balkan araştırma enstitüsü dergisi journal of balkan research ınstıtute

advertisement
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
BALKAN ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ DERGİSİ
Akademik Dergi
Cilt: 4, Sayı: 2, Aralık 2015
TRAKYA UNIVERSITY
JOURNAL OF BALKAN RESEARCH INSTITUTE
Academic Journal
Volume 4, Number 2, December 2015
EDİRNE 2015
DERGİ SAHİBİ / OWNER
Prof. Dr. Yener YÖRÜK
Trakya Üniversitesi Rektörü
EDİTÖRLER / EDITORS
Doç. Dr. Rıdvan CANIM ■ Yrd. Doç. Dr. Bülent AKYAY
YAYIN KURULU / EDITORIAL BOARD
Prof. Dr. Kerima FILAN ■ Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN ■ Prof. Dr. Dragi GJORGIEV
Prof. Dr. Machiel KIEL ■ Prof. Dr. Mirjana TEODOSIJEVIC ■ Prof. Dr. Thanos VEREMİS
Doç. Dr. Rıdvan CANIM ■ Doç. Dr. Liliana BOSCAN ALTIN ■ Doç. Dr. Alexei KALİONSKİ
Doç. Dr. İlhan TOKSÖZ ■ Yrd. Doç. Dr. Bülent AKYAY ■ Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN
İNGİLİZCE EDİTÖR / ENGLISH LANGUAGE EDITOR
Yrd. Doç. Dr. Lütfiye ÖZAYDIN CENGİZHAN
YAYIN KOORDİNATÖRÜ / PUBLICATION COORDINATOR
Arş. Gör. Dr. Kader ÖZLEM
DİZGİ / TYPESETTING
Öğr. Gör. Utku KIRLIDÖKME
HALKLA İLİŞKİLER / PUBLIC RELATIONS
Arş. Gör. Fatma RODOPLU
İNDEKS KOORDİNATÖRÜ / INDEX COORDINATOR
Yrd. Doç. Dr. Ali HÜSEYİNOĞLU
KAPAK TASARIM / COVER DESIGN
Niğmet GÜLER
YAZIŞMA ADRESİ / CORRESPONDENCE ADDRESS
T.Ü. Balkan Yerleşkesi Enstitüler Binası
Balkan Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü
22030 Edirne, Türkiye
Telefon / Phone: +90 284 - 235 34 58
Belgegeçer / Fax : +90 284 - 236 31 79
E-Mektup / E-mail: [email protected]
BASKI / PRINTING
Trakya Üniversitesi Matbaası
Edirne Teknik Bilimler MYO – Sarayiçi Yerleşkesi / EDİRNE
ULUSLARARASI BİLİM DANIŞMA KURULU
INTERNATIONAL SCIENTIFIC ADVISORY COMMITTEE
Prof. Dr. Yücel ACER, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Ankara/Türkiye
Prof. Dr. İlker ALP, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH, Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye
Prof. Dr. Engin BEKSAÇ, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Nuray BOZBORA, Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye
Prof. Dr. Şerif Ali BOZKAPLAN, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir/Türkiye
Prof. Dr. Sabina BAKSİC, Saraybosna Üniversitesi, Saraybosna/Bosna-Hersek
Prof. Dr. Bernt BRENDEMOEN, University of Oslo, Oslo/Norveç
Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN, Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye
Prof. Dr. Swietlana M. CZERWONNAJA, Nicolaus Copernicus University, Torun/Polonya
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli/Türkiye
Prof. Dr. Recep DUYMAZ, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye
Prof. Dr. Süleyman Sırrı GÜNER, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Mehmet HACISALİHOĞLU, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul/Türkiye
Prof. Dr. Nimetullah HAFIZ, University of Pristina, Priştine/Kosova
Prof. Dr. Fadil HOCA, Saints Cyril and Methodius University, Üsküp/Makedonya
Prof. Dr. Zegir KADRIU, SEEU University, Kalkandelen/Makedonya
Prof. Dr. Ayşe KAYAPINAR, Kâtip Çelebi Üniversitesi, İzmir/Türkiye
Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU, Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye
Prof. Dr. Lyubomir MIKOV, Bulgaristan Bilimler Akademisi, Sofya/Bulgaristan
Prof. Dr. İrfan MORİNA, University of Pristina, Priştine/ Kosova
Prof. Dr. M. Öcal OĞUZ, Gazi Üniversitesi, Ankara/Türkiye
Prof. Dr. Ali İhsan ÖBEK, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Hikmet ÖKSÜZ, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon/Türkiye
Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN, Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye
Prof. Dr. Fırat PURTAŞ, TÜRKSOY Genel Sekreter Yrd., Ankara/Türkiye
Prof. Dr. Mirjana TEODOSIJEVIC, Univerzited u Beogradu (Belgrad Üniv.), Belgrad/Sırbistan
Prof. Dr. Sibel TURAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN, İzmir/Türkiye
Prof. Dr. Hamit XHAFERİ, SEEU University, Kalkandelen/Makedonya
Prof. Dr. Nikolay İvanoviç YEGOROV, Devlet Sosyal Bilimler Enstitüsü Çeboksarı/Rusya
Doç. Dr. Selim ASLANTAŞ, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye
Doç. Dr. Rıdvan CANIM, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Doç. Dr. Birgül DEMİRTAŞ, TOBB Üniversitesi, Ankara/ Türkiye
Doç. Dr. Ömer Soner HUNKAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Doç. Dr. Nazim İBRAHİM, Saints Cyril and Methodius University, Üsküp/Makedonya
Doç. Dr. Osman KARATAY, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye
Doç. Dr. Aşkın KOYUNCU, Onsekiz Mart Üniversitesi, Çanakkale/Türkiye
Doç. Dr. Emel G. OKTAY, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye
Doç. Dr. İlhan TOKSÖZ, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Doç. Dr. Fahri TÜRK, Trakya Üniversitesi, Edirne/ Türkiye
Yrd. Doç. Dr. Arıkan ACAR, Yaşar Üniversitesi, İzmir/Türkiye
Yrd. Doç. Dr. Veysi AKIN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Yrd. Doç. Dr. Bülent AKYAY, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Yrd. Doç. Dr. Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara/Türkiye
Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye
Yrd. Doç. Dr. Murat ÖNSOY, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye
Dr. Goran BANDOV, Univ. College of IR and Diplomacy Zagreb/Hırvatistan
Dr. Bartosz BOJARCZYK, University of Maria Curie-Sklodowska, Lublin/Polonya
Dr. Lelija SOCANAC, University of Zagreb, Zagreb/Hırvatistan
Dr. Zoltan VERES, College of Dunaujvaros, Budapeşte/Macaristan
BU SAYININ HAKEMLERİ / REFEREES OF THIS ISSUE
Prof. Dr. İlker ALP, Trakya Üniversitesi/Edirne
Prof. Dr. Kemal ARI, Dokuz Eylül Üniversitesi/İzmir
Prof. Dr. Necdet HAYTA, Gazi Üniversitesi/Ankara
Prof. Dr. Sibel TURAN, Trakya Üniversitesi/Edirne
Doç. Dr. Rıdvan CANIM, Trakya Üniversitesi/Edirne
Doç. Dr. Nizam ÖNEN, Mustafa Kemal Üniversitesi/Hatay
Doç. Dr. Uğur ÖZCAN, İstanbul Üniversitesi/İstanbul
Doç. Dr. Caner SANCAKTAR, Kocaeli Üniversitesi/Kocaeli
Yrd. Doç. Dr. Turgay CİN, Ege Üniversitesi/İzmir
Yrd. Doç. Dr. Çağatay ÇAPRAZ, Kırklareli Üniversitesi/Kırklareli
Yrd. Doç. Dr. İbrahim ERDAL, Bozok Üniversitesi/Yozgat
Yrd. Doç. Dr. Gülşah KURT GÜVELOĞLU, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi/Rize
Yrd. Doç. Dr. İbrahim KAMİL, Trakya Üniversitesi/Edirne
Yrd. Doç. Dr. Yücel NAMAL, Bülent Ecevit Üniversitesi/Zonguldak
Yrd. Doç. Dr. Aslı Şirin ÖNER, Marmara Üniversitesi/İstanbul
Yrd. Doç. Dr. Murat ÖNSOY, Hacettepe Üniversitesi/Ankara
Yrd. Doç. Dr. Ayşe ÖZKAN, Çankırı Karatekin Üniversitesi/Çankırı
Yrd. Doç. Dr. Ubeydullah SEZİKLİ, İstanbul Üniversitesi/İstanbul
Dr. Vahit Cemil URHAN, Trakya Üniversitesi/Edirne
Dr. Andelko VLASİC, Koç Üniversitesi/İstanbul
Balkan Araştırma Enstitüsü (BAE) Dergisi, Akademia Sosyal Bilimler İndeksi (ASOS), T.C.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Veri Tabanı, Central and Eastern European Online
Library (CEEOL), EBSCO, J-Gate, Modern Language Association (MLA) International Bibliography
ve ProQuest tarafından taranmaktadır.
The Journal of Balkan Research Institute (JBRI) is indexed in Akademia Social Sciences Index
(ASOS), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Veri Tabanı, Central and Eastern
European Online Library (CEEOL), EBSCO, J-Gate, Modern Language Association (MLA)
International Bibliography and ProQuest.
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (BAE-Dergisi), Balkanlar üzerine sosyal bilimler
alanında özgün çalışmalara yer veren uluslararası hakemli bir dergidir. Türkçe ve İngilizce
makalelere yer veren BAE-Dergisi, Aralık ve Temmuz aylarında olmak üzere yılda iki kez
yayımlanır. BAE-Dergisi’ne gönderilen yazılar, yayımlanmadan önce yayın kurulunca dergi
yazım ilkelerine uygunluk açısından incelenir. Yayımlanması uygun bulunan makaleler adları
gizli tutulan iki ayrı hakeme gönderilir. Dergide yayımlanan makalelerde savunulan görüşler
BAE-Dergisini hiçbir surette bağlamaz. Yayımlanan makale ve yazıların sorumluluğu yazarına
aittir.
Journal of Balkan Research Institute (JBRI) is an international biannual (July and
December) peer-reviewed academic journal that aims to publish original articles, i.e. papers
which have not been previously published in any journal, in the realm of Social Sciences related
to the Balkans. Each article is examined by the board of editors regarding writing principles
and guidelines. The ones approved are sent to two independent experts for double-blind peer
review. Authors are responsible for their articles. Any of their ideas are individual and does not
bind the JBRI.
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
BALKAN ARAŞTIRMA
ENSTİTÜSÜ DERGİSİ
TRAKYA UNIVERSITY
JOURNAL OF BALKAN
RESEARCH INSTITUTE
Cilt 4, Sayı 2, Aralık 2015
Volume 4, Number 2, December 2015
İÇİNDEKİLER
CONTENTS
MAKALELER
ARTICLES
Bülent AKYAY
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı
A Memorandum by a British Officer
Sırasında Karadağ Sınırındaki Askerî
about the Military Position on the
Durum Üzerine Bir İngiliz Subayın
Montenegrin Frontier
Memorandumu
during The Russo-Turkish War of
1877-1878
1-31
Fatma ÇALİK
Soğuk Savaş Döneminde
Turkey-Hungary Relations in the Cold
Türkiye-Macaristan İlişkileri
War Era
33-60
Meral JAHJAİ
Arnavut Kültür ve Edebiyatında
Tradition of Writing Mawlid in
Mevlid Yazma Geleneği
Albanian Culture and Literature
61-84
Kader ÖZLEM
Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi
Turkey-Bulgaria Relations in the Period
Türkiye-Bulgaristan İlişkileri
of Justice and Development Party
(2002-2015)
(2002-2015)
85-112
Vahit Cemil URHAN
Karadağ’da Osmanlı Hâkimiyetinin
Weakening of the Ottoman Rule in
Zayıflaması (17. ve 18. Yüzyıllar)
Montenegro (17th and 18th Centuries)
113-135
Reunification of Mostar:
“Is There A Hope?”
Özkan ÜNAL
Mostar’ın Yeniden Birleşmesi:
“Bir Umut Var mı?”
137-157
ÇEVİRİ / TRANSLATION
Hüseyin MEVSİM
Edirne Bulgar Katolik Mektebi’nden Bir Leh Pederin 93 Harbi Notları
159-184
KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ / BOOK REVIEWS
Ergün HASANOĞLU
Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri “Merkez ve Uç”
185-188
Utku KIRLIDÖKME
İoannis N. Grigoriadis, Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini
Aşılamak
189-191
BALKAN GEZİ NOTLARI - III / BALKAN TRIP NOTES - III
Rıdvan CANIM
Balkanlarda Unutulmuş Kadîm Bir Sevgili: Elbasan/ A Forgotten Beloved in the
Balkans: Elbasan
193-203
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015,
ss. 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA
KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR
İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU*
Bülent AKYAY**
ÖZET
1875 yılında Hersek’te çıkan isyan kısa sürede gelişerek Şark Meselesi’nin
yeni bir krizine başlangıç teşkil etmiştir. Avrupa güçler dengesi çerçevesinde Büyük
Güçlerin müdahalesiyle kriz uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Osmanlı
Devleti’ni zor durumda bırakan bu isyanı takip eden süreçte yaşanan 1876 Bulgar
İsyanı, 1876 Osmanlı-Sırp-Karadağ Savaşı, 1876 İstanbul (Tersane) Konferansı ile
Panslavizm tüm ağırlığını hissettirmiş ve nihayet 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı’na sebep olmuştur.
Savaş sırasında Osmanlı hudut bölgelerinde incelemelerde bulunan İngiliz
istihbarat subayı Yüzbaşı F.C.H. Clarke, gönderdiği raporlarla ülkesini
bilgilendirmekteydi. Çalışmada Yüzbaşı Clarke’ın 1877 yılı Ekim ayında TürkKaradağ sınırındaki askerî duruma dair hazırladığı memorandumu çerçevesinde
Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki sınır bölgesinde her iki tarafın askerî
durumu ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı-Rus Savaşı, Karadağ, Osmanlı Devleti,
F.C.H. Clarke, Askerî Durum, İngiltere.
A MEMORANDUM BY A BRITISH OFFICER ABOUT THE
MILITARY POSITION ON THE MONTENEGRIN FRONTIER
DURING THE RUSSO-TURKISH WAR OF 1877-1878
ABSTRACT
The revolt in Herzegovina in 1875, constituted the beginning of a new
crisis in the Eastern Question. Within the balance of European Powers, this crisis
had become an international problem with the intervention of the Great Powers. The
course following the revolt had left Ottoman Empire in a difficult position and Pan*
Bu makale, 23-24 Kasım 2015 tarihleri arasında Podgorica-Karadağ’da düzenlenen
“Montenegro and The Ottoman Empire: The Experience of Interstate Relations” adlı
uluslararası sempozyumda sunulmuş bildirinin genişletilmiş ve geliştirilmiş halidir.
**
Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Tarihi Anabilim
Dalı, Edirne, E-mektup: [email protected].
1
BÜLENT AKYAY
Slavism made feel the full weight for Ottomans during the period with the events
like the Bulgarian Rebellion of 1876, Ottoman-Serbian-Montenegrin War of 1876,
The Conference of Istanbul (Tersane) in 1876, and finally, these events caused to
the “War of 93” known as the Russo-Turkish War of 1877-1878.
During the war time, British intelligence officer Captain F.C.H. Clarke
informed his country with his reports regarding the Ottoman Balkan frontiers. In
this paper, the military position on both sides of the frontier between the Ottoman
Empire and Montenegro will be discussed within the framework of Captain
Clarke’s memorandum dated as October 1st, 1877.
Keywords: The Russo-Turkish War, Montenegro, Ottoman Empire,
F.C.H. Clarke, Military Position, Britain.
Giriş
Bu çalışmada Francis Coningsby Hannam Clarke’ın Levâzım
Dairesi Başkan Yardımcısı Vekili imzasıyla Karadağ sınırındaki askerî
durum üzerine hazırladığı 1 Ekim 1877 tarihli memorandumu
incelenecektir.1 Ayrıca bu memorandumdan hareketle 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı sebebiyle Balkanlarda açılan Tuna cephesinin dışında daha
batıda ikincil öneme sahip de olsa bir başka cephenin varlığına dikkat
çekmek ve bu suretle Britanya’nın gözünden bu bölgenin nasıl algılandığını
gündeme taşımak amaçlanmıştır. Söz konusu memorandumun Türkçe
tercümesi bu çalışmanın sonunda ayrıca ek olarak verilecektir. Öncelikle
memorandumun hazırlandığı döneme kadar bu süreçte bölgedeki
gelişmelerin tarihî seyrine kısaca değinmekte yarar vardır.
