir. Kurumlar onların beklentilerini karşılayacak davranış biçimlerini sergilemelidir. Bu, kurum imajının geneli yansıtması açısından önemlidir. Çünkü kurumun ilgi gruplarının beklenti ve ihtiyaçları farklı olduklarından kurumu değerlendirirken de farklı bakış açıları ile değerlendirmeleri muhtemeldir. Kurumlar dış algılamaları arttırmak için birçok eylem içinde bulunmaktadırlar.Bununla beraber kurumların iç ve dış şartları gereği çalışanlarının algılamalarını arttırmaya yönelik olarak bir çok faaliyet yapmaları gerekir 263 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bu açıdan kurumun en önemli ilişki içinde olduğu grupların başında çalışanlar gelmektedir. Çalışanların kendi kurumlarını değerlendirmeleri diş imajını oluşması açısından da önemlidir. Çalışanlar kurumları ile ilgili kendi imajlarını, kurumlarının kendi beklentilerine karşılık vermesi ölçüsünde ve kurumun dışarıdaki görüntüsünden etkilenerek oluştururlar. Eğer çalışanların kendi kurumlarını algılamaları olumlu ise, bu durum çalışanların kurumla bütünleşmelerine ve onların çok yönlü performanslarının artmasına neden olacaktır. Kuruluşlar çalışanlarının algılamalarını arttıracak, onların beklentilerine karşılık verecek iletişim ve davranış tekniklerini son derece etkili bir şekilde kullanmaları bu durumun oluşmasını sağlayabilir. KAYNAKLAR Akat İlter–Budak Gönül–Budak Gülay, İşletme Yönetimi, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1994 Archie B. Coroll, “Business&Society Ethics&Stakeholder Management, South-Western Publishing Co.Ohio1989, s. 344. Arıkoğlu, Zeynep, “İşçi Sağlığı Ve İş Güvenliği Tanımı Ve Amaçları” İşçi Sağlığı Ve İş Güvenliği Sempozyumu, 4-10 Mayıs 1991Ankara s. 56. Artan, Sinan, “İnsan Kaynakları Yönetimine Bir Bakış”, Peryön Bülteni, Sayı:3, İstanbul 1992, s. 15. Aytaç, Serpil, Çalışma Yaşamında Kariyer, Epsilon Yayınları,İstanbul 1997. Bretz, D. Robert - Judge A.Timoty, “Realistic Job Previews: A Test of the Advers Self Selection Hpotesis”, Journal of Applied Psychology, 1998,Vol:83, No:2, s. 330-337. Bromley, B.Dennis. Reputation Image and Impression Management, John Wiley, London 1993. Can, Halil,Yönetim Ve Organizasyon, Adım Yayıncılık,Ankara1992, s. 206. C anman, Doğan, Çağdaş Personel Yönetimi, TODAIE Yayınları, No:260, Ankara 1995. Canman, Doğan, Türk Kamu Kesiminde Hizmet İçi Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme T.O.D.A.İ.E,Yayınları, Ankara 1979. Covey, Stephen R. Farklılıkları Uzlaştırmak, Çeviren:Kemal Tosun vd, İ.Ü.Yayınları, No:3028. Denison, D Renial “What is the Difference Between Organizitional Culture and Organizitional Climate” Academy of Management Review, 1996 Vol:21, No: 3, s:619-655. 264 İnsan Kaynakları Açısından Kurumsal İmaj Dowling, Graham, Creating Corporate Reputatrons: Identity Image and Performance, Oxford University, Press, Newyork 2001. Drucker, Peter .F.,Gelecek İçin Yönetim, Çeviren:Fikret Üçcan, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1996. Elise, Boulding - Keneth C. Boulding, The Future Image, Sage Publication, 1996 Ekin, Nusret, Küresel Bilgi Çağında Eğitim-Verimlilik-İstihdam, İstanbul; İstanbul Ticaret Odası Yayınları,1999. Fındıkçı, İlhami, Stratejik İnsan Kaynakları, Alfa Basım ve Yayın Ltd. Şti. 7. Baskı Ekim 1998. Gee, Babbie, Creating A Milion Dollar Image for your Businnes, USA, Page Mill Press, 1995. Grunning, John.E. “Image and Substance” Public Relation Review, 1993, Vol:19, No:2, s.121-129. Gray, G. James, Managing the Corporate Image, Quarum Books, 1986. Güzelcik, Ebru, Küreselleşme ve İşletmelerde Değişen Kurum İmajı, Sistem Yayıncılık, İstanbul 1999. Hatch, M. Schultz, “Relation Between Organizational Culture Identity and Image” European Journal of Marketing,1997,Vol:31,ss. 356-365 Howard, Barich - Philip Kotler, A FrameWork for Marketing Image Management, 1986. Jac Fitz, Enz, - Jack J.Phillips, İnsan Kaynaklarında Yepyeni bir Vizyon, Çeviren: Pınar Alp Dinç, Sistem Yayıncılık , İstanbul, 2001. Jane, E. Dutton-Janet M. Dukerich, “Keeping an Eye on the Mirror:Image and Identity ın Organizational Adaptation” Academy of Management Journal, 1991, Vol:34, No:3 s.517-554. Karakoyunlu, Erdoğan “Değişen Yönetim Anlayışı” Executive Excellence, Haziran, 1998, s. 11-13. Keith, Davis, “İşletmelerde İnsan Davranışı”, Executive Excellence, Şubat 2000, s. 74. Kurtuluş, Kemal, Stratejik İnsan Kaynakları Seminer Notları İstanbul 13 Ekim 1994, s:913. Lemmink, Los, Schuijf Annelian, Strevkens Sandra, “The Role of Corporate Image andCompany EmploymentImage in Explaining Application Intentions”, Journal of Economics Psychology, Vol:24 Issue.1,February 2003 s.1-15. Lynch, D. Patrick -Esisenberg Robert -Armeli Stephan , “Percieved Organizational Support”, Journal of Applied Psychology, 1999, Vol:54, No:4, s. 467-483. Mutlu, Erol, İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara 1995. Maxnes, Venicia-Dilerton D.E, “The Influence of Management Training upon Organizitional Climate” Journal of Organizitional Behavior; 1991, Vol:12, s:399-411. 265 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Nakra, Prema, “Corporate Reputation Management”, Public Relation Quarterly, Summer 2000, Vol;.45, No:.2, s.35-3 Okay, Ayla, Kurum Kimliği, Mediacat Kitapları, 2.Baskı, Ankara, 2000. Önder, Namık Kemal, Öğretimde Program İlke Ve Yöntemler, 4.Baskı, İstanbul, 1992. Özveren, Mina, İşletmelerde Çalışma Saatleri Programları ve Marmara Bölgesinde Uygulama, 1978, s. 18. Öz, Yurt, Aysun, “İnsan Kaynakları Eğitimine Genel Bakış, Hizmet İçi Eğitim” Human Resources Dergisi,Yıl 2, Sayı 1, Kasım 1997, s. 24. P. Shultz - I. Cook, “Porche an Nichemanship” Harvard Business Review, March, 1980, s.98. Palmer, Marget.- Kenneth T. Winters, İnsan Kaynakları, İstanbul, 1993. Pfeffer, Jeffrey, Rekabette Üstünlüğün Sırrı İnsan Çeviren: Sinem Gül., İstanbul Sabah Yayınları, 1995. Philips, David, “The Public Relations Evaluationist” Corporate Communication, Vol:6, No:4, 2001, s. 225-227. Rose, Casper-Thomsen Stean, “The Impact of Corporaete Reputation on Performance”, European Management Journal, V:22, Isuue 2, April, 2004, s.201-210. Sabuncuğlu, Zeyyat, İnsan Kaynakları Yönetimi, Ezgi Kitabevi, Bursa, 2000. Selamoğlu, Ahmet, “Küreselleşme Sürecinde İnsan Kaynağı”, Türkiye Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası, İstanbul, 1998. Thomas, S. Bateman - Carl P. Zeithaml, Management Function and Strategy 2nd ed. Home Wood, Irvin, 1993. Tutum, Cahit, Personel Yönetimi, TODAIE Yayınları, No:149, Sevinç Matbaası, Ankara, 1976. Quchi, William, Theory Z, New York, 1981. 266 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 267-294, ELAZIĞ-2005 ARACI SEYAHAT KURULUŞLARININ REKLAM İÇERİKLERİNİN İNCELENMESİ VE ÇEŞİTLENDİRMESİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA A Research on Examination and Diversification of Advertising Contents of The Intermediary Travel Establishments M. Emin AKKILIÇ BAÜ. Havran MYO, Balıkesir, [email protected] ÖZET Turizm, günümüzde yaklaşık olarak 700 milyon kişinin doğrudan katılarak, 475.8 milyar US$ civarında gelir sağlaması sonucu önemli bir sektör haline gelmiştir. Turizm faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinde, aracı seyahat kuruluşları olarak adlandırdığımız tur operatörleri ve seyahat acenteleri önemli görevler üstlenmektedirler. Yapılan bu çalışmayla, aracı seyahat kuruluşları, turizm pazarlaması ile oluşan yer faydası, zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, kalite faydası ve çeşit faydası gibi faydaların ne kadarını reklam faaliyetlerine yansıtabildikleri tespit edilmiştir. Turizm pazarlaması ile oluşan faydalara ilişkin olarak anket çalışması elde edilen verilerin ortalama değeri, aracı seyahat kuruluşlarının söz konusu bu faydaların ne kadarını reklam faaliyetlerine yansıttıklarını tespiti için katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin ortalama değerinden daha yüksek çıkmıştır. Bu değerler, turizm pazarlaması ile oluşan faydaları, aracı seyahat kuruluşları reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıklarını göstermektedir. Turizm pazarlaması ile oluşan faydaları, aracı seyahat kuruluşları reklam faaliyetlerine yansıtmalarıyla, potansiyel turizm talebini fiili turizm hareketlerine dönüştürecek, özellikle ekonomik açıdan mikro düzeyde turizm işletmelerine ve makro düzeyde ülke ekonomisine önemli katkılar sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Pazarlama, Turizm, Reklam, Fayda. ABSTRACT Nowadays, tourism has become an important sector with owing participation of approximately 700 million people for tourism activities and with income over than 475.8 billion US dollars. Various establishments take part in tourism activities. The most important of this establishments are intermediary travel establishments as called tour operators and travel agencies. In this study, it was determined reflected rate to advertisement activities of intermediary travel agencies of utilities created by tourism marketing with such as follow: place utility, time utility, quantity utility, credit utility, sort utility and quality utility. It was concluded that the utilities emerging from tourism marketing were not reflected adaquately to the advertisement activities of intermediary travel agencies. It is though that the reflection of these utilities in advertisiment activities of intermediary travel establishments will convert potential tourism demand to active tourism movements which will contribute the tourism establishments to a high level and to raise country’s economy. Key Words: Marketing, Tourism, Advertisiment, Utility. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. GİRİŞ Çağımızda, işletmelerin amaçlarına ulaşmasını sağlayan önemli fonksiyonların başında pazarlama gelmektedir. Pazarlama, kişisel ve örgütsel amaçlara ulaşmayı sağlayacak mübadeleleri gerçekleştirmek üzere fikirlerin, malların ve hizmetlerin geliştirilmesi, fiyatlandırılması, tutundurulması ve dağıtılmasına ilişkin planlama ve uygulama sürecidir 1. Pazarlama yalnızca kâr amaçlı ticari ve sınai işletmelere özgü bir faaliyet olarak değil, her alanda söz konusu olabilen bir faaliyet olarak ele alınmaktadır. Pazar ise pazarlama açısından ele alındığında, bir ürün veya hizmetin fiili ya da muhtemel alıcıların oluşturduğu kümedir. Başka bir deyişle, ürün veya hizmeti satın alan veya almaya ikna edilebilen kişiler ya da örgüt birimleridir2. Turizm pazarlaması; belirli tüketici gruplarının gereksinimlerini en iyi şekilde karşılamak amacıyla yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası düzeyde özel ya da kamusal turizm elemanları işletmenin politikalarını sistematik ve koordinasyonlu olarak yürüten ve böylece en uygun kazancı sağlayan faaliyetlerin tümü olarak tanımlanabilir3. Diğer bir turizm pazarlaması tanımı ise; “Turistik mal ve hizmetlerin doğrudan veya turizm aracıları yardımıyla yerel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası planda, üreticiden son tüketici olan turiste akışı ve yeni turistik tüketim ihtiyaçlarının ve arzularının oluşturulması ile ilgili sistemli faaliyetlerinin tümüdür” şeklinde tanımlanmıştır4. Mal ve hizmetlerin tüketicilere sunulması, genellikle dağıtım kanalındaki aracılar vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Turizm faaliyetlerinin geçekleştirilmesinde çeşitli kurum ve kuruluşlar yer almaktadır. Turizm hizmetlerinin satışının %80’inden daha fazlası aracı seyahat kuruluşları olarak adlandırdığımız tur operatörleri ve seyahat acenteleri gerçekleştirmektedir. Dağıtım sistemi içerisinde yer alan aracı seyahat kuruluşları gerek tüketicilere ve gerekse diğer turizm işletmelerine çeşitli faydalar sağlamaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları, sahip oldukları özel bilgi ve tecrübe sayesinde diğer turizm işletmelerinin ve tüketicilerin ferdi olarak elde edecekleri sonuçlara göre çok daha başarılı sonuçlar elde etmek şansına sahiptirler. Aracı seyahat kuruluşları diğer turizm işletmelerin mal ve hizmetlerini birleştirerek, tüketiciler için daha cazibeli bir ürün haline getirmektedirler. 1 Steven J. Skinner, Marketing, Houghton Mifflin, Company, Boston, 1980, s.7 (Alıntı: İsmet Mucuk, Pazarlama İlkeleri, Der Yayınları, İstanbul, 1990, s.4) 2 Ömer Baybars Tek, Pazarlama İlkeler ve Uygulamalar, İzmir, 1991, s.3-4 3 A.J. Burkart., S. Medlik, Tourism- Past, Present and Future, II. Baskı, London, 1981.s.194-195 4 Necdet Hacıoğlu, Turizm Pazarlaması, Uludağ Üniv. Basımevi, Bursa, 1989, s.10 268 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… Turistik ürün değişik nitelikte turizm işletmelerinin üretmiş olduğu bileşik bir üründür. Turizm işletmeleri genellikle turistik ürünü oluşturan mal ve hizmetleri tek başına karşılayamazlar. Günümüzde tur operatörleri farklı turizm işletmeleri tarafından üretilen bu mal ve hizmetleri bir araya getirerek paket tur adı altında kendisine bağlı seyahat acenteleri ya da direkt olarak kolaylıkla turistlere satışa sunarlar5. Turizm pazarlamasına bireysel turizm açısından bakıldığında, her turizm işletmesinin üretmiş olduğu mal ve hizmetler turistik ürün olarak ifade edilmektedir. Konaklama işletmeleri tarafından sunulan yeme-içme, eğlence spor, alış-veriş, yüzme havuzları, araba kiralama gibi hizmetler turistik ürünün ayrı bir parçasını oluşturur. Turizm işletmeleri de kendi içerisinde çok çeşitli şekillerde ve farklı ürünlerle tüketicilere hizmet sunmaktadırlar. Günümüzün yoğun rekabet koşullarında mal ve hizmetlerin satışını gerçekleştirmek işletmeler sadece ürünlerini üretmenin yeterli olmadığının bilincine varmaları sonucu ürünlerine ayrıcalık katmalarını zorunlu hale getirmiştir. Kalite ve fiyatın öneminin yanı sıra, işletmeler ürünleri hakkında yeni bilgileri hedef kitleye bildirmek durumundadır. Günümüzde en yoğun bir şekilde uygulanan yöntem ise reklamdır. Reklam; televizyon, radyo, gazete, dergi, doğrudan postalama, kamu ulaşım araçları, açık hava gösterimleri vb. iletişim araçlarına bir bedel ödenerek sağlanan ve kişisel olmayan bir iletişim biçimi olarak tanımlanmıştır6. Turizm sektöründe aracı seyahat kuruluşları tarafından kullanılan iletişim aralarının başında katalog ya da broşürler gelmektedir. Turizm sektöründe, turizm pazarlaması ile oluşan faydaların önemli bir yeri vardır. Özellikle paket tur ile bir araya getirilen bileşenlerin sektördeki her kesime önemli faydalar sağladığı söylenebilir. Ancak sağlanan bu faydalar ayrı ayrı tespit edilememiştir. Oysa, oluşturulan paket tur ile muhtemel tüketicilerin fiili olarak turizm olaylarına katılmasına önemli ölçüde katkı sağladığı bilinmektedir. Günümüzde, geleneksel rekabet araçlarının yanına çeşitli faktörle de eklenebilir. Bunlardan bir tanesi de turizm pazarlaması ile oluşan faydalardır. Teorik bazda tespit edilen bu faydalara değinildikten sonra, söz konusu bu faydaların reklam mesajlarındaki kullanım durumu ortaya konulacaktır. 1.1. Yer Faydası Yer faydasından anlaşılması gereken husus, tüketicilerin istedikleri ürünü istedikleri yerde bulabilmeleridir. Tüketiciler istedikleri ürünü istedikleri yerde 5 Dündar Denizer, Turizm Pazarlaması, Yıldız Matbaacılık Sanayi, Ankara, 1992. s.62 Mehmet Oluç, “Reklam Stratejisini Saptanması ve Reklam Kampanyasının Geliştirilmesi” Pazarlama Dünyası, Yıl, 4, Sayı:23, Eylül-Ekim, 1990, s.3 6 269 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) bulamadıkları zaman yer faydasından bahsedilemez ve bununla birlikte tüketiciler aradığı ürün yerine ikame ürünü alma yoluna gidebilirler. Ürünlere ilişkin yapılan fiziksel dağıtım aktiviteleri ile yer ve zaman faydası sağlanmaktadır7. Mal sektöründe faaliyet gösteren aracı kuruluşlar, ürünü tüketicilerin istediği yere götürüp yer faydası sağlamaktadırlar. Hizmet sektöründe genelde tüketiciler hizmet sunulan yere gitmek zorunda kalmaktadırlar. Turizm sektöründe, tüketiciler turizm işletmeleri tarafından üretilen turistik ürünlerin bulundukları yerlere götürülmektedirler. Turizm sektöründe, tüketici turizm faaliyetlerinden tam olarak yararlanabilmek için turizm arzını oluşturan faktörlerle doğrudan temasa geçmek durumundadır. Diğer bir deyişle üretim yerine gitmek zorundadır. Sanayi sektöründe, tüketici malı çoğu zaman kendi yaşadığı yerde aracı kuruluşlardan satın alırken, turizm sektöründe bir otel odası için otele, bir akşam yemeği için restoranta, seyahat için ulaşım aracının bulunduğu yere, deniz için denizin bulunduğu yere gitmek zorundadır. Bu nedenle arzın bulunduğu yer aynı zamanda tüketim yeridir8. Aracı seyahat kuruluşları tarafından tüketicilere sağlanan önemli faydalardan bir tanesi de yer faydasıdır. Aracı seyahat kuruluşları tarafından sunulan paket turla tüketiciler bir çok üründe yer faydası elde etmektedirler. Örneğin, seyahat başlamadan önce turizm bölgeleri hakkında gerekli olan genel bilgi, acentelerden satın alacakları biletler, rezervasyonların yapımı ve benzeri alanlarda paket tur kapsamı içerisinde bulundukları yerlerde çok rahatlıkla elde edebilmektedirler. İşletmelerin, tüketiciler bazında oluşturdukları güvenle gidilecek yerlerin tüm özellikleri hakkında bilgi sağlamaktadırlar. İlk kez gitmekte olan tüketiciler, gidilecek yerler hakkında bilgi edinmeleri için gidip yerinde görerek bilgi edinmelerine gerek kalmadan bulundukları ortamda istedikleri bilgileri elde edilebilmektedirler. Aracı seyahat kuruluşları yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslararası gibi farklı yerlere turlar düzenleyerek tüketicilerine yer faydasını sağlamaktadırlar. Ayrıca aracı seyahat kuruluşları tarihi yerlere, deniz sahip olan yerlere, kutsal ve doğal güzellikler açısından farklı özelliklere sahip olan yerlere turlar düzenleyerek yer faydası sağlamaktadırlar. 1.2. Zaman Faydası Tüketiciler malları belli zamanlarda istedikleri için bu zaman dilimini bilmek ve malı istek anında hazır bulundurmak perakendecilerin görevidir. Tüketicilerin ürünü 7 Donald J. Bowersox., Edward W.Smykoy., Bernard J. La Londe, Physical Distribution Management, The Macmilla Company., USA, 1969, s.4 8 Orhan İçöz., Metin, Kozak, Turizm Ekonomisi, Ankara, 1988., s.4 270 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… istedikleri zaman sürecinde bulabilmeleri ile zaman faydası elde ederler9. Perakendeci malı zamanında bulundurmak için daha önce satın alıp depolamak zorundadır10. Hizmet üretimi doğru zamanda yapıldığında hem müşteri hem de üretici için fayda sağlar. Günümüzde gerek teknolojik alanda ve gerekse toplumların refah düzeylerinde yaşanan gelişmelere paralel olarak çok değişik zaman dilimlerinde turistik ürünlere talep söz konusu olabilmektedir. Geleneksel olarak yaz tatillerinde yapılan güneş, deniz, kum tatili yanı sıra kış aylarında kayak turizmi, hafta sonu, resmi ve dini tatillerde turistik ürün talep edilmektedir. Aracı seyahat kuruluşları, tüketici grupların çeşitli istek ve ihtiyaçlarını ve uygun zamanlarını tespit ederek, turistik ürünü istenilen zaman diliminde tüketicilere sunmalarıyla zaman faydasını oluşturmaktadırlar. Ülkemizde de kış aylarında yapılan kayak turizmi bir çok bölgede yaygınlaştırılarak farklı zaman dilimlerinde ve geleneksel turizm şekline bir alternatif olarak tüketicilerin hizmetine sunulmasıyla zaman faydası sağlanmış olur. Turistik mal ve hizmetlerin pazarlamasında dağıtımın rolü, hizmetin talep edildiği yerde, zamanda, miktarda ve kalitede tüketiciye ve kullanıcıya sunulmasını sağlamaktır. Bu süreç, ulaştırma, depolama, üreticinin mal ve hizmetlerini küçük ünitelere bölme, mal ve hizmetlerin finansmanı için kredi anlaşmaları yapma, mal ve hizmetlerin son alınacak noktada gerekli durumlara göre ve miktarda bulunmasını sağlama şeklinde oluşmaktadır. Tur operatörleri bir seyahat ürün paketini hazırlamak için çeşitli turistik hizmetleri ve elemanları, önceden planlamaları ve bulmaları gerekmektedir. Tur operatörleri böylece talep oluşmadan önce otel ve uçak şirketleri ile rezervasyon anlaşmaları yaparak bir risk yüklenmektedirler. Tur operatörleri hazır paket turun hammaddeleri olan yatak ve koltukları önceden bulmak, stok yapmak ve istenilen zamanda tüketime sunmak zorundadır11. Hizmetlerin pek çoğunda olduğu gibi turizm alanında da hizmetlerin yararları kısa süreli olup, hizmet üretiminde ortaya çıkan boş kapasitenin ileride kullanılmak üzere stoklanma şansı yoktur. Stoklanması mümkün olmayan turizm sektöründe üretimler, tüketicilerin tüketim için hazır bulundukları anda yapılması gerektiğinden, aniden ortaya çıkan toptan taleplerin karşılanması çoğu zaman mümkün olmadığı için zaman zaman darboğazlar yaşanmaktadır. Önceden bilinmeyen ve zamansız olarak ortaya çıkan fazla talepler için her zaman hazırlıklı olmak önemli ölçülerde bir maliyet ortaya 9 Leslie W. Rodger, Marketing in a Competitive Economy, London, 1965. s.25 Ömer Baybars Tek, Perakende Pazarlama Yönetimi, Üçel Yayımcılık Dağıtımcılık, İzmir,1984, s.50 11 Saime Oral, Türk Turizm Pazarlamasında Dağıtım-Fiyat Politikaları ve Turist Profili Analizi, İstiklal Matbaası, İzmir, 1998, s.37 10 271 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) çıkarmaktadır. Bundan dolayı aracı seyahat kuruluşları, özellikle tur operatörleri yüksek miktarlarda alım yaparak, hem birim maliyetini aşağı çekerler hem de tüketicilerin turistik mal ve hizmetlere ihtiyaç duydukları ve talep ettikleri zaman dilimlerinde sunma imkanını oluşturarak zaman faydasını sağlarlar. Ayrıca tur operatörleri, turistik ürünleri önceden satın alarak ani ve toptan talepler karşısında hazır kapasiteyi ellerinde bulundururlar ve dolayısıyla doluluk oranlarını arttırmış olurlar. Doluluk oranı, gerek mikro düzeyde turizm işletmelerine ve gerekse makro düzeyde ülke ekonomisine önemli bir katkı sağlamaktadır. Aracı seyahat kuruluşları kış sezonu, yaz sezonu, dini-resmi bayramlar ve hafta sonu ya da günübirlik gibi yılın farklı zaman dilimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilerine zaman faydası sağlamaktadırlar. Ayrıca aracı seyahat kuruluşları gündüz, gece, sezona göre farklı saatlerde ya da tüketicinin istediği her saatte gibi günün farklı zaman birimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilerine zaman faydası sağlamaktadırlar. 1.3. Miktar Faydası Miktar faydasından genel olarak anlaşılması gereken husus, tüketicinin talep ettiği üründen istediği miktarda elde etmesinin sağlanmasıdır. Mal sektöründe, aracı kuruluşların sağladığı miktar faydasını tarif etme şeklini, hizmetlerin soyutluk özelliklerinden dolayı tanımlamak ya da hizmet sektörüne uygulamak biraz daha zor olmaktadır. Aracı seyahat kuruluşları, gerek ulaşım işletmelerinde ve gerekse konaklama işletmelerinde tüketicilerin istedikleri miktarda koltuk ya da yatak sayısını tüketicilerin hizmetine sunarak miktar faydasını sağlamaktadırlar. Tüketicilerin, ekonomik durumlarına göre talep edebilecekleri hizmet kalitesi ve hizmet çeşitleri farklı olabilmektedir. Kişilerin talep ettikleri çeşitli turistik mal ve hizmetleri tek başlarına elde etmeleri daha zor olabilmektedir. Aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerin talep ettikleri turistik ürünleri daha rahat bir şekilde karşılayarak tüketicilere miktar faydası sağlamaktadırlar. Ayrıca aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerin taleplerine göre farklı sayılarda gruplar oluşturarak tüketicilere miktar faydası sağlamaktadırlar. 1.4. Kredi Faydası Mal ve hizmetlerin üreticilerden tüketicilere dağıtımı esnasında, müşteri pozisyonunda bulunanların satın alma güçleri her zaman üreticilerin umduğu şekilde 272 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… olmamaktadır. Üreticiler, daha fazla ürünü piyasaya belirli bir sürede sunmalarını isteyen toptancılara kredili satış yaparak bir fayda sağlamış olurlar12. İşletmeler, tüketicilerin mevcut kaynaklarıyla elde edemedikleri ürünler için çeşitli kredi imkanları sunmaktadırlar. Gelişmiş olan ülkelere nazaran ülkemizde yeni sayılabilecek veya etkisini önemli bir derecede günümüzde hissettiren konuların başında kredi kartları gelmektedir. Bankalara yeni bir pazar, işletmelere garantili tahsilat ve tüketicilere de geç ödeme avantajı sağlamasıyla, kredi kartı üç taraflı bir fayda sağlamaktadır. Kredi kartının sağladığı bu faydalardan dolayı günlük olarak hemen hemen tüm iletişim araçlarında karşılaşmaktayız ve tüketici kartına olan ilgi de gün geçtikçe artmaktadır. Tur operatörleri turistik ürünlere, turizm faaliyetlerine başlanılmadan önce gerekli olan miktarlarda ödemeler yapmaktadır. Stoklanamayan turistik ürünün zamanında tüketilmemesi, toptancı durumunda olan tur operatörleri zarara sokmaktadır. Tur operatörleri yaptıkları peşin ya da turizm faaliyetlerinin başlamasından önce yaptıkları ödemeler sadece tüketicilere değil aynı zamanda diğer turizm işletmelerine de olmaktadır. Tur operatörleri tüm yıl boyunca, gidilen yerlerdeki konaklama ve diğer tesislerde düzeltme ve temizleme çalışmaları gibi faaliyetler için işletme tesislerine ön ödemeler yapmaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları, turizm faaliyetleri başlamadan önce aldıkları turistik ürünlerin karşılığında yaptıkları ödemeler ile diğer turizm işletmelerine de kredi faydası sağlamaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları, turizm işletmelerinin çeşitli ürünlerini önceden satın alarak finansman sorunlarının çözümüne yardımcı oluşları yanı sıra kredi kartı, tüketici kredisi, taksitlendirme gibi kredi türlerini tüketicilerine kullandırarak farklı şekillerde kredi faydası sağlamaktadır. 1.5. Çeşit Faydası Ürünün çeşitlendirilmesi, işletmelerin birden fazla mamul çeşidi ile, piyasadaki fiili ve muhtemel müşterilere mamul satışı sonucu kârlılığı arttırmayı amaçlar. Bu nedenle işletmeler, sürekli olarak bu faydaları artırmaya yönelik çaba ve faaliyetler içindedirler. Bu amacı gerçekleştirebilmek için seçilebilecek çeşitli stratejilerden bir tanesi ise pazarlama stratejisi olan ürün çeşitlendirme stratejisidir. Bu stratejinin benimsenip uygulanması ile turistik ürünü sadece deniz, kum, güneş değil, aynı zamanda tarihi, kültürel, kutsal gibi yerlerin ortaya çıkartılıp mevsimlik özellikli sorunlara çözüm getirecektir. Bu strateji ile turizm faaliyetlerini on iki aya ve ülkenin turistik bölgelerine 12 Emir Erden, Pazarlamanın Teori ve Problemleri, İnönü Üniv. Vakfı Yayınları, Malatya, 1996, s.22. 273 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) yaymak suretiyle pazar payını artırarak büyümeyi gerçekleştirecektir. Ayrıca, dünya turizminden daha fazla pay alabilmek ve turizmin ülkeye sağladığı faydaları artırabilmek mümkün olabilecektir13. Aracı seyahat kuruluşları genel olarak ulaştırma, konaklama, beslenme, mahalli geziler ve transfer gibi, tüketicinin her türlü ihtiyacına cevap veren hizmetleri bir araya getirerek tüketime sunmaktadırlar. Endüstrileşmiş ve standartlaşmış turistik ürün, muhtemel turizm talebini fiili talebe dönüştüren etkili bir araçtır. Turistik ürün, turistin seyahatine başladığı andan bitişine kadar talep ettiği ve tükettiği tüm ürün ve hizmetlerdir14. Aracı seyahat kuruluşları hava yolu, kara yolu, deniz yolu ve demir yolundan oluşan farklı ulaşım biçimlerini tüketicilerin hizmetine sunmalarıyla ulaşım açısından çeşit faydası sağlamaktadırlar. Paket turu oluşturan birimlerden kara yolu ile ulaşım şekli ele alındığında, günümüzde daha güvenli, konforlu ve fiyat yönünden de rekabet kabul etmeyen bir ulaşım çeşidi olmuştur. Aracı seyahat kuruluşları seçtikleri destinasyonun uzaklığına göre ulaştırma araçları açısından çeşitli alternatifler sunmaktadırlar. Günümüzde her yönden rahat ve konforlu olan otobüsler hava yolu ve deniz yolu ulaşımını tercih etmeyen turistler için bir alternatif oluşturmaktadır. Aracı seyahat kuruluşları, özellikle kısa mesafeli yurt içi ve yurt dışı turlarda otobüsleri tercih etmektedirler. Süre açısından gerekli zamana sahip olmayan turistler için hafta sonunu değerlendirmeleri amacıyla yakın çevrelerine günübirlik turlar düzenlemektedirler. Gerek otomobillerde ve gerekse otobüslerde verilen hizmetler ve sağlanan konfor turistik ürün tüketicisi açısından birer seçim özelliği taşıyabilmektedir. Ulaşım çeşitliliği açısından hizmet verilen diğer bir ulaşım şekli ise deniz yoludur. Gelişen teknolojiye paralel olarak deniz ulaştırması alanında da büyük gelişmeler yaşanmaktadır. Günümüzde deniz ulaşım araçları iki yer arasındaki seyahat etme imkanını sağlamaları yanı sıra seyahat, konaklama, yeme-içme ihtiyaçlarını karşılayabilen ve yüzen otel niteliklerini taşımaktadırlar. Deniz yollarında çok büyük, hızlı ve konforlu lüks yolcu gemileri birer ulaşım aracı olarak tüketicilerin hizmetine sunulmaktadır. Deniz yolu ile yapılan seyahat kara yolları ve hava yollarından ayrı olarak eğlence, dinlenme, trafik ve güvenlik yönden farklılık katarak turistik ürüne olan talebi arttırmaktadır. 13 Gülçin Bulut, “Turistik Çekicilik Kaynaklarının Pazarlamasında Turistik Ürün Çeşitlendirmesi”; H.Ü. İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:15, Sayı:12, 1997, s.140 14 Şükrü Yarcan, Turizm Endüstrisinin Yapısı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1994, s.22 274 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… Diğer bir ulaşım şekli olan hava yollarında ulaştırmasında büyük teknolojik gelişmelerin yaşanmasına paralel olarak turizm sektörüne önemli yenilikler getirmiştir. Uçakların diğer ulaşım araçlarına göre büyük sürat kazanması, kara, deniz ve demir yollarında yaşanan bir takım duraklama ve kesintiler olmadan yoluna devam etmesi ve dünyanın en uzak ücrasına kısa sürede ulaşabilmesi ve gidilmesi düşünülen turizm yerinde daha fazla kalabilme imkanı sağlaması gibi unsurlar turizm sektöründe ulaşım biçimine bir farklılık katmıştır. 1.6. Kalite Faydası Hizmet sektöründe, hizmet kalitesinin tanımları tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarının karşılanması ve dağıtılan hizmetlerin tüketicilerin beklentilerini nasıl karşıladığı üzerine odaklanmıştır15. Müşteri tatmininde, müşterinin ürünlerin kalitesi hakkında değerlendirmede bulunurken çeşitli kriterler göz önünde tutmaktadır. Hizmet kalitesi belirleyicileri adı verilen bu unsurlar; güvenilirlik, sorumluluk bilinci, yeterlilik, ulaşabilirlik, nezaket, iletişim, güven duygusu, anlama ve haber alma, güvenlik ve fiziksel ortam’dır16. Aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerine seyahat hakkında bilgi, paket turu organize etmeleri, otellerde yer ayırtmaları, hava yolu biletlerinin satışı, araba kiralaması gibi hizmetleri sunmaktadırlar. Ancak sunulan hizmetler karşısında önemli şikayetler de ortaya çıkabilmektedirler17 . Bunlar, müşterinin ön ödemeyi yaptıktan sonra vaadedilen kaliteden, hizmetin daha düşük bir kalitede olması, tur iptalleri ve fiyat artışlarının görülmesi gibi rekabet etme açısından önemli bir araç olan kalite faydasının sağlanmasında ortaya çıkar. Ancak, şikayetlerin asgari düzeye indirilmesiyle kalite yönden bir fayda sağlanabilmektedir. Ürünü kaliteli kılan fonksiyonlardan bir tanesi de sigorta hizmetleridir. Aracı seyahat kuruluşları, müşterilerine muhtemel hırsızlık olayları, doğal afetler ve trafik kazalarına karşı sigorta hizmetlerini sunarak tüketicilerin üzerinde bir güven olgusunu oluşturmaktadırlar. Ayrıca, aracı seyahat kuruluşları, döviz, pasaport, vize ve benzeri işlemlere ilişkin yaşanabilecek sorunlardan dolayı yabancı ülkelere seyahat etmekten çekinen turistlere güven ortamı sağlamalarıyla, onları aktif olarak turizm faaliyetlerinin içine çekebilmektedirler. Çünkü güven, hizmet kalitesini belirleyen önemli bir 15 Terry Lam, Hanqin Qiu Zhang, “Service Quality of Travel Agents: The Case of Travel Agents in Hong Kong”, Tourism Management 20 (1999) 341-349 16 Nüzhet Kahraman, “Toplam Kalite Yönetiminin Turizm Sektöründe Önemi”, H.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:14, Sayı:2, 1998, s.179-184 17 Lam, Zhang, İbid, s. 341 275 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) fonksiyondur. Bilinmeyen bir turistik ürünün talebinde bulunmak ya da talep edilen ürünün yabancı bir ülkede olması güven fonksiyonuna olan ihtiyacı daha da artırmaktadır. Yine hizmetlerin soyut olma özelliklerinden dolayı fiyat tespitinde ya da önceden tahmin etme güçlüğü ortaya çıkabilmektedir. Ancak oluşturulan paket ürünler ile turistik harcamaların sabit ve önceden belirlenmiş olması, tüketicilere fiyat açısından oluşturduğu güven ile kalite faydası sağlanmaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları tarafından verilen hizmetler tüketiciler için güven kaynağı olmaktadır. Gerek ulusal alanda ve gerekse uluslar arası alanda belli bir isim ya da marka imajını yakalamış kuruluşlar daha da avantajlı bir durumda olmaktadırlar. Kazanılmış bu avantajların ya da güvenin sürdürülmesi ve başarıların daha da arttırılabilmesi için çabalar harcanmalıdır18. Hizmetin kalitesini etkileyen faktörlerden bir tanesi de yiyecek-içeceklerdir. Özelikle kalite yönünden tüketicilerin talep ve özelliklerine göre çeşitli alternatifler sunulmaktadır. Yiyecek kalitesinden anlaşılan husus, kullanılan yemek malzemelerinin ve araçlarının kalitesi ve çeşitliliği, yiyeceklerin tüketicilere sunuş şekli, hizmetin sunum hızı, paranın değeri ve benzeri faktörler yiyecek kalitesinin belirlenmesi olarak ifade edilmiştir19. Aracı seyahat kuruluşları, yolcuların normal tarifeli uçuşlarda tercih etmediği gece seferlerinde uçuş olanağı oluşturup uçuş saatlerini arttırmak suretiyle maliyetleri düşürebilmektedirler. Boş olan zaman dilimlerini kullanarak mikro düzeyde firmaya ve makro düzeyde ülke ekonomisine fayda sağlamaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları, toplu olarak yaptıkları alımlardan dolayı diğer işletmelerin sağladıkları indirimlerle tur maliyetlerini düşürmektedirler. Bu indirimlerden biri ulaşım araçlarından sağlanmaktadır. Aracı seyahat kuruluşlar, söz konusu bu indirimleri özellikle atıl olan zaman dilimleri kullanıp karşı tarafa da yeni bir imkan sağlanmasıyla pazarlık etme gücünü daha da kuvvetlendirmektedirler. Yine konaklama işletmeleriyle de önceden yaptıkları anlaşmalar doğrultusunda grup indirimleri yapmaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları tarafından sağlanan grup indirimleri ve ekonomik tarifeler maddi güçleri sınırlı olan kişiler için de uluslar arası turizm faaliyetlerine katılma 18 Diego M. Munoz, Juan M.G. Falcon, Successful Relationship Between Hotels and Agencies, Spain: Annals of Tourism Research, 2000, s.740 19 Kevin, Nield., Metin, Kozak., Geoffrey, Le Grys, “The Role of Food Service in Tourist Satisfaction”, International Journal of Hospitality Management, Vol: 19, Iss: 41, 2000, s.375-384 276 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… imkanını oluşturmaktadır. Yani orta sınıf mensuplarının turizm faaliyetlerine katılma taleplerini karşılayıp, pazarı daha canlı bir hale getirme imkanını sağlamaktadırlar. Düşük gelir grupları, tur operatörlerince düzenlenen paket turların kendileri için daha düşük maliyette olduğundan ve grup indirimlerinden faydalandıklarından dolayı grup gezilerini kişisel geziye tercih etmişlerdir. Yapılan tüm bu indirimlerin neticesinde sağlanan maliyet düşüklüğüne bağlı olarak hizmetin kalitesi arttığını söyleyebiliriz Aracı seyahat kuruluşları, tüketicilerin temel bilgi kaynağını oluşturmaktadırlar. Çünkü turistik ürün genelde bilinmeyen bir denklem gibidir. Satın alınmadan, ürünün deneme ihtimali ve önceden görme imkanı yoktur. Ancak fotoğraflarla ve broşürlerle turistik ürün hakkında bilgi edinilebilir. Tüketiciler, turizm ürünü olan hazır paket turları genel olarak olumlu düşünerek satın almaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşlarının sağladığı faydalardan bir tanesi de tavsiye ediciliktir. Özellikle seyahat etmede kararsız olan tüketicilerine karar vermelerinde gerekli olan cesaret ve güveni vererek yardımcı olmaktadırlar. Muhtemel tüketiciler arasında belli bir konumu ve güveni olan uzman bir satış elemanın etkisiyle karar verme olayı daha da rahat bir şekilde gerçekleşmektedir. Tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarına göre uygun önerilerin getirilmesi de göz ardı edilmemesi gerekir. Dil, kişiler ya da gruplar arasında iletişimin kurulmasını sağlayan önemli bir etkendir. Tüketiciler dil ile ilgili problemlerini rehberler aracılığıyla çözümlemektedirler. Aracı seyahat kuruluşları, bünyelerinde farklı sayılarda rehberler bulundurarak tüketicilere hizmet sunmaktadırlar. İşletmelerin bünyelerinde bulunan rehberler farklı sayılarda yabancı dil bilmektedirler. Aracı seyahat kuruluşları farklı sayılarda ve farklı dilleri konuşabilen rehberleri çalıştırarak tüketicilere kalite faydası sağlamaktadır. 2. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ 2.1. Araştırmanın Amacı ve Kapsamı Turizm, en hızlı gelişen ve ülkelerin adeta bacasız sanayisi olarak adlandırılan önemli hizmet sektörlerinden bir tanesidir. Turizm faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinde çeşitli kurum ve kuruluşlar yer almaktadır. Bunların en önemlileri tur operatörleri ve seyahat acenteleridir. Çünkü turizm hizmetleri satışının %80’inden daha fazlası aracı seyahat kuruluşları olarak adlandırdığımız tur operatörleri ve seyahat acenteleri tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu noktadan hareketle, turizm pazarlaması ile oluşan yer faydası, zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, çeşit faydası ve kalite faydası gibi faydaların aracı seyahat kuruluşlarının reklam faaliyetlerine ne ölçüde yansıtıldığının ortaya 277 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) konulması amaçlanmıştır. Başka bir ifadeyle, aracı seyahat kuruluşları söz konusu bu faydaları ne ölçüde reklam mesajlarında kullandıklarının tespiti amaçlanmıştır. Araştırma, Antalya’da faaliyet gösteren (A) grubu seyahat acentelerinin tümünde yapılması düşünülmüş, araştırma sonunda toplam 311 işletmenin 123’ünden cevap alınabilmiştir. Ayrıca, söz konusu bu işletmelerin 54’ünden katalog ya da broşür toplanmıştır 2.2. Araştırmanın Yöntemi Araştırmada, birincil veriler için anket metotlarından biri olan yüz yüze görüşme yöntemi kullanılarak, işletmelerden veriler toplanılmıştır. Ayrıca, işletmelerden toplanan katalog ya da broşürlerin içerikleri incelenmesiyle de veriler elde edilmiştir. Araştırmanın istatistiki analizleri, SPSS for Windows paket programındaki varyans analizi (Scheffe) ve T-testi teknikleri kullanılarak yapılmıştır. Uygulanan ölçeğin güvenilirliğini test etmek için Cronbach’ Alpha değeri kullanılmıştır. Yapılan test sonucunda güvenilirlik katsayısı 0.7328 saptanmıştır. 2.3. Araştırmanın Hipotezleri Araştırmanın hipotezi; aracı seyahat kuruluşları, turizm pazarlamasıyla oluşan yer faydası, zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, çeşit faydası ve kalite faydasını yeterince reklam faaliyetlerine yansıtmadıkları şeklinde belirlenmiştir. 2.4. Araştırmanın Değişkenleri ve Modeli Turizm sektöründe, tüketicinin tatminini artıran önemli faktörlerden bir tanesi de turizm pazarlaması ile oluşan faydaların bir sistem içerisinde ele alınması ve söz konusu bu faydaları reklam mesajlarında birer araç olarak kullanılmasıdır. Araştırmanın değişkenleri; yer faydası, zaman faydası, miktar faydası, kredi faydası, çeşit faydası ve kalite faydasıdır. Ayrıca her bir değişken kendi içerisinde alt gruplara ayrılmıştır. Araştırmanın amacına uygun olarak tüketici tatminini artırmaya ilişkin bir model geliştirilmeye çalışılmıştır. Turizm pazarlamasıyla oluşan faydaları tüketici tatmininde kullanılmasına yönelik geliştirilen model şekil 2.1’de verilmiştir. 278 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… Şekil 2.1. Turizm Pazarlaması ile Oluşan Faydaların Tüketicilere Yansıtılması Modeli Yer Faydası Zaman Faydası Miktar Faydas Kredi Faydası Çeşit Faydası Kalite Faydası Pazarlama Faaliyetleri Turistin Tatmini ve Elde Edilen Kâr Geri dönüşüm Kaynak: Araştırmanın amacına uygun olarak geliştirilen model Turizm pazarlamasında genellikle standart mesajların oluşturulduğu ve kullanıldığı görülmüştür. Özellikle rekabetin yoğun olduğu dönemde reklam veren işletmelerin farklı içerikleri ya da kendileri tarafından sağlanan çeşitli faydalara yer vererek rekabet etme üstünlüğünü elde edebilirler. Bu noktadan hareket ederek, oluşan söz konusu bu faydalara aracı seyahat kuruluşları reklam mesajlarına (katalog ve broşürlerinde) hangi oranda yer verdikleri ortaya çıkarılacaktır. 3. ARAŞTIRMANIN BULGULARI 3.1. Verilerin Değerlendirilmesi Yapılan anket çalışmasıyla elde edilen veriler ile katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin ortalama değerleri arasındaki farklılıklar istatistiki olarak değerlendirildi. Değerlendirmeler, Likert Toplama Ölçeği baz alınarak, 1; zayıf, 2; orta, 3; iyi ve 4; iyi şeklinde yapıldı. 1 ve 2 olumsuzluk ifade eden değerler, 3 ve 4 ise olumluluk ifade eden değerler şeklinde analize tabi tutuldu. Çizelgelerdeki grupların oluşturulması; anket çalışmasıyla elde edilen veriler 1.grup; katalog ya da broşürlerin içeriklerinin incelenmesiyle elde edilen veriler ise 2.grup olarak sınıflandırıldı. Tablo 3.1’de işletmelerin yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası turlar gibi farklı yerlere turlar düzenleyerek tüketicilerine sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları yer faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.1: Grupların yer faydası (farklı yerler) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 37 12 30.1 22.2 53 4 43.1 7.4 21 32 17.1 59.3 12 6 9.7 11.1 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 2.06 2.59 279 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) p<0.05 t= -3.439 p = 0.001 (Birincil veriler; Anket çalışmasıyla elde edilen, ikincil veriler ise; Katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerdir) Hı : Yer faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1+2) incelendiğinde, 1. grupta %73.2 iken, 2. grupta %29.6 ‘dır. Olumluluk ifade eden değerler (3+4) açısından incelendiğinde, 1.grupta %26.8 iken, 2.grupta ise bu oran %70.4’dür. Yapılan anket çalışmasında yer faydasına ilişkin elde edilen değerin reklam faaliyetlerine yansıtılan değerden daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Başka bir ifadeyle yapılan değerlendirmede reklam faaliyetlerine yansıtılan yer faydası, kuramsal zeminde tespit edilen yer faydasından daha yüksek çıkmıştır. Söz konusu bu durumu, işletmelerin tüketicilerine çeşitli nedenlerle sağlayamadıkları bazı faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından kaynaklanabileceği şeklinde yorumlanabilir Tablo 3.2’de, işletmelerin tarihi, kutsal, deniz ve doğal güzelliklerine sahip olan farklı yerlere turlar düzenleyerek tüketicilerine sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları yer faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.2: Grupların yer faydası (farklı özellikler) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 14 14 11.4 25.9 25 5 20.3 9.3 24 27 19.5 50.0 60 8 48.8 14.8 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 3.05 2.53 p<0.05 t= 3.030 p = 0.003 Hı : Yer faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta % 31.7 iken, 2. grupta %35.2 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %68.3 iken, 2.grupta ise bu oran %64.8 ‘dir. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları yer faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Yeterince yansıtılmayan sonuçlara ilişkin yapılabilecek genel yorum, söz konusu işletmelerin gelenekselleşmiş reklam mesajlarının dışına çıkma ihtiyacını duymamaları şeklinde yorumlanabilir. Tablo 3.3’de, işletmelerin kış sezonu, yaz sezonu, dini-resmi bayramlarda ve hafta sonları gibi yılın farklı zaman dilimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları 280 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.3 : Grupların zaman faydası (yılın farklı zaman dilimlerinde) açısından durumu Toplam/ Gruplar 1 2 3 4 Ortalama n % n % n % n % n X Birincil veriler İkincil veriler 62 35 50.4 64.8 19 3 15.5 5.6 8 11 6.5 20.4 34 5 27.6 9.2 123 54 2.11 1.74 p<0.05 t= 2.118 p = 0.036 Hı: Zaman faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Zaman faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta % 65.9 iken, 2. grupta %70.4 ‘dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %34.1 iken, 2.grupta ise bu oran %%29.6 ‘dır. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları zaman faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Tablo 3.4’de, işletmelerin gündüz, gece, sezona göre farklı saatlerde ya da tüketicinin istediği her saatte gibi günün farklı zaman birimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilerine sağladıkları zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo3.4 : Grupların zaman faydası (günün farklı zaman dilimlerinde) açısından durumu Toplam/ Gruplar 1 2 3 4 Ortalama n % n % n % n % n Birincil veriler İkincil veriler 47 38 38.2 70.3 10 8 8.1 14.8 24 5 19.5 9.3 42 3 34.2 5.6 123 54 X 2.49 1.50 p<0.05 t= 6.208 p = 0.000 Hı: Zaman faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Zaman faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %46.3 iken, 2. grupta bu oran %85.1 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %53.7 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9’dur. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları zaman faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Tablo 3.5’de, işletmelerin günlük, bir haftalık, on beş günlük, otuz ve daha uzun süreli turlar düzenleyerek süre açısından tüketicilerine sağladıkları miktar faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. 281 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 3.5 : Grupların miktar faydası (süre) açısından durumu Gruplar Birincil veriler İkincil veriler p>0.05 1 2 n % n % n % 4 n 67 35 54.5 64.8 35 1 28.5 1.9 13 10 10.5 18.5 8 8 t= -0.782 3 % Toplam/ Ortalama n 6.5 14.8 123 54 X 1.69 1.83 p = 0.436 Hı: Miktar faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu gruplar arasında anlamlı bir fark çıkmamış ve Ho hipotezi reddedilememiştir. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %83.0 iken, 2. grupta %66.7 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.0 iken, 2.grupta ise bu oran %33.3’dür. Anket uygulamasıyla elde edilen değerlerin, reklam faaliyetlerine yansıtılan değerlerden daha düşük çıkması, işletmelerin tüketicilerine çeşitli nedenlerle sağlayamadıkları bazı faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından kaynaklanabileceği şeklinde yorumlanabilir. Tablo 3.6’da, işletmelerin sayı itibariyle farklı gruplar oluşturarak tüketicilerine sağladıkları miktar faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.6 : Grupların miktar faydası (grup sayısı) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 49 46 39.8 85.2 14 1 11.4 1.8 8 2 6.5 3.7 52 5 42.3 9.3 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 2.51 1.37 p<0.05 t= 7.789 p = 0.000 Hı: Miktar faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %51.2 iken, 2. grupta %87.0 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %48.8 iken, 2.grupta ise bu oran %13.0’dür. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları miktar faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Tablo 3.7’de, işletmelerin kredi kartı, tüketici kredisi, taksitlendirme gibi kredi türlerini tüketicilerine kullandırmak suretiyle sağladıkları kredi faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kredi faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. 282 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… Tablo 3.7 : Grupların kredi faydası açısından durumu Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 n 49 45 % 2 n 39.8 83.3 52 1 % 3 n 42.3 1.8 17 5 % 4 n % Toplam/ Ortalama n 13.8 9.3 5 3 4.1 5.6 123 54 X 1.82 1.37 p<0.05 t= 4.020 p = 0.000 Hı : Kredi faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Kredi faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %82.1 iken, 2. grupta %85.1 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.9 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9’dur. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları kredi faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Tablo 3.8’de, işletmelerin hava yolu, kara yolu, deniz yolu ve demir yolundan oluşan farklı ulaşım şekillerini tüketicilerinin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.8 : Grupların çeşit faydası (ulaşım) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 45 39 36.5 72.2 53 1 43.1 1.8 20 9 16.3 16.7 5 5 4.1 9.3 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 1.87 1.62 p<0.05 t= 2.137 p = 0.035 Hı : Çeşit faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %79.6 iken, 2. grupta %74.0 ‘dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.4 iken, 2.grupta ise bu oran %26.0’dır. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları çeşit faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Tablo 3.9’da, işletmelerin otel, pansiyon, tatil köyü gibi farklı konaklama imkanlarını tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. 283 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo 3.9 : Grupların çeşit faydası (konaklama) açısından durumu Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 n 30 33 % 2 n 24.4 61.1 68 1 % 3 n 55.3 1.8 13 9 % 4 n % Toplam/ Ortalama n 10.5 16.7 12 11 9.8 20.4 123 54 X 2.05 1.96 p>0.05 t= 0.495 p = 0.622 Hı: Çeşit faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu gruplar arasında anlamlı bir fark çıkmamış ve Ho hipotezi reddedilemiştir. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %79.7 iken, 2. grupta %62.9 ‘dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.3 iken, 2.grupta ise bu oran %37.1’dir. Tablo 3.10’da, işletmelerin farklı sınıflardaki otelleri tüketicilerinin hizmetine sunarak sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.10 : Grupların kalite faydası (otel sınıfları) açısından durumu n % n % N % n % Toplam/ Ortalama n 43 34 34.9 63.0 49 1 39.9 1.8 12 6 9.8 11.1 19 13 15.4 24.1 123 54 Gruplar 1 Birincil veriler İkincil veriler 2 3 4 X 2.05 1.96 p>0.05 t= 0.315 p = 0.753 Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu gruplar arasında anlamlı bir fark çıkmamış ve Ho hipotezi reddedilememiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %74.8 iken, 2. grupta %64.8 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %25.2 iken, 2.grupta ise bu oran %35.2’dir. Tablo 3.11’de, işletmelerin yılda farklı özeliklerde ve sayılarda katalog ya da broşür çıkarıp tüketicilerine ulaştırmaları sonucu sağladıkları kalite faydası ile uygulamada tespit edilen kalite faydasının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Tablo 3.11: Grupların kalite faydası (katalog ya da broşür) açısından durumu Gruplar % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 65.9 77.8 26 6 21.1 11.1 10 5 8.1 9.3 6 1 4.9 1.8 123 54 1 n Birincil veriler 81 İkincil veriler 42 2 3 4 p<0.05 t= 2.559 p = 0.011 Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. 284 X 1.52 1.35 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %87.0 iken, 2. grupta %88.9‘dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %13.0 iken, 2.grupta ise bu oran %11.1’dir. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları kalite faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Tablo 3.12’de, işletmelerin çalıştırdıkları rehber sayısı ve bu rehberlerin bildikleri dil sayısı açısından tüketicilerine sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.12 : Grupların kalite faydası (rehber ve dil sayısı) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 91 43 73.9 79.6 20 5 16.3 9.3 5 5 4.1 9.3 7 1 5.7 1.8 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 1.41 1.33 p<0.05 t= 2.459 p = 0.015 Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %90.2 iken, 2. grupta %88.9‘dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %9.8 iken, 2.grupta ise bu oran %11.1’dir. Tablo 3.13’de, işletmelerin tüketicilerine yönelik uyguladıkları sigorta hizmetleri açısından sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.13 : Grupların kalite faydası (sigorta hizmetleri) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 5 39 4.1 72.1 1 5 0.8 9.3 6 5 4.9 9.3 111 5 90.2 9.3 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 3.92 1.55 p<0.05 t= 17.863 p = 0.000 Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %4.9 iken, 2. grupta %81.4 ‘dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %95.1 iken, 2.grupta ise bu oran %18.6’dır. İşletmelerin sigorta hizmetleri açısından sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine 285 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) yansıttıkları kalite faydası arasındaki farkın çok büyük olması, işletmelerin sigorta işlemlerinin zorunlu olarak yapmalarından kaynaklandığı ve zorunlu olarak yapılan bir faaliyetin de reklam faaliyetlerine yansıtmalarına gerek olmadığı düşüncesinin sonucu olabileceği şeklinde söylenebilir. Tablo 3.14’de, işletmelerin çeşitli sebeplerden dolayı iptal edilen turlar sonucunda ortaya çıkan mağduriyetleri telafi etmek için seçtikleri en uygun çözüm şekliyle tüketicilerine sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasında farklılığın bulunup bulunmadığının tespiti amaçlanmıştır. Tablo 3.14 : Grupların kalite faydası (tur iptalleri) açısından durumu n % n % n % n % Toplam/ Ortalama n 6 41 4.9 75.9 64 5 52.0 9.3 20 6 16.3 11.1 33 2 26.8 3.7 123 54 Gruplar Birincil veriler İkincil veriler 1 2 3 4 X 2.65 1.42 p<0.05 t= 6.90 p = 0.000 Hı: Kalite faydası açısından gruplar arasında anlamlı bir fark vardır. Yapılan istatistiki test sonucu Ho hipotezi reddedilerek Hı hipotezi kabul edilmiştir. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1. grupta %56.9 iken, 2. grupta %85.2 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %43.1 iken, 2.grupta ise bu oran %14.8’dir. İşletmelerin tüketicilerine sağladıkları kalite faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Turizm pazarlamasıyla oluşan faydalara ilişkin olarak, anket uygulamasıyla elde edilen verilerin ortalama değerleri ile katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin ortalama değerleri geliştirilen formüle uyguladığımızda; 286 REA = (YF+ ZF+MF+ KF+ ÇF+ KAF) ---------------------------------------n REA = (2.55+2.30+2.10+1.82+1.96+1.90) -------------------------------------------- = 2.10 6 REK = (YF+ ZF+MF+ KF+ ÇF+ KAF) ---------------------------------------n Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… (2.56+1.62+1.60+1.37+1.79+1.51) ---------------------------------------------- = 1.74 6 YF : Yer Faydası ZF : Zaman Faydası MF: Miktar Faydası KF: Kredi Faydası ÇF: Çeşit Faydası KAF: Kalite Faydası REK = olarak bulunmuştur. (Her değişkenin kendi içerisindeki ortalama değeri bulunarak formülde kullanılmıştır) Anket uygulamasıyla elde edilen verilerin genel ortalama değerleri ile katalog ya da broşürlerden elde edilen verilen ortalama değerleri incelendiğinde, aracı seyahat kuruşları turizm pazarlamasıyla oluşan faydaları reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları sonucu ortaya çıkmaktadır. 4. SONUÇ VE ÖNERİLER Türkiye, komşu ülkelerle hatta dünyadaki ülkelerle kıyaslandığında; köklü tarihi geçmişi, birden çok mevsimin ülkenin farklı bölgelerinde aynı anda yaşanması, üç tarafı denizlerle çevrili yarım ada görünümü, genç ve dinamik bir nüfus yapısı ve zengin kültürü gibi bir çok farklı özelliklere sahip olması nedeniyle çok önemli bir turizm merkezi konumundadır. Ancak ülkenin sahip olduğu bu değerleri ülkenin ekonomik çıkarları doğrultusunda kullanabilmesi için gerek kamu ve gerekse özel sektöre önemli sorumluluklar düşmektedir. Ürünün sadece üretimini gerçekleştirerek piyasaya sürülmesi yeterli olmamakta, bunların tüketicilere duyurulması ve tanıtılması daha önem kazanmaktadır. Ülkelerin turistik açıdan gelişmeleri büyük ölçüde aracı seyahat kuruluşlarının yaptıkları tutundurma faaliyetlerine bağlıdır. Bu amaçlarla gerçekleştirilen tutundurma türlerinden birini oluşturan reklam, ürünün daha çok kişi tarafından tüketimini sağlayarak, firmanın mevcudiyetini devam ettirmesine imkan tanıması gibi faydalarından dolayı pazarlamada önemli bir yere sahiptir Aracı seyahat kuruluşları genellikle konaklama, ulaşım, yeme-içme gibi turistik ürünleri bir araya getirerek bir paket ürün oluştururlar. Oluşturulan bu turistik ürün daha az bir maliyetle tüketicilere sunmaktadırlar. Aracı seyahat kuruluşları seyahat düzenledikleri yerlerde ekonomik kazançları olduğu için bu turizm yerlerini daha cazip hale getirmek amacıyla bir çok çalışmalar yapmaktadır. Aracı seyahat kuruluşları 287 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ürettikleri turistik mal ve hizmetlerden tüketicileri haberdar etmek için tutundurma fonksiyonlarından özellikle reklamı kullanmaktadırlar. İşletmelerin, yöresel, bölgesel, ulusal ve uluslararası gibi farklı yerlere turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları yer faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı bulunmuştur. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %73.2 iken, 2.grupta %29.6’dır. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %26.8 iken, 2.grupta bu oran %70.4’dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 2.grubun (%70.4) 1.gruptan (%26.9) daha yüksek çıkması, başka bir ifade ile reklam faaliyetlerine yansıtılan yer faydası değeri, kuramsal zeminde bilinen yer faydası değerinden daha yüksek çıkması, işletmelerin tüketicilere sağlayamadıkları bazı faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından kaynaklandığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır. İşletmelerin tarihi, kutsal, deniz ve doğal güzelliklere sahip olan farklı yerlere turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları yer faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları yer faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Yer faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %31.7 iken, 2.grupta ise bu oran %35.2 ‘dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %68.3 iken, 2.grupta ise bu oran %64.8’dir. İşletmeler tüketicilere sağladıkları yer faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları sonucu ortaya çıkmaktadır. İşletmelerin kış sezonu, yaz sezonu, dini-resmi bayramlar ve hafta sonları gibi yılın farklı zaman dilimlerinde faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. İşletmeler çok farklı pazarlara hitap ettikleri için, yılın farklı zaman dilimlerinde düzenledikleri turlara ilişkin bilgileri reklam faaliyetlerine yansıtarak, muhtemel tüketicilerin fiili olarak turizm hareketlerine katılmalarını sağlayabilirler. İşletmelerin, gündüz, gece, sezona göre farklı saatlerde ya da tüketicinin istediği her saatte gibi günün farklı zaman dilimlerinde turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Zaman faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta turlar düzenleyerek tüketicilere sağladıkları zaman faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları zaman faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Zaman faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde 1.grupta %65.9 iken, 2.grupta bu oran %70.4’dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 288 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… 1.grupta %34.1 iken, 2.grupta ise bu oran %29.6’dır. İşletmelerin tüketicilere sağladıkları zaman %46.3 iken, 2.grupta bu oran %85.1’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %53.7 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9 ‘dur. İşletmelerin tüketicilere sağladıkları zaman faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. Aracı seyahat kuruluşları günün farklı zaman dilimlerinde düzenledikleri turlara ilişkin bilgileri detaylı olarak reklam faaliyetlerine yansıtarak turizm faaliyetlerine daha çok sayıda katılımı gerçekleştirebilirler. İşletmelerin günübirlik, bir haftalık, on beş günlük, otuz ve daha fazla süreli turlar düzenleyerek süre açısından tüketicilere sağladıkları miktarı faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmamıştır. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %83.0 iken, 2.grupta bu oran %66.7’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.0 iken, 2.grupta ise bu oran %33.3’dür. Anket uygulamasıyla elde edilen değerlerin, reklam faaliyetlerine yansıtılan değerlerden daha düşük çıkması, işletmelerin tüketicilerine çeşitli nedenlerle sağlayamadıkları bazı faydaları kendi reklam faaliyetlerine yansıtmalarından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak, aracı seyahat kuruluşları tüketicilerin taleplerine uygun farklı süreli turlar düzenleyerek ve bu turlardan tüketicileri haberdar ederek turizm faaliyetlerine katılımı daha da arttırabilme şansına sahiptir. İşletmelerin, sayı itibariyle farklı gruplar oluşturarak tüketicilere sağladıkları miktar faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları miktar faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Miktar faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %51.2 iken, 2.grupta bu oran %87.0’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %48.8 iken, 2.grupta ise bu oran %13.0 dür. Miktar faydası (grup sayısı) açısından olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.gruptaki değerlerin, 2.gruptaki değerlerden yüksek çıkması, sağlanan miktar faydasının reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları sonucunu ortaya çıkarmaktadır. İşletmelerin, kredi kartı, tüketici kredisi, taksitlendirme gibi kredi türlerini tüketicilere kullandırarak sağladıkları kredi faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kredi faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kredi faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %82.1 iken, 2.grupta bu oran %85.1’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %17.9 iken, 2.grupta ise bu oran %14.9’dur. Kredi faydası açısından sonuçların olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) açısından yüksek çıkması, işletmelerin çok farklı 289 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) pazarlara hitap etmeleri ve açılacak kredilerin geri ödenmesinde bazı riskleri de beraberinde taşımasından kaynaklandığını söylenebilir. Ülkelerin hukuki ve ekonomik yapılarının farklı olmasından dolayı kredilerin geri ödenmesinde bazı zorluklar yaşanmaktadır. Ancak, aracı seyahat kuruluşları tarafından yurt içinde turizm sektöründe tüketicilere sağlanan kredi faydasını reklam faaliyetlerine yansıtarak turizm faaliyetlerine daha çok katılımı aracı seyahat kuruluşları gerçekleştirilebilir. Çünkü, değişik sektörlere ilişkin olarak yapılan çalışmalarda, özellikle kredi kartlarının satışları olumlu yönde etkilediği tespit edilmiştir. İşletmelerin hava yolu, kara yolu, deniz yolu ve demir yolundan oluşan farklı ulaşım şekillerini tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %79.6 iken, 2.grupta bu oran %74.0’dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.4 iken, 2 grupta ise bu oran %26.0’dır. Çeşit faydası (ulaşım) açısından sonuçların olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) açısından yüksek çıkmıştır. Ayrıca, işletmelerin sağladıkları çeşit faydasını reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları tespit edilmiştir. İşletmelerin otel, pansiyon, tatil köyü gibi farklı konaklama imkanlarını tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları çeşit faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları çeşit faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmamıştır. Çeşit faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %79.7 iken, 2.grupta bu oran %62.9 dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %20.3 iken, 2.grupta ise bu oran %37.1’dir. İşletmelerin farklı sınıflardaki otelleri tüketicilerin hizmetine sunarak sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %74.8 iken, 2.grupta bu oran %64.8’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %25.2 iken, 2.grupta ise bu oran %%35.2 olmuştur. Reklam faaliyetlerine yansıtılan kalite faydası açısından 1.grubun değerleri 2.grubun değerlerinden daha yüksek çıkması, işletmelerin kalite faydasını yeterince değerlendirmedikleri sonucunu ortaya çıkarmaktadır. İşletmelerin yılda farklı özelliklerde ve sayılarda katalog ya da broşür çıkarıp tüketicilerine ulaştırmaları sonucu sağladıkları kalite faydası ile uygulamada tespit edilen kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %87.0 290 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… iken, 2.grupta %88.9’dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %13.0 iken, 2.grupta ise bu oran %11.1’dir. Antalya’da faaliyet gösteren aracı seyahat kuruluşları istenilen özelliklerde ve sayılarda katalog ya da broşür çıkarmadıkları sonucu ortaya çıkmaktadır. İşletmelerin, çalıştırdıkları rehber sayısı ve bu rehberlerin bildikleri dil sayısı açısından tüketicilere sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde, 1.grupta %90.2 iken, 2.grupta bu oran %88.9’dur. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %9.8 iken, 2.grupta bu oran %11.1’dir. Tüketicilerin hizmetin kalitesini algılamasını etkileyen faktörlerden bir tanesi de rehberlik hizmetleridir. Ancak rehberlik hizmeti açısından kalite faydasını yeterince değerlendirmedikleri sonucu ortaya çıkmaktadır. İşletmelerin tüketicilerine yönelik uyguladıkları sigorta hizmetleriyle oluşan kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde 1.grupta %4.9 iken, 2.grupta %81.4’dür. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %95.1 iken, 2.grupta ise bu oran %18.6’dır. İşletmelerin sigorta işlemleri açısından sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki değerlerin çok farklı çıkması, ülkelerin hukuki yapılarına göre bazı farklılıklar göstermesiyle birlikte, genellikle zorunlu olarak uygulanmasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak, sigorta hizmetleri ile ilgili sunulan hizmetler, hizmetin kalitesini ve tüketicinin hizmeti algılamasını olumlu yönde etkileyen önemli etkenlerden bir tanesidir. Bu nedenle, özellikle hırsızlık, doğal afetler ve trafik kazaları gibi olayların sıkça yaşandığı ülkelerde, sigorta hizmetlerinin daha da önem arz ettiği ve reklam faaliyetlerine yansıtılmasıyla talepte bir artışın olmasına katkı yapacaktır. İşletmelerin, çeşitli sebeplerden dolayı iptal edilen turlar sonucunda ortaya çıkan mağduriyetleri gidermek için seçtikleri en uygun çözüm şekliyle sağladıkları kalite faydası ile reklam faaliyetlerine yansıttıkları kalite faydası arasındaki farklılık, yapılan istatistiki test sonucu anlamlı çıkmıştır. Kalite faydası açısından olumsuzluk ifade eden değerler (1 ve 2) incelendiğinde 1.grupta %56.9 iken, 2.grupta %85.2’dir. Olumluluk ifade eden değerler (3 ve 4) incelendiğinde, 1.grupta %43.1 iken, 2.grupta ise bu oran %14.8’dir. Gerek aracı seyahat kuruluşları açısından gerekse tüketiciler açısından sıkça yaşanan problemlerden bir tanesi de tur iptalleridir. Yapılan tur iptalleri sonucunda 291 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) tarafların mağduriyetlerini asgari düzeye indirilmesi için en uygun çözüm yolu bulunarak problemi gidermektir. Ancak, tur iptalleri olması halinde neler yapılacağına dair reklam faaliyetlerinde geniş bilgilere yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu nedenle, yaşanabilecek her türlü olumsuzluklar karşısında neler yapılabileceğine dair bilgiler reklam faaliyetlerine yansıtarak, oluşturulacak güven sonucu tüketicilerin karar verme sürecinde önemli bir etken olacaktır. Çalışma sonucunda, anket uygulamasıyla elde edilen verilerin genel ortalama değerleri (2.10) ile katalog ya da broşürlerden elde edilen verilerin genel ortalama değerleri (1.74) karşılaştırıldığında, aracı seyahat kuruluşları, turizm pazarlaması ile oluşan faydaları reklam faaliyetlerine yeterince yansıtmadıkları sonucu ortaya çıkmaktadır. Yapılan çalışma sonucunda, gerek kuramsal zeminde ve gerekse uygulama süresince elde edilen bilgiler ışığında yapılabilecek öneriler şöyle sıralanabilir: Tüketici istek ve ihtiyaçlarını belirlemek ve talebin düzeyini ölçmek amacıyla sürekli bir şekilde pazar araştırması yapılmalıdır. Yapılacak pazar araştırmasıyla yeni pazarların tespiti ve mevcut pazarlarda yaşanan problem ya da aksaklıkların giderilmesi mümkün olacaktır. Çağımızda hızlı gelişmelerin yaşandığı alanlardan bir tanesi de internet’tir. İnternet’in hızlı bir şekilde tüm işletmelerde yaygınlaştırılması için gerekli olan alt yapılar hazırlanmalı ve yapılan çalışmalar desteklenmelidir. Yeni turizm çeşitlerinin oluşturulması Türk turizmin geleceği açısından önemli olup, yeni turizm çeşitleriyle Türkiye’nin sahip olduğu imajı değiştirerek yılın on iki ayında turizm aktivitelerinin yoğun olduğu bir ülke konumuna getirilmelidir. Kamu sektörü, turizm hareketlerinin yoğun olduğu zamanlar dışında gerçekleşebilecek farklı turizm tesislerini kurmak ve çeşitlendirmek (dağcılık ve kış turizmi, termal turizmi, golf turizmi) isteyen turistik işletme yatırımlarını teşvik etmeli, özellikle alt yapıların hazırlanmasında gerekli katkıları sağlamalıdır. Yapılacak tüm faaliyetlerde, sosyal pazarlama anlayışı gereği, toplumun beklentileri ve çevrenin durumu göz önünde bulundurulmalı, toplum ve çevre ile ilgili oluşabilecek sorunlar yasal olarak engellenmesi için gereken önlemler alınmalıdır. Ülkenin, dünyadaki turizm pastasından istenilen payı alabilmesi için, özellikle uluslar arası faaliyet gösteren tur operatörlerinin programlarına turistik yerlerin dahil edilmesi için gerekli olan tüm çabalar sarf edilmelidir. Turizm sektörü farklı özellikteki tüketici gruplarına sahiptir. Farklı tüketici gruplarının istek ve ihtiyaçlarını karşılayacak turistik mal ve hizmetleri üretmek zordur. 292 Aracı Seyahat Kuruluşlarının Reklam… Bu nedenle aracı seyahat kuruluşları pazarı bölümlendirmeli ve bu çerçevede hedef pazarı seçmelidir. Böylece hedef pazarın belirlenmesi ile muhtemel turistlerin amaçları ve sosyo-ekonomik özellikleri daha ayrıntılı olarak belirlenmiş olacaktır. Aracı seyahat kuruluşları paket turu hazırlarken karşılaştıkları problemlerden bir tanesi de çeşitli turizm işletmelerinden standart bir fiyat alamamalarıdır. Turizm işletmelerinin belirli bir fiyat tespitinde bulunmamaları da ülkenin ekonomik istikrarsızlığından kaynaklanmaktadır. Tüketicilerin karar alma sürecinde göz önünde bulundurdukları önemli etkenlerden biri fiyat oluğu için, turizm işletmeleri standart bir fiyat oluşturmasına çaba sarf etmelidirler. Tutundurma faaliyetlerinde, özellikle ülkenin sahip olduğu tarihi ve kültürel değerler ön plana çıkartılmalı ve farklı bir turizm şekli olarak sunulmalıdır. Kitle turizm şeklinde yapılan turizm faaliyetleriyle tüketiciler büyük faydalar elde etmelerine rağmen, bu turizm şekli için bazı eleştiriler yapılmaktadır. Bu eleştirileri önlemek için turizm yerlerinde bulunan diğer işletmeler de faydalandırılmalıdır. Turizmin en yoğun olduğu dönemlerde, özellikle hava yolu ulaşımı açısından ek önlemler alınarak, gelecek talepleri kabul etmeme gibi bir durum kesinlikle söz konusu olmamalıdır. Sahip olduğu uygun hava koşulları ve mevcut spor tesislerinden muhtemel tüketiciler haberdar edilmelidir. Turizmin yoğun olmadığı kış sezonlarında özellikle ülkelerin futbol takımlarının hazırlık çalışmalarının yapabilmelerine imkan sağlanmalıdır. Yapılan bu çalışma süresince ve edinilen deneyimler sonucunda; konunun bir de Antalya’da turizm faaliyetlerine katılan tüketiciler açısından ele alınması, özellikle kullanılan reklam araçlarından ve reklam içeriklerinden hangilerinin daha çok ön plana çıktığının tespit edilmesi önemli bir araştırma konusu olacağı düşünülmektedir. KAYNAKÇA BOWERSOX, Donald, J., EDWARD W.Smykoy., BERNARD J. La Lkonde, Physical Distribution Management, The Macmilla Company, USA, 1969, s.4 BULUT, Gülçin. “Turistik Çekicilik Kaynaklarının Pazarlamasında Turistik Ürün Çeşitlendirmesi”, H.Ü. İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:15, Sayı:2, 1997. BURKART, A.J., MEDLIK S., Tourism- Past, Present and Future, II. Baskı, London, 1981. DENİZER, Dündar. Turizm Pazarlaması, Yıldız Matbaacılık Sanayi, Ankara, 1992. ERDEN, Emir. Pazarlama Teori ve Problemleri, İnönü Üniv. Vakfı Yayınları, Malatya, 1996. HACIOĞLU, Necdet. Turizm Pazarlaması, Uludağ Üniv. Basımevi, Bursa, 1989. 293 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) İÇÖZ , Orhan., Kozak, Metin. Turizm Ekonomisi, Ankara, 1988. KAHRAMAN, Nüzhet , “Toplam Kalite Yönetiminin Turizm Sektöründe Önemi”, H.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:14, Sayı:2, 1998. LAM, Terry, Zhang, Hanqin Qiu, “Service Quality of Travel Agents: The Case of Travel Agents in Hong Kong, Tourism Management, 20, 1999. MUNOZ, Diego M. FALCON, Juan M.G. “Successful Relationship Between Hotels and Agencies”, Spain: Annals of Tourism Research,, 2000 NIELD , Kevin., KOZAK, Metin., LE GRYS, Geoffrey. “The Role of Food Service in Tourist Satisfaction”, International Journal of Hospitality Management, Vol: 19, Iss: 41, 2000. OLUÇ, M. “Reklam Stratejisini Saptanması ve Reklam Kampanyasının Geliştirilmesi” Pazarlama Dünyası, Yıl, 4, Sayı:23, Eylül-Ekim, 1990. ORAL, Saime. Türk Turizm Pazarlamasında Dağıtım-Fiyat Politikaları ve Turist Profili Analizi, İstiklal Matbaası, İzmir, 1998. RODGER, W. Leslie., Marketing in a Competitive Economy, London, 1965. SKINNER, Steven, J. Marketing, Houghton Mifflin, Company, Boston, 1980. (Alıntı:Mucuk, İsmet. Pazarlama İlkeleri, Der Yayınları, İstanbul, 1990) TEK, Ömer Baybars. Pazarlama, İlkeler ve Uygulamalar, İzmir, 1991. TEK, Ömer Baybars, Perakende Pazarlama Yönetimi, Üçel Yayımcılık Dağıtımcılık, İzmir, 1984. YARCAN, Şükrü. Turizm Endüstrisinin Yapısı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1994. 294 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 295-317, ELAZIĞ-2005 SİYASAL REKLAMCILIK ÖZELİNDE SİYASAL TUTUMLARIN OLUŞMASI SÜRECİ The Process of Formation of Political Attitudes in Particular Political Advertisement Basri BARUT Fırat Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Elazığ. [email protected]. ÖZET Bu çalışmada “Tutum” kelimesinin kelime anlamının açıklanmasından başlayarak, tutumların oluşma sürecini açıklayan bir takım öğeler ve kuramlar üzerinde durulmuştur. İnsanların değişik etkisel faktörler karşısındaki tutumlarının nasıl oluştuğu veya tutumlarını nasıl belirledikleri irdelenmiştir. Bireylerin tutumlarının, genel manada 12-30 yaşları arasında oluştuğu, bu yaş aralığında değişik olaylara karşı tutumlarının oluşma örneklerinden yola çıkılarak; siyasal tutumlarının oluşma süreci açıklanmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Tutum, Tutum Kuramları, Tutum Öğeleri, Siyasal Tutumlar. ABSTRACT In this study, the meaning of “attitude” as a word is described and then some elements and theories are emphasized which explain the forming process of attitudes. It is also studied how attitudes of people form the opposite side various effective factors or how people state their attitudes. The forming process of the politic attitudes of people is tried to be explained through the examples that attitudes of individuals form usually between ages of 12-30 and the examples of forming people’s attitudes against different situations. Key Words: Attitude, Attitude Theories, Elements of Attitude, Politic Attitudes. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. Giriş Bir insanın bütün yaşamını içeren toplumsal etki alanları olduğu bilinmektedir. İnsanların sergilediği bir çok davranış, çevresindeki diğer fertlerle olan münasebetlerin algılanmasına, bu münasebetlerin değerlendirilmesine ve yine onlar üzerinde edinilmiş olan yargılara bağlı olarak ortaya çıkar. Bireyin düşünsel dünyası, çok değişik ilişkilerden elde ettiği kazanımların oldukça karmaşık bir sonucudur. İnsan, birbiriyle örtüşen veya çelişen, yine birbiriyle uyumlu ya da uyumsuz bir çok fikrin etkisi altındadır. Bu çok değişik düşünce, yargı ve değerler birbirinden ilgisiz ve çelişik gibi görünse de, aslında her insanın düşünce yapısı, davranış kalıbı ve eylem çizgisi, kendi içinde şekillenmiş bir bütün halindedir (Tolan ve diğerleri, 1991:4). “İnsanlar, davranışlarını, diğerleriyle olan ilişkilerini, tercihlerini, düşünsel örüntüleri doğrultusunda gerçekleştirirler. Sosyal psikolojide bu düşünsel örüntüye “tutum” adı verilmektedir” (Aytaç ve Bayram, 2004:4). Tutum konusunda bir çok tanımla karşılaşmak mümkündür. Bu tanımlardan bir kaçına konumuzun daha iyi anlaşılmasına katkısı olması bakımından yer vermek istiyorum. “Gündelik dilde tutum sözcüğü, hal ve gidiş, duygunun dış belirtisi olarak kullanılmaktadır. Tutum çağdaş sosyal psikolojinin en önemli kavramlarından birisini oluşturmaktadır” (Dönmezer, 1990:97). Tutum, “bir grup, bir kurum, bir sorun neviden sosyal tembihler (uyaranlar) karşısında ferdin takındığı durumlar(dır).” (Oktay, 1996:162). Tutum, “bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan bir eğilimdir.” (Smith, 1968:458-467). Bir başka tanıma göre ise “Tutum, bireyin kendine ya da çevresindeki herhangi bir toplumsal konu, obje ya da olaya karşı deneyim, motivation ve davranışsal bir tepki ön eğilimidir” (İnceoğlu, 1993:15). Özerkan ve İnceoğlu (1997:3) ise tutumu şu şekilde tanımlamışlar: “Tutum, bireyin belli bir konu üzerine sistemli olarak geliştirdiği, çoğu zaman da onu diğer davranışlarıyla uyumlu ve belli yönde düşünce ve davranışa eğilimli kılma halidir.” Tutumların genel unsuru inançlardır. Yani eylemleri belirleyen, bireyin sahip olduğu inançlarıdır. İnançlar, bilgi, duygu, tavır ve hareket gibi faktörlerin bir sonucudur (Dönmezer, 1990:97). İnsanlar, bir kişi, bir kurum, bir problem ya da belirli bir durum, bir olay veya bir faaliyet karşısında nasıl hareket edecekleri konusunda birbirini etkileyen bir inançlar etkileşimi içindedirler; işte bu etkileşim sonucu ortaya çıkan davranış tutumdur. Bu bakımdan tutum, bir duruma veya nesneye karşı cevap vermek anlamında bir eylem oluyor. Örneğin bir Yahudi’ye, camiye, sendikalara veya ırkçılığa karşı organize edilmiş inançlar, yani tutumlar vardır. Burada söz konusu olan birbiriyle 296 Siyasal Reklamcılık... ilişkili yaradılıştan gelen veya sonradan edinilen eylem ve düşüncelerdir. Bireyin içinde bulunduğu duruma, kişinin oynadığı veya aldığı role göre eylemi değişecektir (Dönmezer, 1990:97). Örneğin bir futbol takımının fanatiği olan bireyin, üstlendiği rol gereği karşı takımdan olan arkadaşına karşı eylemini değiştirmesi gibi. Bu bakımdan genel manada tutum, ferdin çevresindeki canlı ya da cansız herhangi bir konuya, olaya karşı, sahip olduğu bir davranış yatkınlığını ifade etmektedir. Tutumun konusu, bir ağaç ya da bir başka birey veya bireyler grubu olabileceği gibi, aşk, sevgi, nefret, savaş, barış, sonsuzluk gibi herhangi bir soyut kavram da olabilir. İnsanların yakın çevrelerinde bir çok tutum konusu olduğu göz önüne alındığında, bu tutum konularının her biri için ayrı ayrı bir tutum oluşturmanın güçlüğü vardır. Bu nedenle, bireyler, bu farklı konuları belli kriterlere göre sınıflamakta ve bu sınıflara karşı bireysel tutumlarını belirlemektedirler. Bir insanın, belli bir konuya karşı tutum sahibi olması için o konu ile ilgili doğrudan bir deneyim geçirmesine gerek yoktur. Çevreden veya başkalarından duyarak, ya da basın-yayın araçlarından edinilen bilgilere dayanarak da, bir takım konularda tutum sahibi olmak mümkündür (Baysal ve Tekarslan, 1996:253). Örneğin, beyaz ırktan olan insanların, yakından tanımadığı halde, sadece yayın araçlarından elde ettiği bilgilerle, zenci olan insanlara karşı oluşturduğu tutumlar. Bir kişiyi, sağcı ya da solcu, tutucu ya da liberal, inanan ya da tanrı tanımaz kılan şey nedir?. Niçin bazı insanlar Yahudi aleyhtarı, diğerleri ırkçı , diğer bazıları da önyargısızdırlar?. İnsanlar, niçin bir ürün hakkında en iyisi budur diyebilir ya da uyuşturucu maddelerin korkunç olduğuna karar verirler?. İyi dediği ürün hakkında ya da uyuşturucular konusunda, bir bireyin düşüncesini değiştirip değiştirmeyeceğini belirleyen şey nedir?. “Eğer birisi bir cumhuriyetçi ise demokrat bir adaya oy vermeye onu nasıl ikna edebiliriz?. Tersine olarak, bir kişiyi, kendi düşüncelerini hedef alan bir saldırıya direnebilmesi için nasıl hazırlayabiliriz?. Bunlar, bir çok seneler, ABD’de, bir anlamda sosyal psikolojinin merkezi konusu olan tutumların oluşumu ve değişimi üzerine, pek çok sayıda araştırma ve çalışma için temel oluşturan sorulardır” (Freedman ve diğerleri, 1993:318). İşte bu soruların hedefi, tutumların oluşma süreci ve gerektiğinde değişme sürecinin varlığını görmektir. D. Katz, tutumların, aşağıdaki dört amaca veya işleve hizmet ettiğini belirtmektedir (Armstrong ve Dawson, 1989:64-65): 1) Ego-Savunucu İşlev: Tutumların bir fonksiyonu bunların, insanların kendileri hakkındaki benlik imajlarını korumalarına hizmet etmeleridir.” D. Katz bu görüşü ile bireylerin, kendi dışındaki diğer sosyal gruplara mensup insanları aşağılayarak veya küçük görerek (örneğin Hitler Almanya’sında Yahudilere veya bir dönem Amerika’da 297 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) zencilere karşı oluşan negatif tutum gibi), kendi aşağılık duygularını başkalarına yansıtmak suretiyle; kendi kendini tatmin etme olgusunun bulunabileceğini öne sürmektedir. Bu bakımdan ele alındığında, başka gruplara ve bireylere karşı aşırı önyargılı olmanın asıl nedeni olarak, bulundukları ortamda, çalışma ve sosyal hayatlarında kendilerine güvenmemeleridir. Yine, benlik imajını korumak isteyen insanlar, farklı cephe olarak gördükleri kişileri suçlayarak ve aşağılayarak; kendi yetersizliklerini örtme gayretinde oldukları, bu görüşçe iddia edilmektedir. 2) Değer İfade Etme (Açıklama) İşlevi: Bu işlev, kişilerin tutumlarını benimseme nedeni olarak, “kendisinin nasıl bir insan olduğunu” açıklama, ifade etme ihtiyacını vurgular. Bazı kişiler kendilerini “hoşgörülü”, bazıları ”liberal”, diğer bazıları ise örneğin “çalışkan”, “cesur”, “demokrat”, “becerikli” vs. olarak görürler ve o şekilde yansıtmaya çalışırlar. Bireyler, kendilerini görmek veya göstermek istedikleri bu hedef veya basamaklarla ilgili sergiledikleri tutumları destekleyici mekanizmalar aramaktadırlar. 3) Araçsal veya Yararcı İşlev: Bazı tutumların benimsenmesindeki temel işlev ise bunların kişiler için araçsal bir görev görmesi ve menfaatlerini maksimize etmek (en üst noktaya çıkarmak) için birer araç görevi görmeleridir. Örneğin, belirli bir siyasal partiyi tutan ve bu partiye oy veren bir kişinin, bu tutumundan kaynaklanan davranışının temel sebebi, bu partinin kendi geleceğine yönelik olumlu icraatlarının olacağına inanmasıdır. Yani, öncelikle, bireysel çıkarlarını koruyacağını (örneğin birey memur ise maaşına zam yapacağını, mahkum ise af çıkaracağını veya kendi mensubu olduğu sosyal gruba çıkar sağlayacağını vb.) düşünmesidir. 4) Tutumların Bilgi Kazandırıcı İşlevi: Bu işlev, tutumların, insanların dünyalarını yapılandırdıkları temel çerçeveyi sağlama ve yeni bilgileri değerlendirmeye yardım eden ve yargılara varmayı kolaylaştıran bir bilgi temeli oluşturma yönünü ifade eder. Bireyler, yaşamları süresince, her gün, kendilerine ulaşan bilgi bombardımanı altındadır. Kendilerine gelen bu bilgileri, belirli guruplara ayırarak; sınıflama ve işlerine yaramayacak olanları eleme, işlerine yarayacak olan bilgileri ise daha sonra kullanabileceği konuma yerleştirme çabası içine girerler. Böylece, yaşamın zorlukları ile başa çıkabilme ve olayları kendilerine göre yorumlama yeteneğine sahip olurlar. Sosyal psikolojinin temel konularından olan ve bu kadar araştırmaya merkez teşkil eden tutumların öğelerini ele alarak, konuya devam edelim. 1. Tutumun Öğeleri Bir tutum, bireyin, düşünce, duygu ve davranışlarının, birbiriyle uyumlu halidir. Tutumlarda, genellikle, birbiriyle uyum içinde bulunan bu üç faktör, tutumun öğeleri 298 Siyasal Reklamcılık... olarak tanımlanmaktadır. Bireyde tutarlılığı sağlayan bu üç unsur, yerleşmiş güçlü tutumlarda tam olarak varken, daha zayıf tutumlarda ise bu öğelerden üçüncüsü olan davranışsal öğe, çok zayıf kalabilir (Yüksel, 1994:18). Tutum, birbirinden farklı öğelere sahip olduğuna göre, tam gelişmiş bir tutum, yalın değil, karmaşık bir yapıya sahiptir. Tutumla ilgili sayılan bu öğeler, tutumu, kendi özünde tutarlılığı olan bir yapıya dönüştürür. Bir başka deyişle, tutum, bireyi davranışa hazırlayıcı karmaşık bir etkileşimdir. Bu hazır oluş sayesinde, bireyin çevresindeki çeşitli objelere karşı beslediği duyguları, o objeler hakkındaki fikirleri ve bilgileri, onlara karşı davranışları, devamlılık ve düzenlilik gösterir (Kağıtçıbaşı, 1996:86). Tutumlar, doğrudan gözlenebilen bir olay değildir. Ancak, bireylerin ortaya koydukları davranışlarıyla, yani eyleme dönüşen duygu ve düşünceleriyle var olduğu kabul edilen eğilimleridir. “Tutumların her bir öğesinin bazı gözlenebilen ve ölçülebilen tepkilere yol açtığı ve bu tepkilerin gözlenmesi sonucu bu öğelerin de varsayıldığını düşünecek olursak, öğeler de ara değişken olarak ortaya çıkmaktadır” (Yüksel, 1994:18). Tutumların öğelerine dair, bu giriş kısmından sonra, şimdi de, sırasıyla, bu üç öğeyi inceleyelim: 1.1. Duygusal Öğe Bireyin, çevre ile ilgili bilgi, duyum ve deneyimleri kendince sınıflandırması ve yaptığı bu sınıflamayı, olumlu, olumsuz olaylarla, arzulanan ya da arzulanmayan amaçlarla, bire bir ilişkilendirilmesi söz konusudur. Böyle bir ilişkilendirmenin varlığı, tutumun duygusal öğesinin (affecitive component) varlığını temsil eder. Bu bakımdan, bir insanın, herhangi bir tutum konusunda, olumlu ya da olumsuz duygular içinde olması, önceki deneyimlerine bağlıdır. Yani, herhangi bir uyarıcı grubuna karşı, bireyde olumlu duygular oluşmuşsa, bunun nedeni, bireyin bu uyarıcılarla, daha önceden etkileşimi olması ve bu uyarıcıları kabullenmiş olmasıdır (İnceoğlu, 1993, 15-16). Bireyin, uyarıcılarla, daha önce tanışması, tutum belirlemede, onun işini kolaylaştırmakta, vereceği tepkide, hazır olmasını sağlamaktadır. “Tutumu oluşturan bileşenlerden “merkezi bileşen, bir nesne ile ilgili göreli olarak devamlı bir duygu”dur. Bu nesne, bir insan olabilir, bir grup olabilir (örneğin öğrenciler, zenciler), bir kurum olabilir (bir banka veya ordu gibi) veya soyut bir şey olabilir (din, eğitim gibi). Davranışlarımızın çoğu gibi, tutumlarımız da, öğrenme yoluyla kazanılmıştır. Aslında, tutumlar, bir bireyin, kazanılmış kişilik özelliklerinin bir parçasıdır ve diğer kazanılmış kişilik özellikleri gibi klasik veya edimsel koşullanma yoluyla veya modellerin gözlenmesi ve taklit yoluyla öğrenilmişlerdir” (Morgan, 299 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1995:363). Yani, yaşamsal tecrübelerin, birey üzerindeki kalıcı ve kısmen kalıcı etkilerinin sonucudur. Tutumların oluşmasına etki eden duygusal öğe, aynı zamanda, bireyin değerler sistemi ile yakından ilişkilidir. Tutum konusunun, bireyin hedeflerine hizmet etmesi olumlu, amaçlarına hizmet etmemesi ise kişide olumsuz duyguların oluşmasına neden olur. Bu bakımdan, tutum konusu, birey için, daima, araçsal bir değer taşır (İnceoğlu, 1993:16). Bireyin, herhangi bir tutum konusu ile ilgili, olumlu ya da olumsuz duygulara sahip olması, daha önce, konu ile ilgili yaşamış olduğu tecrübelerine bağlıdır. Birey, her hangi bir uyarıcıya olumlu tepki veriyorsa; bu, bireyin daha önce bu uyarıcı ile etkileşimi olmuş ve bu etkileşim sonucundan da hoşlanmıştır anlamına gelmektedir (Güz, 1998:96). Bir başka deyişle, kişi uyaranı daha önce içsel yapısında değerlendirmiş ve bu uyaranla ilgili kararını vermiştir. Tutum konusu ile alakalı duygu öğesi ya da yapılan her gruplama, aynı güçte olmayabilir ve hatta, etki bakımından, yok denecek düzeyde, önemsiz de olabilir. Bununla birlikte, tutum konusunun sonuçlarının sosyal bakımdan değeri ile birey için ifade ettiği değer, birbirinden farklılık gösterebilir. Bilişsel olarak, kişi, bulunduğu ortamda yaşanan bir toplumsal olaydan hoşlanması gerektiğini bilir, fakat buna rağmen, belirtilen olaydan hoşlanmayabilir. Bunun nedeni ise bireyin daha önceki yaşam tecrübelerinde, bu olayla ilgili olumsuz izlenimlerinin olmasıdır. Yine, bireye, belirli bir tutum konusunda verilen bilgiler, olumsuzluk içerse dahi, birey, eğer bu konudan veya objeden hoşlanıyor ise bu objeden hoşlanmaya, hoşlandığı için de bu konuya olumlu tepki göstermeye devam edebilir. Örneğin, bazı insanlar, sigaranın neden olduğu bir çok hastalık nedeniyle, insan ömrünü kısalttığını bildiği halde, yine sigara içmeye devam etmesi gibi. “Tutumun duygusal öğesi, bilişsel öğeye oranla daha basittir; olumlu ya da olumsuz tepkiye bir ön eğilimdir. Bununla beraber, duygusal öğesi ağır basan bir tutumun değişmesi daha güçtür; özellikle, bireyin egosunu ilgilendiren konu ya da olaylara karşı tutumu, daha yoğun duygu yüklüdür” (İnceoğlu, 1993:16). 1.2. Bilişsel Öğe Bir tutumun duygusal bileşeninin yanında, bir de bilişsel bileşeninin olduğunu belirtmiştik. Bilişsel bileşen, bireyin, tutum nesnesi hakkında, daha önceden edinmiş olduğu kişisel inançlarından oluşur. Sözü edilen bu inanç, bir ifadenin önceden benimsenmesidir. Bir nesneye veya bir olaya dair olumsuz bir tutumunuz varsa, o olay ve nesne hakkında olumsuz inanç veya inançlarınız da olacaktır. Örneğin, bir alandaki 300 Siyasal Reklamcılık... inancınız “x kötüdür” şeklinde, daha çok, genel bir ifade olabileceği gibi, “enflasyon yüksek vergilere yol açar” biçiminde, birbiriyle özleştirilmiş bir ifade de olabilir. Dolayısıyla bir tutumun inanç yönü ile duygu yönü, karşılıklı olarak, daima, birbirlerini etkilerler. Yaşadığı toplumda, sistemin, zengin kesimin yararına çalıştığına ve fakir grupların haklarını korumadığına inanmaya başlayan bir birey, içinde yaşadığı sisteme karşı olumsuz bir duygusal tepki geliştirecektir. Benzer şekilde, “düzene” karşı olumsuz duygular besleyen ve bu olumsuz duygular içinde hareket eden bir birey, büyük ihtimalle, düzen hakkında olumsuz ifadeler ve olumsuz inançlar geliştirecektir. Bu bakımdan, tutumlarla-inançlar, birbirinden farklı şeyler olmalarına karşın, her zaman birlikte bulunurlar. “İnançlar, tutumların duygusal yönlerine eşlik eden, söze dökülmüş ifadelerdir. Bir tutumla birlikte bulunma durumu, kuşkusuz, bütün inançlar için geçerli değildir. Bir tutum ile ilişkisi olmayan inançlar da vardır; “dünya yuvarlaktır” gibi. Bu iki tür inancı birbirinden ayırt etmek için, bir tutuma eşlik eden inanca, kanı adı verilir” (Morgan, 1995:363). Duygular ağı olan inanç ve tutumlar, bireylerin kararlarına ve kişiliğine süreklilik kazandırarak; değişik olayları ve faaliyetleri yorumlamasına, bunun sonucu olarak da, doğru seçime ulaşmasına yardım eder. Metin İnceoğlu (1993:16-17)’na göre ise: “Bilişsel öğe (cognitive companent), bireyin düşünme süreçlerinde kullandığı bir sınıflama olgusudur. Diğer bir deyişle, bu bilgilerin guruplandırılmasıdır. Böylece, bu gruplamalar, bireyin, birbirlerinden net bir biçimde farklı olan uyarılarına karşı, tepkilerinde gösterdikleri farklılıkları ifade eder.” Fertlerin, tutum konusu ile ilgili bilgisi, o konu hakkında daha önce yaşamış olduğu deneyimine bağlıdır. Birey, uyarıcı grubun varlığını, ya direkt ya da dolaylı olarak öğrenir. Kişide oluşan tutumlar, bilgilerin gerçek olup-olmamasına göre, kalıcı ya da geçici olur. Bireyin, bir konu hakkında edindiği yeni bilgiler veya eski bilgilerin değişikliği durumunda, tutumunda da değişiklikler olabilir (Güz, 1998:95). İnsan bulunduğu çevre ile ilişkilerinde, bilişsel birikimlerinden yararlanır. Çevresinde sayısızca uyarıcı etken vardır. Birbirinden çok az farklı olan bu uyarıcıların hepsinin ayırt edilmesine, bireyin algılama kapasitesi yetmez. Birey bu zorluğu aşmak için, bir çok uyarıcıyı, önce belirli guruplarda toplarlar, daha sonra, bu gurupları birbirleri ile ilişkilendirir. Bireyin yaptığı bu guruplama süreci, onun çevreye vereceği tepkinin dozunu ayarlamasını sağlar, böylece, çevreyle ilişkisini de kolaylaştırmış olur (İnceoğlu, 1993:17). 1.3. Davranışsal Öğe Bu öğe, kişinin bulunduğu ortamda var olan belli bir uyarıcı grubundaki tutum 301 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) konusuna karşı sergilediği davranış eğilimini yansıtır. Bireydeki bu davranış yansımalarını, sözlerinden ya da diğer hareketlerden gözlemleyebiliriz. Belirtilen bu davranışlar, bireyin alışkanlıkları, normları ve söz konusu tutum objesi ile doğrudan ilişkisi olmayan diğer tutumların da etkisi altındadır. Bu nedenle, davranışsal öğeden bahsederken karşımıza çıkan iki tür davranışı, önce birbirinden ayırmak gerekir. Bu davranışlardan biri duygusal davranış, diğeri ise kuralsal (normatif) davranıştır. Duygusal davranış, bireyin tutumunu hoşa giden ya da gitmeyen bir durumla ilişkilendirilmesi sonucu ortaya çıkar. Normatif davranış ise doğru davranışın ne olduğu konusundaki, daha önce var olan inançlara dayandırılan davranıştır. Kuralsal ve duygusal normlar, küçük gruplar ya da alt kültürlerin, birey davranışı üzerindeki etkisidir diyebiliriz. “Bireyin bağlı olduğu grup ya da alt kültürde, eğer belli bir davranış, doğru olarak görülüyorsa, bunu onaylamasa da, normatif olarak yapar. Bu konuda yapılmış araştırmalar, tutum konusuna ilişkin davranışın, davranış normları ile yakından ilişkili olduğunu, davranış eğilimleri ile davranış normları arasında, yoğun ilişkiler bulunduğunu göstermektedir” (İnceoğlu, 1993:17-18). Davranışsal bileşen, insanın duygu ve kanıya uygun olarak hareket etmesi eğilimidir. İnsanlar, çok farklı nedenlerden dolayı, her zaman, duygularına uygun bir şekilde davranmazlar, ancak, genel olarak, duygulara uygun davranış gösterme eğilimi daima mevcuttur Bu nedenle, genellikle, tutumlardan, davranışları anlamlandırmak veya tahmin etmek mümkündür. “Bazı psikologlar, bir tutumun davranışsal bileşeninin, duygusal bileşenini etkileyebileceği görüşündedir. Bu psikologlara göre, davranış biçimimiz, tutumlarımızı şekillendirir” (Bern, 1970:364). Bu görüşü, zencilere karşı önyargılı olan bir kadının davranışını örnek vererek, daha iyi açıklayabiliriz. “Kadın işe otobüsle gidip gelmektedir ve bir rastlantı sonucu, günlerce sadece bir zencinin yanında oturacak boş bir yer bulmaktadır. İş dönüşlerinde yorgun olan kadın, ayakta durmayı göze alamaz ve zencinin yanında oturmaya başlar. Böylelikle, önyargılı olduğu nesneye yaklaşmış olur. Bu davranışından dolayı, yukarıdaki görüşe göre, kadının zencilere karşı önyargısında bir zayıflama olması gerekir” (Morgan, 1995:364). Çünkü, beyaz kadın, zorunluluk halinde de olsa, sergilediği bu davranışı ile tutumunda bir değişiklik olduğunu göstermektedir. Diğer yandan, davranışın temlinde iki boyut vardır (İnceoğlu, 1993:18): “Negatif(-) ya da pozitif(+) duygu ve ilişki kurma ya da kurmama eylemi. Bu da, üç tip davranış biçiminde ortaya çıkar: Tutum konusuna (objesine ) yaklaşma, karşı koyma ya da kaçınma.” Herhangi bir davranışın tutum konusuna karşı, belirli ölçüde ilişki arama ya da ilişkiden kaçınma eğilimi olabilir veya belirli ölçüde olumlu ya da olumsuz duygu 302 Siyasal Reklamcılık... içerdiği düşünülebilir. Olumlu yada olumsuz duygu doğrusunun bir tarafında sonsuz özveri, diğer tarafında ise tutum konusunu yok etme, bir başka deyişle, tahrip etme arzusu olabilir. 2. Tutum Kuramları Bilim adamlarınca geliştirilen ve tutumların oluşması ve değişmesi ile ilgili gerçekleri ifade etmeyi amaçlayan kuramlardan hiç birisi, tutum ile ilgili, bilinen tüm yapıları açıklamada yeterli düzeyde değildirler (Fishbein ve Ajzen, 1972:365). Şimdi bu kuramlara, sırasıyla göz atalım: 2.1. Denge Kuramı “Bilişsel tutarlılık kuramlarından, kişilerarası ilişkiler konusunu inceleyen denge kuramına göre, eğer iki birey birbirinden hoşlanıyorsa, bu iki bireyin, bir üçüncü tutum konusuna karşı, tutumlarının da aynı olması beklenebilir” (İnceoğlu, 1993:32-33). “Bu kuramın temelinde yatan görüş, bir tutumun, birbiriyle uyuşmayan veya tutarsız olan tepki eğilimlerine bir tutarlılık kazandırdığıdır” (Morgan, 1995:365). Denge kuramına göre, bireyin davranışlarındaki dengesizliği, dengeli bir duruma dönüştürme doğrultusunda, kişi üzerinde bir baskı vardır. “Burada denge kuramının, dengesizliğin etkisini kestirirken, en az çaba ilkesini benimsediğini belirtmek yeterlidir. Kişi elinden geldiğince az sayıda ama yine de dengeyi sağlayabilen duygusal ilişkiyi değiştirmeye çalışacaktır (Freedman ve diğerleri, 1993:331). Denge kuramına göre, kişilerin kendi görüşlerine ve tutumlarına uygun kanaatler ve fikirler beyan edildiği durumlarda, kişi kendisini daha uyumlu ve bu sayede daha rahat hissetmektedir. Fakat, bu durumun tamamen zıddı bir durum ortaya çıktığı zaman, yani, birey beklemediği ve hazır olmadığı bir uyarıyla karşılaştığı durumda, kendisini güvensiz ve rahatsız bir konumda hisseder. “Heider’in teorisine göre, uyaranlarla beklentiler arasında, böyle bir uyumsuzluk doğduğunda, kişi, doğası gereği, bir denge durumu aradığından, tutumlarını, tutarlı bir denge kuruncaya kadar değiştirmekte (bu bakımdan sürekli), uyarılmaktadır. Bu kuramda, dikkate alınan unsur, tutumların şiddeti değil, sadece yönüdür” (Spooncer, 1989:130-133). 2.2. Tutarlılık Kuramı Tutumların yönü bir yana, şiddetini de göz önünde bulunduran Osgood ve Tannenbaum’un tutarlılık teorisi, Heider’in teorisini geliştirmektedir. Tutum teorisi ile öğrenme kuramı, tutumları etkilemek söz konusu olduğunda, karizmatik veya bir başka deyimle, çekici kişilerin, tutumları daha fazla etkilediğini göstermektedir. Bununla birlikte, bir tutum değiştiricinin, hedef kitle ya da kişinin tutumlarıyla çelişen, kabul 303 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) edilemeyecek bir mesaj vermesi ile karşı karşıya kalındığında, bir tutarsızlık durumu ortaya çıkmaktadır. Osgood ve Tannenbaum, bu durumda, hedef kitleye ters düşen bu mesajların kabul edilerek; benimsendiğini, ancak, bunun sonucunda da, bu tutum değiştiricinin, karizma boyutundaki algılanışında veya çekiciliğinde bir azalma meydana geldiğini savunmaktadırlar (Spooncer, 1989:130-133). Birbirlerine, sadece önemli birkaç açıdan farklılık göstermekle birlikte, tümünün temelini oluşturan görüşlerin aynı olduğu bir dizi kuram mevcuttur. Bu kuramları geliştiren Lewin, Heider, Abelson, Festinger, Osgood ve diğerleri, kişilerin bilişleri arasında tutarlılık göstermek durumunda kaldıklarını ve bunun da, tutumların gelişmesi ve de biçimlenmesinde temel etken olduğunu savunarak, yola çıkmışlardır. Tüm bu kuramlar, birbirleriyle çelişen, tutarsız birçok inanç ve değere sahip olan bir kişinin, bu çelişkileri en aza indirerek; daha tutarlı bir şekilde davranmak yolunu seçtiğini savunmaktadır. Bununla birlikte, bilişleri tutarlı olan kişinin, tutarsızlığa yol açacak yeni bir bilişle karşılaşması durumunda da, bu tutarsızlığı en az düzeye indirgemeye çalıştığı da göz önünde bulundurulmalıdır (Freedman ve diğerleri, 1993:329-330). Denge modeli ile karşılaştırıldığında, tutarlılık kuramında, daha basit durumlar söz konusudur. Bir kişinin, bir başka kişi ya da obje ile ilgili söylediği iyi ya da kötü sözlerin, diğer kişi üzerindeki etkilerini incelemesi, tutarlılık kuramının ele aldığı durumlara en basit örnektir. Kişinin, iki farklı davranış objesine karşı farklı tutumları olması durumunda, bu farklı objelerin birbirleriyle ilişkili hale gelmesi söz konusu olduğunda da, kişinin tutumlarında, bu yeni duruma uyum sağlama üzerine bir değişim yaşanması muhtemeldir. Bilişsel uyuşum kuramı, bunu, tutumda, ortalama bir kayma olması ile açıklar. Denge kuramına göre, konular sadece olumlu veya olumsuz olarak ele alınır. Oysa ki, uyuşum kuramında, bunun yanı sıra, tutum değişimi durumunda önemli bir rol oynayan tutumların gücü de hesaba katılır (İnceoğlu, 1993:34). 2.3. Tutarsızlık Kuramı Tutarsızlık kuramını oluşturan en önemli faktör, inanç ya da tutumlarla, aleni davranışlar arasındaki tutarsızlıklardır. Bu konuda en son kuram, ilk kez 1957’de Leon Festinger’in ortaya attığı, çelişki kuramıdır. Bir başka adıyla, bilişsel çelişki kuramı, iki ana tutum-davranış tutarsızlığı kaynağı üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tutarsızlıklar, bir şekilde azaltılabilen veya giderebilen bazı bilişsel çelişkilere neden olurlar (Freedman ve diğerleri, 1993:334). Kişi, inandığı şeylere ters düşen bir davranış biçimi gösteriyor ise bu, tutarsızlığı ya en aza indirgeyecek ya da bu uyumsuzluğun artmasına engel olacaktır. “Çelişki” adı 304 Siyasal Reklamcılık... verilen bu tutarsızlığa karşı koymak için, kişi, bilişleri, duyguları ve davranışları arasında tutarlılık sağlamaya çalışır. Bu kuramda vurgulanmak istenen yargı, tutarlılık varsayımına dayanır. Bireyin bilişsel unsurunda, kendisi ya da davranışı hakkında bilgi, inanç ve kanıları yer alır. Sözü edilen bu bilişsel unsurlar arasında ise ya çelişkili, ya uyuşumlu ya da ilgisizlik ilişkileri olduğu söylenebilir (İnceoğlu, 1993:35). Birey, bir karar verme durumu ile karşı karşıya kaldığında ve iki seçenekten birisini tercihi söz konusu ise tercih edilen seçeneğin olumlu yönleri ile reddedilen seçeneğin olumsuz yönleri, vermiş olduğu kararla tutarlıdır. Bir başka anlatımla, bu durum, bilişsel çelişki kuramı deyimi ile çelişkisizdir. Ancak, durum bu kadar da basit değildir. Çünkü, tercih edilen seçeneğin kötü, reddedilen seçeneğin ise iyi yönleri vardır. İşte bu durumda çelişki ortaya çıkar. Bu nedenden ötürü, ne kadar düşünülürse düşünülsün, ne kadar mantık yürütülürse yürütülsün, kararlar söz konusu olduğunda, verilen kararın bir çoğunda, biraz çelişki mevcuttur (Freedman ve diğerleri, 1993:334). Mantıksal tutarsızlık, bir başka deyişle, bilişsel çelişki, kişinin yaşam tecrübesi, gelenekler ya da kültürel değerlerin etkileşimiyle ortaya çıkabilir. Bunun temel dayanakları şunlardır (İnceoğlu, 1993:36): -Kişi, gerilimli bir olgu söz konusu olduğunda, ya çelişkiyi en aza indirgeyecek, ya uyum sağlayacak ya da çelişkiyi artıracak durum ve bilgilerden kaçacaktır. -Çelişki veya uyuşumun büyüklüğü, konunun kişi nezdindeki hayati önemi ya da değeri arttıkça çoğalacaktır. -Çelişkiyi azaltma, başkasının gücü ya da çelişkinin büyüklüğünün bir sonucu olarak ortaya çıkar. Festinger ise tutarsızlıkların, kişinin kendisi ile ilgili düşüncelerinde, davranış ve tutumlarında ve çevresi ile ilgili konularda kendini gösterdiğini savunur (Spooncer, 1989:130-133). Kişi, bu tür çelişkili bir durumla karşı karşıya geldiğinde, eğer kendisi için önemli olan unsur varsa, çelişkiyi en aza indirgemeye çalışacaktır. Kişinin, bu durumda takip ettiği yolları, sigara içen bir kişi örneği ile açıklayacak olursak (İnceoğlu, 1993:36-37): -Kişi, kötü olarak algıladığı davranışı ile ilgili bir bilişini değiştirir. Sigarayı bırakır ya da “içen de ölüyor, içmeyen de” diyerek bilişinden kaçınır. -Kişi, çevre ile ilgili bir bilişi değiştirir (çok sigara içmenin zararlı olduğunu bilir, ancak, kendisinin günde iki paket içtiğini belirterek; az sigara içtiğini savunur). -Kişi, çelişki unsurlarından birisini desteklemek için, yeni bilişler ekler (herkes sigara içiyor der veya kanserle sigaranın ilişkisinin kanıtlanmadığını savunur). -Kişi, bir ya da birkaç bilişinin daha az önemli olduğuna karar verir (sigaranın 305 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) zararları, sağlığım açısından önemli değil. Hızlı yaşa, genç öl, gibi). Çelişkiyi genellikle olumlu bir şekilde azaltmak mümkün olmasa bile, çelişkinin büyüklüğü ölçüsünde, bilişsel unsurların bir ya da birkaçının değişmesi de muhtemeldir (İnceoğlu, 1993:37). Çelişkinin büyüklüğü ve seçilmesi en olası çelişki azaltma mekanizmasını etkileyen bir dizi koşul belirleyen bilişsel çelişki kavramı, tutum-davranış farklılığının söz konusu olduğu hallerde ortaya çıkan, belirgin iki çelişki giderme yöntemine sahiptir. Birincisi, kişinin çok önemli olmadığına kendini inandırarak; davranışından vazgeçmesi veya geri almasıdır. İkincisi de, kişinin, tutumlarını, davranışlarına göre değiştirmesidir (Freedman ve diğerleri, 1993:335). Tutarsızlık kuramı, çok genel kavramlar önerdiği için, uygulama alanı çok geniştir. Kişinin, bilişlerinden değil de, davranışlarından hareketle, tutum değişimi olgusunu inceliyor olması, bu kurama olan ilgiyi artırmıştır. Kişi, tutumunun, bilişsel ve duygusal olarak davranışından etkilendiğini ve kişinin değişik bir davranışta bulunduğunda, tutumunun da değiştiğini ilk olarak ileri süren Festinger olmuştur (İnceoğlu, 1993:37). 3. Tutumların Oluşması Tutum, basit bir anlatım şekli ile sosyal psikologlar tarafından kullanılan bir deyimdir. Başka bir anlatımla ise kişisel psikolojinin karmaşık anlatımından uzak, sadece zihinle ilgili değil, kişiyi ilgilendiren uyarı ve kişinin bu uyarıya verdiği cevap arasındaki gözlenebilir etkinin ortaya çıkarılması ile ilgili bir deyimdir (Yüksel, 1994:21). Tutumların meydana gelmesinde, kişinin daha önce yaşamış olduğu tecrübeler, içinde yaşadığı sosyal çevre, gözlemleri, zekası ve duygusu gibi faktörler önemli yer işgal eder. Tutumun meydana gelmesinde başka unsurlar da vardır (Baysal ve Tekarslan, 1996:261-262), bunlar: “1) Genetik faktörler, 2) Fizyolojik koşullar (hastalık, yaşın ilerlemesi, uyuşturucu alışkanlığı vs. ). 3) Tutum konusu ile doğrudan deneyim, 4) Kişilik, 5) Topluma uyma (toplumsallaşma süreci), 6) Grup üyeliği, 7) Sosyal sınıf.” Yukarıda izah edilmeye çalışılan maddelerden ilk dördü, doğrudan doğruya, kişinin kendi yapısı ile ilgili özellikleri taşır. Kalan diğer üç madde ise kişinin toplumsal yaşamının sosyo-psikolojik özelliklerini kapsar. Yine, bu faktörlerin tutum oluşumuna iki türlü etkisi olur. Birincisi, kişinin, inanç sistemine özgül tutumsal içerik katar ve ikinci 306 Siyasal Reklamcılık... olarak da, bu sistemin değişime açık ya da bütünleşme derecesi gibi dinamik özelliklerini belirler (Baysal ve Tekarslan, 1996:262). 3.1. Bireysel ve Toplumsal Tutumlar Her insanın kişisel deneyiminin ve çevresinin bir ürünü olan bireysel tutumların ötesinde, bir de her grubun ve her toplumun kendine özgü kolektif tutumları bulunur (Oktay, 1996:169). İnsanlar için, toplumun genel tutumlarının yanı sıra, üyesi olmak istedikleri veya buna zorunlu olduklarını var saydıkları grupların tutumları da önemlidir. Tutumlarına önem verdikleri bu gruplar, aile, akrabalar, okul çevresi, arkadaş grupları, çalışma grupları, cemiyetler ve mesleki kuruluşlardır. Bireyler, birbirine yakın tutumları olan kişilerle daha kolay iletişim kurup-gruplaştıkları gibi, belirli nedenlerle üye olmak istedikleri ya da üye olmak zorunda kaldıkları grupların tutumlarını da benimseme eğiliminde olurlar. Bazen, bunun için tutum bile değiştirirler. Fakat böyle bir değişimin gerçekleşmesi, o grubun üyeliğini ne kadar istediklerine bağlıdır. Tutumları en çok benimsenen grup, bireylerin en çok üye olmak istedikleri gruptur. Bu durum, bazen danışma grubunun tutumunu, bireyin, çalışma grubunun tutumundan daha önemli kılabilir (Baysal ve Tekarslan, 1996:262). Kişisel tutumların da, insanların tek başlarına oluşturdukları tutumlar olduğunu söylemek yerine, bir sosyal grup içinde başka insanlarla etkileşim içinde yaşamaları nedeniyle oluşan, aslında, birer sosyal tutum olduğunu söylenebiliriz. “Gerçekten de, sosyal bir varlık olan insanın, yaşamı boyunca, çeşitli kişiler ve gruplarla (aile, arkadaşlar, eğitim, iş, eğlence ve boş zaman grubu vs.) iç içe yaşamaları, bireysel gibi gözüken tutumların da, toplumsal nitelikli olduğunu ortaya koymaktadır”(Oktay, 1996:169). Wilcox ve Nolte’un, “bireysel tutumları etkileyen faktörler“ başlığı altında verdikleri liste de, kişisel tutumların, çok büyük ölçüde, toplumsal nitelik taşıdığını kanıtlamaktadır. Bunlar (Wilcox ve Nolte, 1990:33): “1) Aile: Bu faktörler (içinde) en güçlü etkiye sahip olup, dinsel ve siyasal tutumların ilk kaynağı aile çevresidir. Kişinin mesleki tutumlarının da, ailenin güçlü etkisi ve yönlendirmesi nedeniyle (ortaya) çıktığını söyleyebiliriz. 2) Eğitim: Eğitimin, tutumlar üzerinde önemli bir etkisi bulunur. Genellikle, yüksek eğitimin, daha liberal tutumlara yol açtığı farz edilir. Ayrıca, eğitimin niteliği ve yönü de etkili olur. Örneğin, çeşitli meslek gruplarına sahip insanlar (hekimler, hukukçular, öğretmenler, tüccarlar vs.), farklı grup etkileri ve çıkarlar sebebiyle, aynı 307 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) konularda, farklı tutumlar ve davranışlar içinde olabilirler. 3) Ekonomik Statü: Ekonomik statü, çoğu zaman sınıfsal farklılıkları da yarattığı için, tutumlar üzerinde etkili olur. Örneğin, sınırlı gelirleri olan ücretli insanlar, devletin harcamalarına veya yatırımlarının yönüne karşı çıkarken, belirli varlıklı kesimler, bu politikaları destekleyebilir. Aynı şekilde, bir fabrikanın işçileri, parlamentoya sunulan bir grev-sendika-toplu sözleşme yasasına, patronlardan farklı bir yaklaşım içinde olacaklardır. 4) Grup Üyeliği: Belirli bir sosyal gruba (örneğin bir derneğe, sendikaya, şirkete, partiye vs.) mensup kişiler, özellikle grubun çıkarlarını etkileyecek kararlara ve çalışmalara karşı kolektif bir duyarlılık içinde olacaklardır. 5) Geçirilen Deneyimler: Kişinin yaşamı boyunca geçirdiği yaşam deneyimleri, onun tutumlarının oluşmasında önemli etkilere sahiptir. Örneğin, çocukluğunda bir köpek tarafından ısırılan bir kişinin, köpeklere karşı tutumu, diğer insanlardan farklılık gösterecektir. 6) Yaşanılan Çevre ve Mekan: Kişinin, kentte veya kırsal kesimde; apartmanda veya müstakil evde; ülkenin batısında veya doğusunda yaşaması, onun geliştirdiği tutumlarda da kendisini gösterecektir. 7) Mensup Olunan Irk: Farklı ırklara mensup olarak dünyaya gelen insanlar, geliştirdikleri tutumlar bakımından da farklılık gösterirler. 8) Dinsel İnanç: Mensup olunan din, mezhep veya dinsel inanç da, kişinin tutumlarını etkileyen önemli bir faktördür. 9) Ulusal (Milli) Köken: Farklı milletlere mensup insanların farklı tutumlara sahip olması kadar, ayrı bir milletin (Örneğin ABD) içinde bir araya gelerek; bir toplum oluşturmuş kişilerin de, orijinal (milli) kökenlerine uygun tutumlar geliştirdiklerini görmekteyiz. Örneğin, Türk-ABD ilişkilerinde, Amerika’daki Yunan lobisinin etkili bir rol oynadığını biliyoruz. 10) Tutulan Siyasi Parti: Tutulan/desteklenen siyasi partinin, tutumların bir göstergesi ve dış belirtisi olması kadar, siyasi partilerin de üyelerinin tutumlarını (sosyal grup etkisiyle) biçimlendirerek; etkilediğini belirtmek gerekir. 11) Meslek: Farklı meslek gruplarına sahip kişilerin, bir çok konuda (özellikle de mesleği etkileyen konularda), benzer tutumlara sahip olduğunu göstermekteyiz. Bu durum, her meslek grubunun, birer alt grup kültürüne sahip olmasından ileri gelmektedir. Örneğin, medya mensuplarının, genelde, toplumun geneline nazaran daha liberal (özgürlükçü) tutumlara sahip olduğu söylenir. 12) Sosyal Sınıf: Farklı sosyal sınıflara mensup insanlar, farklı ekonomik ve siyasal 308 Siyasal Reklamcılık... çıkarlara sahip olmaları ve farklı çevrelerde yetişip-yaşamları nedeniyle, farklı tutumlar geliştirirler. 13) Özel İlgi Alanları: Kişilerin özel ilgi alanları da, farklı tutumlar yaratabilir. Örneğin, hayvanları çok seven bir kişinin, belediyenin hayvan kıyımına karşı göstereceği tepki çok şiddetli olacağı gibi, bu kişi belki de Hayvanları Koruma Cemiyeti gibi bir örgüte de katılacaktır. Söz konusu ilgi alanlarını, eski eserler, tabiatın korunması, arabalar veya akla gelebilecek herhangi bir nesne veya uğraş alanına değin genişletebiliriz. 3.2. Tutumların Oluşum Yolları ve Evreleri Tutumlar şu yollarla oluşmaktadır (Yüksel, 1994:22-23): “a) Büyüme boyunca ailede öğrenilen tepki tarzlarının birikmesi; mesela, oğulların, kızlara nazaran daha değerli tutulduğu bir aile çevresinde, erkeklerin üstünlüğüne dair bir tavır oluşur. b) Başımızdan geçen tecrübelerden (yaşantılardan) çıkardığımız genel sonuçlar. c) Bazı hallerde, çok şiddetli etki eden bir olaya dayanarak, buna benzeyen olayları da aynı şekilde değerlendirmek; mesela, bir defasında şiddetle midenize dokunan bir yemek yüzünden ona benzeyen yemeklerden nefret etme hali, başka milletten tanıdığımız bir ferde karşı duygusal tutumumuzu o kimsenin ait olduğu bütün millete karşı genelleştirme gibi. d) Başkalarının tavırlarını (tutumlarını) taklit yoluyla benimsemek”. Tutumlarımızın oluşmasında etkili olan temel evreler ve faktörler ise şöyle özetlenebilir (Armstrong ve Dawson, 1989:60-61; Erdoğan, 1991:368): “1) Erken Sosyalleşme Evresi: Tutumların çoğunun kökeni, ilk çocukluk dönemimizde aile ve okuldan öğrenilen bilgilerdir. Sosyal normlar, otorite, disiplin anlayışı, çalışma zevki vb. bilgiler, çocuğun aile ve okul çevresinden öğrenme yoluyla edindiği bilgilerdir. Kişilere, nesnelere, gruplara vb. karşı duyulan hisler ve önyargıların kökeni, çocukluk yıllarına dek takip edebilir. 2) Grup Üyeliği: Yaşamın sonraki evrelerinde, ailenin etkisinden çıkarak, sosyal hayata karışan birey, arkadaş ve iş çevresinin etkileri altına girmekte ve gerek kişisel hayranlık nedeniyle, gerekse gruba katılabilmek ve bu üyeliği sürdürebilmek için, grup tutumlarını benimsemektedir. 3) Kişisel Deneyimler (Tecrübeler): Kişinin yaşamı boyunca geçirdiği kişisel tecrübeler ve başından geçen olaylar, tutumların oluşmasındaki üçüncü grup faktörleri meydana getirir. 4) Edinilen Bilginin Kullanırlığı: Tutumlar, yaşam boyunca edinilen bilgilerle 309 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) oluştuğuna göre, bu bilginin kullanılırlık derecesi, yani kişinin işine yaraması da, tutumların benimsenmesinde ve kalıcılığında etkili olmaktadır. Kişi, bir olayla karşılaştığında, bu durumu yorumlamasına ve başa çıkmasına yarayacak bilgilere sahip olmak ihtiyacındadır. Bu bilgiye göre, deneyimlerini davranışlarına yansıtacak, davranışının sonucunu da, gene, bu tür bilgilerin ışığı altında kestirebilecektir. 5) Bilginin Genelleştirilebilme Özelliği: Edinilen bilgilerin bir tutum biçiminde kalıcı olabilmesi için, bireyin, benzer durumlarda benzer etkilerle karşı karşıya kalması, eski deneyim ve bilgisini genelleyebilmesi ve bu bilgiler ışığında düşünsel sonucu davranışa dönüştürülebilmesi gerekir. Ancak, bu türden işlevsel bilgiler, tutumlara dönüşme eğilimindedirler”. Tutumların kaynağı ile ilgili olan ve klasik olarak kabul edilen Allport’un dört koşulu vardır (İnceoğlu, 1985:15): “1-Allport’a göre birinci koşul: Aynı tipten olan deneyimlerin artmasıdır. Aynı konuda çeşitli deneyimlerin birikmesi sonucu, insanda o konu ile ilgili tutumlar oluşur. 2-İkinci koşul olarak: Bireyselleşme (individuation) farklılaşma (differentiation) ve ayrılma (separation) gelir. Birinci koşulla biriken deney, böylece desteklenir. Tutum özelleşir ve belli bir tutum, benzerlerinden ayrılır. 3-Üçüncü koşul ise: Kuvvetli bir etkileyici veya dramatik bir deneyin meydana gelmesidir. Örneğin; uzun boylulardan nefret eden birisinin hayatını, uzun boylu biri kurtarmışsa, kişi uzun boylulara karşı olumlu bir tutum geliştirebilir. 4-Dördüncü koşulda: Tutumlar, ana-babayı, öğretmenleri, arkadaşları ve benzerlerini taklit yolu ile yani, hazır olarak elde edilir. Allport, tutumların oluşmasını belirten bu dört koşuldan hangisinin daha önemli olduğunu söylememekle beraber, son koşulun, diğerlerinden daha önemli olduğu söylenebilir”. Bireyin, yaşamının ilk dönemlerindeki tutumu, genel olarak, ana-babası tarafından şekillendirilir. İlk dönemden sonraki tutumları ise ebeveynlerin yanı sıra, sayılan diğer faktörlerin etkisi altında oluşur. Bu manada, tutumların oluşmasında, on iki-otuz yaşları arası kritik dönemdir. Tutumlar, bu evrede son şeklini alırlar. Değişik kaynaklardan edinilen bilgiler, alınan eğitim, kritik dönemde tutumların şekillenmesinde rol oynayan başlıca etkenlerdir. “Biraz daha tutucu olma eğilimi dışında, 30 yaşından sonra, genel tutumlarda, hemen hemen hiç değişme olmaz. Genel olarak, günümüzde çocuklar, anababalarından daha açık fikirlidir” (Morgan, 1995:382). “Psiko-Analistler ise bazı tutumları, aile ilişkilerinin dolaylı veya dolaysız belirtileri olarak kabul ederler. Örneğin; anarşizmin veya radikalizmin diğer bir şeklinin, genel olarak, bir otoriteye, özellikle baba otoritesine karşı başkaldırmadan geldiği söylenir” (İnceoğlu, 1985:15). 310 Siyasal Reklamcılık... 3.3. Kalıplaşmış Tutumlar Kalıplaşmış tutum olarak aklımıza, bilinen belirli gruplar hakkında daha önceden sahip olduğumuz bilgilerin bir özeti gelir. Hakkında bilgimizin az olduğu bir grupla ilgili tutum belirlemek için, çevreden duyduğumuz veya farklı yollardan edindiğimiz bilgileri bir araya toplarız. Bir araya topladığımız bilgilerin etkisiyle geliştirdiğimiz kalıp halindeki bir tutum, hedef grup hakkında, bize kestirme yoldan, fikir ve bilgi vermiş olur. Böylece, grup hakkında hazırlıklı oluruz ve o grubun bir üyesiyle karşılaşma durumunda sergileyeceği tutumu tahmin etmemiz ve ona karşı davranışımızı önceden ayarlayabilmemiz imkanı doğar. Dolayısıyla, kalıplaşmış tutumlar sayesinde, diğer gruplar hakkında özet bilgiye sahip olmamız, çevremizi, zihnimizde bir düzene koyar ve çevremize göstereceğimiz tepkilerimizi önceden belirleme ve ayarlama şansı verir (Kağıtçıbaşı, 1996:103). Farklı gruplara karşı oluşan kalıplaşmış tutumlarla ilgili araştırmalar, bize, tutumların oluşması ve durağanlığı hakkında detaylı bilgi vermektedir. Sözünü ettiğimiz bu bilgileri genel olarak özetlediğimizde: “a) Kalıplaşmış tutumların küçük yaşlarda gelişmeye başladığını, b) Bu gelişmede, politik, tarihsel, ekonomik, kültürel, çeşitli etkenlerin rol oynadığını, c) Çoğunlukla, kalıplaşmış tutumların, başkalarından kulaktan dolma edinilen bilgilerle beslendiğini ve gerçek bilgi eksikliğini kapatma ve kişi için gerekli tanımlama görevini gördüğünü, d) Dolayısıyla, çoğu zaman, akılcı olmaktan çok, duygusal nitelik gösterdiğini ve nihayet e) Bu özelliklerinin sonucu olarak, kalıplaşmış tutumların kolay değişmeyip; zaman içinde oldukça durağan olduğunu söyleyebiliriz” (Kağıtçıbaşı, 1996:113). Sosyolojik kuramları ve diğer boyutları ile ayrıntılı olarak açıklamaya çalıştığımız tutumların oluşma süreçlerine; siyasal tutumların oluşma süreciyle devam edelim. 4. Siyasal Tutumların Oluşması Sürecinde Siyasi Partilerin Çalışmaları ve Siyasal Reklamların Etkileri Seçimler döneminde hazırlanan siyasal reklamcılık uygulamalarının, seçmen tutumlarının değişimine etkisi konusunu, bu bölümde incelemeyelim. Alt seçmen yaşı dediğimiz 18-20’li yaşlardaki bireyde, siyasal tutumlar önemli ölçüde yerleşmiş ve belirginleşmiştir. Bu nedenle; siyasal reklamcılığın, siyasal kanaatlerin değişmesine etkisi, sınırlı bir alan içerisinde ve özellikle kararsız seçmenler üzerinde, yine sınırlı bir etkisi olduğu söylenebilir. Verilen mesajlardan etkilenen bu kitlenin, tutumlarının değişim süreci ve bu sürece taşıyan aşamalar, değinmememiz ve üzerinde durmamız gereken önemdedir. 