1875 yılı Temmuz’unda Hersek’te başlayan ayaklanmaya
Karadağ’ın el altından verdiği destek yeni bir Balkan krizine yol açmış ve
Rusya’nın olaya müdahil olmasıyla da ayaklanma bir Avrupa sorunu haline
gelmiştir. Osmanlı birlikleri ayaklanmayı bastıramayınca Avrupa
devletlerinin isteği üzerine Babıâli asilerle görüşmeyi kabul etse de, BosnaHersek’in Hıristiyan bir vali yönetiminde özerk olması talebini reddetmiştir.
Bunun ardından asiler ayaklanmayı bir Slav ihtilâline dönüştürmeye
çalışmışlardır.2
1
The National Archives (TNA) F.O. 881/3480, “Memorandum by Captain Clarke, R.A., on
the Present Position on the Montenegrin Frontier”.
2
Mahmud Celâleddin Paşa, Mir‘at-ı Hakîkat, haz. İsmet Miroğlu, Berekât Yay., İstanbul
1983, ss. 51-62; İsmail Hakkı Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4, Türkiye
Yayınevi, İstanbul 1972, ss. 246-249; Kemal Baltalı, “1875 Hersek Ayaklanmasının
2
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
Osmanlı Devleti’nin bölgedeki isyanı yatıştırmak için yayınladığı
“Adalet Fermanı”na Rusya ve Almanya itibar etmeyince Balkanlardaki
karışıklıklardan en az Osmanlı Devleti kadar rahatsız olan AvusturyaMacaristan, bu iki güç nezdinde harekete geçmiş ve Başbakan Andrassy bir
reform programı hazırlamıştır. 30 Aralık 1875 tarihinde “Andrassy Notası”
adı verilen bu program 31 Ocak 1876’da Osmanlı Devleti’ne takdim
edilmiştir. “Andrassy Notası”,3 özerkliği değil, bazı mahallî yetkilerin
genişletilmesini ve bölgenin güvenliğine yönelik bazı ek tedbirleri
öngörmüştü. İstanbul hükümeti de 11 Şubat 1876 tarihli cevabında
“vergilerin yerinde harcanması” maddesi dışında notayı kabul etmiş ve 13
Şubat 1876 Fermanı’nı yayınlamıştır.4
Fakat bu girişimler pek verimli bir sonuç doğurmamış
görünmektedir. Zira asiler, Karadağ ve Sırbistan’ın verdiği destekten emin
bir halde “Andrassy Notası”na ve 13 Şubat Fermanı’na itibar etmeyerek
ayaklanmayı sürdürmüşlerdir. Sert geçen 1875-76 kışı isyancılara pek fazla
hareket imkânı vermemişti. Ancak baharla birlikte tekrar faaliyete
geçmişler, Karadağlılarla birleşerek Nikşik’i kuşatmışlardır. Osmanlılar çok
Uluslararası Bir Nitelik Kazanması”, Belleten, LI/199, Ankara 1988, s. 205; B. H., Sumner,
Russia and The Balkans, 1870-1880, Clarendon Press, Oxford 1937, ss. 142-143; J. A. R.
Marriot, The Eastern Question: An Historical Study in European Diplomacy, Clarendon
Press, 4th ed., Oxford 1940, s. 322; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VII, TTK Yay.,
Ankara 1988, ss. 74-76 ve s. 79; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, 1789-1914, TTK
Yay., Ankara 1997, ss. 495-496; Yuluğ Tekin Kurat, “1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin
Sebepleri”, Belleten, XXVI/103, Ankara 1962, s. 569; Bülent Akyay, Tesalya Meselesi
(1881), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Turan Gökçe, İzmir 2001, s. 71; Bülent Akyay, “93 Harbi Sırasında
Türk-Yunan Sınırındaki Askerî Durum Üzerine Bir İngiliz Subayın Raporu”, Yeni Türkiye, S.
68, Ankara 2015, s. 2729.
3
Andrassy Notası hakkında geniş bilgi için bkz. David Harris, A Diplomatic History of the
Balkan Crisis of 1875-1878: The First Year, Archon Books, California 1969, ss. 132-287.
4
Mihailo D. Stojanovic, The Great Powers and The Balkans, 1875-1878, Cambridge
University Press, London 1939, ss. 28-56; Sumner, a.g.e., ss. 151-153; Mahmud Celâleddin
Paşa, a.g.e., ss. 71-76; F. A. K. Yasamee, Ottoman Diplomacy: Abdülhamid II and the Great
Powers, 1878-1888, The Isis Press, İstanbul 1996, s. 14; L. S. Stavrianos, The Balkans since
1453, Holt, Rinehart & Winston, New York 1961, s. 400; Mithat Aydın, Balkanlarda İsyan:
Osmanlı-İngiliz Rekabeti, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876),
Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2005, ss. 80-98; Baltalı, a.g.m., ss. 206-207; Kurat, a.g.m., ss.
577-578; Danişmend, a.g.e., ss. 250-251; Marriot, a.g.e., ss. 322-324; M. S. Anderson, The
Eastern Question, 1774-1923, MacMillan, New York 1966, s. 182; Nihat Erim,
Devletlerarası Hukuk ve Siyasî Tarih Metinleri, C. 1 (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları),
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., Ankara 1953, s. 374; Akyay, a.g.t., s. 72; Karal,
a.g.e., ss. 80-82; Armaoğlu, a.g.e., ss. 497-499; Akyay, a.g.m., s. 2730.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
3
BÜLENT AKYAY
zor şartlar altında Nikşik’e yardım ulaştırabilmişlerdir. “Andrassy
Notası”nın sonuçsuz kalmasının inisiyatifi Rusya’ya geçirmesi üzerine
Avusturya-Macaristan izlediği politikada değişiklik yaparak ayaklanan
bölgeleri kendi kontrolüne almaya karar vermiştir. Bu durum ise AvusturyaMacaristan’ı Rusya ile birlikte hareket etmeye sevk etmiştir.5
Diğer yandan 1876 yılı Nisan ayında başlayan Bulgar İsyanı
Osmanlı Devleti tarafından bastırılmışsa da ardından yaşanan Selânik Olayı
Avrupa kamuoyunu olumsuz etkilemiştir. Rus Şansölyesi ve Dışişleri
Bakanı Prens Gorçakof, Berlin’e giderek Osmanlı Devleti’ne baskı
yapılması yönünde Bismarck’ı ikna etmiştir. Avusturya-Macaristan’ın da
dâhil olduğu görüşmelerin sonunda “Berlin Memorandumu”6 adını alan
belge 13 Mayıs 1876 tarihinde Osmanlı Devleti’ne tebliğ edilmiştir.
Ültimatom özelliği taşıyan bu memorandumda, alınması istenen önlemlerin
yerine getirilmemesi halinde başka yollara başvurulacağı belirtilerek Babıâli
tehdit edilmiştir. Bu memoranduma, Fransa ve İtalya önce destek
vermişlerse de İngiltere, belgeyi onaylamayınca bu desteklerini geri
çekmişlerdir.7 Bu gelişmelerin yaşandığı kaotik ortamda V. Murad’ın 31
Mayıs 1876 tarihinde Osmanlı tahtına geçmesiyle sonuçlanan İstanbul’daki
saltanat değişimi Sırbistan ve Karadağ’ı cesaretlendirirken, Rus desteğinin
de verdiği güvenle Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmelerini
kolaylaştırmıştır.8
Karadağ ile Savaşlar Dönemi (1876-1878)
Karadağ, Hersek ayaklanması ile başlayan süreçten yararlanarak
Sırbistan ile beraber Osmanlı Devleti’ne karşı savaş hazırlıklarına başlamış
5
Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ İlişkileri, TTK Yay., Ankara 2012,
ss. 38-39; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 77-80; Aydın, a.g.e., ss. 101-107; Armaoğlu,
a.g.e., s. 500; Karal, a.g.e., s. 81; Akyay, a.g.m., s. 2730.
6
Berlin Memorandumu hakkında ayrıntılı olarak bkz. Harris, a.g.e., ss. 288-376.
7
Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 81-91; Stavrianos, a.g.e., s. 400; Sumner, a.g.e., ss.
163-164; Marriot, a.g.e., s. 325; Stojanovic, a.g.e., ss. 58-74; Anderson, a.g.e., s. 183; Baltalı,
a.g.m., ss. 212-214; Kurat, a.g.m., s. 578; Danişmend, a.g.e., ss. 251-253 ve ss. 255-256;
Aydın, a.g.e., ss. 107-118; Karal, a.g.e., ss. 98-101; Akyay, a.g.t., s. 72; Armaoğlu, a.g.e., ss.
501-502; Akyay, a.g.m., s. 2730.
8
Özcan, a.g.e., s. 45; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 101-116 ve 137-154; Stavrianos,
a.g.e., s. 402; Marriot, a.g.e., s. 325; Stojanovic, a.g.e., ss. 183-208; Anderson, a.g.e., ss. 184185; Danişmend, a.g.e., ss. 256-283; Karal, a.g.e., C. VII, ss. 108-109; Karal, a.g.e., C. VIII,
ss. 14-16; Armaoğlu, a.g.e., ss. 503-505; İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı
(IV)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 36, Şubat 1988, s. 69.
4
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
ve 15 Mayıs (Sedes’e göre Haziran) 1876’da konuyu Meclise taşımıştı.
Karadağ Meclisi’nin de savaş ilânı yönünde bir karar alması Prens
Nikola’nın elini güçlendirmişti. 26 Mayıs’a gelindiğinde AvusturyaMacaristan ve Rusya’nın da teşvikiyle Karadağ ve Sırbistan arasında
Osmanlı Devleti’ne karşı savaşın gidişatında ortak hareket etmeye matuf bir
ittifak antlaşması yapılmıştır. Sırp Prensi Milan Osmanlı askerinin
sınırlarından çekilmesini ve kendisinin Bosna-Hersek valisi olarak
atanmasını talep etmiş ve bu talebi reddedilince o da 1 Temmuz 1876’da
Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştır. Bu savaş ilânı ve Herseklilerin Karadağ
Prensi Nikola’yı kendileri için hükümdar seçmeleri Karadağ’ın da cesaretini
arttırmıştır. Nitekim ertesi gün Karadağ’da Osmanlı Devleti’ne resmen
savaş açmıştır.9
Slav tehlikesinin giderek büyümesi Avusturya-Macaristan’ı da
telaşlandırmıştır. Bu vaziyeti fark eden Rusya, Osmanlılar ile birlikte
hareket etmesinden çekindiği için Avusturya-Macaristan ile bir uzlaşmaya
varmıştır. Çar II. Aleksander ve İmparator Franz Joseph Osmanlıların olası
bir zaferi ya da yenilgisi durumunda Balkanları paylaşmak maksadıyla bir
araya gelmişler 8 Temmuz 1876’da Reichstadt Antlaşmasıyla her iki Balkan
topraklarını aralarında paylaşmışlardır.10
Osmanlı Devleti yaptığı diplomatik hamlelerle Sırbistan ve Karadağ
tarafından kendisine savaş açıldığını ve meşru müdafaada bulunduğunu
Avrupalı güçlere anlatmaya çalışmıştır. Karadağ, Osmanlılar karşısında
başlıca İşkodra ve Hersek cepheleri başta olmak üzere iki cephede savaşa
girmiştir. Karadağlılar bu cephelerde hem düzenli ordu hem de çetelerle
savaşı yürütmüşlerdir. Karadağ’ın ana hedefi kuzeyden Sırp kuvvetleriyle
birleşmekti. Osmanlı ordusu Karadağlılar ile başta Vučji Do, Fundina,
Medun Trijebač, Spuz ve Doljani gibi nispeten büyük muharebeler olmak
üzere 27 kadar da irili ufaklı çatışmada karşı karşıya gelmişti. 28 Temmuz
1876 tarihli Vucji Do Muharebesinde Hersek cephesi komutanı Ahmet
Muhtar Paşa yenilmiş ve geriye, Trebinje’ye çekilerek İstanbul’dan acil
yardım istemiştir. Güneyde, İşkodra cephesinde ise çatışmalar Medun kalesi
merkezli yaşanmıştır. Burada Karadağ saldırıları başlangıçta püskürtülmüşse
de nihayetinde Osmanlılar Medun’da bozguna uğramışlar ve Karadağlılar
9
Özcan, a.g.e., ss. 44-45; İ. Halil Sedes, 1876-1877 Osmanlı Karadağ Seferi, Askerî Matbaa,
İstanbul 1936, s. 11; Karal, a.g.e., C. VIII, ss. 14-15.
10
Sumner, a.g.e., ss. 174-176; Stavrianos, a.g.e., s. 404; Stojanovic, a.g.e., ss. 74-77;
Anderson, a.g.e., s. 185; Kurat, a.g.m., ss. 580-581; Karal, a.g.e., s. 18; Akyay, a.g.t., s. 73;
Armaoğlu, a.g.e., ss. 505-506; Özcan, a.g.e., s. 47; Akyay, a.g.m., s. 2730.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
5
BÜLENT AKYAY
Osmanlı sınırları içine girmişlerdir. Buna karşın Sırbistan cephesinde ise
Osmanlılar başarılı olmuş ve Prens Milan savaşın bitirilmesi için
Belgrad’daki konsoloslardan aracı olmalarını istemiştir.11
Osmanlı orduları karşısında Sırpların yenilgiye uğrayıp barışa
yanaşmaları Karadağ’ın tepkisini çekse de İngiltere başta olmak üzere
Avrupalı büyük güçler Osmanlı Devleti’ni ateşkes ilânına zorlamışlardır.
Babıâli, 14 Eylül’de Sırplar için ağır şartlar ileri sürerken Karadağlılar için
savaş öncesi durumu esas almışlardır. Bulgar isyanının, sözde şiddete
başvurularak bastırılmasını gayet iyi işleyen Liberal Parti başkanı ve
İngiltere muhalefetinin güçlü ismi William Gladstone sayesinde İngiliz
kamuoyu Osmanlıların aleyhine dönmüştü. İngiltere, 21 Eylül’de diğer
güçlerin de onayı ile İstanbul’a yeni bir program ve ateşkes şartları
sunmuştur. Bu şartları Sırplar ve Karadağlılar reddetmişler ve 25 Eylül
1876’da Sırplar tekrar savaşa başlamışlarsa da yine mağlup olmuşlardır. 31
Ekim tarihinde Rus elçisi İgnatyef de bir ültimatom vermek suretiyle
Babıâli’nin savaşı durdurmasını istemiştir. Osmanlı Devleti de Rusya ile
savaşa girmemek adına bu ültimatomu kabul etmiştir. Bunun üzerine
Sırbistan ve Karadağ ile ateşkes yapılarak bu çatışmasızlık hali iki ay daha
uzatılmıştır.12
İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda ıslahat yapması yönünde
İstanbul’da bir konferans toplanması için diğer devletleri ikna etmiştir.
Babıâli, 23 Aralık 1876’da başlayan Tersane Konferansı’nın şartlarını 18
Ocak 1877 tarihinde reddetmiştir. Zira konferansta Karadağ’a toprak
verilmesi de söz konusuydu. Konferans sonuçta Sırbistan ve Karadağ ile
ateşkesin 2 ay daha uzatılmasına yaramış oldu. 26 Şubat 1877’de Sırbistan
ile barış yapılabilmişse de Karadağ ile barış girişimlerinden Karadağ’ın
beklentilerinin daha yüksek olması sebebiyle bir sonuç alınamamıştır.
Beklenen savaşın giderek kaçınılmaz hale gelmesi üzerine Rusya ve
Avusturya-Macaristan, Peşte Antlaşması ile Balkanlardaki niyetlerini yazılı
11
Sedes, a.g.e., ss. 42-110; Vahit Cemil Urhan, Karadağ’ın Bağımsızlığını Kazanması (18511878), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara
2015, ss. 213-264; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 139-154; Özcan, a.g.e., ss. 51-54.
12
Taha Niyazi Karaca, Büyük Oyun: İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma
Planı, Timaş Yay., İstanbul 2011, ss. 147-184; Stojanovic, a.g.e., ss. 78-94; Aydın, a.g.e., ss.
155-181; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 171-191; Erim, a.g.e., s. 376; Karal, a.g.e., C.
VIII, ss. 18-24; Armaoğlu, a.g.e., ss. 509-510; Danişmend, a.g.e., s. 291; Kurat, a.g.m., s.
582; Sedes, a.g.m., s. 70; Akyay, a.g.t., s. 74; Özcan, a.g.e., ss. 57-59; Urhan, a.g.t., ss. 265272; Akyay, a.g.m., ss. 2730-2731.
6
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
hale getirmişlerdir. Buna göre Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i almış,
karşılığında ise Balkanlarda Rusları serbest bırakmıştır. Böylelikle Rusya,
Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın tarafsızlığını sağlamıştır.13
31 Mart 1877 tarihine gelindiğinde Londra’da İstanbul (Tersane)
Konferansı’na katılmış olan Avrupalı altı gücün onayı ile “Londra
Protokolü” kabul edilmiştir. Muhafazakâr Parti lideri İngiliz Başbakan
Disraeli, iç politikada rakibi Gladstone’un ciddi baskısı altında diğer güçlere
katılarak protokolü imzalamak zorunda kalmıştı. Karadağ ile ilgili protokol
maddeleri ise Tersane Konferansı’na göre daha hafifletilmişti. Savaş
çıkmaması için Karadağ adına talep edilen yer Nikşik kazasına
indirgenmişti. Ayrıca Babıâli’nin evvelce Bosna, Hersek ve Bulgaristan için
yapmayı kabul ettiği reformların icrası İstanbul’dan isteniyordu.
İngiltere’nin, İstanbul’un bu protokolü reddetmesi durumunda kendisini bu
protokole bağlı saymayacağını açıklamasıyla bundan cesaret alan Babıâli, 3
Nisan’da meclisin reddettiği protokolü 11 Nisan 1877’de reddettiğini
açıklamıştır. Bunun üzerine Rus Çarı, 24 Nisan’da ordularına sınırı geçme
emrini vermiş ve meşhur 93 Harbi’ni başlatmıştır. Bunun üzerine Karadağ
da Rusya’nın yanında yer almıştır.14
Karadağ ile Osmanlı Devleti arasında bir barış antlaşması
yapılmadığından 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi başlayınca ateşkes halinden
tekrar savaş haline geçilmiş oldu. Osmanlı birlikleri Karadağ’a karşı Hersek,
İşkodra ve Yenipazar cephelerinden savaşa katılmışlardır. Savaşın başında
Osmanlılar Karadağ’a karşı üstünlük sağlamışlardı. Karadağ’ı bir an önce
13
İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (V)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
Dün/Bugün/Yarın, S. 37, Mart 1988, ss. 59-61; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 192-201,
159-163 ve 206-220; Stojanovic, a.g.e., ss. 95-144; Anderson, a.g.e., ss. 190-194; Armaoğlu,
a.g.e., ss. 511-515; Sumner, a.g.e., ss. 229-254; Yasamee, a.g.e., s. 16; Stavrianos, a.g.e., ss.
405-406; Marriot, a.g.e., ss. 332-333; Danişmend, a.g.e., ss. 291-296; Karal, a.g.e., ss. 28-38;
İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VI)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
Dün/Bugün/Yarın, S. 41, Temmuz 1988, s. 61; Kurat, a.g.m., s. 590; Akyay, a.g.t., s. 75;
Özcan, a.g.e., ss. 61-66; Urhan, a.g.t., ss. 273-279; Akyay, a.g.m., s. 2731.
14
Henry Kissinger, Diplomasi, Çeviren: İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara 2000, s. 138; H. Hikmet Süer, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli
Cephesi, ATASE Yay., Ankara 1993, s. 65; Sumner, a.g.e., ss. 255-271; Mahmud Celâleddin
Paşa, a.g.e., ss. 258-272; Marriot, a.g.e., ss. 333-334; Stavrianos, a.g.e., s. 406; Yasamee,
a.g.e., s. 17; Karal, a.g.e., ss. 39-40; Armaoğlu, a.g.e., s. 516; İ. Halil Sedes, “1877-1878
Osmanlı Rus Savaşı (VII)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 42, Ağustos
1988, ss. 55-58; Akyay, a.g.t., s. 75; Özcan, a.g.e., ss. 69-70; Urhan, a.g.t., ss. 280-303;
Akyay, a.g.m., s. 2731.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
7
BÜLENT AKYAY
yenerek birlikleri Rus cephesine nakletmek düşüncesi hâkimdi. Ancak
Karadağ üç tümen kadar bir Osmanlı askerî gücünü oyalamayı başarmıştır.15
Hersek cephesi kumandanı Süleyman Paşa 31 Mayıs 1877’de
Nikşik’teki Osmanlı birliklerine ikmal malzemesi götürmek için harekete
geçmiş zorlu Piva ve Duga geçitlerini aşmıştır. Nikşik’te büyük muharebeler
yaşanınca Prens Nikola karargâhını Nikşik yakınlarından Ostrog’a taşımak
zorunda kalmıştır. Ardından Süleyman Paşa Ostrog boğazını da geçmiş ve
Spuz’a kadar ilerlemiştir. Hersek ve Yenipazar birlikleri İşkodra birlikleriyle
birleşmişlerse de zorlu arazi şartları Osmanlı askerini güç durumda
bırakmıştır. Yine de harbin bu safhasında Karadağ karşısında muzaffer
olunmuştur.16
Savaşın Tuna ve Kafkas cephelerinde şiddetini giderek arttırması
üzerine Süleyman Paşa komutasındaki birlikler Bar’dan denizyoluyla
Dedeağaç’a, oradan da Edirne üzerinden Tuna cephesine nakledilmişlerdir.
Yenipazar kumandanı Müşir Mehmet Ali Paşa da ihtiyat birliği olarak
Sofya’ya gönderilmiştir. Bu kuvvet kaydırmalarından sonra bir müddet daha
Karadağlılara karşı başarılar kazanılmış, Osmanlı birlikleri 15 Temmuz
1877’de Bar civarında Karadağlıları yenmişlerdir.17
Rusların ard arda kazandığı başarılarla Osmanlılar zor durumda
kalınca Karadağlılar Bosna topraklarına girmişler, Duga boğazı
istihkâmlarını, Piva ve Bileke’yi zapt ederek Nikşik’i kuşatmışlar ve 8 Eylül
1877’de 48 gün süren bir kuşatmanın ardından ellerine geçirmişlerdir. Daha
sonra Medun kalesini muhasara altına almışlar, 27 Kasım’da Bar
yakınlarındaki Nihaç kalesini zapt etmişlerdir. Plevne’nin düşmesi
Karadağlılarda moralleri yükseltmiş ve Ocak 1878’de, savaşın sonlarında,
Bar ve Ülgün’ü de ele geçirmişlerdir. Osmanlı Devleti 31 Ocak 1878’de
Rusya ile Edirne Mütarekesi’ni imzalayarak savaşı sona erdirmesine
rağmen, Karadağlılar ilerlemeye devam ederek Dinosi, Ljesko Polje ve
Zabljak gibi yerleri savaşmadan işgal etmişler ve Podgorica’yı ele
geçirmişlerdir.18
15
Özcan, a.g.e., ss. 72-73; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 322-323.
Özcan, a.g.e., ss. 73-74; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 323-325; Urhan, a.g.t., ss.
314-320; Sedes, a.g.e., ss. 165-181.
17
Özcan, a.g.e., s. 75; Sedes, a.g.e., s. 203; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., s. 398.
18
Özcan, a.g.e., s. 76-78; Urhan, a.g.t., ss. 333-369; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., s. 500;
Sedes, a.g.e., ss. 218-250.
16
8
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
Bu noktada İngiltere’nin Osmanlı-Rus Savaşı sırasında izlediği
siyasete de kısaca değinmek yerinde olacaktır. Savaşın arifesinde İngiliz
kabinesinde 18 aydır bütün girişimlerin sonuçsuz kaldığı ve yeniden
harekete geçmenin yararsız olacağı düşüncesiyle bir görüş ayrılığı mevcuttu.
Rusya diplomatik oyunu kazanmış gibiydi. Zira Rusya, İngiliz kamuoyunun
büyük ölçüde desteği ile birlikte Berlin, Viyana ve Paris tarafından da
destekleniyordu. Bu birlikteliğe İngiltere’nin direnmesi son derece güçtü.
Başbakan Disraeli’nin elleri adeta bağlanmıştı. Kaldı ki Osmanlı Devleti
yanında savaşa girmek hükümetini düşürebilirdi. Harp başlayınca İngiliz
avam kamarasında sağlanan 131 oy hükümeti tarafsızlık ve İngiliz
çıkarlarını korumak siyasetinde serbest bırakmıştır. Ülkede oluşan genel
kanı Rusya’yı silahla değil diplomasi ile yola getirmek şeklindeydi. Zira
İngiltere’de esen hava Kırım Savaşı sırasındaki atmosferden çok farklı idi.
İngiltere, 6 Mayıs 1877’de Rusya’ya bir nota vererek savaş karşısında
tarafsız kalacağını, Osmanlı Devleti’ne kendisinden yardım beklememesini
bildirdiğini, taraflardan Süveyş kanalına herhangi bir zarar verilmemesini
istediğini, İstanbul’un Türklerden başkasının eline geçmesine kayıtsız
kalamayacağını,
Boğazların
mevcut
rejiminin
hiçbir
şekilde
değiştirilemeyeceğini, Basra körfezindeki çıkarlarını koruyacağını,
Bulgaristan işgal edilirse bunun geçici olacağı yönündeki Çar’ın teminatını
hatırlatmış ve savaş karşısındaki tarafsızlığını da bu şartlara bağlı olarak
sürdüreceğini açıklamıştır. Bu şekilde İngiltere Rusya’nın askerî harekâtını
ve savaşın siyasî sonuçlarını baştan sınırlamak istemişti. AvusturyaMacaristan da Rusya karşısında benzer bir tutum takınmıştır. 22 Mayıs’ta
Romanya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş açması üzerine İngiltere AvusturyaMacaristan’a başvurup onların karadan, kendisinin de denizden harekete
geçmesi yönünde bir antlaşma teklif ettiyse de Andrassy’nin İngiltere’ye
güvenmemesi üzerine müzakereler iki ay uzamış ve İngiltere’nin umut ettiği
ittifak ile sonuçlanmamıştır.19
Rus Dışişleri Bakanı Gorçakov, 30 Mayıs’ta Bosna ve Hersek’in
Avusturya tarafından işgal edilmesini, Sırbistan ve Karadağ’ın toprak
kazanımları gibi bazı hususları içeren bir antlaşma teklifini İngiliz
hükümetine sunmuştur. Fakat bu antlaşma teklifi boğazların geçici de olsa
Rusya’nın işgaline imkân sağladığı için Londra’da çekincelerle karşılanmıştı
ki sonradan teklif geri çekilmiştir. Haziran ayı ortalarında ise Rusya’da
19
Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard’ın İstanbul Elçiliği 1877-1880, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara 1968, s. 23, 25-26; Kissinger, a.g.e., s. 138; Armaoğlu, a.g.e., ss. 517-518;
Anderson, a.g.e., ss. 196-197; Stojanovic, a.g.e., ss. 156-157, 164-165, 169-172.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
9
BÜLENT AKYAY
ılımlıların yerine güç kullanmaktan yana olanlar kontrolü ele geçirmiş ve
Bulgaristan’ın Balkan dağlarının güneyine de uzanmasına karar verilince
İngiltere’de bu karar şüphe yaratmıştı. İngiliz kabinesinde Çanakkale’nin ele
geçirilmesi ihtimali üzerinde tartışmalar yapılmışsa da bu konuda çıkan
muhalefet üzerine bu bir süre için rafa kaldırılmıştı. Daha sonra Başbakan,
Kraliçe’nin de desteğiyle Ruslara karşı aktif direniş politikasını savunmaya
başlamıştır. İstanbul’a yeni atanan İngiliz Büyükelçisi Layard’a İngiliz
filosunu İstanbul’a çağırması ve Gelibolu’nun İngilizlerce işgali için
Sultan’ı ikna etme talimatı verilmişti. 30 Haziran’da İngiliz Akdeniz
filosuna Çanakkale yakınlarındaki Beşike körfezine gitmesi emredilmiştir.
17 Temmuz’da İngiliz Dışişleri Bakanı Derby, Londra’daki Rus büyükelçisi
Kont Şuvalov’a İstanbul’u askerî sebeplerle işgal etmeleri halinde
İngiltere’ye güvenemeyecekleri uyarısında bulunmuş, 21 Temmuz’da ise
İngiliz kabinesi Rusya İstanbul’u işgal eder ve şehri hemen boşaltmazsa
Rusya’ya savaş ilan etmeye karar vermiştir. 28 Temmuz’da Sultan isterse
İngiliz filosunun İstanbul’a gönderileceği bir kez daha Layard’a
söylenmiştir. Ağustos ayında Rusların Plevne’de ikinci kez durdurulması
savaşın siyasî seyrini de değiştirmiştir. Plevne’nin uzun bir süre kahramanca
direnmesi İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı bakışını değiştirmesine yol
açmıştır. Plevne müdafaası bir önceki yıla ait İngiliz kamuoyunu son derece
olumsuz etkileyen “Bulgar dehşeti” ajitasyonunun bulanıklaşması ve
zayıflaması için bir nefes alma süresi tanımıştı. Plevne’deki “kahraman
Türk”, İngiliz Muhafazakâr Partisi’nin pek çok üyesinin bile paylaşılmaya
mahkûm ettiği Osmanlı Devleti hâlâ savunmaya değecek kadar canlı ve
ayakta olduğunu göstermişti.20 Elbette İngiliz hükümetinin Balkanlar’da
yaşanan bu mühim gelişmelerden uzak kalması beklenemezdi. Nitekim
savaş sırasında gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyor, bölgeye
gönderdiği istihbarat subaylarıyla da bilgi sağlıyordu. Rusların Plevne’de
durdurulmasından sonraki günlerde bölgeye gönderilen subaylardan biri
Yüzbaşı Francis Coningsby Hannam Clarke idi.
Yüzbaşı F.C.H. Clarke Kimdir?
Francis Coningsby Hannam Clarke, 1842-1893 yılları arasında
yaşamıştır. 1859 yılında Bombay Topçu Birliği’ne girmiş, 1871’de Kraliyet
Topçu Yüzbaşı, 1878’de Binbaşı, 1885’de Yarbay ve 1890’da Albay
20
Anderson, a.g.e., ss. 195-198; Kurat, a.g.e., ss. 26, 29-35; Stojanovic, a.g.e., ss. 161-162,
174-180; John Lowe, Britain and Foreign Affairs 1815-1885: Europe and Overseas,
Routledge, London 1998, s. 75; A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 18481918, Clarendon Press, Oxford 1954, s. 245.
10
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
rütbelerine sahip olmuştur. 1878 yılındaki Bulgar sınır tahdidinde yardımcı
komiser olarak bulunmuş, 1879 yılında Asya’daki Osmanlı-Rus sınırını
belirleme komisyonunda İngiltere komiseri olarak yer almıştır.21 Aynı
zamanda 1872-1880 yılları arasında Atlı Muhafızlar (Horse Guards)
Levazım Dairesi Başkan Yardımcısıdır. 1881’de Güney Afrika’ya özel bir
göreve gönderilmiştir. 1882-1884 yıllarında Harp Akademisi’nde Askerî
İdare ve Hukuk Profesörü olarak görev yapmıştır. 1884’de ise Seylan’a
Genel Topograf olarak atanmıştır. Zatürreden muzdarip olarak ölümünden
üç ay önce İngiltere’ye dönmüş ve 51 yaşında Brighton’da hayatını
kaybetmiştir.22
Konumuz olan 93 Harbi yıllarında Atlı Muhafızlar birliği mensubu
olan Clarke, İngiliz Harp Dairesi İstihbarat Şubesi’nde (War Office
Intelligence Branch) görevlidir. İlerleyen yıllarda Binbaşı rütbesiyle Harp
Akademisi’nde öğretim görevlisi olarak bulunacak ve dersler verecektir.23
Kendisinin askerî alanda pek çok incelemeleri bulunmaktadır.24 Bununla
birlikte yaptığı tercümelerden Almanca ve Rusça dillerine de vakıf olduğu
anlaşılmaktadır.25 Bir coğrafyacı ve topograf olan Clarke, St. Petersburg
İmparatorluk Rus Coğrafya Cemiyeti üyesidir. Londra Kraliyet Coğrafya
21
Sabri Ateş, Ottoman-Iranian Borderlands: Making a Boundary, 1843-1914, Cambridge
University Press, New York 2013, s. 223.
22
The Colonies and India, 2 Eylül 1893, s. 17; The London Gazette, 27 Nisan 1880, s. 2475;
The Imperial and Asiatic Quarterly Review and Oriental and Colonial Record, Oriental
Institute (Woking, England), East India Association (London, England), 1893, s. 491; Akyay,
a.g.m., s. 2734.