311 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Hazırlanan bir reklamla verilmek istenen mesajın, tutum değişikliği yaratılması bakımından farklı süreçleri vardır. Bu süreçlere üç başlık altında değinelim (Güz, 1998:103): a)Beğenme ve Kabullenme: Reklam mesajı, kişinin hoşuna gittiği ve beğendiği için, onun dikkatini çeker. Bu ilgi sonucunda, etkilenen kişi, reklam mesajının verdiği ödül veya ceza nedeniyle, daha önce konu ile ilgili var olan farklı tutumunu değiştirerek; yeni mesajı kabullenir. Örneğin, yapılan diş macunu reklamlarında, “eğer x marka diş macunu kullanmaz iseniz dişleriniz çürür ve dişlerinizi kaybedersiniz” mesajı ile bireye ceza önerilmekte ve bu yolla kişileri korkutarak; o marka diş macununu kabullenmeleri sağlanmaktadır. Veya kalite ile birlikte, ekonomik bir ödül sunarak, “bir diş macunu alana birde bedava” mesajı, bireyleri etkileyerek; bu diş macununu almalarını sağlar. b)Özdeşleşme: Bu süreçte, birey, egosunu tatmin eden, olumlu ilişkide bulunduğu kişilerin tutumlarını kabul eder ve bu kişilerle özdeşleşir. Bireyler, benzemek istedikleri veya ilgi duydukları insanların tutumlarını benimsemek ve kendi tutumlarını o yönde değiştirmek isterler. “Şampuan reklamlarında ünlü aktörlerin kullanılması neticesinde, tüketiciler, o reklamdaki aktöre ilgi duyduğu için, o kişiye özdeşleşmek istediği için, o marka mal veya hizmetle ilgili tutumunu değiştirecek ve benimseyecektir”. c)Benimseme: Verilen reklam mesajının, bireyin o anda varolan tutum ve değerleri ile aynı yönde olması durumunda, etkinin kabulü ve tutumun pekişmesi söz konusu olur. Böylece, birey, o tutum ve değerleri benimsemiş ve bu yönde davranış sergilemiş olacaktır. “X marka televizyon kullanan ve bu markadan memnun olan kişi, aynı marka buzdolabının reklam mesajından etkilenecek ve tutumunu pekişecektir.” Reklamlar, bireye, bütün yetkiyi elinde bulunduran bir hükümdarmış gibi muamele eder. Bu yetkisini kullanırken, bireyin kanaatlerinin yönlenmesini kolaylaştırır. Bunun için de, psikolojinin bilimsel yöntemlerini kullanarak; bu yolla, onu biçimlendirebilme çabalarını devam ettirir. Böylece, bireyin varlığını, anlam bakımından güçlendirmiş olur (Dalkıran, 1995:25). Bireyin, bu manada yüceltilmesi, belki de, psikolojide insan tanıma sanatının, reklamcılık alanında uygulama örneği olmaktadır. “Reklamlar psişenin kavşağında yer alırlar; bir yandan libido yolunda, öte yandan kişilik denilen kültürel bir yapının, Freud’çu ben’in, yani bireyselliğin yolunda ilerlerler. Victorof(‘a göre:), reklam sloganları, bireysel düzeyde, inhibisyonları kaldırmakta, bilinç altına bastırılmış güçlerin, dolaylı yollardan ortaya çıkmasını sağlamaktadırlar. Reklamlar, marka imgesi ve tanıtıcı modellerde, tüketicilerin derin arzularını, sembolik planda doyurma işlevini görmektedir” (Dalkıran, 1995:25). Bir insanda oluşmuş olan tutumlar tamamen değiştirilemez olsaydı, reklamcıların 312 Siyasal Reklamcılık... çalışma alanı çok sınırlı olacaktı. Tutumların değiştirilebilir olması, reklamcıların çalışma alanı açısından çok önemli bir özelliktir. Bu nedenle, reklamcılar, bu özellikten hareketle, amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik mesajlar hazırlarlar ve hedef tüketiciye ulaştırırlar. Bu mesajlarla, belirli bir marka mal veya hizmet ile ilgili tutumlar; ya geliştirilerek, ya varolan tutumun şiddeti arttırılarak ya da varolan tutum değiştirilerek; birey üzerinde etkileyici olunmaktadır (Güz, 1998:104). Bireyin, bir seçmen olarak, belirli bir parti veya adayı tercih etme nedenleri konusunda çalışan bilim adamları, öncelikle, seçmenin karar verme sürecine eğilmektedir. Seçmenin oy verme konusundaki tutumunu açıklamaya çalışırken de, mevcut teorik ve ampirik yaklaşımlarla işe başlamaktadırlar. Konuyla ilgili değişik yaklaşımların incelenmesi, varsayım ve argümanların tartışılması, hem seçmenin nasıl karar verdiğini, hem de tercihini etkileyen ana faktörleri bulmayı sağlayacaktır. Bu amaçla Sears (1969:316-324), çalışmasında, kişisel oy verme kararını incelerken, o günlerde sahada yaygın olan sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlarla konuyu ele almaktadır. “Daha sonraları yapılan bir çalışmada ise Boiney ve Paletz (1991:3-4), seçmen kararlarını ve tercih yapma sürecini incelemede, teorik önemleri devam eden yaklaşımların beş ana unsuru üzerinde yoğunlaşmakta ve bazı karşılaştırmalar yapmaktadır. Teorik önemi devam eden beş unsuru, araştırmacılar; partiyle özdeşleşme (party identification), konu (issue), aday imajı, seçmen grup üyeliği ve geçmişi değerlendirici oy verme (retrospective voting) olarak sınırlamaktadırlar.” İnsanlar, seçimlerde, partiler veya adaylar arasında tercihlerini yaparken, bu tercihlerini koylaştırıcı hazır çözümler bekler. Böylece, kendilerini yormadan, partilerin veya adayların sundukları uyarıcıların etkisiyle karar vermek gibi kolaycı bir mantık izlemektedirler (Leiss ve diğerleri, 1990:44). “Demokraside, seçim dönemi iletişimi ve ikna çalışmalarının en önemli yararlarından biri, seçmeni yönlendirmesi değil, dağınık bilgilerin toparlanması, kamuoyunun unuttuğu bilgilerin hatırlanması, geleceğe yönelik vaatlerde tutarlılık aranmasıdır.” Reklam mesajı kanalıyla tüketicilerin mal veya hizmetlerle ilgili tutumlarını denetlemek ya da değiştirmek için, aşağıda belirtilen hedeflere yöneltmekle işe başlamak gerekir (Güz, 1998:104): 1-Mal ve hizmetlerle ilgili belirli inanç ve tutumları tümüyle yok etmek, 2-Mal ve hizmetlerle ilgili tutumun yönünü değiştirmek, 3-Mal ve hizmetlerle ilgili bir inanç ve tutumun benimsenmesini desteklemek, 4-Mal ve hizmetlerle ilgili bir inanç ve tutumun doğuşunu önlemek. Belirli bir marka mal veya hizmetin reklamında, bunlar insanlara telkin edilirken, 313 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır (Güz, 1998:104-105): “1-Mevcut bir ihtiyacı karşılayan bir reklam mesajı, karşılamayanlardan daha kolay kabul edilecektir, 2-Belirsiz bir durum ile ilgili mesaj, açıkça, belli olmayan bir durumla ilgili mesajdan daha kolay kabul edilir. 3-Başka inanç sistemleri ve görüş açıları ile uyuşan tutumlar, uyuşamayanlardan daha kolay kabul edilecektir. 4-Alışılmış bir nesnenin algısına, hemen yeni sıfatlar ekleyebilen mesajlar, bunu yapmayanlardan daha kolay kabul edilecektir. 5-İnsanların başkaları ile özdeşlenme ya da onlarla uyum içinde, ihtiyaçları ile uzlaşabilen mesajlar, böyle bir toplumsal desteği çekemeyen mesajlardan daha kolay kabul edilir”. Yukarıda anlatılanlar ve verilen örnekler, bir malın reklamının, bireyi, satın alma davranışına itecek motifleri sunması gibi, benzer bir durumunda olduğu gibi, düşüncelerin ve hizmetlerin pazarlandığı siyasal reklamcılık için de geçerlidir. İnsanlar, bir partiye veya adaya oy verme kararı sürecinde, siyasal reklamın mesajlarından, derin bir şekilde, etkilenirler. Bireylerin siyasal tutumlarının oluşmasında, bu mesajlar son derece önemlidir. Siyasi partiler ve adaylar, profesyonel ekipler veya kurumlar kanalıyla hazırladıkları siyasal reklamlara, mesajlarını yüklerler. Reklamların içeriği, mesajın sunulma şekli ve hatta mecra seçiminde çok titiz davranırlar. Reklamda verilen mesajın içeriği, hedef kitle üzerindeki etkisi oranında ve bu mesajların sunumundaki yaratıcılık unsurunun başarısı nispetinde, bireylerin siyasal tutumlarının değişimine etki ederek; siyasi partiler hanesinde, artı, oya dönüşürler. “Seçmenlerin herhangi bir aday veya partiyi tercih etmelerinde, tutumların büyük önemi bulunmaktadır. Tutumlar, bazı insanların, niçin bazı parti veya adaylara oy verdiğini, bazılarından kaçındığını açıklamada yardımcı olmaktadır” (Kalender, 2000:30). Yani, yutumların oluşma süreçlerinde etki eden faktörler, bireyin siyasal tercihlerini de büyük ölçüde belirlemektedir. Bu durumu şöyle açıklamak mümkündür (Lazarfeld ve diğerleri, 1968:137-142): Oy verme eylemi, aslında bir grup deneyimidir. Birlikte yaşayan veya aynı çalışma ortamını paylaşan insanların, birbirlerinin tutumlarından etkilenmeleri söz konusu olduğundan, aynı adaya oy vermeleri ihtimali yüksektir. Politik eğilimler endeksi; sosyo-ekonomik statü derecesi, dini bağlılık ve ikamet üzerine temellenmiştir. Bu üç faktör, bireylerin karar vermelerinde büyük rol oynamaktadır. Özellikle, din bağlılığı, bireyleri sadece camide bir arada tutmakla 314 Siyasal Reklamcılık... kalmayıp, aynı zamanda, onların siyasal tercihlerini, evlilik ve meslek hayatları ile ilgili tercihlerini de etkilemektedir. Siyasal tercihlerin belirlenmesinde veya bir adaya oy vermede ailenin önemli bir rolü bulunmaktadır. Özellikle, eşler aynı adaya, ya da birbirlerinin tercihlerine çok yakın oy kullanmaktadır. Ailedeki çocukların tercihleri, ebeveynlerin tercihlerine büyük ölçüde benzeşmekle birlikte, eşler arasında olduğu gibi yakın bir ilişki olduğunu söylemek de, yapılan araştırmaların bulgularına göre, mümkün değildir. 5. SONUÇ Yapılan araştırmalara göre; tutumlar, bireylerin 12- 30 yaş aralığında oluşmaktadır. Tutumların oluşma sürecinde, genetik faktörler, fizyolojik koşullar, kişilik, toplumsallaşma süreci, sosyal sınıf gibi faktörler etkilidir. Bununla birlikte, etkili olan diğer etkenler; aile, akrabalar, okul çevresi, arkadaş grupları, deneyimler, ekonomik statü, çalışma grupları, dini inançlar ve cemaatler, sosyal cemiyetler ve mesleki kuruluşlardır. Ergenlik döneminden sonra, tutumların yavaş yavaş yerleştiği ve kalıplaşmağa, kemikleşmeye başladığını söyleyebiliriz. Politik eğilimler endeksi; sosyo-ekonomik statü derecesi, dini bağlılık ve ikamet üzerine temellenmiştir. Bu üç faktör, bireylerin karar vermelerinde büyük rol oynamaktadır. Özellikle din bağlılığı, bireyleri sadece camide bir arada tutmakla kalmayıp, aynı zamanda onların siyasal tercihlerini, evlilik ve meslek hayatları ile ilgili tercihlerini de etkilemektedir. Birey, egosunu tatmin eden, olumlu ilişkide bulunduğu kişilerin tutumlarını kabul eder ve bu kişilerle özdeşleşir. Bireyler, benzemek istedikleri veya ilgi duydukları insanların tutumlarını benimsemek ve kendi tutumlarını o yönde değiştirmek isterler. Siyasal tercihlerin belirlenmesinde veya bir adaya oy vermede ailenin önemli bir rolü bulunmaktadır. Özellikle eşler aynı adaya, ya da birbirlerinin tercihlerine çok yakın oy kullanmaktadır. Ailedeki çocukların tercihleri, ebeveynlerin tercihlerine büyük ölçüde benzeşmekle birlikte, eşler arasında olduğu gibi yakın bir ilişki olduğunu söylemek mümkün değildir. Siyasi partiler tarafından yapılan propaganda faaliyetleri kanalıyla, tespit edilen seçmen gündemleri yönünde, siyasal söylemlere konu olan mesajlar ve yine seçmen gündemine paralel olarak üretilen mesajların siyasal reklam formunu almış biçimleri, hedef kitlelerin siyasal tutumlarının oluşmasında etkili olmaktadır. Seçmenler, bu mesajları almakta ve çeşitli konularda siyasal kanaatleri oluşurken; bu mesajlar, bireysel tutumların oluşmasına direkt olarak etki etmektedir. 315 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) KAYNAKÇA ARMSTRONG, Pat and Chris Dawson. People in Organisations. (Revised Edition). 1989’den nak. Mahmut Oktay. Davranış Bilimlerine Giriş. Der Yayınları, İstanbul:1996. AYTAÇ, Serpil ve Nuran Bayram. “Üniversite Gençliğinin İş ve Eş Seçimindeki Etkin Kriterlerinin Analitik Hiyerarşi Süreci” ,http://www.isguc.org/isvees.htm. 20. Kasım 2004. BAYSAL, A.Can. ve Erdal Tekarslan. Davranış Bilimleri. (2. Baskı). Avcıel Basım Yayım. İstanbul:1996. BERN, D.J.. Beliefs. Attitudes and Humman Affairs. Brooks/Cale Monterey, California:1970’den nak. Clifford T. Morgan. Psikolojiye Giriş.(11. Baskı). Çev., Hüsnü Arıcı ve Diğerleri. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları No:1, Ankara:1995. BOINEY, J. and D. L. Paletz, “İn Search of the Model: Political Science Versus Political Advertising Perspectives on Voter Decision Marketing.” F. Biocca (Ed.), “Televizyon and Political Advertising” içinde Vol:1 Psychologial Process. Lawrance Erlbaum Associates. Hillsdale, New Jersoy:1991’den nak. Ahmet Kalender. Siyasal İletişim, Çizgi Yayınevi, Konya, 2000. DALKIRAN, Nesrin, Siyasal Reklamcılık ve Basının Rolü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, 41, İstanbul, 1995. DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, (10. Basım), Beta Basım Yayım, İstanbul, 1990. ERDOĞAN, İlhan, İşletmelerde Davranış, İstanbul Üniv. İşletme Fak. Yayını No:2. İstanbul, 1991’den nak. Mahmut Oktay. Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 1996. FISHBEIN, M. and I. Ajzen, Attitudes and Opinons, In P.H. Mussen and M.R. Rosenzweig (Ed.), Annual Review of Psychology, Vol:23, Polo Alto, California, 1972’den nak. Clifford T. Morgan. Psikolojiye Giriş, (11. Baskı), Çev., Hüsnü Arıcı ve Diğerleri, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları, No:1, Ankara:1995. FREEDMAN, J.L., D.O. Sears ve J.M. Carlsmith, Sosyal Psikoloji, Çev., Ali Dönmez, İmge Kitapevi, Ankara, 1993. GÜZ, Hanife, Reklamlarda İkna Stratejileri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniv. Sos. Bil. Enstitüsü, Ankara, 1998. İNCEOĞLU, Metin, Tutum Algı İletişim, Verso Yayıncılık, Ankara, 1993. İNCEOĞLU, Metin, Güdüleme Yöntemleri, Ankara Üniv. Bas. Yay. Y.O. Yayınları, No:4, Ankara, 1985. KAĞITCIBAŞI, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, (9. Basım), Evrim Basım Yayım, İstanbul, 1996. KALENDER, Ahmet, Siyasal İletişim, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2000. LAZARFELD, P.F., Berelson, B. and Gaudet, H. (1968), The People’s Choice How The 316 Siyasal Reklamcılık... Voter Makes Up His Mind in a Presidential Campaign, Columbia University Pres. New York’dan nak. Ahmet Kalender, Siyasal İletişim. Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2000. LEISS, Willam, Stephan Kline and Sut Jhally. Social Communication in Advertising.(2. Press), Ontariol/Victoria/New York:1990’den nak. Mahmut Oktay, Marmara İletişim Dergisi. M.Ü. İlet. Fakültesi, S:2, Nisan 1993’den nak. Şengül Özerkan ve Yasemin İnceoğlu. İletişimde Etkileme Süreci. Pan Yayıncılık, İstanbul, 1997 MORGAN, Clifford T., Psikolojiye Giriş.(11. Baskı), Çev., Hüsnü Aıcı ve Diğerleri. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları, No:1, Ankara, 1995. OKTAY, Mahmut, İletişimciler İçin:Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 1996. ÖZERKAN, Şengül ve Yasemin İnceoğlu, İletişimde Etkileme Süreci, Seçim kampanyalarından örneklerle. Pan Yayıncılık, İstanbul, 1997. SEARS, D.O., “Political Behavior”, Lindzey, G. and Arenson, E.(Ed.), ‘The Handbook of Social Psychology’ içinde (vol:5) Addison-Wesley Publishing Campany, Menlo Park, California, 1969”dan nak. Ahmet Kalender. Siyasal İletişim, Çizgi Yayınevi, Konya, 2000. SMITH, M.B., Attitude Change. İnternational Encyclopedia of the Social Sciences, Crowell Collier and Mac Millan. 1968’den nak. Çiğdem Kağıtçıbaşı. İnsan ve İnsanlar, (9. Basım), Evrim Basım Yayım, İstanbul, 1988. SPOONCER, Frank, Behavioural Studies for Marketing and Business, Hutchinson Edition. London:1989’den nak. Mahmut Oktay, Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 1996. TOLAN Barlas, Galip İsen ve Veysel Batmaz, Sosyal Psikoloji, Adım Yayıncılık, Ankara, 1991’ den nak. Serpil Aytaç ve Nuran Bayram, “Üniversite Gençliğinin İş ve Eş Seçimindeki Etkin Kriterlerinin Analitik Hiyerarşi Süreci”, http://www.isguc.org/isvees.htm. 20 Kasım 2004. YÜKSEL, Ahmet Halûk, İkna Edici İletişim, Anadolu Üniv. Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayınları, No:94, Eskişehir, 1994. WILCOX Dennis L., Lavrence W. Nolte, Public Relations Writing and Media Techniqes, Harper Collins Publishers, USA:1990’den nak. Mahmut Oktay, Davranış Bilimlerine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 1996. 317 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 318 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 319-348, ELAZIĞ-2005 MODERN BÜROKRASİLER VE YABANCILAŞMA ETHOSU Modern Bureaucracies and Alineation Ethos Ömer AYTAÇ Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. [email protected] ÖZET Bu çalışmada, modern bürokrasilerin kurumsal baskı ve yabancılaştırıcı doğaları üzerinde durulmaktadır. Modern bürokrasilerin katı işleyim düzeneğine sahip olmaları hem çalışanlar hem de genel toplum üzerinde bazı istenmeyen sonuçlara sebebiyet vermektedir. Bu kurumlarda birey, katı bir baskılayım duygusu yaşamakta, yalnızlık, yabancılaşma ve ruhsal deformasyona uğramaktadır. Bürokratik zihniyet ve buna karşı tepkisel dışavurumlar, sosyal dünyaya da yayılım göstermekte ve bürokratik totalitenin sosyal alanı da bir baskılayım üssü olarak yapılandırdığına tanık olunmaktadır. Bu yazıda, bürokratik rasyonalite ve çevreye yaydığı negatif etkilere sosyolojik bir perspektiften bakılmaktadır. Anahtar Kelimeler: bürokrasi, kurumsal baskı, yabancılaşma, ruhsal sorunlar. ABSTRACT In this study, institutional constraints and alienating natures of the modern bureaucracies are analyzed. As modern bureaucracies establish an operation mechanism, they may have negative effects on their staff and the public. Individuals in these institutions experience constraints, loneliness and mental deformation. Bureaucratic mentality and the reactive attitudes developed against it display the tendency to expand in the social world and structure the social world as an headquarter of constraints. In this study, bureaucratic rationality and its impacts are analyzed from a sociological perspective. Key Words: bureaucracy, institutional constraint, alienation, mental problems. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Giriş Modern toplumun tanımlayıcı karakteristikleri arasında hiç kuşkusuz bürokratik olanı başta gelir. Bu toplumda hemen her iş/uğraş, bürokratik yapılar içinde gerçekleşir. Organizasyonlar, işletmeler, okullar, fabrikalar, hastaneler, eğlence/alışveriş merkezleri vs. bürokratik bir işleyiş sistematiğine sahiptir. Modern insan, gözünü bu örgütler içine açar ve yine hayatı bu örgütler vasıtasıyla yaşar. İçimize bu kadar sinmiş, doğumdan ölüme kadar bizi çekip çeviren bu yapılar, gün geçtikçe güçlerini ve etkinliklerini artırıyorlar. Böylelikle, örgütsel işleyim usulleri ve/veya rasyonel tasarruflar her yere yayılma eğilimi gösteriyor. Kendi içinde gizil bir totalitarizmi de barındıran bu yayılım stratejisi, gerçekte her alanı bir tahakküm üssü haline getiriyor. Bu yüzden pek çok sosyal bilimci, modern bürokratik kurumların birey ve topluma dönük negatif etkilerini sorunsallaştırarak eleştiri konusu ediyorlar. Modern kurumlar esasta, etkinlik ve verimliliğe maksimum düzeyde ulaşmak isterler. Bunun için de oldukça karmaşık, akılcı, sistematik ilişki ağları geliştirirler. Kuralcılık, rasyonalite, gayrişahsilik, yasallık, biçimsellik, dakiklik, disiplin ve önceden planlanmış prosedürlere göre işlerler. Bu kurumlarda keyfiliğe ve tesadüfiliğe yer verilmez, insan faktörü çoğu zaman göz ardı edilir. Her şey etkinliği/verimliliği maksimize etmeye hizmet eder. Böyle olunca da, bu kurumlarda bireyin yitip gitmesi, özgürlük ve anlam krizleri yaşaması, yalnızlık ve sosyal izolasyon gibi yabancılık ethosuna içkin patolojilerle yüzleşilmesi olağan hale gelir. Etkinliğe odaklanmış bu kurumlar, sonuçta, hem çalışanlar hem de tabi vatandaşlar üzerinde dozu düşük ya da yüksek “kıstırılma”, “baskılanma” “özgürlük yitimi”, “anlam kaybı” vb. gerilim duygulara kaynaklık ederler. İşgören bu kurumlarda, birer isim, numara, marka haline gelir, insani ve sosyal yönü zayıflar, daha çok rasyonel ve kariyere yönelik davranışlar sergiler. Örgüt iklimiyle bütünleşerek “kurum/örgüt insanı”na (organization man) dönüşür. Bu çerçevede, bir örnek tavırlar gösterir, otomat tepkiler verir (bkz. Whyte, l972). Modern bürokratik kurumlar karşısında birey/toplum, sanıldığı kadar edilgen bir psikoloji içinde midir? Kurumların, kişiyi yeni bir insan yapma güçleri var mıdır? Kişilikte dönüşüm yapmada, kişiyi yalnızlık ve yabancılaşmaya sevketmede, bazı ruhsal sıkıntıların ortaya çıkmasındaki rolleri nedir? Kuşkusuz, bu tür sorular karşısında, bireyin tümüyle savunmasız, sürüklenen, yönlendirilen, kişiliği üzerinde her tür operasyon yapılan, otomat bir varlık olmadığını vurgulamak gerekir. İnsan, temelde “hayır” diyebilen bir varlıktır. Hangi koşullarda olursa olsun, kendisine ve sahip olduğu değerlere yönelik bir tehdit karşısında tepkisel davranır. Bu realiteye sadık kalmakla birlikte, 320 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu modern kurumlar karşısında bireyin konumunu anlayabilmek için günümüzdeki kurumsal yapıların doğasına daha yakından bakmakta yarar var. Zira, bürokratik kurumlar, günümüze gelinceye kadar çok aşamadan geçtiler, yapıları ve işlevleri değişti, karmaşıklaştı, güçleri ve yapabilirlik sığaları genişledi. Kompleks ünitelerden oluşan dev yapılar haline geldiler. Dolayısıyla, bu kurumlar karşısında birey/toplumun pozisyonu da büyük değişiklik gösterdi. İktidarın, insandan makineye, bürokrasiye geçmiş olması, birey ile bu aygıtlar arasındaki ilişkiyi de önemli ölçüde dönüştürdü. Bugün için, sosyal bilimciler, kurumsal yapılar karşısında bireyin/toplumun yiten özgürlüğü ve yaşadığı anlam krizlerine daha fazla eğilmektedirler. Bu noktada yaşanan sorunlar, sosyal bilimcilerin negatif ve olumsuzlayıcı bir perspektif geliştirmelerine neden olmaktadır. Bu çalışmada modern kurumların yaydıkları negatif etkilere dikkat çekilmekte, özellikle, Weber, Merton, Whyte, Mills, Fromm, Habermas, Foucault ve Zijderveld’in bürokratik kurumları merkeze alarak yaptıkları değerlendirmelerden hareketle, modern bürokrasilerin çevreye saldıkları kıstırıcı psikoloji, ruhsal ve sosyal deformasyona açıklık getirilmeye çalışılmaktadır. Yabancılaşma Kavramı Yabancılaşma (alineation) kavramı, temelde psikolojik bir durumu ifade eder. Latince “alienus” kelimesinden türemekte ve “ruh hastası” na yakın bir anlam taşımaktadır. E.Fromm da, yabancılaşma kavramını nevroz kavramıyla aynı anlamda kullanmakta ve kavrama psikanalitik bir boyut eklemektedir. Fromm’a göre, geniş anlamda her nevroz yabancılaşma olgusunun bir sonucudur. Zira, nevroz, bir tutkunun (örn. Mevki, para, vs.) tüm kişilikten sıyrılarak başat bir konuma gelmesi anlamı taşır. Böylece hasta kısmi bir istek tarafından yönlendirilmekte, zamanla belli bir noktaya/parçaya odaklaşarak bütünlük duygusunu kaybetmektedir. Böylelikle nevrotik dolayısıyla yabancılaşmış bir psikoloji içine hapsolmaktadır (Fromm, 1982). Fromm’un patolojik bir olgu olarak açıklamaya çalıştığı yabancılaşma olgusu, Marx’a göre, evrimsel uygarlık sürecinin, bir başka deyişle bu sürecin bir dönemini içeren kapitalist yaşam biçiminin zorunlu bir sonucudur. Yabancılaşma modern uygarlık süreciyle yakından ilişkilidir. Modern üretim süreçleri içinde insanoğlu makine/endüstri ya da toplumsal kurumlar tarafından etkili bir çekipçevrilme amelesi altındır. İnsani öz, bu süreçte dönüşüm geçirmekte, insani ve sosyal boyutundan sıyrılmaktadır. Emeğine ve ürününe aidiyet duymamakta, bütünlük duygusundan uzaklaşmaktadır. Kapitalist üretim ortamları birey üzerinde, insanlıktan çıkarıcı bir baskı ve tahakküm düzeni inşa ettiğinden giderek, endüstriyel ilke ve kurallar kişinin öz bilinci haline gelmekte, günlük yaşam 321 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) bütünlüğünden koparak “iş odaklı” bir bir hal almaktadır. Böylelikle bireyin etrafındaki dünya güvenilirliğini yitirmekte, bir korku ve ürperti nesnesi haline gelmektedir (Tolan, l991:289-290). Marcuse da, “Tek Boyutlu İnsan” (1997) adlı eserinde, yabancılaşmayı, bireylerin kendi bilinç ve yaratıcı güçlerini, kolektif insani özlerini kaybetmeleri olarak görmekte ve kendileri üzerinde hakimiyet kuran, insani özden uzaklaştıran güçlerin tutsağı haline geldiğini belirtmektedir. Marcuse, modern endüstriyel ve teknolojik dünyanın insanları tek boyutlu hale getirdiği, hayatın bütünselliği ve güveninden yoksun bıraktığını belirtmektedir. “Tek boyutlu insan”, teknolojik rasyonalitenin tüm anlam ölçüleriyle nüfuz ettiği tekil, yabancılaşmış, yer yer psikopatolojik bir figüre karşılık gelmektedir. Malvin Seman de, “Yabancılaşmanın Anlamı” (1958) adlı eserinde, yabancılaşmayı içinde yaşanılan koşullarla ilişkilendirir ve olayın kurumsal boyutunu göz ardı etmeden bireyin psişik yaşamındaki izdüşümlerini açığa çıkartmaya çalışır. Seeman, kendi deneyimlerinden ve daha önceki kuramsal ve amprik çalışmalardan hareketle, “yabancılaşma-anomi” sorununun bireyin psikolojisinde beş önemli alanda yoğunlaştığını belirtir. Bunlar: l.Güçsüzlük 2.Normsuzluk 3. İzolasyon 4.Yaşamın anlamsızlaşması 5.İnsanın kendi kendine yabancılaşması. Seeman, yabancılaşma durumunun en temel ögesinin, bireyin kurumsal yapılar karşısında duyduğu çok yönlü güçsüzlük olduğunu vurgular. Bireyin, ekonomik-politik (K.Marx-F.Engels), merkezi bürokrasi-devlet yönetimi (M.Weber), kitle iletişim araçları-kitle kültürü (M.Horkheimer-Adorno) vb. karşısında duyduğu güçsüzlük, endüstri devrimi sonrası insanının temel sorununu oluşturur. Bu yüzden de E.Kahlers, Manifesto’yu çağrıştıran bir söylemle, bu tarihsel serüveni “insanların tarihi, insanların yabancılaşmalarının tarihidir” diye özetlemeye çalışır (Teber, l990: l53-l54). Yabancılaşma daha çok katı ve disipliner işleyen kapitalist ve bürokratik örgüt yapıları içinde kendisini gösterir. Örgütsel yapıların biçimsel ve rasyonel işleyişi, zamanla işgörenlerin yabancılaşma eğilimlerini artırır. Yabancılaşma, örgüt içinde özdeşleşmenin tersine işgörenin örgütten soğuması, psişik olarak uzaklaşması, kendini çekmesi şeklinde belirir. Yabancılaşmış bir işgören işine devam etse bile kendisini tümüyle işine veremez, örgütün üyesi olarak göremez. Örgütün kendisine verdiği konumu, saygınlığı reddeder. İşini yaşamının bir parçası olarak görmemeye, işinden yaşamında söz etmemeye çalışır. Örgütün yönetimine, sosyal etkinliklerine, işi dışındaki faaliyetlere sırtını döner. Örgütü ve işi ile gurur duymaz. Örgüt dışında kendisine tatmin kaynakları arar. Yapılan kimi araştırmalar da, iş tatminsizliği ile yabancılaşma arasında yüksek bir korelasyon olduğunu gösterir. Ancak, iş tatminsizliği örgüte yabancılaşmanın 322 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu tek nedeni olmayıp bunun dışında; “yetkisizlik”, “anlamsızlık”, “ölçüsüzlük”, “yalnızlık”, “özyabancılaşma” vb. etkenler de büyük rol oynar. Yine, kendi özüne yabancılaşma eğilimindeki bir işgörenin örgütsel yabancılaşma eğiliminin de daha fazla olacağı ifade edilmektedir (Korman, l977; Başaran, l99l: 208). Bugün giderek rasyonelleşen, endüstriyel ve teknolojik olarak işleyen modern toplumda sermaye, merkezi bürokrasi, kitle kültürü endüstrisi vs. karşısında birey kendisini giderek daha fazla güçsüz ve çaresiz hissetmektedir. Teber’in (l990:l54) ifadesiyle, “(…) böylesi bir ortamda birey, entelektüel beklentilerini doyuramayacağını, kültürel amaçlarına ulaşamayacağını her gün biraz daha yakından görmekte, anlamaktadır. Bu durumda bireyin kendisini geliştirmek ve çoğaltmak olanakları hemen hemen tümüyle ortadan kalkmış gibidir. Ve Seeman’ın vurguladığı gibi, bu koşullarda yaşam giderek anlamsızlaşmakta, insan hiçleştiğini, şeyleştiğini hissetmektedir... Ve bu denli hızla değişen toplumsal-bireysel koşullarda, gene Durkheim’den beri bildiğimiz, norm sistemlerinde hızlı bir çözülme ve değişme ortaya çıkmakta, kültürel, moral, tinsel boşluk, yaşamı dayanılmaz boyutlarda olumsuzlaştırmaktadır... Bu toplumsal -psişik karmaşa, bireyin içinde yaşadığı topluma karşı duyması gereken güveni bir kez daha sarsmakta ve bu süreç, bireyin hızla yalıtlanmasına, izolasyonuna yol açmakta; toplum ve diğer insanlar ile sağlıklı bir iletişim kurma olanaklarını yitiren birey, bu konumuyla da kalmayıp, sonunda kendi kendisine de yabancılaşmaktadır.” Öz itibariyle, yabancılaşma kavramının temelinde, insanın özünün, yaratıcılık ve etkinliğinin gölgede bırakılması, hatta çarpıtılması, işlevsizleştirilmesi yatmaktadır. Psikiyatrik araştırmalar da göstermektedir ki (bkz. Horney, l994; Gençtan, l992) bireyler “yaparak ve yaratarak” kendilerini ifade edemiyorlarsa ya da yaratıcılıklarının yankısını dış dünyada duyumsayamıyorlarsa ifade sorunları, tatminsizlik dolayısıyla depresyon içine girerler. Bu ise insanlarda, güçsüzlük, bütünlük algısından yoksunluk, yalnızlık ve kendi özüyle barışık olmama/yabancılık hissetme gibi psikolojik sorunlar doğurur. Yine, “yaşamın anlamını yitirmesi”, “umutsuzluk”, “anlamsızlık” gibi algısal bozukluklar da yabancılaşmış ruh yapısı ile birlikte kendisini gösterir. Modern Bürokrasiler Ve Yabancılaşma Ethosu Modern bürokratik kurumlar, insan kişiliği ve birey davranışını biçimlemede etkin role sahiptirler. Kurumsal hedeflere varmak için, bireyleri bir örnek davranmaya zorlarlar ve böylelikle birey üzerinde yüksek bir basınç oluştururlar. Bu basıncın etkisi altında birey, modal roller yerine getirerek, verili değer ve norm bütünlerine sadık kalarak hareket eder. Aksi takdirde kurumsal denetime takılarak ceza görür. Bu cezalandırma, 323 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) kurumdan kuruma, toplumdan topluma değişen ölçülerde, tonu düşük ve yoğun olmak üzere her zaman vardır. Bu kurumlar içinde birey, katı bir akılcılık kıskacında tutulur, gayrişahsi davranmaya zorlanır, sınırlı görev ve sorumlulukları yerine getirdiğinden kendisini bir bütün olarak ifade edemez. Bu durum benlik temsilinde krizlere, ileri düzeyde yalnızlık ve yabancılaşmaya neden olur. Birey kendi kendine yeter bir noktaya geldiğini düşünerek sosyal ilişki içinde bulunma istek ve arzusunu kaybeder. Rasyonalite ve gayrişahsilik esas olduğundan, çalışanlar diğer meslektaşlarıyla yeterli dostluk ve samimi ilişkiler kuramaz, birbirlerini dahi tanımayarak iş ortamına yabancılaşırlar. Modern bürokrasiler, doğaları gereği, duygu dışı davranışlar ve gayri şahsi ilişki matrisleri oluşturduklarından, kişisel davranmanın önünü alırlar. Bu örgütlerde, sistematik şekilde işleyen düzenek, “kişiliksizleştirme” amelesidir. Amaç, “yüzlerin silinmesi”, bireysel özerkliğin yok edilmesidir. Kişiler yerine roller ikame edilir, üyeler amaca erişme ya da sorun çözme temelli rollere yönlendirilir. Bürokrasi, özelliğini, üyelerinin bireysel niteliklerinden çok sayılardan alır. Bir başka deyişle, bürokrasi, kişisellikten sıyrılarak, anonim bir karaktere bürünür (Bauman, l998: l52). Modern kurumların katı, baskıcı ve otoriter yanları, işgörenin araçsal bir değere sahip oluşu, rasyonalite, kişilikdışılık vs. sonuçta, bireyin insani yönünü gölgede bırakır. Bu durum belli bir süreci takip eder; birey, önce, araçlarla ya da nesnel iş ilişkileri ile uyumlu-barışık olmaya başlar, sonra ilişkilerinde ikincil ve resmi yanlar öne çıkar, kendi kendisine yetmeyi öğrenir, yalnızlıktan rahatsızlık duymamaya, hatta hoşlanmaya başlar. Davis’e göre, kişisellikten uzaklaşma, yalnızlaşma ve iş anlamsızlığı duygularının yoğunlaşması yabancılaşmaya davetiye çıkarır. Yabancılaşma, bir bakıma, uyumsuzluk, iş grubu ve örgütten kopukluk duygusudur. Yabancılaşma düzeyi arttıkça, doğal olarak psikolojik sorunlar da artış gösterir (l988:297). Bir başka deyişle, bireysel düzlemde zihinsel deformasyon (Kornhauser, l965), iş tatminsizliği, iş stresi, anksiyete, depresyon vb. psikolojik rahatsızlıklar baş gösterir (Sashkin, l984). Öte yandan toplumsal ve örgütsel düzlemde, düşük üretkenlik, bozuk moral ve ahlaki değerler, yüksek işgücü devri, performans düşüklüğü ve işten kaçma (kaytarma) eğilimleri artış gösterir. Ayrıca, pek çok ruhsal temelli fiziki rahatsızlık (psikosomatik) da, aslında örgütsel baskı ve zorlanmaların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun dışında, yabancılaşma, dışa dönük extrem dışavurumlarla da kendisini gösterir. Bunlar, artan suç oranları, sabotaja yönelme, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarındaki artış, iş yavaşlatma, grevler, intihar ve türlü sapma davranışları olarak karşımıza çıkar (Kanungo, l992: 414). Bürokrasilerin, insanları “örgüt adamı” yapma adına büyük sıkıntılara ve baskılara 324 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu maruz bırakmaları, onlarda önemli fiziki ve ruhsal arazlara (örn. mide ağrıları, ülser, gastrit, bel ve boyun ağrıları, taşikardi, boğazda düğümlenme, kalp yetmezliği, hormonal bozukluk vs.) neden olur. Ayrıca, stres, depresyon ve davranışsal patolojiler de daha sık görülmeye başlar (Valeri-Carry, 1990: 24). Hemen her günkü yoğun iş temposu, işi aksaksız yerine getirme mecburiyeti, işe vaktinde yetişme kaygısı, işyerindeki gözetim/denetim düzeni, yapılan işin sonucunu görememek, örgüt ikliminin katı/otoriter yapısı, aşırı kuralcılık, gayrişahsilik, ileri akılcılık vs. bireyi ruhsal açıdan sıkar, bunaltı psikozu ve depresif semptomlar sergilemesine ivme kazandırır. Bürokratik kurumlar karşısında birey, çoğu kez kapana kıstırılmışlık duyguları yaşar, extrem tepkiler verir. Bu durum, daha çok, iş ortamı, işe ilişkin tatminsizlik, insani ilişki kuramamak, güvensizlik vs. den köken alır. Tüm bunlar, kişinin ruhsal ve sosyal dünyası üzerinde yıkıcı etkiler yapar; zihinsel bütünlük kaybı, denge sorunları, psikosomatik reaksiyonlar, sapma ve kaçışçı eğilimlerin artmasına neden olur. Lash (l979:71-l03)’ın da ifade ettiği gibi, bu sorunların artmasında, bürokrasinin ve içsel hayatın rasyonelleşmesinin büyük rolü vardır. Bürokratik basıncın daha fazla hissedilmeye başlanması, doğal olarak kişilik yapılarında extrem görünümlere (örneğin, narsist dışa vurumlar, egoist tavırlar, temel güven eksikliği, depresif eğilimler, öfke/nefret nöbetleri, anlamsızlık duyguları vs.) kaynaklık eder. Bürokratik biçimlendirme amelesi, bireyin uç davranışsal tepkiler vermesini de sonuçlar. Bell (l976)’in isabetli bir şekilde dikkat çektiği gibi, örgütsel baskılar karşısında kişi iki tür tepki verir: ya örgütsel renge boyanarak uysal, tek biçimli, teslimiyetçi, soyut ve içe dönük bir kişilik geliştirir ya da dışa dönük saldırgan, kontrol dışı tepkiler verir. Her iki tepki türü de, ekstrem ifade biçimlerine karşılık gelir; birey, gündüz (yani mesai içinde) disiplinli, tertipli, uysal ve kurallı, gece (mesai dışı) tam aksine, haz düşkünü, lakayt, ilkesiz ve kuraldışı bir kişilik yapısı sergiler. Örgütsel baskılar karşısında gelişen bu tepkiler, kuşkusuz toplumsal yaşamı, genel planda denge kaybı sorunu ile yüz yüze getirir. Bazı çalışmalara göre de, modern kurumların yaydığı yabancılaşma düzeyi ileri boyutlara vardıkça, kişilerde korkulu bir kötümserliğin, başkalarına karşı önyargı ve düşmanlık dolu duyguların, toplumsal ve politik hareketlerden uzaklaşmanın ve bunları anlamsız bulma eğiliminin yüksek bir noktaya vardığı belirtilmektedir (Teber, l990: l58). Bu çerçevede, modern kurumların, yüksek oranda, yalnızlık ve yabancılık ethosuna içkinlik taşıdıkları rahatlıkla söylenebilir. Bu kurumlara hakim olan ileri boyutlardaki akılcılık ve kişilik dışılık; duyguların geri çekilmesine, insani ve sosyal değerlerde 325 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) aşınmaya, dolayısıyla, yabancılaşmaya sebebiyet verir. Kurumlar, etkinlik ve verimlilik üretirken, aynı zamanda, üyelerinin “itaatsizlik yetilerini” de deforme ederler, onları uysal/itaatkâr bir mod’da tutarlar. Disipliner tutum, uyumculuk, itaat vs. modern kurumların uzandığı her yerde toplumsal görünürlük kazanır (bkz. Fromm, 1987; 1990). Böylelikle, bürokrasilerin nüfuzu, örgütle sınırlı kalmaz, sosyal alanın tüm bölmelerine uzanır, sosyal ilişki sistemleri de benzer tarzda dönüşür. Bu çerçevede, tüm yaşam alanları, üniform, tekdüze ve rasyonel bir görünüm alır, tutum ve tavırlarda bir örnek ölçüler ağırlık kazanır. Bürokratik etki, tıpkı resmi kurumlarda olduğu gibi, sosyal yaşam dünyasını bağımlılaştırarak, insani ve sosyal değerlerde aşınma, gayrişahsilik, rasyonel/amaçlı ilişkiler, yalnızlık, yabancılaşma, özgürlük ve anlam yitimi gibi sorunlara kaynaklık eder. Öz olarak ifade etmek gerekirse, modern kurumlar, etkinlik üretmekle birlikte, paradoksal bir şekilde, negatif dışavurumlar, akut hoşnutsuzluk, izolasyon, yabancılık algısı, hatta ileri düzeyde sosyal ve mental patolojilerle toplumu yüzleştirirler. Weber’in tabiriyle, “büyünün bozulması” ve “kutsalın aramızdan çekilmesi” gibi, eski toplumun bireyi bir arada tutan değer örgüsü artık, kurumların çeşitliliği ve artan güçleriyle önemini yitirir, sabit/kalıcı değer ve yaşam ölçüleri yerle bir olur, parçalı, fragmanter sürekli değişim halinde olan yeni değerler kök salmaya başlar. Bunun sonucu olarak da modern toplumda, anlam kaybı, yabancılık algısı, boşluk hissi vs. daha fazla hissedilir. Birey duygusal zenginliğini yitirir, ziyadesiyle kâr/maliyet odaklı bir yaşamı sürdürmek durumunda kalır. Sosyal bilimciler, modern bireyin yaşadığı bu trajediyi, büyük ölçüde modernliğe özgü değerler ve bunlardan beslenen kurumsal yapılardan kaynaklandığını ileri sürerler (bkz. Weber, l993; Riesman, l961; Ritzer, 2001; Mestroviç, l999). Bürokratik örgütlerin/örgütleşmelerin ileri bir noktaya varması üzerine, bir çok sosyal bilimci bu konu üzerinde durmuştur. Bunların bir kısmı doğrudan örgütlenmenin doğası üzerinde, bir kısmı da örgütlü toplumun beraberinde getirdiği sorunlara odaklanmıştır. Bu çalışmada, sadece, Weber, Merton, Whyte, Mills, Habermas, Fromm, Foucault ve Zijdervel’in konuya ilişkin görüşlerinden hareketle genel bir değerlendirmeye gidilmektedir. Max Weber: “Demir Kafes” Olarak Modern Bürokrasiler Weber, modern örgütlere ve onların toplumsal çevreye yaydığı etkilere ilk dikkati çekenlerdendir. Weber, geliştirdiği ideal tip bürokrasi modeli ile, modern toplumun ihtiyaçlarına yanıt veren bir örgüt tipinin ana hatları üzerinde durur. Weber’in örgüt modeli kişisel ögelerden arınmış, kurallara ve yasalara dayalı, rasyonel olarak işleyen bir 326 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu modeldir. Kimi durumlarda aksamalar olmakla birlikte bu modelde etkinlik ve verimlilik maksimum ölçülerde gözetilir. Bürokrasi, Weber’in, “akılcılık”, “otorite” ve “demir kafes” ile ilgili düşüncelerinin orta yerinde yer alır. Ona göre, bürokrasi, en yüksek verimlilik derecesine ulaşmayı sağlar ve insanlar üzerinde otorite kurmanın en akılcı yoludur. Bürokrasi aynı zamanda, akılcı-yasal otoriteyi ve bu otoritenin diğer otorite biçimleri üzerindeki hakimiyetini ifade eder (Weber, l993). Weber, bürokrasiyi, “kaçış kanıtı”, “pratik olarak parçalanamaz” ve “bir kez kurulduktan sonra yok edilmesi en zor kurumlardan biri” olarak görür. Bürokratların, bir kez iyice yerleştikten sonra ondan sıyrılamayacaklarını ileri sürer. Bürokrasi, içinde görev yapanlar açısından ise tam bir “demir kafes” i andırır. Bürokrasi, topluma doğru açılım gösterdikçe, bu “demir kafes” genel toplum için de bir kâbusa dönüşür, baskılayım çarkı toplumu da sarar (Ritzer, 2000: 91). Modern örgütlenme karşısında ikircikli bir tutum takınan Weber, bir yandan, akılcı örgütlerin ileri ve rasyonel bir inşa tarzı olduğunu belirterek olumlar, diğer yandan örgütsel akılcılığın ileri noktaya varmasının, bireyi otomat hale getireceği, davranışlarda bir örnek yanları çoğaltacağı, birey ve toplum için bir “demir kafes” oluşturacağını ileri sürer. Bürokrasilerin, özellikle, yaratıcılık, kendini gerçekleştirme ve özgürlük gibi insani erdemler üzerindeki tabripkâr etkilerine dikkatleri çeker. Ona göre, bürokrasi yoluyla insan, kendi örgütlenme gücünün kurbanı haline gelecektir (Weber, 1993). Weber, katı disiplin, denetim, işbölümü ve uzmanlaşmaya dayalı bürokrasilerin işgörenlerin yaratıcılıklarını körelteceğine inanır. Ona göre, akılcılaşma süreci, yaşamımıza anlam katan insani değerleri dışlayan bir süreçtir ve insan yaşamının en mahrem alanlarına dek uzanır. Giderek, yaşamımızın efendisi haline gelerek, bizi “demir kafes”te tutar (Sugur, 2000: 346). Bu çerçevede bürokrasiler, insanları aşırı ölçülerde sınırlayan birer “tutukevi” gibidirler. Bu yapılarda, kurallar, konumlar, hiyerarşiler vs. insanları, olduğundan farklı davranmaya, yeni kişilik ve kimlik edinmeye zorlar. Weber, modern kurumların giderek daha fazla akılcı hale geleceğini ve akılcı sistemlerin hakimiyetine gireceğini öngörür. O, bir dizi akılcı yapı içine kitlenmiş, ancak bir akılcı sistemden diğerine hareket etmekte olan bir topluma gidişten söz eder. Bir başka deyişle, insanlar akılcılaştırılmış eğitim kurumlarından akılcılaştırılmış işyerlerine, akılcılaştırılmış eğlence yerlerinden akılcılaştırılmış evlere doğru sürükleneceklerdir. Toplum, akılcılaştırılmış yapılar ağından ibaret hale gelecektir. Bundan kaçış ise mümkün olmayacaktır (Ritzer, l998: 51). 327 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bürokratik yapılar, böylelikle, bağlamları dışında, daha genel toplum için de denetleyici bir ağ oluşturmuş olurlar. Gerçekte, bürokrasiler sahip oldukları güç itibariyle, toplumsal yaşamı ve sosyal güçleri denetim erkine sahiptirler. Bürokrasilerin, bilgi tekeline sahip olmaları, dışa kapalı olmaları, bir iktidar aracı olarak “resmi sır” kontrolü ve tüm toplumu merkezi bir şekilde denetleme güçleri, toplum üzerinde total bir egemenlik dünyası inşa etmelerini kaçınılmaz kılar (bkz. Weber, l993: 210). Bu açıdan Weber, modern bürokrasilerin etkin hizmet üretmekle birlikte, neticede bireysel yaratıcılığa yer vermeyen, insani eylemin özerkliğini tehdit eden ve sonuçta kişisel özgürlüğü boğan bir mekanizma olduğunu belirtir. Bürokrasinin katı, değişmez prosedürler dünyasında, memurlar inisiyatif gösteremeyerek “zombileşir”, insan kendi meydana getirdiği aygıtın aksesuarı haline gelir (Loo-Reijen, 2003: 144). Özetle söyleyecek olursak, rasyonel bürokrasiler, modern toplumun pek çok ihtiyacına hızlı yanıtlar vermekle birlikte, hem çalışanlar hem de genel toplum için bir tür “demir kafes” oluşturmaktadırlar. Bugün olanca ağırlığıyla, bürokratik kıskaçın bunaltıcı etkilerini hissetmemize rağmen, ne yazık ki, Weber’in dediği gibi “onsuz yapamayacağımız” bir seçenek yokluğuyla da karşı karşıyayız. R.K.Merton: Bürokratik Kişilik, Anomi ve Yabancılaşma Weber'in ardından bürokrasinin etkinliğini sorun edinen sosyal bilimcilerden biri de Merton'dur. Merton, modern bürokrasilerin pek çok açıdan işlevsel olmadığını, hatta örgütsel amaçlara ulaşmayı engelleyecek işlev bozucu (dysfunctional) niteliklere sahip olduklarını ileri sürer (Merton, l957: 197-206). Merton’a göre, bürokratik yapılar aşırı kuralcı ve biçimsel organize edildiğinden zamanla buna tepki olarak birincil ilişkiler ortaya çıkar. Bu örgütler, yüksek oranda, ikincil ilişkiler ile birincil ilişkilerin çatışmasına sahne olurlar. Örgütsel etkinlik açısından, birincil ilişkilerin örgütsel disiplini bozduğuna inanılır ve bundan dolayıdır ki, bu örgütler, hedefe ulaşabilmek için duygusal/birincil ilişkilere sırtlarını dönmüşlerdir. Bu da üyeler arasında yalnızlığa, sosyal izolasyona, duygusal kopukluğa neden olmaktadır. Çoğu işgören, yeterince kendilerini gerçekleştirmeye izin verilmediğinden dolayı bu örgütlerde önemli ruhsal ve sosyal sorunlar yaşarlar. Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” adlı filmi bu durumu çok iyi örneklemektedir (bkz. Merton, l964:495-496). Kurumsal araçlar (meslek-iş) kültürel amaç ve beklentilere yanıt vermedikleri durumlarda kural ve ilkeler (normlar) işlevselliğini kaybederler (Zanden, 1993:139). Kurum ya da kurumsal araçlar, çalışanın ya da hizmet talebinde bulunan vatandaşın 328 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu değer ve beklentileriyle uyuşuyorsa sorun çıkmaz. Buna karşın, kurumsal araçlarla, kültürel amaç ve beklentiler arasında bir denge sağlanamadığı durumlarda kurallar bağlayıcılığını yitirir ve anomi doğabilir. Merton, bürokratik örgütlerin kendilerine özgü bir kişilik yapısı oluşturduklarına inanır. Ona göre, örgütle kişilik oluşumu arasında karşılıklı bir bağımlılık vardır. Bürokratik örgütler işlevsel olabilmek için, kendi düzenlerine bağlılık taşıyan kişilikler üretirler. Bunu örgütsel hedeflere ulaşmanın zorunlu bir yolu olarak görürler. Kurallara ve yönetmeliklere katı bir şekilde uymak ise, zamanla kurallara uymayı amaç edinen bir kişilik yapısı da ortaya çıkarır. Bürokraside hiç sorgulanmayan “kural kuraldır” ilkesi, aynı zamanda kuralın dayandığı mantığı kavramaktan da işgöreni alıkoyar. Zaten bürokratik örgütler de, kuralın dayandığı espriden çok kurala uyan kişilik tipini önemser. Thomas’ın dediği gibi, “eğer insan statüleri gerçek gibi görürse sonuçları da gerçek olur.” Bu realite, bürokratik kişilik için bir temel teşkil eder. Bu yapı içinde bireyin kendisini gerçekleştirmesi, ancak ve ancak, kurumsal denetimin yok olmasına bağlıdır (bkz.Poloma, l993: 37-38). Merton, her bürokratik mekanizmanın, kendine özgü bir kişilik bileşeni olduğuna işaret eder. Her kurum, kendi kural ve ilkeleri doğrultusunda bir “bürokratik kişilik” ikame eder. Kendi üyelerine, “sistemli”, “ihtiyatlı” ve “disiplinli” olma yolunda belli telkin ve zorlamalarda bulunur. Bu zorlamalar kimi durumlarda bilinçsiz ve körü körüne bir uymacı kişiliğin kurumlaşmasına da neden olur. Kurum artık kendi kimliğini, doğru ve yanlışlarını birey üzerinde görebilir. Bireyin artık kendi beni ve egosu, kurumsal olanla yer değiştirmiştir. Bu kişilik yapısı aslında “aşırı uyumluluğa” (overcomformity) dayalı patolojik bir portre olarak karşımıza çıkar. Merton, kurumların aşırı uymacılığın yanı sıra bunun karşıtını da üretebildiklerini ileri sürer. Merton bunu anomi olayı olarak ifade eder. Kurumsal bütün, kurallara uymayı önerirken ve zorunlu kılarken bu durum beraberinde karşıt anlayışları ve karşı koyuşları da ortaya çıkarır; kurallara muhalefet ve onları çiğnemekten zevk almaya da götürebilir insanı (Polomo, l993:38). Merton, statü ve rol ilişkisi içinde bulunan bürokratik aktörlerin beklentilerinin çoğunlukla kurumsal amaçlarla çatıştığı ve sürtüşme yaşandığı kanısındadır. Ona göre, insanlar, sürekli olarak aşırı uymacılığın neden olduğu bir başkasının tuzağına düşme sorunuyla karşı karşıyadırlar. Ancak Merton, kurumların güçlerini/yapabilirliklerini önemsemekle birlikte, insanı, katı bir kodlanmışlık hali içerisinde görmez. O, toplumsal olarak yapılanmış alternatifler arasındaki seçimin birey inisiyatifine bağlı olduğunu kabul eder. Bireyler gündelik yaşamlarında çok sayıda tercihte bulunurlar. Dolayısıyla, 329 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Merton’un bireyi, ne tümüyle otomat ne de tümüyle aklına geleni yapan özgür bireydir (Poloma, l993: 46). W.Whyte: Kurumsal Kişilik Ya da “Organization Man” Whyte, “The Organization Man” adlı eserinde, modern toplumda bireyin “örgüt adamı” haline gelişi ve örgütlerin birey üzerindeki belirleyiciliği üzerinde durur. Ona göre, büyük organizasyonlarda çalışan beyaz yakalı işgörenler, çoğunlukla şirket yaşamının ve bağlılıklarının egemen olduğu hayatlar yaşarlar. Kendilerini arkadaşlarından, ailelerinden ve içinde yaşadıkları cemaatlerden koparırlar. Sosyal dünyadan gittikçe soyutlanan işgörenler, böylelikle, yeni bir “bürokratik kişilik yapısı” edinmiş olurlar (Whyte, l972; Marshall, 1999:561). Whyte’a göre, örgüt yapıları, yeni bir kişilik ve buna paralel davranışlar ve ilişki dizgeleri üretirler. Bu davranış ve kişilik yapıları, birey ile örgüt arasındaki bütünleşmeyi sağlamada ve bireyin “örgüt adamı” olmasında gerekli ise de, onlar aynı zamanda bireyi yaşadığı sosyal dünyadan koparmada da büyük pay sahibidirler. Whyte, örgüt içindeki insanların “örgüt adamı” olma yolunda gösterdikleri çabaların, aslında onları kendilerinden kaçmaya yönelttiği ve “kardeşlik içinde tutuklu” kıldığını belirtir. Onlar, kendilerini örgüte adama adına “evi terk eden” kişilerdir. Bundan dolayıdır ki, artık örgütsel dayatmaları meşru ve gerekli görürler, itaat ve rızayı olumlarlar, örgütten sonra geldikleri bilincine sahip olurlar (Davis, l988: 334). Whyte’ın “örgüt adamı”, örgüte yüksek bir sadakat gösterir. Örgüt değerlerine karşı oldukça muhafazakardır. Statükoyu sürdürmekten yanadır. Kendisini bir “grup” olarak algılar. Örgüte bağlılık, “örgüt adamı”nın en belirgin, en dışa dönük yüzünü yansıtır. Hem örgüt içinde hem de sosyal ve politik görüşleri hususunda tarafsız, nötr kalmaktan yana bir eğilim taşır. Whyte’e göre, bu tarafsızlık büyük ölçüde taşıdıkları korkudan kaynaklanır. Örgütsel çekip çevirme amelesi, üyeler üzerinde çoğu zaman, “ürkek” ve “suya sabuna karışmaz” tepkiler vermekle sonuçlanır (Whyte, l956, 2004). Whyte, “örgüt adamı” ethosu üzerinden, gerçekte, modern organizasyonların doğasına ilişkin karşıt bir argümanı dillendirir. Ona gore, modern örgütler o denli güç kazanmışlardır ki, üyeler kendi hak ve bireyselliklerini gözden çıkartmak, ondan feragat etmek zorunda kalmışlardır. “Organization man”, örgüte içkin değerler ve görüşlere göre şekillenmiştir. Örgüt içi yaşamın gerekleri, kişiselliği ve kişisel çıkarları gölgelemektedir. Kişi sonuçta, uysal, conformist ve iş’in tekdüze, üniform dünyasına aittir. Whyte’e göre, bu gerçek, iş hayatından çok sosyal hayata ilişkin yoğun çatışmalara kaynaklık eder. Modern örgütler, örgütsel çıkarlar ile bireysel çıkarlar arasındaki kaçınılmaz çatışmayı 330 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu alevlendirir. Ancak, bu çatışma, örgütsel işlevsellik hatırına, çoğu zaman nötralize edilmiş, görmezlikten gelinmiştir (Borda, l999:212). Modern örgütlerde çalışanlar, pek çok benzer tutuma; sıkıcılık, rutinlik, konformizm ve zamanın ruhuna uygun iş düzenlemelerine muhataptırlar. İş, artık sadece iş değildir; ne basit bir araç ne de bir geçim kaynağıdır. İş, bize tümüyle hükmetmekte ve bizi tümüyle içine almaktadır. İş/örgüt iktidarı, bizden ofise gitmekten hoşlanma ve verilen işi coşkuyla yapma hassasiyeti istemektedir. İş ile ilişkimiz, artık kişisel bir dostluk, yakınlık şeklindedir. İşe ilişkin tutumlarımız samimidir, duygusaldır ve ayrılmaz bir parçamızı oluşturur (Borda, l999:212). Whyte’a göre, modern örgütlerde özellikle kendi kariyerini düşünen ve örgüt taleplerine mümkün olduğunca uyum sağlayan bu yeni kişilik tipi, gerçekte, modern örgütlere hakim anlayışlardan türemiştir. Bu anlayış, bireyi değil örgütü, özgürlüğü değil işlevselliği esas aldığından sonuçta, “örgüt adamı” ethosuna içkin kişilikler öne çıkmaktadır (Loo-Reijen, 2003: 142-143). Modern örgütlenme yaygınlaştıkça, “örgüt adamı” gerçeği, toplumsal bir görünürlük kazanır, egemen bir “tip”e dönüşür. Zira, bürokratik örgütlenmenin yaygınlaşması, sosyal ilişkilerde kopmayı ve çözülmeyi hızlandırır, rasyonel ve işlevsel bir boyut kazanmasına yol açar. İlişkiler, kişisellikten sıyrılır, insani ölçüler standartlaşır, birey bürokratik aygıtın istemlerinin tutsağı haline gelir. Birey kendini büyük bir makinanın dişlisi olarak görür. Boyun eğmeyi, itaat etmeyi olağan karşılar, böylelikle konformisme itilmiş olur (Özkök, l985:90-9l). Whyte gibi, Argyris de bireyin, örgütsel koza içinde kişiliksel ve tutumsal değişimler geçirdiği, baskılanım duygusu yaşadığı üzerinde durur. “Personality and Organization” adlı eserinde, birey ile örgütler arasındaki ilişkiye değinen Argyris e göre, birey özgün yanlarını örgüt içinde gizler, insani ve sosyal özelliklerini sergileyemediğinden yabancılaşır ve kendisini gerçekleştiremez. İşgörenin gereksinimleri ile örgüt arasında uyum eksikliği olur. Birey daha fazla bağımsızlık isterken örgüt ondan bağımlılık ve itaat ister (Davis, l988:335). Argyris, modern örgütsel yapılara getirdiği eleştirel yaklaşımlarla, örgütlerin daha fazla açılması ve bireylerin özgürlük iyeliğini boğmasına müsamaha edilmemesi gerektiği üzerinde durur (bkz. Bokeno, 2003: 633649). Davis (l988)’in de ifade ettiği gibi, gerek Whyte gerekse de Argyris örgütsüz bir topluma dönelim savına sahip değildirler. Onların örgütsel düzen eleştirilerinin temelinde bireylerin örgüte değil örgütlerin insanlara hizmet etmelerini sağlama yolunda bir bilinç 331 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) oluşturmanın daha ağır bastığı dikkati çeker. Whyte ve Argyris’in örgütlere karşıt düşünsel formülasyonları l960’lardan sonra kurulu düzenlere karşı gençler arasında ortaya çıkan hoşnutsuzluklara ve kıpırdanmalara da zemin hazırlamıştır. W. Mills: “Beyaz Yakalılar” ve Yabancılaşma Amerikan sosyologları arasında, çatışmacı bakış açısı ile toplumsal düzenlerin güçlü bir eleştirisini yapan C.Wright Mills (l916-l962), özellikle İktidar Seçkinleri ve Beyaz Yakalılar adlı eseriyle modern erk ilişkileri ve egemen çalışma düzenlerinin doğasını analiz etmeye çalışır. Mills (l953), çağdaş toplumdaki yabancılaşmanın en tipik görünümlerini yansıtan White Collar (Beyaz Yakalılar) adlı eserinde, özellikle hizmet sektöründe çalışan, sayıları giderek artan beyaz yakalıların yabancılaşma koşulları üzerinde durur. Mills, iş yaşamında yaşanan yabancılaşmanın büyük ölçüde işbölümü ve uzmanlaşmadan kaynaklandığını ileri sürer. Birey, çalışmasının sonucunu görememekte, kendi emeğine yabancılaşmakta ve emek hazzını yaşayamamaktadır. Bu yabancılaşma, günümüz dünyasında gitgide artış kaydetmektedir. Elinden, çok arzu ettiği ve hiç bir zaman sahip olamayacağı çok şey geçmesine rağmen, kendisi bizzat üretmemektedir. Çalışırken veya çalışmadan sonra zevk ve hayranlıkla seyredebileceği hiç bir nesneye sahip değildir. Emeğin ürününe göreli olarak yabancılaşmış olduğundan ve bütün gün ve saatlerini alışageldiği hep aynı angarya işle geçirdiğinden, boş zamanlarını ona satılan düşük nitelikli yapay eğlencelere yönelerek değerlendirir. İşi onu sıkmakta, eğlenceleri onu sinirlendirmektedir (Tolan, l981:l61). Yüksek derecede yaşanan bu yalnızlık ve yabancılaşma onları tümüyle medyanın ve ucuz eğlencenin kölesi yapmaktadır. Bu eğlenceler, onların aradıkları gerçek mutluluğu vermekten uzaktırlar ve bu yüzden de yaşadıkları bunaltıyı, yalnızlık ve yabancılaşmayı büsbütün artırmaya yararlar. Zira, bu kurumlar, ticari, yapay ve rasyonel olarak düzenlenmiştir ve ilk hedef kişiyi mutlu kılmak değildir. Bu kurumlar tarafından üretilen eğlence, nihayetinde bireye ihtiyaç olarak sunulmuş, kurgusal, ticari ve de maksatlı niyetlerin bir ürünüdür (Tolan, l981: l62). Wallace ve Wolf’ un ifade ettikleri gibi, söz konusu eğlence endüstrisi, gerçek tatmin/rahatlama sağlamaktan uzaktır ve daha çok, sentetik heyecanlar üretir. Toplumsal hayatın diğer yönleri de, faşist ve devrimci totaliter yönelimleri tetikleyen psikolojik eğilimleri güçlendirir. Parçalara ayrılmış, atomize olmuş çalışma ortamları, insanların, toplumun nasıl işlediğini anlamalarını güçleştirir, güvensizlik ve gelecek kaygılarını büsbütün artırır. Mills, geleneksel değerlerin yitirilmesi ve gitgide merkezileşen bir yapı içinde insanların daha fazla 332 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu tedirginlik ve endişe duyduklarını belirtir (2004: 127). Mills, beyaz yakalıları, tepkisiz ve kitle kültürü tarafından korkutulmuş ve biçimlendirilmiş olarak görür. Modern toplumda güç sahibi olanlar bu gücü çoğu zaman gizli yollarla kullanmaktalar: doğrudan egemenlik yerine işleri istedikleri gibi yönlendirebilecekleri yöntemler uygularlar. Akılcı sistemler, söz konusu egemenliği gizlemekte/örtmektedirler, öyleki kimse egemenliği somut olarak görememektedir. Bürokrasi için… dünya istenilen şekilde kullanılacak bir nesnedir (Wallace-Wolf, 2004: 125-126). Mills’e göre, iş hacminin ve iktidarın güçlü olduğu dünyada, sayıları giderek artan beyaz yakalılar, bir şeyler üreterek değil başkasının yaptığı bir şeyi bir diğeri için kâra çevirmeye yardım ederek yaşarlar. İnsanlar giderek kendi çalışma yaşamlarındaki denetimlerini kaybederler. İnsanlara toplumsallık duygusu veren cemaatler ve geleneksel değerler de yok olmakta ve bunların yok olması, toplumsal statü ve prestij sistemini zayıflatmaktadır. Veblen gibi Mills de, statü ve benlik saygısının insanın sosyal dünyası ve geleneksel değerleriyle ilişkili olduğu ve bunların zayıflamasıyla insanların bir statü paniğine itildiklerini ileri sürer. Kuşkusuz Mills’in bu yaklaşımı, modern yaşamın “normsuzluk” veya “anomi” nin tehditi altında olduğunu ileri süren Durkheim ve işlevselcilerin görüşleriyle büyük ölçüde benzeşmektedir (Wallace-Wolf, 2004: 126). Mills, Marx gibi, işi insanın kendisini bir ifade aracı olarak görmez ancak, insanları hem iş hem de ürüne yabancılaştırdığı hususunda modern bürokratik kapitalizmi mahkum eder. Ona göre bu durum, özellikle kişilikleri satışa sunulan ürünler haline gelen, dostluk ve nezaketi hayatlarını kazanmanın gayrişahsi araçları olarak gören satış elemanları gibi beyaz yakalı çalışanlar için de geçerlidir. İnsanın kişiliği ve vasıfları üretim araçlarının bir parçası haline gelir ki bu da kişinin kendisine ve toplumuna karşı yabancılaşmasının en uç safhası demektir (Wallace-Wolf, 2004: 126). Mills, bürokrat, memur, satıcı vb. meslek gruplarından oluşan beyaz yakalıların neden bağımsız bir sınıf oluşturamadığı, niçin başka sınıfların kontrolüne girdiği sorununu da irdelemeye çalışır. Ayrıca Mills, mevcut siyasal iktidarın demokratik bir nitelik alması için dengeleyici rol oynayacağına inanılan bu yeni orta sınıfın bu görevi yerine getirecek fiili güç ve bilinçten yoksun olduğunu göstermek ister. Mills’e göre, beyaz yakalılar bir sınıf bilincinden yoksundurlar. Bu durum onları bireysel/toplumsal düzlemde savunmasız kılar. Çünkü, beyaz yakalılar iş ya da günlük yaşamın zorlukları karşısında kendilerini yalnız hissediyorlar, bir biz bilincine sahip değiller ve ortak bir ideal ve inançtan yoksundurlar. Tüm bunlar, onların zorluklar karşısındaki direncini 333 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) zayıflatıyor, kendilerini güvenlikte hissedecek örgüt ya da topluluk bulmaktan uzaklaştırıyor (Tolan, 1981: l61-l62). Bundan dolayı, Mills, bu yeni orta sınıf üyelerinin kişisel/grupsal bir güçten yoksun olduklarını düşünür. Mills orta sınıf yaşamı üzerindeki altını çizdiği esaslı nokta onların bir güç, prestij ya da kendine yeterlik duygusuna sahip olmamaları idi. Mills’e göre, orta sınıf işçi ve serbest meslek sahipleri kendi yaşamlarını kontrol edebilecek iktidardan uzaklaşmışlardır, çalışma ortamlarında muhatap oldukları iktidarın etkisiyle kendi yaşamlarını yönlendirme gücünü kaybetmişlerdir. Onlar aynı zamanda, siyasal iktidarı değiştirecek bir irade beyanında bulunma haklarını bile kendileri yerine düşünen iktidar çevrelerine devretmiş gibidirler (Poloma, l993:294). Öz itibariyle Mills, modern çalışma koşullarının insanları hem başkalarına hem de kendilerine karşı yabancılaştırdığı inancındadır. Mills’in bu yaklaşımının temelinde de hiç kuşkusuz onun çok önemsediği karakter ve toplumsal yapı arasındaki ilişki yatmaktadır. Endüstriyel ve bürokratik olarak inşa olmuş modern toplumun, doğal olarak kararlı kişilik ve karakter yapılarını aşındırdığı bir gerçektir. Mills, bunun en bariz yansımasının büro işçileri ya da beyaz yakalılar olarak gördüğü sınıf üzerinde belirginleştiğini göstermeye çalışır. Yabancılaşma hali, bireyin hem küçük yaşam dünyasında ve diğer insanlarla olan ilişkisinde kendisini göstermekte hem de onların kategorik olarak kendilerini algılama(ma)larında ya da sınıfsal varlıklarının farkındalığına sahip olmamalarında göstermektedir. J. Habermas: Bürokrasi ve Yaşam Alanlarının Kolonizasyonu Habermas da, Weber’in “demir kafes” metaforuna benzer bir yaklaşım içindedir. O da, bürokrasinin sonuçta, sosyal yaşam dünyası için bir tehdit oluşturacağı inancındadır. Bürokratik sistem ile sosyal yaşam dünyası arasında bir ayrıma giden Habermas, yaşam dünyasını, kültür, kişilik ve sosyal iletişim ağları olarak görür. Bu alan sujelerin dünyasıdır ve burada iletişimsel eylem kalıpları geçerlidir. Sistem ise, devlet ve ekonomiye hükmeden bürokratik aygıtların alanıdır. Sistem, somut hedeflere ulaşmayı önceler, araçsal ve stratejik eylemi öne çıkarır (bkz.Wallace-Wolf, 2004: 205-208). Habermas bu iki kavram yardımıyla, bürokratik örgütlerin her tür sosyal ilişkiye “burnunu sokmaya çalıştığını” göstermeye çalışır. Sistem ya da bürokratik kurumlar, yaşam alanları üzerinde her tür düzenleme erkine sahiptirler ve bunun bir sonucu olarak da, bürokratik akıl, sosyal alanı tümüyle kuşatır, sosyal yaşam dünyası tümüyle kolonize olur. Bürokrasinin sunduğu imkanlardan istifade etmek için de, insanlar, giderek bürokrasinin soyut kural ve kategorilerinin esiri haline gelirler. Bu süreçte, iletişimsel 334 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu eylemin geçerli olduğu yaşam dünyası çözülür (Loo-Reijen, 2003: 144-145). Habermas açısından, bürokratik kurumlardaki araçsal ussal eylemler, işlevsel sınırlarının dışına taşarak gündelik kültüre yayılım gösterirler ve onu dönüştürerek kurumsallık eklemli üniteler oluştururlar. Bu ise, özel yaşam alanlarının araçsallaştırılması sorununa kaynaklık eder. Bürokratik sistemler, önce, iletişimin yaşam dünyasından bağımsızlaşırlar, daha sonra da onu bağımlılaştırırlar (Habermas, l984; Atiker, l998: 29-30). Bürokrasinin yaşam alanlarını kolonileştirmesi çabalarına bir çok örnek verilebilir. Habermas, kendisi buna aileyi örnek verir. Aile içinde eşler ve gençler arasındaki ilişkiler giderek tek biçimli, formalist ve gayrişahsi hale gelir. İlişkiler tabiiliğini yitirir, araçsal faktörler devreye girer. Güncel yaşamın giderek hukuksallaştırılması da, yaşam alanlarımızın giderek rasyonelleşmesi ve gayrişahsileşmesinin bir başka boyutunu örnekler (Loo-Reijen, 2003: 146). Habermas, gündelik yaşamın rasyonel ve araçsal hale gelmesini, bürokratik eylem sistemlerinin gücüne bağlar ve böylelikle sosyal yaşam dünyasının bağımlılaştığını savunur. Ona göre, kişiler, sistem amaçları doğrultusunda bilinçlendirilir ve buna uygun kültürel değerler ve bireysel kimlikler edinirler. Modern yaşamın rasyonel ölçüleri, bürokrasi ya da diğer kurumsal yapıları, bir bütün olarak “yaşam dünyasının kolanileştirilmesi” sorunu yaratırlar. Bu durumda, bireysel olan sistemsel, sistemsel olan bireyseldir. Bu ise, bireysel çıkarların sistemsel çıkarlar doğrultusunda biçimlendirildiği gerçeğine götürür bizi. Ancak, Habermas, modern kurumların tek başlarına, anlam ve özgürlük kaybı sorununa kaynaklık ettiği şeklindeki yargılara katılmaz. Bunu postmodern sosyal bilimcilerin kötümserliği olarak görür. Kendisi, Weber’in yapıtlarında, sanki özgürlük kaybı tezi, anlam kaybı tezinden çıkarsanabilirmiş gibi bir anlam çıktığını oysa, bunun tartışılabilir olduğunu ileri sürer. Ona göre, “Weber’in bu girişimi sınanmaya karşı duramaz. Önce birinci tez kendi başına inandırıcı değildi. Kuşkusuz modern bilinç yapılarının ortaya çıkmasıyla dinsel ya da metafizik temel kavramlarda ima edilen, hakikatin, iyinin ve güzelliğin birliği çözülür. Tözsel us kavramı bile tutarsızlaşır, çünkü bu kavram çeşitli değer alanları arasında bağlantı kurmaktan öteye, onları birleştirmekteydi” (Atiker, l998: 29-30). Habermas’a göre, modern toplumun egemen kurumları (ekonomi, siyaset), modern insanın düşünme ve yaşama biçimini belirliyorlar. Bu toplumda, amaçsal akılcılık her şeyin ölçüsü haline geliyor. Burada önemli olan işletme ve kurumların optimal işleyişidir. Bu ortamda, insanın yeri ve değerine ilişkin sorular göz ardı edilir (Loo-Reijen, 2003: 335 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 259). Öz itibariyle, Habermas’ın bakış açısından, yaşam alanları, bürokratik akıl ve enstrümanların tehditi altındadır. Yaşam alanları ve sosyal ilişki ağları giderek, soyut, işlemsel ve yasal bir kimlik kazanıyor, insani içeriklerinden boşalıyorlar. Bürokratik sistemin toplumsal implikasyonları, doğal olarak, yaşam alanlarının kolonize olması, bağımlılık sarmalı içine girmesini kaçınılmaz kılıyor. E.Fromm: Kurumsal Baskı, Yabancılaşma Ve “İtaatsizlik Üzerine” E.Fromm, özgürlük, anlam kaybı, normallik, ruhsal sağlık vb. olguların moderniteyle ve modern kurumlarla olan ilişkisi üzerinde durur. Endüstri, teknoloji, bilimsel gelişmeler, bürokratik kurumlar, akılcılaşma vb. süreçlerin, sonuçta bireyin ruhsal yapısı üzerinde yıkıcı etkiler yaptığı ve psikolojik sorunlarla karşı karşıya getirdiğini belirtir. Modern kurumların, baskıcı ve total yapıları birey üzerinde edilgenleştirici bir role sahiptir. Bu kurumlar karşısında birey daha bir yalnız, yabancı, güvenden yoksun, uysal ve itaatkâr bir pozisyondadır. Gelişkin organizasyonlar, bireyin yalnızlığa sığınmasına, yabancılaşmasına, araçsal ilişkiler kurmasına, benlik deformasyonu ve sahte kimlikler taşımasına neden olur. Fromm, “İtaatsizlik Üzerine” (l987) adlı eserinde, modern kurumlar karşısında bireyin kendisi olarak kalma ayrıcalığının ortadan kalktığı, varoluşsal iyeliğini kaybettiği ve itaatin bir erdem haline geldiğinden söz eder. Tarih boyunca itaatin kutsandığı ve olumlandığı, itaatsizliğin ise dışlandığı ve anormal sayıldığını belirtir. Modern zamanlarla birlikte itaat üreten kurumlar artık din ve gelenek değil, modern bürokrasiler, endüstriyel örgütler, makineler ve tüm rasyonel sistemlerdir. Fromm, bürokratik işlemleri, insana yakın ilişkiler sistemi olarak görmez. Ona göre, bürokrasi gerçekte tek yönlü bir sistemdir. Emirler, öneriler, planlama, üst tepe noktalardan çıkar en alta gönderilir. Bireysel inisiyatife ve girişimciliğe yer yoktur. Bireyler, kişisellikleri ile değil, işlevsel performanslarıyla değerlendirilir. Bu da kişiyi, bir tür “bilgi-işlem kartına” indirger. Bürokratik sistemle bireysel öncelikler, beklentiler, gereksinimler arasında bir bağlantı yoktur. Kişi, bürokrasinin bir nesnesidir daha çok. Bürokrat, kendisini mekanizmanın bir parçası olarak hisseder. Bürokrasiyle işi olan sıradan insanlar da bu yabancılaşmayı, nesne olmayı, araçsal bir değer olmayı hisseder. Yabancılaşmış bürokrasinin yöntemi, iş yapma biçemi, çalışma ortamı ve sahip olduğu etik ölçüler, ziyadesiyle patolojiktir (1990: ll3-ll4). Fromm, bundan dolayı, bürokratik örgütleri, yabancılaşma ethosuna içkin yapılar olarak görür. Burada geçerli bürokratik usül ve işleyiş tarzı, bireyi insani yönünden 336 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu koparacak cinstendir. Endüstriyel ya da bürokratik her tür örgütte, birey, kendini yönetme ve anlama güçlüğü çeker, bunun bir sonucu olarak da kendisini güçsüz, güven duygusundan yoksun, yalnız ve umarsız hisseder. Birey, örgütlerde mekanik mod’a uygun bir deneyim yaşar; araçsal ilişkiler, mekanik tepkiler, otomat bir yaşam düzeni içine girer. Gündelik hayatını da bir bakıma bu minval üzre yaşar. Tüketme alışkanlığı ve konformizme yatkın bir yaşam tarzı içinde olur. Bu süreçte, birey büyük ölçüde, uysal, itaatkar ve de “kaderci”dir. Kendi sorumluluklarını ve onu birey yapan değerleri yadsıma eğilimindedir. Çalıştığı ortama olduğu kadar, yaşadığı topluma da yabancılaşır ve hatta ondan kopar (Gemmill-Oakley, 1992: 113-114). Genel planda, kurumlar üyelerinden uymacı/itaatkar bir kişilik talep ederler. Etkili mekanizmaları aracılığıyla, itaat ve rıza üreterek, kurumsal hedeflere ulaşmak isterler (bkz. Bröckling, 2001). Oysa itaatkar bireyler olmakla kurumsal fonksiyonellik arasında doğrudan bir ilişki söz konusu değildir. O halde, kurumlar üyelerini neden itaat etmeye zorlarlar? Kişilik ve kimliklerini dönüştürmek isterler? Birey de, emeğini satarken, kişilik/kimliğinin baskılanmasına neden rıza gösterir? Kişilikteki bölünmenin temelinde modern kurumların baskıcı ve manipulatif karakteri mi yatmaktadır? Bu ve benzer sorular, aslında bizi kurumsal baskı karşısında bireyin takındığı edilgen tavrı, itaatkar tepkiyi açımlamaya götürür. Birey, kurumlar karşısında genelde pasif bir tavır içindedir. Kurumla birey arasında eşitsiz bir ilişki, total bir hiyerarşi vardır. Bireyin kurumla bütünleşmesi, gerçekte, onun itaatkâr bir kimliği sahiplenmesine bağlıdır. Fromm, modern kurumlar karşısında bireyin bu itaatkâr kimliği benimsemesinin altında, bireyin, itaat ederek, dev kurumsal yapıların gücünü onadığını ve bu güçten istifade edip kendisini korunaklı ve güvenceli kılmak istediğini belirtir. Örneğin, devlet, kilise, endüstri ve kamuoyunun iktidarına karşı birey, itaat etmekle, aslında kendisini fırtınadan uzak güvenli bir limana bırakır. İtaat, kişiyi önünde eğildiği kurumun bir parçası kılar ve onunla özdeşimini sağlar. Bu durum, kurumsal dayatmaların birey için farkedilmez bir nitelik taşıması anlamı da taşır. Hatta, gönüllü bir teslimiyetle karşılar onu. Çünkü birey her türlü kişiliğe müdahale olayını bile, olağan bir durum olarak görmeye başlar. Bu yolla kendini kurumsal yapının bir parçası olarak algılar ve dış dünyaya karşı kolektif bir aidiyet penceresinden bakar. İtaatkar olmanın her zaman aranan ve taktir edilen bir davranış olarak addedilmesinin temelinde hiç kuşkusuz, insanlık tarihi boyunca itaatin bir erdem, itaatsizliğin de bir sapma olarak kabul edilmesi yatar. Baskı karşısında “hayır” diyebilme ise, kurumsal alanın dışına çıkarılma ya da pek çok olanaktan yoksun bırakılmayı getirir. Bundan dolayı, örgüt 337 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) içerisinde birey “itaatsizlik yetisini” kaybeder. Her türlü zorlama ve dayatmalara karşı gönüllü ve bilinçsiz bir şekilde "evet" der. Baskı ve müdahaleyi olağan bir tavır olarak algılar (Fromm,l987:12, 15). Bireyin yaşadığı bu baskılar ve giderek içine hapsolduğu yabancılaşmış kimliği, kurumların iktidarını daha bir perçinler. Zira, yabancılaşmış birey, üzerinde her tür çekip çevrilme amelesine daha bir açıklık gösterir. İşine odaklanan, sosyal dünyadan kopan insan, kurumsal hedeflere ulaşmayı kolaylaştırır. Ancak, yabancılaşma ethosu, bireyi kaçışçı eğilimlerin tutsağı haline de getirir. Yeni heyecanlar, zevkler tatma isteğini kamçılar. Sıkıcılık ve monotonluk yüklü hayattan uzaklaşma isteği, kişiyi farklı dünyaların aktörü yapabilir. Bu insanlar genelde, metalara çılgınca sahip olmak isterler ve hep yeni şeyleri arzularlar. Edilgin ve sürekli yönlendirilmeye açık bir tabiata sahiptirler. Bu durum, onları toplumun etkin ve duyarlı bir parçası olmaktan uzaklaştırır, metalara ve onları üreten makinalara tapınmalarına ve kendileri ile sosyal çevre arasında bir yabancılaşma duvarı örmelerine neden olur (Tolan, l98l: 158-159). Bu bağlamda, yalnızlık ve yabancılaşma modern insan için, tanımlayıcı bir parametreye dönüşür. Yabancılaşma bir yaşam biçimi halini alır, ikincil ilişkiler egemen olur, anonim ve soyut aygıtların gücünü daha bir hisseder. Fromm (l987: 89; 1993: 23), bu çerçevede, egemen iktisadi ve idari kurumsal yapıların, bireyi otomatikleşmeyle karşı karşıya bıraktığı ve yaşamlarımızın efendisi olma düşlerimize kastettiğini bize yüksek sesle haykırır. Onun bakış açsından kurumsal iktidarlar, bireysellik iyeliğimizi bürokrasi çarkı altında eziyor, duygu, düşünce ve tutkularımızı kurumsal rasyonalite, endüstri ve teknolojik düzenlemeler yoluyla kontrol ediyorlar. Bizi bu kaçınılmaz çürüme, yozlaşma ya da yokoluştan ancak, kaybettiğimiz hasletler, yani, yüksek bilinç, insani özgürlük, yaratıcılık, nedensellik, adalet ve dayanışma kurtarabilir. M.Foucault: Panoptic Kurumlar ve Gözetim Foucault, gözetim, denetim, iktidar ve normalleştirme düzenekleri temelinde, modern toplumun yapılaşma ve işleyiş sistemlerini analiz eder. Ona göre, modern toplum, etkin bir gözetim/denetim sarkacı altındadır. İşyerlerinde, okullarda, fabrikalarda, hastanelerde, hapishanelerde, hem çalışanlar, hem hizmet görenler çok etkin bir kayıt ve evrak trafiği altında denetim/gözetim ağlarına takılırlar. Foucault, modern kurumsal aygıtların, bu denetim/gözetim ağları vasıtasıyla, toplumu disipline etme ve cezalandırmada oldukça ileri gittiklerini belirtir. Modernite ile 338 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu panopticon• arasında bağlantılar kuran Foucault, sosyal düzenin ussal yeniden üretimiyle ilişkili aydınlanmacı aklın, burada tahakküm kurucu, baskılayıcı, gözetleyici, denetim kurucu bir niyete hizmet ettiğini belirtir. Ona göre, modernite ben’i hayatın merkezine yerleştirdiği için, bunu sürekli denetim altında tutmak ister (bkz. Foucault, 2000). Foucault’a göre, gözetim/denetim maksatı, çağdaş örgütlerin mimari yapılarında görünürlük taşır. Zira, çağdaş örgütler, çalışanı kontrol altında tutacak bir düzeneğe sahiptir. Çok yetkili makamlarda bile herkes denetim altındadır, ancak kişi ne kadar alt mevkide ise, o kadar takip edilme, gözetim altında tutulma olasılığı artar. Gözetim iki şekildedir, birincisi amirlerin astları ve işlerini doğrudan gözetim altında tutması diğeri ise, insanların yaşamları hakkında kayıtlar ve dosyalar tutmak gibi daha incelikli bir gözetimdir (bkz. Foucault, 2000). Foucault, dikkati daha çok, içerisinde insanların uzun süre tutuklu kaldıkları hapishane tipi kurumlara çeker. Burada insanlar, dış dünyadan yalıtılarak, hem sosyal hem de fiziki ve ruhsal ceza görürler. Hapishane, gözetimin yapısını çok ayrıntılı bir şekilde verir. Orada, kontrol en uç noktaya varmıştır, tutum ve davranışlar bir örnek hale gelmiş, normalleştirme düzenekleri ileri boyutlarda işlemektedir (bkz.Foucault, 1992). Foucault’a göre, çağdaş hapishane köklerini, on dokuzuncu yüzyılda Jeremy Bentham tarafından tasarlanan Panopticon örgüt modelinde bulur. Panopticon, Bentham’ın kendisinin tasarladığı ve İngiliz hükümetine kabul ettirmeye çalıştığı bir hapishane modelidir. Tasarı tam olarak gerçekleştirilememiştir, ancak bu tasarının ana ilkelerinden bazıları l9. yüzyılda İngiltere, Avrupa ve Amerika’da yapılan kimi hapishanelere uyarlanmıştır. Panopticon, dış sınırın etrafına yapılmış hücreleriyle birlikte yuvarlak şekilliydi ve merkezde bir gözetleme kulesi vardı. Her hücreye, biri gözetleme kulesini, diğeri de dışarıyı gören iki pencere yerleştirilmişti. Bu tasarının amacı, nöbetçilerin mahkumları her zaman görebilmelerini sağlamaktı. Kuledeki pencerelerden gözetleyiciler mahkumları aralıksız gözlerken, mahkumlar onları göremiyorlardı, zira, kendileri görünmesinler diye jaluzi perdeyle donatılmışlardı. Buradaki esas nokta, mahkumların iradeleri üzerine denetleyicinin iradesini hakim kılma, onları yönlendirme, • Jeremy Bentham tarafından geç l8. yüzyılda hapishane için tasarlanan mimari biçim. Yunanca bir kavram olan panopticon, “göz önündeki yer” anlamına gelmektedir. Bentham’ın panopticonu, Tanrının her şeyi görüyor olmasının din dışı bir “parodisini” temsil eder. Denetleyenler, tıpkı Tanrı gibi görünmezler. Bentham, buradaki belirsizliği/görünmezliği, itaat etmenin bir aracı olarak görür. Çünkü, denetleyenler mahkümları gördüğü halde onlar denetleyenleri göremezler, mahkümlar, bir bakıma kendi kendilerinin polisi gibi hareket ederler (Keskin, 2003:l35). 339 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) gözetme, emre itaate alışık kılma amelesidir (Giddens, 2000:311-312; Bauman, l997:2022) Foucault, panopticon vasıtasıyla, eski, pahalı, daha fazla şiddet içeren baskılayım usullerinin gözden düştüğünü, yerine, incelikli, hesaplı, kimi zaman görünmez bir boyun eğdirme teknolojisinin geçtiğini öne sürer. Foucault’a göre, kurumsal gözetim, iktidarın her iki yönüne de nüfuz edebilmektedir. Yani hem enformasyonun biriktirilmesi sürecinde hem de “tabi olanların” doğrudan gözlenmesinde işlevseldir. Bilginin biriktirilmesi, her panopticon sakini için tutulan ayrıntılı dosyalarda göze çarpar. Tabi olanların doğrudan gözlenmesinde ise marifet, binanın mimari potansiyelindedir. Disipline edici iktidar, “zaman-yer içinde faaliyetleri düzenlemenin yeni tarzları” yla bizi daha bir karşı karşıya getirmiştir. Gözlem, gözetim bu sürecin merkezinde yer alır ve panopticon modern disiplini özetleyici bir olgu olarak öne çıkar (Lyon, l997: 97). Foucault, denetimin tüm toplumsal alanlara yayılım gösterdiğini, yaşamlarımızın daha fazla kontrol altında tutulduğuna vurguda bulunur. Bunu gücün “mikropolitiği” ile açıklayan Foucault’a göre, bu kavram, yaşamlarımızın çok sayıda mini kafes tarafından kuşatıldığı ve nefes bile aldırmayacak bir noktada tutulduğu gerçeğini ifade eder (Foucault, 2000). Foucault’a göre, kurumlarda (fabrika, okul, hapishane, hastane vs.) cereyan eden aşırı denetleme, aynı zamanda kurumsal hedeflere ulaşmayı da aksatır, çalışanlar/hizmet alanlar, fırsatların kendilerine kapatıldığını düşünmeye başlarlar. Bu durum, kurumsal hedeflere ulaşmada sorunlara sebebiyet verir. Örneğin, fabrika montaj hattı üretimi ve katı hiyerarşiye dayalı büyük fabrikalar büyük sorunlarla karşı karşıya kalırlar. İşçiler bu tür yerlerde kendilerini işlerine verme eğilimi gösteremezler. Çünkü, sürekli gözetim ve denetlenme psikolojisi, içerleme ve kızgınlığa neden olur ve denetimden amaçlanan işçilerin işlerine daha sıkı sarılmalarını sağlama maksatı, tam aksi bir sonuç doğurur (Giddens, 2000: 313). Foucault, bu tarz bir iktidarın, tipik olarak modern kurumların tümünde, yönetsel bağlamların her birinde varolduğunu ileri sürer. Özellikle, hapishanelerdeki düzenli kronolojiler, gözetim ve kayıt otoriteleri, zorla çalıştırmalar, normalliği ölçümleyen uzmanlar vs. cezalandırmanın, kurumsal islah ediciliğin birkaç basit yoludur. Foucault, iktidarın doğrudan görünürlüğünün hapishaneler gibi, okullar, kışlalar, fabrikalar/atölyeler ve hastanelerde de tüm ihtişamıyla var olduğunu belirtir. (Lyon, l997: 98). Bu noktada Lyon da, Foucault’nun panopticon metaforundan hareketle özellikle elektronik gözetimin yaygınlığına temas ederek, bizlerin artık, “gözetim toplumu” denilen 340 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu bir toplumda yaşadığımızı belirtir. Bu toplumda, hayatlarımız hakkında en ufak bir ayrıntı bile her türden örgüt tarafından muntazam bir şekilde toplanır. Devlet örgütleri; doğum, ölüm, okul, iş/meslek, vergi, güvenlik, sürücü belgesi, sigorta işlemleri, sağlık, askerlik, sosyal güvenlik vb. pek çok alanda düzenli olarak bilgi depolarlar. Gözetim, özellikle bilgisayar ve elektronik bilgi/istihbarat araçlarının gelişmesiyle birlikte, hayatımızın her alanına girerek bizi tehdit etmektedir (Lyon, l997). Hatta bugün için, ileri elektronik teknolojilerin, otomatik olarak bireysel gözetimi mümkün kılmalarından dolayı, örneğin Birleşik Devletlerin yasal mekanizmalarının denetleyemediği pek çok gizli, mahrem bilgiye ulaşmayı kolaylaştırıyorlar. Bu yöndeki gelişmeler, işyerlerinde, piyasada ve hükümette, bürokratik denetimi çarpıcı bir biçimde artırmaktadır (Gandy, l989). Foucault’nun gözetime içkin saptamaları kuşkusuz, bugünkü denetim stratejilerini anlamak açısından son derece önemlidir. Foucault, iktidarı, politik bağlamından kopartmakta, denetim altına almanın panoptic kurumlar ve yöntemler eliyle daha rafine bir tarzda gerçekleştiğini belirtmektedir. Onun penceresinden bakıldığında, “kapatılma”, “cezalandırma” mekansal olanla sınırlı değildir, dışa açılan bir hapishane stratejisi yürürlüktedir. İnsanları denetim altına alma, hapishaneye, tımarhaneye veya okula tıkıştırılmaya gerek bırakmamakta, modern ruhlarımız, gözetim/denetim stratejilerinin artık sıradan bir av sahasıdır. A.Zijderveld: Kurumsal Kıskaç ve “Soyut Toplum” Zijderveld, “Soyut Toplum” (l985) adlı eserinde, modern toplumdaki egemen kurumsal yapıların birey ve toplum üzerinde oluşturduğu yabancılaştırıcı etkilere temas eder. Modern kurumların baskı düzenleri ve buna karşı oluşan varoluşsal protest çıkışları göstermeye çalışır. Zijderveld’e göre, modern toplum, binlerce soyut kurumu bünyesinde barındırır ve toplumu etkin bir kontrol çarkı içinde tutar. Endüstriyel kurumlar, bürokratik organizasyonlar, iletişim araçları/ortamları, kamuoyu, devlet, sendika, vs. bir bütün olarak, bireyin varoluşsal imkanlarını yok etmeye çalışır, özgürlük yitimi ve anlam kaybı sorununa kaynaklık eder. Zijderveld'e göre, modern toplum esas itibariyle soyut bir toplum olup bireyin; anlam, realite ve özgürlük kavramlarını kavrayabilmesi hususunda kişiye yardımcı olma yeteneğini kaybetmiştir. Toplumun bu soyut yapısının varlık nedeni, çoğulculuğu, daha doğrusu, kurumsal yapısının aşırı derecede parçalanmış olmasıdır. Kabile toplumları ve bu toplumların oldukça üniform yapılarıyla kıyaslandığında modern toplum olağanüstü derecede çoğulcu bir yapıya sahiptir. Modern toplumun çoğulcu ve örgütlü yapısı insan ilişkilerini ziyadesiyle 341 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) dönüştürmüştür. Bürokratik örgütlerin işleyiş yapılarına bağlı olarak hem bu örgütler içerisinde çalışanlar hem de bu örgütlerin düzenleyici ve müdahaleci etkilerine maruz kalan sosyal kesimler egemen bürokratizme ayarlı hale gelmişlerdir. Sosyal ilişkiler hatta arkadaşlık bile giderek yapay bir karaktere bürünmüştür. Kişi, mensubu olduğu grup ya da örgütlere elbise değiştirir gibi girip çıkmaktadır. Birey, kendisi ile bu kurumlar arasında doğrudan bir bağ kuramamaktadır. Toplumsal pozisyonu oldukça parçalı ve yabancılık yüklüdür. Birey ile örgütler arasında giderek büyüyen uçurum kişilik yapılarını anonim kılarak aidiyet duygusundan uzaklaştırmaktadır. Endüstri öncesi toplumda her şey, doğal bir sosyo-kültürel çevrede sürerken, modern toplumda her şey anonim, belirsiz ve her an başkalaşıma müsait bir kosmoz içerisinde cereyan eder. Modern toplumda, aile, kilise, eğitim, hükümet, askeri vb. kurumsal sektörler özerklik kazanmışlardır. Bu kurumlar, kendi bünyelerine giren her birey üzerinde etkin bir kontrol mekanizmasını harekete geçirirler. Bu sistem içerisinde birey, ister istemez, bu yapıya uyumlanmış, bağımlı, rıza gösterici bir psikolojiye sahip olmuştur. Sonuçta, örgüt insanı, kısmi bağlılıklarla, dostluklarla yetinmek zorundadır. Aile ve din gibi üst dayanışma bağları yerini, bürokratik/teknik ağlara bırakmıştır. Birey, sınırlı/sorumlu bir yaşam alanı içinde bütünlük duygusunu yapay bir şekilde teneffüs etmek durumundadır. Zijderveld, modern kurumsal belirleyiciliğin daha çok bürokrasi şablonu içinde kendisini gösterdiğini belirtir. Ona göre, bürokrasi modern toplumun işlevsel olmakla birlikte, soğuk/donuk yüzünü resmeder. Bürokrasi, insani değerlere ters bir istikamette gelişim istidadı gösterir. Modern bürokrasi, “insanın kişiliğini bir anda hesaplanabilir bir faktör, bir sayı, bir delgi kartı, dosyalama sisteminin bir parçası durumuna” getirir. Bürokrasiler, aynı zamanda, modern toplumsal kurgunun iç bütünleşmesi ve sürekliliği için de hayati bir rol oynar. Geleneksel toplumda sosyal bütünleşmede dinin oynadığı rolü, moderniteyle birlikte bürokrasi yerine getirir. Bürokrasi, etkin, işlevsel ağlar vasıtasıyla, toplumu bütünlük içinde tutma becerisi gösterir. Bürokratik usüller, sadece resmi organizasyonlarla sınırlı değil, aynı zamanda tüm topluma, iktisadi, siyasi, kültürel organizasyonlara da sirayet eder. Formalizm, ofis hiyerarşisi, etkin denetim, akılcılık, dakiklik, öngörülebilirlik vs. artık sosyal yaşamın tüm alanlarında da gözlenir. Ofisteki denetim; denetleme ve denetim altına girme aslında geleneksel toplumda dinin oynadığı rolü şimdilerde bürokrasinin oynadığını gösterir (l985:211-213). Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş esnasında ortaya çıkan kalitatif değişikliğin en güzel yansıması bürokratik davranış biçimlerinde ortaya çıkar. Bu tutum, bu davranış biçimi, bilincimizin en temel karakteristiği haline gelmiştir. Zijderveld buna örnek verirken alış veriş olgusunun anonimliğinden bahseder ve bireyin müşteri 342 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu statüsünden tüketici konumuna gelişini giderek karmaşıklaşan bürokratik örgütlere bağlar. Bu örgütlerde bürokratik ilişki sürecinin egemen olması alışveriş yapan bireyle yüz yüze, birincil ilişki ve etkileşimi imkandışı kılar; rasyonel ve gayrişahsi davranışlar böylelikle çoğalır. Zijderveld’e göre, modern insan, aynı zamanda bürokratik davranışlar bekleyen ve bürokratik olarak organize edilmiş bir sistem içerisinde yer alır. Sistem içerisindeki insanlar, değer yargılarından arınmış, bütünüyle fonksiyonel uzmanlardan oluşur. Bürokratik sistem, kişisel davranmayan görevlilere gereksinim duyar (l985: 136). Zijderveld, modern kurumlarda bireylerin üzerlerindeki denetim ve manipülasyonu tersyüz edemeyecek bir baskılayım kıskacında bulunduklarını belirtir. Bu kurumlarda, kişi, edilgen, itaatkâr, rıza gösterici bir pozisyon alır. Bu itaat, başkaldıramama ya da boyun eğişin arkasında, hiç kuşkusuz, kurumların baskı sarkacı bulunur. Bu sarkaç, birey/toplum üzerinde, sürekli disipline edici gücü ile sallanıp durur. Birey, kurumsal gücün dışına çıkma imkanından yoksunluk içindedir. Tektir ve edilgendir. Kurum, bireye rağmen birey için varolduğu iddiasındadır. Modern birey, organizasyonlarda edindiği örgütsel davranış ve kimlikle, toplum içerisinde de, planlı olarak yaşamayı, kural ve normları sorgulamaksızın benimsemeyi ve pratize etmeyi alışkanlık haline getirir. Modern bireyin örgütlerle kurduğu izdivaça dayalı olarak örgütsel davranışını farkında olmadan özel ya da sosyal yaşantısında da deneyimler. Örgütsel kültür, bireysel varoluşu rasyonel bir biçimde organize ederek, birlikte yaşamanın asgari müştereklerini işbölümü ve ihtisaslaşma ayrımına dayalı olarak eşgüdümler. Zijderveld’e göre, toplumun kurumsal yapısı giderek özerkleşiyor ve kurumlar salt kendi çıkarları ya da hedeflerine kitleniyorlar. Birey ise bu arada farklı bir yol tutturuyor; sosyal yaşamdan kendi özel dünyasına çekiliyor, orada bir sığınak arıyor, giderek subjektivist hale geliyor. Thomas Luckman’ın formüle ettiği gibi, modern toplum, bireyin subjektivizmi ile kurumların objektif özerkliği arasında bir ihtilafı, çatışmayı yaşıyor. Bu durumda birey, çok yaygın bir sosyal kontrol mekanizması altında yaşamı tutsak kodlar altında yaşıyor (l985: 203). Zijderveld, kurumların özgürlükleri kısıtladığını ve buna dayalı anlam sistemlerine yaslandıklarını belirtiyor. Bireysel özgürlüklere yönelik kısıtlamalar içeren bu yapılar, insancıl değerlerden uzaklaşıyorlar. Bu yüzden kurumsal yapı, insani olanla bağdaşmayan hayaletvari bir baskı sarkaçı işlevi görmektedir. Bu toplumda, bireysel özerklik yerine kurumların özerkliği, rasyonelliğe karşı da içten içe serpilen irrasyonellik kök salmaktadır. Tüm bunlar, aslında, modern toplumun, bölünük, çoğulcu ve atomize 343 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) yapısından kaynaklanmaktadır (l985: 197-199). Zijderveld’e göre, bugün, "makinalaşmanın, aletlerin, deneylerin, ölçülebilirliğin, fonksiyonelliğin, rasyonelliğin, soyutlamanın inşa ettiği bütünüyle yeni bir dünya ortaya çıkmıştır. Bu dünyada hakim olan unsurlar teknoloji, bilim ve endüstridir. Bürokrasinin soyut ve inorganik görev, hak, mecburiyet ve sorumluluk anlayışı ve bu yolda realize etmiş bulunduğu taksimat tarafından bu dünyanın rasyonel olarak organize olması sağlanmaktadır" (l985: l3l). Modern kurumların birey/toplum üzerinde kurdukları baskı ya da tahakküm, tersyüz edilemeyecek bir realite midir? Birey, tüm bu verili süreci dıştalayacak imkanlardan yoksun mudur? Kuşkusuz, Zijderveld (l985:16-17), tüm karamsar betimlemelerine rağmen, insanın bir şeyler yapabileceğine inanıyor. Her şeye rağmen, insanın doğası gereği daha fazla müdahale ve baskıya karşı "hayır" diyebilecek bir karakterde olduğunu belirtiyor. Bireyin tabiatında "uyum" kadar "protesto" da olduğu gerçeğini saklı tutarak, modern toplumda bireyin yitip giden bireysellik ve bilinçlilik imtiyazı karşısında onu her an kendine getirmesine aracılık eden bir özü içinde barındırdığını dile getiriyor. Bu öz; başkaldırı, sorgulama ve protesto ruhudur. Sonuç Yerine Modern toplum, sayısız örgütsel yapılar zinciri ile birbirine bağlanmıştır. Bu zincirler, gerçekte toplumun herhangi bir ihtiyaç ve istemleri sonucunda oluşmakla birlikte, sanki kendi başlarına birer varlıklarmış gibi fonksiyon görürler. Örgütlerin güç kazanması ve yaygınlaşması, toplumsal alanın da bürokratize olmasını getirmiştir. Örgütlerin pozitif katkıları yaşamımızı kolaylaştırırken, negatif sonuçları ise hayatımızı büsbütün yaşanmaz hale getirmekte, arzu etmediğimiz pek çok sorunla bizleri yüzleştirmektedir. Örgütsel kozanın, giderek birey ve toplum üzerini örtmesi, özgürlük yitimi ve anlam kaybı sorununa kaynaklık etmekte, yaşadığımız yabancılaşmanın ivmesini artırmaktadır. Bu yüzden sosyal bilimciler (Weber, Merton, Whyte, İllich, Foucault, Goffman, Ritzer, Sennett, Bauman vs.) son yıllarda, modern toplumun yaşadığı bunalımları ve sıkıntıları çoğu kez, örgütlerle ilişkilendirmekteler ve günümüz toplumunu anlamada, örgütsel yapıların operasyonel bir araç olduğu üzerinde durmaktadırlar. Modern toplum doğası gereği etkin kurumsal ağlara (bürokrasi, endüstriyel yapılar, ordular vs.) yaslanmaktadır. Bu kurumlar, gerek kendi üyeleri gerekse de genel toplum üzerinde düzenleyici, denetleyici ve çoğu zaman da soyut bir erke sahiptirler. Onları, belli şekilde davranmaya, hareket etmeye, eğlenmeye yönelten karmaşık kurumsal stratejiler ve teknikler icat edilmiştir. Örneğin, endüstriyel ve askeri örgütler, istihbarat kuruluşları, 344 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu yerel ve merkezi yönetim örgütleri, medya, moda evleri, reklam şirketleri, eğlence ve rekreasyon merkezleri, sinema ve spor endüstrileri, turizm ekonomileri, imaj evleri, bilinç endüstrileri vs. bireyin/toplumun yaşamı üzerinde, düşünsel ve sosyal tercihleri üzerinde denetleyici, baskılayıcı, yönlendirici bir işlev görürler. Birey, çoğu kez, bu baskılayım aygıtlarının kontrolünde, tercihlerinde yapaysılık ve ikircikli ruh haleti içindedir. Öz bilinci ve özgür istenci bu kurumlar tarafından maniple edilir ve denetlenir. Ben’i ile kurumsal ölçüler arasında gidip gelir, bireyselliğini baskılar, kurumsal onamalardan geçmiş tercihlere boyun eğer. Modern kurumlar, bir bütün olarak toplumsal yaşam için bir “kıskaç” görevi görürler. Katı disiplin ve rasyonaliteye içkin duruşları, doğal olarak birey ve toplum üzerinde, kişiselliği perdeleyici, yabancılık ethosuna dayalı bir hava yaratıyor, duygusal ve sosyal yaşamın ölümüne sebebiyet veriyorlar. Birey, kısıtlı, tekil, anonim ve amaçlı ilişkilerin tarafı haline gelerek, emeğine ve çevresine yabancılaşıyor, sosyal dünyadan kopuyorlar. Kişilikte yaşanan deformasyon, kimlik krizleri ve bürokratik rasyonalitenin gündelik yaşama taşınması, sonuçta yabancılaşmanın evrenini genişletmeye yarıyor. Böylelikle, modern kurumlar, birey ve toplum için artık katı bir sarkaç görevi görürler. Toplum, daha bir idare edildiğini, denetlendiğini, kamusal göz tarafından yoklandığını hisseder. Panoptic toplum, artık birey üzerinde nevrotik hatta şizofrenik bir farkındalık krizi yaratarak, reel hayatı bölünük, parçalı, gözetlenebilir mecrada tutar. Bu örgütsel karmaşa karşısında birey, çoğu kez “kapana kıstırılmışlık” duyguları yaşar. Rutinlik, monotonluk, değişiklik arayışı, işe ilişkin tatminsizlikler, ifade sorunları, güven kaybı vs. hep birden kişinin ruhsal ve sosyal dünyasında bütünlük kaybı, denge yitimi, psikosomatik reaksiyonlar, sapma ve kaçışçı eğilimlerinin artmasına neden olur. Kurumsal ağlar karşısında bireyin kendilik yüklü kalma olanakları tümüyle elden kaçmış mıdır? Belki değil. Ancak, kurumsal baskı, yönlendirme o denli yaygın hale gelmiştir ki, bu çoğu kez görünmez, soyut bir baskı şeklindedir. Sadece resmi, bürokratik kurumlar değildir baskı oluşturan; aynı zamanda, kitle enformasyon araçları, moda, spor endüstrileri, turizm ekonomileri, imaj evleri, eğlence yerleri, kamuoyu, okul vb. çok yaygın gündelik iktidar kurumları, birey ve toplum üzerinde, yönlendirici, tahakküm kurucu işlevler görürler. Soyut pek çok aygıt, bireyi kendi haline bırakmamakta, özel hayat dahi, kurumsal ağların kontrolünde sınırlı/sorumlu şekilde yaşanmaktadır. Pek çok sosyal bilimci de, bu yüzden, modern toplumu örgüt eklemli tanımlamakta ve bu çerçevede, “hapishane”, “hastane”, “tımarhane”, “kışla”, “gözetleme kulesi”, “McDonald restoran” vb. metaforları sıkça kullanmaktadırlar. Yine, örgütsel baskılardan kaynaklanan 345 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) toplumsal patalojileri izah ederken de, “demir kafes” (Weber), “sosyal yaşam dünyasının kolonizasyonu” (Habermas), “panopticon” (Foucault), “total kurumlar” (Goffman), “karakter aşınması” (Sennett) vb. kavramlara sıkça başvurmaktadırlar. Tüm bunlar, gerçekte, bürokratik aklın sınırsız yayılımına ve birey/toplum için oluşturduğu tehditlere odaklanmaktadır. Bu bağlamda kurumsal baskılar, sadece kurum içindekileri değil, tüm toplumu ya da yaşam alanlarını da tehdit etmektedir denebilir. Kaynaklar ATİKER, Erhan, (1998), Modernizm ve Kitle Toplumu, Ankara: Vadi Yayınları. BAŞARAN, İ.Ethem, (l991), Örgütsel Davranış, İnsanın Üretim Gücü, Ank: Gül Yayınevi BAUMAN, Zygmunt, (1997), Özgürlük, Çev. V. Erenus, İstanbul : Sarmal Yayınevi. BAUMAN, Zygmunt, (2001), Parçalanmış Hayat, Postmodern Ahlak Denemeleri, Çev. İsmail Türkmen, İst: Ayrıntı Yayınları. BAUMAN, Zygmunt (l998), Sosyolojik Düşünmek, Çev. A.Yılmaz, İst: Ayrıntı Yayınları. BELL, Daniel (l976), The Cultural Contradictions of Capitalism, New York: Basic Boks. BLAU, P.M.-MEYER, M.W, (l971), Bureaucracy in Modern Society, New York: Random House. BOKENO, R.Michael, (2003), “The Work of Chris Argyris as Critical organization practice” Journal of Organization Change Management, Vol. 16 No.6. BORDA, Juliette, (1999), “Great Expectations”, Fast Company Magazine, Novamber 99, Iss, 29. BRÖCKLİNG, Ulrich, (2001), Disiplin Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi, çev. V.Atayman, İst: Ayrıntı Yay. DAVİS, Keith, (1988), İşletmelerde İnsan Davranışı Örgütsel Davranış, İst: İ.Ü.İşletme Fak. Yay. ERGİL, Doğu, (1980), Siyasal Yabancılaşma Açısından Seçime Katılma, Ank:AÜSBF Yayını. FOUCAULT, Michel (2000), Büyük Kapatılma, Çev. Işık Ergüden, Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. FOUCAULT, Michels, (1992), Hapishanenin Doğuşu, Çev. M.A. Kılıçbay, Ank: İmge Yayınları FOUCAULT, Michels, (1994), Dostluğa Dair- Söyleşiler, Çev. C.Ener, İstanbul: Hil Yay. FROMM, Erich (1987), İtaatsizlik Üzerine Denemeler, Çev. A. Sayın, İstanbul: Yaprak Yay. FROMM, Erich, (1990), Umut Devrimi, Çev. Ş.Yeğin, İstanbul: Payel Yayınları. FROMM, Erich, (1993), Sahip Olmak ya da Olmak, Çev. Aydın Arıtan, İst: Arıtan 346 Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu Yayınları. FROMM, Erich, (l982), Sağlıklı Toplum, Çev. Y.Salman-Z.Tanrısay, İst: Payel Yayınları. GANDY, Oscar H., (l989), “The Surveillence Society: Information Technology and Bureaucratic Social Control”, Journal of Communication, 39 (3) Summer. GEMMİLL, G.-OAKLEY, J., (1992), “Leadership: An Alienating Social Myth?” Human Relations, Vol: 45, No:2. GENÇTAN, Engin, (l992), Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul: Remzi Kitabevi, İstanbul. GIDDENS, Anthony (2000), Sosyoloji, Ank: Ayraç Yayınları GOFFMAN, Erving, (l961), Asylums: Essays on the Social Situation of Mental Patients and Other Inmates, Garden City : Doubleday Anchor. HABERMAS, Jürgen, (l984), The Theory of Communicative Action II, Boston: Beacon Pres. HORNEY, Karen, (l994), Çağımızın Nevrotik Kişiliği, (Çev. S. Budak), Ankara. KANUNGO, R.N., “Alienation And Empowerment: Some Ethical Imperatives İn Business”, Journal Of Business Ethics, Vol:11, No:5-6, 1992. KESKİN, Ferda, (2003), “Bilginin Arkeologu Michel Foucault”, Kadife Karanlık. 21. Yüzyıl İletişim Çağını Aydınlatan Kuramcılar, (Ed. N. Rigel vd.) İstanbul: Su Yayınları. LASCH, Christopher, (l979), The Culture of Narcissism. American Life In the Age of Diminishing Expectations, New York: Warner Boks. LOO, Hans Van Der - REİJEN, Williem Van, (2003), Modernleşmenin Paradoksları, Çev. K. Canatan, İst: İnsan Yay. LYON, David (1997), Elektronik Göz-Gözetim Toplumunun Yükselişi, İstanbul: Sarmal Yay. MARCUSE, Herbert, (1997), Tek Boyutlu İnsan, Çeviren: Aziz Yardımlı, Istanbul : Idea Yay. MARSHALL, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Ank: Bilim ve Sanat Yay. MERTON, Robert K., (1957), Social Theory and Social Structure, Glencoe, IL: Free Pres. MESTROVIC, Stjepan G., (1999), Duyguötesi Toplum, Çev. A.Yılmaz, İst. : Ayrıntı Yay. MILLS, Charles Wright, (l953), White Collar, New York: Oxford University Pres. ÖZKÖK, Ertuğrul, (l985), İletişim Kuramları Açısından Kitlelerin Çözülüşü, Ank: Tan Yay. POLOMA, M. (1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. H. Erbaş, Ank: Gündoğan Yayınları. RIESMAN, David, (1961), The Lonely Crowd, New Haven: Yale University Pres. 347 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) RITZER, George, (1998), Toplumun McDonaldlaştırılması, İstanbul: Ayrıntı Yay. RİTZER, George, (2000), Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Çev. Ş.S.Kaya, İst: Ayrıntı Yayınları SENNETT, Richard, (2002), Karakter Aşınması, (Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri), Çev.B.Yıldırım, İst: Ayrıntı Yayınları. SUGUR, Serap, (2000), “Bir Yasal-Ussal Örgütlenme Biçimi Olarak Bürokrasi”, Anadolu Üni. Edebiyat Fak. Dergisi, Cilt 1 Sayı 2. TEBER, Serol, (l990), Politik Psikoloji Notları, İst: Ara Yayıncılık. TOLAN, Barlas, (1981), Çağdaş Toplumun Bunalımı Anomi ve Yabancılaşma, Ankara: İktisadi İdari Bilimler Akademisi Yayınları. TOLAN, Barlas, (l991), Toplum Bilimlerine Giriş, Ankara: Adım Yayıncılık. VALERIE, J.S – CARRY, L.C., (1990), Understranding Stres a Psychological Perspective For Health Professionals, Chapman and Hall . WALLACE, Ruth A.- WOLF, Alison, (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. L.ElbruzM.R.Ayas, İzmir: Punto Yayıncılık. WEBER, Max, (l993), Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla, İst: Hürriyet Vakfı Yayınları. WHYTE, William, (1956/2004), “The Organization Man, A Generation of Bureaucrats” (1956)http://www-personal.umd.umich.edu/~ppennock/doc-OrgMan.htm, 04.06.2004. WHYTE, William, (l972), The Organization Man, New York: Simon & Schuster ZANDEN, James W.Vander, (1993), Sociology The Core, (Third Edition), New York: McGraav-Hill, Inc. ZIJDERVELD, Anton, (1985), Soyut Toplum, Çev.C.Cerit, İstanbul: Pınar Yayınları. 348 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 349-377, ELAZIĞ-2005 KRİMİNOLOJİDE YENİ YÖNELİMLER: BÜTÜNLEŞİK (INTEGRATED) SUÇ KURAMLARI-I New Directions in Criminology: Integrated Crime Theories Zahir KIZMAZ Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Elazığ. [email protected] ÖZET Kriminolojide suç ve suçluluğun anlaşılmasına yönelik olarak geliştirilen kuramların sayısı oldukça fazladır. Geleneksel suç kuramları olarak adlandırılan bu teorilerin ortak bir özelliği, suç olgusunu çok sınırlı faktörler ekseninde çözümlemiş olmalarıdır. Bu nedenle, bu kuramları suçun genel açıklama modelleri olarak görmek mümkün değildir. Belki bu kuramlar için, “parçalı suç kuramları” tanımını kullanmak daha tutarlı olacaktır. Günümüzde suç olgusunun sadece bu “parçalı kuramlar” vasıtasıyla açıklanma çabası yetersiz kalmaktadır. Bu çerçevede son dönemlerde suç ve suçluluğun nedensel kaynaklarını tespit etme ve suçu kontrol etmeye yönelik olarak yeni yaklaşımların/modellerin geliştirildiği dikkat çekmektedir. Bu çalışmada, gelişmiş batı ülkelerinde suçu açıklamaya yönelik olarak formüle edilen ve kriminolojide yeni yaklaşımlar/yeni yönelimler olarak nitelendirilebilen bütünleşik (integrated) suç kuramları üzerinde durulacak ve bu kuramların suçu açıklama potansiyelleri tartışılmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Bütünleşik suç kuramları, Elliott’un bütünleşik suç kuramı, yeniden bütünleştirici ayıplama teorisi, suç ve bağlamı kuramı, suçun genel bir teorisi, yaşam seyri teorisi. ABSTRACT There are many theories available having been developed to help understanding of crime and criminality in criminology. A common feature of these theories called traditional crime theories is to analyzed the crime phenomena on limited axisses of the factors. For that reason, it is not possible to see these kinds of theories as the comprehensive models of crime. For these kinds of theories it might be a wise act to use the expression of fragmentated crime theories. But curently, it is not sufficient to explain this crime theory with only the word “fragmentated theories”. In this frame it is attracted attention that new approaches have been developed lately to solve to control this importmant matter to determine the causal sources of the crime and criminality. In this study the integrated crime theories which are called as the new approaches in criminology and formulated to explain the crime in the developed western countries will be tried to deal with and the explanation potential of these theories are going to be discussed. Key Words: Integrated crime theories, Elliott’s ıntegrative theory, reintegrative shaming theory, crime and social contex, general theory of crime, life – course theory. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1. GİRİŞ Suç araştırmaları, günümüzde özellikle sosyal bilimler içersinde önemli bir yeri işgal etmektedir. Tüm ülkelerde suç ve suçluluk olgusu üzerine odaklaşan araştırmaların sayısında sürekli bir artış gözlemlenmektedir. Bu alandaki görgül/ampirik araştırmaların sayısında gözle görülür bir artışın kaydedilmesine koşut olarak aynı şekilde, kuramsal alanda da teori inşa etme çabalarının son hızla devam ettiği dikkat çekmektedir. Suç araştırmalarında son dönemde geliştirilen yeni kuramsal çalışmalar, büyük ölçüde birden fazla kuramın veya disiplinin bir araya getirilmesi ile oluşturulan ve bütünleşik (ıntegrated) kuramlar olarak adlandırılan modellerdir. Bu yeni suç modellerini, önceki veya geleneksel suç teorileri olarak nitelendirilebilen kuramlardan ayıran en temel özellik, suç olgusunu çok sayıda faktör ve disiplin bağlamında çözümlemeleridir. Ancak, bu yeni suç modellerini de bekleyen önemli bir güçlük vardır: Çok sayıda suç türlerinin ve suçlu profillerinin bir kuramsal çatı altında nasıl açıklanabileceği sorunu. Çok sayıda suç türünün (cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet, uyuşturucu suçları, tecavüz, gasp v.b) tek veya sınırlı etmenler düzeyinde ele alınmasının, suçluluğun bütüncül bir tanımını imkansız kıldığı gibi gerçekçi ve doğru bir açıklamasını da güçleştirmektedir. Bunun yanı sıra, suçlular da kendi aralarında hem suç işleme nedenleri ve potansiyelleri hem de sahip oldukları genel profilleri açısından da önemli derecede farklılaşmaktadırlar. Bu gerçek, suç olgusunun kuramsal düzeyde bütüncül bir inşasının ne denli güç bir uğraş olduğunun da açık bir göstergesini oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, bireyleri suçlu kılan süreçler ve unsurlar tümüyle birbiriyle bir benzeşim içinde olmadığı için farklı deneyimlerin, nedenselliklerin, eğilimlerin sınırlı ve belirlenmiş unsurlar ekseninde analizi, ciddi düzeyde bir kuramsal yetersizliği ve zafiyeti de içinde barındırmak zorunda kalacaktır. Bu çerçevede Braithwaite’ın da belirttiği gibi (Williams III ve McShane,1999:272) suçlular arasındaki bireysel farklılıklar, genel bir suç teorisinin oluşturulmasını imkansız kılacak kadar fazladır. Yeni teori inşa etme çabalarında, yaklaşık olarak, 1980’li yılların ortalarından itibaren bir yoğunluk gözlemlenmektedir. Bu alanda, adeta bir “teori patlama”sının yaşandığını söylemek mümkündür. Ortaya çıkan bu kuramsal ilgi, bazen yeni kuramların formüle edilmesi, bazen de önceki kuramların günümüze uyarlanacak şekilde revize edilmesi ile sonuçlanmıştır (Williams III ve McShane,1999:273). Kriminolojide son dönemlerde geliştirilen yeni suç perspektiflerinden söz etmeye başlamadan önce, geleneksel olarak nitelendirilen önde gelen suç kuramlarına burada, çok kısaca değinmek gerekmektedir. Geleneksel suç kuramlarının en belirgin özelliği, suçun parçalı kuram görüntüsünü sunmaları veya kapsamlı bir suç açıklamasından 350 Kriminolojide Yeni Yönelimler... yoksun olmalarıdır. Bu kuramlar, suçun temel belirleyicileri olarak daha çok gerilim veya stres (Agnew, 1992; Merton, 1968), sosyal bağların zayıflığı (Hirschi, 1969), akran grubunun etkisi (Akers, 1992; Sutherland 1939) gibi tekil etkenler üzerinde odaklaşmışlardır (Mazerolle, 200: 188-189). Bu teorilerin suç veya suçlulukla ilintili olarak temel varsayımlarını özetle şu şekilde belirtmek mümkündür: Klasik suç yaklaşımı, suçluluğu rasyonel bir tercih edimi (bireyin kendisine acı veren şeylerden kaçtığı ve zevk veren şeylere de yöneldiği) olarak tanımlayıp cezanın suçtaki caydırıcılık rolüne daha çok vurgu yapmaktadır (Siegel, 1989:117; Williams III ve McShane ,1999: 21-22). Pozitivit ekol suçun oluşumunu, bireysel özgür irade kavramının aksine, biyolojik (genetik veya kalıtsal), psikolojik (sinirlilik, akıl rahatsızlığı) ve sosyolojik (alkol ve kitle iletişimin etkisi ile eğitimsizlik v.b) faktörlerle ilintili olarak determinist bir çerçevede açıklamaktadır. Rasyonel tercih kuramı suçun, bireysel özelikler (bireyin parasal ihtiyacı, alt-kültür gruplarının üyesi olma, uyuşturucu kullanma v.b) ile durumsal koşulların (hedefin kolay ve uygun olması gibi) örtüşmesi sonucunda ortaya çıktığını varsaymaktadır. Rutin eylemler kuramı ise suç olgusunun, uygun bir hedefin olması, koruma/güvenlik tedbirlerinin azlığı/yokluğu ve suçlunun motive olması gibi koşulların bir araya gelmesi ile gerçekleştiğini ileri sürmektedir (Akers, 1999: 27; Miethe ve Meier, 1994: 36; Kennedy ve Forde, 2000: 125). Geriye kalan kuramlar içersinde gerilim kuramı suç eylemini, meşru fırsatların bloke edilmesi kavramı etrafında tartışırken sosyal kontrol teorisi de suçluluğu, bireyin toplumsal değer ve kurumlara olan bağlılığının zayıflaması ile açıklamaktadır. Diğer kuramlardan sosyal öğrenme kuramı ise suçun, kültürel bir etkilenim çerçevesi içerisinde özellikle de, akran grubu içersinde bir öğrenme faaliyeti olarak ortaya çıktığını varsaymaktadır. Alt kültür kuramları da, alt sınıfın sahip olduğu kültürel değerler veya yaşam biçimlerinin suçlulukta merkezi önemine atıfta bulunmaktadır. Ayrıca sosyal çözülme kuramı da; suçun oluşumunda; kentleşme, göç veya teknolojik gelişme sürecinde oluşan kriminojen alanlar faktörüne dikkat çekmektedir. Etiketleme kuramı ise, damgalanmanın suçluluk açısından birey üzerindeki etkisi sürecine odaklaşmaktadır. Son olarak çatışma kuramlarına genel olarak bakıldığında da, bu kuramların suç olgusunu; devlet, sınıf, iktidar, kapitalist ve hukuksal yapı, ceza politikaları ile insan hakları ekseninde çözümledikleri görülmektedir (Adler v.d, 1995; Beirne ve Meesserschmıdt, 1991; Bonn, 1984; Conklin, 1989; Einstadter ve Henay, 1995; Hagan, 1985; İçli,1998; Livingstone, 1996; Rock, 1997; Siegel, 1989; Williams III ve McShane,1999; Bohm,1997, Tierney,1996). Suç ve suçluluğu açıklamayı hedefleyen yukarıdaki kuramların hemen hemen hiç biri, suç ve suçluluk olgusunu tüm boyutlarıyla analiz edebilme potansiyeline sahip 351 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) değildir. Bu nedenle bu kuramların, suçluluğun bütünsel bir görünümünü sunmaktan oldukça uzak kaldıklarını söylemek mümkündür. Geleneksel suç kuramlarının suç ve suçluluk olgusunu hangi faktörler çerçevesinde ele aldıklarını bu şekilde özetledikten sonra şimdi de, kriminolojide yeni yönelimler olarak nitelendirilen kuramların, suç ve suçluluğu nasıl ele aldıkları konusuna bakılacaktır. 2. Kriminolojide Yeni Yönelimler: Bütünleşik (Integrated) Suç Kuramları Özellikle 1980’li yıllarda yavaş bir biçimde başlayan ve sonraları hızlı bir tempoya dönüşerek günümüze kadar devam eden teori inşa etme çabaları, çok sayıda yeni kuramın geliştirilmesi ile sonuçlanmıştır. Williams III ve McShane, kriminolojideki bu kuramsal yönelimleri 4 grupta ele almaktadırlar. 1-Bütünleşik kuramlar, 2-Sübjektif kuramlar 3-Meta teoriler 4- Postmodern teoriler (Williams III ve McShane,1999:273). Bu çalışmada, yeni kuramsal perspektifler içerisinden sadece bütünleşik suç kuramları ele alınacaktır. Kriminolojideki bu yeni kuramsal gelişmeler içerisinde bütünleşik suç kuramları ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Özellikle de, günümüzdeki kriminolojik yönelimlerin/gelişmelerin ağırlık noktasını da büyük ölçüde tümleşik/entegre kuramlar oluşturmaktadır. Aslında bütünleştirici veya tümleşik kuramlar, suçun kuramsal düzeyde formüle edilen, tümüyle özgün kuramlar olarak görmek mümkün değildir. Bu kuramlar daha çok, önceki kuramlar üzerine inşa edilmiş veya birkaç kuramın birleşiminden oluşan teori niteliğindedir. Diğer bir deyişle tümleşik kuramlar, çok sayıda suç değişkenlerini, varsayımlarını, kavramlarını veya kuramlarını yeni bir kuramsal çatı altında yeniden formüle eden teoriler niteliğini taşımaktadır. Bu nedenle, bütünleşik kuramları; suçun genel okumaları veya modelleri olarak görmek mümkündür. Ancak geliştirilen tümleşik suç kuramlarının sayısı bir hayli fazladır. Bu kuramların tümünü, bir makalenin sınırları içersinde ele almak oldukça güçtür. Bu nedenle bu çalışmada; Elliott’un tümleşik kuramı, yeniden bütünleştirici ayıplama kuramı, suç ve sosyal bağlam kuramı, suçun genel teorisi ve enformel sosyal denetimin yaş katmanları kuramı ele alınmıştır. 2.1. Elliott’un Tümleşik Suçluluk Kuramı Elliott ve meslektaşları (1979, 1985) tarafından geliştirilen suçluluk modeli; gerilim, sosyal kontrol ve sosyal öğrenme kuramlarının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Elliott’un suçluluk modeli şekil 1’de gösterilmiştir (Barak, 1998: 194). 352 Kriminolojide Yeni Yönelimler... Şekil 1: Elliott’un Tümleşik (Integrated) Suçluluk Teorisi Gerilim Yetersiz Sosyalleş me Geleneksel Bağlılığın Zayıflığ Suçluluk Bağının Güçlüğü Suç Davranışı Sosyal Çözülme Elliott’un suçluluk modeli; suçluluğun temel belirleyicisi konumunda olan üç temel unsur üzerinde odaklaşmaktadır. Bu unsurlardan ilki, gerilim (strain) olgusudur. Gerilim, bireylerin geleneksel araçlarla meşru bir hedefi gerçekleştirmede yaşadığı başarısızlığı veya meşru hedeflerin yine meşru yollarla elde edilmesinin bloke edilme sürecini tanımlamaktadır. “Gerilim”, aile ve okul gibi geleneksel kurumlarda daha etkili sonuçlar doğurmaktadır. Diğer ikinci faktör ise, yetersiz sosyalleşme (inadequate socialization) kavramıdır. Sosyalleşme, bireylerin toplumsal olana uydurulması veya toplumun gözeneklerinde standartlaştırılmasını ifade eder. Diğer bir deyişle bireyler, sosyalleşme sayesinde toplumsallıkla örtüşen ve onunla uyumlu norm-al bir birey konumunu kazanır. Yetersiz sosyalleşme ise, bireyin toplumsalla olan uzlaşımını sorunsallaştırarak, hukuksal ve normsal uyumluluk durumunu riske eder. Bu nedenle Elliott’un bu bütünleşik modelinde haklı olarak “yetersiz sosyalleşme” etmeni, suçluğun önemli bir belirleyeni olarak ele alınmıştır. Son üçüncü faktör ise, sosyal çözülme/düzensizlik (social disorganization) faktörüdür. Kriminojenik veya sosyal çöküntü alanları olarak nitelendirilen bölgelerde ikamet etmek veya o bölgelerde yaşamak özellikle gençler açısından önemli bir risk teşkil etmektedir. Yukarıdaki suçluluk modeline bakıldığında; anomi, yetersiz sosyalleşme ve sosyal düzensizlik unsurlarının her birinin, bireylerin toplumsal değerlere veya kurumlara olan geleneksel bağlılığını zayıflatıcı yönde etkide bulunduğu gözlemlenmektedir. Geleneksel bağlılığın zayıflaması ise, bireyleri sapkın ve suçlu alt- kültür gruplarıyla yeni güçlü bağlar inşa etmeye yöneltecektir. Sonuç olarak; bireylerin sapkın alt-kültür gruplarıyla “güçlü bağlılıklar” oluşturmaları ise, onların suça eğilimli hale gelmelerinde veya suç işlemelerinde dominant bir faktör olarak işlev görmektedir. 353 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Siegel (1989:208), Elliott’un suç modelini yorumlama çerçevesinde; gerilim yönündeki algılamalar ve yetersiz sosyalleşme faktörleri ile disorganize bir niteliğe sahip sosyal alanlarda yaşama gibi unsurların; gençleri geleneksel gruplara, aktivitelere ve normlara yönelik düşük düzeyde bir bağlılık duymalarına yol açtığını ve bunun da gençleri suçlu akran grupları ile ilişki kurmaya yönelttiğini belirtmektedir. Siegel, bu sapkın gruplar içerisinde, bireyin suç işlemesinde etkili olan pozitif pekiştirenlerle yoğun bir ilişkiyi yaşadığını ve bu nedenle sapkın akran grubunun, bireyin anti sosyal bir davranış kazanmasında etkili olduğunu dile getirmektedir. Akran gruplarına bağlılık duyan bireyin, geleneksel grup ve normlara yabancılaşması durumunda, suç eylemine yönelme olasılığı artmaktadır. Bu kuram, şemasal olarak şu şekilde gösterilebilir (Siegel, 1989:208). Sosyal olarak Disorganize Yetersiz Sosyalleşme Algısı Alanlarda Yaşamak Gerilim ve Yabancılaşma Algısı Geleneksel Sosyal Bağlığın Zayıflaması Sosyal Değerlerin Yadsınması Sapkın Altkültüre Katılma Akran Tarafından Kabul Görme ve Sapkın Değerlerin Pekişmesi Suç Davranışının Tercih Edilmesi Şekil 2: Elliott’un Suçluluk Kuramı Elliott’un tümleşik suç modelinde, aile ve okul kurumu temel iki analiz unsuru olarak ele alınmıştır. Elliott tarafından geliştirilen bu suçluluk modelinde, aile ve okul kurumunun merkezi bir yer işgal etmesi, söz konusu bu iki kurumun temel geleneksel sosyalleştirici kurum olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu kurumlara bağlılığın güçlü olması, öğrenme sürecinin suç davranışının deneyimlenmesini içermeyecek bir çerçevede gelişmesini sağlar. Çünkü, aile ve okul kurumlarındaki yerleşik tutumlar, modeller ve 354 Kriminolojide Yeni Yönelimler... ödüller; bireyi suç davranışına karşı korumakta ve bireyin toplumsal yapı ile uyuşan bir biçimde sosyalleşmesini sağlamaktadır. Aynı şekilde, suç işleyen akran gruplarına olan güçlü bağlılık ve burada gerçekleşen öğrenme biçimi ise, bireylerin suç işlemelerine önemli ölçüde kaynaklık etmektedir. Kısacası, bireylerin aile ve okul kurumları ile gerçekleştirdikleri bağlılığın zayıflılığı, onların suçlu akran gruplarına olan bağlılık düzeyinin artmasına yol açmaktadır. Akran gruplarına olan güçlü bağlılık ise, bireylerin suç işlemelerinde önemli ölçüde etkili olmaktadır (Akers, 1999; 213). Bu yaklaşımlardan hareketle, bireylerin suçlu akran gruplarıyla olan güçlü ilişkilerinin, onların aile ve okul kurumuna yönelik zayıf bağlılıklarından veya sorunlu ilişkilerinden kaynaklanan bir durum olduğu söylenebilir. Sosyal kontrol kuramı, toplumda belirli bir düzenin varlığını veri olarak kabul etmektedir. Söz konusu bu düzen, üzerinde uzlaşılmış değer ve kurumların varlığına gönderme yaparak, bireylerin bu yapıya güçlü bağlarla bağlı olmalarının onların suç işleme olasılığını azalttığını veya ortadan kaldırdığını öngörmektedir. Bu çerçevede kontrol kuramına göre, bireylerin hukuksal düzenle çelişen davranış sergilemeleri aynı şekilde, mevcut değersel yapılardan da bir sapma anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi sosyal bağ teorisi de, sosyalleşmenin doğrultusu ve içeriğinin her zaman uzlaşımsal olduğunu, sapmanın ise sosyalleşmenin başarısızlığı veya zayıflığından kaynaklandığını ileri sürmektedir (Akers, 1999: 212). Elliott ve meslektaşlarının geliştirdiği bu kuram bir yönüyle Weis’in sosyal gelişme kuramı ile de benzeşmektedir. Disorganize bir nitelik sergileyen yerleşim bölgelerinde yaşamak, kendini mutsuz hissetmek, başarılı olamamak ve ufak tefek suçlar işlemek gibi olumsuzluklar, bireylerin sosyal değerlere olan bağlılıklarının zayıflamasına yol açmaktadır. Bu süreçle ilintili olarak bireylerin eğitime olan ilgileri, aile ilişkileri ve sosyal düzene saygılı olma yönündeki değerleri zayıflamaktadır. Buna koşut olarak da sapkın tutumlar sergileyen akran grupları tercih edilebilir bir konuma yükselmektedir. Sonuç olarak, suç tutum ve becerilerini destekleyen bir suçluluk eğilimi güçlü hale gelmektedir (Siegel, 1989:209). Elliott ve meslektaşlarının geliştirdikleri bu suçluluk modelinde, çocukların sosyalleşme biçimi büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü çocuğun sosyalleşme düzeyi, onun gelecekteki toplumsal bağlılığının bir belirleyeni olarak işlev görecektir. Bu nedenle, iyi bir biçimde sosyalleşmiş bireyin, geleneksel toplum ve onun kurumlarına (aile, din, okul v.b) olan bağlılığı da bununla paralel bir biçimde güçlü olacaktır. Bu modelin diğer ikinci önemli bir varsayımını da, gerilimin sosyal bağlar üzerindeki olası etkisine yapılan vurgu oluşturmaktadır. Yani gerilim olgusu da, yetersiz sosyalleşme 355 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) faktörü gibi bireyin sosyal değerlere olan bağlılığını zayıflatan bir etkendir. Bireyin toplumsal bağlılığının zayıflaması, kişide suçluluk eğilimlerini güçlendirir. Aynı şekilde, bireyin suçlu akran grubuna açık olma düzeyi ne kadar fazla olursa, geleneksel bağlar da o denli zayıflamakta ve bireyin suç işleme olasılığı o denli artmaktadır. Öte yandan, iyi düzeyde bir sosyalleşme biçiminin, bireyi suç işlemeye karşı korumakta olduğu belirtilmektedir (Elliott, v.d., 1999: 275-292; Williams III ve McShane, 1999:275-276). Elliott ve arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bir araştırmada geliştirdikleri bu entegre kuramının, araştırma bulguları ile test edilmiş olduğunu belirtmektedirler. Kuramı test etme bağlamında Elliott ve meslektaşlarının, yaklaşık olarak 1800 genç üzerinde ulusal ergen surveylerinden yararlanarak 3 yıl süresince çalıştıklarını, birkaç küçük istisnai durum dışında, formüle ettikleri kuramın doğrulandığını belirtmektedirler (Siegel, 1989:209). Bu model, suç davranışı üzerinde doğrudan etkili olan temel unsurun, suçlu veya suçlu olmayan akran gruplarına olan bağlılıktan kaynaklandığını ileri sürmektedir. Diğer bir deyişle; Elliott v.d., akran gruplarının suçluluğunu, suçluluğun gerçek nedeni olarak ele almaktadırlar (Hirschi ve Gottfredson, 1988:25). Ancak, gerilim faktörü ve geleneksel bağlılık düzeyinin suçluluk üzerindeki etkisinin doğrudan olmaktan çok, dolaylı bir ilişki olduğu ileri sürülmektedir. Yani, söz konusu faktörler, bireyi suçlu akran grubu ile birlikte olmaya sevk etmektedir. Bireyin suç işlemeye başlaması, büyük ölçüde suç gruplarındaki varlığı ile ilgilidir (Akers, 1999; 213). Her şeyden önce, bu modelin gerilim, sosyal öğrenme ve sosyal kontrol kuramlarını tek bir modelde birleştirmesi oldukça önemlidir. Ayrıca Elliott’un suçluluk modelinin, geleneksel suç kuramlarına kıyasla daha geniş bir çözümleme imkanı sunduğu da inkar edilemez bir gerçektir. Ancak, bu kuramın suç tanımlaması yine sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bu modelde sadece üç veya dört kurama (gerilim, sosyal kontrol, sosyal öğrenme ve sosyal çözülme) ilişkin varsayımlar bir araya getirilmiştir. Oysaki, suçun kaynakları oldukça fazladır. Bu kuramın; özellikle suçun ekonomik, hukuksal ve kültürel kaynaklarını, suç mağdurunun etkisini, suçu kolaylaştırıcı ortam faktörlerini ve suçun bireysel özelliklerini (psikolojik, psikiyatrik ve biyolojik) ihmal etmesi, kurama yöneltilebilecek önemli eleştiriler oluşturmaktadır. 2.2 Braithwaite: Yeniden Bütünleştirici Ayıplama Teorisi Braithwaite tarafından geliştirilen yeniden bütünleştirici ayıplama kuramı (reintegrative shaming theory), günümüzde önde gelen suç kuramlarından birini teşkil etmektedir. Braithwaite geliştirdiği bu modeli “Crime, Shame, and Reintegration” (1989) adlı çalışmasında ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır. Kuramın veya modelin temel 356 Kriminolojide Yeni Yönelimler... varsayımlarının/unsurlarının büyük ölçüde anlatıldığı bu eser, Gibbons (1994) tarafından genel sosyolojik teorinin yanı sıra, kriminolojide de büyük bir gelişmeyi temsil eden bir çalışma olarak nitelendirilmektedir. Braithwaite’ın yaptığı çalışmanın merkezi temasını, “yeniden bütünleştirici ayıplama” kavramı oluşturmaktadır. O, ayıplama kavramının, suçluluğun engellenmesinde formel kurumsal müeyyidelerden daha etkili olduğunun özellikle altını çizmektedir. Buna örnek olarak, Japonya ve Çin toplumları ile Avustralya yerlilerinin yaşam tarzlarını göstermektedir (Zhang,1995:248-249).Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramının popüler olması ile birlikte giderek kriminolojide yaygın bir kabul gördüğü ifade edilmektedir (Vagg, 1998: 247). Braithwaite de, Gottfredson ve Hirschi gibi farklı suç türleri arasında -genel bir açıklama çerçevesinin oluşturulmasını olanaklı kılacak düzeyde- yeterli bir müşterekliğin olduğu kanaatindedir. Ancak Braithwaite, suçların doğal olarak birbirleriyle bir benzeşim içinde olduğu düşüncesini reddetmektedir. Bunun yerine, bireylerin etiketlenmeleri açısından bir benzerlik gösterdiğini ileri sürmektedir. Braithwaite’ın geliştirdiği model aşağıdaki şekilde de görüldüğü gibi; kontrol teorisi, etiketleme kuramı, alt-kültürel teori, birleştirici teori, gerilim teorisi ve sosyal öğrenme teorisi gibi suç ve suçluluğun önde gelen çok sayıda sosyolojik yaklaşımlarının bir araya getirilmesinden oluşmaktadır (Barlow, 1993: 581, Vagg, 1998:247). Braithwaite’ın suçluluk modeli, liberal ülkelerde marihuna içmek veya komünist ülkelerde devlete karşı yasal olarak düzenlenen siyasal suçları kapsamamaktadır. O, suçluluk modelini daha çok bir insanın veya bir grubun başka bir insan veya grup tarafından mağdur edilmesini içeren ve saldırgan bir içerimi olan (predatory) suçları açıklamak için geliştirmiştir (Barlow, 1993: 581). Barak’a (1998: 203) göre, Braithwaite tarafından geliştirilen bu model, bireylerin mağdurlaşma olgusunu da içerecek şekilde suçların hem tümleşik (integrated) hem de genel bir teorisi (general theory of crime) görünümünü veren oldukça ilginç açıklama modellerinden birini teşkil etmektedir. Ayrıca Barak, Braithwaite’ın kriminolojik alandaki temel katkısının; etiketleme, alt-kültür, kontrol, fırsat ve öğrenme gibi çok sayıda kuramsal düzeydeki (önermesel ve kavramsal değil) teorilerden oluşan yeni bir bütünleşik model geliştirmiş olmasını göstermektedir. Braithwaite’nin suçluluk modeli şu şekilde şemalaştırılmıştır (Braithwaite,1989:99). 357 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Yaş 15-25 Cinsiyet Evlenmemiş İşsiz Düşük Eğitimsel Erkek ve Mesleksel İstek - - - - Şehirleşme Yerleşmeler Arası Hareketlilik -“ - - + Karşılıklı Bağımlılık (Ebeveynlere, okula, komşulara ve işverene bağlılık gibi) + Cemaatçilik (Toplumculuk) + + + - Nüfusun önemli bir kısmı için meşru fırsatların sistematik olarak bloke edilmesi + Kriminal alt-kültürün oluşumu + Ayıplama + + Meşru fırsatlara verme + Kriminal alt-kültüre iştirak + Düşük Suç Oranları Yüksek Suç Oranları olmayan kendini + + + Yukarıdaki şemaya bakıldığında; 15-25 yaş grubunda olmak, erkek, evlenmemiş, işsiz ve düşük eğitim düzeyine sahip olmak gibi bireysel faktörlerin, suç işleme risk grubunu oluşturduğu görülmektedir. Çünkü, bu faktörler bireyin; ebeveyn (aile), okul, komşular ve iş- verenle olan ilişki biçimini negatif yönde etkileyen unsurlardır. Bir anlamda söz konusu bireysel özellikler (yaş, cinsiyet, işsizlik v.b), bireyin toplumsal kurum ve değerlere olan bağlılığını olumsuz yönde etkileyebilen faktörlerdir (sosyal kontrol teorisi). Bu suçluluk modeline göre; toplumsal bağlılıkları zayıf olan bireyleri iki süreç beklemektedir: Öncelikle, bireylerin yeniden bütünleştirici ayıplama ile düşük suç oranının gerçekleşmesini sağlayan süreçtir. İkincisi ise, ayıplamanın etiketlemeye/damgalamaya yol açtığı (etiketleme kuramı) ve bunun da bireyi suç altkültürüne yönelten veya katılımını sağlayan (alt-kültür kuramı) süreçtir. Bu da yüksek suç işleme oranı ile sonuçlanmaktadır. Aynı şekilde, bu modelde şehirleşme ve yerleşmeler 358 Kriminolojide Yeni Yönelimler... arası hareketlilik unsurları da toplumculuğu/cemaatçı yapıyı (communitarianism) çözen veya negatif etkide bulunan faktörler olarak gözükmektedir. Bu modelin ortaya koyduğu başka bir husus ta, etiketlemenin cemaat yapılı toplumlar üzerindeki negatif etkisini göstermiş olmasıdır. Ayrıca, Braithwaite’nin suçluluk modelinin; meşru fırsatların bloke edilmiş olmasının (gerilim kuramı), kriminal alt-kültürün oluşması üzerindeki pozitif etkisini göstermiş olması da önemlidir. Bu teorinin en temel ayırt edici özelliklerinden biri, ayıplama sürecinin suçun oluşumundaki etkisine dikkat çekmiş olmasıdır. Braithwaite, bireyler ve gruplar arasında gerçekleşen oransal suç farklılığını, yukarıdaki şemadan da anlaşılacağı gibi doğrudan ayıplama veya damgalama (stigmatization) süreci ile ilintili olarak ele almaktadır. Diğer bir deyişle bu kurama göre; toplumlarda gerçekleşen yüksek suç oranları stigmatize edici ayıplamadan kaynaklanmaktadır. Etiketlenmenin yol açtığı “ayıplama”, bireyin toplumla olan bağlılığını çözücü veya toplumsal bütünlükten yoksunlaştırıcı (disıntegrative) bir yönde etki etmesi, bireyleri daha çok kural ihlal etmeye eğilimli kılmakta veya suç altkültürüne katılmalarına yol açmaktadır. Braithwaite, sapkın duyguları deneyimleyen bireylerin gerçekleştirdikleri suç ve suç türü davranışlarından dolayı toplumsal olarak ayıplanmalarına ve dışlanmalarına yol açan etiketlenme biçimi ile tatlı veya yumuşak bir azarlama ve aşağılama eyleminin seromonisinin (degradation ceremonies) ardından topluma yeniden kabul edilerek, bireyin toplumsal bağlılığının devam ettirilmesinin sağlandığı yeniden bütünleştirici ayıplama arasında bir ayırıma gitmektedir. Bir anlamda, Braithwaite ayıplamanın hem çözücü (disintegrative) hem de yeniden bütünleştirici (reintegrative) şeklinde iki biçiminin olduğunu belirtmektedir. Bütünleştirici ayıplama, toplumdan dışlanmış veya atılmış bireylerin yeniden topluma katılmalarını sağlamaktadır. Bunlar cezalarını çektikten sonra, topluma yeniden kazandırılır ve toplumsal değerlere olan bağlılıklarının devam ettirilmeleri sağlanılır. Bütünleştirici olmayan (disintegrative) ayıplama biçimi ise, gelişmiş batı ülkelerinde de gözlemlendiği gibi bireylerin etiketlenmeleri, onların toplumdan dışlanmaları ile sonuçlanmaktadır. Bu durum da, dışlanan bireylerin toplumsal değerlere olan bağlılıklarının önemli ölçüde son bulmasına yol açmaktadır. Bu şekliyle yeni bir “dışlanmış sınıf” (class of outcast) ortaya çıkmaktadır. Yeniden bütünleştirici ayıplama stratejisi; suçlamayı bireyden çok, kötü davranış üzerinde odaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bireyin cezasını çekmesinden sonra topluma yeniden kabul edilmesi sağlanarak, tekrar suç işlemesi engellenmiş olmaktadır. Modern batı toplumlarında ise, birey stigmatize edilerek toplumdan izolasyonu gerçekleştirilmektedir. Bireyin bu şekilde etiketlenmesi ise, onun yeniden suç işleme olasılığını arttırmaktadır (McLaughlin ve 359 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Muncie, 2001:262-263; Lilly v.d.,1995:123-124; Barak, 1998:203, Hay, 2001:133; Williams III ve McShane,1999: 277). Braithwaite’nın teorisi, cezaya ilişkin özelliklerden ve sosyal koşullardan da söz etmektedir. Çünkü bu iki unsur, bireylerin topluma yeniden kabul edilip edilmemesinde belirleyici düzeyde etkili olmaktadır. Bir anlamda bu unsurlar, ayıplama olgusunun hangi yönde (bütünleştirici veya çözücü) gerçekleşeceğini belirlemektedir. Bununla da ilintili olarak Braithwaite, insanların toplumsal bağlılık düzeylerinin ve ayıplama karşısındaki etkilenme düzeylerinin farklılık gösterdiğini belirtmektedir. Bu çerçevede Braithwaite, bazı insanların topluma daha iyi bağlandıklarını ve ayıplama karşısında daha alıngan olduklarını ileri sürmektedir. Bundan ayrı olarak O, örgütsel bazda da toplumların farklılık gösterdiğini dile getirmektedir. Örneğin ABD de olduğu gibi bazı toplumlar daha çok bireyci bir karakter sergilerken, Japonya v.b toplumlarda da daha çok cemaatsel özellikler öne çıkmaktadır. Bununla ilintili olarak Japonya v.b toplumlarda yeniden bütünleştirici ayıplama ile bireylerin toplumla bağlılıklarının yeniden sağlanması gerçekleştirilirken, ABD v.b ülkelerde etiketleyici bir ayıplama süreci ile bireylerin toplumdan dışlanmaları gerçekleşmiş olmaktadır (Barak, 1998: 203). Çünkü ABD gibi gelişmiş batı ülkeleri daha çok bireyselleşmiş toplumlar olarak öne çıkarken, Japonya ve Çin benzeri toplumlar da cemaatçi veya kollektivist yapılarıyla bilinmektedir. Cemaatçilik veya toplumculuk, bireysel konforu gözeten bireyselciliğin aksine, yoğun düzeyde karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi, karşılıklı güven ve sorumluluk duygusu ile toplumsal bağlılığı gözeten bir içerime sahiptir (Barlow, 1993: 583). Braithwaite, bazı Asya kültürlerinde karşılıklı dayanışma, ailecilik ve toplumculuk unsurlarının var oluşuna dikkat çekerek, Asya-Amerikalı olanların Afrika-Amerikalı olanlara kıyasla ebeveynlerinin büyük olasılıkla daha fazla bir “ayıplama” tutumu sergiledikleri görüşünü ileri sürmektedir (Zhang, 1995: 248 ). Braithwaite’a göre, hem tarihsel ve hem de kültürler arası bağlamda suç, güçlü aile ve toplumculuk duygusunun olduğu toplumlarda en iyi kontrol edilebilir (Braithwaite, 1989:5-9). Özellikle suç ve sapkın eylemler üzerinde enformel kontrol unsurlarının, formel unsurlara kıyasla daha fazla caydırıcı olduğuna dikkat çeken Braithwate, caydırıcılıkla ilgili yapılan araştırmaların, cezanın kesinliği ile suç arasındaki mantıklı ilişkiyi ortaya koymasına karşın, bulgusal olarak bu ilişkinin çok az desteklendiğini belirtmektedir. Yani ona göre, aile üyeleri, akrabalar, arkadaşlar veya birlikte olunan gruplar tarafından empoze edilen müeyyideler ve geleneksel denetim unsurları, uzaktan gerçekleştirilen yasal otoriteye oranla suçlulukta daha caydırıcıdır. Çünkü, yakın aile üyelerinin gözetledikleri itibar olgusu, kriminal adalet sisteminin yaptırımından daha 360 Kriminolojide Yeni Yönelimler... etkili veya önemlidir (Braithwaite, 1989:69). Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramına ilişkin bu açıklamalardan sonra kuram ile ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmak gerekmektedir: Barlow, her şeyden önce Braithwaite’in suçluluk modelinin, kriminoloji disiplinine önemli katkılar sağladığı görüşündedir. Ona göre, Braithwaite’nin kriminolojik alana olan katkısı, daha önceden geliştirilmiş ve birbirleriyle rekabet halinde olan geleneksel suç kuramlarını tek bir modelde bir araya getirmesi ile sınırlı değildir. Bu suçluluk modelinin sosyo-psikolojik özellikler ve ayıplama kuramına ilişkin değişkenleri de içermesi, önemli bir yenilik olarak görülmelidir. Ayrıca, onun kuramı üst düzeyde işlenen mesleksel suçu da analiz edebilen ender kuramlardan biridir. Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramının diğer kayda değer bir başarısı da, hem bireysel hem de toplumsal düzeydeki analizlere uygulanabilirliğidir. Bundan ayrı olarak bu modelin, suçluluğun arka planına (background) ve ön aşamasına (foreground) ilişkin faktörleri birleştirmesi de önemlidir (Barlow, 1993: 583). Hiç kuşkusuz, Braithwaite’ının geliştirdiği bu kuram, hem suçun nedenlerini açıklayabilen hem de suçun engellenmesi veya kontrol edilmesine yönelik yaklaşımları içeren bir kuram niteliğini taşımaktadır. Ayrıca onun teorisi, suç eylemine veya sapkın/suçlu bireye karşı toplumsal tepkinin doğurduğu sonuçları formüle eden bir özelliğe sahiptir. Toplumsal reaksiyonların önemini vurgulamaktadır. Bu çerçevede söz konusu model bireyin, toplumsal etiketlemeye bağlı olarak suça gösterdiği reaksiyonu (ikincil sapma) formüle etme biçimi oldukça abartılı veya aşırı bir görünüm sunmaktadır. Burada, suçun ortaya çıkmasının nedenleri, yani birincil sapma ile ilgili unsurlar daha az vurgulanmıştır. Yine de, onun kuramının asıl güçlüğü; suç, ayıplama ve yeniden bütünleştirme unsurlarını karşılıklı bir nedensellik ilişkisi içersinde sunmuş olmasıdır (Barak, 1998: 203). Braithwaite’ının kuramının en belirgin özelliğinden biri de, yüksek düzeyde bireyselleşmiş toplumlardaki kriminal adalet politikasının içerimlerine yönelik yaklaşımıdır. Yeniden bütünleştirici ayıplama kuramına göre, aile, arkadaş ve komşu v.b enformel bağlamlarda, ayıplama daha etkili bir biçimde işlemektedir ve bu grup veya toplumlarda yeniden bütünleştirici ayıplama, bir adalet politikası olarak suçun engellenmesinde veya oransal olarak düşük bir suçluluğun gerçekleşmesinde önemli bir katkı sağlamaktadır (Barlow,1993: 584). Braithwaite’nin suçluluk modeli, aslında önemli ölçüde kontrol teorisi ve etiketleme kuramının yaklaşımlarını içermektedir. Çünkü, “ayıplama” olgusu, önemli bir sosyalleştirici ve denetimleyici öğe olarak ele alındığında kontrol kuramını anımsatmakta; bireyin damgalanmasının ve toplumdan dışlanmasının bir aracı olarak da 361 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) değerlendirildiğinde etiketleme kuramının varsayımlarını içermiş olmaktadır. Daha önceden de belirtildiği gibi, Braithwaite “ayıplama” kavramını, hem bireyin toplumdan dışlanmasını tanımlayan, hem de bireyin toplumla yeniden bütünleştirmesini sağlayan iki yönelimli bir çerçevede ele almaktadır. Bu yaklaşım, kuramın özgün yönünü oluşturmaktadır. Kısacası, Braithwaite tarafından geliştirilen bu kurama göre, suçlu davranışının engellenmesinde/caydırılmasında veya bireyin yeniden suç işlemesinde “ayıplama” kavramı önemli bir unsur olarak işlev görmektedir Kuramın özellikle bireylerin suçlu alt-kültüre yönelmelerini, toplumdaki etiketleme biçimi ile açıklamaya çalışması da, kayda değer bir yaklaşımdır. Bu çerçevede yeniden bütünleştirici bir ayıplama stratejisi ile suçlunun alt-kültüre olan yönelimi engellenebilir. Ayrıca bu modelin, suçluluğu tek yönelimli bir açıklama çerçevesi dışında ve karşılıklı bir ilişkiler ağı içersinde yorumlaması da oldukça önemlidir. Bunun yanında, yeniden bütünleştirici ayıplama modelinin çok sayıda sosyolojik kuramı içermiş olması da, kuramın diğer kuramlara kıyasla onu üstün kılan bir özellik olmaktadır. Çünkü, çok sayıda sosyolojik teoriyi çatısı altında birleştirmesi, söz konusu modelin suç ve suçluluğun daha çok değişken etrafında çözümlemesi anlamına gelmektedir. Bu kuramın merkezi temasını, ayıplama ve damgalama kavramlarının oluşturması, damgalanan tüm bireylerin suça sürüklendikleri anlamına gelmemektedir. Burada hem toplumsal yapı ve hem de bireysel özellikler öne çıkmaktadır. Bu da, kuramın determinist bir nitelik kazanmasını engellemektedir. Ancak bu modelde, ayıplamanın suçluluktaki caydırıcılık vurgusu, büyük ölçüde suçun işlenmesinden sonraki süreçte daha yoğunlaşmış gözükmektedir. Yani, suçun meydana gelmesini engelleyen bir unsur olarak değil de, sapkın tutum sergileyen bireylerin yeniden suç işlemelerinin engellenmesi (toplumla bütünleşmesinin sağlanması) ve yeniden suç işlemelerini tanımlayan (dışlanma) bir anlamda ele alınmıştır. Oysaki, toplumumuzda gözlemlendiği gibi bazı toplumlarda, suç işlemenin yaratacağı “ayıp” olgusu, bireylerin suç işleme eğilimlerini büyük ölçüde engellemektedir. Çünkü, suç işleme durumunda; akraba, arkadaş ve yakın çevreye karşı duyulacak bir mahcubiyet veya ayıp duygusu, bireyi suç işlemeye karşı önemli ölçüde dizginlemektedir. Burada suçun engellenmesinde yasal otoriteden çok, enformel bir yaptırımının çekincelerinin daha belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. 2.3. Miethe ve Meier: Suç ve Onun Sosyal Bağlamı Kuramı Kriminolojide son dönemlerde formüle edilen ve bütünleşik kuramlar içerisinde önemli bir konuma sahip olan teorilerden biri de, Miethe ve Meier tarafından geliştirilen “Suçluların, Mağdurların ve Durumların Tümleşik Bir Teorisine Doğru” adını taşıyan” 362 Kriminolojide Yeni Yönelimler... (Toward an Integrated Theory of Offenders, Victims, and Situations) kuramdır. Miethe ve Meier “Suç ve Onun sosyal Bağlamı” (crime and social context) adlı eserlerinde, bu kuramı ayrıntılı bir biçimde açıklamaktadırlar. Bu suçluluk modeli, suçun genel bir görünümünü formüle ettiği izlenimini vermektedir. Bu modelin teorisyenleri, suç olgusunun meydana gelmesinde üç temel bileşene dikkat çekmektedirler. Suçlu, mağdur ve bağlam (Miethe ve Meier, 1994:59). Miethe ve Meier, rasyonel tercih kuramından motive olmuş suçlu (motivated offender), rutin eylemler perspektifinden mağdurlaşma (victimazition) ve ekolojik kuramdan da sosyal bağlam (social context) kavramlarını biraya getirerek bütüncül bir suçluluk modeli geliştirmişlerdir (Williams III ve McShane,1999: 279). Onlar, kuramı şu şekilde şemalaştırmışlardır (Miethe ve Meier, 1994:65). Suçlu Motivasyonun Kaynakları 1.Ekonomik Olumsuzluklar 2. Zayıf Sosyal Bağlar 3. Suçu Olumlayan Değerler 4.Psikolojik/Biyolojik Özellikler 5. Genelleşmiş İhtiyaçlar Kriminal Fırsatı Yaratan Mağdurun Özellikleri 1.Eğilimli olma 2.Muhafazasız olma 3. Çekicilik 4. Koruma Sosyal Bağlam 1.Fiziksel Konum Fiziksel Mekan Karanlık Tempo,Adım,Ritim Tarih 2. Kişilerarası İlişkiler 3.Davranışsal Ortam Evde Okulda İşte Boş Zamanlarda Kriminal Olaylar Adam Öldürme Irza Tecavüz Gasp Soygun Hırsızlık Oto Hırsızlığı Hırsızlık Şekil 4: Miethe ve Meirer’in Suçu Açıklama Modeli Yukarıdaki şekilde de açıkça görüldüğü gibi, güdülenmiş suçlu (motivated offender), kriminal fırsatlar ve suç mağdurunun özellikleri tek bir suç modeli altında bir araya getirilmiştir. Suç ve suçluluğun bütüncül bir açıklaması, bu üç temel faktörün ayrıntılı bir biçimde analizini gerekli kılmaktadır. Miethe ve Meier (1994:172), suçun hem nedenlerini (etolojisi) hem de epidemiyolojisini açıklamayı hedefleyen genel bir suç 363 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) kuramının, suçlu motivasyonu ve kriminal fırsatların varlığı (suçu kolaylaştırıcı unsurların) gibi iki temel birleşeni içermesi gerektiğini belirtmektedirler. Miethe ve Meier’ın dışındaki suç kuramcıları genelde “suçlu”, “mağdur” ve “suçun sosyal bağlamı” kavramlarının her birini ayrı ayrı olarak farklı kuramlar altında irdelemeye çalışmışlardır. Bu modelde ise; suçlular (criminals), mağdurlar (victims) ve durum (situations) faktörleri tek bir model çatısı altında birleştirilmiştir. Bu suçluluk modelinde suçlu motivasyonunun temel faktörleri olarak; düşük ekonomik statüler veya ekonomik olumsuzluklar, etnik heterojenlik, nüfus hareketlilikleri ve aile yapıları gibi unsurlar gösterilmiştir. Williams III ve McShane(1999: 279) de bu faktörlerin, bireylerin geleneksel değerlere olan bağımlılıklarını veya geleneksel kontrol unsurlarının etkinliğini ve bununla ilintili olarak bireyin başarılı olma süreçlerini olumsuz etkilediğini belirtmektedirler. Böylelikle bu modelde suçluluk, büyük ölçüde sosyal kontrol ve kriminal fırsat olgusuyla da ilintili olarak gözükmektedir. Sosyal bağlam ise bu modelde, sosyal ve fiziksel yönelimleri olan bir mikroçevreyi tanımlamaktadır. Bir anlamda, sosyal bağlam kavramı ile suçun işlenmesini kolaylaştıran veya bir suçluluk fırsatı yaratan koşul ve süreçler anlatılmak istenmektedir. Suçların bazı yerleşim yerlerine oranla belirli bölgelerde daha çok yoğunlaşması, suç analizinde sosyal bağlamın önemini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede suç oranları ve bireysel olarak mağdurlaşma riskleri toplumsal bağlamlara göre önemli biçimde değişkenlik arz etmektedir. Aynı şekilde bu suçluluk modelinde, mağdur kavramının veya suç için seçilen hedeflerin suçu kolaylaştırıcı veya güçleştirici tarzda belirli özelliklere sahip olduğu ve bu nedenle suç çözümlemelerinde bu unsurların oldukça önemli katkılar ortaya koyduğu tartışma götürmemektedir. Sosyal bağlam kavramı ile ilintili olarak burada suçun işlendiği ortamın özelikleri ve suçun işlendiği zaman dilimi de önem kazanmaktadır. Miethe ve Meier (1994:3) özellikle büyük nüfus hareketliliğinin, heterojenliğin ve düşük ekonomik statülerin olduğu coğrafik alan veya mekanlarda suç mağduru olma riskinin veya oranının daha yüksek olduğunu belirtmektedirler. Ayrıca mağdurun; çekiciliği, yetersiz güvenliğe sahip olması ve mağdur olmaya eğilimli olması gibi özellikler de, suçun oluşumunda mağdurun katkısını göstermektedir. Kısacı Miethe ve Meier’in geliştirdikleri tümleşik suçluluk modeli; suçlu (offender), mağdur (victim) ve bağlam (context) unsurlarının analizinden oluşmaktadır. Miethe ve Meier bu görüşlerden ayrı olarak; suçun temelinde iki önemli karar sürecinin bulunduğuna dikkat çekmektedirler. 1. Suç işlemeye karar vermek 2. Bu eylem için bir kaynak ve hedef seçmek. Bu koşullar altında; yoksullaşan, anomik bir duruma maruz kalan, toplumsal bağlılık düzeyi zayıflayan veya düşük bir benliğe sahip olan ve 364 Kriminolojide Yeni Yönelimler... suç tanımlamalarına fazlasıyla açık olan bireyler suça daha çok eğilimli hale gelmektedirler. Ancak bu motivasyonların bireyin suç işlemesinde etkili olup olmaması, suç hedefinin cazip/çekici, girilebilir/ulaşılabilir ve güvenlik açısından yetersiz olması koşuluna bağlıdır. Aynı şekilde her hangi bir bireyin, suç eyleminin hedefi olarak seçilmesi de suç mağdurunun sahip olduğu bazı özellikleri ile veya suçun fırsat yapısı ile ilişkilidir. Özetle, bireyin belirli düzeyde bir suçluluk yönünde uyarılması veya motive olmasının, uygun bir hedef veya fırsatın varlığı (belirli bir zaman ve mekanda cazip kriminal fırsatların) yönündeki algılamayla birleşmesi durumunda, suç olayının meydana gelmesi için gerekli olan koşullar sağlanmış olmaktadır (Miethe ve Meier, 1994:171). Yukarıdaki paragrafta da belirtildiği gibi Miethe ve Meier’e göre, suçun etolojisinde suç işleme ile hedef seçimi iki farklı süreç olarak gerçekleşmektedir. Suç işlemede hedef seçimi rasyonel-tercih gibi unsurlara dayanırken, suçu işleme, deterministik bileşenlere dayanmaktadır (Barak, 1998:209). Onlara göre, yeterli düzeyde bir suç teorisi, güdülenmiş suçlu (motivated offenders) ve potansiyel suç hedeflerinin (potantial crime targets) zaman ve mekandaki yöndeşmeyi hesaba katması gerekmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, suç kontrolü ya kriminal niyetleri besleyen sosyal koşulların elimine edilmesi yada suçların meydana gelmesini sağlayan fırsatların ve “yüksek risk” durumlarının varlığının azaltılması ile sağlanır (Miethe ve Meier, 1994:179). Onların geliştirdikleri modelin bir özelliği de, suçlu motivasyonu, mağdur özellikleri ve sosyal bağlam ilişkisi istenilen düzeyde olmadığı zaman bile kriminal olayların meydan gelmesine izin veren yapısıdır. Örneğin, insanın gereksinim duyduğu bazı temel ihtiyaçların karşılanması gibi insan davranışları ve güçlü suçlu motivasyonu (açlık, akran baskısı, kızgınlık v.b), rasyonel hedefin varlığına ihtiyaç duymayabilir. Tam tersine, çekici, girilebilir ve korunmayan suç hedefleri hatta suçlu motivasyonu olmadığı hallerde bile, bu durum kaçırılmayacak bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Sosyal bağlam ise, suçun meydana geldiği koşulları belirler. Aynı şekilde sosyal bağlam, suçlu motivasyonunun özelliklerinin ve hedefi seçme faktörlerinin, mağdurlaşma olasılığını arttıran, engelleyen veya hiç bir etkide bulunmama durumunu belirleyen bir unsurdur (Miethe ve Meier, 1994:64 ve 72; Barak, 1998:210). Barak, Miethe ve Meier’in tümleşik suç modelinin suçlu motivasyonu ve mağdurkriminal fırsatları içermiş olmasına rağmen, bu modelin temelde sosyal disorganizasyon, rutin davranışlar teorisi ve yaşam stili kuramları etrafında döndüğünü belirtmektedir (Barak, 1998:210). Bundan ayrı olarak, Miethe ve Meier’in tümleşik suç modeli, rasyonel tercih kuramının daha genişletilmiş bir versiyonu görüntüsü vermektedir. Bu da kuramın, 365 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) sınırlı bir açıklama çerçevesi sunduğu anlamına gelmektedir. Buna rağmen, bu kuramın hem suçluluk, hem de suç mağduru teorisini bir model altında bir araya getirmiş olması önemlidir. Aynı şekilde bu modelin, suçluluğun yapısal ve durumsal boyutlarını bir çatı altında birleştirmesi de kayda değer bir başarı olarak görülebilir. 2.4. Gottfredson ve Hirschi: Suçun Genel Bir Teorisi Gottfredson ve Hirschi (1990), “Suçun Bir Genel Teorisi” (A General Theory of Crime) adlı çalışmalarında geliştirdikleri suç kuramını, ayrıntılı bir biçimde açıklamaktadırlar. Bu önemli esere genel olarak bakıldığında onların suçluluğu; durumsal koşullar, düşük bir benlik denetimi (low self control) ve bireysel özellikler ile açıkladıkları görülmektedir. Suçluluğu büyük ölçüde düşük bir “benlik denetimi” kavramı üzerinden analiz etmeye çalışan Gottfredson ve Hirschi, düşük benlik denetimini oluşumunun kaynakları olarak da aile kurumu ve sosyalleşme biçimini göstermektedirler. Bir anlamda, bireyin suç işlemesinde etkili olduğu düşünülen “düşük benlik denetiminin” kaynakları, bireyin geçmiş yaşamında aranmaktadır. Onlara göre yetersiz bir benlik denetimi, suç işlemede etkili olmasına karşın, suç işlemeyi zorunlu kılmamaktadır. Burada durumsal koşullar ile bireyin sahip olduğu diğer özellikler de önemlidir. Ancak, yüksek düzeyde bir benlik denetimine sahip olan bireylerin, suç işleme olasılıklarının çok daha düşük düzeyde gerçekleştiği de bir gerçektir (Gottfredson ve Hirschi, 1996:39). Dahası, yüksek bir benlik denetimine sahip olan bireylerin yaşamlarının tüm süreçlerinde veya dönemlerinde, büyük olasılıkla çok daha az suç işleyecekleri öngörülmektedir (Gottfredson ve Hirschi, 1990:89). Yukarıda, bireylerin suça eğilimli olup olmamalarının kişisel özellikler ile de ilintili olduğu belirtilmişti. Ancak, onlara göre bu bireysel karakteristiklerin doğasının anlaşılması, kriminal davranışın doğasını çözümlemekle ancak mümkün olmaktadır (Gottfredson ve Hirschi, 1996:39; Gottfredson ve Hirschi, 1990:89-91). Buna göre, kriminal davranışın özellikleri ve benlik denetimine ilişkin yaklaşımlar şu şekilde özetlenebilir. 1- Kriminal davranış anlık (immediate) bir tatmini sağlar. Bu nedenle, düşük bir öz denetime sahip olan bireylerin maddi olarak anlık haz veren şeylere yönelmeleri veya tahrik edici çevreye karşı daha fazla eğilim göstermeleri, onların temel özellikleri olarak öne çıkmaktadır. Düşük denetime sahip olan bireylerin bu çerçevede en belirgin özellikleri “burada ve şimdi” (here and now) tutumuna sahip olmalarıdır. Yüksek bir öz denetim düzeyine sahip olanlar ise bunların aksine, geçici ve anlık zevkleri erteleyebilme becerisini gösterebilmektedirler. 366 Kriminolojide Yeni Yönelimler... 2- Kriminal davranışlar, arzuların/isteklerin basit ve kolay (easy or simple) bir tatminini sağlar. Bu çerçevede düşük bir benlik olgusuna sahip olan bireyler; belirli bir iş veya mesleğe sahip olmaksızın veya çalışmaktan kaçınarak para veya belirli bir servete sahip olma arzusunu taşırlar. Aynı şekilde bunlar, uzun süreli arkadaşlıklara dayalı bir flört dönemi veya karşılıklı rızaya dayalı bir ilişki oluşturmaksızın cinsel bir deneyimi yaşama/seks yapma isteğine sahip oldukları gibi, her hangi bir sorunun çözümü için mahkeme sürecini beklemeksizin bir intikam alma eylemi içine girme eğilimini taşırlar. Bu özellikler bu kuramda, düşük bir benliğe sahip olan bireylerin temel karakteristikleri olarak anlatılmaktadır. Bununla ilintili olarak düşük bir benlik/öz denetimine sahip olan bu bireyler, çalışkanlık, kararlılık veya dayanaklılık açısından da olumsuz bir görünüm sergilemektedirler. 3- Suç davranışları; heyecan, risk veya tahrik edici v.b duygusal hazlar içeren eylem biçimidir. Aynı şekilde suç davranışları; gizlilik (stealth), tehlike (danger), hız (speed), çevik/tetikte olma (agility), hile (deception) ve güç (power) gibi özellikleri içermektedir. Bu nedenle, öz-denetimden yoksun olan bireyler; macera ve güç tutkusuna sahip olma eğilimini taşımaktadırlar. Yüksek düzeyde öz denetime sahip olanlar ise, davranışlarında genelde tedbirli ve bilinçli olmayı hedeflemektedirler. 4- İşlenen suçlar sayesinde elde edilen maddi kazanç veya duygusal tatminlik kısa erimlidir. Suç işleyerek elde edilen servet, bir iş sahibi olma veya kariyer yapma duygusu ve kazancı ile eş anlamda değerlendirilemez. Daha da kötüsü suçlu olmak; uzun vadede bir iş sahibi olma, evlenme, arkadaş edinme gibi faktörler ve süreçler üzerinde olumsuz etkiler yapmaktadır. Düşük bir öz denetime sahip olan bireyler bu nedenle istikrarsız evliliklere, arkadaşlıklara ve bir iş profiline sahiptirler. Bu çerçevede onların, uzun erimli mesleksel fırsatlarla olan ilgililerinin çok az olduğu görülmektedir. 5- Suçlar düşük düzeyde bir beceri veya planlanmayı (little skill or planning) gerektirir. Bir çok suç türünü işlemek için gerekli olan bilişsel gereksinim, minimal düzeydedir. Ayrıca, öz-denetimden yoksun olan bireyler, bilişsel değer veya akademik bir başarıya sahip olma gereksinimi duymazlar. Çünkü, bir çok suç için gerekli olan el becerileri bir profesyonellik gerektirmemektedir. Aynı şekilde düşük bir benliğe sahip olan bireyler, bir meslek için gerekli olan çıraklık bilgisine veya becerilerine bile sahip değildirler. 6- Suçlar çoğunlukla mağdur açısından acı veya rahatsızlık vermekle (pain or discomfort) sonuçlanmaktadır. Mağdur açısından ortaya çıkan servet kaybı, vücudun belirli bir yerinin yaralanması veya darp edilmesi, özel dokunulmazlığın ihlal edilmesi ve güvensiz bir duygu halinin oluşması gibi yaşanan olumsuz sonuçlar, düşük bir benliğe 367 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) sahip olan suçlu insanların ben-merkezli/bencil, endişe duymayan, umursamaz (indifferent) veya başkalarının acısına ve ihtiyacına duyarsız olduklarını göstermektedir. Bu kişilik özelliklerine sahip olan düşük benlikli insanların, her zaman şefkat duygusu duymayan (unkind) veya anti sosyal bir kişiliğe sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Aksine onlar cazip anlık ve kolay yollardan ulaşılabilen ödülleri keşfetmişlerdir. 7- Suç işlemek, anlık bir zevk veya tatmin duyma duygusu ile de alakalıdır. Bu aynı zamanda düşük bir benliğe sahip olan veya öz denetimden yoksun olan bireylerin suç niteliğinde olmayan bazı eylemlere ve geçici zevklere yöneldikleri anlamına da gelmektedir. Bu çerçevede suçlular genelde sigara içme, uyuşturucu kullanma, kumar oynama, evlilik dışı yollardan çocuk sahibi olma ve yasadışı/gayri meşru seks gibi davranışlara eğilimli olurlar. 8- Çoğu suçların temel faydası sadece zevk duygusu ile sınırlı değildir. Bir anlık kızgınlık (irritation) veya tahrik sonucunda, bireyde oluşan bir rahatlık duyma duygusu ile de ilişkili olabilir. Bir barda yabancı biriyle alay edilmesi veya azarlanması, çoğunlukla fiziksel bir saldırı için tahrik edici bir neden olarak görülmektedir. Bu örnek, kızgınlıkla işlenen bir eylemin akabinde gerçekleşmesi umulan bir rahatlama duygusunun varlığını göstermektedir. Düşük bir benliğe sahip olan bireyler, kızgınlık yaratabilecek eylemlere karşı daha az toleranslıdırlar. Bu durum düşük bir benliğe sahip olan bireylerin, saldırganlık gibi fiziksel bir tarzı seçmelerinin yanında sorunun şiddet içermeyen bir çözümünü gerçekleştirme yeteneğinden de yoksun oldukları anlamına gelmektedir. 9- Bazen de suçlular, fiziksel bir şiddet eylemine maruz kalmaktadırlar. Bir şiddet eylemine maruz kalabilme riski, suçlular açısından fiziksel olarak yaralanma veya acı duyma şeklinde gerçekleşmektedir. Bu durum, düşük bir benliğe sahip olan bireylerin fiziksel bir acıya toleranslı bir eğilim içinde oldukları veya fiziksel acıya karşı umursamaz oldukları anlamına gelmemektedir. Bu fiziksel acıya dayanıklılık veya acıyı umursamazlık durumu, öz- kontrol düzeyi nasıl olursa olsun, bireylerin suç işlemeye daha eğilimli hale gelmelerini ifade etmektedir. 10- İşlenen tüm suç davranışları, her zaman bir ceza alma ile sonuçlanmamaktadır. Diğer bir deyişle, suç işlemek herkes için aynı derecede bir ceza riski anlamına gelmemektedir. Suçlunun konumu burada önemlidir. Kısacası, suçlular risk alma açısından da farklılaşmaktadırlar. Özetle belirtirsek, düşük bir benlik kavramı ve suçlulukla ilişkili unsurları şu şekilde belirtmek mümkündür: İçgüdüsellik (impulsive), duygusuzluk (insensitive), fiziksel risk alma (risk-taking), kısa görüşlülük (short-sighted), maceraya düşkünlük, suç 368 Kriminolojide Yeni Yönelimler... mağdurlarının acı ve ızdıraplarına ilgisizlik, düşük düzeydeki gayret, bencillik, istikrarsızlık (evlilik, arkadaş ve iş bağlamında) ve şiddete eğilimli olmak (Gottfredson ve Hirschi, 1996: 39-41; Barlow, 1993: 575-576). Aynı şekilde onlara göre, bu özellikler alkol kullanma, kaza yapma, sigara içme, evden ve okuldan kaçma gibi çoğu suç olmayan davranışları da içerdiği için, suç düşük bir benlik kontrolünün otomatik ve zorunlu sonucu değildir. Diğer bir deyişle, bir çok suç ve suç benzeri davranışların düşük benlikli bir denetime sahip olan bireyler tarafından işlenmekte olduğunu öngörmek için her hangi bir kuramsal temel yoktur (Barlow, 1993: 576). Görüldüğü gibi bu kuramın suç ve suçluluğu açıklama çerçevesinde; hem suçun doğasına (güç kullanma veya sahte yollarla çıkar elde etmek için bir fırsatı içermesi) hem de öz- denetime (bireylerin söz konusu çıkarları elde etmede güç kullanma veya sahte yollara veya suça eğilimli olmaları) ilişkin değişkenlerin etkisi üzerinde odaklaşmaktadır (Barlow, 1993: 576-577). Gottfredson ve Hirschi, düşük düzeydeki benlik-denetiminin temel kaynağı olarak yetersiz veya eksik bir sosyalleşme biçimini görmektedirler. Özellikle çocuk yetiştirmeye ilişkin ebeveynsel yetersizlik (ineffective parenting) kavramına ilişkin önemli saptamalar yapmaktadırlar. Bu temel faktörden ayrı olarak, Gottfredson ve Hirschi genelde, düşük bir benlik denetimini; yetersiz sosyalleşme, ebeveyn suçluluğu, ebeveynlerin denetleme veya gözetleme biçimleri, okul, evlilik ve iş gibi denetleyici ve bağlayıcı kurumların etkileri çerçevesinde analiz etmektedirler. Ancak, onlara göre çocukluğun ilk dönmelerinde oluşan düşük benlik oluşumunun, gençlik ve yetişkinlik gibi yaşamın ileriki dönemlerinde giderilmesinin oldukça güç göründüğünü ifade etmektedirler. Bir anlamda öz- denetim, yaşam boyunca görece durağan (stable) bir nitelik sergilemektedir. Diğer bir deyişle; çocukluk döneminde gerçekleşen yetersiz sosyalleşme biçimi ve aile yapısıyla ilgili yaşanan olumsuzluklar, bireyin gelecek yaşamında oldukça olumsuz sonuçlar yaratacaktır (Gottfredson ve Hirschi, 1990:97-108; Barlow, 1993: 576-577; Akers, 1999:91). Bu suçluluk modelinde, aile temel belirleyici kurum olarak görünmektedir. Burada, okul ve diğer kurumlar da düşük bir benliğin oluşumunda önemli olmasına karşın, hiçbir unsur aile kurumunun yerini tutamamaktadır. Gottfredson ve Hirschi’nin formüle ettikleri bu suç modelinde, klasik rasyonel tercih kuramının varsayımlarını bir başlangıç noktası olarak aldıkları görülmektedir. Çünkü, bu modelde suçun büyük ölçüde, bireye zevk veren bir eylem biçimi olarak tanımlanmış olması, rasyonel tercih kuramını çağrıştırmaktadır. Onlar, işlenen çoğu suçların bir yeltenmeler/teşebbüsler olduğunu savunurlar. Onlara göre suçlular, özel uzmanlık, teknoloji ve organizasyon gerektiren tasarlanmış ve becerikli eylemler 369 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) sergilemektedirler. Aynı şekilde, kriminal davranışlar; görece kolay ve basit, az beceri ve planlamayı gerektiren, heyecan verici, risk, ve tahrik edici unsurlar içeren eylemlerdir. Gottfredson ve Hirschi’ye göre suç davranışını diğer benzer davranışlardan farklılaştıran husus, suç davranışının bir hile veya güç kullanmayı içermiş olmasıdır. Güç kullanma ve hile yapmak ise, anlık bir tatminlik duymayı sağlar (Barlow, 1993: 575). Bu kuramın diğer suç kuramlarından ayırt edici özelliği, suç ve suçluluğu önemli ölçüde düşük bir benlik denetim (low self-control) kavramı üzerinden analiz etmeye çalışmasıdır. Bu kuram neredeyse, suç işleme ile düşük bir benlik denetimine sahip olmayı eş anlamlı görmektedir. Oldukça komplike bir özellik sergileyen ve bu nedenle interdisipiliner ve hatta multi-disipliner bir açıklama düzeyini gerektiren bir olgunun bu denli sınırlı unsur ve/veya unsurlar ile çözümlenilmeye çalışılması, kurama yöneltilebilecek önemli bir eleştiri noktasını oluşturmaktadır. Bu kuramın, suçluluğu özellikle yaşamın ilk dönemlerindeki ebeveynsel yetersizlik ve yetersiz sosyalleşme gibi ailesel unsurların yol açtığı düşük benlik denetimi ekseninde çözümlemesi, kuramın detirminist bir yan taşıdığı izlenimini de vermektedir. Oysaki, kuramcılar “benlik denetimi ile suçluluk arasındaki ilişkinin determinist olmadığını” (Katz, 1999)’ belirterek, kuramın daha çok olasılıkçı (probabilistic) bir yapı sergilediğini dile getirmektedirler. Yinede söz kousu kuramın, yaşamın ilk döneminde ortaya çıkan bu düşük öz denetimin, yaşamın sonraki dönemlerinde gerçekleşecek suçluluğun habercisi olarak görülmesi ve kuramın, kriminal fırsatların sabit bir özellik gösterdiğini öngörmesi, kuramın görece deterministik bir nitelik taşıdığı kuşkusunu ortadan kaldıramamaktadır. Bu suçluluk modeli ayrıca, suçlu davranışın özellikle “kişi düzeyindeki” bir açıklamasını sunmaktadır. Suçluluktaki temel motive edici gücün (motivating force), “düşük benlik denetimi” kavramı ile sınırlandırılarak, özellikle suç işleme açısından uygun bir hedefin veya fırsatın olup olmaması gibi bağlamsal/durumsal unsurlar göz ardı edilmiştir. Oysa, bu bağlamsal faktörler ile mağdur eğilimleri/özellikleri de suçun işlenmesinde önemli bir yere sahiptir. Bu kuramda sadece, bir suçluyu hile yapmaya veya güç kullanmaya yönelten durumsal ve kişisel özellikler üzerinde durulmuştur. Ayrıca Gottfredson ve Hirschi geliştirdikleri kuramı, tüm zamanlarda ve tüm suç türlerini açıklayan bir genel suç kuramı olarak savunmaktadırlar. Bu nedenle, onlara göre herhangi bir suç türüne özgü spesifik bir kuramın geliştirilmesine gereksinim yoktur. Ayrıca onlar, bir bireyin herhangi bir suç türünden başka bir suç türüne veya suç olmayan davranışlardan (alkol kullanma v.b) suç davranışına geçişleri açıklayacak yeterli düzeyde bir fırsat faktörü analizi yapmamışlardır. Aynı şekilde onların kuramı, sosyal ve kültürel 370 Kriminolojide Yeni Yönelimler... unsurların suç oranının yüksek ve düşük düzeyde gerçekleşmesinde ne düzeyde bir etki yapıp yapmadığı konusunda da bir açıklama getirememektedir. Diğer önemli bir eleştiri de tüm suç türlerini; örneğin, zimmete para geçirme, adam öldürme v.b suçları, tek bir modelle ve benzer süreçlerle açıklamışlardır ( Barlow, 1993: 578). Aker’in de işaret ettiği gibi bu kuramsal yaklaşım, bireyin suç işler hale gelmesinde veya düşük bir benlik denetiminin oluşumunda akran grubunun etkisini görece yadsımaktadır (Akers, 1999:91). Bu kuramın değerlendirmesi bağlamında son olarak; suç ve suçluluğun sadece anlık tatmin, heyecan veya macera arayışı gibi unsurlarla açıklaması oldukça yetersiz bir açıklama olduğunu söylemek mümkündür ve bu nedenle “suçun genel bir kuramı” iddiasını taşıyan bir modelin özellikle kültür, işsizlik, yoksulluk, ülkedeki egemen ceza politikası v.b suçun yapısal kaynaklarını görmezlikten gelmesi gibi yönleriyle eleştiriyi hak etmektedir. 2.5. Sampson ve Laub: Yaşam Seyri Teorisi (Life – Course Theory) Kriminolojideki yeni yönelimlerinden biri de, Sampson ve Laub (1993) tarafından geliştirilen kuramdır. Bu kuram, enformel sosyal kontrolün yaş katmanlarının yaşam seyri (life course) teorisi olarak da anılmaktadır. Sampson ve Laub (1993), “enformel sosyal kontrolün yaş katmanları” teorisini; suçluluğun gelişimsel seyrini ve yaşam istikameti üzerinde uyuşturucu kullanmanın kapsamlı bir açıklamasını sunmak için geliştirmiş olduklarını belirtmektedirler. Sampson ve Laub, ilk çocukluk döneminde kendini gösteren anti sosyal davranış ile gelecekteki suçluluk veya erişkin (adult) suçluluk arasında çok güçlü bir ilişkinin olduğunu savunmaktadırlar (Mazerolle, 200: 193). Onlar, kuramlarını büyük ölçüde sosyal kontrol ve ekoloji teorisi üzerine inşa etmişlerdir (Williams III ve McShane,1999: 278). Sampson ve Laub tarafından geliştirilen bu kuram, üç önemli temayı içermektedir . 1. Yoksulluk v.b yapısal faktörler, bireylerin sosyal bağlarının gelişimini etkilemektedir. Örneğin; yoksulluk, anne ve babaların ebeveynlik görevlerini yapmalarını (parenting) ve diğer aile ilişkilerinin gelişimini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu olumsuzluklar daha sonra bireylerin okula olan bağlılıklarının zayıflamasına yol açarak onların suçluluğa katılma olasılığını artırmaktadır. 2. Sampson ve Laub, anti sosyal davranıştaki durağanlığın (stability) hayat boyu devam ettiğini savunmaktadırlar. Bu nedenle, bireyin gelecekte herhangi bir suç eylemini işlemesi veya uyuşturucu kullanmasının en belirgin göstergesi, geçmiş yaşamındaki sapkın tutumlara olan katılımında veya anti sosyallik durumunda aranmalıdır. Diğer bir deyişle, erişkin sapkınlık veya suçluluk, ergenlik ve ilk çocukluk döneminde 371 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) gerçekleştirilen sapkın davranışlar ile güçlü bir biçimde ilişkilidir. 3. Bireyin anti-sosyal yapısının veya suçluluk eğilimliğinin giderilmesi ve toplumsal değer ve normlarla uyumcu bir yapı ortaya koyabilmesi, bireyin çocukluk döneminde deneyimlediği enformel sosyal destek koşuluna bağlıdır. Bir anlamda, geleneksel sosyal denetim veya enformel sosyal sermaye sayesinde bireyin kriminal yapısı giderilebilir. Bu çerçevede onlar, eşler arasında güçlü bağların gelişmesi (güçlü bir aileye sahip olma gibi) ve bir iş sahibi olma/ona katılma ve istikrarlılık faktörlerinin, bireylerin topluma katılmalarında ve toplumla uyumcu bir yapı ortaya koymalarında büyük ölçüde etkide bulunmaktadır. Ergenlik (adolesans) ve erişkin (adult) dönemlerde, anti sosyal kişilik özellikleri sergileyen bireylerin, yukarıda sözü edilen faktörler sayesinde toplumla örtüşen davranışlar sergileyebilmeleri mümkündür (Mazerolle, 200: 193). Sampson ve Laub, Glueck’in 1950 yılında 500’ü suçlu ve 500’ü de suçlu olmayan 1000 çocuğu 32 yaşına gelinceye kadar izlediği çalışmasına ait verilerinden hareketle, geleneksel suçluluk pratiklerinin erişkin (adult) yaşamındaki suçluluğu öncelediğini saptamışlardır. Böylece onlar, zaman değişiminin (zaman üzerinde meydana gelen değişmelerin) suçluluğu açıklamada önemli bir birleşen olduğu sonucunu çıkardılar: Onlara göre, suçluluk deneyimi dinamik bir unsurdur. Buna rağmen, enformel sosyal denetimin suçluluk deneyimi üzerinde görece bir etkiye sahip olduğu belirtilmektedir. Sampson ve Laub’a göre, istikrarlı bir işe sahip olmak, erişkin suçluluğun azalmasında önemlidir. Diğer bir deyişle özellikle iş, eğitim ve aile gibi sosyal bağların farklı yapıları, suçun yaşam seyrini/yörüngesini değiştirir ve yaşamın farklı noktalarında farklı etkiler yapmaktadır. Bu unsurlar, suç davranışını azaltmaya neden olduğu gibi aynı şekilde, bu bağların zayıflaması veya yıkılması durumunda da istikrarsızlaştırıcı bir unsur olarak yaşam seyrinin bir kısmı üzerinde olumsuz etkide bulunur. Yaşam olaylarına ilişkin bu dinamik yaklaşım üzerindeki odaklar, teoride hayati bir öneme sahiptir (özellikle, okul ve biyolojik yaşın etkisi, istikrarlılık ve değişim, insan eylemi, arkadaş takımı ve bireyin geçirdiği tarihsel süreç). Sampson ve Laub’un yaşam seyri kuramı, dinamik bir teori ve uzunlamasına (longitudinal) bir araştırmayı savunma biçimi olarak, günümüzde giderek popülaritesini arttırmaktadır (Williams III ve McShane,1999: 278). Sampson ve Laub tarafından geliştirilen suçluluk modelinin en önemli varsayımlarında biri, iyi bir aile ve istikrarlı bir işe sahip olmanın, bireyi suç işlemekten alıkoyabileceğini var saymasıdır. Çok sayıda araştırmacı, Sampson ve Laub’unun suçluluk modelinden hareketle yeni yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu araştırmaların çoğunluğu, suçlulukla ilintili olarak 372 Kriminolojide Yeni Yönelimler... değişim süreci ile suçlu davranışın terk edilmesi üzerine odaklaşmıştır. Bundan ayrı olarak, Sampson ve Laub’un kendi araştırmaları, sadece uyuşturucu kullanma davranışı üzerine odaklaşmamıştı. Bu kuram davranışın genel bir teorisi olarak formüle edilmişti. Ancak, çoğu araştırmacı, bu kuramı özellikle uyuşturucu kullanma davranışının analizinde kullanmışlardır (Bkz: (Mazerolle, 200: 194). White ve Bates ile Esbensen ve Eliott , uyuşturucu kullanma suçunu işleyenler üzerinde yaptıkları araştırmalarda, uyuşturucu kullanmaya son verenlerin veya uyuşturucuyu bırakanların, evlenmiş ve hatta çocuk sahibi olduklarını saptamışlardır (Mazerolle, 200: 195). Sonuç olarak Sampson ve Laub’un (1993) yaş sınıflandırmalı (age graded) teorisi, sosyal kontrol teorisinin daha geliştirilmiş bir versiyonunu temsil etmektedir. Çünkü bu kuram, suç kariyerindeki istikrar ve değişim sürecinin önemine vurgu yapmaktadır (Mazerolle, 200: 196). Bu kuramın diğer önemli bir özelliği, bireylerin suç davranışını terk etmeleri veya suç davranışına yeniden yönelmelerini gelişimsel bir süreç içersinde ele almış olmasıdır. Sampson ve Laub (1993) tarafından geliştirilen enformel sosyal kontrolün yaş sınıflandırmalı teorisi, gelişimsel olarak uygun bir müdahale için çok sayıda fırsatları içermektedir. Özellikle bu teori, çocukların olumlu bir biçimde sosyalleşmelerinde oldukça önemli olan ebeveyn eğitiminin geliştirilmesi ve ergenlik döneminde geleneksel kurumlara yönelik bağlılıklarının sağlanmasında etkilidir ve uygun programların geliştirilmesi yönünde önemli katkılar sunmaktadır. Sonuç olarak, eşe ve istikrarlı bir işe bağlılığın/sahipliliğin bireyin suç yörüngesine girmesini büyük ölçüde engellediği ifade edilebilir (Mazerolle, 200: 200) SONUÇ Kriminoloji disiplini içersinde yer alan geleneksel suç kuramlarının birbiriyle karşılaştırılması veya birbiriyle rekabet eder tarzda ele alınmaları yönündeki tutumların önemli ölçüde gereksiz bir çaba olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü, suç teorileri genelde, suç olgusunun farklı unsurları, süreçleri veya düzeyleri üzerinde odaklaşmaktadırlar. Kriminolojinin burada yapması gereken şey, suç kuramlarını tutarlı bir bütün içerisinde organize etmek olmalıdır. Suç ve suçluluğu açıklamaya yönelik olarak daha önceden geliştirilmiş olan kuramlar, sınırlı açıklama potansiyelleri ve içerdikleri yetersizlik nedeniyle son zamanlarda çok ciddi bir biçimde eleştirilmektedir. Bu çerçevede, günümüzde çok sayıda 373 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) suç araştırmacısının, yeni teori inşa etme çabası içinde yoğun bir mesai harcadıkları gözlemlenmektedir. Bu çabalar içerisinde en dikkat çekeni, çok sayıda suç kuramının veya kuramlara ilişkin varsayımların/kavramların yeni bir suçluluk modeli altında birleştirilmesi/uzlaştırılması girişimleridir. Kriminoloji alanında formüle edilen bu yeni yaklaşımlar, bütünleşik/tümleşik (integrated) suç kuramları olarak nitelendirilmektedir. Bütünleşik suç kuramlarının en belirgin karakteristiği, suç ve suçluluk olgusunu çok sayıda değişken veya faktör ekseninde çözümlemeleridir. Bu nedenle bütünleşik suç kuramlarını, suçluluğun bütüncül birer perspektifleri olarak görmek mümkündür. Ancak, bu kuramların, önceki kuramlara kıyasla daha fazla sayıda değişkeni analiz unsuru olarak ele almaları, onların suçluluğun tüm boyutlarını veya görünümlerini ortaya koyduğu anlamına gelmemektedir. Kuramsal bir formülasyon olarak da böyle bir tanımlama çabası mümkün değildir. Bu nedenle bütünleşik suç kuramlarının, suç olgusunu çok sayıda değişken etrafında irdelemelerine rağmen, yine de bu modelleri suçun mükemmel kuramları olarak görmek mümkün değildir. Bununla birlikte, bu kuramların suçu açıklama potansiyelleri açısından geleneksel kuramlara olan üstünlükleri tartışılamaz. Suç ve suçluluk olgusunun tek bir model veya kuramsal çatı altında ele alınmasını güçleştiren en önemli engel, önemli ölçüde hem suç olgusunun karakteristiğinden hem de suçlu profillerinin farklılık göstermesinden kaynaklanabilmektedir. Çünkü adam öldürme, zimmete para geçirme, tecavüz etme veya hırsızlık yapma suç örneklerinde de görüldüğü gibi, suçların çoğu birbirlerinden farklı nedenlerle işlenmektedir. Aynı şekilde, suçluların profilleri ve özellikle onların suçluluk deneyimleri de görece değişkenlik arz etmektedir. Bu, suçluluğun arkaplan (background) ve ön aşamasına (foreground) ilişkin faktörlerinin, her koşulda benzerlik göstermediği anlamına gelmektedir. Bu nedenle çok sayıda suç türünün olması veya suç işleyenlerin farklı sosyo-kültürel, ekonomik, demografik, psikolojik ve biyolojik özelliklere sahip olmalarının, suç olgusunun bütüncül bir kuramının oluşturulmasını güçleştirmektedir denilebilir. Bu yaklaşım çerçevesinde, suç ve suçluluğa ilişkin bazı unsurların bir model altında tanımlanmasını olanaklı kılan belirli düzeylerde müşterekliğin varlığına karşın, suçluluğa ilişkin bireysel düzeyde bazı deneyimlerin/görünümlerin de farklılık arz ettiğini belirtmek gerekmektedir. Özellikle, suçun sosyal yapı ve sosyal süreç çözümlemelerini, bir kuramsal çerçevede uzlaştırmak oldukça güçtür. Bu bağlamda, suçun bireysel ve toplumsal görünümlerinin/niteliklerinin bir birbirinden farklılık gösterdiği de bir gerçektir. Bu da suçun tekil bir modelinin inşa edilmesini imkansız kılmaktadır. Bu çerçevede Braithwaite (1989:104 )’ın “…işsizlik bireysel suçlulukta güçlü bir gösterge iken, yüksek işsizlik oranına sahip olan toplumların yüksek suç oranlarına sahip 374 Kriminolojide Yeni Yönelimler... olmalarının zorunlu olmadığını gösteren açık kanıtların olduğunu” belirtmesi, suçluluğun bireysel düzeydeki görünümlerinin, toplumsal düzeydeki görünümleri ile aynı anlama gelmediğinin de açık bir ispatı olmaktadır (Barlow, 1993:570). Bu, suçun çok daha komplike bir fenomen olduğu ve çok farklı düzey görünümüne sahip olduğu yönündeki yaklaşımları daha da haklı kılmaktadır. Bu nedenle suç ve suçluluk olgusunun çözümlenmesi çok sayıda bütünleşik suç modellerini gerekli kılmaktadır. Bu araştırmada dikkat çeken en önemli hususlardan biri, sosyal öğrenme ve sosyal kontrol kuramlarının tümleşik kuramlar için en sık kullanılan teori özelliklerini taşımış olmalarıdır. Bu da Williams III ve McShane (1999) de işaret ettikleri gibi, 1970 ile 1980 yılların en popüler iki teorisi olan sosyal kontrol ve sosyal öğrenme teorilerinin, entegre kuramlar için ilk aday kuramlar içersinde yer aldığı anlamına gelmektedir. Bu araştırmada ele alınan tümleşik suç kuramlarına genel olarak bakıldığında, suç ve suçluluk nedenlerinin veya kaynaklarının genellikle “yetersiz sosyalleşme”, “ebeveyn yetersizlikleri” “aile yapısı” ve “zayıf sosyal bağlılık” gibi kavramlar üzerinden çözümlendiği görülmektedir. Bu tespit, Williams III ve McShane (1999)’inin da, “yeni teorilerdeki en popüler yönelimin aile ve çocuk yetiştirme uygulamaları/pratikleri üzerindeki odaklaşma olduğu” şeklinde ileri sürdürdükleri yaklaşım ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu nedenle, onlar sosyal kontrol teorilerinin - sosyal kontrol düşüncesini de içeren bütünleştirici kuramlar- hala popülerliğini devam ettirdiği görüşünü paylaşırlar. (Williams III ve McShane,1999:270). Bu durum da bir anlamda, tümleşik suç kuramlarının daha çok muhafazakar bir yönelime içkin oldukları anlamına gelmektedir. Einstadter ve Henry (1995:304)’ın dikkat çektikleri diğer bir husus da, bir araya getirilen teorilerin ekserisi, toplumsal düzeydeki makro yaklaşımlardan çok, bireysel düzeydeki mikro kuramlar olmasıdır. Bu araştırmada ele alınan bütünleşik suç kuramlarının, disipliner (sadece sosyoloji bilimine ilişkin değişkenlerle sınırlı olması) yaklaşımı aşamadığı görülmektedir. Oysaki, günümüzde suç ve suçluğun bütüncül veya genel çözümlemelerine yönelik olarak formüle edilecek modeller, multi-disipliner (suç ve suçluluğun sosyoloji, psikoloji veya antropoloji gibi disiplinler tarafından farklı yönlerinin/boyutlarının çözümlenmesi) ve interdisipliner (suçluluğun sosyal bilimler, doğal bilimler, ve insan bilimleri gibi farklı alanlardan elde edilen değişik bilgilerini bütüncül bir tarzda ele alınması) olmak zorundadır. Özetle, son zamanlarda kriminolojik literatür ve araştırmalarda bir cazibe unsuru haline gelen tümleşik/bütünleşik suç kuramlarının, geleneksel suç kuramlarına kıyasla suç ve suçluluğu daha iyi çözümlemelerine karşın, yine de bu kuramları suçun eksiksiz ve 375 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) eleştirisiz modelleri olarak görmek mümkün değildir. Ancak yinede de bu kuramları, oldukça komplike bir özellik sergileyen suç olgusunu, birden fazla değişken ekseninde analiz etmiş olmalarını, kriminoloji disiplininde kayda değer ve önemli bir gelişme olarak görmek gerekmektedir. KAYNAKÇA Adler, Freda , Gerhard O.W. Mueller ve Williams, S. Laufer, (1995), Criminology, McGraw-Hill, ABD. Akers, Ronald L., (1999), Criminological Theories: Introduction and Evaluation, Fitzroy Dearborn pub., Chicago , London. Barak, Gregg (1998), Integratıng Criminologies, Allyn and Bacon USA. Barlow, Hugh D., (1993), Introduction to Criminology, Harper Collins College Pub.,USA. Beirne, Piers ve James Meesserschmıdt, (1991), Criminology, Harcourt Brace Jovanovıch Pub., USA. Braithwaite, John, (1989), Crime, Shame and Reintegration, Cambridge Univ. Pres,USA. Bohm, Robert M., (1997), A Primer on Crime and Delinquency, Wadsworth Pub.,USA. Bonn, Robert L., (1984), Criminology, Mc-Grw-Hill Pub., New York. Conklin, John J., (1989) Criminology, Macmillan, New York. Elliott, Delbert S., Suzanne S. Aegeton, Rachelle J. Canter, (1999), “An Integrated Theoretical Perspective on Delinquent Behavior”, Youthe Crime, Deviance And Delinquency, Vol. 1 (Edit: Nigel South), Ashgate Pub., Aldershot Einstadter, Werner, Stuart Henay, (1995), Criminological Theory: Analysis Of Its Underlying Assumptions, Harcourt Brace College Publisher, USA. Hagan, John, (1985), Modern Criminology: Crime, Criminal Behavior, And Its Control, McGraw-Hill Hay, Carter, (2001), “An Exploratory Test of Braithwaite’s Reintegrative Shaming Theory”, Journal of Research in Crime and Delinquency Vol.38, 132-153, Sage Pub. Hirschi, Travis ve Michael,Gottfredson, (1988), “Towards A General Theory of Crime”, Explaining Criminal Behaviour: Interdisiplinary Approaches, (Edit: Wouter Buıkhuısen ve Sarnoff A. Mednick), Library of Congress Cataloging-in- Publication, Netherlands. Gottfredson, Michael R. ve Travis Hirschi, (1990), A General Theory of Crime, Stanford University Pres, Stanford. Gottfredson, Michael R. ve Travis Hirschi, (1996), “Criminality and Low Self-Control”, New Perspectives in Criminology (editor: John E.Conklin), Allyn and Bacon, USA. İçli, Tülin G., (1998), Kriminoloji, Bizim Büro basımevi, Ankara. 376 Kriminolojide Yeni Yönelimler... Katz, Rebecca S., “Building the Foundation for a Side –by- Side Explanatory Model: A General Theory of Crime, the Age- Graded Life Course Theory, and Attachment Theory” Western Criminonlogy Review 1. (http://wcr.sonoma.edu.tr/v1n2/katz.html). Kennedy, Leslie W. ve David R. Forde, ( 2000), “Review of When Push comes to Shove: A Routine Conflict Approach to Violence”, Journal of Criminal Justice And Popular Culture, 7(3). Lilly, J.Robert, Francis T.Cullen ve Richard A.Ball, (1995), Criminological Theory: Context and Consequences, Sage Pub.,London. Livingstone, Jay, (1996 ), Crime ve Criminology, Prentice – Hall, U.S.A. Mazerolle, Paul, (200), “Understanding Illicit Drug Use: Lessons From Developmental Theory”, of Crime and Criminality: The Use of Theory in Everyday Life (Editor Sally S. Simpson), Pıne Forge Pres, Thousand Oaks, California. Merton, Robert K., (1968), Social Theory and Social Structure, Free Press, New York. Miethe, Terance D., ve Meier Robert F., (1994), Crime and its Social Context, State University of New York Press, Albany. RockK, Paul, (1997), “Sociological Theories Of Crime”, The Oxford Handbook of Criminology, (Edited: Mike Magurie, Rod Morgan, Robert Reiner), Oxford Univ. Press, United State. Siegel, Larry J., (1989), Criminology, West Publishing Company, USA. Sutherland, Edwin H., (1939), Principles of Criminology, Univ. Of Chicago Press, Chicago. Tierney, John, (1996), Criminology, Prentice Hall Pub. London. Vagg, Jon, (1998), “Delinquency and Shame: Data From Hong Kong”, British Journal of Criminology , v.38. p247. Williams III Frank ve McShane, Marilyn D., (1999), Criminological Theory, Perentice Hall, USA. Zhang, Sheldon X, ( 1995 ), “ Measuring Shaming in Ethnic Context”, British Journal of Criminology, 35, N. 2. 377 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 378 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 379-384, ELAZIĞ-2005 ELAZIĞ/BAHÇECİK YAZITI VE URARTU EYALET SİSTEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER The Inscription of Elazığ/Bahçecik and Some Observations About Urartian Province System Veli SEVİN Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Van. [email protected] ÖZET Palu-Kovancılar-Mazgirt-Elazığ bölgesi, başka bir ifadeyle Fırat’ın doğu kesimi Urartu Krallığı döneminde büyük bir önem taşıyordu. Bölge başkent Tuşpa’dan atanan valilerce yönetilmiştir. 1987 yılında Elazığ-Karakoçan Bahçecik Köyü’nde yeni bir Urartu yerleşme yeri tesbit edilmiştir. Bu yerleşmede 1990’da bir Urartu yazıtı ele geçmiştir. Yazıt yöredeki yerleşme, idari birimler ve bazı eyalet yöneticilerinin isimlerini vermektedir. Alzi adını taşıyan eyalette Titia, Zaia ve Siplia adlı idarecilerin isimleri kaydedilmektedir. Anahtar Kelimeler: Yazıt, Urartu, Eyalet, Alzi. ABSTRACT Palu-Kovancılar-Mazgirt and Elazığ region, namely the eastern side of Euphrates river, was very important in the period of Urartu Kingdom. The region was managed by administrator who had been settled by Capital Tushpa. A new Urartian settlement had been discovered in Elazığ-Karakoçan-Bahçecik Village in 1987 and a new Urartian inscription had been discovered in this new settlement in 1990. This inscription gives information about settlements and administrative units and names of administrators of region. As the names of administrators of Alzi Province Titia, Zaia and Siplia had been written on this inscription. Key Words: Inscription, Urartu, Province, Alzi. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1987 yılında Elazığ ilinin Karakoçan ilçesine bağlı Bahçecik köyünde yeni bir Urartu yerleşme yeri saptandı (Sevin 1988a; 1988b; 1989;1991). Burası Bingöl'ün 35 km. güneybatısında ve ünlü Urartu merkezi Palu'nun (eski Şebeteria) 30 km kadar kuzeydoğsundadır. Kalıntılar ise köyün hemen kuzeyindeki alçak bir sırt üzerinde ve eteklerindedir. 500 m. kadar kuzeydoğusunda Demir Çağ tabakaları içeren bir höyük (Bahçecik I) yükselir (Sevin 1987: 8, res. 22/1-7). Bahçecik Urartu yerleşmesinde, sırt üzerine kurulmuş, 63 X 10 m. boyutlarında, dikdörtgen planlı bir yapı dikkati çeker. Çeşitli mekanlara bölünmüş bulunan bu yapı plan olarak Urartu konaklama istasyonları/kervansaraylarına benzer. Burası, gerçekten de Bingöl ve Palu üzerinden Fırat kıyılarına doğru uzanan önemli bir karayolu sisteminin üzerindeki konumuyla bir kervansaray/menzilhane olabilecek özelliklere sahiptir (Sevin 1988a; 1988b; 1989; 1991). Nitekim 1985-1987 yılları arasında bu satırların yazarı tarafından saptanıp incelenmiş bulunan bu yol üzerinde her 25-30 km.de bir Urartu kervansarayları ya da menzilhanelerinin varolduğu belirlenmiştir (Resim 1-4). Günümüze yalnızca taş temelleri ulaşabilmiş olmakla birlikte, dikdörtgen planlı bu yapı da daha önce Urartu uygarlığından bilinenlere benzemektedir. Söz konusu yapının 100-150 m. kadar güneyindeki düzlükte, iri taşlara oyulmuş, üzerinde “V” harfine ve “?” işaretine benzeyen bazı işaretler bulunan ve Urartu kültürüne özgü kaya parçaları dışında başka bir kalıntı görülmez (Resim 5). Böylelikle Bahçecik’in Urartular döneminde bir yerleşme yeri olarak kullanıldığı belirlenmiştir. Bahçecik köyünde 1990'lı yılların başlarında Elazığ Müzesi uzmanları bir Urartu yazıtının varlığını saptadılar. Bazalt bir dikdörtgen blok üzerine Urartu çivi yazısıyla yazılmış bulunan bu kitabe modern bir köy evinin duvarı üzerinde ikincil malzeme olarak (şpolyen) kullanılmıştı. Bugün Elazığ Müzesi’ne taşınmıştır (Resim 6)1. Alt sağ yanı ve en alt bölümü kısmen kırık olan blok 59 cm. yüksekliğinde, 90 cm genişliğinde ve 30 cm. kalınlığındadır. Üzerinde 12 satır Urartu çivi yazısı bulunmaktadır. Satır aralıkları 4.5 cm’dir. 7.- 12. satırlar kısmen kırıktır. İlk satırda yazılı bulunan Urartuca “i-ni Esu-si-e” yani “bu su-si evi” ifadesinden, söz konusu bazalt bloğun, muhtemelen kule biçimli bir tapınağın cephesine ait olduğu açıktır. Bu türde bir Urartu tapınağının en güzel örneği Van yakınlarındaki Çavuştepe Kalesi’nde görülebilir. Yazıtın çevirisi: 1 Eserin müzeye naklini sağlayan müze eski müdiresi, değerli dostum Ülker Ardıçoğlu’na teşekkürü zevkli bir görev sayarım. 