23
F.C.H. Clarke, Staff Duties, A Series of Lectures Addressed to the Officers at the Staff
College, London 1884; The Academy, XVIII, 1880, s. 104 ve The Franco-German War,
1870-1871, tr. by F.C.H. Clarke. 2 pt. [in 5 vols] 1883, s. 75.
24
Harp Dairesine bağlı Topografya, İstatistik ve İstihbarat Şubeleri Yayınları arasında yer
alan The Armed Strength of German Empire (1876) ve The Armed Strength of Netherlands
(1876) gibi eserleri için bkz. Second Supplement to the Alphabetical Catalogue of the Library
of the Royal Geographical Society, London 1882, s. 368; Ayrıca bkz. F.C.H. Clarke, “Recent
Reforms in the Russian Army”, Journal of The Royal United Service Institution, 20, 1876.
25
Bunlardan The Franco-German War, 1870-1871 (Almanca’dan), Steppe Campaigns
(1876) (Rusça’dan) örnek olarak verilebilir bkz. a.g.e., s. 368. Ayrıca bkz. Colonel L.T.
Kostenko, “Turkestan”, translated by Major, F.C.H. Clarke, Royal United Services Institute
for Defence Studies, Royal United Service Institution, 1881; Translation from the “Militair
Wochenblatt” for April 1873, Papers on Subjects Connected with the Duties of the Corps of
Royal Engineers [New Series], Vol. XXII, 1874; The Progress of Russia in Central Asia,
Colonel M. J. Veniukoff, 1877, translated from the Sbornik Gosudarstvennikh Znanyi, by Cpt
F.C.H. Clarke, 1878.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
11
BÜLENT AKYAY
Cemiyeti’ne ait yayınlarda da yazıları yayımlanmıştır.26 Britanya Hükümeti
adına Avrupa, Orta Asya, Hindistan gibi dünyanın çeşitli yerlerinde
görevlendirilmiştir. İstihbarat amaçlı hazırladığı başka rapor ve
memorandumları da mevcuttur.27
1877 yılı sonbaharında Yüzbaşı F.C.H. Clarke Rumeli’nin batısında
görülmektedir. Deniz yoluyla Bar limanına gelmiş, ardından İşkodra’ya
gitmiştir. Buradan da önce buharlı gemi ile İşkodra gölü üzerinden Helm
Kule’ye, ardından sırasıyla Tuz Köyü, Podgoriça ve Spuz’a ulaşmıştır. Ekim
ayında İşkodra’da Karadağ sınırının mevcut durumu üzerine konumuz olan
1 Ekim 1877 tarihli bir memorandum hazırlamıştır. Daha sonra buradan
ayrılmış ve kendi ifadesiyle 650 km yol kat ederek Draç, Elbasan, Manastır,
Grevena, Tırhala, Yenişehir ve Dömeke üzerinden Yunanistan sınırına
gelmiştir. Bar’da karaya ayak bastığı andan itibaren izlediği güzergâhına ait
yol raporları da hazırlamıştır. Ayrıca Yanya’ya da gittiği görülen Clarke,
sınırın Osmanlı ve Yunan taraflarında incelemelerde bulunmuştur. Bu
incelemeleri sırasında Osmanlı Hükümeti’nin kendisine refakat için iki
süvari askeri temin ettiğini görüyoruz ki sonrasında sınırın Yunan tarafında
da Yunan Hükümeti ona askerî refakat sağlamıştır. Bu şekilde Yüzbaşı
Clarke, Osmanlı ve Yunan hükümetlerinin bilgisi dâhilinde sınırda
gözlemlerde bulunmuş ve edindiği askerî bilgileri her iki taraf hükümetine
doğrulatarak sağlamasını da yapmaya çalışmıştır. Bu da bize onun resmî
görevli bir asker olarak bölgede bulunduğu fikrini vermektedir. Bar’dan
başladığı Batı Balkanlar ve Yunanistan gözlemleri sonucunda en son
Atina’ya geldiği görülmektedir.28
Yüzbaşı F.C.H. Clarke’ın Karadağ Sınırının Askerî Durumuna
Dair Memorandumu
F.C.H. Clarke, ele aldığımız ve İşkodra’da hazırladığı
memorandumunda ağırlıklı olarak Türk tarafından bir bakışla Karadağ’ın
26
F. C. H. Clarke, “Colonel Sosnoffsky’s Expedition to China in 1874-75”, Journal of the
Royal Geographical Society of London, Vol. 47 (1877), ss. 150-187; F.C.H. Clarke,
“Kuldja”, Proceedings of the Royal Geographical Society and Monthly Record of
Geography, New Monthly Series, Vol. 2, No. 8 (Aug., 1880), ss. 489-499.
27
F.C.H. Clarke, ‘Memorandum on Recent Russian Military Preparations in Central Asia’,
26 July 1878, F.O. 065/1030 için bkz. Beryl Williams, “Approach to the Second Afghan
War: Central Asia during the Great Eastern Crisis, 1875-1878”, The International History
Review, Vol. 2, No. 2 (Apr., 1980), s. 236; Akyay, a.g.m., s. 2734.
28
F.O. 881/3592; Akyay, a.g.m., s. 2735.
12
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
güney sınırına ve Podgoriça kasabasına dair askerî, coğrafî bir takım bilgiler
vermekte ve siyasî bazı yorumlarda bulunmaktadır. Söz konusu
memorandum İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın kullanımı için 4 Şubat 1878
tarihinde basılmıştır. Üç sayfadan oluştuğu görülen memorandum gizlilik
(confidential) ibaresi taşımaktadır.29
Yüzbaşı Clarke, Karadağ’ın güney sınırındaki Osmanlı konumunu,
Karadağ arazisine doğru çıkıntı oluşturan bir kamaya benzetmektedir. Bu
kamanın tabanını Podgoriça kasabası ve Vely Brdo (Büyük B) ile Maly
Brdo (Küçük B) tepelerinin güney sınırları oluştururken, bahsettiği kamanın
uç kısmında Spuz kalesinin bulunduğunu belirtmektedir. Ardından bu
bölgedeki istihkâmlara dikkat çekerek kamanın kenarında toplarla
silahlandırılmış 8 taş kale (“kule ev”) ve Karadağ istikametinden bu kamaya
doğru yaklaşmaları ateş altına alan çok sayıda tüfekli koruganlar
yerleştirildiğini ifade etmektedir. Ayrıca istihkâmlarda bulunan asker
sayıları hakkında da bilgi vermektedir.30
Kule ev tabir edilen yapılar, Eflak, Bulgaristan ve güneybatı
Balkanların dağlık bölgelerinde kendine özgü bir şekilde inşa edilmiş, hem
sivil amaçlı olarak ailelerin ikamet etmesine yarayan hem de savunma
maksatlı askerî amaca da hizmet eden kulelerdir. 17. yüzyıldan itibaren
Osmanlı hâkimiyetinin zayıflamaya başlamasıyla birlikte oluşan emniyetsiz
ortamda Balkanlardaki Hıristiyan ve Müslüman topluluklar arasında
gelişmiştir. Karakteristik olarak üç veya dört katlı olup kare veya dikdörtgen
şeklinde taş binalardır.31 Clarke, Karadağ’da da gördüğü bu kule evlerin
askerî kullanımına değinerek tüfek ateşine karşı yeterince sağlam
olduklarını fakat modern ve etkili bir topçunun sürekli bombardımanına
dayanamayacaklarını belirtmekte, ayrıca bu kulelerin ve de koruganların
mimarî yapısından bahsetmektedir. İlâveten buralarda kuyular
bulunmadığından su sıkıntısının büyük önemine dikkat çekmektedir.32
Bölgenin coğrafî özelliğinden bahisle, burasının taban kısmı hariç
her yanından, yaklaşık 600 metreden fazla yüksekliğe ulaşan dağ silsileleri,
kamaya bazen bir tüfek menzili mesafeye kadar yaklaşan aşağı dağ kolları
ve en yüksek yerinden üzerine ateş açmaya hâkim -Montenegro dağları29
F.O. 881/3480.
F.O. 881/3480.
31
Architecture of the Islamic World: Its History and Social Meaning, Eds. Ernst J. Grube,
George Michell, New York 1978, s. 204.
32
F.O. 881/3480.
30
BAED 4/2, (2015), 1-31.
13
BÜLENT AKYAY
tarafından çevrelendiğini ifade etmektedir.33 Nitekim Clarke bu tespitlerinde
haksız değildir. Karadağ gayet zorlu coğrafî şartlara sahip, oldukça dağlık,
taşlık ve ormanlık bir ülkedir. Bölge, Adriyatik Denizine enlemesine uzanan
Dalmaçya Alpleri ve Balkan dağlarının birleşmesinden oluşan kesif dağlık
alanı kapsamaktadır. Dağlar, derin, sarp ve genellikle geçit vermez vadiler
ve sırtlarla birbirinden ayrılmıştır. Karadağ, geniş bir şerit misali uzanan ve
zemini kireç kayalardan oluşan, yüksekliği 1000 ilâ 2000 metre arasında
değişen ve adeta kayalık labirenti andıran sıra dağlardan ibarettir.34
F.C.H. Clarke, Karadağlıların bölgedeki kule evleri yok etmesini
önleyen tek engelin ağır topçuyu kayalık dağlarda aşağı ya da yukarı
nakledebilme zorluğu olduğunu belirterek, bu bölge için bile zor bulunan
atlı yolların, eğitimli dağcılar hariç ülkede hareket etmeyi imkânsız
kıldığından bahisle yolların durumuna da değinmektedir.35 Gerçekten de 20.
yüzyılın başlarına kadar Karadağ’da yeterli yolun mevcut olduğunu
söylemek zordu. Mevcut olan yollar da birer patika yoldan farksızdı. Hatta
Karadağ’ın yollarında 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar hiç araba
kullanılmadığı ifade edilmektedir. Savaş sırasında bu yollardan yalnızca
piyadeler geçebilmekte, araba yolu var olmadığından özellikle askerî
harekâtlarda her türlü nakliyat kadınlar, mekkâre ve katırlarla
yapılmaktaydı. Arazinin yapısından kaynaklı olarak yolların vaziyeti askerî
mühimmat taşımasında sıkıntılar yaratmış, Karadağlılar ise yaptıkları
savaşlarda yolların bozuk olmasının faydasını da görmüşlerdir. Zira arazinin
ulaşıma elverişsiz olması, savaş zamanında sahra ve hatta dağ toplarının
taşınmasına engel teşkil etmiştir. Bu ulaşım zorluğu Osmanlı Devleti
bakımından olumsuzluklar yaratırken, ağır silah sıkıntısı çeken Karadağ’ın
ise lehine olmuştur.36. Clarke, Karadağlıların farklı zamanlarda Spuz ve
Podgoriça’yı bombardıman etseler de topları kötü bir şekilde
33
F.O. 881/3480.
Besim Darkot, “Karadağ”, MEB İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 1977, ss. 221-222;
Abidin Temizer, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913), Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç.
Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013, s. 10; Ali Gökçen Özdem, Karadağ’ın Osmanlı
Egemenliğine Karşı Mücadelesi (1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012, ss. 811; İbrahim Yılmazçelik, Ali Gökçen Özdem “Düvel-i Muazzama’nın Karadağ Üzerinden
Osmanlı Devleti ile Mücadeleleri ve Bunun Günümüze Yansımaları”, Bitlis Eren Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 1 Sayı 2, Bitlis 2013, s. 3; Sedes, a.g.e., s. 13.
35
F.O. 881/3480.
36
Abidin Temizer, “Karadağ Ordusu (1876-1913)”, History Studies, Vol.2, No.2, 2010, ss.
321-322; Temizer, a.g.t., s. 169; Özdem, a.g.t., s. 48; Sedes, a.g.e., s. 13.
34
14
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
kullandıklarından pek hasar veremediklerini söylemektedir. Öte yandan
Brdo tepelerinin yaklaşık 180 metreden daha fazla yükselmediği için
Türklerin Spuz mevkiindeki bazı kulelere topçu getirebildiklerini ve
zorlukla da olsa bu tepelerin sahra topları için erişilebilir oluşunu
zikretmektedir.37
Yüzbaşı Clarke, bölgedeki bitki örtüsünden bahisle Brdo tepelerinin
çoraklığına değinerek, Spuz’dan kuzeye doğru uzanan ve kamanın
doğusundaki sınırı oluşturan Zeta Vadisi ile batıda Matica Vadisinde tarım
faaliyeti yapılabildiğini, vadilerde her santimetrekare toprağın ekildiğini
yazmaktadır.38 Hakikaten de ülkenin dağlık ve zeminin su tutmayan toprak
yapısına sahip olması dolayısıyla tarıma elverişli alanları yetersizdir. Zeta
nehrinin suladığı Zeta ovası ve yüksek kesimlerdeki küçük bazı düzlükler
hariç, bölge tamamen çorak ve verimsizdir. Tarımın önemli bir kısmı
Moraça, Zeta ve İşkodra Gölü arasındaki tarıma elverişli vadilerde
yapılmaktadır.39 Clarke daha sonra, Podgoriça’dan Spuz’a giden yolların
kamanın her iki yanını dolaştığını ancak bu yolların Karadağlıların ateşine
açık halde bulundukları için her ikisinin de çok tehlikeli oluşuna dikkat
çekmekte ve bu sebeple yeni bir yolun kamanın ekseni boyunca Vely Brdo
karşısında yapıldığı bilgisini vermektedir.40
Podgoriça kasabasının, askerî birlikleriyle ihtiyatı oluşturduğunu,
Spuz ile onun çevredeki dış istihkâmlarının ise Türk birliklerinin ileri
muhafızı olarak kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Podgoriça’nın, Tuz
(Tusi) üzerinden düzlükte uzanan iyi bir yol ile Helm Kule’ye ve oradan
İşkodra gölü üzerindeki vapur vasıtasıyla da ikmal üssü İşkodra ile
bağlantısına değinmektedir. Clarke devamında, Podgoriça kasabasının
coğrafî şartları, istihkâmları ile buranın garnizonu, topların sayısı ve niteliği,
askerlerin barınma şartları, savunma taktikleri ve alınan güvenlik tedbirleri
üzerinde de durmaktadır. Bölgedeki askerî komuta yapısı ile ilgili olarak
Podgoriça’nın karargâhı oluşturduğunu ve o kesimdeki birliklerin Fırka
Kumandanı Hüseyin Paşa’nın komutası altında olduğunu yazmaktadır. Spuz
ve Podgoriça mevkiilerinin ayrı birer komutana sahip bulunduğunu
belirterek, Üçüncü Kolordu komutanı Müşir Ali Saib Paşa’nın karargâhının
da geçici olarak Podgoriça’da bulunduğunu belirtmektedir.41 Gerçekte Ali
37
F.O. 881/3480.
F.O. 881/3480.
39
Temizer, a.g.t., s. 179; Özdem, a.g.t., s. 8; Darkot, a.g.md., s. 222.
40
F.O. 881/3480.
41
F.O. 881/3480.
38
BAED 4/2, (2015), 1-31.
15
BÜLENT AKYAY
Saib Paşa İşkodra cephesi kumandanı idi. Süleyman Paşa’nın Tuna
cephesine gitmek üzere ordusuyla ayrılmasından sonra İşkodra cephesindeki
Osmanlı kuvvetleri sayıca herhangi bir harekât yapacak durumda değildiler.
Podgoriça’ya Ferik Hüseyin Hüsnü, Spuz’a Veli Rıza ve İşkodra’ya Abdi
Paşalar tayin olunmuşlardı.42
Clarke ayrıca bölgedeki Türk birliklerinin mevcut düzenlenişini ve
nerede, ne kadarlık askerî garnizon bulunduğunu tabur bazında vermektedir.
Ardından Türk birliklerinin nizam, redif ve mustahfız olarak askerî
özelliklerini ve bu askerlerin kullandıkları silahları da ele almaktadır. Nizam
ve redif askerlerinin pek çoğunun Martini tüfeğine sahip olduklarını
belirterek bu silaha mükemmel bir silah gözüyle baktıklarını yazmaktadır.43
Sedes, nizamiye taburlarının Martini (Peabody-Martini), redif taburlarında
Snider tüfekleriyle silahlandırıldıklarını, hatta bölgedeki bazı Osmanlı
taburlarına Winchester tüfeği verildiğini de zikretmektedir.44 Peabody
Martini tüfekleri seri atışlı, isabetli ve uzun menzilli olmaları hasebiyle Türk
askeri tarafından çok tutulmuş ve nitekim Plevne’de Ruslara ağır zayiat
verdirmişlerdi.45
Yüzbaşı Clarke, daha sonra memorandumunda Karadağ’ın güney
sınırındaki mevcut durumu özetlemeye geçmektedir. Türklerin ve
Karadağlıların birbirlerinin topraklarında ne kadarlık bir kesimi elde
edebildiklerini, Kuçi kabilelerinin de ayaklanmak suretiyle Türklere karşı
bir yıldan daha fazla bir süredir başarıyla direndiklerini belirtmektedir.
Tepelerde Karadağlılarla baş edemeyen Türklerin, düzlüklerin hâkimi olarak
kalmakla yetindiklerini, Karadağlıların ise, Türklerin onlara saldırmasını
bekleyerek dağ sığınaklarında beklediklerini yazmaktadır. Adeta iki rakibin
bir diğerini izlediğini ve belirsiz bir vakte kadar da böyle yapmayı
sürdürebileceklerini belirterek her iki tarafın birbirinden korku duyduğunu
ifade etmektedir.46 Bu korkunun haklılık payı olsa gerektir. Zira Türk
42
Sedes, a.g.e., s. 231; Özdem, a.g.t., s. 216; Urhan, a.g.t., s. 320.
F.O. 881/3480.
44
Sedes, a.g.e., s. 21.
45
Martini tüfekleri ve etkisi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. William O. Achtermeier, “The
Turkish Connection: The Saga of the Peabody-Martini Rifle”, Man At Arms Magazine,
Volume
1,
Number
2,
March/April
1979)
http://www.militaryrifles.com/Turkey/PeabStory/PeabodyStory.htm ve Richard T. Trenk,
“The Plevna Delay: Winchesters and Peabody-Martinis in the Russo-Turkish War”, Man At
Arms Magazine, Volume 19, Number 4, (August, 1997)
http://www.militaryrifles.com/Turkey/Plevna/ThePlevnaDelay.html
46
F.O. 881/3480.
43
16
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
askerinin savaşçılığının yanı sıra Karadağlıların savaş anlayışı, sergiledikleri
vahşet ve düşmanlarının kellesini almak gibi adetleri taraflarca gayet iyi
bilinmekteydi.47 Aynı zamanda zorlu arazi şartları ve Karadağlıların gerilla
tipi savaşa yönelmeleri mücadeleyi zorlu kılıyor, Osmanlı birlikleri
Karadağlılarla baş etmekte güçlük çekiyorlardı. Clarke, bölgede bulunduğu
savaşın o devresinde askerî açıdan Türk yaklaşımının katı savunma yapmak
olduğunu, en son raporların, o tarafta çok az Karadağlının bulunduğunu ve
çoğunluğun Hersek’e doğru çekildiğini gösterdiğinden bahsetmektedir48.
Nitekim 1877 yılı Eylül ayının sonuna doğru her iki taraf da yorgunluktan
bitap düşmüş bir haldeydi. Dağlılar çarpışmalarla geçen ayların ardından,
Podgoriça karşısına bir miktar kuvvet bırakarak geri kalan askerleri evlerine
göndermişlerdi. Fakat Rus Genelkurmayından aldıkları emir doğrultusunda
Ekim’in başında tekrar toplanarak saldırılara başladıklarında Türk tarafının
bir planı bulunmamakla birlikte, elinde kalan kuvvetlerle Karadağlıların
işgal girişimlerine karşı, toprakları savunmak hedeflenmişti.49
Yüzbaşı Clarke, barış yapılması halinde Karadağ sınır hattının
yeniden düzenlenmesi ile ilgili bazı yorumlarda da bulunmaktadır. O’na
göre mümkün mertebe gidişatın durumunu kalıcı kılmak için, en iyi
çözümün farklı niyet ve sempatilere sahip kabileleri ayrı tutmak olduğunu
yazmaktadır. Bir başka ifadeyle, sözü edilen sorunda, Slav inancını iddia
eden Arnavut kabileler ile Kuzey Arnavutluk sakinlerinden Latin kilisesine
bağlı çoğunluk kısmının Karadağ’a sempati duyan kesimini bir sınır
çizgisiyle ayırmaktan söz ederek bu düzenlemenin de ancak Zem nehirlerini
sınır hattı yaparak gerçekleştirileceği düşüncesindedir.50
Karadağ birliklerine karşı koymasıyla Clarke, Podgoriça-Spuz
mevkiinin büyük askerî gücüne değinmekte ve eğer ülkenin bu kısmını
kalıcı olarak ellerinde tutacaklar ise burasının stratejik açıdan Türkler için
büyük önem taşıdığını söylemektedir. Türklerin Podgoriça-Spuz mevkiine
sahip olmalarının Slav tecavüzüne karşı aşılması zor bir engel teşkil ettiğini
belirtmektedir. Yüzbaşı Clarke, burasının terk edilmesi veya elde
tutulmasının siyasî bir mesele olduğu görüşündedir. Bu hususta bir
benzetme yaparak Podgoriça-Spuz mevkiinin Türklerce bırakılmasını
istemenin, İngilizlerden neredeyse paralel durumdaki Afgan sınırında
47
Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa: Batı’da Balkan İmajı, Tercüme Haşim Koç, Küre Yay.,
İstanbul 2006, ss. 143-172; Temizer, a.g.t., ss. 143-150; Temizer, a.g.m., ss. 322-323.
48
F.O. 881/3480.
49
Özdem, a.g.t., s. 218.
50
F.O. 881/3480.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
17
BÜLENT AKYAY
bulunan Pakistan’daki Peşaver mevkiini terk etmeyi istemeye eş olduğunu
yazmaktadır.51 Podgoriça-Spuz mevkiini, Afganistan ile Pakistan’ı bağlayan
yaklaşık 50 km uzunluğundaki meşhur Hayber geçidinin 16 km güneyinde
yer alan ve ipek yolunun önemli duraklarından biri olan Peşaver’in stratejik
önemiyle kıyaslamaktadır.52 Memorandumun devamında Clarke, PodgoriçaSpuz kesimi Türklerin elinde bulundukça Yukarı Zeta Vadisi içlerine ve
Hersek yoluna çıkmanın Türk birliklerine açık olacağını, ancak, eğer
Türkler tarafından burası teslim edilirse Karadağlılar açısından Karadağ
sınırının muazzam ölçüde güven altına alınacağının üzerinde durmaktadır.53
F.C.H Clarke, siyasî zorunlulukların Osmanlı Devleti için bu
devretmeyi gerektirmesi halinde şayet Karadağ sınırı Moraça’nın sağ
kıyısına ilerleyecek olursa, Karadağlılar için ticarî antrepo olarak Podgoriça
kasabasının hâlâ Osmanlıların elinde kalacağını ve Brdo tepeleri üzerine
yerleştirilen topçu tarafından buranın savunulamaz hale getirilebileceğini
yazmaktadır. Bu durumda vaziyete dair az bir ilerleme sağlanmış
olacağından Moraça’dan geçen hattın gelecekte barışın korunmasıyla ilgili
olarak iyi bir sınır hattı olmayacağını düşüncesindedir. Zira Moraça
nehrinden geçen sınırın Kuçi kabilelerini hâlâ Türk topraklarında
bırakacağını, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmış bu kabilelerin, halen asi
sıfatıyla arazilerini ellerinde tuttuklarını hatırlatmaktadır. Fakat ona göre
eğer Zem nehrinde sınır hattı çizilirse, bu kabilelerin Karadağ’a
katılabileceğini ve aynı zamanda Zem’in öteki yakasındaki Klementi ve
Hoti gibi Katolik kabilelerle karşı karşıya bırakılabileceğini belirtmektedir.
Ayrıca Zem sınır hattıyla Osmanlı Devleti’nin hâlâ Helm menzil noktasını
ve Zem’e kadar da buranın kuzeyindeki düzlüğü elinde tutabileceğini,
51
F.O. 881/3480.
Hayber geçidi Asya’nın iki büyük bölgesi arasında yer alan en önemli geçit olduğu için
tarih boyunca batısında yaşayanlar tarafından “Hindistan kapısı” doğusunda yaşayanlar
tarafından da “Asya kapısı” adlarıyla tanımlanmıştır. 1819’da ilk defa burada görünen
İngilizler I. Afgan-İngiliz Savaşı’nda (1839-1842) Hayber bölgesindeki Afridîler ile çetin bir
mücadeleye girmişlerdi. 1849’da İngilizler, isyan durumuna rağmen Kâbil-Hindistan
temasını sağlamak için Hayber’i açık tutmaya gayret etmişler ve daha çok para yardımıyla
bunu başarmışlardı. II. Afgan-İngiliz Savaşı’nda (1878-1880) İngilizler geçidin durumunu bir
anlaşma ile açıklığa kavuştursalar da kısa süre sonra Afridîler’le araları açılacak ve teknik
güçlerine güvenerek bölge kabileleriyle kanlı bir çatışmaya gireceklerdir. Bkz. Azmi Özcan,
“Peşaver”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 252; Enver Konukçu, “Hayber
Geçidi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 17, İstanbul 1998, s. 23.
53
F.O. 881/3480.
52
18
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
burasının da gerektiğinde isyana eğilimli sınır kabilelerini cezalandırabilmek
için harekât başlatabileceği bir yer olduğunu düşünmektedir.54
Yüzbaşı Clarke, Karadağ’ın Adriyatik’te bir limana sahip olma
talebiyle ilgili olarak bu meselenin, böylesi bir düzenlemeye büyük
muhalefet edecek olan Avusturyalılara ve İtalyanlara bırakılabileceği
görüşündedir.55 Memorandumun hazırlanış tarihine bakıldığında, savaşın
bütün hızıyla devam ettiği bir döneme rastladığı görülen onun bu görüşleri
çok önemlidir. Zira savaşın galibinin henüz kim olacağı belli değilken, bu
muhtemel sınır hatları üzerine yapılan yorumlar, Clarke’ın gözünde
Karadağ’a verilecek bağımsızlığın işaretleri gibidir. İngiliz hükümetinin
Clarke’ın bu memorandumunu ne ölçüde değerlendirmeye aldığı bilinmez
ama savaşın sonunda ağır bir yenilgiye uğrayan Osmanlı Devleti’nin
imzalamak zorunda kaldığı Ayastefanos Antlaşması’nın ve bu antlaşmanın
da tekrar gözden geçirilmesiyle ortaya çıkan Berlin Antlaşması süreci
hesaba katıldığında İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na ciddi anlamda bir bilgi
birikimi sunduğu açıktır.
Sonuç
İngiltere, 1875’de Hersek’te başlayan ve uluslararası krize dönüşen
Balkan hadiseleri sırasında Rusya’nın Balkanlarda nüfuzunu arttırmasını
istememiş ve bölgede statükonun devamı politikasını izlemiştir. Ancak 1876
Bulgar İsyanı sırasında yaşananların İngiliz kamuoyunda olumsuz yankı
bulması Osmanlı Devleti’ne karşı geleneksel İngiliz siyasetinin
değişeceğinin sinyallerini de vermeye başlamıştı. Bu kritik dönemde
İngiltere Balkanlardaki gelişmeleri ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nı da
yakından takip etmeye çalışmıştır. Bu çerçevede savaş sırasında Balkanların
batısındaki Osmanlı sınır bölgelerinde incelemelerde bulunan İngiliz subay
Yüzbaşı F.C.H. Clarke’ın hazırlayıp gönderdiği raporlarla ülkesini
bilgilendirdiği görülmektedir.
Sahasında uzman ve yetkin bir asker olan Yüzbaşı Clarke’ın 1 Ekim
1877 tarihli Türk-Karadağ sınırının güney kesimindeki askerî durum üzerine
hazırlamış olduğu memorandum bölgeye dair bazı önemli bilgiler
sunmaktadır.
Yüzbaşının
sahip
olduğu
coğrafya
bilgisinin
memorandumunda yer verdiği bilgilere yansıdığı özellikle belirtilmelidir.
54
55
F.O. 881/3480.
F.O. 881/3480.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
19
BÜLENT AKYAY
Nitekim Podgoriça kesimi ile Hindistan’daki Peşaver arasında yaptığı
coğrafî benzetme bu manada ilginçtir. Bununla birlikte memorandumda
özellikle Podgoriça şehrinin ve askerî bakımdan Podgoriça-Spuz müstahkem
mevkiinin Osmanlı Devleti için stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu
üzerinde durulmaktadır. Neticede F.C.H. Clarke tarafından ortaya konan
bilgi ve yapılan değerlendirmelerle 93 Harbi sırasında Balkanların batısında
ikincil bir cephe olarak da kabul edilebilecek Osmanlı Devleti ile Karadağ
arasındaki sınır bölgesinde tarafların askerî vaziyeti dışarıdan bir bakışla,
dönemin süper gücü İngiltere’nin gözünden bir nebze olsun görülmektedir.
Ayrıca coğrafya alanında uzman bir askerin bu bölgeye gönderilmesi,
İngiltere’nin bölgeyi yakından izlediğine dair önemli bir kanıt sayılabilir.
Kaldı ki bu memorandumun daha sonra İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın
kullanımı için gizli belge kapsamında basılması F.C.H. Clarke ve hazırlamış
olduğu memoranduma belli bir değer atfedildiğini de göstermektedir.
EK-1
Karadağ Sınırındaki Mevcut Durum Üzerine Yüzbaşı
F.C.H. Clarke (R.A.)
Tarafından Hazırlanan Memorandum*
“Türklerin Karadağ’ın güney sınırındaki konumu Karadağ
arazisine doğru çıkıntı oluşturan bir kamaya benzetilebilir. Tabanını
Podgoritza kasabası ve Vely Berdo (Büyük B) ile Maly Berdo (Küçük B)
tepelerinin güney sınırları oluştururken kamanın ucunda Spuz kalesi uzanır.
Kamanın kenarında 1 ilâ 3 top ile silahlandırılmış 8 taş kale (“kule ev”) ve
bunun yanı sıra düşman tarafından kamaya doğru yaklaşmaları ateş altına
alan çok sayıda tüfekli koruganlar yerleştirilmiştir. Koruganlar 10 veya 20
askerden oluşan müfrezeler tarafından muhafaza edilirken bu ‘kule evler’in
garnizonu 1-2 bölük arasında değişebilir. Kule evler, tüfek ateşine karşı
yeterli sağlamlıkta fakat modern konstrüksiyona sahip iyi iş gören topçunun
sürekli bombardımanına dayanmada yetersiz, genelde bir kare taş mânia
içerisindeki kâgir iç kaleden oluşuyordu. Koruganlar tüfekler için
barbakanlara (delik) sahip basit dikdörtgen taş binalardır. Kuyular
*
F.O. 881/3480, “Memorandum by Captain Clarke, R.A., on the Present Position on the
Montenegrin Frontier”
20
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
olmadığı için su sıkıntısı tek önemli olandı. Kama, tabanı hariç her
yanından, ovanın yukarısında 2000 fitten fazla yüksekliğe ulaşan dağ
silsileleri, kamadan bazen tüfek menzili uzaklığa kadar yaklaşan aşağı dağ
kolları ve en yüksek yerinden üzerine ateş açmaya hâkim -Montenegro
dağları- tarafından çevrelenmişti. Düşmanın kule evleri yok etmesini
önleyen tek engel ağır topçuyu kayalık dağ cenahlarında aşağı ya da yukarı
yeterince nakledebilme zorluğuydu. Bu bölge için zar zor iftihar edilen atlı
yolları, kabarmış kalker tabakasının girintili kenarlarına devasa kaya
kütleleri eşlik ederken, eğitimli dağcılar hariç ülkede hareket etmeyi
imkânsız kılıyor. Karadağlılar farklı zamanlarda Spuz ve Podgoritza’yı
bombardıman etmişlerdi fakat topları (genelde tek bir top) kötü bir şekilde
kullanılmış ve pek hasar verememişti. Öte yandan Berdo tepeleri ovanın
üzerinde 600 fitten daha fazla yükselmediğinden Türkler Spuz mevkiindeki
çeşitli kule evlere topçu getirebilmişler ve bu tepeler, zorlukla olmasına
rağmen, sahra topları için erişilebilir haldeydi. Berdo tepeleri, aynı
zamanda Montenegro dağları gibi çoraktı. Geçmiş zamanlarda bu bölgede
yaşanmış sarsıntılarda şekillenmiş küçük havzalardakiler hariç, kavruk
kayaların arasına serpiştirilmiş birkaç bodur çalı ve orada buradaki az
biraz yabani ot tek bitki örtüsü işaretleridir. Bu çıplak tepelerin
monotonluğunu kıran az sayıdaki vahalar olan bu havzalarda yağmur suyu
toplanır, kayaları ufalar ve dağlılar tarafından inatla ekilen yüzey toprağını
oluşturur. Vadilerde her santimetrekare toprak ekilir; Spuz’dan kuzeye
doğru uzayan ve kamanın doğu yanındaki sınırı oluşturan Zeta Vadisi ve
batıda Matica Vadisi. Podgoritza’dan Spuz’a giden yollar kamanın her iki
yanının etrafını dolaşıyor fakat bunlar Karadağlıların ateşine açık halde
bulunduğundan her ikisi de çok tehlikeli ve bu nedenle yeni bir yol Vely
Berdo karşısında takriben kamanın ekseni boyunca yapıldı. Bu yol bir at
yolundan biraz daha iyidir. Büyük kayalar 8-10 derece eğimle gevşek taşlar
üzerinde bir patika bırakarak bir kenara atıldı.