380 Elazığ/Bahçecik Yazıtı ve Urartu Eyalet Sistemi... Efendi Haldi’ye Argişti oğlu Sarduri bu susi ve hem de kaleyi kusursuz olarak inşa ettirdi. Sarduri söyler ki: Vali Zaia(ni)’yi Melitene kentine kadar,Qu(maha) kentine kadar, Ar(me) ülkesinin Nihiria kentine kadar (ve) Haşime ülkesine kadar yönetici olarak atadım. Haldi’nin büyüklüğüyle ?..................... Anlaşılacağı üzere, Urartu çivi yazısıyla kaleme alınmış olan kitabe esas olarak Elazığ’ın Bahçecik köyü yöresinde, Argişti oğlu Sarduri yani Urartu kralı II. Sarduri (M.Ö. 760-730) döneminde “Sardurihinili" adıyla yeni bir kale kurulduğunu; baş tanrı Haldi için bir tapınak inşa edildiğini ve ülkenin batı/güneybatı ucundaki bir eyalete yeni vali atandığını anlatır. Burada karşımıza, modern bir köy evinin temelinde kullanılmış olan bazalt yazıtın buraya nereden taşınmış olduğu sorunu çıkmaktadır. Çünkü Bahçecik’teki kalıntıların Sardurihinili adını taşıyan bu kentle ilişkili olması hemen hemen imkansız gibidir. Bu türde alçak ve küçük bir tepe üzerine bir Urartu kule tapınağının inşa edilmiş olması mümkün değildir. Zaten tepedeki mimarlık kalıntıları da böyle bir tapınaktan çok yalnızca bir konaklama istasyonunun varlığına işaret etmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere, Bahçecik yalnızca bir konaklama istasyonu/kervansaray görünümündedir. Kral adları taşıyan Urartu resmi yazıtları ise hemen hemen daima büyük idari ve askeri merkezler civarında bulunmaktadır. Bu nedenle bazalt bloğun Bahçecik köyüne yakındaki bir başka yerden taşınmış olması mümkündür. Ancak, bugünkü bilgilerimize göre, bu yörede Palu Kalesi dışında, başkaca büyük bir Urartu tesisinin varlığı henüz saptanabilmiş değildir. Buna karşılık önemli yollar üzerindeki, Bahçecik’tekine benzer bazı konaklama istasyonlarının büyük kalelerin yakınına inşa olunduğu bilinmektedir. Van-Çavuştepe ve onun 500 m. kadar batısındaki Çermik buna en iyi örnektir (Erzen 1978: 29, res. l3; Sevin 1989). Bu nedenle ileriki yıllarda Bahçecik yöresi ve yakın çevresinde henüz belirlenmemiş önemli bir Urartu kalesinin keşfi pek sürpriz sayılmamalıdır. Bahçecik yazıtında, batıda Melitene (Malatya-Arslantepe)’den başlayıp güney ve güneydoğuya doğru uzanan bir kısım ülke ve kent adları geçmektedir. Bunlardan en iyi bilineni, Malatya yakınlarındaki Arslantepe ile eşitlenen Melitea-Melitene’dir. Yazıtta, ne yazık ki kırık olarak geçen, Qu.....ülkesinin adı olasılıkla “Qumaha” olarak tanımlanabilir. Bu da Adıyaman bölgesindeki, başkenti Samosata (Samsat) olan ve Klasik Çağ’da Kommagene denen krallığın Urartular dönemindeki adıdır. Daha sonra anılan Arme ülkesi ve Nihria kentinin Diyarbakır civarında ve Dicle nehrinin kuzeyinde yer aldığı düşünülebilir. Sami kökenli Aramiler’e ait şehir devletlerinin yayıldığı bölgede yer alan 381 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) bu ülke ve krali kenti Nihria’nın Diyarbakır’ın kuzeydoğusunda, Güneydoğu Toroslar’ın güney etekleri üzerindeki Ergani ve Hazro arasına lokalize edilmesi mümkündür. Bahçecik yazıtı, eski Van Şehri’ndeki Surp Pogos Kilisesi’nde bulunmuş Urartu kitabesi (UKN no. 156) ile Kömürhan’daki, şimdi Karakaya Baraj Gölü’nün suları altında kalmış olan, Habibuşağı/İzoğlu kayalıklarına kazılmış (van Loon 1974) yazıtla aynı zamanda, Van Kalesi’nin kuzeydoğu ucundaki, aynı krala ait Analıkız-Hazine Kapısı yazıtından önce kaleme alınmış olmalıdır. Bu yazıtlarda Urartu kralı II. Sarduri Malatya Krallığı’na ait, Fırat’ın doğusundaki Hazani, Yaurahi, Tumeişki, Wasini, Maninui, Aruşi, Qulbitarrini, Taşe ve Meluiani adlı 9 kaleyi ele geçirdiğini ve Fırat’ı geçen ilk kral olma onurunu kazandığını anlatır. Urartu kralı II. Sarduri’nin M.Ö. VIII. yüzyılın ortalarına doğru Malatya kralı Hilaruada’yı tam bir denetim altına alması ile sonuçlanan bu seferden sonra, Fırat’ın Malatya’ya karşı olan doğu kıyıları, Habibuşağı/İzoğlu (eski Tumeişki, Klasik Tomisa), Kaleköy, Maltepe, Haroğlu ve nihayet Harput gibi irili ufaklı karakollarla güçlendirilmişti (Sevin 1987; 1988a; Köroğlu 1996: 24 vd). Nitekim Van Kalesi’ndeki Hazine Kapısı yazıtında Malatya’dan hiç söz edilmeden daha güneyde, Fırat’ın batı kıyısı üzerindeki Qumaha (Klasik Kommagene) ülkesine ilk kez gidildiği, göl kıyısındaki Halpa (Adıyaman-Gölbaşı yöresi) ile Wita ve Parala gibi kentlerin ele geçirildiği; Kummuhu (Kommagene) kralı Kustaspili'nin haraca bağlandığı anlatılır (UKN no. 155). Anlaşıldığına göre Bahçecik yazıtı kral II. Sarduri ve müttefiklerinin Asur hükümdarı III. Tiglathpileser (M.Ö. 745-727) karşısında M.Ö. 743 yılında aldıkları büyük yenilgiden önceki, Urartu gücünün doruk noktasında olduğu bir zamanda yani M.Ö. VIII. yüzyılın ortalarında kaleme alınmıştır. Yazıtın ilginç yönlerinden biri de, Zaia(ni) adıyla yeni bir Urartu eyalet valisinden bizzat söz edilmesi ile görevlendirildiği eyaletinin sınırlarının çizilmiş bulunmasıdır. Urartu Krallığı’nın genellikle merkezden atanan valilerce yönetilen bir eyalet sistemine sahip olduğu bilinmekle birlikte, resmi Urartu yazıtlarında, hükümdarın gücü ile Devletin gücü özdeşleştirilmiş olduğundan, kral dışında şahıs adlarının kullanımı yok denecek kadar azdır. İlginçtir ki, yine bu bölgeye ya da biraz daha kuzeyine II. Sarduri’nin dedesi Minua (M.Ö. 810-785/80) tarafından Titia adlı bir vali atandığını bilmekteyiz (Schaefer 1973/74). Titia’nın eyaleti hakkında fazla bilgi yoksa da, bu eyaletin en azından, Minua’nın kazdırtmış olduğu Palu yazıtında belirtilen Huzana (Hozat civan) ve Supa (Klasik Sophene) yani bugünkü Elazığ bölgelerini kapsamış olması mümkündür (Resim 6). Üzerinde vali Titia’nın adı bulunan Urartu yazıtı, Bahçecik’in ancak 30 km. kadar kuzeybatısındaki Bağın’dan gelmektedir. Bu durumda Titia ile Zaia adlı valilerin aynı eyaleti mi, yoksa farklı eyaletleri mi yönettikleri sorunu ile karşı karşıyayız. 382 Elazığ/Bahçecik Yazıtı ve Urartu Eyalet Sistemi... Gerek Bağın ve gerekse Bahçecik’in hemen güneyinde, Arsania (Murat) Irmağı kıyısında, Urartu kralı Minua (M.Ö. 810-785/80) döneminden beri büyük bir Urartu merkezi olduğu anlaşılan Palu kalesi yer almaktadır. Kalıntılar buranın önemli bir eyalet merkezi olduğuna işaret etmektedir. Özellikle kayalığın çok dik olan kuzeybatı yüzüne kazılmış bulunan anıtsal kaya mezarları burada soylu-yönetici bir sınıfın varlığının en açık kanıtlarıdır (Sevin 1994) (Resim 6-7). Bu durumda, eğer Bahçecik ve Karakoçan civarında bir başka büyük Urartu merkezi yoksa, gerek Titia ve gerekse Zaia’nın Palu'da oturmuş valiler oldukları düşünülebilir. Bununla birlikte Urartular’a ait Bağın Kalesi ile Munzur suyu üzerinde, Tunceli’ye bağlı Burmageçit köyündeki kale ve buradaki tahrip edilmiş bir oda-mezardan ele geçirilen Minua yazıtIı tunç eserler (Yıldırım 1989; 1991; Belli 1993) Titia için daha kuzeybatıdaki farklı bir eyalet merkezine de işaret ediyor olabilirler. Gerçekten de bu yörede yeni kurulan kentin adının Sardurihinili olarak belirtilmiş olması ilk ihtimalin pek mümkün olmadığına işaret ediyor gibidir. Çünkü Palu kayalıkları üzerine Minua’nın kazdırtmış olduğu Urartuca yazıtta ülke ve kent beraberce Şebeteria olarak adlandırılmıştır (Resim 6). Bu durumda Urartu ülkesinin batı ucunda birbirine yakın birkaç sınır eyaletinin var olmuş alabileceği ihtimali akla gelmektedir. Ancak Urartu eyalet sistemi hakkında fazla bir şey bilinmediğinden bu konuda şimdilik daha ileri bir öneride bulunmak doğru olmaz. Buna karşılık Urartu idare sisteminde kral Minua’dan torun Sarduri’ye değin geçen 20-30 yıllık sürede Urartu eyalet yönetimi ve sınırlarında yeni düzenlenmelere gidilmiş olabileceğidir. Nitekim gerek güneydeki Asur İmparatorluğu ve gerekse Urartu Devleti’nde zaman içinde bazı idari reformlara gidildiği ve hatta yeni eyaletlerin kurulup, bazılarındaysa sınır düzenlemelerine gidildiği bilinmektedir (Zimansky 1985:91). Bu durumda, eskiden Şebeteria denen eyalet ve şehrin adının II. Sarduri’nin yeni reformlarından sonra Sardurihinili’ye (Sarduri’nin Şehri) çevrilmiş olması imkan dışı değildir. Hangi ihtimal olursa olsun şurası açıktır ki, Bahçecik yazıtında geçen yeni kurulmuş Sardurihinili büyükçe bir eyaletin başkentiydi. Nitekim yazıtta açıkça Urartu ülkesinin güneybatı ucundaki bir eyaletin sınırları çizilmiş gibidir. Bu eyalet batıda Malatya-Adıyaman'dan Diyarbakır'ın kuzeyine doğru uzanan bir alanı kapsamaktadır. Bu eyaletin, Asur casus raporlarında adı anılan Urartu eyaleti Alzi ile eşitlenmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarında Siplia (ABL no. 444) adlı bir vali tarafından yönetildiği bilinen bu eyaletin başkenti de, Urartu kralı II. Sarduri döneminde Sardurihinili adını almış olan Palu olmalıdır. Böylelikle hakkında çok şey bilinmeyen Urartu eyaletlerinin genişlikleri konusunda ilk kez somut bir bilgiye sahip olunmaktadır. Bahçecik yazıtı bu nedenle ayrı bir öneme sahiptir. 383 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, Osmanlı Dönemi’nde bir bölümüne “Çar Sancak” denen Palu-Kovancılar-Mazgirt-Elazığ yöresi, yani Malatya’ya komşu olan Fırat’ın doğu kesimi Urartu Krallığı döneminde büyük bir önem taşıyor ve başkent Tuşpa (Van)’dan atanan valilerce yönetiliyordu. Alzi adını taşıyan bu eyalette görevlendirilen valilerden üçü, sırasıyla Titia, Zaia ve Siplia adlarını taşıyordu. Yazıtlarda vali adlarının özellikle belirtilmiş oluşu Urartular için istisnai bir durumdur ve bölgenin idari açıdan taşıdığı büyük önem ile ilişkili olmalıdır. KAYNAKÇA ABL: Harper, R.F. 1892,1914: Assyrian and Babylonian Letters 1-9, Chicago. Belli, O. 1993: ‘Der beschriftete Bronzehelm des Königs Menua aus der Festung Burmageçit bei Tunceli”, Aspects of Art and Iconography; Anatolia and its Neighbors, Studies in Honor of Nimet Özgüç (yay.haz. M. J. Mellink et al), Ankara, 61-67. Erzen, A. 1978: Çavuştepe 1, Ankara. Köroğlu, K. 1996: Urartu Krallıgı Döneminde Elazığ (Alzi) ve Çevresi, Istanbul. Schaefer, H. P. 1973-74: “Zur Stele Menuas aus Bağın (Balin)”, Istanbuler Mitteilungen 23/24, 33-37. Sevin, V. 1987: “Elazığ-Bingöl İlleri Yüzey Araştırması 1986”, V. Araştırma Sonunçlan Toplantısı II, Ankara, 1-44. Sevin, V. 1988a: “Elazığ-Bingöl Yüzey Araştınnası”, VI. Araştırma Sonunçlan Toplantısı II, Ankara, 451-500. Sevin, V. 1988b: “The Oldest highway between the regions of Van and Elazığ in Eastem Anatolia”, Antiquity 62, 547-551. Sevin, V. 1991: “The Southwestward Expansion of Urartu: New Observations”, Anatolian Iron Ages II (yay.haz. A. Çilingiroğlu, D. H. French), Oxford, 97-112. Sevin, V. 1994: “Three Urartian Rock-cut Tombs from Palu”, Tel Aviv 21, 58-67. UKN: Melikishvili,G.A. Urartskie Klinoobraznye Nadpisi, Moskwa Van Loon, M. N. 1974: “The Euphrates Mentioned by Sarduri II of Urartu”, Anatolian Studies Presented to H. G. Güterbock on the occasion of his 65th Birthday, (yay.haz. K. Bittel et al), Istanbul, 187-194. Yıldırım, R. 1989: “Elazığ Müzesinde Bulunan Birkaç Urartu Kılıcı”, Fırat Üniversitesi Dergisi (Sosyal Bilimler) 3(2), 279 vdd. Yıldırım, R. 1991: “Urartian Belt Fragments from Burmageçit”, Anatolian Iron Ages 2 (Yay.haz. A.Çilingiroğlu, D.French), Oxford 1991: 131 vdd. Zimansky, P. E. 1985: Ecology and Empire: The Structure of the Urartian State, Chicago. 384 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 385-412, ELAZIĞ-2005 17. YÜZYILIN ORTALARINDA ARAPGİR SANCAĞINDA İSKÂN VE NÜFUS (1643 TARİHLİ AVÂRIZ-HANE DEFTERİNE GÖRE) The Inhabiting And Population of The Sanjaq of Arapgir In The Middle of The 17th Century (According to The Avâriz-Hane Defteri Dated 1643) Enver ÇAKAR Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Elazığ. Füsun KARA Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Elazığ. ÖZET Bu çalışmada, 17. yüzyıl iskân ve nüfus çalışmalarının vazgeçilemez temel kaynaklarından olan bir avârız-hane defteri esas alınmak suretiyle, Arapgir sancağının 1643 tarihindeki iskân ve nüfusu tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu defterdeki bilgiler gösteriyor ki, 17. yüzyılda Sivas eyaleti sancakları içerisinde yer alan Arapgir 1643 yılında Arapgir ve Eğin olmak üzere iki ayrı kazaya taksim edilmiş olup, toplam olarak 2 kasaba ile 111 köy bu kazalar dahilinde yer almaktaydı. Bölgenin nüfusunda zaman içerisinde önemli değişmeler meydana gelmiştir. Arapgir ve Eğin kazalarının nüfusu 17. yüzyıla gelindiğinde önemli oranda artış gösterdiği gibi, bundan sonraki dönemlerde de sürekli olarak artmıştır. Fakat, I. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik zorluklardan dolayı cazibesini kaybettiğinden nüfusunun önemli bir kısmı büyük şehirlere göç etmiştir. Anahtar Kelimeler: Arapgir, Eğin, sancak, kaza, nahiye, iskân, nüfus. ABSTRACT This article explains the inhabiting and population of the Sanjaq of Arapgir in 1643 as using basically the registers of Avariz-hane which are one of the main sources for the studies of the inhabiting and population in the seventeenth century. The informantions in this register indicates that Arapgir was in the sanjaqs connected with the province of Sivas in the seventeenth century and in 1643 it was divided into two districts which had 2 towns and 111 villages. The population of this region had a rather important changing in the course of the time. The population of the qadas of Arapgir and Egin had a sharp increase and in the following years this sharp increase continued. But after World War I, because of the economic troubles This region lost it’s attraction and the most of the population of Arapgir and Egin migrated to the big cities. Key Words: Arapgir, Egin, sanjaq, qada, district, inhabiting, population. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Giriş Avârız-hane defterlerinin incelenmesi iskân ve demografi tarihimiz açısından büyük önem taşımaktadır1. Zira, mufassal olarak düzenlenmiş olan bu çeşit defterler sayesinde bir eyalet veya sancağı teşkil eden kazaların idarî bölümleri (mahalle ve köyleri) ile bu idari bölümlerden her birinin yetişkin erkek nüfusunu tespit edebilme imkânına sahip bulunmaktayız. Çalışmamızın temel kaynağını teşkil eden Avârız-hane Defteri Başbakanlık Arşivi Kâmil Kepeci Tasnifi Mevkufat bölümünde 2600 numarada kayıtlı bulunmaktadır. Rum vilâyeti Defterdarı Murad Efendi tarafından 1053/1643 yapılan tahririn neticelerini ihtiva eden bu defterin tamamı 10 sayfa olup, 1 ve 10. sayfaları boştur. Bu defterde, Arapgir sancağının mahalle ve köylerinde oturan ve vergi mükellefi olan şahısların adları fert fert gösterilmemiş, sadece sancak dahilindeki yerleşim birimlerinin adları ve toplam vergi nüfusları ile avârız-hanesi miktarları verilmiştir. Ayrıca, nüfusun dinî ve etnik menşei hakkında da bilgi verilmemiştir. Bundan dolayı, sancak dahilindeki iskân yerlerinin inanç yapısını sadece bu defterdeki verilerden hareketle tespit edebilmek mümkün değildir. Fakat, bunu aydınlatacak başka kaynaklara sahip olmamız işimizi oldukça kolaylaştırmaktadır. Bu kaynaklardan ilki Başbakanlık Arşivi’nde Maliyeden Müdevver Defterler Tasnifi’nde 435 numarada kayıtlı bulunan 1052/1642 tarihli Arapgir Sancağı Cizye 1 Avârız ve avârız-hâne defterleri ile ilgili çalışmalar için bkz. Ömer Lütfî Barkan, “Avârız”, İslam Ansiklopedisi (=İA), II, s. 13-19; Halil Sahillioğlu, “Avârız”, TDV İslam Ansiklopedisi (=DİA), IV s. 108109; Linda T. Darling, Revenue-Raising and Legitimacy. Tax Collection and Finance Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, Leiden, 1996; Aynı yazar, “Avarız Tahriri: Seventeenth and Eighteenth Century Survey Registers”, Turkish Studies Association Bulletin, 10 (1986), s. 23-26; Avdo Suçeska, “Die Entwicklung des Besteuerung durch die ‘Avariz-i divânîye und die Tekâlif-i örfiye’ im Osmanchen Reich wahrend des 17th und 18th Jahrunderts”, Sudost Forschungen, 27 (1968), s. 89-130; Rifat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler, IV, Ankara, 1993, s. 15811613; Bruce McGowan, “Osmanlı Avarız-Nüzül Teşekkülü 1600-1830”, VIII. Türk Tarih Kongresi Ankara 11-15 Ekim 1976, II, Ankara, 1981, s. 1327-1332; Oktay Özel, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (der. Halil İnalcık, Şevket Pamuk), T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, 2000, s. 35-50; Aynı yazar, “17. Yüzyıl Osmanlı Demografi ve İskân Tarihi İçin Önemli Bir Kaynak: Mufassal Avârız Defterleri”, XII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 12-16 Eylül 1994, Kongreye Sunulan Bildiriler, III, Ankara, 1999, s. 735-743; Feridun M. Emecen, “Kayacık Kazasının Avârız Defteri”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 12 (1981), s. 159-170; Mehmet Ali Ünal, “1056/1646 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”, Belleten, LI/199 (Ankara, 1987), s. 119-129; Mustafa Öztürk, “1616 Tarihli Halep Avârız-hâne Defteri”, OTAM, 8 (Ankara, 1997), s. 249-293; Münir Aktepe, “XVII. Asra Ait İstanbul Kazası Avârız Defteri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, III (1957), s. 109-137; Enver Çakar, “XVII. Yüzyıl Haleb Eyaleti Avarız-Hane ve Cizye Defterleri”, Birinci Orta Doğu Semineri (Kavramlar, Kaynaklar ve Metodoloji), (Elazığ, 29-31 Mayıs 2003), Bildiriler, Elazığ, 2004, s. 337-344 386 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… Defteri’dir. Bu defterde ise Arapgir sancağını teşkil eden Arapgir ve Eğin kazalarının mahalle ve köylerinde oturan gayr-i Müslimlerin cizye nüfusu verilmiştir. Defterdeki kayıtlardan anlaşıldığına göre, bu cizye tahriri de, 1053/1643 tarihli Avârız-hane Defteri gibi, Rum Eyaleti Hazine Defterdarı Murad Efendi tarafından yapılmıştır. Tamamı 44 sayfa olan bu defterin 2-4. sayfalarında kaza, kasaba ve nahiyelerin cizye nüfusu icmâl (özet) olarak verildikten sonra, 14-40. sayfalarında cizye nüfusunu teşkil edenler, bulundukları mahalle ve köylere göre fert fert gösterilmiştir. Söz konusu defterin 1, 3, 512 ve 41-44. sayfaları boştur. Çalışmamızda yerleşim yerlerinin dinî ve etnik yapısını tespit etmek maksadıyla kullandığımız başka bir defter de Başbakanlık Arşivi’nde bulunan 64 numaralı ve 1518 tarihli Tahrir Defteri’dir. Bu defterde, mahalle ve köylerde oturanların adları fert fert gösterildiği için, hangi köylerin Müslim ve hangilerinin de gayr-i Müslim olduklarının tespiti hususunda oldukça önemli bir kaynaktır. Yine, 1530 tarihli Tahrir Defteri de çalışmamızda kullandığımız diğer önemli bir kaynaktır2. Bu defterde köylerin adları ve vergi nüfusları yer almakla birlikte, 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde olduğu gibi, nüfusu teşkil eden fertler gösterilmemiştir3. Arapgir ve Eğin’in iskân ve nüfusu ile ilgili bugüne kadar yapılmış muhtelif çalışmalar olmakla birlikte, bunlar daha ziyade bu bölgelerin 16. yüzyılı ile 19. yüzyılını kapsayan çalışmalardır4. 17. yüzyıl ile ilgili herhangi bir çalışmanın bulunmamasından dolayı, söz konusu bölgelerin bu ara dönemdeki iskân ve nüfusunun aydınlatılması hususu ayrı bir önem kazanmaktadır. Bu cümleden olarak, 1643 tarihli Avârız-hane Defteri esas alınmak suretiyle, Arapgir sancağındaki iskân yerleri ile bunların nüfusu bu çalışmamızın temel konusunu teşkil etmektedir. 2 3 4 Bu defter, Başbakanlık Arşivi tarafından yayınlanmış olup, defterin tarihi 1530 olarak gösterilmiştir (998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab ve Zü’l-Kâdiriyye Defteri (937/1530) I, Dizin ve Tıpkıbasım, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1998). Fakat, defterde herhangi bir tarih yer almadığı için bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Yaygın olan kanaat ise söz konusu defterin 1523 tarihli olduğudur (Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara, 1998, s. 5) Bu iki defterde yer alan Arapgir sancağı ile ilgili kısımlar, Reyhan Özcan tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak çalışılmıştır (bkz. Reyhan Özcan, 1518 (H. 924) ve 1522-1523 (H. 928-929) Tarihli Arabgir Sancağı Tahrir Defterleri (Transkripsiyon ve Değerlendirme), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2000) Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, OTAM, 13, Ankara, 2003, s. 91-125; Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), İstanbul, 2003; Reyhan Özcan, Aynı tez. 387 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) I. ARAPGİR SANCAĞININ İDARÎ YAPISI VE COĞRAFÎ SINIRLARI Arapgir bölgesi, İran ve Bizans hakimiyetlerinden sonra, 11. yüzyıl sonlarında Selçuklular’ın ve 15. yüzyıl başlarında da Timurlular’ın hakimiyetine geçmiş, Yavuz Sultan Selim’in İran seferi sırasında 1515 yılında ise Osmanlı topraklarına katılmış5 ve Diyarbekir Beylerbeyiliği’ne dahil edilmiştir6. Nitekim, 1522 yılında Arapgir sancağı idarî bakımdan Diyarbekir Beylerbeyiliğine tabi olup, bu zamanda Kara Mustafa Bey adlı bir sancakbeyinin yönetiminde bulunuyordu7. Aynı idarî yapı 1527 yılında da devam etmekteydi8. Arapgir sancağını 1548 yılında bu defa Rum (Sivas) eyaleti sancakları arasında görmekteyiz9. 1631 yılında Ahmed Bey’in idaresinde bulunan Arapgir sancağı yine Sivas adıyla da bilinen Rum eyaletine tabi idi10. 1653 yılında Sofyalı Ali Çavuş tarafından hazırlanan Kanunnâmede de Arapgir, Sivas eyaleti sancakları arasında yer almaktadır11. 1846 yılında Harput eyaletinin kurulmasına kadar bu idarî statüsü devam eden Arapgir12, bu zamanda Eğin kazası ile birlikte, Harput sancağına dahil edilmiştir13. 1876 yılında Ma‘muratü’l-Aziz Mutasarrıflığı’nın kurulmasıyla Ma‘muratü’l-Aziz sancağına, 1878 yılında Ma‘muratü’l-Aziz Vilayeti’nin kurulmasıyla da bu yeni vilayetin sınırları içerisinde yer almıştır14. Arapgir’in Osmanlı döneminde hazırlanan ilk tahrir defterinden anlaşıldığına göre, 1518 yılında sancağın Dağ-ili15, Eğin16, Ak17, Söğüt-Abad18, Ağın19 ve Meşkir20 olmak 5 Yusuf Halaçoğlu, “Arapkir”, DİA, 3, s. 328; Besim Darkot, “Arapkir”, İA, I, s. 553 Nejat Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyiliğinin İlk İdarî Taksimatı”, Tarih Dergisi, 23 (İstanbul, 1969), s. 27, 32 7 Enver Çakar, “Kanuni Sultan Süleyman Kanun-nâmesine Göre 1522 Yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12/1 (Elazığ, 2002), s. 281 8 Metin Kunt, Sancaktan Eyalete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstanbul, 1978, s. 130 9 Feridun M. Emecen-İlhan Şahin, “Osmanlı Taşra Teşkilâtının kaynaklarından 957-958 (1550-1551) Tarihli Sancak Tevcih Defteri I”, Belgeler-Türk Tarih Belgeleri Dergisi, XIX/23 (Ankara, 1999), s. 53-122 10 Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı (H. 1041/M. 1631-32 tarihli bir idarî taksimat defteri)”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı, Ankara, 1963, s. 216 11 Midhat Sertoğlu, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, İstanbul, 1992, s. 30 12 Arapgir sancağı 18. yüzyılın ilk yarısında Sivas eyaleti sancakları arasında yer almaktaydı (bkz. Orhan Kılıç, 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti’nin İdarî Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ, 1997, s. 54). 4 Şubat 1735 tarihinde Arapgir sancağının mukataatı Gümüşhane’ye ilhak olunmuştur. 13 Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ, 1999, s. 30 14 Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, s. 35-36 15 Başbakanlık Arşivi (=BA),Tahrir Defteri (=TD), nr. 64, s. 679, 694-695, 697, 705 16 BA, Aynı defter, s. 684 17 BA, Aynı defter, s. 691, 693, 699 18 BA, Aynı defter, s. 694 19 BA, Aynı defter, s. 703, 706, 713 20 BA, Aynı defter, s. 708 6 388 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… üzere 6 nahiyesi vardı. Fakat, söz konusu defterde çoğu köylerin hangi nahiyelere tabi oldukları zikredilmediği için, bu konuda kesin bir tespitte bulunmak pek mümkün olmamaktadır. Arapgir sancağında bu zamanda toplam olarak 1 şehir (nefs-i Arapgir) ile 118 köy ve 13 mezraa yer almaktaydı21. 1530’da ise Arapgir sancağında 1 kaza (Arapgir kazası) ve 1 şehir (nefs-i Arapgir) ile kaza dahilinde toplam olarak 153 köy ve 61 mezraa yer alıyordu22. Fakat, bu defterde köylerin nüfusunu teşkil eden fertler ismen yazılmayıp sadece toplam sayıları hane ve mücerred olarak verildiği için, hangi köylerin Müslüman ve hangilerinin gayr-i Müslim olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Ayrıca, köylerin tabi olduğu nahiyeler de zikredilmemiştir. 1643 yılında Arapgir sancağı Arapgir ve Eğin olmak üzere iki kazadan meydana geliyordu. 1518 tarihli Tahrir Defteri’nde yer alan Dağ-ili, Ak, Söğüt-Abad, Meşkir ve Ağın adlı nahiyeler bu zamanda artık mevcut olmayıp, bunlardan Ağın ve Meşkir Arapgir nahiyesinin iki ayrı köyünü teşkil etmekte idiler23. Sancağın kazaları olan Arapgir ve Eğin’in her biri kaza merkezi olan bir kasaba ile onun çevresinde yer alan ve aynı ismi taşıyan bir nahiyenin teşkil ettiği muhtelif sayıdaki köylerden müteşekkildi. Dolayısıyla, sancak merkezi olan Arapgir kazası Arapgir kasabası ile Arapgir nahiyesinden, Eğin kazası da Eğin kasabası ile Eğin nahiyesinden meydana geliyordu24. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasından sonra Arapgir ve Eğin’in yer aldığı bölgenin idarî yapılanmasında önemli değişiklikler meydana geldi. Eğin’in adı kasaba halkının isteği üzerine 21 Ekim 1922’de Bakanlar Kurulu’nun kararıyla Kemaliye olarak değiştirildikten sonra, 1926’da Malatya iline, 11 Mayıs 1938 tarihli kanunla da Erzincan iline bağlandı25. Arapgir kazası 1928’de Malatya iline bağlandıktan26 sonra 16. ve 17. yüzyıllarda Arapgir kazası köylerinden olan Ağın27 da 1954 yılında müstakil ilçe yapılarak Elazığ iline bağlandı28. Yine, 17. yüzyılda Eğin kazası köylerinden olan İliç29, 1938’e kadar Kemaliye’ye bağlı bir bucak merkezi iken, bu tarihte demiryolunun İliç’den 21 BA, Aynı defter, s. 676-713 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101 23 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 4 24 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 2-7 25 Erdoğan Akkan-Metin Tuncel, “Kemaliye”, DİA, 25, s. 237 26 Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 95 27 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93; BA, TD, nr. 64, s. 682; BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 4 28 Erdal Karakaş Merkezi Fonksiyonları Açısından Ağın-Arapkir ve Kemaliye İlçeleri, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ, 1996, s. 89 29 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 7 22 389 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) geçmesi üzerine, Kuruçay kaza merkezi İliç’e taşınarak burası yeni kurulan ilçenin merkezi olmuştur30. Bu gelişmelerden sonra bölgenin köy dağılımı da yeniden düzenlenmiş, 17. yüzyılda Arapgir kazasını teşkil eden köylerin önemli bir kısmı Elazığ’ın bir ilçesi olan Ağın’a, bir kısmı da Malatya’nın bir ilçesi olan Arguvan ile yine Elazığ’ın ilçelerinden olan Keban’a dahil edilirken, bazı köyler de 1974 yılında hizmete girmiş olan Keban Baraj Gölü’nün altında kalmıştır31. Eğin’in bir kısım köyleri ise yine Erzincan’a tabi bir ilçe olan İliç’e bağlanmıştır. Öte taraftan, 17. yüzyılda Arapgir sancağını teşkil eden kazaların ve sancak sınırlarının belirlenmesi de tarihi coğrafyamız açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Bu cümleden olarak, 1643 yılında Eğin kazasının sınırları kuzeyde bugünkü İliç ilçe merkezini de içine alarak Karasu nehrine dayanıyordu. Bu nehrin öte tarafında ise Kemah sancağı arazisi yer alıyordu. Bugünkü Kemaliye’nin Başpınar bucağı ve köyleri 1643’de Eğin kazasına tabi değildi. Eğin’in doğusundaki Halmüge ve Sarı adlarını taşıyan çaylarla Eğin kazası ve Arapgir sancağından ayrılan bu bölge Çemişgezek sancağı arazisi içerisinde yer alıyordu32. Arapgir kazası ise Malatya’nın bugünkü Arapgir ilçesinin tamamı ile Arguvan ilçesinin bir kaç köyünü ve Elazığ’ın bugünkü Ağın ilçesinin tamamı ile Keban ilçesinin birkaç köyünü içine aldığı gibi, kuzey sınırı da bugünkü Kemaliye ilçesinin Dutluca bucağını tamamen içine alarak kuzey-doğu istikametinde Karasu nehri ile buraya akan Olukman çayına kadar uzanıyordu. 1643 yılında Arapgir sancağının doğu sınırı Karasu (Fırat) nehrine dayanıyordu ve nehrin öteki yakasında Çemişgezek sancağı arazisi yer almaktaydı33. Fırat nehri Keban’ın kuzeyinde bir yay çizdikten sonra güneye doğru akmaya devam ettiği için, bu arada, bugün Keban ilçesine tabi olan Denizlü (Denizli) ve Nimri (Pınarlar) adlı köyleri de içine alarak sancağın kısmen güney sınırını belirliyordu34. Bundan sonra, sancak sınırı kuzeye 30 Cumhuriyetin 50. Yılında Erzincan-1973 İl Yıllığı, Ankara, 1973, s. 43 Mesela, Çam Kıran (Çamgıran), Kohbinik (Ayvacık) ve Behadun (Uzunyol) adlı köyler. 32 Bugünkü Kemaliye ilçesinin Başpınar bucağında yer alan ve 1530’da Çemişgezek sancağına tabi olan köylerin bazıları Vartanik (Başpınar), Halmüge (Aksöğüt), Mamsavud (Balkırı), Tırnik (Buğdaypınar), Ehtasor (Armağan) ve Balasor (Yukarı Umutlu) adlı köyler idi (bkz. 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 129’daki harita) 33 Nitekim, Arapgir sancağının güney-doğu sınırında yer alan ve bugün Elazığ ilinin bir ilçesini teşkil eden Keban 1530 tarihinde Çemişgezek sancağının bir nahiyesi konumunda idi (bkz. 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 172). 34 Nimri’nin güneyinde ve Fırat nehrinin öteki yakasında Kuşcu adlı bir köy var ise de, bu köyün hemen çevresinde bulunan Zeryan (Çevrekaya), Zırkıbaz (Gökbelen) ve Zikrişeyemir (Akçatepe) adlı köylerin 31 390 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… doğru uzanıyor ve bugünkü Arguvan ilçesinin Doydumlu (Doydum) ve Germişi (Ermişli) adlı köyleri de sancak sınırları içinde kalıyordu. Daha ileride, Arapgir sancağının batı sınırı başlıyor ve Çaltı suyunu takip ederek nihayet kuzeyde tekrar Karasu ile birleşiyordu. Çaltı suyunun batı yakasında ise Divriği sancağı arazisi yer almaktaydı. II. ARAPGİR SANCAĞINDA İSKÂN YERLERİ 1. Kasabalar 1.1. Arapgir Kasabası Kesin kuruluş tarihi bilinmeyen Arapgir’in ilk kuruluş yeri bugün sadece bazı kalıntıları bulunan Kale kesimidir. Ne zaman yapıldığı belli olmayan bu kale Göz Deresi’nin Kozluk Çayı ile birleştiği yerde yüksek kayalı bir kesime kurulmuştur. Şehrin gelişimi daha sonra Göz Deresi vadisine doğru olmuş ve muhtemelen 1765 dolaylarında eski yerleşim yerinin 5-6 km. doğusunda yer alan bugünkü mevkiine taşınmaya başlamıştır35. Fakat, Arapgir’in Osmanlı yönetimine girmeden önce de yer değiştirdiği anlaşılmaktadır. Çünkü, ilk tahrir defterinde “Eski Arapgir” adlı 12 “hane” ve 3 “mücerred” (yetişkin bekâr) vergi nüfuslu küçük bir köyün adı geçmektedir36 ki, 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde de yer alan bu köy37 Arapgir’in en eski kuruluş yeri olmalıdır. Arapgir kasabasında zaman içerisinde görülen bu yer değiştirmelerin temel sebebi, kesin olarak bilinmemekle birlikte, daha ziyade, ulaşım yetersizliği ve ekonomik sıkıntılar olarak tahmin edilmektedir38. Arapgir’in 17. yüzyıldaki durumu hakkında bilgi veren Kâtib Çelebi, bir kalesi ve Fırat nehrine kadar uzanan bağ ve bahçeleriyle bol meyvesi olduğundan bahsetmektedir39. 17. yüzyıl seyyahlarından olan Evliya Çelebi de bu kasabanın kuruluşu ve kalesi hakkında kısaca bilgi vermektedir40. 1518 ve 1530 tarihli Tahrir Defterleri’nde Arapgir’in mahalleleri belirtilmemiş41, incelediğimiz defterde yer almaması, bunun 17. yüzyılda Arapgir sancağına tabi olan aynı adlı köy olması ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktadır. 35 Erdal Karakaş, “Arapkir’in Kuruluş ve Gelişmesi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, VIII/1 (Elazığ, 1996), s. 177, 181 36 BA, TD, nr. 64, s. 688 37 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 3 38 Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 100 39 Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 624 40 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, Ahmed Cevdet tab‘ı, İstanbul, 1314, s. 215-216 41 BA, TD, nr. 64, s. 673-676; 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 92; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 54-57 391 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) sadece kasabanın toplam vergi nüfusu “hane” ve “mücerred” olarak gösterilmiştir. Bundan dolayı, Arapgir’in bu zamandaki mahallelerini tespit edememekteyiz. 1643 yılında aynı adlı sancağın merkezi olan Arapgir’in 10 mahalleye taksim edilmiş olduğunu görmekteyiz. Bunlar, Ağca Mescid, Bedürek?, Bükâvel?, Cami‘-i Kebîr, Cami‘-i Seydî Beğ, Emir Yusuf, Kara Babek, Keşiş, Monla Sarı ve Süleyman Beğ adlı mahalleler olup42, Cizye Defteri’nden anlaşıldığına göre, Bedürek, Kara Babek ve Keşiş adlı 3 mahallede gayr-i Müslimler43, diğer 7 mahallede ise Müslümanlar meskûn idi. Tablo-1 Arapgir Kasabasının Mahalleleri ve Vergi Nüfusu (1643) Mahalleler Hane Ağca Mescid 25 Bedürek? 67 Bükâvel? 47 Cami‘-i Kebîr 95 Cami‘-i Seydî Beğ 106 Emir Yusuf 20 Kara Babek 43 Keşiş 83 Monla Sarı 68 Süleyman Beğ 27 Toplam 581 1643’de Arapgir’in nüfus bakımından en kalabalık olan mahalleleri sırasıyla 106 nefer vergi nüfusuyla Cami‘-i Seydî Beğ, 95 nefer vergi nüfusuyla Cami‘-i Kebîr ve 83 nefer vergi nüfusuyla da Keşiş adlı mahallelerdi. En küçük iskân mahalleri ise 20 nefer vergi nüfusuyla Emir Yusuf, 25 nefer vergi nüfusuyla Ağca Mescid ve 27 nefer vergi nüfusuyla Süleyman Beğ adlı mahallelerdi. Arapgir’in bir nüfus icmal defterinde 19. yüzyılın ilk yarısında 2145, 1894 tarihli Ma‘mûratü’l-Azîz Salnamesinde ise 23 mahallesinin olduğunu görmekteyiz. Fakat, 17. 44 42 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 2 BA, Maliyeden Müdevver, nr. 4035, s. 14-17 44 Tahrir Defterleri’nde vergi mükellefi olan “hane” ve “mücerred”in toplamını ifade etmek için genellikle “nefer” tabiri kullanılmıştır. Fakat, incelememize konu teşkil eden 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde böyle bir ayrım yapılmadığından biz buradaki “nefer” tabirini hane olarak kabul ettik. 45 Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 100-101 43 392 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… yüzyıldaki mahalle adlarının hiç biri bu belgelerde yer almamaktadır46. Arapgir’in 17. yüzyılın ortalarında mevcut olan mahalle adları tetkik edildiğinde, isimlerin 3 tanesinin cami ve mescit (Ağca Mescid, Cami‘-i Kebîr, Cami‘-i Seydî Beğ), 2 tanesinin dinî şahsiyet (Monla Sarı ve Keşiş), 5 tanesinin de şahıs adlarına (Bedürek?, Kara Babek, Bükâvel?, Emir Yusuf, Süleyman Beğ) dayandığı görülmektedir ki, bu isimlendirme yöntemi Türk yer adları geleneğine de uygun düşmektedir47. 1.2 Eğin Kasabası Doğu Anadolu bölgesinin batı ucunda Munzur dağlarının batı ucu ile onun batısındaki Sarıçiçek dağları arasında derin bir biçimde gömülmüş olan Fırat nehrinin sağ kıyısında kurulmuş olan Eğin kasabasının nasıl ve ne zaman kurulduğu bilinmemekle birlikte tarihi oldukça eskilere dayanmaktadır. İran ve Pontus hakimiyetinden sonra Romalılar tarafından yönetilen Eğin’in Türk hakimiyetine geçişi Türkiye Selçukluları zamanında olmuştur. Timur istilasının ardından Çelebi Sultan Mehmet döneminde Osmanlı topraklarına katıldıysa da kesin hakimiyeti Yavuz Sultan Selim devrinde Çaldıran Savaşı sonrasında kurulmuştur48. Tablo-2 Eğin Kasabasının Mahalleri ve Vergi Nüfusu (1643) Mahalleler Cami‘-i Cedîd Cami‘-i ‘Atîk Zımmiyân Toplam Reâyâ Vergi Nüfusu 43 35 538 616 Eğin, 1518 tarihli Tahrir Defteri’nde 213 hane, 107 mücerred vergi nüfuslu büyük bir köy olarak geçmektedir49. Bu zamanda Eğin köyünün vergi gelirleri Arapgir sancakbeyinin hasları arasında yer almaktaydı ve söz konusu köyde buğday, arpa, ve pamuk ile çeşitli meyve ve sebzeler yetiştirilmekte, ayrıca burada 6 tane de değirmen (âsiyâb) bulunmaktaydı50. 1530 tarihinde ise Eğin’in vergi nüfusu 200 hane ve 77 46 Arapgir’in 19. yüzyıl ve bugünkü mahalle taksimatı için bkz. Erdal Karakaş, Merkezi Fonksiyonları Açısından Ağın-Arapkir ve Kemaliye İlçeleri, s. 102; Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, göst. yer. 47 Harput örneği için bkz. Mehmet Ali Ünal, “1056/1646 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”, s. 123 48 Eğin’in tarihi hakkında daha fazla bilgi için bkz. Erdoğan Akkan-Metin Tuncel, “Kemaliye”, s. 236-237; Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), T.C. Kemaliye Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını, İstanbul, 1996 49 BA, TD, nr. 64, s. 676-678; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 58-60 50 BA, TD, nr. 64, s. 678; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 60 393 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) mücerredden ibaretti51. Bundan sonraki yıllarda nüfusu sürekli olarak artan Eğin bir kasaba haline getirilerek aynı adla teşkil edilen kazanın da merkezi olmuştur. Nitekim, 1643 yılında kaza merkezi olan Eğin kasabasında 2’si Müslüman ve biri de Hıristiyan olmak üzere 3 mahalle yer almaktaydı. Müslüman mahalleleri Cami‘-i Cedîd ve Cami‘-i ‘Atîk olup52, bunlar da Arapgir kasabasındaki Müslüman mahallelerinde olduğu, Türk ve İslâm geleneğine uygun olarak o yerde bulunan bir ibadet mekânı esas alınmak suretiyle adlandırılmış olan iskân mahalleri idi. 17. yüzyıl seyyahlarından olan Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Eğin’deki çoğu imaretlerin kayalar üzerinde olduğunu, bağlarının Fırat kenarında ve kasabanın aşağı kısmında yer aldığını, kalede ve aşağı şehirde bin kadar toprakla örtülü ev ile yeteri kadar cami ve mescit, üç medrese ve 40 kadar da sıbyan mektebi bulunduğunu zikreder. Ayrıca, Eğin yağının çok meşhur olduğunu, bundan dolayı çarşısının baştan başa yağcılarla dolu olduğundan bahsettiği gibi, halkının çoğunun kemancı yani okçu olmasından dolayı buraya “Kemancılar diyarı” denildiğinden de bahsetmektedir. Yine onun ifadesine göre Eğin kalesi Fırat nehri kenarında ve bir tepe üzerinde bulunmakta olup, dört köşe şeklinde fazla düzgün olmayan basit bir yapıdan ibaretti53. 17. yüzyıldan sonra da büyümeye devam eden Eğin’in mahalle sayısı 18. yüzyılda 54 13’e , 1894 yılına gelindiğinde ise 38’e yükselmiştir55. Buna paralel olarak kasabanın nüfusu da büyük bir artışla 1894 yılında 10.312’ye ulaşmıştır56. 1894’de Eğin kasabasındaki 38 mahallenin 3’ünde Müslüman ve gayr-i Müslimler karışık olarak otururlarken, 10 mahallede sadece gayr-i Müslimler, 25 mahallede de sadece Müslümanlar oturmaktaydı57. 1990’lı yıllarda ise Kemaliye (=Eğin) kasabasının 29 mahallesi bulunmaktaydı58. Eğin’de 17. yüzyılda mevcut olan mahalle adlarını 18. ve 19. yüzyıllarda artık görememekteyiz. 51 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600, s. 5. 53 Evliya Çelebi, Seyahatname, III, s. 215 54 Kenan Ziya Taş, “1760-1817 Yılları Arasında Eğin (Kemaliye) Kazası”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi, XI (1996), s. 138 55 Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), İstanbul, 2003, s. 44-45 56 Ahmet Aksın, Aynı eser, s. 45. 57 Eğin kasabasının mahalleleri ve nüfusları için bkz. Ahmet Aksın, Aynı eser, s. 44-45 58 Erdal Karakaş, Aynı tez, s. 95 52 394 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… 2. Köy ve Mezraalar Nahiyeleri teşkil eden ve Avârız Defterleri’nde “karye” olarak ifade edilen köyler, hemen hemen bütün iktisadî faaliyetleri tarım ve hayvancılığa dayanan iskân yerleridir. Mezralar ise yakın bir köyün ekinliği, yani ziraat edip işlediği yer olabildiği gibi, yörüklerin yani konar-göçer unsurların gelip işledikleri topraklar da olabilirdi59. Bu yerler genellikle köy alanı içinde, fakat tarlalardan ayrı olarak tepeler arasına yayılmış olan sürülebilir küçük alanlar olarak da tanımlanabilir60. Arapgir sancağında 1518’de 118 köy, 13 mezraa61, 1530’da 153 köy, 61 mezraa62, 1643’de de 144 köy ile Arapgir nahiyesinde 5 meskûn mezraa yer almaktaydı63. Bu zamanda mevcut olan köylerin 96’sı Arapgir nahiyesine, 48’i de Eğin nahiyesine tabi idi. 19. yüzyıla gelindiğinde ise Arapgir kazasındaki köy sayısı 15264, Eğin’deki köy sayısı da 101 olmuştur65. Arapgir sancağında 16. yüzyılda mevcut olan köylerle 17. yüzyılda mevcut olan köyler arasında bazı önemli farklılıklar vardır. Meselâ, 1518 ve 1530 tarihli tahrir defterlerinde adları geçen Ağ Mağara, Ak Turlud-ı Köhne Küçük, Arakil, Bağras, Betre, Bidğat?, Biğ Pınarı, Ciğri, Çirkinir?, Eksük, Ermen Bük, Eyücek, Fazıllı, Gahmuci, Haçigel?, Halasi, Hanesi, Haraba, Hepenoz, Hızanik, Holmin, İmsirik, Kaya?, Kâbus?, Kenedur, Kiçik?, Kuyucak, Larsik, Lümişkin, Mağdik, Miranik, Mişi?, Moşki, Mutmura, Paşağı, Puşadı, Ranik, Sirnak?, Suceyin, Sülüklü, Tanusa-i Süfla, Tarpunik ve Yabalu adlı 43 köy 1643 tarihli avârız-hane defterinde yer almamaktadır. Diğer taraftan, 1643’de mevcut olan Arapgir kazasındaki Balluca, Başiklü, Beşadik, Çam Kıran, Çimen, Deregân, Dumanlu, Ehnesti?, Geci, Hatallu, Kâfcı, Mutpur, On Er (Onar), Selamlu, Seyellüce (Behadun), Söğüd Ağacı (Gebelü), Şücaeddin, Yabanlu, Yahyalu ve Yenice adlı 20 köy ile Eğin kazasındaki Bağışdaş, Cobiler (Çöpler), Çaltı, Kendir, Lic, Muşuka, Salihlü, Senahsi ve Ya‘kublu adlı 9 köy de 16. yüzyılda 59 Halil İnalcık, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1987, s. xxıx Wolf Dieter Hütteroth-Kamal Abdulfattah, Historical Geography of Palestine, Transjordan and Southern Syria in the Late 16th Century, Erlangen, 1977, s. 29 61 BA, TD, nr. 64, s. 676-713 62 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101 63 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 2-7 64 Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 114-117 65 Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), s. 31-35. 1892’de Eğin’e bağlı olan köylerin bir kısmı (meselâ, Zabulbar, Yukarı Yabanlu, Yenice, Venk, Vahşin, Tafti, Şıhlar, Sing, Selamlı, Saraycık, Samuka, Orta Yabanlu, Modanlı, Mendirgi, Maşkır, Karapınar, Hadsek, Haskeni, Gemuhu, Eski Arapgir, Ençiti, Ekrek, Dingidar, Cucikân, Balluca, Acuzi, Ağdunud, Ağın, Andırı, Ayuşma, Bademli gibi köyler) 19. yüzyılın başlarında Arapgir kazasına bağlı idi. 60 395 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) mevcut değildir. Ayrıca, Arapgir kazasındaki Harnuşki? ve Çarımlar adlı 2 mezraa 16. yüzyılın başlarında mevcut değildi. Köylerin bir kısmı 16. yüzyılda henüz yerleşme olmadığı için mezraa statüsündedir. Bir kısım köyler ise yeni kurulmuş olabileceği gibi, 17. yüzyılda isim değişikliğine uğramış da olabilir. Meselâ, 1643’de mezraa statüsünde olan Dingidar ve Kara Mağara adlı yerler 16. yüzyılın başlarında köy statüsünde, Söğüd Ağacı, Yenice ve Çaltı (Çaltılu) adlı köyler de 1530’da mezraa statüsünde idiler66. Mezraalar esasen köylerin ekinliği olup, yerleşmenin olması durumunda köy statüsü kazanırlardı67. Fakat, Arapgir nahiyesinde yer alan Çarımlar, Dingidar, Ergin, Harnuşki? ve Kara Mağara adlı mezraaları 1643’de iskân mahalleri olarak görmekteyiz. Bu demektir ki, bu yerler önceleri “mezraa” statüsünde iken sonradan meskûn olmuşlardır. Arapgir sancağında, bazı köyler halkı muayyen bir görevi yerine getirmekle mükellef tutulmuşlardı. Meselâ, 1643’de Eğin kazasındaki 29 nefer vergi nüfuslu Ekrek adlı köy halkı “derbendci” olarak tayin edilmişti68. Bilindiği gibi derbendci olan köyler halkı avârız-ı divaniye ve tekâlif-i örfiye olarak nitelendirilen her türlü vergilerden muaf idiler. Derbendler, stratejik yollar ile hac ve ticaret yollarının güvenliğini sağlamak maksadıyla ıssız olan yerlerde kurulduğuna69 göre, Ekrek adlı köy de muhtemelen stratejik bakımdan önemli olan bir geçitte yer alıyordu. Yine, aynı tarihte 9 nefer vergi nüfuslu Öşnedan (Kekikpınarı) adlı köy halkının da “köprücü” olarak tayin edildiğini görmekteyiz70. Bu köy halkı da muhtemelen bugün Keban Baraj Gölü’ne karışan Mirançayı üzerinde kurulmuş olan bir köprünün bakım ve onarımdan sorumlu idiler. Zira, bu çay üzerinde halen 2 büyük köprü bulunmakla birlikte, bunlar 1848 yılında inşa edilmiştir71. Aşağıdaki Tablo-4’de de görüleceği üzere, 17. yüzyılın ortalarında Arapgir sancağındaki köyler genellikle Müslüman ve Hıristiyan iskân yerleri konumunda olup, köylerin çok az bir bölümü heterojen bir yapıya sahipti. Nitekim, nüfusu Müslüman ve Hıristiyanlardan oluşan köylerin sayısı 1643 yılında 4 olup, bunlar Eğin nahiyesinde yer alıyordu. Bu zamanda sancak genelindeki 144 köy ve 3 mezraanın 115’i yani % 78 gibi büyük çoğunluğu Müslüman, 28’i yani % 19’u da Hıristiyan yerleşim yerleri 66 Bkz. 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 94, 95, 98 Enver Çakar, XVI. Yüzyılda Haleb Sancağı (1516-1566), Elazığ, 2003, s. 64 68 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 6 69 Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı, İstanbul, 1990, s. 9-10; Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (çev. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul, 1994, s. 73 70 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 3 71 Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), s. 684 67 396 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… konumundaydı. Sadece Hıristiyanların oturdukları 28 köyün 13’ü Arapgir nahiyesinde, 15’i de Eğin nahiyesinde yer almaktaydı. Daha gerilere baktığımızda, 1518’de Arapgir sancağında yer alan 118 köyün 75’i (meskûn köylerin % 77’si) Müslüman, 21’i Hıristiyan, 1 tanesi de karışık (Müslüman ve Hıristiyan) nüfuslu köylerdi. Bu zamanda mevcut olan 21 köy ise “viran” yani harap olmuş durumdaydı. Dolayısıyla, 16. ve 17. yüzyıllarda Arapgir sancağında yer alan köylerin büyük çoğunluğunda Müslümanlar meskûndu. 1642 tarihli Cizye Defteri’nden anlaşıldığına göre, Arapgir nahiyesindeki Hıristiyan köyleri Ağın, Anbarge, Ehnesti?, Encirti, Gîrânî, Haskini, Horuc, İn, Küşne, Meşkir, Şebük, Vahşin ve Zabulbar, Eğin nahiyesineki Hıristiyan köyleri ise Apçağa, Atma Vanki, Ekrek, Gâmurgab, Hozakrek, Garuşla Divanı, Lîc, Muşûka, Navril, Pingân, Sahsinik, Sorek, Şirzı, Venk-i Hızır İlyas ve Vankiğ adlı köylerdi. Eğin nahiyesindeki karışık nüfuslu olan köyler ise Artos, Gâşo, Gümüşkân ve Senahsi adlı iskân yerleriydi. 19. yüzyıla gelindiğinde yeni yerleşim birimlerinin kurulması sebebiyle Müslümanların meskûn olduğu köylerin sayısı daha da artmıştır. Ayrıca, Müslümanlar zamanla bir çok Hıristiyan köyüne yerleşerek buralarda da çoğunluk durumuna gelmişlerdir72. 1643 yılında Arapgir sancağında yer alan köyler aşağıdaki Tablo-3’de vergi nüfusuna göre gruplandırılmıştır. Bu tablodan da anlaşılacağı üzere, bu zamanda sancak dahilindeki 85 köy ve 2 mezraa 1-10 nefer (hane) arasında bir vergi nüfusuna sahip bulunmaktaydı. Başka bir ifadeyle, sancakta yer alan toplam 144 köy ve 3 mezraanın % 59’u çok az nüfusa sahip olan ve genellikle mezraa hususiyetleri taşıyan iskân yerleri konumundaydı. Bu köylerin 66’sı (2’si mezraadır) Arapgir nahiyesinde, 21’i de Eğin nahiyesinde yer alıyordu. 17. yüzyılın ortalarında Arapgir sancağında köy gruplarının vergi nüfusu bakımından ikinci önemli bölümünü yaklaşık olarak % 18’lik oranla 11-20 nefer vergi nüfusuna sahip olan köy ve mezraalar teşkil etmekteydi. Bunların toplam sayısı 26 olup, 17 köy ve 1 mezraa Arapgir nahiyesinde, 8 köy de Eğin nahiyesinde yer alıyordu. Sancaktaki köylerin yaklaşık olarak % 16 oranındaki bölümünü meydana getiren 21-50 nefer vergi nüfusuna sahip olan köyler de köy grupları arasında üçüncü sırada yer almaktaydı. 72 Arapgir ve Eğin kazalarının 19. yüzyıldaki köyleri ve nüfusları için bkz. Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), s. 100-104; Ahmet Aksın-Erdal Karakaş, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, s. 118-123 397 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Tablo-3 Vergi Nüfusuna Göre Köy ve Mezraaların Dağılımı Nahiyeler Arapgir Eğin Toplam 1-10 66 21 87 11-20 18 8 26 Hane Grupları 21-50 51-100 10 5 13 3 23 8 101-200 1 1 201-350 2 1 Toplam 99 48 147 Nüfusu en kalabalık olan köyler Eğin nahiyesinde yer alıyordu. Buradaki 3 köyün vergi nüfusu 100 neferden fazla olup, bunlar 332 nefer vergi nüfusuyla Apçağa, 209 nefer vergi nüfusuyla Pingân ve 156 nefer vergi nüfusuyla Gâmurgab adlı Hıristiyan köyleri idi. Arapgir nahiyesindeki en büyük köyler ise sırasıyla 61 nefer vergi nüfusuyla Ağın ve 58 nefer vergi nüfusuyla Meşkir adlı yine Hıristiyanların meskûn oldukları köylerdi. Bunlardan Ağın adlı köy bugün Elazığ ilinin aynı adlı ilçesinin merkezi durumundadır. Avârız-hane Defteri’nde durum böyle olmakla birlikte, Cizye Defteri’nde bazı köyler nüfusunun belirtilenden daha fazla olduğu görülmektedir. Meselâ, Pingân’ın cizye nüfusu 250 nefer, Gâmurgab’ın 216 nefer, Lic’in 130 nefer, Şirzı’nın da 115 neferdir. Bu fark, muhtemelen mücerred yani kazanç temin edebilecek yaştaki bekâr erkeklerin de cizye nüfusuna dahil edilmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira, bölgeler arasında bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nde vergi vermekle mükellef olan, vücut ve akılca salim her fert 14 yaşını doldurunca cizyeye tabi tutulur ve bunu 75 yaşını dolduruncaya kadar tediye ederdi73. Arapgir sancağında yer alan köylerin nüfusunda 16-17. yüzyıllar arasında önemli değişmeler olmuştur. Çoğu köylerin nüfusu azalırken bazılarının da nüfusu önemli oranda artış kaydetmiştir. Meselâ, Apçağa adlı köyün vergi nüfusu 1518’de 55 hane, 6 mücerred74 ve 1530’da 75 hane, 32 mücerred75 iken 1643’de 332 haneye76, Pingân adlı köyün vergi nüfusu 1530’da 61 hane, 34 mücerred77 iken 1643’de 209 haneye78, Gâmurgab adlı köyün vergi nüfusu da 1518’de 19 hane, 2 mücerred79 ve 1530’da 34 hane, 11 mücerred80 iken 1643’de 156 haneye81 ulaşmıştır. Buna benzer durum Hozakrek, Garuşla Divanı ve Şirzı adlı Hıristiyan köylerinde de görülmektedir ki, muhtemelen bu 73 Boris Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş Vergisi)”, (çev. Şinasi Altundağ), Belleten, VIII/32 (Ankara, 1994), s. 621 74 BA, TD, nr. 64, s. 699 75 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97 76 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 6 77 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98 78 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 7 79 BA, TD, nr. 64, s. 686 80 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97 81 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 7 398 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… durum başka köylerdeki Hıristiyanların buralara göç ederek nüfus bakımından yoğunlaşmak istemelerinden kaynaklanmıştır. II. ARAPGİR SANCAĞININ NÜFUSU 1. Arapgir Kasabası 16. yüzyıla ait tahrir defterlerinde sancak merkezi olan Arapgir için “şehir” ifadesi kullanılmıştır. Buna göre, Arapgir’in nüfusu 1518’de 256 hane, 92 mücerred82 1530’da ise 309 hane ve 277 mücerred vergi nüfusu ile 34 nefer sipahizadegân ve 4 nefer de muaftan ibaretti83. Bu dönemde Arapgir’deki Hıristiyanlar için “Erâmine” tabiri kullanılmıştır. Mehmet Ali Ünal, Harput avârız-hane defterindeki “Erâmine” tabirini “Süryani” olarak tanımlamıştır84. Fakat, seyyahların verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Arapgir’deki gayr-i Müslim nüfusu Ermeniler meydana getiriyordu85. 1643 yılına gelindiğinde Arapgir kasabasının toplam vergi nüfusu 581 nefer86 olmuştur. Bu nüfusun 193 hanesi Hıristiyan, 388 hanesi de Müslüman idi (bkz. Tablo-4). Fakat, avârız defterinde vergiden muaf olanlar ve askeriler yer almadığı için Müslüman nüfusun bu rakamdan çok daha fazla olduğu kesindir. Defterlerde yer alan verilerden hareket ederek Arapgir şehrinin (veya kasabasının) tahminî nüfusunu tespit edebiliriz. Mehmet Ali Ünal, yine bir Doğu Anadolu kenti olan Harput’ta bir “hane”yi, anne, baba ve 5 çocuk olmak üzere, ortalama olarak 7 kişi kabul etmiştir87. 1894-95 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz Salnamesi’nde ise Eğin’de bir “hane”nin ortalama olarak “5” kişiden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Zirâ, bu zamanda Eğin’in toplam hane sayısı 2.063, kadın ve erkek olmak üzere toplam nüfusu da 10.312 idi88. Buna göre, 10.312 : 2.063 = 4.99’dan fazla yani yaklaşık olarak “5” çıkmaktadır. Bundan dolayı, biz de Eğin ve Arabgir’in tahminî nüfusunu hesaplamak için, aynı zamanda bir çok araştırmacı tarafından yaygın olarak da kullanılan “5” katsayısını tercih ettik89. Buna 82 BA, TD, nr. 64, s. 673-676; Reyhan Özcan, Aynı tez, s. 18 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 92 84 Mehmet Ali Ünal, Aynı makale, s. 124. 85 Besim Darkot, “Arapkir”, s. 553. 86 Buradaki “nefer” tabiri büyük ihtimalle “vergi mükellefi evli erkek” yerinde kullanılmıştır. 87 Mehmet Ali Ünal, Aynı makale, s. 123. 88 Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin, s. 108 89 Tahminî nüfus hesaplamalarında genellikle Ö. Lütfi Barkan’ın tavsiye ettiği 5 katsayısı kullanılmaktadır (Ö. Lütfi Barkan, “Tarihî Demografî Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, X (19511953), s. 1-24). Fakat, tahminî nüfus hesaplamalarında muayyen bir katsayının kullanılması hususu günümüzde pek çok araştırmacı tarafından pek kabul görmemektedir (bu husustaki görüşler için bkz. Nejat Göyünç, “Hâne Deyimi Hakkında”, Tarih Dergisi, 32 (1979), s. 331-348; Kemal Çiçek, “Osmanlı Tahrir 83 399 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) göre, Arapgir şehrinin tahminî nüfusu 1518’de 560’ı Hıristiyan ve 720’si Müslüman olmak üzere 1.280, 1530’da da 795’i Müslüman ve 940’ı Hıristiyan olmak üzere 1.735 kişiden ibaret olmaktadır. Tablo-4 Arapgir Kasabasının Nüfusu Yıllar 1518 1530 1643 Müslüman 144 159 388 Vergi Nüfusu (Hane) G. Müslim Toplam 112 256 188 347 193 581 Tahminî Nüfus (Hane x5) Müslüman G. Müslim Toplam 720 560 1.280 795 940 1.735 1.940 965 2.905 1643’de ise Arapgir kasabasının tahminî nüfusu 965’i Hıristiyan ve 1.940’ı Müslüman olmak üzere 2.905’dir. Fakat, buna muaf ve askerileri de dahil ettiğimizde kasabanın tahminî nüfusu, çoğunluğu Müslüman olmak üzere, 4 bin civarında olmaktadır. Garafik-1 Arapgir Kasabasında Nüfus Hareketleri (1518-1997) 18.000 16.000 14.000 Nüfus 12.000 10.000 8.000 6.000 4.000 2.000 0 1518 1530 1643 1881 1985 1997 Yıllar Öte yandan, 19. yüzyılda Arapgir’i ziyaret eden seyyahlar şehir nüfusu hakkında genellikle abartılı ve çelişkili rakamlar vermişlerdir. Mesela, Arapgir’in nüfusunu Ainsworth 1839 yılında 6 bini Ermeni olmak üzere 8 bin olarak verirken, bu tarihten birkaç sene evvel İngiltere konsolosu J. Brant da 4.800’ü Müslümanlara ve 1.200’ü de Ermenilere ait olmak üzere 6 bin ev olarak vermiştir. Taylor’a göre şehir nüfusu 1868’de 35 bin, Vital Cuinet’e göre de 1890 tarihine doğru 11 bini Müslüman, 8.500’ü Ermeni Defterlerinin Kullanımında Görülen Bazı Problemler ve Metod Arayışları”, Türk Dünyası Araştırmaları, 97 (Ağustos 1995), s. 97-98 400 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… 90 olmak üzere 20 bin idi . 1881 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz Salnamesi’ne göre ise Arapgir’in nüfusu 3.348 hane yani yaklaşık olarak 16.740 kişiden ibaret idi91. Grafik-1’den de anlaşılacağı üzere, Arapgir’in nüfusu, 1518-1881 yılları arasında sürekli olarak artış kaydetmiştir. Bu düzenli nüfus artışı, kasabanın özellikle iktisadî bakımdan Doğu Anadolu bölgesindeki cazibesini bu zamanda koruduğunu göstermektedir. Fakat, bundan sonraki yıllarda (özellikle I. Dünya Savaşı sırasında) Arapgir büyük bir iktisadî sarsıntıya uğramış, sanayileşme durmuş, ziraî sahalarla bağ ve bahçeler harap olmuştur. Bununla bağlantılı olarak, kasabanın nüfusu da azalarak nihayet 1985’de 8.531’e kadar düşmüştür92. 1997’de ise az bir artışla 11.544 olmuştur93. 2. Eğin Kasabası Eğin adlı iskân yeri, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, 16. yüzyılda Arapgir kazasına tabi bir köy idi. Bu köyün vergi nüfusu 1518’de toplam olarak 213 hane, 107 mücerred94, 1530’da da 200 hane 77 mücerredden ibaret idi95. 1643 yılına gelindiğinde Eğin kasabasının vergi nüfusu 78’i Müslüman ve 538’i de Hıristiyan olmak üzere 616 “nefer”e yükselmiştir96. Vergi mükellefi olan “hane” ve “nefer”in (her birini ortalama olarak 5 nüfuslu bir ailenin temsilcisi olarak kabul ederek) toplam sayısını 5 katsayısı ile çarptığımızda, Eğin kasabasının tahminî nüfusu 1518’de 1.065, 1530’da 1.000 ve 1643’de de 3.080 kişiden ibaret olmaktadır. Evliya Çelebi Seyahatnâme adlı eserinde, Eğin kasabasında sipah, kethüda yeri, yeniçeri serdarı, kale dizdarı, kale neferleri, muhtesip ve şehir naibinin dahi bulunduğunu, Kalede ve aşağı şehirde bin adet toprakla örtülü ev yer aldığını anlatmaktadır97. Her ne kadar 1643 tarihli Avârız-hane Defteri’nde Eğin’in vergi nüfusu 616 “nefer” kaydedilmiş ise de askerîler ve muaf olanlar bu rakama dahil değildir. Bilindiği gibi, menzilci, derbendci, köprücü, çeltükçü, doğancı, vb. hizmetleri ifa edenlerin yanı sıra vakıf görevlileri, din ve eğitim hizmetlerinde bulunanlar ve diğer askerî görevliler avârızdan muaf idiler. İncelediğimiz defterde “derbendci” ve “köprücü” olan iki köy haricinde, Arapgir sancağındaki askerîlerin tamamı ile çoğu muâflar gösterilmemiştir. Bundan 90 Besim Darkot, “Arapkir”, s. 553. 1298 (1881 M) Tarihli Ma’muret’ül Aziz Vilâyet Sâlnâmesi (İl Yıllığı), (yayına hazırlayanlar: Erdal Açıkses-Rahmi Doğanay), Elazığ, 2001, s. 80 92 Yusuf Halaçoğlu, “Arapkir”, s. 329 93 http://arapgir.f2g.net/ 94 BA, TD, nr. 64, s. 676-678. 95 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93 96 BA, Kepeci, Mevkufat, nr. 2600, s. 5 97 Evliya Çelebi, Seyahatname, III, s. 215 91 401 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) dolayı, sağlıklı bir nüfus tahmininde bulunmak oldukça zordur. Fakat, Evliya Çelebi’nin yuvarlak bir rakam verdiğini varsayarsak Eğin’de 800-1.000 arasında ev bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda, Eğin’in de tahminî nüfusu, Arapgir’de olduğu gibi, 4-5 bin arasında olmaktadır. J. Brant’a göre 1835 yılında Eğin’de toplam olarak 2.700 ev bulunmaktaydı ki bu durumda şehir nüfusu 13.500 kişiden ibaret olmaktadır98. 1881 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz Salnamesi’ne göre Eğin kasabasında 2.087 hane vardı. Buna göre, kasabanın tahminî nüfusu da 14.609 olmaktadır99. 1894-95 tarihli Ma‘muratü’l-Aziz salnamesine göre ise kasabada toplam olarak 2.063 hane bulunmaktaydı. Bu durumda da Eğin’in tahminî nüfusu 10.315 kişiden ibaret olmaktadır. Son olarak, Eğin’in nüfusu 1985 sayımına göre 3.007, 1997 sayımına göre de 3.088 kişiden ibaretti100. Grafik-2 Eğin Kasabasında Nüfus Hareketleri (1518-1997) 16.000 14.000 12.000 Nüfus 10.000 8.000 6.000 4.000 2.000 0 1518 1530 1643 1835 1881 1894-95 1985 1997 Yıllar Eğin kasabasındaki nüfus hareketleri yukarıdaki Grafik-2’de gösterilmiştir. Bu grafikten de anlaşılacağı üzere, kasabanın nüfusu 1530-1881 yılları arasında sürekli olarak artarken, bu tarihten itibaren 1985 yılına gelinceye kadar önemli oranda bir düşüş göstermiştir. Bunun da en mühim sebebi işsizlik ve hayat şartlarının zorlaşmasından dolayı dışarıya dönük olarak yapılan göçlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, 19. yüzyılda başlayan 98 Ahmet Aksın, XIX. Yüzyılda Eğin, s. 98 1298 (1881 M) Tarihli Ma’muret’ül Aziz Vilâyet Sâlnâmesi, göst. yer. 100 http://www.yerelnet.org.tr/belediye/belediye.php?belediyeid=129785 99 402 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… bu göç hareketleri günümüze kadar devam etmiştir. 3. Sancak Nüfusu 1518’de Arapgir kasabasının vergi nüfusu 256 hane ve 92 mücerred, sancak dahilinde yer alan köylerin vergi nüfusu da 1.298 hane ve 397 mücerred idi. Buna göre 1518’de sancak nüfusu 1.554 hane ve 489 mücerred olup, sancağın bu zamandaki tahminî nüfusu ise 7.770 kişiden ibaretti. Fakat, buna askerîleri de ilave ettiğimizde 1518 yılında sancağın tahminî nüfusu 10 bin civarında olmaktadır. 