Podgoritza, birlikleriyle ihtiyatı oluştururken Spuz** ve onun
çevredeki dış istihkâmları, Türk birliklerinin ileri muhafızı olarak kabul
edilebilir. Podgoritza, Tuz (Tusi) üzerinden düzlükte uzanan iyi bir yolla
Helm Kulla’ya ve oradan İşkodra gölü üzerindeki vapur vasıtasıyla ikmal
üssü İşkodra ile bağlantılıdır.
**
İşkodra’dan Spuz’a giden güzergâh hakkındaki rapora bakınız. (EK-2)
BAED 4/2, (2015), 1-31.
21
BÜLENT AKYAY
Podgoritza kasabası, Ribnitsa ve Moratscha’nın birleşme noktasının
sol kıyılarında** ve kuzeyde kasabaya tamamen hâkim olan Maly Berdo’dan
yaklaşık 1 mil uzaklıkta yer almaktadır. Bu tepenin güney tarafında ve
Podgoritza mevkiinin bir kısmını teşkil eden, göğüs hizasına kadar
yüksekliğe sahip hendeksiz sadece taş duvardan ibaret kare şeklinde bir
tabya gelişigüzel yapılmıştır. Bunun içerisinde bir tabur Redif askeri için
çadırlar vardır. Kasabanın batısında, 600 yarda uzaklıkta, üzerinde benzer
tabyanın yerleştirildiği diğer tepe yükselir. Üçüncü bir tabya kasabanın
güneydoğusunda ve dördüncüsü güneybatıda yer alarak Podgoritza
etrafındaki seriyi tamamlar. Bu tahkimatların her birinde 1 taburluk
garnizon bulunur. Doğuda Ribnitsa ve batıda Moratscha ile yanlardan
korunarak kasabanın doğu, güney ve batısındaki tabyaların önünde
muhafızlar zinciri (gündüz tek, gece çift) koşturur. Bu ileri karakollar zinciri
saldırı durumunda arkadaki tabyadan desteklenir. Bu tahkimatlardan
düzlükte yer alan ikisi yalnız topçu ile silahlandırılmıştır; güneydoğudaki
tabyada 6 sahra topu, güneybatıdaki tabyada 6 dağ topu bulunur. Her ikisi
de Kushi dağları ve Montenegro dağlarından ayrı ayrı görülür fakat top
ateşiyle taciz edilemeyecek kadar uzak mesafededirler. Dahası tepeler
üzerindeki iki tabya düzlüktekilere cenah savunması sağlar ve düşman
tarafından onlara yaklaşmaları önler. Çadırlar tabyaların içinde
kurulmuştur fakat onları geçici barakalarla değiştirmeye yönelik
düzenlemeler şimdilerde hazırlanmaktadır.
Podgoritza’nın karargâhı oluşturduğu bölgedeki birlikler Fırka
Kumandanı Hüseyin Paşa’nın komutası altındadır. Spuz ve Podgoritza
mevkiileri ayrı birer komutana sahiptir. Üçüncü Kolorduya komuta eden
Müşir Ali Saib Paşa’nın karargâhı da geçici olarak Podgoritza’dadır.
Birlikler hâlihazırda aşağıdaki gibi düzenlenmiştir:
Podgoritza, Zabliak, Muric, 12 tabur; Spuz 4 tabur; Helm Kulla
(menzil) 1 tabur.
Tuz köyü ve Zem köprüsünde cephe gerisi menzil (ikmal) birlikleri:
Antivari [Bar] 2 tabur; İşkodra 1 tabur; Mirdita ülkesi 2 tabur.
Bunlardan sadece Podgoritza ve Spuz’daki 4 tabur ve Muric’deki 1
tabur Nizam taburu idi. Kalanları Redif ve Mustahfızdır. Redif fizik ve
eğitim bakımından Nizama oldukça yakın ve Nizam’da hizmet eden
**
Aynı yer. (EK-2)
22
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
ekseriyetle asker olanlardır fakat Mustahfızlar arasında az hizmet
görebilecek pek çok kır saçlı yaşlı adamlar görülmektedir. Dahası asker
oldukları bilgisi verilmedikçe Arnavut bölgelerinin bu kesiminde hepsi
silahlı olan ülke sakinlerinden ayırd edilmelerine pek imkân bulunmayacak
şekilde Mustahfızların kendi elbiselerini giymelerine izin verilmektedir.
Nizam ve Rediflerin pek çoğu Amerikan üretimi Martini-Peabody tüfeğine
sahiptir. Mustahfızlar Snider tüfeği taşırlar. Türkler Martini’ye mükemmel
bir silah olarak bakıyorlar. Sahra topu kuyruktan dolma 4 librelik çelik
Krupp topudur. Kullanılan fünyeler Prusya kapsülüdür. Tüfekler ve sahra
topları çalışır ve iyi durumda tutulur, adamlar çocukluklarından beri ateşli
silahlara alışkındır. Kanaatimce, Türklerin sahrada Rus askerleri üzerinde
kazandığı avantajlar silah kullanma yeteneğindeki bu üstünlüğe önemli
ölçüde bağlanabilir. Ruslar acemi er olarak ellerine verilinceye kadar hiç
tüfek kullanmıyorlar.
Karadağ’ın güney sınırındaki mevcut durum aşağıdaki gibi
özetlenebilir:
Türkler hiçbir şekilde Karadağ arazisini işgal etmezken,
Karadağlılar, aksine, İşkodra gölünün batı yakasındaki Shistuni’ye kadar
Türk arazisine tecavüz etmişlerdir. Kirshi [Kushi] kabileleri, Slav ve hangi
açıdan bakılırsa bakılsın Karadağlıdırlar ve Zem’in sağ kıyısına kadar
Karadağ’ın sınır bölgesinde uzanan köyleri Karadağ’ın kışkırtmasıyla
ayaklanmış ve Türk bölgesinin o kesimini asi olarak ellerinde tutup Medun
kalesinin düşmesinden itibaren bir yıldan daha fazladır tüm boyun eğdirme
girişimlerine başarıyla direnmişlerdir. Tepelerde Karadağlılarla baş
edemeyen Türkler, düzlüklerin hâkimi olarak kalmakla iktifa ediyorlar;
Karadağlılar, kendi taraflarında, daha az silahlanmış halde taktikten
bîhaber ve topçuyu getirmekten aciz olarak Türklerin onlara saldırmasını
bekleyerek dağ sığınaklarında kalıyorlar. Bu vaziyette, birliğinden ayrı
düşmüş geçen askerlere veya ileri gözetleme mevziine bir aşağı bir yukarı
doğru giden nöbet değiştirenlere ateş açmakla yetinerek, iki rakip bir
diğerini izliyor ve belirsiz bir vakte kadar da böyle yapmayı sürdürebilirler.
Her iki taraf birbirinden korku duyuyor. Türklerin yaklaşımı katı
savunmadır. Kaydedilen son çarpışma Nichsich’in [Nikşik] düşmesinden iki
gün önce, Türkler tarafından Karadağlıları Nichsich’ten uzaklaştırmak
amacıyla batıda Beri’ye ve Podgoritza’nın doğusunda Drinoshi’ye yönelik
eşzamanlı harekât yapıldığında cereyan etti. En son raporlar, bu tarafta çok
az Karadağlının bulunduğunu ve çoğunluğun Hersek’e doğru çekildiğini
göstermektedir.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
23
BÜLENT AKYAY
Barış yapılması halinde Karadağ sınır hattının yeniden
düzenlenmesine gelince birkaç mülâhaza yersiz olmayabilir. Bu gözlemler
için başlangıç noktası olarak alınan temel, mümkün oldukça gidişatın
durumunu kalıcı kılmak için, (Arnavutlar gibi çalkantılı bir halk ve
Türklerinki gibi yozlaşmış hükümetle sona ermeye yaklaşan her şey
ümitsizdir) farklı niyet ve sempatilerin kabilelerini ayrı tutma eğiliminde
olan şu çözüm en iyisidir; bir başka ifadeyle, sözü edilen sorunda, Slav
inancını iddia eden Arnavut kabileler ile Kuzey Arnavutluk sakinlerinin
Latin kilisesine bağlı çoğunluğunun Karadağ sempatisine sahip olanlarını
bir sınır çizgisiyle ayırmak. Bu düzenleme, birazdan gösterileceği gibi, Zem
nehirlerini sınır hattı yaparak gerçekleştirilebilir.
Bu raporun ilk kısmında yapılan yorumlardan, Karadağlıların ona
karşı getirebildiği malzeme ve kuvvete karşı koymasıyla Podgoritza-Spuz
mevkiinin büyük gücünden biri anlaşılacaktır. Ülkenin bu kısmını kalıcı
olarak ellerinde tutacaklarsa burası Türkler için büyük önem taşımakta ve
Türklerce sahip olunması Slav tecavüzüne karşı aşılması zor bir engel teşkil
etmektedir. Terk edilmesi veya elde tutulması siyasî bir meseledir.
Türklerden bırakılmasını istemek, İngilizlerden neredeyse paralel
durumdaki Afgan sınırında bulunan Peşaver mevkiini terk etmeyi istemeye
eştir. Podgoritza-Spuz Türklerin elinde bulundukça Yukarı Zeta Vadisi
içlerine ve Hersek yoluna çıkmak, Türk birliklerine açık olacaktır. Öte
yandan, eğer Türkler tarafından teslim edilirse Karadağ sınırı muazzam
ölçüde güven altına alınacaktır.
Varsayalım ki siyasî mecburiyetler bu devretmeyi talep ederse ve
Karadağ sınırı, General İgnatiyef tarafından teklif edildiğine inandığım
gibi, Moratscha’nın sağ kıyısına ilerlerse, Karadağlılar için ticarî antrepo
olarak Podgoritza kasabası hâlâ Türklerin elinde olacaktır ve Berdo
tepeleri üzerine yerleştirilen topçu tarafından savunulamaz hale
getirilebilir, gidişatın durumuna yönelik az ilerleme sağlanacaktır. Bu
yüzden Moratscha barışın gelecekte korunmasıyla ilgili olarak iyi bir sınır
hattı olmayacaktır. Slav ve sempati olarak Karadağlı olan Kushi
kabilelerini hâlâ Türk topraklarında bırakacaktır. Türkiye’ye karşı
ayaklanmışlardı ve bütün Türk otoritesine meydan okuyarak halen asi
sıfatıyla arazilerini ellerinde tutuyorlar. Bununla birlikte, Zem’de sınır
hattını çizerek, bu kabileleri Karadağ arazisi dâhiline katabiliriz ve aynı
zamanda Zem’in öteki yakasındaki Klementi ve Hoti gibi Katolik kabilelerle
karşı karşıya bırakabiliriz. Türkler hâlâ Helm menzil noktasını ve Zem’e
kadar buranın kuzeyindeki düzlüğü, onlara gerektiğinde oradan dik başlı
24
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
sınır kabilelerini her zaman cezalandırabilecekleri ayak basacak bir yer
olarak vererek, ellerinde tutacaklardır.
Karadağ’ın Adriyatik’te bir liman iddialarına gelince, kuşkusuz bu
mesele böylesi bir düzenlemeye büyük muhalefet edecek olan
Avusturyalılara ve İtalyanlara bırakılabilir. Bir noktaya kadar, Türklere
karşı Karadağlılar öylesine çok hassas Avusturyalı ve İtalyan sempatisine
sahipler, fakat her ne vakit bir Slav ileri karakolu Adriyatik’i tehdit etse,
kendi hayatî çıkarları ciddi bir tehdit aldığından hassasiyetleri geri plana
düşecektir.
(İmza)
F.C.H. Clarke, Yüzbaşı
Levazım Dairesi Başkan Yardımcısı Vekili
İşkodra, Arnavutluk
1 Ekim 1877
EK-2
İşkodra’dan Spuz’a Giden Güzergâh Hakkında Rapor*
Yolun Genel Açıklaması: Helm’den Podgoritza’ya kadar at
arabaları için elverişli. Podgoritza’dan Spuz’a kadar piyade, süvari ve dağ
topçusu için geçilebilir. Genel istikamet, Kuzey.
Yol Üzerindeki veya Yakınındaki Yerler: İşkodra, Helm Kule, Tuz
Köyü, Zem Nehri, Podgoritza, Vezir Köprüsü, Spuz.
Podgoritza
Sancak merkezi. 6.000 kişilik nüfusun üçte ikisi Müslüman. Stratejik
açıdan ve Karadağlılar ve Kuçiler için ticarî antrepo olarak önemli. 350
dükkân var. Sokaklar dar, dolambaçlı ve pis. Taş duvarlar içerisinde taştan
evler. Evlerin kapıları sokağın savunması için tanzim edilmiş ve genellikle
mazgallı. Ribnitza’nın Moratcha ile birleşme yerinde bulunuyor. Kasabada
*
F.O. 881/3592 “Papers on Western Turkey & Greece by Capt. F.C.H. Clarke, D.A.Q.M.G.”
BAED 4/2, (2015), 1-31.
25
BÜLENT AKYAY
Ribnitza üzerinde tek yüksek kemerli iki taş köprü. Eski hisar, sol kıyıda
nehirlerin birleşim yerinde inşa edilmiş.
Spuz
Kasaba ve Kale
Karadağ’a doğru girinti oluşturan Türk sınırı çıkıntısının
zirvesindeki tepe kale. Yukarı Zeta Vadisine doğru serbest çıkış veren
önemli bir stratejik nokta. Kale, düzlüğün üzerinde birden 350 fit kadar
yükselen konik tepenin üzerinde bulunuyor. Tepenin yokuşları fazlasıyla
sarp ve bazı yerlerde dik. Tepenin üzerinde göğüs yüksekliğinde 6 top ve 2
havan topu için yer bırakılarak mazgallarla donatılmış taş bir siper duvarı.
Toplardan ikisi, dört tüfekli personeli olan çelik ağızdan dolma, diğerleri ise
yivsiz. Pazar yeri, tepenin batı ayakucundadır. Bunun aşağısında yine Zeta
Nehri kavisli yatağında akıyor; bazı mevsimlerde taşkın halinde. Bu nehrin
üstünde 70 yarda uzunluğunda, 12 fit genişliğinde, ahşap taşıt yoluyla 4
köprü ayağı üzerine inşa edilmiş ve akıntının yaklaşık 60 fit yukarısında bir
köprü. Kasaba nehrin kavisiyle oluşan dairevî arazi üzerine inşa edilmiş;
kavisin başında bir ana geçit kapısı ve müstahkem kule. Bahçeler içinde taş
duvarlarıyla taştan evler.
KAYNAKÇA
A- Arşiv Belgeleri
The National Archives (TNA) Foreign Office (F.O.)
F.O. 881/3480, “Memorandum by Captain Clarke, R.A., on the Present
Position on the Montenegrin Frontier”
F.O. 881/3592, “Papers on Western Turkey & Greece by Capt. F.C.H.
Clarke, D.A.Q.M.G.”
B- Gazeteler
The Colonies and India, 2 Eylül 1893.
The London Gazette, 27 Nisan 1880.
26
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
C- Araştırma ve İnceleme Eserler
AKYAY, Bülent, Tesalya Meselesi (1881), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr.
Turan Gökçe, İzmir 2001.
______, “93 Harbi Sırasında Türk-Yunan Sınırındaki Askerî Durum
Üzerine Bir İngiliz Subayın Raporu”, Yeni Türkiye, S. 68, Ankara 2015.
ANDERSON, M. S., The Eastern Question, 1774-1923, MacMillan, New
York 1966.
Architecture of the Islamic World: Its History and Social Meaning, Eds.
Ernst J. Grube, George Michell, New York 1978.
ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, 1789-1914, TTK Yay.,
Ankara 1997.
ATEŞ, Sabri, Ottoman-Iranian Borderlands: Making a Boundary, 18431914, Cambridge University Press, New York 2013.
AYDIN, Mithat, Balkanlarda İsyan: Osmanlı-İngiliz Rekabeti, BosnaHersek ve Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), Yeditepe Yayınevi,
İstanbul 2005.
BALTALI, Kemal, “1875 Hersek Ayaklanmasının Uluslararası Bir Nitelik
Kazanması”, Belleten, LI/199, Ankara 1988.