1530’da Arapgir sancağının vergi nüfusu toplam olarak 3.764 hane ve 1.995 mücerred idi. Ayrıca, sancakta yer alan imam, müezzin, hatip, talebe, türbedar, nazır, mütevelli ve mescit hademesi ile pir-i fani, a‘ma, ma‘lul ve mecnun gibi vergiden muaf olanlar 42 nefer olarak gösterilmiştir. Yine, bu zamanda Arapgir’de her sancakta olması gereken sancakbeyi, kadı, zeâmet erbabı ve sipahi gibi askeri görevliler de olup, bunların da toplam sayısı 53 nefer idi101. Bu durumda sancaktaki yetişkin erkek nüfusu askeri ve muaflarla birlikte 3.859 hane ve 1.995 mücerred, sancağın tahminî nüfusu ise 19.295 kişiden ibaret olmaktadır. Tablo-4 Arapgir Sancağı Nüfusu (1643) Vergi Nüfusu İskân Alanları Müslüman Tahminî Nüfus Hıristiyan Toplam Müslüman Hıristiyan Toplam Arapgir kasabası 388 193 581 1.940 965 2.905 Arapgir nahiyesi 752 404 1.156 3.760 2.020 5.780 Eğin kasabası 78 538 616 390 2.940 3.330 Eğin nahiyesi 399 1.185 1.584 1.995 5.925 7.920 Toplam 1617 2.320 3.937 8.085 11.850 19.935 Yukarıdaki rakamlardan da anlaşılacağı üzere, Arapgir’in 1518 ve 1530 tarihleri arasındaki tahminî nüfusu arasında neredeyse yarı yarıya fark vardır. Bu fark, tabii nüfus artışından çok ilk tahrirde yazımdan kaçanlardan kaynaklanmış olmalıdır. Çünkü, her şeyden evvel, yukarıda da bahsettiğimiz üzere 1530 tarihli defterin tarihi konusunda bazı şüpheler vardır. Şayet bu defter 1523 tarihli ise 5 yıl gibi kısa bir zaman içerisinde nüfusun bu kadar artmış olması mümkün olamayacağı gibi, 1530 tarihli olsa bile 12 yıl içerisinde % 100 oranında bir nüfus artışı da pek tabii değildir. Tablo-4’de de görüleceği üzere, 1643’de Arapgir sancağının vergi nüfusu toplamı 101 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101. 403 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) 1.617’si Müslüman ve 2.320’si de Hıristiyan olmak üzere 3.937 idi. Bu durumda sancağın tahminî vergi nüfusu 3.937 x 5= 19.935 kişiden ibaret olmaktadır. Fakat, buna muaf ve askerileri de dahil ettiğimizde sancak nüfusunun 25 bin civarında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla, 1530-1643 yılları arasında sancak nüfusunda yaklaşık olarak % 30 oranında bir artış meydana gelmiştir. 1643 yılında Arapgir sancağı vergi nüfusunun % 30,40’ını teşkil eden 1.197’si Arapgir ve Eğin kasabalarında, % 69,60’ını teşkil eden 2.740’ı da Arapgir ve Eğin nahiyelerine tabi olan köylerde yaşamaktaydı. Dolayısıyla sancak nüfusunun yarıdan fazlası köylerde oturuyor ve ziraî faaliyetlerle meşgul oluyordu. Kasaba halkı ise yine tarım ve hayvancılığın yanı sıra küçük çapta da olsa zanaat ve ticaretle meşgul oluyordu. Grafik-3 Nüfusun Kasaba ve Nahiyelere Dağılımı (1643) 8.000 7.000 6.000 Nüfus 5.000 4.000 3.000 2.000 1.000 ye si Na hi Eğ in Ar a pg ir Na hi ye si Ka sa ba sı in Eğ Ar ap gi rK as a ba sı 0 Arapgir sancağında 17. yüzyılda meskûn olan köylerin % 78 gibi büyük çoğunluğunda tamamen Müslümanlar, % 19’unda Hıristiyanlar, % 3’ünde ise Müslüman ve Hıristiyanlar birlikte oturmalarına rağmen, köy sayısı ile nüfus oranları birbirine zıttır. Arapgir kazasında Müslümanlar, Eğin kazasında ise Hıristiyanlar sayıca kalabalıktır. Bunun da temel sebebi Müslüman köylerin sayıca çok fazla olmasına rağmen Hıristiyan köylerine göre az nüfuslu olmasıdır. Halbuki 16. yüzyılda durum böyle değildi. Müslümanlar Hıristiyanlardan sayıca da kalabalık durumda idiler. Zira, 1530 tarihli 404 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… Tahrir Defteri’ne göre toplam sayısı 3.764 hane ve 1.995 mücerred olan sancak vergi nüfusunun 3.591 hane ve 1.839 mücerredini Müslümanlar, sadece 173 hane ve 156 mücerredini Hıristiyanlar meydana getiriyordu102. Bu durumda, ilk akla gelen husus incelediğimiz defterin bir avârız-hane defteri olması sebebiyle avârızdan muaf olan çok sayıdaki Müslüman reayanın bu deftere kaydedilmediğidir. Durum böyle olmasa bile, sipahiler ve yönetici sınıf ile vakıflardan maaş alanlardan oluşan ve “askerî” olarak tanımlanan kesim herhalde sayıca reayadan pek de aşağı değildi. Çünkü, yakın bir tarihte Harput sancağında reayadan çok askerî bulunduğu gibi103, Evliya Çelebi de Seyahatnâme adlı eserinde Arapgir sancağının 2 bin kadar silahlı asker çıkardığından bahsetmektedir104. Sonuç Klasik tahrir geleneğinin neredeyse tamamen terk edildiği 17. yüzyıla ait iskân ve nüfusla ilgili çalışmalarda “Avârız-hane Defterleri” vazgeçilemez temel kaynakları teşkil etmektedir. Bu defterlerin çoğu sadece icmal kayıtlarını gösteren türden oldukları için nüfus çalışmalarında oldukça yetersiz kalmakta, hatta iskân bölgelerinin tespiti dışında pek bir işe yaramamaktadır. Bu açıdan, özellikle gerçek vergi nüfusu kayıtlarını içeren ve Başbakanlık Arşivi’nde az sayıda örnekleri bulunan Avârız-hane Tahrir Defterleri nüfus ve iskân çalışmalarında son derecede büyük değer taşımaktadır. Bu bağlamda, incelememize konu olan “Arapgir Sancağı Avârız-hane Defteri” de iskân ve nüfus çalışmalarında oldukça önemli bir kaynaktır. Bu defterdeki bilgiler gösteriyor ki, 17. yüzyılda Sivas yani Rum eyaleti sancakları içerisinde yer alan Arapgir bu zamanda Arapgir ve Eğin olmak üzere iki ayrı kazaya taksim edilmiş olup, toplam olarak 2 kasaba ile 144 köy ve 5 meskûn mezraa bu kazalar dahilinde yer almaktaydı. Bu kasabalar Arapgir ve Eğin (=Kemaliye) olup, bugün ikisi de aynı ismi taşıyan ilçelerin merkezi konumundadır. Öyle anlaşılıyor ki, 17. yüzyıldaki idarî taksimat anlayışı ile bugünkü idarî taksimat arasında benzerliklerin yanı sıra bazı önemli farklılıklar da vardır. Meselâ, 17. yüzyılda “kadılık” olarak teşkilatlandırılmış olan “kaza” birimi bugün kaymakam tarafından idare edilen idarî birim niteliğindedir. Bugün olduğu gibi, 17. yüzyılda da kaza (=ilçe) muhtelif sayıdaki köyleri ihtiva eden nahiyelerden meydana geliyordu. Nitekim, Arapgir ve Eğin kazalarının da 17. yüzyılda aynı ismi taşıyan birer nahiyeleri vardı. 102 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 101. Mehmet Ali Ünal, Aynı makale, s. 123. 104 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, s. 216. 103 405 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Bölgenin nüfusunda ise zaman içerisinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra Arapgir ve Eğin bölgelerinin nüfusu 17. yüzyıla gelindiğinde önemli oranda artış gösterdiği gibi, bundan sonraki dönemlerde de sürekli olarak artmıştır. Fakat, 19. yüzyıldan itibaren ekonomik zorluklardan dolayı ikisi de cazibesini kaybettiğinden nüfuslarının önemli bir kısmı büyük şehirlere göç etmiştir. Bundan dolayı, günümüzde de Arapgir ve Kemaliye (=Eğin) ilçeleri nüfus bakımından 17. yüzyıldan pek de farklı olmayan bir durumda bulunmaktadır. Arapgir sancağında 17. yüzyılda meskûn olan köy ve mezraaların % 78 gibi büyük çoğunluğunda tamamen Müslümanlar, % 19’unda Hıristiyanlar, % 3’ünde ise Müslüman ve Hıristiyanlar birlikte oturuyorlardı. Fakat, köy ve mezraa sayısı ile nüfus oranları birbirinden tamamen farklıdır. Arapgir kazasında Müslümanlar, Eğin kazasında ise Hıristiyanlar sayıca kalabalıktır. Bunun da temel sebebi Müslüman köylerin sayıca çok fazla olmasına rağmen Hıristiyan köylerine göre az nüfuslu olmasıdır. Halbuki 16. yüzyılda durum böyle değildi. Müslümanlar Hıristiyanlardan sayıca da kalabalık durumda idiler. Bu durumda, ilk akla gelen husus incelediğimiz defterin bir avârız-hane defteri olması sebebiyle avârızdan muaf olan çok sayıdaki Müslüman reayanın bu deftere kaydedilmediğidir. Tablo-5 Arapgir Nahiyesi Köy ve Mezraalarının Vergi Nüfusu (1643) Köy ve Mezraalar ‘Acûra Ağdırnud Ağın Anbarge Andırın Arhud Aşudge Atma Bacalı Bademlü105 Balıkcı Balluca Başiklü ve Dingidar Mezraası Beğ Pınarı106 Beşadik Bostancık ve Ergin Mezraası 105 106 Yeni Adı Bugün Bağlı Olduğu İlçe/İl Altunayva Ağın Kayakesen Akpınar mahallesi Sugeçti Dutluca Ağın/Elazığ Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Kemaliye/Erzincan Pacalı Bademli Arapgir/Malatya Ağın/Elazığ Ballıca Mz. Yedibağ ve Dibekli Bey Pınarı Mz. Arapgir/Malatya Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Bostancık Arapgir/Malatya Vergi Nüfusu 1 7 61 29 14 3 7 84 5 3 5 3 7 7 14 27 “Bayamlu”, BA, TD, nr. 64, s. 687; 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 96 “Biğ Pınarı”, BA, TD, nr. 64, s. 695; 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 96 406 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… Cücügân Çam Kıran Çarımlar Mezraası Çat Çiğnir Çimen Çit Çörkiğ Davudî Decde Denizlü108 Deregân Dumanlu Eğnir Ehnesti? Ekrek Emîrân (Amrân) Encirti Eski Arapgir109 Geci Germişi Gîrânî Göçi Günabik Harbuzik Harnûşkî? Mezraası Haskini Hasûdek (Hadsek) Hatallu Havna Hinge110 Holî Horenek Horuc Hozahbur Hüni İn İsrailcik nam-ı diğer Peter Oğlu Kâfcı Kâfir Yazı111 Kara Mağara Mezraası Kara Pınar Ormansırtı Çamgıran107 Arapgir/Malatya Ağın/Elazığ Çiğnir Çimen Çit Arapgir/Malatya Arapgir/Malatya Kemaliye/Erzincan Denizli Ulaşlı Keban/Elazığ Arapgir/Malatya Eğnir Arapgir/Malatya Başpınar mahallesi içinde Çakırsu Ağın/Elazığ Karaca Arapgir/Malatya Ermişli Öğrendik Aktaş Arguvan/Malatya Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Tarlabaşı Yenipayam Ağın/Elazığ Ağın/Elazığ Gümüşsuyu Boylu Kuşak Kopuzlu Yazmakaya Beyelması Kurtuluş İn Mz. Ağın/Elazığ Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Keban/Elazığ Kemaliye/Erzincan Ağın/Elazığ Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Karapınar Kemaliye/Erzincan Arapgir/Malatya 9 2 3 3 7 4 18 7 8 12 12 15 4 3 24 4 12 52 14 2 53 42 6 2 4 2 11 4 2 7 5 24 8 26 17 5 14 5 4 2 3 7 107 Keban Baraj Gölü’nün altında kalmıştır. “Denizlü nam-ı diğer Ağındon”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 96 109 “Arapgir-i Köhne”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 94 110 “Hingi”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97 111 “Havir Yazı”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 99 108 407 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Kınık Kohbinik Kuşcı113 Küşne Küzne Levenge Mandurgi Meşkir Minayik Mutyur (veya Matyor) Nimri On Er (Onar) Öşnedan Öridik Pağnik Pağnik-i Evren Beğ Pağnik-i Süflâ Perenge Pertek Pul Salurdek Saraycık114 Selamlu Semegi ve Ahmed Beğ Çiftliği Seyellüce nam-ı diğer Behâdûn Sing Sosik Söğüd Ağacı nam-ı diğer Gebelü Şebük115 Şeyhler116 Şihabeddin Tanûsa Tarnuh nam-ı diğer Doydumlu Tepte Tirmihal Vahşin Vince Yabanlu Yahyalu Yenice Zabulbar117 Toplam 112 Kınık Mz. Ayvacık112 Arguvan/Malatya Ağın/Elazığ Harabe Samançay Levenge Mz. Kışlacık Çakırtaş Dürümlü Ağın/Elazığ Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Keban/Elazığ Pınarlar Onar Kekikpınarı Keban/Elazığ Arapgir/Malatya Kemaliye/Erzincan Kaşpınar Budak Düzce Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Arapgir/Malatya Pulköy Ağın/Elazığ Saraycık Selamlı Boğazlı Uzunyol Çat Akçalı Gebeli Yaylacık Balkayası Ağın/Elazığ Arapgir/Malatya Arapgir/Malatya Ağın/Elazığ Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Arapgir/Malatya Arapgir/Malatya Ağın/Elazığ Tanısa Mz. Doydum Koru Arapgir/Malatya Arguvan/Malatya Arapgir/Malatya Şenpınar mahallesi Ağın/Elazığ Aşağı Yabanlı Ağın/Elazığ Yenice Bahadırlar Arguvan/Malatya Ağın/Elazığ 3 7 2 13 6 11 6 58 8 7 31 6 9 3 7 5 13 14 2 13 5 6 5 1 4 11 8 2 8 2 6 3 7 13 2 37 5 22 4 7 29 1.156 Keban Baraj Gölü’nün altında kalmıştır. Bugün Elazığ’ın Keban ilçesinde ve Fırat nehrinin güney yakasında Kuşcu adlı bir köy olmakla birlikte, burası 17. yüzyılın ortalarında Arapgir sancağına tabi olan köy değildir. 114 “Saraycuk”, BA, TD, nr. 64, s. 696 115 “Şebik”, BA, TD, nr. 64, s. 688 116 “Şeyhi”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97 117 “Zablubar”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 95 113 408 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… Tablo-6 Eğin Nahiyesi Köylerinin Vergi Nüfusu (1643) Köyler Yeni Adı Abrenk Ağın (Ağıl) Ağırkik (Ağrik) Apçağa118 Artos Atma Vanki ‘Âvarik Bağçecik119 Bağışdaş Bedigan Berşân (Büzmeşan) ve Şeşkeni? Cobiler (Çöpler) Çaltı tabi-i Abrenk Dillü Ekrek Ekrek (Şirzı Ekreği) Ergü Divânı120 Garuşla Divanı121 Gâşo122 Gicegi Gümüşkân Hapanos123 Hascik Hâssa Hiğdar Hoşta Hozakrek Kâfirgâb (Gâmurgab) Kankıran Kendir Lîc Miçinkiğ (Miçinkağ) Müşûka Navril124 Peğir Pingân Puşani Salihlü Harmankaya Ağıl Güldibi Apçağa Bürüncek Atma Çaltı Bugün Bağlı Olduğu İlçe/İl Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan İliç/Erzincan İliç/Erzincan İliç/Erzincan Bağıştaş Çaldere Gözaydın Çöpler Çaltu Dilli İliç/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan İliç/Erzincan İliç/Erzincan Kemaliye/Erzincan Dallıca Ergü Yuva Yeşilyamaç Kabataş Kapıkaya Kozlupınar Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan İliç/Erzincan Kemaliye/Erzincan Dolugün Akdoğu İliç/Erzincan İliç/Erzincan Toybelen Kemaliye/Erzincan İliç Karakoçlu Kocaçimen Gümüşçeşme Sırakonak İliç/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Kemaliye/Erzincan Salihli Kemaliye/Erzincan Vergi Nüfusu 43 5 7 332 13 5 8 4 7 3 25 3 12 8 29 33 23 66 11 5 8 44 4 4 9 3 46 156 8 5 95 15 27 26 14 209 4 17 118 “Abçuka”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97 “Bağçe”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98 120 “İrgü”, BA, TD, nr. 64, s. 695; “İrgir”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 97 121 “Karuşna”, BA, TD, nr. 64, s. 685; “Karuşli”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 94 122 “Gaşoy”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98 123 “Salos”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 93 124 “Navrik”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98 119 409 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Sanduk Senahsi Sergâvil Sorek125 Şirzı126 Ürik Vankiğ Venk-i Hızır İlyas Ya‘kublu Yavlak? Toplam Sandık Kemaliye/Erzincan Uluyamaç İliç/Erzincan Esertepe Sabırlı Kemaliye/Erzincan İliç/Erzincan Yakublu İliç/Erzincan 18 9 10 25 83 23 22 33 19 6 1.584 KAYNAKÇA I. Arşiv Belgeleri Başbakanlık Arşivi (=BA),Tahrir Defteri, nr. 64 BA, Kepeci Mevkufat, nr. 2600 BA, Maliyeden Müdevver, nr. 4035 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab ve Zü’l-Kâdiriyye Defteri (937/1530) I, Dizin ve Tıpkıbasım, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1998 II. Salnâmeler 1298 (1881 M) Tarihli Ma’muret’ül Aziz Vilâyet Sâlnâmesi (İl Yıllığı), (yayına hazırlayanlar: Erdal Açıkses-Rahmi Doğanay), Elazığ, 2001 III. Seyahatnâmeler Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, Ahmed Cevdet tab‘ı, İstanbul, 1314 IV. Tetkik Eserler AKKAN, Erdoğan-TUNCEL, Metin, “Kemaliye”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXV, s. 236-237 AKSIN, Ahmet, XIX. Yüzyılda Eğin (İdari, Fiziki, Sosyal ve İktisadi Yapı), İstanbul, 2003 AKSIN, Ahmet-KARAKAŞ, Erdal, “Nüfus İcmal Defterine Göre 19. Yüzyılda Arabgir”, OTAM, 13, Ankara, 2003, s. 91-125 AKTEPE, Münir, “XVII. Asra Ait İstanbul Kazası Avârız Defteri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, III (1957), s. 109-137 BARKAN, Ö. Lütfi, “Tarihî Demografî Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, X (1951-1953), s. 1-24 BARKAN, Ömer Lütfî, “Avârız”, İslam Ansiklopedisi, II, s. 13-19 125 126 “Sorak”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98 “Şirzu”, 998 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve ‘Arab…, s. 98 410 17. Yüzyılın Ortalarında Arapgir… Cumhuriyetin 50. Yılında Erzincan-1973 İl Yıllığı, Ankara, 1973 ÇAKAR, Enver, “Kanuni Sultan Süleyman Kanun-nâmesine Göre 1522 Yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12/1 (Elazığ, 2002), s. 261-282 ÇAKAR, Enver, “XVII. Yüzyıl Haleb Eyaleti Avarız-Hane ve Cizye Defterleri”, Birinci Orta Doğu Semineri (Kavramlar, Kaynaklar ve Metodoloji), (Elazığ, 29-31 Mayıs 2003), Bildiriler, Elazığ, 2004, s. 337-344 ÇAKAR, Enver, XVI. Yüzyılda Haleb Sancağı (1516-1566), Elazığ, 2003 ÇİÇEK, Kemal, “Osmanlı Tahrir Defterlerinin Kullanımında Görülen Bazı Problemler ve Metod Arayışları”, Türk Dünyası Araştırmaları, 97 (Ağustos 1995), s. 93-112 DARKOT, Besim, “Arapkir”, İA, I, s. 553-554 DARLİNG, Linda T., Revenue-Raising and Legitimacy. Tax Collection and Finance Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, Leiden, 1996 EMECEN, Feridun M., “Kayacık Kazasının Avârız Defteri”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 12 (1981), s. 159-170 EMECEN, Feridun M.-ŞAHİN, İlhan, “Osmanlı Taşra Teşkilâtının kaynaklarından 957-958 (1550-1551) Tarihli Sancak Tevcih Defteri I”, Belgeler-Türk Tarih Belgeleri Dergisi, XIX/23 (Ankara, 1999), s. 53-122 FAROQHİ, Suraiya, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (çev. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul, 1994 GERBER, Haim, Economy and Society in An Otoman City: Bursa, 1600-1700, Jerusalem, 1988 GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbekir Beylerbeyiliğinin İlk İdarî Taksimatı”, Tarih Dergisi, 23 (İstanbul, 1969), s. 23-34 GÖYÜNÇ, Nejat, “Hâne Deyimi Hakkında”, Tarih Dergisi, 32 (1979), s. 331-348 HALAÇOĞLU, Yusuf, “Arapkir”, TDV İslam Ansiklopedisi, III, s. 328-329 Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), T.C. Kemaliye Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını, İstanbul, 1996 http://arapgir.f2g.net/ http://www.yerelnet.org.tr/belediye/belediye.php?belediyeid=129785 HÜTTEROTH, Wolf Dieter-Kamal Abdulfattah, Historical Geography of Palestine, Transjordan and Southern Syria in the Late 16th Century, Erlangen, 1977 İNALCIK, Halil, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1987 KARAKAŞ, Erdal, “Arapkir’in Kuruluş ve Gelişmesi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, VIII/1 (Elazığ, 1996), s. 175-190 KARAKAŞ, Erdal, Merkezi Fonksiyonları Açısından Ağın-Arapkir ve Kemaliye İlçeleri, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ, 1996 411 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) KILIÇ, Orhan, 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti’nin İdarî Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ, 1997 KUNT, Metin, Sancaktan Eyalete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstanbul, 1978 MC GOWAN, Bruce, “Osmanlı Avarız-Nüzül Teşekkülü 1600-1830”, VIII. Türk Tarih Kongresi Ankara 11-15 Ekim 1976, II, Ankara, 1981, s. 1327-1332 NEDKOFF, Boris Christoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş Vergisi)”, (çev. Şinasi Altundağ), Belleten, VIII/32 (Ankara, 1994), s. 599-649 ORHONLU, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı, İstanbul, 1990 ÖZCAN, Reyhan, 1518 (H. 924) ve 1522-1523 (H. 928-929) Tarihli Arabgir Sancağı Tahrir Defterleri (Transkripsiyon ve Değerlendirme), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2000 ÖZDEMİR, Rifat, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler, IV, Ankara, 1993, s. 1581-1613 ÖZEL, Oktay, “17. Yüzyıl Osmanlı Demografi ve İskân Tarihi İçin Önemli Bir Kaynak: Mufassal Avârız Defterleri”, XII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 12-16 Eylül 1994, Kongreye Sunulan Bildiriler, III, Ankara, 1999, s. 735-743 ÖZEL, Oktay, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (der. Halil İnalcık, Şevket Pamuk), T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, 2000, s. 35-50 ÖZTÜRK, Mustafa, “1616 Tarihli Halep Avârız-hâne Defteri”, OTAM, 8 (Ankara, 1997), s. 249293 SAHİLLİOĞLU, Halil, “Avârız”, TDV İslam Ansiklopedisi, IV s. 108-109 SERTOĞLU, Midhat, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, İstanbul, 1992 SUÇESKA, Avdo, “Die Entwicklung des Besteuerung durch die ‘Avariz-i divânîye und die Tekâlif-i örfiye’ im Osmanchen Reich wahrend des 17th und 18th Jahrunderts”, Sudost Forschungen, 27 (1968), s. 89-130 TAŞ, Kenan Ziya, “1760-1817 Yılları Arasında Eğin (Kemaliye) Kazası”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi, XI (1996), s. 137-146 TURAN, Şerafettin, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdarî Taksimatı (H. 1041/M. 1631-32 tarihli bir idarî taksimat defteri)”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı, Ankara, 1963, s. 201-232 ÜNAL, Mehmet Ali, “1056/1646 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”, Belleten, LI/199 (Ankara, 1987), s. 119-129 412 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 413-432, ELAZIĞ-2005 OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDE MARUNİLERİN LÜBNAN’DA BAĞIMSIZ BİR HIRİSTİYAN DEVLETİ KURMA GİRİŞİMLERİNİN FİKRİ TEMELLERİ The Endeavour of the Maronites to Set up An İndependents Christian State in Lebanon in the Late Period of the Ottoman Empire Ramazan IŞIK Fırat Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Elazığ. [email protected] ÖZET Biz bu makalede, XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında Marunilerin Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurma girişimlerinin tarihsel arka planını incelemeye çalışacağız. Modern ulus kavramı, Orta Doğuda XIX. yüzyılda bir sömürge ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu kavramdan hareketle Marunilerde etnik kimlik bilinci gelişmiş ve 1920’lere gelindiğinde Avrupalı güçlerin özellikle de Fransa’nın himayesinde Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması yönünde gayret sarf etmişlerdir. Bu amaçla da I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı güçler özellikle de Fransa nezdinde çok değişik lobi faaliyetleri yürütmüşlerdir. Anahtar Kelimeler: Maruniler, bağımsızlık, etnik kimlik, misyoner, Fransa. ABSTRACT İn this article, We’ll try to study the historical back plan of the Maronite’s efforts at the beginning of the 19th and 20th centuries to establish and indipendent separate christian state in Lebanon. The modern nation notion in the Middle East appeared as a colony product in the 19th century. With this notion the ethnic identity notion among the Maronites has developed and in the 1920’s, they tried to found an indipendent christian state under the protection of european countries and especially France. With this intention after the first world war the european continued different lobby activities especially by the help of France. Key Words: Maronites, independence, ethnic identity, mission, France. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Lübnan Marunileri, IX. yüzyıldan sonra Kuzey Suriye bölgesinden, Cebel-i Lübnan’a göç etmiş, Arami-Süryani kökenli bir topluluktur ve adlarını MS. 410’larda ölmüş olan Aziz Marun adında bir rahipten almışlardır1. XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun giderek daha çok kan kaybetmeye devam etmesi, özellikle de 1821’lerde Balkanlardaki ayaklanmaların ardından, Avrupalı güçlerinde desteği ile bağımsız bir Yunanistan devletinin ilanından sonra, Osmanlı tebaası Hıristiyan topluluklar gittikçe artan bir biçimde ulusal ayaklanma eğilimi içerisinde olmuşlardır2. Aynı şekilde Lübnan’da en büyük Hıristiyan grubu meydana getiren ve Haçlılar döneminden itibaren sürekli Roma Kilisesi ile ilişkilerini devam ettiren Maruniler de XIX. yüzyıllarda ve özellikle de XX. yüzyılın başlarında Avrupalı güçlerin özellikle de Fransa’nın himayesi ile Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurabilecekleri düşüncesine kapıldılar. Hatta XX. yüzyılın ilk yarısı boyunca Marunilerde bu eğilimin bir sonucu olarak, Orta Doğuda bağımsız bir Yahudi vatanına karşılık, Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması planlarının hayata geçirilmesi çabalarını görmekteyiz3. Bu bağlamda, Maruni entelektüeller kendi toplum ya da cemaatlerinin etnik kökenlerini tarihte medeniyet kurmuş olan kavimlere kadar götürdükleri ve etnik kökenlerini ispat ettikleri takdirde amaçlarına daha kolay ulaşabilecekleri kanaatine vardılar. Böylece, Maruni entelektüeller, kendilerinin tarihte bağımsız ayrı bir ulusal kimliğe sahip olduklarının ispatı yönünde çalışmalara başladılar. Dolayısıyla onlar, etnik köken itibariyle, Maruni toplumunun tarihini, tarihte büyük medeniyet kurmuş olan Fenike ve Fenike ailesine mensup toplumlara kadar götürdüler4. Biz bu makalede, XIX. yüzyılda Maruni entelektüeller arasında etnik kimlik bilincinin ortaya çıkışından, 1920’lerde Suriye’deki Fransız manda yönetimi döneminde 1 Bkz., Ramazan Işık, Maruni Kilisesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Dok. Tezi, Ankara 2003, 21 vd., 204. 2 Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, Çev. L. Boyacı-H. Yılmaz, İstanbul 2000, 61; Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul 2001, 319. 3 Muhammed Züaytir, el-Maruniyye fi Lebanan Kadimen ve Hadisen, el-Vekaletü’ş-Şarkiyye 1994, 464 vd.; Kirsten E. Schulze, ‘İsrail ve Maruni Milliyetçilikleri Bir Azınlık İttifakı Doğal mıdır?’, Orta Doğuda’da Milliyetçilik, azınlıklar ve diasporalar, Der. K. E. Schulze, Martin Stokes, C. Campbell, (Çev. Ahmet Fethi), İstanbul 1998, 214 vd. 4 Bkz., Butros Dau, History of the Maronites, (Religious, Cultural and Political), Lebanon 1984, 9 vd.; Ayrıca Yusuf ed-Dibs, Suriye tarihi adlı eserinin I. cildini tamamen bu konulara ayırmıştır. Bkz., Yusuf ed-Dibs, Tarih-i Suriye ed-Dini ve ed-Dünyevi 1833-1907, I-X, Dar-i Nazir 1994. Yine Maruni tarihçilerden W. Peter Tayah, ‘The Maronites’ adlı eserinde etnik bakımdan Marunilerin Fenike ve Arami kökenli bir topluluk olduklarını ve bunların asıl vatanlarının Lübnan olduğunu zikrederek, Lübnan ve Maruniliğin aynı anlamı ifade ettiğini öne sürmüştür. Bkz., Wadih Peter Tayah, The Maronites, Roots and Identity, Miami, Florida 1987, 239 vd. 414 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. ‘Büyük Lübnan’ veya bağımsız ayrı bir ‘Hıristiyan Devleti’ kurulması çabalarının tarihsel arka planını incelemeye çalışacağız. Modern ulus kavramı, Orta Doğuda XIX. yüzyılda ortaya çıkan bir sömürge ürünüdür. Bu modern ulus kavramından hareketle Maruniler, kendi toplumlarının tam anlamıyla benimseyebilecekleri ve paylaşabilecekleri ortak bir etnik kimlik tesis etmek için yeni köken mitleri ve tarihsel bellekler yaratmak gerektiğinin bilincindeydiler. Bundan başka, kendi kültürlerinin üstünlüğünü, kendi toplumlarının tarihteki akrabalarının ve mensup oldukları ırkın eşsizliğine vurgu yaparak, kendilerini diğer gruplardan ya da komşularından ayırmak zorundaydılar. Eğer belirli bir aidiyet ve ortak bir atalar kimliği tespit edilirse, müstesna meziyetleri, üstün değerleri ve yüce idealleri ihtiva eden bir şecere ağacı tarihte mükemmel kabul edilen ilk örneklere kadar geri götürülebilirdi. Böylece bu model, yeni bir politik yapı için taklit edilebilecek belli başlı örnek modellerden biri olabilirdi5. Şüphesiz bu süreç, modern milliyetçiğin doğuşundan itibaren, sadece Lübnan ya da Orta Doğu ile sınırlı kalmamış ve bütün ulusal hareketlerin genel bir karakteri haline gelmiştir. Bu aidiyeti yaratmak için, bir toplum yeniden nasıl bir tarih ya da geçmiş inşa edebilir? veya ona yeniden nasıl geri dönebilir? Şüphesiz, buna arkeoloji ilminin önemli bir katkı sağladığı görülmektedir. Çünkü, arkeolojik bulgular sayesinde uluslar kendilerini tarihsel bir çizgiye oturtmakta, kendi toplumlarını eski şecere ağaçlarına ve tarihi ihtişamlı dönemlere bağlamak suretiyle kendilerine belirli bir statü kazandırmaktadırlar. Dolayısıyla, yapılan kazılarda çıkarılan bulguların doğrudan kendi atalarına ait olduğunu iddia eden yerli nüfusun, kendi kendilerini tanımlamaları açısından arkeolojik bulguların müstesna bir önemi vardı. Böylece, onlar kendilerini bölgedeki diğer gruplar veya toplumlardan farklı olduklarını, bölgenin asıl sahiplerinin kendileri olduklarını söyleyebiliyorlardı. Şüphesiz, Avrupalı arkeologlar XIX. yüzyılda Suriye ve Lübnan’da önemli kazılarda bulundular ve onların bu kazılarda elde ettikleri bulgular, istemeyerek de olsa bu yerli halkların milli gururlarının beslenmesine ve gelişmesine hizmet etmiştir denilebilir6. Genel olarak bir köken miti gerekli belirli unsurları taşımak zorundadır. Bunlar, soyluluk, göç, kurtuluş, altın çağ, çöküş ve bütünüyle yeniden doğuş mitleridir. Öyle ise eski ihtişamlı dönem yeniden nasıl inşa edilebilecekti? Maruni entelektüeller, Maruni 5 6 Bkz., Anthony Smith,The Ethnic of Nations, Oxford 1986, 192 vd. Fhilip L. Kohl - Clare Fawcett, Nationalism, Politics and The Pratice of Archaeology, Cembridge 1995, 20 vd.; Aharon Kampinsky, The İnspiratian of Achexology Over İsraeli Society and Culture, Ariel, Vol. 1001, Nisan 1994, 179-90. 415 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) toplumu için mitsel bir geçmiş yaratmak amacıyla, kendi cemaatlerinin etnik kökenlerini Fenike ve Fenike ailesine bağlı kavimlere kadar dayandırdılar. Dolayısıyla, yukarıdaki soruların tek bir cevabı olmamakla birlikte, Maruni entelektüeller Fenikelilik mitinin muhtemelen bütün bu soruları karşılayabileceğini düşündüler7. Onlara göre, M.Ö. II. bin yılda Kenanlılar, İran körfezinden Büyük Suriye bölgesine geldiler. Kenanlılar, HintAvrupa ırkına mensup kavimlerdi. Bunlar, sahilin kuzey kesimlerine yerleşerek şehir devletleri kurdular ve kendileri deniz ticareti ile ün kazandılar. Kısa bir süre içerisinde büyük deniz ticaret filoları inşa ettiler ve bir çok sömürgeler kurdular. Kırmızı-mor renkli kumaşlarla ticaret yapmaları sebebiyle, kendilerine Yunanlılar tarafından Fenike adı verildi. Dünya medeniyetine, alfabeyi, deniz savaşı ustalıklarını ve diğer bir çok zanaatları miras olarak bıraktılar. Fenike, doğu ve batı arasındaki kültürlerin ve ticaretin bir köprüsü haline geldi. Bütün bunlardan başka Fenikeliler, Batı medeniyetinin ataları olmalarının yanı sıra, Akdeniz havzasında bu medeniyetin yayıcıları oldular. Öyle ki, yabancıların bölgeyi işgal ettiği dönemlerde bile, Fenike kendi varlığını korumayı ve ticaretteki ustalıklarını, ilmi alanlardaki başarılarını devam ettirmesini bilmiştir8. Bununla beraber, bölgenin Araplar tarafından fethedilmesi ile, bu bölgede Fenikelilerin mirası yok olmuştur. Bu dönemde, Fenikelilerin mirasına sahip olan Maruniler, kendi üstün meziyetlerini korumak amacıyla, Cebel-i Lübnan’a çekilmek zorunda kaldılar. Cebel-i Lübnan’da kendi ulusal varlıklarını ve atalarından miras aldıkları üstün faziletleri ki bu üstün değerler Akdeniz kültürü, deniz sevgileri, ticaretteki ustalıkları ve en önemlisi de ilmi niteliklerini korumasını bildiler. Dolayısıyla, zaten var olan bu üstün değerleri Hıristiyanlık ve Maruni Kilisesi daha da yüceltmiştir. Lübnan’ın kendi topografik yapısının bir sonucu olarak, Cebel-i Lübnan bu meziyetlerin korunması için çok elverişli bir hazine haline gelmiş ve dağ ehline onları korumayı vasiyet etmiştir9. Bu anlamda, kendi coğrafi ve tarihsel sınırları içerisinde Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması sonucu, Lübnan halklarının eski tarihi ihtişamına geri dönebileceği ve insanlığa olan katkılarına uygun bir şekilde dünya milletleri arasında yeniden üstün bir pozisyona yükselebileceğine inanılmaktaydı. Görüldüğü üzere yukarıda anlatılanlar, Fenike ve Fenike ailesine mensup kavimlerin tarihteki imajından başka bir şey değildir. Bu anlamda, XX. yüzyıl ile birlikte Fenikelilik düşüncesini destekleyenler arasında bu Fenikelilik köken miti Maruni 7 Smith, The Ethnic of Nations, 192. Dau, 9 vd. 9 Tayah, 37 vd. 8 416 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. tarihinin omurgası olarak değerlendirilmiştir. Zaman zaman detaylar eklenmiş veya çıkarılmış, ancak genel olarak hikaye aynı çizgide devam etmiştir. Dolayısıyla, onlara göre günümüzün Lübnanlıları Arap etnisitesinin bir parçası değil, Fenike-Arami kökenlidirler. Bu anlamda, onların Batı kültürüne katkısı yadsınamaz. Ticaretteki ustalıkları emsalsizdir. Miras aldıkları ulusal karakterleri bilgelik ve barışçıllıktır. 1860’lara kadar Fenike sahil şehirlerinin tarihi hakkındaki bilgiler, temelde Kitab-ı Mukaddes ile Yunan ve Latin yazarların çalışmalarına dayanmaktaydı. Ernest Renan’ın “Mission de Phenicie” adlı kitabı, Fenikelilerin geçmişini anlamak için ilk modern çalışmalardan biri olmuştur10. 1860 sivil savaşını takiben, Fenikelilerin tarihi mekânlarının incelemesini yapmak için Fransa imparatoru tarafından Suriye’ye gönderilen bir araştırma heyetinin içinde ünlü oryantalist ve filolog Renan da bulunmaktaydı. Onun araştırma ve incelemeleri sadece bilimsel faaliyetlerle sınırlı değildi. Kendi döneminin sosyo-politik gelişmeleriyle de çok ilgilenmekteydi. Bu dönemde tarih, politik ve ideolojik semboller için bir kaynak olarak görülmeye başlandı. Nitekim, politikacılar ve tarihçiler, uluslar içerisinde kendi ulusunun ve onun yerinin yüceltilmiş rolünü açıklayan belirli milli karakteristikler için tarihteki dönüm noktası olayları keşfettiler. Bu amaçla Renan filolojiyi kullandı11. Eğer değişik Avrupa ulusları için tarih bir araştırma konusu ise, o takdirde bu tarihin Batı Hıristiyan medeniyetinin kökleri ki Kitab-ı Mukaddes’in vatanı Roma ve Yunan dönemlerinin başlangıcına kadar geri götürülmesi doğal olacaktır. Dolayısıyla, Avrupa halklarının manevi mirası hükmünde olan bu yerlerin görülmeye değer yerler olduğu açıktır. Şüphesiz Renan, Kitab-ı Mukaddes’in yayıldığı topraklara seyahat eden ilk Avrupalı değildi. Bununla beraber, onun döneminde bu seyahatlerin karakterindeki değişim sembolleştirildi. Böylece XIX. yüzyılın ortalarından itibaren, antik çağla ilgili araştırmalar milli bir amaç haline dönüşmüş oldu. Roma, Atina, Ba’albek, Kahire ve Kudüs’ün klasik dönem medeniyetlerinin muhteşem yapıları sosyal hayatta önemli denebilecek bin anlam taşımaya başladı. Modern bilim ve arkeolojik kazılarla toplanan bilgiler, bu medeniyetleri yeniden gün ışığına çıkarmaya başladı. Avrupalı hükümetlerin de aktif teşvikiyle yeni bazı kazı hareketleri başladı. Bu kazılarda ortaya çıkarılan bulgularla ilgili iddialar öne sürülmeye başlandı. Bu anlamda, Şecere kökleri ile ilgili araştırmalarda Keltlerin, Fenikelilerin torunları olduğu bile iddia edildi. Başka bir 10 11 Ernest Renan, Mission de Phenicie, Paris 1864, 7 vd. Edward W. Said, Şarkiyatçılık (Batı’nın Şark Anlayışları), Çev. B. Ülner, İstanbul 2003, 136-159. 417 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ifadeyle, Britanya’yı keşfedip, buraya yerleşenlerin Fenikeliler olduğu ileri sürüldü12. XIX. yüzyılın başlarında özellikle Fransa’nın eski medeniyetlere olan ilgisi akademik amaçların da üstünde ve ötesinde gelişti. Renan’dan sonra da çok sayıda araştırmalar yapıldı. Böylece, Fransa ile eski yakın Doğu arasında duygusal bağlar güçlendirildi. 1894-98 yıllarında Fransa dış işleri bakanı olan ve bu dönemde Fransa’nın sömürgeciliğe yeniden dikkat çekmesinde önemli rol oynayan Gabrie Hanotaux “La Montagne du Liban n’atteint pas les hautes altitudes” isimli bir eser yazdı. Ona göre; Lübnan dağının zirveleri ulaşılmaz olmamakla birlikte, dünya tarihinde önemli bir yere sahipti. Çünkü, Hz. Süleyman döneminden Renan’a insanoğlunun hikmet bilgisi, laik sedir ağaçlarının gölgesinde burada gelişmiş ve gelişmeye devam etmekteydi. Görüldüğü üzere, burada Kitab-ı Mukaddes devirlerinden Hanotaux’un kendi zamanına kadar olan dönem de Fransa’nın kültürel mirasına vurgu yapılmaktaydı. Başka bir ifadeyle Hanotaux, Akdeniz dünyası ve onun kültürünü bizzat Fransız halkının kendi kültürü olarak değerlendirmekteydi13. Fransız yazar Gustave Flaubert, ise 1863 yılında yazmış olduğu bir eserinde Akdeniz havzası kültürleri ile Fransız kültürünün bir ve aynı kültürü meydana getirdiğini söylemekteydi. Bunun sonucu olarak, Fransa’nın Yakın Doğunun eski medeniyetlerine olan ilgisi hem laik hem de dini okullarındaki müfredat programlarına kadar girdi. Fransa kendi tarihinin bir parçası olarak okullarında, Eski Mısır, Babylon, Asuri, Kenan ve Fenike ile ilgili dersler koydu. Ders kitaplarında öğrencilere eski Fenikelilerin, Arap olmadıkları ve Hint-Avrupa ırklarının ortaya çıktığı Ham’ın neslinden geldikleri anlatıldı14. Fransa’nın Akdeniz’e olan ilgisi, XIX. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış olduğu bazı politik olaylardan sonra daha da artmıştır. 1870-71 yıllarında Fransa’nın Prusya’ya yenilmesi sonucu, Fransa Avrupa dışındaki politik faaliyetlere yönelmek zorunda kalmıştır. Bu dönemden sonra Fransa, genel olarak Afrika ve Asya ile daha çok ilgilenmeye başlamıştır. Başka bir ifadeyle, Avrupa’da politik başarısızlığa uğrayan Fransa, Yakın Doğuda elde ettiği sömürgeler üzerindeki misyon faaliyetlerini güçlendirmeye ve buralarda kendi kültür değerlerini yaymaya yönelmiştir15. Böylece, zamanla sömürge gruplarının muhayyilesinde bir Akdeniz imparatorluğu kurma düşüncesi gelişmeye başlamıştır. Nitekim, bu sömürgelerin temel sloganları; “Sen nehri 12 Barbara Tuchman, Bible and Sword, New York 1956, 6. Rene Ristelhueber, Les Traditions Françaises au Liban, Paris 1998, 5. 14 M. L’Able Gagnol, Histoire Ancienne des Peuples de L’orient, Paris 1891, 274; Emile Sepond, Histoire Ancienne de L’orient, Paris 1920, 9. 15 Said, 230. 13 418 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. Paris’e aktığı gibi, Akdeniz de Fransa’ya akar”16 olmuştur. Başka bir ifadeyle sömürgeler, Avrupa kültürünün ve özellikle de Fransız kültürünün üstünlüğüne inandırıldı. Bu anlamda Fransız ulusu, Avrupa’da en aydınlanmacı ve âlî kültürü temsil etmektedir. Çünkü, Fransa Roma’nın aydınlamacı felsefesi ile Hıristiyan İncil’inin iman ilkelerini benimsemiş ve onları hazmetmiş bir toplumdu. Dolayısıyla, sadece Fransa’nın imajında Akdeniz dünyasında yeniden bir Roma İmparatorluğu tesis etmek mümkün olabilirdi17. Bölgede Fransa ile Maruniler arasındaki bağlar Haçlılar döneminde başladı. Bu dönem, aynı zamanda Roma Kilisesinin Maruni Kilisesini bağrına bastığı dönemdi. 1584’te Roma’da Maruni Koleji açıldı. Bu kolejin yönetimi, Cizvit rahiplerin uhdesine verildi. Bu dönemden itibaren, Cizvit rahiplerin genelde Suriye’de Katolik misyonu yayma konusunda özel de ise yerel eğitim sistemi üzerinde kayda değer bir iz bıraktıkları görülmektedir18. Fransız Katolik misyonerleri ise Suriye’ye 1831’de geldiler. Bu dönemden sonra, misyon bir Fransız karakteri taşımaya başladı. Bu Katolik Fransız misyonerler bölgede sadece Hıristiyan eğitim sistemini yerleştirmeye çalışmıyorlar, aynı zamanda genelde toplum özelde ise elit tabaka üzerinde çok derin bir tesir bırakmaya gayret sarf ediyorlardı. Bu amaca ulaşmak için, onlar bölgede pek çok okul açtılar ve kendi eğitim sistemlerine uygun şekilde çok genç yaştaki çocukları eğittiler. Nitekim, “yedi yaşında bir çocuğu bize verin ve biz, ebedi olarak ona sahip olalım” sözlerinin, bu Katolik Cizvit rahipler tarafından söylendiği bilinmektedir19. Bu misyonun bir parçası olarak 1875 yılında Beyrut’ta St. Joseph Üniversitesi kuruldu. XIX. yüzyılın sonlarında laik eğilimlerine rağmen, Fransa misyonerlik faaliyetleri vasıtasıyla Fransa dışında geleneksel Fransız dini eğitim sisteminin yayılmasını desteklemeye devam etti20. Fransa ve onun kültürü ile güçlü bir bağ kuran üniversite, Suriye ve Lübnan için kültürel bir merkez haline geldi. Saygın ailelerin bir çoğu, çocuklarını okutmak için bu üniversiteye gönderdi21. 1920’lerde Fransız Manda yönetimi altında bir Lübnan Devleti kurulduğu zaman, bu devletin memurları genel olarak St. Joseph Üniversitesi mezunları arasından seçildi. Böylece, St. Joseph Üniversitesi’ndeki Cizvit rahiplerle Yeni Lübnan devleti arasında güçlü bir bağ tesis edilmiş oldu22. 16 C. H. Andrevw - K. Fostner, “The French Colonial Party”, The Historical Journal, 1971, 88. Rene Millet, Notre Politigue Exterieure de 1898 a’ 1905, Paris 1905, 218-278. 18 Işık, 204 vd. 19 Züaytir, 345 vd. 20 Andrew-Kanya Forster, The Climax of French Imperial Expansion, Stanford 1981, 27. 21 Selim Abou, Le Bilinguisme Arabel-Français au Liban, Paris 1962, 203-204. 22 Bkz. David A. Kerr, The Temporal Authority of The Maronite Patriarachate, Ph. D. Thesis, St. Antony’s College, Oxford 1973, 151. 17 419 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Sömürge okullarında genel olarak Fransa, Sömürge durumunda yaşayan toplumları ruhsuz nesneler haline getirmek amacıyla, kendi ülkelerinin tarihini değil, Fransa’nın tarihini öğretti. Nitekim, Kuzey Afrika’daki Fransız sömürge okullarında durum böyle idi23. Ancak, Lübnan’da durum bundan biraz daha farklılık arz etmekteydi. Lübnan’da Maruniler en büyük Hıristiyan gruplardan birini teşkil etmekteydiler ve bunlar Katolik olmaları bir yana, zaten eskiden beri Fransız hayranı bir toplumdu. Başka bir ifadeyle, kendi kültürel değerlerinin bir parçası olduklarını ifade eden Marunileri kullanarak bölgede Hıristiyanları birleştirmeye çalışan Fransa, Katolik misyoner öğretmenlerin bölgenin tarihi ile ilgili araştırmalar yapmaya ve bu bilgileri öğrencileri ile paylaşmalarına çok büyük önem verdi. Böylece, St. Joseph Üniversitesi bölgede Suriye’nin tarihi ve arkeolojisi üzerine araştırma yapan kurumların öncüsü haline geldi. 1902’de bu üniversiteye bağlı olarak Oryantal fakültesi kuruldu. Bu fakültenin öğretim üyeleri arasında Şeyho, Ronzavelle Jalabert, Planchet, H. Lammens gibi ünlü oryantalistler de vardı. Eski Suriye tarihi ile ilgili araştırmalara en büyük katkıyı onlar sağlamaktaydılar24. Bu dönem, Marunilerin kimlik arayışlarının hızlandığı bir dönem olmuştur. Nitekim, 1902’de üniversite tarafından yayınlanan el-Meşrik dergisinde Marunilerle Marada arasında bir akrabalık olduğuna ilişkin olarak bir tartışma başlamış ve bu dergide seri yazı dizisi şeklinde yayınlamıştır25. Bu tartışmanın tamamını burada nakletmek mümkün değildir. Ancak, bu yazı dizilerinin Maruniler ile Marada topluluğunun aynı topluluklar olduklarını dile getiren tartışmaları ihtiva ettiğini söylemek yeterli olacaktır. Şüphesiz bu durum, Katolik misyoner öğretim üyelerinin üstlenmiş oldukları rolü açıkça ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle, onlar bölge halklarının özellikle de Marunilerin mitsel bir geçmiş yaratmak suretiyle, kendi toplumları için yeni bir tarih inşa etmelerinde önemli rol oynamışlardır26. Bu tartışmayı başlatanlardan biri H. Lammens idi. Lammens, St. Joseph’in müfredatını hazırlayanlardan birisiydi ve dolayısıyla Suriye ile Lübnan’daki ayrılıkçı ideolojilerin gelişmesinde ve beslenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Lammens hem Suriye’nin tarihi ve coğrafyası ile ilgili araştırmalar yapmış hem de öğretmiştir. Yıllarca üniversitenin müfredat programları idari müdürlüğünü yaptı. Ayrılıkçı bir Hıristiyan kimliğine temel oluşturması için, sözde bilimsel izahlarla Suriye ile Lübnan’ın Hıristiyan 23 David Gordon, Self-Determination and History in The Third World, New Jersey 1971, 55, 130. Gordon, 55-60, 130 vd. 25 Bu tartışmalarla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz., Ahmed Beydoun, ‘ldentite Confessionelle et Temps Sociel Chez Les Historiens Libanais Contemporains, Beyrut 1984, 161-208; Işık, 82 vd. 26 Işık, 81, 189. 24 420 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. olduğunu belirten değişik makaleler yazdı. Lammens, ayrıca Cebel-i Lübnan’ın dağlık ve coğrafyasının ulaşılmaz olması sebebiyle, tarihte uzunca bir dönem baskı altındaki azınlıklar için bir sığınma merkezine dönüştüğünü ileri sürerek, bölgenin Müslüman tehdidi ile karşılaşmasına rağmen, Suriye’nin gerçek karakterinin Cebel-i Lübnan’da muhafaza edildiğini ifade etmiştir27. Orta Doğuda misyonerlerin ve dolayısıyla Batı kültürünün ilk girdiği yerlerden biri de Mısır olmuştur. Bu anlamda, Mısır’ın İskenderiye şehri misyonerlerin tabir yerindeyse at koşturdukları bir yerleşim merkezi idi. XIX. yüzyıl boyunca birçok Avrupalı ve Levanten topluluklar İskenderiye’ye göç etmiş böylece şehir, kendi ünlü kozmopolit havasına bürünmüştür. Suriye’de olduğu gibi, Mısır’da da Fransa, Batı kültürünün yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Burada da Fransız okulları açıldı ve ülkenin birçok bölgesinde olduğu gibi şehirde dini misyonlar faaliyet göstermeye başladı. Zamanla, birçok Suriyeli Mısır’ın özellikle de İskenderiye’nin ideal bir yerleşim yeri olduğunu öğrendi. Suriye’nin misyoner okullarında aldıkları eğitim ve zanaatları hızlı bir gelişmeyi yaşayan Mısır’ın yararına kullanmak adına buraya göç ettiler. Başka bir ifadeyle, XIX. yüzyıl boyunca Suriyeli Hıristiyanların birçoğu Mısır’a geldi ve I. Dünya Savaşı boyunca bunların sayısı dramatik bir şekilde arttı. Savaşın sonuna kadar, İskenderiye’de büyük ölçüde eğitimli Suriye ve Lübnanlılar meydana geldi. Onların birçoğu ya Beyrut’taki ya da İskenderiye’deki Katolik misyoner okullarından mezun oldular. Tarihsel süreçte, Katolik Cizvit rahiplerin yaşam tecrübelerinden hareketle, onlar öğrenci birlikleri kurdular ve kendi içlerinde kültürel faaliyetlerin gelişmesini teşvik ettiler. I. Dünya Savaşı sıralarında Fenikelilik kavramından söz edenlerin bir çoğu, savaş biter bitmez Lübnan’a geri döndüler28. Modern anlamda dışlayıcı bir Hıristiyan kimliği, XIX. yüzyılın ilk yarısı boyunca Cebel-i Lübnan’da vücut bulmaya başladı. Dolayısıyla, XIX. yüzyılda Maruni Kilisesi Lübnan’ın politik tarihinin şekillenmesinde ve 1920’lerde Lübnan’da bir Hıristiyan devletinin yaratılması projesinde önemli rol oynamıştır29. Bununla beraber bu dönemde de kilise, Fenikelilerle Marunilerin aynı etnik kökenden geldiklerini ispat etmek arzusundan daha çok, Maruni Kilisesi’nin tarih sahnesine çıkışından günümüze kadar olduğu gibi, Maruni toplumunun Katolikliğe bağlılığını ispat etmek için çaba sarf ettiği 27 Kemal Salibi, “Islam and Syria in the Writings of Henri Lawwans”, in Lewis and Holt (eds.), Historians of The Middle East, London 1962, 330-342. 28 Züaytir, 284 vd. 29 Meir Zamir, The Formation of Modern Lebanon, London 1985, 1-37. 421 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) anlaşılmaktadır. Ancak, yine de XIX. yüzyılda Maruni patriği Nicolas Murad yazmış olduğu bir eserinde Marunilerle eski Fenikelilerin arasında tarihsel bir bağ olduğunu öne sürmekte, Lübnanlılık düşüncesine vurgu yapılmakta ve Lübnan’da ayrı bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması gerektiğini savunmaktaydı30. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Maruni kimliği hakkındaki yazıların mahiyeti tedrici bir şekilde değişti. Dini kökenlerin tarihi hala hakimdi fakat, bölge hakkında bilimsel bilginin yayılmasının bir sonucu olarak, dağ halkının kökenlerine başka detaylar ilave edildi. Marada ve Marunilere ilişkin olarak yukarıda zikredilen tartışma bu gelişmenin bir sonucu olsa gerektir. Beyrut Maruni piskoposu Yusuf ed-Dibs bu tartışmayı başlatanların en başında gelmekteydi. Dibs, kendi cemaatinin tarihine ayrıntılı bir şekilde yer verdiği, ‘Suriye Tarihi’ adını verdiği bir kitap yazdı. ed-Dibs, kendi tarihsel araştırmasına Kitab-ı Mukaddes dönemi ile başladı ve Suriye sahillerindeki Fenike tarihine büyük bir bölüm tahsis etti. Dibs, eserinde Fenikelilerin Semitik olmadıklarından, onların ticaretteki ustalıklarından, sömürgelerinden, zanaatlarından, alfabeyi icatlarından bahsettikten sonra kendi toplumlarının etnik kökenlerini Fenike ve Fenike ailesine mensup kavimlere kadar dayandırmak suretiyle, Fenikelilerin zengin geçmiş tarihlerini ve insanlığa yaptıkları katkıları anlatır. Dolayısıyla, kendilerinin Fenike kökenlilik iddialarını temellendirmeye çalışır. Dibs, Lübnan’ın eski yerleşimcileri ile mevcut sakinleri arasında doğrudan bir ilişki kurmamakla birlikte, eski Fenikelilerle Cebel-i Lübnan’ın mevcut sakinleri arasında belli bir bağ kurarak sürekli bir kronolojik tasvir yapmaya çalışır31. Nitekim, bu tanımlama daha sonra kendi uluslarının tarihini yeniden inşa edecek olan Maruni Hıristiyanlar tarafından benimsenecek ve genişletilecekti. Maruni patriği İlyas Huveyyik (1899-1931) döneminde kilise, Marunilerin Fenike kökenli kavimlerin soyundan geldikleri şeklindeki tartışmalara daha aktif bir şekilde katılmış ve 1920’lerde patrik Daha Büyük Lübnan’ın kurulması yönündeki faaliyetlerini hızlandırmıştır. Bu faaliyetleri ile patrik hem kendi cemaatinin dini lideri hem de Lübnan’ın politik lideri gibi davranmaktaydı. Versay’daki barış konferansında Lübnan delegasyonuna başkanlık ettiği zaman, ayrı bir Hıristiyan varlığı olarak Daha Büyük Lübnan’ın kurulmasını talep ederken, Lübnan’ın etnisitesinin Arap olmadığını ispatlamak için Fenikelilik fikrini kullanmıştır32. Bununla beraber, patriğin kendi cemaatine sık sık 30 Nicolas Murad, Notice Historique Sur L’origine de La Nation et sur Ses Rapports Avec la France, Paris 1844, 3 vd.; Ayrıca bkz., Carol Hakim-Dowek, The Origins of The Lebanese National Idea, 1840-1914 (Ph. D. Thesis, St. Antony’s College), Oxford 1977, 283-297. 31 ed-Dibs, I, 255-365. 32 E. P. Hoyek, “Les Revendications du Liban Memoire de la Delagation Libanise a’ la Conference de la 422 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. göndermiş olduğu resmi tebliğlerinde Lübnan’ın Hıristiyanlık önce varlığına tek bir işarette bile bulunmadığı anlaşılmaktadır. Böylece, kilisenin kendisi ya da doğal olarak patrik cemaatine, kendi atalarına bağlılık veya Hıristiyan olmayan pagan atalarına karşı bağlılığı telkin etme cesaretini gösterememiştir. Patrik Huveyyik, Versay’da günümüz Lübnanlılarının eski Fenikelilerin torunları oldukları fikrini söylediğinde, kendi cemaatine değil, ama muhtemelen batılı dostlarına göndermeler yapıyordu. Çünkü, Barış Konferansında Batılı delegasyonlar için Fenike adı, tanıdık bir isimdi ve gerçekte Huveyyik’in de bunun farkında olduğu ve onu istismar ettiği açıktır33. Kısaca Maruni Kilisesi, Arap olmayan ayrı bir soy ya da nesep için dayanak sağladı. Görüldüğü üzere, Suriye ile Lübnan ve Suriyeli-Lübnanlı göçmenlerin çoğunlukla yaşadığı Mısır (İskenderiye)’da, Fransız Katolik misyonerlerinin açmış oldukları okullardaki eğitim sisteminin bir sonucu olarak, Maruniler arasında Fenike kökenlilik mitinin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Marunilerin, misyoner okullarından devşirdikleri fikirler, onları kendi cemaatleri ile bütünleştirebilir ve tam anlamıyla parçası oldukları bir millet henüz ortada olmamasına karşılık, Avrupalı güçlerin özellikle de Katolik Fransa’nın himayesinde mümkün olabilirdi. Böylece, zamanla Maruni entelektüeller arasında bir ulus düşüncesinin ortaya çıktığı görülmektedir. Tarihi süreçte, özgür bir Hıristiyan yaşamının merkezi kabul ettikleri Katolik Fransa veya Avrupa güçlerinin himayesinde bağımsız bir Lübnan Hıristiyan devletinin yaratılabileceği düşünceleri direnç kazanmaya başladı. Zaten, 1861’den itibaren Avrupalı güçlerin himayesinde Lübnan’da bir iç özerklik söz konusu idi. Bu özerk yapı içerisinde Hıristiyanlar çoğunluktaydı. Bunun sonucu olarak, bu özerk yapının Avrupalı güçlerin de yardımı ile elbet bir gün, gerçek bağımsızlık yolunda bir sıçrama tahtası olması mümkündü34. Bu düşünceyi savunanlardan biri de Bulus Nuceym idi. Nuceym, Cuniye’li entelektüel bir Maruni olup, Fransa’da yaşıyordu. Bu dönemde Nuceym, Lübnan sorununu anlatan ve sözde bu soruna yönelik çözüm önerilerini ihtiva eden ‘La Question du Liban’ isimli bir kitap yazdı35. Ona göre, Lübnan’da bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması, sadece bir Suriye milleti çerçevesinde, Fransa’nın himayesi altında kurulabilirdi. O da; Lübnan’ın tarihini anlatırken, Lübnan’ın eski sakinlerinin eski Paix”, La Revue Phenicienne, Beyrut 1919, 236. Yusuf es-Savad, Fi Sabil el-İstiklal, Beyrut 1967, 183-184. 34 Albert Hovrani, Çağdaş Arap Düşüncesi, (Çev. Latif Boyacı-Hüseyin Yılmaz), İstanbul 2000, 282. 35 M. Jouplain, La Question du Liban: Etude d’histoire Diplomatique et de Droit İnternational, 2 nd edition, Cuniye 1961, 1. 33 423 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Fenikeliler olduğunu söylüyordu. Bundan başka, ilk defa coğrafi determinizm kavramını kullanarak, Lübnan’ın tarihini ve etnisitesini coğrafi gerçeklerin tayin ettiğini öne sürdü. Ona göre, tarihin başlangıcından bu yana ayrı bir Lübnan ulusu var olagelmişti. Geçmişte bunlar Fenikelilerdi. Günümüzde ise Fenikelilerin torunları olan Marunilerdi. Lübnan, tarih boyunca birçok işgallere maruz kalmasına, hatta Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü dönemlerinde bile geniş bir özerkliğe sahip olmuştu. Lübnan 1861’den bu yana resmi bir imtiyaz sahibi olmakla birlikte daha demokratik anayasası ve kurumları ile daha geniş sınırlara sahip (Suriye bölgesini de kapsayan) bağımsız bir Hıristiyan devleti olmalıydı. Bu da ancak, Fransa’nın himayesi altında gerçekleşebilirdi. Böylece, Lübnan’ın dağları ve köyleri, özgürce çalan kilise çanları, onları himaye eden Avrupa gemileri ile bağımsız ayrı bir Hıristiyan devletinin kurulması mümkündü36. 1908’den sonra başta Suriye ve Lübnan’da olmak üzere, Osmanlı Devleti aleyhinde gizli cemiyetler ve komiteler kuruldu. Bu cemiyetlerden biri de Lübnanlılar Birliği idi. 1910’da kurulan bu derneğin İskenderiye’deki şubesi, I. Dünya Savaşı’nın sonunda Avrupalı güçlerin desteği ile bağımsız bir Daha Büyük Lübnan devletinin kurulmasını desteklemekteydi37. Birliğin sekreteri Yusuf es-Saouda, 1970’lere kadar Fenikelilik kimliği hakkında birçok yazılar yazmıştır. Es-Saouda bir Maruni idi ve Katolik misyonerler tarafından eğitilmişti. Kendisi önce St. Joseph’teki Oryantal fakültesini daha sonra da Fransız hukuk fakültesini bitirmişti. 1908’de İskenderiye’den ayrıldı. İskenderiye’den Lübnan’a geri döndüğünde, kendisi Bishara el-Huri ile arkadaş oldu ve onu destekleyenler arasında yer aldı. Maruni Kilisesi ile çok sıkı ilişkiler kurdu ve Cebel-i Lübnan’ı Fenike kültür ve medeniyetinin son kalesi olarak görmekteydi. I. Dünya Savaşı’nın sonunda ilk kapsamlı eserlerinden biri olan ve açıkça Lübnan halklarının Fenike kökenli olduklarından bahseden ‘Fi Sabil Lübnan’ adlı kitabını yayınladı: Her millet geçmiş tarihinin ihtişamlı dönemlerine ve kendi atalarının soyluluklarının cazibesi ile kendi köklerine geri dönmek için güçlü bir arzuya sahiptir. İtalya, tarihteki zaferleri, ihtişamı ile kudretli Roma’nın varisleri olmakla gurur duyarlar. Yunanlılar, şiirleri ve felsefeleri ile kendi atalarının tarihlerinden övgü ile bahsederler. Medenileşmiş dünya, kendi atalarının büyüklüklerine ve kendi nesillerine saygı duyan İtalya ve Yunanlılara şükran borçludur. Kendi kök ve kimliğinden gurur duyan bir milletin torunları olarak Lübnan’ın dünya medeniyetinin bir kalesi hükmünde olduğunu bilmeli ve onunla gurur duymalı. Fenikeliler, Lübnan dağlarının yamaçlarında doğmuş, 36 37 Jouplain, 1-15; Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, 283. K.T., Khairallah, Les Regions Arabes Liberees, Paris 1919, 64-65; Zamir, 60-61. 424 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. sahillerinde kemale ermiş ve buradan Fenikeliler medeniyetlerini yeryüzünün dört bir köşesine yaymışlardır. Dolayısıyla, Fenike medeniyeti Avrupa medeniyetinin köklerini teşkil eder38. Daha sonra kitabında es-Saouda, Fenike kültürünün ve Lübnan halklarının mirasının ihtişamını anlatarak Fenikelilerin, alfabeyi icat ettiklerini, büyük deniz filoları kurduklarını, birçok önemli zanaatları keşfettiklerini, kurdukları sömürgeleri ve onların tarihteki başarılarını sıralar. Lübnan’ın kısa bir tarihçesini anlattıktan sonra es-Saouda kitabında, Lübnan’daki mevcut olaylara değinir. Bu anlamda, Suriye ve Lübnan’ın iki ayrı varlık olduğunu ve Avrupalı güçlerin Marunilerin ulusal arzularını gerçekleştirmede Lübnan’a yardım etmeleri gerektiğini vurgular39. Bununla beraber, Fenike kökenlilik düşüncesini farklı bağlamda dile getiren yazarlarda vardı. Bunlardan biri de Jacques Tabet idi. Tabet, 1920’de yayınlamış olduğu ‘La Syrie’ adlı kitabında, Daha Büyük Suriye’nin kurulmasını desteklemekteydi. Ancak onun Daha Büyük Suriye’den kastı Arap olmayan bir Suriye idi ve Suriye halklarının ortak kimliğinin Fenikelilik olduğunu söylüyordu. Suriye milleti bağlamında Lübnan’a belli bir anahtar rolü verilmekte fakat nihai bir politik çözüm için daha büyük Suriye’nin kurulması gerektiğinin altı çizilmekteydi. Tabet tam olarak şöyle diyordu: ‘Suriye, tam anlamıyla kendi tarih ve coğrafi karakterine işaret ettiği için Suriyelilerin ve Fenikelilerindir’40. Daha öncede belirtildiği üzere, I. Dünya Savaşı sırasında bir çok Lübnanlı ve Suriyeli Mısır’a kaçtı. Bunlar genellikle İskenderiye’deki Katolik misyoner okullarında eğitildiler. Onlar arasında daha sonra Lübnan politikalarında önemli rol oynayacak olan bazı kişilerde vardı ki bunlardan biri de Michel Chiha idi. İskenderiye’de Chiha ve daha bir çokları Hector Klat ile tanıştılar. Klat, Mısır’a daha önceleri göç etmiş olan Lübnanlı bir ailenin oğluydu. Klat, 1888’de İskenderiye’de doğmuş ve Fransız misyoner okullarında eğitim almıştı. Savaş bittiğinde, şiddetli bir şekilde Fenike düşüncesini savunan ve tam bir Fransız hayranı bir kişi haline geldi. Dolayısıyla, bunların hemen hepsinin Fransa’ya olan hayranlıklarının temelinde Beyrut’taki, İskenderiye’deki Katolik misyoner öğretmenlerden almış oldukları eğitimin çok büyük tesiri bulunmaktaydı41. Bu sebeple, Lübnan ve Suriye’de bağımsız ayrı bir Hıristiyan devleti kurulması bağlamındaki düşüncelerin teşekkülünde Mısır ve özellikle de İskenderiye’deki Katolik misyonerlerin de önemli bir katkısı olmuştur denilebilir. Çünkü, savaştan önce ve 38 Yusuf es-Saouda, Fi sabil Lübnan, İskenderiye 1919, 15 vd. es-Saouda, 28 vd. 40 Jacque Tabet, La Syrie, Paris 1920, 28-29. 41 Bkz., Hector Klat, Feuilles Mortes, Beyrut 1970, 55, 60-62; Yusuf es-Saouda, 15. 39 425 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) savaş sırasında çok sayıda Suriyeli-Lübnanlı Mısır’a göç etmiş ve buradaki Katolik misyoner okullarında eğitim almışlardır42. 1870-71 yıllarında Fransa’nın Prusya’ya yenilmesinden sonra, Fransız aydınları Fransa’nın milli gururunu yeniden tesis etmek için çalıştılar. Bu dönemden itibaren Fransız düşünürler milli etik değerleri yeniden tarif ettiler ve yine bir çok Fransız milliyetçisi düşünür Katolik Hıristiyanlığın temel ilkelerini ve onun vatanseverlik anlayışını dile getiren yazılar yazmaya başladılar. Bu bağlamda onlara göre Katoliklik, Batı medeniyetinin geleceğini garanti edebilecek sosyal disiplinlerle aynı anlamı ifade ediyordu. Dolayısıyla bu milliyetçilik anlayışı, kendi ulusal arzularını gerçekleştirmede, Lübnanlı Marunilere örnek oldu. Bu Fransız düşünürler için, bir Fransız olma, temel olarak ırki, etnik veya linguistik bir sorun değil, kültürel bir sorundu. Bu anlamda, tarih ve geleneğin bir milletin kültürünü oluşturduğuna inanılmaktaydı. Bu sebeple, Lübnan ulusal hareketi için bundan daha mükemmel bir reçete olamazdı. Eğer bir kişinin konuştuğu dilden daha çok, onun kültürünün Lübnan kültürü olup olmadığı dikkate alınırsa, o takdirde bu kişinin Arapça konuşup konuşmadığı veya Araplarla etnik benzerliklerinin var olup olmadığı önemli değildi43. Fransız toplumu için Roma Kilisesi’ni önemli bir yapı olarak gören Fransız ırkçı milliyetçiliğinin ideologlarında olduğu gibi, Fenike kökenli olduklarını öne süren bir çok Maruni yazar da milli karakteristikleri miras alınmış değerler olarak görmekte ve günümüzün sadece geçmiş vasıtasıyla anlaşılabileceğini ve geçmişle günümüzün ayrılamayacağını söylemekteydiler. Fenikelilik düşüncesi üzerine yazı yazan bir çok Maruni için, Maruni Kilisesi’nin Roma Kilisesi’ne bağlılığında olduğu gibi, Fenikelilik mozaiği onların Batıya yönelmelerini sağlayan önemli bir dama taşı idi44. Aynı şekilde coğrafya şu veya bu ulusal kimliğe sahip çıkmak ya da inkar etmek için çok sık kullanıldı. Bu anlamda, Fransız Elisee Reclus de ulusal özellikleri açıklamada coğrafyayı kullananlardan biri idi. Reclus, coğrafi, tarihi, biyolojik ve sosyolojik açılardan toplumların ve milletlerin incelenmesi demek olan insan coğrafyası teorisini geliştirdi. Bu teoriye göre, toplumların gelişmesinde doğal sınırlar önemli rol oynamaktaydı. Daha büyük Suriye düşüncesini savunanlar, özellikle Süryani ırkı ile 42 Y. Gershoni - P Jankowski, Egypt, Islam and the Arabs, Oxford 1986, 164. Charles Corm, La Montagne İnspiree, Beyrut 1934, 7, 34; Paul Deroulede, Chants du Soldat, Paris 1872; Klat, 60-62; Zeev Sternhel-Mario Sznajder - Maia Asheri, The Birth of Fascist İdeology, New Jersey 1989, 79. 44 Bkz., Hector Klat, Dans le Vent Venu, Beyrut 1937, 10-11; Rachid Lahoud, La Litterature Libanaisec de Langue Françoise, Beyrut 1945, 10. 