CLARKE, F.C.H., “Recent Reforms in the Russian Army”, Journal of The
Royal United Service Institution, 20, 1876.
______, “Colonel Sosnoffsky’s Expedition to China in 1874-75”, Journal of
the Royal Geographical Society of London, Vol. 47 (1877).
______, “Kuldja”, Proceedings of the Royal Geographical Society and
Monthly Record of Geography, New Monthly Series, Vol. 2, No. 8 (August
1880).
______, Staff Duties, A Series of Lectures Addressed to the Officers at the
Staff College, London 1884.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
27
BÜLENT AKYAY
DANİŞMEND, İsmail Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4,
Türkiye Yayınevi, İstanbul 1972.
DARKOT, Besim, “Karadağ”, MEB İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul
1977.
ERİM, Nihat, Devletlerarası Hukuk ve Siyasî Tarih Metinleri, C. 1 (Osmanlı
İmparatorluğu Antlaşmaları), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay.,
Ankara 1953.
HARRIS, David, A Diplomatic History of the Balkan Crisis of 1875-1878:
The First Year, Archon Books, California 1969.
JEZERNİK, Božidar, Vahşi Avrupa: Batı’da Balkan İmajı, Tercüme Haşim
Koç, Küre Yay., İstanbul 2006.
KARACA, Taha Niyazi, Büyük Oyun: İngiltere Başbakanı Gladstone’un
Osmanlı’yı Yıkma Planı, Timaş Yay., İstanbul 2011.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VII, TTK Yay., Ankara 1988.
______, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK Yay., Ankara 1988.
KISSINGER, Henry, Diplomasi, Çeviren: İbrahim H. Kurt, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2000.
KOSTENKO, Colonel L.T., “Turkestan”, translated by Major, F.C.H.
Clarke, Royal United Services Institute for Defence Studies, Royal United
Service Institution, 1881.
KURAT, Yuluğ Tekin, Henry Layard’ın İstanbul Elçiliği 1877-1880,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1968.
______, “1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin Sebepleri”, Belleten, XXVI/103,
Ankara 1962.
LOWE, John, Britain and Foreign Affairs 1815-1885: Europe and
Overseas, Routledge, London 1998.
28
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
Mahmud Celâleddin Paşa, Mir‘at-ı Hakîkat, haz. İsmet Miroğlu, Berekât
Yay., İstanbul 1983.
MARRIOT, J. A. R., The Eastern Question: An Historical Study in
European Diplomacy, Clarendon Press, 4th ed., Oxford 1940.
ÖZCAN, Uğur, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ İlişkileri, TTK
Yay., Ankara 2012.
ÖZDEM, Ali Gökçen, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi
(1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012.
Second Supplement to the Alphabetical Catalogue of the Library of the
Royal Geographical Society, London 1882.
SEDES, İ. Halil, 1876-1877 Osmanlı Karadağ Seferi, Askerî Matbaa,
İstanbul 1936.
______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (IV)”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 36, Şubat 1988.
______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (V)”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 37, Mart 1988.
______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VI)”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 41, Temmuz 1988.
______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VII)”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 42, Ağustos 1988.
STAVRIANOS, Leften S., The Balkans since 1453, Holt, Rinehart &
Winston, New York 1961.
STOJANOVIC, Mihailo D., The Great Powers and The Balkans, 18751878, Cambridge University Press, London 1939.
SUMNER, B. H., Russia and The Balkans, 1870-1880, Clarendon Press,
Oxford 1937.
BAED 4/2, (2015), 1-31.
29
BÜLENT AKYAY
SÜER, H. Hikmet, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi, ATASE
Yay., Ankara 1993.
TAYLOR, A. J. P., The Struggle for Mastery in Europe, 1848-1918,
Clarendon Press, Oxford 1954.
TEMİZER, Abidin, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913),
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013.
______, “Karadağ Ordusu (1876-1913)”, History Studies, Vol. 2, No. 2,
2010.
The Academy, XVIII, 1880.
The Franco-German War, 1870-1871, transl. by F.C.H. Clarke, 2 pt. [in 5
vols] 1883.
The Imperial and Asiatic Quarterly Review and Oriental and Colonial
Record, Oriental Institute (Woking, England), East India Association
(London, England), 1893.
The Progress of Russia in Central Asia, Colonel M. J. Veniukoff, 1877,
translated from the Sbornik Gosudarstvennikh Znanyi, by Cpt. F.C.H.
Clarke, 1878.
Translation from the “Militair Wochenblatt” for April 1873, Papers on
Subjects Connected with the Duties of the Corps of Royal Engineers [New
Series], Vol. XXII, 1874.
URHAN, Vahit Cemil, Karadağ’ın Bağımsızlığını Kazanması (1851-1878),
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Danışman: Prof. Dr. Necdet Hayta, Ankara 2015.
WILLIAMS, Beryl, “Approach to the Second Afghan War: Central Asia
during the Great Eastern Crisis, 1875-1878”, The International History
Review, Vol. 2, No. 2 (April 1980).
YASAMEE, F. A. K., Ottoman Diplomacy: Abdülhamid II and The Great
Powers, 1878-1888, The Isis Press, İstanbul 1996.
30
BAED 4/2, (2015), 1-31.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ
DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU
YILMAZÇELİK, İbrahim, ÖZDEM, Ali Gökçen, “Düvel-i Muazzama’nın
Karadağ Üzerinden Osmanlı Devleti ile Mücadeleleri ve Bunun Günümüze
Yansımaları”, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
Cilt 1 Sayı 2, Bitlis 2013.
D- Elektronik Kaynaklar
ACHTERMEIER, William O., “The Turkish Connection: The Saga of the
Peabody-Martini Rifle”, Man At Arms Magazine, Volume 1, Number 2,
March/April 1979)
http://www.militaryrifles.com/Turkey/PeabStory/PeabodyStory.htm
TRENK, Richard T., “The Plevna Delay: Winchesters and PeabodyMartinis in the Russo-Turkish War”, Man At Arms Magazine, Volume 19,
Number 4, (August, 1997)
http://www.militaryrifles.com/Turkey/Plevna/ThePlevnaDelay.html
BAED 4/2, (2015), 1-31.
31
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015,
ss. 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN
İLİŞKİLERİ
Fatma ÇALİK
ÖZET
Türk ve Macar halklarının ilişkileri çok uzun ve geleneksel dostluğa
dayanmaktadır. Macaristan’da 19. yüzyılda başlayan Macar dili ve tarihi alanındaki
yoğun çalışmalar, Turancılık akımı ve Türkoloji biliminin doğmasına neden
olmuştur. Bu iki disiplinin çalışmaları iki ülke arasındaki kültürel köprülerin
güçlenmesine aracılık etmiştir. I. Dünya Savaşı’nda müttefik olarak savaşan ve
imparatorlukların yıkılması ardından kendi millî devletlerini kuran Türkiye ve
Macaristan, 1920’li yıllardan itibaren ilişkileri yarı resmî, 18 Aralık 1923 tarihinde
imzalanan Dostluk Antlaşması’yla birlikte ise ilişkilerini resmi olarak tesis
etmişlerdir. Atatürk Dönemi’nde iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça yoğun ve
dostane bir şeklinde ilerlemiştir.
Soğuk Savaş olarak da isimlendirilen, iki kutuplu düzende, karşı nüfuz
güçlerinde yer almalarına rağmen dostluğa dayalı geleneksel ilişkilerini
sürdürmüşlerdir. Bu çalışmada iki ülkenin ilişkileri, siyasî, ekonomik ve kültürel
olarak tasnif edildikten sonra, kadim dostluk ve Türkoloji/Hungaroloji kürsüleri
üzerinden nasıl devam ettiği incelenmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Türkiye-Macaristan İlişkileri, Soğuk Savaş, Türkoloji,
Hungaroloji.
TURKEY-HUNGARY RELATIONS
IN THE COLD WAR ERA
ABSTRACT
Turkish and Hungarian people relationship is based on a long and
traditional friendship. Compact researches about Hungarian language and history

Bu makale yüksek lisans tezinden üretilmiştir. Fatma Çalik, Türkiye- Macaristan İlişkileri
(1939-1989), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Melek Çolak, Muğla 2013.

Fatma Çalik, Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Doktora
Öğrencisi, E-mektup: [email protected].
33
FATMA ÇALİK
began in 19th century led to birth of Turan Tacitc and Science of Turcology. Studies
of these two disciplines intervened to strength cultural bridges. Turkey and Hungary,
who fought as allies in World War I and established their national states after the fall
of the empire, have established the semi-offical relations since 1920s and offical
relations on December 18, 1923 with the Friendship Treaty. During Atatürk’s era,
relations between the two countries was quite busy and friendly.
Despite taking place in opposing penetrating forces during the bipolar
system aka Cold War, two countries maintained their relations based on traditional
friendship. In this study we tried to find the two centuries relations in the political,
economic and cultural after being classified as the ancient frendship and
Turcology/Hungarology attempted to examine how it has continued over the
platforms.
Keywords: Turkey-Hungary Relations, Cold War, Turkology, Hungarology.
Giriş
I. Dünya Savaşı’nda müttefik olan Türkiye ve Macaristan devletleri
arasında süre gelen diplomatik ilişkiler, savaşın bitmesi ardından 30 Ekim
1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile zorunlu olarak kesintiye
uğramıştır. İki ülke arasındaki ilişkiler Lozan Görüşmeleri sırasında yarı
resmî, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra ise resmî düzeyde
yürütülmüştür.1 Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilanından
hemen sonra iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler yeniden tesis edilmiş
dostluk2, ikamet3 ve ticaret antlaşmaları4 imzalanmak suretiyle bu ilişkiler
resmi bir boyuta taşınmıştır. Bilhassa Atatürk döneminde Türkiye ve
Macaristan arasındaki ilişkilerin oldukça yoğun ve dostane bir şeklinde
devam ettiğini görülmektedir.
İki dünya savaşı arasındaki dönemde Türkiye ve Macaristan
ilişkilerinde belirgin bir problem yaşanmamıştır. II. Dünya Savaşı’nın patlak
vermesiyle birlikte ilk etapta iki ülke de tarafsız kalmayı tercih etmiş, ancak
Macaristan daha sonra Berlin-Roma eksenine kayarak Almanya ve İtalya ile
1
Dursun Ali Akbulut, “Çöken Devlet”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma
Merkezi, 2008, s. 134-135; Emre Saral, Türkiye-Macaristan Dostluk Antlaşması (18 Aralık
1923), http://turkinfo.hu/2015/03/21/turkiye-macaristan-dostluk-antlasmasi-18-aralik1923emre-saral/, (5.4.2015).
2
BCA (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi), Bakanlar Kurulu Kararları Fonu, Fon Kodu:
30.18.01.01, Yer Adı: 9.15.4, S.307.
3
BCA, 30.18.01.01, 17.88.16, Dosya: 431-20.
4
BCA, 30.18.01.01.,17.88.16, Dosya: 431-20, 3101.
34
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
birlikte savaşa iştirak etmiştir.5 Bu dönemde Türkiye de İngiltere ve Fransa
ile bir takım antlaşmalar imzalamış ancak savaşın dışında kalmayı
başarabilmiştir. Türkiye’nin savaşa girmeme konusundaki kararlı tutumu
Macaristan’da geniş yankı uyandırmış, Başbakan İsmet İnönü’nün izlemiş
olduğu politika Macar siyasetçiler tarafından övgüyle karşılık bulmuştur.6
Öte yandan savaş yıllarında Türkiye-Macaristan ilişkileri adına
üzerinde durulması gereken kayda değer bir gelişme daha yaşanmıştır.
Almanya ve İtalya ile birlikte savaşa giren Macaristan’da Yahudilere karşı
izlenen anti-semitik politikalar sonucu çok sayıda Macar Yahudisi Türk
diplomatlarının yardım eli sayesinde kurtulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti,
başta Budapeşte’de bulunan Türk elçiliğine sığınan Macar Başbakanı Miklós
Kállay olmak üzere, birçok Macar Yahudisine kapılarını açmıştır.7
1. Siyasî İlişkiler
Türkiye ve Macaristan devletleri arasında tarihsel ve kültürel köklere
dayanan ikili ilişkiler, II. Dünya Savaşı’nın farklı bloklarda yer almasına
rağmen hasmâne bir tutum yaşanmadan devam etmiştir. Savaşın başladığı
yıl, 1939’da Budapeşte’ye atanan Türk elçisi, Ruşen Eşref Ünaydın dört yıl
süreyle kaldığı görevinde, Türk-Macar siyasî ilişkilerine olduğu kadar,
dostluğuna da katkıda bulunan çalışmalar yapmıştır.8 Ruşen Eşref’in elçi
olarak atanmasından sonra, dönemin Kral Naibi Amiral Horty ve eşi Türk
elçiliği onuruna bir resepsiyon tertip etmiştir.9
Ruşen Eşref, Macaristan’da bulunduğu yıllarda, siyasî çalışmalarının
yanı sıra, sosyal çalışmalarla da Türk-Macar ilişkilerinde aktif bir rol
üstlenmiştir. Bu çalışmalarından biri de Macaristan Turan Derneği’nin 1941
yılında düzenlemiş olduğu bir konferanstır. Bu konferansın açılış
konuşmasını yapan Ruşen Eşref, konuşmasında Türk-Macar ilişkilerinin
5
András Székely, A Brief History of Hungary, Translated: Elek Helvey, Archives of Corniva
Kiadó, 4th Edition, Budapest 1973, s. 39-41.
6
BCA, 30.10.0.0, 233.569.21, Dosya: 421/124.
7
Melek Çolak, “II. Dünya Savaşı Yıllarında Macar Yahudileri ve Türkiye”, Karadeniz
Araştırmaları, Güz 2010, Sayı: 27, s. 83-84.
8
Mária Nyiri, Atatürk ve Macaristan’da Bulunan Türkler ile Türkiye’de Bulunan Macarlar,
20-21 Mayıs 1991 Bakü, s. 23.
9
Cumhuriyet Gazetesi, 20.10.1939, s. 5.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
35
FATMA ÇALİK
önemi ve Türk-Macar yakınlığı üzerinde durmuştur.10 Bu konuşma Macar
basınına yansıdığı gibi Türk basınına da yansımıştır.11 Türk-Macar Dostluk
Derneği’nde de Türk edebiyatı ile ilgili bir başka konferans vermiştir.12
Ruşen Eşref’in Macaristan’da kaldığı süre boyunca göstermiş olduğu
çabalar kendisine Macaristan’da hakiki bir yer edinmesini sağlamıştır.
Görevi bitip Türkiye’ye döneceği zaman, kendisine Macar İstasyonu’nda
Macar Kralı’na ait salonda hükümeti temsil eden protokol şefi, Macar
Hariciye Nazırlığına mensup yüksek memurlar, Türk-Macar Dostluk
Cemiyeti başkanı, Türk elçiliğinin bütün memurları ve birçok Macar’ın
katılımıyla uğurlanmıştır.13
Savaşın hızlı olduğu 1943’lü yıllarda, Macar basınında 29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı ile ilgili çeşitli yazılar yayınlanmıştır. Bunlardan biri
de Pester Lloyd gazetesindeki şu haberdir;
“Türkiye Cumhuriyeti insaniyetin maruz felaketler devresinde bütün
milletler tarafından yalnız hürmet edilmekle kalmayarak, ciddi bir
kuvvet amili olarak itibare alınıyorsa, bunu Türkiye Devletinin sevk ve
idaresine medyundur. Türkiye’nin devlet adamlarının kiyaset ve uzak
görüşlülüğüne, şimdiye kadarki muvazene siyasetine devam edeceğine
bütün dünya kanidir. Macar Milleti Türkiye’ye karşı çok zamandan
14
beri samimi dostluk hisleri ile bağlıdır.”
Bu haberler Türk-Macar dostluğunun her zaman devam ettiğini ve
ettirilmek istendiğini göstermektedir.
Macaristan 1944 yıllına gelindiğinde fiili olarak Almanya’nın işgali
altına girmesiyle, devlet başkanı olan Miklos Horty, İkinci Dünya Savaşı’na
karşı olan tutumu nedeniyle istifaya zorlanarak, yerine Hitler yanlısı Döme
Sztojay Macaristan başkanı olarak göreve getirilmiştir. Ayrıca Macaristan’da
Almanya elçisi yerine Büyük Alman İmparatorluğu komiseri
görevlendirilmiştir15 ve bu tarihten sonra 440.000 Macar Yahudisi toplama
10
Nyiri, a.g.e, s .23.
Cumhuriyet, 14.2.1941, s. 2.
12
Cumhuriyet, 4.8.1943, s. 3.