43 426 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. Araplar arasındaki ayırıma dikkat çekmek için, Suriye’nin doğal sınırlarını tartıştıklarında, onun düşüncelerini referans alıyorlardı. Bu düşünceden hareketle, Daha Büyük Suriye veya Daha Büyük Lübnan’ın kurulması gerektiğini savunanlar Batı medeniyetinin temellerini atanların Fenikelilerdir şeklindeki hipotezi geliştirmişlerdir45. I. Dünya Savaşı’nın sonlarında Paris, diplomatik faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez haline geldi. Komiteler ve lobi grupları değişik politik arzularını gerçekleştirmek için şehre akın ettiler. Ayrı bir Lübnan Hıristiyan devleti kurmak arzusunda olan Maruni komiteler yapmış oldukları bu lobi faaliyetlerinde, çağdaş Lübnan’ın, eski Fenikeliler gibi Arap neslinden gelmediklerini ispat etme gayretlerine giriştiler. Buna karşılık, Chucri Ghanem’in başkanlığını yürüttüğü merkezi Suriye komitesi ise bütün Suriye halkları için benzer iddialarda bulundu. 1919 yılında Versay’da barış konferansı toplandığında; değişik delegasyonlar iddialarına dayanak olması için Suriye, Lübnan ve çok sayıda muhacir toplumlardan gönderilen yüzlerce dilekçelerle Paris’e geldiler. Kahire, İskenderiye, New York, Buenos Aires ve Sao Paulo gibi şehirler, Lübnanlı göçmen Hıristiyanların, Arap karşıtı ifadelerinin en açık şekilde dile getirildiği merkezler haline geldi. 1919 yılının Temmuz ayında Paris’e giden gruplar arasında II. Lübnan delegasyonuna başkanlık eden Maruni patriği İlyas Huveyyik’de vardı. Versay’daki Batılı delegasyonlara hitap eden konuşmasında Huveyyik, kendilerini Arap komşularından ayıran şeyin, Lübnanlıların Fenike soyundan geldikleri iddialarını tekrarladı. Huveyyik, etnik bakımdan Marunileri Akdeniz’den ayrılmış olan Haçlılar ile bir zamanlar Fransız sahillerinde sömürgeler kurmuş olan eski Fenikelilere isnat ederek eski Fenikeliler vasıtasıyla Fransızlara bağladı46. Hıristiyanlık ve Fenike putperestliğini uzlaştırmak için de Huveyyik, Lübnan ulusunun ilk defa Antakyalı Maruniler tarafından teşekkül ettirildiğini ifade ettikten sonra, VI. yüzyılda onların Cebel-i Lübnan’a göç ettiklerini ve iyi birer Hıristiyan olarak yerlileri kendi dinlerine döndürdüklerini anlattı. Daha sonra da bu yerli Fenikelilerin Maruni Hıristiyanlar tarafından asimile edildiklerini ve böylece, ahenkli bir Lübnan ulusunun teşekkül ettirildiğini ifade etti47. Merkezi Suriye komitesi ise Fenike düşüncesini direkt vurgulamıyor ancak, Araplarla Suriyeliler arasındaki ırki farklılıkları dile getiriyordu. Şamlı Rum bir Katolik olan komite sekreteri Georges Samne, iki medeniyet arasındaki farklılıkları çok sık dile 45 Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, l’Asie Anterieure, Paris 1884, 6, 685, 745. Hoyek, 236. 47 Le Patriarche Maronite en France, Correspondense d’orient, October 1919, 125. 46 427 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) getirenlerden biriydi48. 1920’de Samne Suriye ve Lübnan için politik bir çözüm öneren “La Syrie” adlı bir kitap yayınladı. Samne’ın arkadaşı Chucri Gharnem tarafından bu kitaba yazılan giriş bölümünde onun, Fenikelilik ve Daha Büyük Lübnan arasındaki bağları sık sık tekrarladığı ve Daha Büyük Lübnan’ın kurulmasını isteyen herkesin Fenikelilik düşüncesini desteklemesi gerektiğini vurguladığı görülmektedir49. Osmanlı Devleti bölgede güvenliği sağlamak için, savaş boyunca Beyrut’taki politik faaliyetleri sıkı takibe almış, barış ve huzuru bozacak faaliyetlere kısıtlamalar getirmişti. Bununla beraber, Fransa bu gibi faaliyetleri kendi menfaatleri gereği destekliyordu. Bu sebeple de savaş boyunca Fransa, Lübnanlı Hıristiyan grupların bu gibi faaliyetlerini İskenderiye ve Fransa’da yürütmelerini sağladı. Ancak, savaşın sona ermesiyle birlikte Beyrut yeniden politik faaliyetlerin merkezi haline geldi. Daha Büyük Lübnan fikrinin başını Maruni Kilisesi ve Cebel-i Lübnan idare meclisi çekiyordu. Onlar bağımsız ayrı bir Lübnan Hıristiyan devleti kurmayı arzuluyorlardı50. Lübnan’da Fenikelilik kimliğini destekleyenlerden biri de Charles Corm idi. O da diğerleri gibi, Fransız hayranı bir Maruni ailenin oğlu olup, Beyrut’ta dünyaya gelmişti. 1911 yılında St. Joseph Üniversitesi Oryantal fakültesinden mezun olmuştu. 1919 yılında ise Corm, “Societe Nationale Jeunes Syriens” adlı bir dergi çıkarmaya başladı ve Chucri Ghanem’in merkezi Suriye komitesi platformunu destekleyerek Daha Büyük Suriye’nin kurulması yönündeki düşünceleri ifade etmeye başladı. Corm, her platformda Maruni Kilisesi’nin ifade ettiği gibi, Daha Büyük Lübnan’ın kurulması yönündeki talepleri dile getiriyordu. Ayrıca Corm, bir grup Fransız hayranı din adamını etrafında toplayarak onların Suriye ve Lübnan’la ilgili politik, ekonomik, kültürel konuların yanı sıra bağımsızlık sorunu ve Fransa ile bağlar konularında yazılar yazmalarını sağlıyordu. Bunlar Fransız yetkililerden hem ekonomik hem de moral destek görüyorlardı51. St. Joseph Üniversitesi Oryantal Fakültesi Katolik misyoner öğretim üyesi H. Lammens’in Fenike kökenlilik düşüncesi ve onun mirası ilgili felsefenin geliştirilmesinde Maruniler üzerinde çok büyük tesiri olmuştur. Lammens’e göre; tarih bir milletin veya milliyetin en önemli öğesidir. Çevre, ırk ve dil bir ulusu yaratmaya yeterli değildir. Milletle birlikte her zaman var olan şey sadece gelenektir ve bu milletin bütün değerleri Suriye’de şekillenmiştir. Suriyeliler, Aramilerin ve Fenikelilerin torunlarıdırlar. Suriye 48 Comite Central Syrien, La Syrie devant la Conference, Paris 1919. George Samne, La Syrie, Paris 1920, XI, 574. 50 Züaytir, 373 vd. 51 Zeev Sternbell, Maurice Barres et le Nationalisme Français, Paris 1972, 262. 49 428 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. Hıristiyan ve Müslüman değildir. Suriye, Suriyelilerindir ve Suriyeli bir Müslüman, Arap değil, aksine Suriyelidir52. Dolayısıyla Lammens, bölgede hem Suriye’de hem de Lübnan’da iki ayrı ayrılıkçı ulusal hareketin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Lammens ‘La Syrie’ adlı kitabında, Suriyelilik bilincine dayalı ayrılıkçı Suriye milleti tanımını geliştirdi ve Suriye ırkının kökenlerini Fenikeli denizcilere kadar geri götürdü. Lammens ayrıca, Fenikelilerin tamamen Suriyeli olduklarını, Fenike şehir-devletleri döneminden itibaren Suriyelilerin homojen bir millet olduklarını iddia ediyordu53. Böylece, Suriye milleti, Fenike kökenlilik gibi kavramlarla toplumun şuur altına ayrılıkçı bir Suriye milliyetçiliği fikrinin yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Lammens, Suriye milliyetçiliğinin şekillenmesinde coğrafyanın önemi ile ilgili yazılar yazmış olmasına ve Suriye milliyetçiliğini desteklemesine rağmen, ayrıca Suriye’den ayrı veya Suriye’yi de içine alan ayrılıkçı bir Daha Büyük Lübnan düşüncesinin gelişmesini de desteklemiştir. Bundan başka, Lammens Avrupa halklarının kökenlerini Suriye ve Fırat sahillerini içine alan bir bölgede şehir-devletleri kurmuş olan eski Fenikelilere kadar götürmüştür54. Sonuç olarak; Lübnan’da Maruniler arasında ayrı bağımsız bir Hıristiyan devleti kurma eğilimlerinin ortaya çıkışı bir anda olmamıştır. Maruni Kilisesi, Lübnan’da asırlardır ayrı bir Maruni-dini varlığını tesis etmek için çalışmıştır. XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise Avrupalı güçlerin de desteği ile bu dini kimliğe politik bir çözüm bulma çabası içerisine girmiştir. Bunu başarmak için de Lübnan’ın asıl sahiplerinin Maruniler olduğunu, etnik bakımdan Maruni toplumunun Arap değil, Fenike ve Fenike ailesine mensup kavimlere dayandığını öne sürmüştür. Ancak yine de bu görüşü ilk defa ortaya atanların Maruni din adamlarından çok, batı kültürü ve eğitimi ile yetişmiş Maruni laik Hıristiyanlar olduğu görülmektedir. Başka bir ifadeyle, bunlar daha çok Osmanlı İmparatorluğunun Suriye eyaletlerinde politik durumu değiştirmeyi arzulayan Fransız hayranı Hıristiyanlardı. Önceleri Arap olmayan laik bir Daha Büyük Suriye düşüncesi hakim iken, daha sonraları onun yerini Daha Büyük Lübnan’ın kurulması düşüncesi almış ve Fenikelilik fikri Lübnanlaştırılmıştır. Maruniler arasında bu düşüncelerin yaygınlaşmasında Misyonerlerin büyük bir rolünün olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Cizvit tarikatının Maruniler üzerinde çok büyük tesiri olmuştur. Bu anlamda, 1902’de kurulan St. Joseph Üniversitesi Oryantal 52 Sternbell, 262-264 H. Lammens, La Syrie, Precis Historique, Beyrut 1921, 4-12. 54 Lammens, La Syrie et Son İmportance Geographique, Laurain 1904, 3 vd. 53 429 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) fakültesi müfredat programlarının bu düşüncenin gelişmesine katkı sağladığını düşünmekteyiz. Çünkü, genelde üniversitedeki özelde ise Oryantal fakültedeki her dersin temel amacı, Lübnan’da bir Katolik-Fransız kalesi ve sömürgesi yaratmaktı. Dolayısıyla, bu amaca ulaşmak için tarihin yanıltılmasının bir önemi yoktu. Bu anlamda, Avrupalı güçlerin özellikle de Fransa’nın himayesinde Lübnan’da ayrı bağımsız bir Hıristiyan devleti kurulması gerektiğini savunanların hemen hepsinin St. Joseph Üniversitesi Oryantal Fakültesi mezunları oldukları ve genellikle de ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim dönemlerinde Suriye ve Lübnan’ın geçmiş Fenikelilik bilgisiyle donatılmış olan Maruniler oldukları anlaşılmaktadır. Bunların, ayrıca dönemin Fransız düşünürlerinin fikirlerinden etkilenmiş olmakla birlikte, Katolik misyonerler tarafından uygun bir model olarak sunulan Hıristiyan imanı ve organik milliyetçilikle de beslendiklerini söylemek mümkündür. Ancak yine de Lübnanlı Hıristiyanların bu doktrini tamamen hazmetmiş oldukları söylenemez. Çünkü, onların tamamen bağımsız belirli bir dünya görüşleri yoktu. Onların dünya görüşünün temelini Fransa hayranlığı ve Fransa’ya bağlılık oluşturuyordu. Dolayısıyla da onlar, kendi uluslarını tarihte belli bir yere yerleştirmek ve kendilerine uygun bir kimlik bulma gayretlerinde bile, Lübnan halklarının tarihlerini eski Fenikelilere kadar dayandırmaktan öte Fransız halkı ile akrabalıklarının olduğunu ileri sürmüşlerdir. BİBLİYOGRAFYA Abou Selim, Le Bilinguisme Arabel-Français au Liban, Paris 1962. Andrew C. H.- Fostner K., “The French Colonial Party”, The Historical Journal, 1971. Beydoun, Ahmed, dentite Confessionelle et Temps Sociel Chez Les Historiens Libanais Contemporains, Beyrut 1984. Corm Charles, La Montagne İnspiree, Beyrut 1934. Comite Central Syrien, La Syrie devant la Conference, Paris 1919. Dau Butros, History of the Maronites, (Religious, Cultural and Political), Lebanon 1984. Deroulede Paul, Chants du Soldat, Paris 1872. Dibs Yusuf, Tarih Suriye ed-Dini ve ed-Dünyevi 1833-1907, I-X, Dar-i Nazir 1994. Dowek Carol Hakim, The Origins of The Lebanese National Idea, 1840-1914 (Ph. D. Thesis, St. Antony’s College), Oxford 1977. es-Saouda Yusuf, Fi sabil Lübnan, İskenderiye 1919. es-Savad Yusuf, Fi Sabil el-İstiklal, Beyrut 1967. Forster Andrew Kanya, The Climax of French Imperial Expansion, Stanford 1981. Gagnol M. L’Able, Histoire Ancienne des Peuples de L’orient, Paris 1891. 430 Osmanlının Son Dönemlerinde Marunilerin Lübnan’da.. Gershoni Y.- Jankowski P, Egypt, Islam and the Arabs, Oxford 1986. Gordon David, Self-Determination and History in The Third World, New Jersey 1971. Hourani Albert, Çağdaş Arap Düşüncesi, (Çev. L. Boyacı-H. Yılmaz), İstanbul 2000. Arap Halkları Tarihi, (Çev. Yavuz Alogan), İstanbul 2001. Hoyek E. P., ‘Les Revendications du Liban Memoire de la Delagation Libanise a’ la Conference de la Paix’, La Revue Phenicienne, Beyrut 1919. Işık Ramazan, Maruni Kilisesi, AÜ. Sos. Bil. Enstitüsü, Basılmamış Dok. Tezi, Ankara 2003. Jouplain M., La Question du Liban: Etude d’histoire Diplomatique et de Droit İnternational, 2 nd edition, Cuniye 1961. Kerr David A., The Temporal Authority of The Maronite Patriarachate, Ph. D. Thesis, St. Antony’s College, Oxford 1973. Khairallah K.T., Les Regions Arabes Liberees, Paris 1919. Klat Hector, Feuilles Mortes, Beyrut 1970. Dans le Vent Venu, Beyrut 1937. Kohl Fhilip L.- Fawcett Clare, Nationalism, Politics and The Pratice of Archaeology, Cembridge 1995. Kampinsky Aharon, The İnspiratian of Achexology Over İsraeli Society and Culture, Ariel, Vol. 100-1, Nisan 1994, 179-90. Lahoud Rachid, La Litterature Libanaisec de Langue Françoise, Beyrut 1945. Le Patriarche Marohite en France, Correspondense d’orient, October 1919. Lammens Henri, La Syrie, Precis Historique, Beyrut 1921. La Syrie et Son İmportance Geographique, Laurain 1904. Millet Rene, Notre Politigue Exterieure de 1898 a’ 1905, Paris 1905. Murad Nicolas, Notice Historique Sur L’origine de La Nation et sur Ses Rapports Avec la France, Paris 1844. Reclus Elisee, Nouvelle Geographie Universelle, l’Asie Anterieure, Paris 1884. Renan Ernest, Mission de Phenicie, Paris 1864. Ristelhueber Rene, Les Traditions Françaises au Liban, Paris 1998. Schulze, Kirsten E., ‘İsrail ve Maruni Milliyetçilikleri Bir Azınlık İttifakı Doğal mıdır?’, Orta Doğuda’da Milliyetçilik, azınlıklar ve diasporalar, (Der. K. E. Schulze, Martin Stokes, C. Campbell), (Çev. Ahmet Fethi), İstanbul 1998. Said Edward W., Şarkiyatçılık (Batı’nın Şark Anlayışları), Çev. B. Ülner, İstanbul 2003. Salibi Kemal, ‘Islam and Syria in the Writings of Henri Lawwans’, in Lewis and Holt (eds.), Historians of The Middle East, London 1962, 330-342. 431 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Samne George, La Syrie, Paris 1920. Sepond Emile, Histoire Ancienne de L’orient, Paris 1920. Smith Anthony, The Ethnic of Nations, Oxford 1986. Sternbell Zeev, Maurice Barres et le Nationalisme Français, Paris 1972. Sternbell Zeev - Sznajder Mario - Asheri Maia, The Birth of Fascist İdeology, New Jersey 1989. Tabet Jacque, La Syrie, Paris 1920. Tayah W. Peter, The Maronites Roots and Identity, Miami, Florida 1987. Tuchman Barbara, Bible and Sword, New York 1956. Zamir Meir, The Formation of Modern Lebanon, London 1985. Züaytir Muhammed, el-Maruniyye fi Lebanan Kadimen ve Hadisen, el-Vekaletü’şŞarkiyye 1994. 432 Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 15, Sayı: 2, Sayfa: 433-453, ELAZIĞ-2005 FATIMÎLER DEVLETİNİN KURULUŞU The Founding of Fatimid State Aydın ÇELİK Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Elazığ. acelik1@firat edu.tr ÖZET Fatımîler Devletinin Kuruluşu fikir olarak İsmailiyye mezhebine dayanmaktadır. Bu devletin kurulması, İsmailiyye dâîlerinden Ebû Abdullah eş-Şiî’nin sayesinde oldu. O, Irak’ın Selemye şehrinde yaşayan dönemin İsmailiyye imamı Ubeydullah tarafından Kuzey Afrika’ya gönderildi. Ebû Abdullah İsmailiyye düşüncesini Berberîlerden bir kabile olan göçebe Kutame kabilesi arasında yaydı. Önce Kutamelileri birleştirdi, sonra da onlarla birlikte Ağlebilere karşı savaş açtı. Başarılı ataklardan sonra 909’da Ağlebî başkenti Rakkâde’ye girdi. Böylece yeni bir hilâfet idaresi otaya çıktı ve islâm dünyasındaki halifelik ikiye ayrıldı. Anahtar Kelimeler: Fatımîler, Ebû Abdullah eş-Şiî, Ağlebiler, Mağrib, İsmailiyye. ABSTRACT Founding of Fatimid state based on the idea of İsmailiyye thought. This state founded thank to Ebû Abdullah, one of the dâî of İsmailiyye. He was sent to Northwestern Africa by Ubeydullah who was the İmam of İsmailiyye at this time, living in Iraq, in Selemye. Ebû Abdullah propagandised İsmailiyye idea among Kutame nomadic trible, one of the Berberî tribles in Maghreb. Firstly, he began to unite Kutames trible and secondly started a war with them againts to Aglebî state. After some successful attacks, he could went in Rakkâde, capital of Aglebî rule, in 909. Finally, a new caliphate rule came into and the caliphate of islamic world divided in two parts. Key Words: Fatimids, Ebû Abdullah eş-Şiî, Aglebs, Maghreb, İsmailiyye. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Giriş Günümüz coğrafyacıları Afrika kıtasını; Kuzey Afrika, Orta Afrika ve Güney Afrika olmak üzere üç ana bölgeye ayırmaktadırlar. Akdeniz kıyısında bulunmasından dolayı Kuzey Afrika’ya, “Akdeniz Afrikası” da denilmektedir. Bugünkü Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas ülkelerini içine alan bölge, iklimi, yer şekilleri ve bitki örtüsüyle Afrika’nın diğer bölgelerinden farklılık arzetmektedir. Bölgenin coğrafî konumu tarihî ve siyasî gelişmesini açıkça etkilemiştir. Dolayısıyla kıta, erken dönemlerden itibaren büyük uygarlıklara sahne olmuştur1. Kuzey Afrika, Ortaçağ Arap coğrafyacıları ve tarihçileri tarafından, “Maşrik” kelimesinin zıddı olarak “Mağrib” diye isimlendirilmiştir. Dönemin coğrafyacıları kuzeyde Akdeniz, güneyde Büyük Sahra’nın sınırlarını çizdiği bu bölge hakkında önemli bir görüş ayrılığına düşmezken, Mağrib‘in doğu ve batı sınırları üzerinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları doğu sınırlarını Kızıl Deniz’den başlatmakta, bazıları da batıdaki sınırına Endülüs’ü dahil etmişlerdir. Ancak Mağrib, genel olarak İfrikiyye, Orta Mağrib ve Uzak Mağrib olmak üzere üç ana bölgeye taksim edilmektedir. Kasr-ı Ahmed’den Bicâye’ye kadar İfrikiyye, Bicâye’den Mulûye’ye kadar Orta Mağrib (Mağribu’l-Evsât), Mulûye’den Sûs’un dahil olduğu alana kadar da Uzak Mağrib (Mağrib’ul-Aksâ) diye isimlendirilmektedir2. Kısaca, Kuzey Afrika’nın batısında bulunan ve Libya,Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya ülkelerini içine alan bölgeye “Mağrib” denilmektedir3. Mağrib bölgesinin doğal görünümüne kısaca değinecek olursak, Fas’ın batısından başlayan ve yüksekliği zaman zaman 4000 m.‘yi aşan Atlas Dağları silsilesi sıra dağlar halinde git gide alçalarak Tunus’a kadar ulaşmaktadır. Atlas Dağlarının Ak Deniz kesiminde kalan kısmında, yer yer kesintiye uğrayan küçük kıyı ovaları görülmektedir. Mağrib kuzeyden güneye doğru; Ak Deniz kıyı şeridi, orta kesim yarı kurak alanlar ve çöl bölgesi olmak üzere üç farklı özellik taşımaktadır. Bölgenin bol yağışlı, nüfusu en yoğun ve tarıma elverişli kısmını kıyı şeridi oluşturmaktadır. Kıyı şeridinin arka kısmındaki yarı kurak bölge ise kıyıya oranla daha az yağışlı ve daha sıcaktır. Nüfusun 1 Selâmi Gözenç, Afrika Ülkeler Coğrafyası, İstanbul, 1995, s. 3-4. G. Yver, “Mağrib”, İ.A., Eskişehir, 1997, C. 7, s. 142-143;Yakut el-Hamevî Mağrib’in batı sınırlarına Endülüs’ü dahil etmekte, Bkz., Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, Beyrut, 1995, C. 5, s. 161. İfrikiyye’nin sınırlarını da Trablusgarb’dan Bicâye’ye kadar olduğunu belirttikten sonra, Coğrafyacı Ebû Ubeyd el-Bekrî’nin ise İfrikiyye’nin sınırlarını doğu-batı istikametinde, Barka’dan Tanca’ya genişliğinin ise Ak Deniz’den Sudan’a kadar dayanan çöller bölgesine kadar uzattığını belirtmektedir. Yakut elHamevî, Mu’cemü’l-Büldan, c. I, s. 228, 3 İbrahim Harekât, “Mağrib” T.D.V.İ.A., Ankara, 2003, C. 27, s. 314. 2 434 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . seyrek olduğu bu alan göçebe toplulukların yaşadığı topraklardır. Güney bölgesi ise çöl topografyası ve iklim özelliklerinin hâkim olduğu verimsiz yerlerdir4. 1- FATIMÎ HÂKİMİYETİNDEN ÖNCE MAĞRİB’İN GENEL DURUMU 1.1. Siyasî Tarihi Tarihi Milattan önce 3000’li yıllara kadar uzanan bölgenin asıl unsuru olan Berberilerin aslı ve eski tarihi hakkında detaylı bilgiler bulunmamakla birlikte batılı araştırmacılar, Berberilerin, batıdaki Atlas dağlarından doğuya doğru yayıldıklarını, Mes’udî ve İbn Haldun gibi İslam tarihçileri ise Berberilerin Yemen veya Filistin’den buraya geldiklerini iddia etmişlerdir5. M.Ö. 846-146’da İfrikiyye’ye, Kartacalılar olarak da bilinen Fenikeliler hakim olmuş ve Ak Deniz’in doğu kıyısında ticaret amaçlı birçok şehirler kurmuşlardır. Bu maksatla Tunus’ta Kartaca ve Sus, Libya’da Sabratha ve Leptis Manga, Cezayir’de Bicâye, Fas’ta Selâ ve Tanca şehirlerini kurmuşlardır. Ak Deniz’de bulunan Sicilya, Sardinya ve Korsika adalarını ele geçirmek için M.Ö. VI. yüzyılda Greklerle, II. yüzyılda da Romalılarla savaşa giren Fenikeliler, Ak Deniz adalarından çekildiler. M.Ö.146 yılında Romalılarla savaşa giren Kartaca komutanı Hannibal yenilince, Kartaca şehri Romalılar tarafından yerle bir edildi. Bu tarihten itibaren Mağrib, 439 yılına kadar Romalıların hakimiyetinde kaldı6. Kartaca şehirleri üzerinde yeni şehirler inşa eden Romalılar döneminde yerli halk olan Berberiler arasında kısmen Hristiyanlık dini yayıldı. Fakat yerlilerin büyük çoğunluğu itaat altına alınamamıştı. Hakim oldukları bölgelerde idarî düzenlemeler yapan Romalılar döneminde Moritanya’nın kuzeyine Zenâte ve Sinhâce kabileleri yerleşti. Daha sonra Roma’da taht kavgaları baş gösterince, bu kez bölgede Vandallar sahneye çıktı ve 439 yılında Kartaca’yı ele geçirdiler. Yaklaşık bir asır Vandalların egemenliğinde kalan bölge, yerli Libyalıların saldırılarına maruz kaldı. Yerlilerle Vandallar arasındaki iktidar mücadelesi, Bizans donanmasının 533 yılında Kartaca ve eski Roma müstemlekelerinin işgaliyle 4 Selâmi Gözenç, Afrika Ülkeler Coğrafyası, s. 105-132, İbrahim Atalay, Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası, İzmir, 1999, s. 262-266; Aydoğan Köksal, Afrika Coğrafyası, Ankara, 1976, s. 54-56. 5 İbrahim Harekât, “Mağrib” T.D.V.İ.A., C. 27, s. 314; İbn Abdu’l-Hakem, Berberilerin, Talut’un öldürdüğü Calut kavminin bakiyelerinden kaçıp Mağrib’in dağlık alanlarına yerleşenler olduğunu rivayet etmektedir. İbn Abdu’l-Hakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, Kahire, 1991, s. 170. Ayrıca Bkz., İbnu’lFakîh, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. el-Hamedânî, Kitâbu’l-Buldân, Leiden, 1302, s. 83, el-Hamevî, Mu’cem, c. I, s. 368. 6 Halil Demircioğlu, Roma Tarihi, Ankara, 1998, s. 211-269. 435 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) neticelendi. 646 yılına kadar süren Bizans hakimiyeti, Müslüman Arapların bölgeye gelmesiyle son buldu7. Müslümanların Afrika kıtasına ayak basmaları Amr b. el-Âs komutasındaki askerlerin 641 yılında Mısır’ı ele geçirmesiyle başladı. Kısa bir zaman sonra Trablusgarb’ı ele geçiren Amr b. el-Âs, dönemin halifesinden izin alamadığı için İfrikiyye bölgesinin batısına doğru daha fazla ilerleyemedi. Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde Mısır’a vali olan Abdullah b. Ebû Serh 647-648 yılında ordusuyla Mağrib’e doğru ilerledi. Rum komutanı George’yi hezimete uğratan Abdullah, bölge halkının kendisine teklif ettiği vergi miktarını kabul ederek, Mısır’a geri döndü. Burası Hz. Ali ve Muaviye arasındaki mücadele esnasında Müslümanların elinden çıktı. Bölge, Emevîlerin iktidara gelmesiyle yeniden itaat altına alınmaya başlandı. Muaviye’nin Mısır’a atadığı Muaviye b. Hudeyc, kaybedilen yerleri elde ettiği gibi bol miktardaki ganimetlerle birlikte bölgeyi yeniden itaat altına aldı. Muaviye b. Hudeyc’in İfrikiyye fethine atadığı Ukbe b. Nâfi’ el-Fihrî, İfrikiyye ve Mağrib’in fethini gerçekleştirmek ve bölgeyi kontrol etmek için sürekli bir ordu bulunduracağı Kayrevân şehrini kurdu (670-675). 667’de Mısır valisinin değişmesiyle fetihler Abdullah b. Ebû’lMuhacir tarafından devam etti. Yezid b. Muaviye’nin 681’de hilafete geçmesiyle Ukbe b. Nâfi’ yeniden İfrikiyye valiliğine atandı. Fetih hareketine kalındığı yerden devam eden Ukbe, Sûs bölgesini hakimiyeti altına aldı. Ukbe’nin 682-683 yılında hasımları tarafından pusuya düşürülüp öldürülmesinden, Hasan b. Numan el-Gassânî’nin 693-700 yıllarında atanmasına kadar geçen sürede Bizans ve Berberîlerin mukavemeti kırılamadı. Hasan’ın valiliği döneminde bölgeyi ele geçiren Kâhine’yi 694-695 yılında bozguna uğratarak İfrikiyye’nin tartışmasız yöneticisi oldu. İfrikiyye’nin fethinde önemli rol oynayan diğer bir vali ise Musa b. Nusayr’dır (708). Musa, başarılı hamleler sonunda Berberîleri itaat altına aldı ve Tanca şehrine Tarık b. Ziyad’ı atayarak Kayrevân’a geri döndü8. Abbasîlerin başa geçtiği ilk dönemlerden itibaren özellikle de Ebû Cafer Mansur döneminde Kuzey Afrika ülkeleri Haricî hareketin merkezi durumuna geldi. Bir taraftan 7 8 İbrahim Harekât, “Mağrib” T.D.V.İ.A., C. 27, s. 314-315. Halife b. Hayât, Tarihu Halife b. Hayât (Çev. A. Bakır), Ankara, 2001, s. 189, 199, 258, 303-304, 335; İbn Abdu’l-Hakem, Futûhu Mısr, s. 172-173, 183, 194-205, el-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân (Çev., M. Fayda), Ankara 1987, s. 324-330; İbn ‘İzârî el-Merâkuşî, Kitâbu’l-Beyâni’l-Muğrib fî Ahbâri’l-Endelüs ve’lMağrib (neşr ve thk. Levi Provencal-G.S. Colin), Leiden 1948, C. I, s. 8-42; el-Hamevî, Mu’cem, C. I, s. 229, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi el-Kâmil fî’t-Tarih Tercümesi (Çev. A. Ağırakça), İstanbul, 1987, C. III, s. 31, 94, 98, 472-474, C. IV, s. 334, 483-484; Salih M. M. el-Müzeynî, Libya, Bingâzi, 1994, s. 28 vd., Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi (Çev., S. Tuğ), İstanbul, 1989, C. I, s. 337-338; Arif Tamir, Ubeydullah el-Mehdî, Beyrut, 1990, s. 88-90. 436 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . iktidar değişikliğinden kaynaklanan iç çatışmalar, diğer taraftan da bu mücadeleyi fırsat sayan Sufriyye ve Verfecûme kabilelerinin Kayrevân’ı üç yıl boyunca tahripleri takip etti9. 800 yılında Halife Harun Reşîd tarafından atanan İbrahim b. Ağleb et-Temîmî dönemine kadar geçen zaman içinde Kayrevân’a atanan yaklaşık on civarındaki valilerden bazısı Hariciler tarafından öldürülmüş, bazısı görevden affını istemiş, diğer bazısı da uzun süre Haricîlerle savaşmak durumunda kalmışlardır10. Bu ayaklanmalardan biri 768 yılında Haricîlerden Ebû Hâtim el-Ebâdî, öncülüğünde çıkmış ve 130 000 kişilik taraftarıyla Kayrevân’ı sekiz ay boyunca kuşatma altında tutmuştur. Dönemin valisi Amr b. Hafs’ı öldüren Haricîlerin isyanı, ancak Halife Mansur’un Yezid b. Hâtim’in emrinde, Bağdat’tan gönderdiği, Şâm, Irak ve Horasanlılardan oluşan 60.000 kişilik orduyla bastırılabildi. Bu isyanda otuz bin Haricî’nin öldürüldüğü belirtilmiştir11. Harun Reşîd tarafında 800 yılında İfrikiyye’ye atanan İbrahim b. Ağleb’in idareye gelmesinden, Fatımîlerin idareyi ele geçirmesine kadar geçen sürede bölge, babadan oğula devam eden Ağlebi sülalesinin iktidarında kaldı. Dört Halife, Emevî ve Abbasî dönemlerinde süregelen istikrarsızlık döneminden sonra İbn Îzârî’nin siyasetinden ve şahsından övgüyle söz ettiği İbrahim b. Ağleb ile birlikte bölgede belli oranda bir dengenin oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu ifadelerden bölgede savaşlar ve problemler yaşanmadığı anlamı çıkarılmamalıdır12. Ağlebîler görünürde Abbasilere bağlı, fakat fiiliyatta bağımsız hareket etmekteydiler. Yarı bağımsız hareket eden bu devletin siyasî tarihinde en dikkat çeken yönü Ağlebîler döneminde gerçekleştirilen Sicilya’nın fethidir. Ziyâdetullah (827-828) yılında Kadı Esed b. Furat’ın komutanlığında adaya gönderdiği ilk büyük deniz filosuyla adaya başarılı bir hamle gerçekleştirmiştir. Esed’in Saragoza’yı işgali sonrasında gemiler çok sayıda esir ve bol ganimetle geri dönmüştür. 835 yılında Palermo’ya, 836 yılında da adadaki pek çok şehre başarılı seferler düzenlenmiştir13. Başarılı dış seferler sonucunda diğer civar devletlere nazaran daha nüfuzlu bir konuma gelen Ağlebîler II. İbrahim’in tahta çıktığı 875 yılında gücünün zirvesine ulaştılar. Ancak, II. İbrahim dönemi (875-902), aynı zamanda devletin yavaş yavaş 9 Bkz. İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 64-71. el-Hamevî, Mu’cem, C. I, s. 229-230. 11 İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. V, s. 484-485; İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 76-79. 12 İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 92; Ferhât ed-Dişrâvî (Arp. Çev., H. es-Sâhilî), el-Hilâfetü’l-Fatımiyye bi’l-Mağrib, Beyrut, 1994, s. 32. 13 İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 102-106. 10 437 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) çözülmeye başladığı dönemin de başlangıcı oldu14. II. İbrahim döneminde gerçekleştirilen para ıslahından dolayı “dirhem ayaklanması” diye bilinen ayaklanma patlak verdi (983). Bu isyan, esnafın dükkânları kapatıp saraya doğru yürüdüğü, geniş katılımlı bir olaydı15. İdareye karşı nefretin oluşmaya başladığı bu uygulamadan sonra Ağlebîler hiçbir zaman eski gücüne ulaşamadılar. Bu yıl, aynı zamanda ilerde bahsi geçecek olan Dâî Abdullah eş-Şiî’nin Kutâme bölgesine yerleştiği yıldır ki on altı yıl sonra 909’ da başkent Rakkâde’yi ele geçirecektir. Öte yandan aynı dönemde II. İbrahim’in takip ettiği sert politikalar sonucunda bazı şehirlerde isyanlar çıktı ve halkın kendisine olan kini git gide arttı. Bu isyanlarda İbrahim kendisine sadık olan zenci köleler sayesinde iktidarını koruyabildi. Ancak onu esas korkutan şey, Dâî Abdullah eş-Şiî’nin Kutâme kabilesi arasında elde ettiği başarı idi. Zira Dâî kendisine karşı savaşmaya cüret etmese bile şifahî olarak tehditler savuruyordu. Mağrib’de Şia tehlikesi baş göstermişken II. İbrahim, yerine Muhammed b. Ziyâdetullah’ı Rakkâde’ye bırakarak, pek de tehlike arzetmeyen Sicilya’ya doğru sefere çıktı. Şüphesiz Ziyâdetullah döneminde Sicilya’nın fethi iç barışa katkıda bulunmuştu. Ancak bu hamle pek uygun bir zamanda gerçekleşmedi. Çünkü Dâî’ye karşı gönderilecek ordu memleketten uzak diyârlara gönderilmişti. Nitekim, İbrahim Sicilya’nın Teberman kalesini ele geçirirken, bu durumu fırsat bilen Dâî de 902’ da Kutâme kabilesi topraklarındaki Mîle kalesini ele geçirdi16. 1.2. Dinî, Sosyal, İktisadî ve Kültürel Durumu Eski zamanlardaki Berberîler putperest idiler. Kartacalıların bölgeye gelmeleriyle birlikte Berberilerin bir kısmı Yahudilik dinine geçti. Kartaca ve Roma döneminde inşa edilen şehirlerin ve antik merkezlerin sona ermesinden sonra bu din ülkenin içlerine doğru girdi, yüksek yaylalara ve sahraya kadar yayıldı. Roma ve Bizans hakimiyeti döneminde ise Hristiyanlık yayıldı17. Fetihten VIII. yüzyılın sonuna kadar geçen dönemde Mağrib’e yerleşen Arap nüfusunun yaklaşık 150.000 kadar olduğu ve bu miktarın da bölge nüfusunun yaklaşık 1/6’sına tekabül ettiği belirtilmektedir. Nüfusun en eski ve esas unsurunu Berberîler 14 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 33. İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 120-121. 16 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 34-38. 17 Rene Basset, “Berberîler”, İ.A., C. 2, s. 534-535; Maurice Lombard, İlk Zafer Yıllarında İslam, İstanbul, 1983, s. 60. 15 438 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . oluşturmaktaydı. Onlardan sonra ise Afrikalılar ve Rumlar geliyordu. Buradaki Afrikalılardan maksadın Latin kökenli Hristiyan Afrikalılar olduğu, Rumlardan maksadın ise Bizanslılar olduğu şeklinde yorumlanmıştır18. İlk İslam fetihleri esnasında Mağrib bölgesi, Araplaşma ve İslamlaşma bakımından pek fazla bir mesafe katedemedi. Fetih esnasında yaşanan ciddî problemler, siyasi çekişmeler ve isyanlar neticesinde Müslümanlarla Berberîler arasında kaynaşma meydana gelmedi. Fakat Ağlebilerin idareye geçmesinden sonra daha önceki dönemlerdeki problemlerin azalmasından dolayı bölgenin demografik yapısında bazı değişiklikler meydana geldi. Bölgedeki Arap nüfusunun oranına etki eden en önemli gelişmelerden biri daha önce geçtiği üzere Abbasî Halifesi Mansur’un Yezid b. Hâtim’i Şam, Irak ve Horasanlılardan oluşan 60.000 kişiden oluşan orduyla Kayrevân’a göndermesiyle meydana geldi. Burada bulunan Emevî askerlerinin işine de son verildi. Ağlebîler’in Sicilya’ya sevk ettikleri orduda çok sayıda Berberî bulunması, bu dönemde taraflar arasında kaynaşmanın ya da İslamlaşmanın nispeten oluştuğunun bir göstergesidir. Ancak İslam öncesinde de olduğu gibi kaynaşmanın ilk meydana geldiği yerler gayet tabiî ağırlıklı olarak şehirler olmuştur. Özellikle Kayrevân, Tunus, Suse, Sefâkus, Kâbis şehirleri Araplaşmanın geniş ölçüde gerçekleştiği şehirlerdir. Yakubî’nin belirttiğine göre Kayrevân’da çoğunluğunu Kureyş’in Rabia kolu olmak üzere Araplar, Horasan asıllı Acemler ve Emevilerle birlikte gelen askerler olmak üzere, yerli ve yabancılar, Berberîler, Rumlar vs. oluşturuyordu. Batı bölgelerindeki kale şehirlerinde ise Araplar hakim durumda idiler. Benzer bilgiler İftitâh’ın yazarı Kadı Nu’man tarafından da verilmektedir. Dolayısıyla aslî unsurlar (Berberî, Rum, Afrikalı) ile sonradan gelenler (Horasan, Şam, Iraklı, vd.) arasında 9. yüzyılın ikinci yarısında bölgede meydana gelen sükûnet sayesinde muhtelif unsurlar arasında bir kaynaşmanın meydana geldiği söylenebilir19. Ağlebî aristokrasisini oluşturan piramitin en üst kesimi, başkent Rakkâde ve idare merkezi olan Kasr-ı Kadîm sarayında ikamet ediyordu. Devlet, sivil ve askerî en üst düzey yöneticilerini bunlar arasından seçiyordu. Bunlar “hassa” tabakasından olup Ağlebîler ailesini kapsamaktaydı. Özellikle Mudar kabilesinden olanlara, hicâbet, berîd 18 19 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 38-39. Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 39-43. 439 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ve bölge valilikleri gibi üst düzey görevler veriliyordu. Bu görevlilere İbn Karheb, İbn Samsâm veya İbn Nâfiz... gibi lakaplar veriliyordu. Üst düzey kesime Satfur, Bâce, Zâb, Kayrevân ve Tunus gibi büyük şehirlerde ikamet edenleri, Emevî ve Abbasî askerleri de dahil idi. Halk tabakası ise -çoğunluğunu Berberîlerin oluşturduğu- köylü, göçebe ve kölelerden oluşuyordu. Orta tabaka ise şehirlerde yaşıyordu. Bunlar, Malikî ve Hanefî fakihleri, çarşılardaki büyük esnaf tabakası ve tüccar kesiminden teşekkül ediyordu. IX. yüzyılın sonlarında İfrikiyye toplumu, ilk önceleri Araplara karşı uzun süren bir mücadele dönemi geçirdi. Daha sonra gerçekleşen İslamlaşmanın sayesinde Araplar Berberîleri tedricen kendilerine bağlamak suretiyle veya çeşitli bölgelere göç ettirerek onlara karşı üstünlük sağladılar. Ancak, Kutâmelilerin desteklediği İsmailiyye davasının başarıya ulaşmasıyla bu dengenin değiştiği, bu kez de Fatımî egemenliği altındaki Berberîlerin açık şekilde intikamlarını alma fırsatını yakaladıkları ortaya çıkmaktadır20. Kuzey Afrika’nın ekonomik vaziyetine gelince, Fenikeliler tarafından Tunus sahilinde kurulan Kartaca devleti bir müddet sonra Batı Ak Deniz’de büyük bir ticaret devleti haline geldi. İspanya’nın doğu sahilleri, Sardinya, Korsika ve Sicilya’da kolonileri olan bu devlet, Burada kurduğu antik şehirler, kara ve deniz ticareti sayesinde iktisadî refaha ulaştı. Romalıların son dönemlerinde ve Bizans döneminde şehir uygarlığı göçebelik önünde git gide geriledi. Şehirleri çevreleyen ve besleyen topraklar, Berberî göçebe toplulukları tarafından sıkıştırılıyordu. Ekim alanlarının daralışı ve ticarî akımların zayıflayışı sonucu ortaya çıkan ekonomik çöküş, Bizanslılar döneminde de devam etti. Müslümanların ortaya çıktığı bu dönemde, bölge eski iktisadî canlılığından epeyce uzaklaşmıştı. Şehirler gerilemiş, fazla uygarlık izleri taşımayan eski Berberî tavır yeniden su yüzüne çıkmış, ekonomi çökmüştü. Yenilen ve gerileyen Mağrib’in dünya ekonomisinin genel akışına girişi Müslümanların sayesinde oldu21. Bilindiği gibi ekonomik istikrar ağırlıklı olarak siyasî istikrara bağlı olarak devam etmektedir. Fetihlerin uzun ve çekişmeli geçtiği Mağrib, ilk yüzyıllarda bu şansa pek sahip değildi. Ancak, Ağlebiler döneminde istikrara kavuşan bölgenin, ekonomik hayatında önemli gelişmelerin olduğu gözlemlenmiştir. IX. yüzyılda Ağlebî Emîri II. İbrahim döneminde şehirleri ziyaret eden Ya’kubî, bu dönemde halkın hiçbir endişe ve kaygı duymaksızın ülkede dolaştığını, şehirlerdeki ticaretin canlılığından, tarlalarındaki 20 21 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 44-45. Maurice Lombard, İslam, s. 58-61. 440 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . çeşitli ve bereketli ürünlerden bahsetmektedir. Arapların savaşla ele geçirdikleri Mağrib, haraç arazisi kapsamına girdi. Fetihlerin yapıldığı ilk dönemlerde ülke ekonomisinde ciddi bir farklılık olmadı. Ancak, Emevî ve Abbasîler döneminde buraya sevk edilen askerler genellikle Suriye, Filistin ve Irak bölgelerinden idiler. Bunlar daha ziyade ticarî şehirlerde veya ziraatla meşgul olmak için zengin tarım hinterlandına sahip şehirlerde ikamet etmeye meyilli idiler. Şehir kurma ve ticaret bakımından zengin bir kültüre sahip olan Müslümanlar, üzerine veya yakınlarına yerleştikleri eski antik şehirleri zamanla Kartaca ve Roma’nın ilk dönemlerindeki eski konumlarına getirdiler. Hatta bunlara yenilerini eklediler. 8. yüzyılın sonlarında başkent Kayrevân’n çarşılarını tanzim eden Yezid b. Hâtim, buraya zanaat erbâplarını yerleştirdi. Özellikle Kayrevân ve Sefakus kelimenin tam anlamıyla birer Arap şehirleri oldular. Başkent Kayrevân şehrinin ekonomik tasvirleri coğrafyacıların eserlerinde ve özellikle de Yahya b. Ömer’in Ahkâmu’s-Sûk adlı eserinde görülebileceği nakledilmektedir. Bu eserde şehrin çarşıları, ticaret için gelen kafileler, günlük alış-veriş hareketleri, satış mağazaları, dükkanlar, el sanatları, dokuma, boya, çanak-çömlek eyer, hasır, cam, tuğla vs. sanayi dalları, köle tacirleri, Tunus ve Sûse liman şehirleri vasıtasıyla deniz yoluyla Sicilya ve Endülüs’ten gelenler, Mısır, Sudan ve Mağribu’l-Aksâ’dan karayoluyla gelenler tasvir edilmektedir22. Burada özellikle Sudan’la gerçekleştirilen köle ve altın ticaretinin önemli bir yeri vardır. Bu ticaretin en önemli merkezleri Orta Mağrib’deki Sicilmâse ve Kıstiliyye şehirleri idi. Buraya gelen altın ve siyahî köleler buradan, Ak Deniz ve Doğu ülkelerine doğru yola çıkarılıyordu. Yollar üzerinde bağlantı kuran şehirler VIII. ve XI. yüzyıllar arasında kuruldu. Ağlebîler de buradan gelen altınlarla darphanelerinde sikke 23 bastırıyordu . Kırsal kesimlerdeki tarımsal ve hayvansal faaliyetler de aynı oranda canlılık arzediyordu. Zeytin ve meyve ağaçları tarımı iyi bir seviyedeydi. Özellikle sahil kesimi ve Bâce bölgelerindeki çiftçiler fethin getirdiği yeni ziraat ürünlerine kavuştular. Bunlar arasında şeftali, fıstık, erik ve hurma çeşitlerini saymak mümkündür. Sulama teknikleri açısından Mağribliler hem eski sulama tekniklerinden hem de doğudaki yeni sulama tekniklerinden istifade ediyorlardı. Su depolanması, kanalların açılması ve akara 22 23 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 49-50. Maurice Lombard, İslam, s. 64. 441 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) dönüştürülen kuyuların açılması gibi24. Kuzey Afrika’nın, İslam dünyası içinde çok önemli stratejik bir konumu vardı. Burası çeşitli uygarlıkların birbiriyle kaynaştığı kesişme noktasıydı. Bir taraftan Doğu, diğer taraftan İspanya, Sicilya, Batı ve Sudan arasında bir geçiş bölgesiydi İslam egemenliğine giren bölge bu sayede yeni bir atılıma kavuşmuş, nüfusu artmış, şehirleri çoğalmış, yeni bir ekonomik ve ticarî atılım çağına girmiştir25. Kültürel vaziyetine gelince, Ukbe b. Nâfî’nin kurduğu Kayrevân şehri Yezid b. Hâtim’in valiliği döneminde Arap ve İslam kültürünün merkezi haline geldi. Yeni yönetimin zenginliğine kapılarak buraya akın eden edebiyatçılar, hukukçu ve Doğulu bilginler Kayrevân’ı bir ilim ve kültür merkezi haline getirdiler. Bu kültür, suya atılan bir taşın dalgaları gibi Mağrib’in içlerine doğru yayılıyordu26. Bölgenin Doğu ile olan irtibatı, hac ibadeti, ticaret veya seyahatler sayesinde canlı tutulurken, bu gidiş gelişlerde Doğu’nun kültür ve edebiyatı da kendisine düşen paydan istifade ediyordu. Kayrevân öyle bir seviyeye ulaştı ki, buradaki alimlerden ders almak üzere Endülüs’ten talebeler geliyordu. II. İbrahim tarafından 878 yılında Rakkâde’de kurulan ve varlığı dışında hakkında fazla bilgi bulunmayan “Beytü’l-Hikme”, Abbasîlerden örnek alınarak kurulan bir ilim müessesesiydi. Burada yetiştirilen çok sayıdaki tabip, filozof, şair, fıkıhçı, matematikçi ve müzik bilgini daha sonraki Fatımî idaresinin hizmetine girdiler27. Kısaca Fatımîler Devleti ortaya çıkmadan önce bölge, uzun ve çetin mücadelelerle geçen bir fetih dönemine tanık olmuştur. Ancak sonuçta İslam medeniyetinin yerleştiği bölge Ağlebîler döneminde kurum ve kuruluşları, idarî çarkları oturmuş ve güçlü donanmaya sahip bir ülke idi. 2-FATİMÎLER DEVLETİNİN KURULUŞU Fatımîler, kendilerini köken olarak Hz. Peygamberin kızı Fatıma’ya dayandırmaktadırlar. İfrikiyye’de ortaya çıkan Fatımî Devleti’nin dayandığı siyasî fikrin esası İsmailiyye mezhebidir. Bu mezhep, altıncı imam Ca’fer es-Sadık’ın, oğlu İsmail’i nass yoluyla halef tayin ettiğini iddia eder. İsmail, 762 yılında henüz babası hayatta iken vefat edince, sonradan on iki (İsnâ ‘Aşere) imam olarak bilinen mezheb, Ca’fer es- 24 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 45-52. Maurice Lombard, İslam, s. 64. 26 Maurice Lombard, İslam, s. 72. 27 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 53-55. 25 442 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . 28 Sadık’ın ikinci oğlu Musa el-Kâzım’ı yedinci imam olarak kabul etti . İşte İsmailiyye taraftarlarıyla on iki imam taraftarlarının ayrıldığı ya da İsmailiyye fırkasının doğuşu burada başlamaktadır. Emevîler döneminde çeşitli baskılara maruz kalan şia taraftarları, Abbasiler döneminde daha kötü baskılara maruz kaldılar. Çünkü aynı aileden gelmeleri, onların yöneticiliği açısından daha riskli bir durumdu. Tüm bu baskı ve tehditlere rağmen şia taraftarları siyasî fikirlerini yaymakdan geri durmadılar ve Ali b. Ebi Talib’in neslinin artmasıyla birlikte taraftarında da artış oldu. Artık her kesim kendi imamı için davet etmeye başladı ve ortaya çok sayıda şiî fırkalar çıktı. Bu büyük fırkalardan birisi de altıncı imam Ca’fer-i Sadık’tan sonra yedinci imamın İsmail olduğunu kabul etmeleriyle on iki imam(İsnâ ‘Aşere)dan ayrılan İsmailiye mezhebidir. Bunlar, Hz. Muhammed’in Ali’ye, kendisinden sonraki imamlara da verasetle nakletmek üzere Kur’an’ın te’vilini ve batınî bilgilerini aktardığına, bundan dolayı da imamlarının masum olduğuna inanmaktadırlar29. Abbasilerin kendilerine rahatlık vermediği İsmailiyye mezhebi, davasını yaymak için yer altına çekilmiş ve siyasî bir partiden ziyade illegal bir örgüt tarzında faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştır. Nitekim bu gizlilikten dolayı da mezhebin imamları ve Ali’ye olan nesebi hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş bazıları onları, Mecusî, bazıları Yahudî bazıları da putperest olduklarına dair iddialar ortaya atmışlardır30. Şia’nın İsmailiyye kolu, faaliyetlerini yürütmek üzere Suriye’nin Hama şehri yakınlarında bulunan Selemye kasabasını kendilerine üs edindiler. Abbasi askerlerinin sıkı takibatı altında Irak bölgesine yakın bölgelerde faaliyetlerini sürdürmekte zorlanan İsmailiyye mezhep imamları dailerini Bağdat’tan daha uzak bölgelere doğru kaydırdılar. Bu amaçla özellikle Yemen, Kuzey Afrika, Mısır ve Fars bölgelerine sistemli bir şekilde iyi mezhep eğitimi alan dâîlerini bu topraklara gönderdiler. Aynı yolla Fatımiler devleti de buradan gönderilen dâîlerin propagandaları sonucu kurulmuştur. Bu anlamda, Fatımîler Devletinin kurulmasının son halkasını tamamlayan, Dâî Ebû Abdullah eş-Şiî 28 Muhammed Ebû Zehra, İslamda Siyasi İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, İstanbul, 1983, s. 65; E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, Ankara, 1996, s. 130. Bernard Levis, “İsmaililer”, İ.A. Eskişehir, 1997, C. 5/2, s. 1120; Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fatımîyye fi Mısr, Kahire, 1992, s. 30. 29 Abdu’l-Mün’im Macid, Zuhûru’l-Hilâfeti’l-Fatımiyye ve Sukûtuha fî Mısr, Kahire, 1994, s. 72-75. 30 Fatımîlerin nesebi hakkında geniş bilgi için bkz. Makrizî, İtti’âzu’l-Hunefâ bi Ahbâri’l-Eimmeti’lFâtımiyyîn el-Hulefâ (thk., C. eş-Şiyyâl), Kahire, 1948, C. I, s. 15 vd., Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’lFatımîyye, s. 32-39. 443 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) isimli Kûfeli bir dâî oldu. On iki imamın altıncısı sayılan İmam Ca’fer-i Sadık, Fatımîler devletinin kurucu dâîsi olan Abdullah eş-Şiî’den önce İfrikiyye’ye iki dâî göndermişti. 762-763 yıllarında bölgeye giden bu dâîlerin isimleri, Ebû Süfyan ve el-Hulvânî idi. Ebû Süfyan, İfrikiyye’nin Mermâcenne taraflarında bulunan Tâla ismindeki bir köye, el-Hulvânî ise Kıstiliyye şehrinin güneydoğusuna düşen Sûcmâr’daki en-Nâzûr denen yere yerleştiler. Her ikisi de birer cariye ve köle satın aldı ve burada birer de mescit inşa ettiler. Bu mescitlerde ilim ve ibadetle meşgul oldular. Civardaki kabilelerden gelen insanlara Ehl-i Beyt’in faziletlerini anlatmaya başladılar. Böylece Ebû Süfyân, Mermâcenne ve el-Urbus şehirleri yöresinde, el-Hûlvânî ise Kutâme kabilesinden çok sayıda Berberî’yi kendi mezheplerine dahil ettiler. Ebû Süyan’a nispeten el-Hulvânî daha uzun süre yaşadı. Dâî Abdullah eş-Şiî’ bölgeye geldiğinde onun yaşlı kızı henüz hayatta idi31. Şimdi de konunun başında kurucu dâî diye nitelendirdiğimiz ve Fatımîler Devletinin kurulmasında baş rol oynayan Dâî Abdullah eş-Şiî (es-Sen’ânî)’nin hayat serüveni ve Kuzey Afrika’daki faaliyetlerini ele alacağız. Bu konuda en tafsilatlı bilgiyi Kadı Nu’man’ın “İftitâhu’d-Da’ve” isimli kaynak eserinde bulmaktayız. 346/958 yılında yazılmış olan bu eser, Fatımîler Devleti’nin kuruluşu hakkında yazılmış olan temel eserlerin başında gelmektedir. Esas ismi Ebû Abdullah el-Hüseyin b. Ahmed olan Kûfeli bu zat, Basra şehrinde muhtesib veya muallim olarak çalışmaktaydı. On iki imam mezhebine bağlı bilgili, zeki ve güvenilir biriydi. Batınî ilimleri çok iyi bilirdi. Kûfe şehrinin İsmailiyye dâî’si olan Ebû Ali ile komşuydu. Onun İsmailiyye mezhebine geçişi Ebû Ali sayesinde oldu. Ebû Abdullah eş-Şiî ve kardeşi Ebû’l-Abbas Kufe Dâî’sinin kayın pederi olan Dâî’d-Duât Feyrûz’dan İsmailiyye mezhebi ve Batınilikle ilgili ilk bilgileri aldılar. Ebû Abdullah eşŞiî, pratik eğitimini tamamlaması ve daha sonra da Mağrib’e dâî olarak atanmak üzere İsmailiyye mezhebinin başarıyla yayıldığı Yemen’e gönderildi. Yemen’den Mekke’ye gelen hac kafilesinin dönüşünde onlarla birlikte 891 yılında Yemen’e vardı. Dönemin İmamı Hüseyin b. Ahmed, yaklaşık on yıl önce buraya kısaca İbn Havşeb olarak bilinen Hasan b. Ferec b. Havşeb b. Zâdân isminde yine Kûfeli olan bir Dâî’yi atamıştı32. 31 Kâdî Nu’man, Risâletu İftitâhi’d-Da’ve, (thk. V. Kâdî), Beyrut, 1970, s. 54-58, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 54; Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fatımîyye, s. 45-46. 32 Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 59, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi (Çev., A. Ağırakça), c. VIII, s . 30, Makrizî, İtti’âz, C. I, s. 68-69,74, Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fatımîyye fi Mısr, s. 42-43; Salih M. M. el-Müzeynî, Libya, s. 126. Bu dâî ‘nin Yemen’deki faaliyetleri hakkında daha geniş bilgi için bkz., Kâdî Nu’man, 444 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . Ebû Abdullah, İbn Havşeb’le buluştuğunda o San’a’nın kuzeyindeki sarp bölgede önemli bir bölgeyi eline geçirmişti. Ebû Abdullah daha önce tanıdığı bu hemşehrisinin yanında yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra, İbn Havşeb tarafından yol masrafları karşılandı ve 892 yılında Mağrib’deki görev yerine gitmek üzere Mekke’ye giden hac kafilesine katıldı. Mekke’de Kutâme kabilesinden gelen hacılar arasında el-Hulvânî’nin mezhebine intisap etmiş şahsiyetlerin de bulunduğu grubun arasına girdi ve o yıl Kutâme kabilesinden gelen tüm hacılarla tanıştı. Yaptığı sohbetlerle onların ilgi ve beğenisini kazandı. Kendisinin çocuklara eğitim vermek dışında bir amacının olmadığını ve daha hayırlı bir iş olmasından dolayı da Irak’taki işini bıraktığını onlara söyledi. Ayrılık zamanı geldiğinde Dâî, kendisinin bu iş için en uygun yer olan Mısır’a gideceğini belirtti. Bunu duyan Kutameliler kendileriyle yolculuk yapmasını ona teklif ettiler. Olumlu cevap verince, Kutâmeliler böyle bir şahsiyetle birlikte Mısır’a kadar gideceklerine çok memnun oldular. Onlarla birlikte Mısır’a kadar yolculuk eden Dâî, yolculuk esnasında kabile mensuplarından kendi kabileleri ve ülkelerinin sosyal ve siyasî vaziyeti hakkında önemli bilgiler aldı33. Mısır’dan ayrılıp ilimle meşgul olacağını söylediğinde kabile mensupları, onu ısrarla kendi memleketlerine davet ettiler. Böylece sanki her şey tesâdüfen olmuş gibi hac kafilesiyle birlikte el-Hulvânî’nin yaşadığı Sucmâr’a geldi. Burada el-Hulvânî’nin cemaatinde yer alan şahıslar tarafından karşılandı ve misafirlerini 893 yılında küçük bir kale şehri olan Îkcân’a yerleştirdiler34. Ebû Abdullah Mağrib’e yerleştiğinde bu dönemde üç aile tarafından idare edilen üç ayrı devlet vardı. Mağrib’ul-Aksâ’da (Fas) bulunan İdrisîler Devleti, Mağribu’l-Avsat’ta Rüstemîler Devleti ve İfrikiyye’deki Ağlebîler Devleti. Bunlar arasında İdrîsiler Devleti Hasanî koluna mensup şîi bir devletti. Bu bakımdan İsmailiye mezhebinin yayılması için uygun bir yer değildi. Rüstemîler ise harici olup, İsmailiyye mezhebine mukavemet eden bir düşünceye sahipti. Ağlebîler ise hilâfeti gasp eden Abbasîlere tabi bir devlet olup, davaları için daha müsait idi35. İftitâh, s. 32-54. İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 124-125. 34 Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 60-73, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. VIII, s. 31, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 74-76, Carl Brokelman, Tarîhu’ş-Şu’ûbi’l-İslâmiyye (Arp. çev., N. E. Faris-M. el-Baalbekî), Beyrut, 1993, s. 250251, Arif Tamir, Ubeydullah el-Mehdî, s. 110. 35 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 86, Arif Tamir, Târîhu’l-İsmâiliyye, London,1991, C. I. s. 33 445 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) Ebû Abdullah’ın yerleşmek için seçtiği bu bölge hem sarp bir coğrafyaya sahipti hem de merkezden daha uzaktı. Yine burada etkin olan Kutâme kabilesi Ağlebîler Devletine vergi vermeyen asi bir topluluktu. Dolayısıyla Ağlebi devletiyle arası açık olan bir topluluğu etkilemesi herhalde daha kolay olacaktı. Şeklen İslamiyete giren ve dini bilgileri zayıf olan bu mıntıkada, Ebû Abdullah kısa sürede esrarlı şeylere davet eden doğulu bir alim olarak ün yaptı. Dâînin bu özelliğinden dolayı civardaki kabilelerden heyetler halinde insanlar kendisini dinlemeye geldiler36. Doğudan geldiğinden dolayı el-Maşrikî lakabı verilen Ebû Abdullah’ın gelişi ve sıfatlarıyla ilgili ilk haberler uzun yol arkadaşları yani hac arkadaşları tarafından Kutâme kabilesinin her tarafına yayıldı. Vaaz ve nasihatleri sayesinde civar kabile ve şehirlerden çok sayıda taraftar ve aşiret reisleri onun mezhebine katıldılar. Onlara, Ehl-i Beyt’ten olan masum imam için orada bulunduğunu ve onun adına tasarrufta bulunduğunu açıklıyordu. Ebû Abdullah’a intisap edenlere “mü’minler” muhaliflerine de “kâfirler” lakabı verildi. Kadı Numan onun mezhebine katılan önemli şahsiyetlerden bazılarının isimlerini kaydetmektedir37. Maşrikî olarak ün yapan bu zat hakkında ileri geri çok şeyler söylenince, Ebû Abdullah’ın faaliyetlerine ilk tepki Mîle şehrinin sahibi Musa b. Abbas’tan geldi. Musa gönderdiği elçi vasıtasıyla onu, yanında bulunan alimlerle tartışmaya davet etti. Ancak taraftarları, yanlarındaki misafirlerini göndermeyi reddettiler. Olaydan haberdar edilen Ağlebî lideri İbrahim II, Ebû Abdullah’a bir elçi vasıtasıyla gönderdiği mektupta, varsa eğer maddî taleplerini karşılayabileceğini ifade ettikten sonra, yaptıklarından vazgeçmediği taktirde başına geleceklerden sorumlu olmayacağını ve geciken özrü de kabul etmeyeceğini bildiren tehditler savurdu. Ebû Abdullah, II. İbrahim’in mektubuna verdiği cevapta, tehditlerine aldırış etmediğini, maddî talepler için değil, sadece Allah’ın dinine, kitabına ve İmam Mehdî’ye davet ettiğini, belirtti38. Gelişinden yedi yıl sonra yani 900 yılına gelindiğinde, kendisine Tazrût’ta bir saray inşa eden dâî, sarayın etrafına da müminler için evler yaptırdı39. Böylece küçük dini bir cemaatin liderliğinden siyasî ve askerî bir liderliğe terfi etti. Kadı Numan bu konuda: “Ebû Abdullah Kutâmeyi yedi bölüğe (kısma) ayırdı. Her bir bölüğün içinden birisini 208-209. Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 86-89, Carl Brokelman, Tarîhu’ş-Şu’ûbi’l-İslâmiyye, s. 316. 37 Kâdî Nu’man, İftitâh, s.73-74, İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 128,137. 38 Kâdî Nu’man, iftitâh, s. 77-81, Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 93-94. 39 Kâdî Nu’man, İftitâh, s.117. 36 446 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . komutan olarak atadı. Her bölüğe bir dâî de atadı. Bunlara –genç olsalar da- meşâyih dendi. Müminlerin (cemaatin) kazançları ve Allah’ın ganimetten nasip ettikleri mallar Müslümanların velisi (imam) adına bu meşâyih’in elinde bırakıldı. Bu maldan hiçbir şey alınmazdı…Mehdi gelinceye kadar onların elinde kaldı. Nitekim onlar o malı ona verdiler.”40 Dâî Ebû Abdullah, 902 yılına kadar geçen zamanını Kutâme kabilesini bir çatı altında toplamakla geçirdi. Bu zamana kadar da Ağlebîlerle her hangi bir silâhlı çatışmaya girmedi. 902 yılının Mart ayında II. İbrahim kalabalık bir orduyla Sicilya’ya sefere çıkınca, Ebû Abdullah yaz mevsiminde Tazrût’a yakın olan kale şehri Mîle’ye saldırdı ve şehri ele geçirdi. Bu savaşta çok miktarda ganimet ve mal elde etti41. Tehlikenin farkına varan Ağlebîler sonbaharda Ebû Havâl’ın komutanlığında 12.000 kişilik bir orduyla Ebû Abdullah’a karşı yürüdü. Yol üzerinde bulunan şehirlerden de askerlerin katılımıyla daha da artan sayıdaki orduyla Tazurt’a geldiler. Ebû Abdullah Tazûrt’ta yenilgiye uğrayınca Ebû Havâl onun Tâzurt’taki sarayını ve binasını yaktı. Bu arada yağan kar sarp arazideki İkcân’a sığınan Ebû Abdullah’ın takibine engel oldu. Kış şartları ve Kutâmelilerin ani baskınlarına maruz kalan Ağlebî ordusu Tunus’a geri döndü42. Bir taraftan askerî mücadeleyi sürdüren Ebû Abdullah diğer taraftan davasını yaymak için daha kapsamlı teşkilatlanmaya doğru yol alıyordu. Kadı Nu’man bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Ebû Abdullah dâîlerini kabilelere dağıttı. Kendisini toplantılara adadı. O, her gün mü’minlerle toplantı yapar ve onlara izahatlar verirdi. Dâîlerin de böyle yapmalarını emretti. Böylece mü’minlerin niyetleri güzelleşti, basiretleri arttı ve durumları düzeldi”43. Tüm bunlar yaşanırken II. İbrahim Sicilya’da şehit oldu ve yerine III. Ziyâdetullah geçti. III. Ziyâdetullah merkezde sîyasî konumunu güçlendirmek için muhaliflerini katletme işiyle uğraşırken, Ebû Abdullah eş-Şiî, 903 yılında Satîf kale şehrini ele geçirdi. Bunun üzerine III. Ziyâdetullah, 40.000 kişilik bir orduyu askerî yeteneği olmayan İbn Habeşî’nin komutanlığında oraya sevk etti. Ebû Abdullah bu savaştan da galip gelerek, içinde ipek elbiseler, altın gemler ve gümüş eyerlerin de bulunduğu çok sayıda ganimet 40 Kâdî Nu’man, İftitâh, s.127. Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 117-118,135. 42 Kâdî Nu’man, İftitâh, s.137-139, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. VIII, s. 33-34; Markizî, İtti’âz, C. I, s. 79. 43 Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 140. 41 447 F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) ve silah elde etti. Ağlebî kuvvetlerinin hezimeti Kayrevân halkını tedirgin ederken, dâînin savaş öncesi iddia ettiği galibiyet ve zafere ulaşma düşüncesi, taraftarlarının artmasına ve daha da inandırıcı olmasına neden oldu. Ebû Abdullah bu galibiyetin haberini, adamlarıyla birlikte gönderdiği bir miktar hediye ile -o zamanlar birazdan bahsedileceği üzere - Sicilmâse’de bulunan Ubeydullah’a iletti44. Ebû Abdullah son galibiyetiyle artık İfrikiyye merkezine ulaşabileceğine inandı. Bu cesaretle 906 yılında Kayrevân’dan sonra İfrikiyye’nin en büyük şehri olan Tıbne’ye yöneldi. Daha kalabalık ve daha teçhizatlı taraftarıyla şehri zorlamadan ele geçirdi ve adamlarından Yahya b. Süleyman’ı buraya atadı ve Îkcân’a geri döndü. Aynı yılda halkın çoğunluğunu Arapların (Temim kabilesi) oluşturduğu Bellezme şehrini de ele geçirip savaşanların tamamını kılıçtan geçirdi. O, bu şehre askerlerini sevk etmeden önce üç yıl boyunca her mahsul döneminde adamlarını göndererek yiyeceklerinin azalmasına sebep oldu. 908 yılında Bâğiye şehrini savaşsız ele geçirince İfrikiyye’nin batısına egemen oldu45. Böylece Ağlebîler devletini, batıdaki Berberîlerden koruyan savunma hattı tamamen yıkılmış ve Rakkade yolu istikametinde dâî için el-Urbus’taki Ağlebi birliği dışında her hangi bir engel kalmadı46. Ebû Abdullah 908 yılı sonlarında Kıstiliyye ve Kafsa’yı ele geçirdi. Buradaki asker ve Ziyâdetullah için toplanmış vergi mallarına el koydu. Kış mevsiminin girmekte olduğu bu dönemde tekrar Îkcân’a yüklü miktarda mal ile geri döndü. Artık Rakkâde’ye girmek için fazla bir mesafe kalmamıştı. 909 yılının bahar mevsiminde hazırlıklara başladı. Ordusunun başında Îkcân’dan Bâğiye’ye vardığında kendisine katılan askerlerin sayısı 200.000‘e ulaştı. Bu dönemde Ziyâdetullah da askerlerinin başında el-Urbus’a gelmişti. Ancak kendisinin Rakkâde’de bulunmasının daha doğru olacağı fikriyle o geri döndürüldü. Sarayında içki alemiyle eğlenirken, Ebû Abdullah’ın ordusu, Ziyâdetullah’ın askerleriyle yaptığı çetin muharebe sonucunda galip geldi. Ziyâdetullah’ın bu neticeye üzüldüğünü gören cariyelerinden biri şu şiiri okudu: Zamandan sana gelene sabret, zaten zaman böyle geçer, Sevinç ve hüzün beraberdir, ne hüzün ne de sevinç sonsuz sürer47. 44 Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 146,154, 156-159, İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 138-139, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 84, 85. 45 Kâdî Nu’man, İftitâh, s.160-165, İbn ‘İzârî, Beyâni’l-Muğrib, C. I, s.141. 46 Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 145-147. 47 Kâdî Nu’man, İftitâh, s. 201, İbnu’l-Esîr, İslam Tarihi, C. VIII, s. 42; İbn ‘İzârî, Beyânu’l-Muğrib, C. I, s. 143, Markizî, İtti’âz, C. I, s. 86-87; Ferhât ed-Dişrâvî, el-Hilâfetü’l-Fatımiyye, s. 152-154. 448 Fatımîler Devletinin Kuruluşu . Ordusunun yenilme haberini aldığında, Ziyâdetullah, her ihtimale karşı zaten hazırlık yapmıştı. Değerli mücevherât, silah ve taşınabilir malzemeyi alarak gecenin bastırmasıyla birlikte Mısır’a doğru yola çıktı. Önce Trablus şehrine daha sora Fustat’a gitti. Orada bir hafta kalan Ziyâdetullah önce Remle’ye daha sonra da Rakka’ya geçti. Burada Abbasî halifesi el-Muktedir’in veziri İbnu’l-Furat’a bir mektup göndererek Bağdat’a girmek için müsaade istedi. Ancak bir yıl kadar beklediği cevapta halife, kendisine vereceği destek ile Mağrib’e geri gitmesini istedi. Ancak beklediği desteği alamayan Ziyâdetullah, 912 yılında Beytü’l-Makdis’de öldü48. Ağlebî merkezi Rakkâde’de geriye kalan üst düzey görevliler ve ailesi ise Kayrevân, Sûse ve civardaki diğer bazı şehirlere dağıldılar. Kendisine ihanet eden vezir İbnu’s-Sâiğ ise Kasru’l-Kadîm’den aldığı otuz yük mal ile Sicilya’ya gitmek üzere Sûse limanına gitti. Sûse valisinin el koyduğu malları daha sonra Ebû Abdullah’a teslim etti. Sicilya’ya gitmek için denize açılan vezir rüzgârın etkisiyle Trablus limanına vardığı ve henüz orada bulunan Ziyâdetullah tarafından öldürüldü49. Ebû Abdullah, Ziyâdetullah’ın gidişinin ikinci günü yağmalanan saraya, üçüncü günü önce Kayrevân’a ardından da Rakkâde’ye girdi (26 Mart 909). Kendisi Kasru’lKadîm’e yerleşen Ebû Abdullah, Kutâmelileri de sarayın etrafında bulunan evlere yerleştirdi. İlk iş olarak yeni devletin oluşumunu tamamladı. Tüm İfrikiyye halkına emân veren Ebû Abdullah, devletin üst düzey görevlilerini atadı. Mezhebine uygun olarak, Ezana “hayya ‘alâ hayri’l-amel” cümlesini ekledi, ve sabah namazının ezanında okunan “es-salâtu hayrun mine’n-nevm” cümlesini kaldırdı, sikke bastırdı ve Cuma hutbesine Ehl-i Beyt’e saygı ifadelerini koydurdu50. Makalenin başlarında belirtildiği gibi o tüm bunları, karargâhı Selemye’de olan beklenen Mehdî adına yürüttü. Dolayısıyla geriye emaneti ehline tevdî etmekten başka bir şey kalmamıştı. Bir diğer ifadeyle sıra Ubeydullah’ın tahta oturtulmasına gelmişti artık. Şimdi İsmailiyye mezhebinin İmamı Ubeydullah’ın İfrikiyye’ye gelişini ve tahta oturmasının özet hikâyesine geçelim. 48 Kâdî Nu’man, İftit