13
Cumhuriyet, 4.8.1943, s. 3.
14
Cumhuriyet, 30.10.1943, s. 3.
15
Miklós Molnár, A Concise History of Hungary, (Translated by Anna Magyar), Cambridge
University Press, Sixth Printing, Cambridge 2009, s. 291.
11
36
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
kamplarına gönderilmiştir.16 Bu dönemde Budapeşte Konsolosu Pertev Şevki
Kantemir (1939-1944) ve Kantemir’den sonraki Konsolos Abdülahat Birden
(1942-1944) Macar Yahudilerine yardım eli uzatan iki isimdir.17 Budapeşte
Türk Elçiliği, sığınmak isteyen Macar Musevi aileleri için Türkiye
Cumhuriyeti pasaportu düzenleyerek, Türkiye üzerinden Filistin ya da
Amerika’ya gitmelerini sağlamıştır.18
Ayrıca Türk Hükümeti Macar Yahudilerinin Türkiye’ye gelmesine
ve çalışma izni de vererek çeşitli kurumlarda işe yerleştirmiştir. Talep
edenlerin oturma ve çalışma izinleri de uzatılmıştır. Ayrıca Macar
Yahudileriyle evlenen Türklerin eşlerinin aileleri içinde girişimlerde
bulunmuşlardır. Bunlardan biri de müzikolog Adnan Saygun’un eşi Iren
Szalay’ın ailesidir.19
Macar Yahudileri dışında, Macaristan’da yaşanan işgal nedeniyle
Macaristan Başbakanı, Türkiye’ye sığınma talebinde bulunmuştur. Türk
elçisi Şevket Fuat Keçeci’nin onaylanması sonucunda eşi ile birlikte Macar
Başbakan, 19 Kasım 1944 tarihine kadar da, Macaristan’daki Türk elçilik
binasında kalmıştır. 19 Kasım günü Türk hükümetini zor durumda daha fazla
kalmasını istemeyerek, kendi isteğiyle ayrılmış ve tutuklanmıştır.20
Türkiye bu dönemde Alman ve Rus ordularının yarattığı tahribat
nedeniyle zor günler geçiren kadim dostu Macaristan’a yardım eli
uzatmaktan geri durmamıştır. Zor günlerde birbirlerine destek olan bu iki
milletin ekmeğini de birbiriyle paylaştığını söylemek sanırız ki yanlış
olmayacaktır. Zira Macaristan’da yaşanan kıtlık nedeniyle gıda sıkıntısı
yaşayan Macarlara Kızılhaç vasıtasıyla ve bilhassa eski Macaristan ortaelçisi
16
Macar halkı tarafından ulusal felaket olarak adlandırılan Trianon Antlaşması sonrası,
Macaristan’da General Gömbös’ün başbakanlığında Macaristan Faşist Partisi ile Trianon’un
izlerini silmek için hararetli bir revizyonist politika izlenmiştir. Bu dönemde Macaristan’ın
dış politikası revizyonizm ekseninde, Almanya-İtalya ittifakına yaslanmıştır. Ülkede
Almanya’nın etkisi artması ve Hitlerin Trianon Anlaşması’nın düzeltilmesine taraftar olması,
ülkede Macar Yahudilerine karşı bir hava oluşturmuştur, Çolak, II. Dünya Savaşı’nda Macar
Yahudileri.., s. 78-83. 1938 yılından itibaren Yahudi aleyhtarı yasalar çıkarılmıştır. Çıkarılan
yasalarla Yahudi olmayanların Yahudilerle evlenmesi dahi yasaklanmıştır. Fethi Vecdet
Erkun, Budapeşte’den Ankara’ya, Türk-Macar Dostluk Derneği Yayınları: 2, Temmuz 1999,
s. 90-95.
17
Erkun, a.g.e., s. 92.
18
Çolak, II. Dünya Savaşı’nda Macar Yahudileri.., s. 84.
19
Çolak, II. Dünya Savaşı’nda Macar Yahudileri.., s. 84.
20
Cumhuriyet, 4.4.1944, s. 1.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
37
FATMA ÇALİK
ve Macar basınında “Macar Dostu” olarak yer etmiş olan Enis Behiç
Erkin’in çabalarıyla 100.000 TL tutarında gıda yardımı ve 60 ton buğday
gönderilmiştir.21
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye’nin Macaristan elçiliği
çalışmalarına 1 Nisan 1945 tarihinde ara vermiş, iki ülke arasındaki ilişkiler
savaş nedeniyle askıya alınmıştır. İlişkilerin dondurulması iki ülkenin de
ilişkilerini geliştirmek istemesi nedeniyle pek uzun sürmemiştir. İlk adım
Macaristan’dan gelmiştir. Macaristan’da 1945 yılında yapılan genel seçimde
Független Kisgazdapárt (Bağımsız Küçük Çiftçi Partisi), Nemzeti
Parasztpárt (Ulusal Köylü Partisi) ve Magyar Kommunista Párt (Macar
Komünist Partisi) koalisyon hükümeti kurmuşlardır.22 Başbakanlığa getirilen
Zoltán Tildy hükümet programını açıklarken Türk-Macar ilişkilerine de
değinerek, Türkiye ile olan siyasî ilişkilerini mümkün olduğu kadar çabuk
başlatmak istediğini söylemiştir.23
İkinci adım ise Türkiye tarafından atılmıştır. Budapeşte’de Türk
elçiliğinin tekrar açılması için 1946 yılında Macaristan’a bir heyet
gönderilmiştir. Budapeşte elçilik raporlarına göre heyet, oldukça yoğun bir
ilgi ile karşılaşır. Macar basınında Türk elçiliğinin tekrar açılacak olmasıyla
ilgili olumlu yönde haberler yapıldığı gibi de sık sık Türklerin Macarlara
yapmış olduğu yardımlardan söz etmişler. Heyet ayrıca Macaristan
Başbakanı Zoltán Tildy ile de görüşmüştür. Başbakan Tildy’nin heyete tavrı
oldukça cana yakın olduğu gibi, İsmet İnönü ve Türk Hükümeti’nin İkinci
Dünya Savaşı sırasındaki politikasından da övgüyle bahsetmiştir.24
Bir yıl sonra, 1947 yılında elçi Agâh Aksel’in Budapeşte Türk
elçiliğine atanmasıyla tekrar faaliyetlerine başlayarak, Türkiye ile
Macaristan arasındaki diplomatik ilişkilerin tekrar tesis edilmesi
sağlanmıştır. Agâh Aksel’in şerefine Peşte’deki Türk-Macar Ticaret Odası
tarafından bir yemek tertip edilmiştir. Düzenlenen yemeğe Macar bakanları,
üst düzey yöneticiler, banka müdürleri katılmış, etkinlik boyunca TürkMacar dostluğu temalı konuşmalar yapılmıştır.25 Aynı günler de Macar elçisi
21
Cumhuriyet, 26.4.1946, s. 1.
Naciye Güngörmüş, Macaristan’da Değişim ve Demokrasiye Geçiş (1989-2009), Köksav
Yayınları, Ankara 2010, s. 77.
23
Cumhuriyet, 2.12.1945, s. 3.
24
BCA, 30.10.0.0,233.569.21, Dosya: 421/124.
25
Cumhuriyet, 22.2.1947, s. 1.
22
38
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
Belá Andahazy’de Türkiye’ye gelerek, güven mektubunu Başbakan
İnönü’ye sunmuştur. 26
Sovyetler Birliği’nin “kurtarmış” olduğu Doğu Avrupa’nın demir
perde adı altında tecrit edilmesinin ardından iki ülkenin ilişkileri oldukça
durağan bir hale bürünmüştür. Söz konusu dönemde vuku bulan ilk
hareketlilik, Sovyetler Birliği’nin 1953’te başlayan Barış Taarruzu üzerine27
ve dönemin Macaristan Millî Meclis Başkanı S. Romia’nın, Türkiye’ye
gelmesiyle gerçekleşmiştir. Romia, bu ziyareti esnasında, Macaristan ile
Türkiye arasındaki geleneksel bağların canlanması için Türk Parlamento
Kurulu’nu Macaristan’a davet etmiştir.28
Soğuk Savaş diplomasisi genel olarak blok mensubu diplomatların
karşı blok diplomatlarını potansiyel birer düşman ve hasım olarak görmeleri
esasına dayandığından, bloklar arası karşılıklı güven ortamı bir türlü
sağlanamamıştır. Böyle bir ortamda, Türkiye ve Macaristan devletleri
bloklar arasındaki ilişkilerde uygulanan prosedürler gereği yabancılara
seyahat kısıtlaması, elçilik, konsolosluk ve diğer uyruklara uygulanan
yaptırımları birbirlerine karşı uygulamamaya gayret göstermişlerdir.29
23 Ekim 1956 günü Macar gençliği, Polonya’da yaşananları protesto
etmek için Budapeşte’de bir gösteri düzenlemiş; sayısı giderek artan
kalabalıkla beraber gösteri bir ulusal bağımsızlık ve demokrasi çağrısına
dönmüştür. Doğu Bloku’nda Sovyetlere ve komünist düzene karşı en kanlı
ve en ses getiren başkaldırı hareketi Macarların başlatmış oldukları bu ihtilal
olmuştur.30 Macar İhtilali giderek alevlenerek bir özgürlük savaşına
dönüşmüş ve kardeş Macarların bu direnişi gerek Türk hükümeti gerekse
Türk halkı tarafından ilgiyle takip edilmiştir. Türkler Macar halkının bu
onurlu mücadelesine eskiden olduğu gibi mümkün mertebe destek vermeye
gayret etmişlerdir. Macar halkının bağımsızlık yolunda verdiği bu
mücadeleler Türk basınında da geniş yankı bulmuş, “kardeş Macarlar”
26
Cumhuriyet, 5.2.1947, s. 3.
Ayhan Kamel, “II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk-Rus İlişkileri”, Çağdaş Türk
Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1999, s. 410-412.
28
İbrahim Ethem Tiryakioğlu, “Dünkü ve Bugünkü Türk-Macar İlişkileri”, Silahlı Kuvvetler
Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, Sayı: 263, Yıl: 96, Ankara, Eylül 1977, s. 39.
29
Tirkiyakioğlu, a.g.m., s. 52.
30
1956 Macar İhtilali için bkz. Francois Fejtö, 1956 Macar İhtilali: İlk Antitotaliter İhtilal,
Bilge Kültür Sanat Yayınları, (çev: Fazıl Bülent Kocamemi), İstanbul 2012; Mehmet Ergün,
1956 Macar İhtilali, Akşam Kitap Klubü Serisi No: 34, İstanbul 1967.
27
BAED 4/2, (2015), 33-60.
39
FATMA ÇALİK
şeklinde ifadelerin yer aldığı çok sayıda yazı neşredilmiştir. Dönemin
gazetelerinden edinilen izlenim, ihtilalin Türk toplumu tarafından yakından
takip edildiği ve kamuoyu tarafından açıkça desteklendiği yönündedir.31
Macar İhtilali, siyasîlerin ve Türk halkının olduğu kadar, Türk edebiyatının
önde gelen isimlerinin de ilgisini bu yöne çekmiştir.32
Birleşmiş Milletler Konseyi’nde Türk hükûmetini temsilen bulunan
Selim Sarper yapmış olduğu konuşmasında; Türkiye adına Rus ordusu
tarafından Macaristan’da yapılan eylemleri kınadığını belirttikten sonra,
meydana gelen hadiseleri meşru göstermek adına söz alan Rus delegesini
ağır bir şekilde eleştirmiştir. Sarper ayrıca, Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’ne Macaristan’daki durumu görüşmek üzere yapılan başvuruyu
desteklemiştir.33 Hürriyet Partisi de bir bildiri yayınlayarak Macar halkına
vermiş olduğu desteği ilan etmiştir. Bu gelişmelerin ardından birçok sivil
toplum kuruluşu çeşitli faaliyetlerde bulunarak, Macaristan için yardım
kampanyaları düzemişlerdir. Türkiye bununla da yetinmeyerek, özgürlüğü
uğruna savaşan ve vatanından ayrılmak zorunda bırakılan Macar halkına
kapılarını sonuna kadar açmıştır.34
Türk Kızılayı 500 kişilik mülteci iaşesini sağlamak için çalışmalara
başlamış ve Toprak ve İskân Genel Müdürlüğü ile de bu konuda anlaşmıştır.
Sirkeci, Zeytinburnu ve Pendik’te kamplar kurulmuştur. Gelen mültecileri
konuk gibi gören ve Onların rahat etmesi için her şeyi düşünen Türk
yetkililer, Hür Macar Derneği ile anlaşma yaparak mültecilere Macar millî
yemekleri pişiren aşçılar görevlendirmişlerdir.35 79 kişilik ilk mülteci grubu
12 Şubat 1957 tarihinde gelmiştir.36 Mültecilerin gelmesi 27 Şubat 1957
31
Sevgi Can Yağcı Aksel, “Türk Basınında 1956 Macar İhtilali: Hürriyet, Cumhuriyet, Ulus
ve Zafer’de Haber Sunumuna İlişkin Uzlaşma ve Ayrışmalar”, İletişim Kuram ve Araştırma
Dergisi, Sayı: 39, Güz 2014, s. 96-100.
32
Macar halkının direnişi, Türk edebiyatında şiirden tiyatro oyunlarına birçok esere konu
olmuştur. Fazıl H. Dağlarca, Hüseyin Nihal Atsız, Attila İlhan, Vecdet Erkun, Ümit Yaşar
Oğuzcan, Arif Nihat Asya, Tarık Buğra, Ayhan İnal 1956 Macar İhtilalini kaleme alan
edebiyatçılarımızdandır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Tosun Saral- Emre Saral (der.)
Macarlar ve Tuna Hakkında Yazılan Şiirler (1300-2000), Türk-Macar Dostluk Derneği
Yayınları, No: 3, Ankara 2001.
33
Milliyet Gazetesi, 6.11.1956, s. 1; Cumhuriyet, 30.10.1956, s. 3.
34
Melek Çolak, 1956 Macar İhtilali ve Türkiye, Nehir Yayınları, İstanbul 2009, s. 130-140.
35
Cumhuriyet, 13.1.1957, s. 5.
36
Cumhuriyet, 13.2.1957, s. 3.
40
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
tarihine kadar devam etmiş 27 Şubat’ta gelen son kafile ile birlikte sayı
507’ye ulaşmıştır.37
1960’lı yıllarda başlayan bloklar arası “yumuşama” ve bunun
paralelinde Türk-Rus ilişkilerinde yaşanan normalleşme süreci, şüphesiz ki
dış politikada Moskova’yı takip eden Macaristan’ın Türkiye ile ilişkilerini
olumlu yönde etkilemiştir. Bu dönem, ilişkilerini her fırsatta geliştirmenin
gayretinde olan Türkiye ve Macaristan için iyi bir fırsat olmuştur. 28 Eylül
1967 tarihinde elçiliklerin büyükelçilikler seviyesine yükseltilmesiyle
birlikte diplomatik ilişkiler üst düzeye çıkarılarak ilişkilerin daha sıkı bir
şekilde ilerletilmesi sağlanmıştır.38
Bloklar arasındaki yumuşamanın hissedilmeye başlanmasıyla
birlikte, iki ülke arasında karşılıklı ziyaretler ve diplomatik temaslar hız
kazanmıştır. Bu dönemde oluşturulmaya çalışılan ikili ilişkilerin temeli
Türkiye’ye gelen ilk Macar Dışişleri Bakanı olma sıfatını taşıyan János
Péter’in 22 -27 Temmuz 1968 tarihli ziyareti ile atılmıştır.39 Akabinde 17-21
Kasım 1971 tarihlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı İhsan
Sabri Çağlayangil tarafından Macaristan’a bir iadei ziyaret
gerçekleştirilmiştir.40 Bu ziyaretleri 1981 yılındaki İlter Türkmen’in
ziyaretleri izlemiştir.41
Devlet başkanları düzeyindeki ilk temaslar ise, Başbakan Bülend
Ulusu’nun daveti üzerine 15-17 Kasım 1982 tarihlerinde György Lázár’ın
Türkiye’ye gelmesiyle yaşanmıştır. Bu ziyaret, bir Macar hükûmet
başkanının Türkiye’ye yapmış olduğu ilk ziyaret niteliğini taşımaktadır.42
Ertesi yıl 29 Haziran 1983 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülend
Ulusu Macaristan’a bir iadei ziyaret ziyarette bulunarak Macar mevkidaşına
karşılık vermiştir.43
İki ülke arasında yapılan ziyaretler, Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 24-26 Haziran 1986 tarihli ziyaretiyle
37
Cumhuriyet, 28.2.1957, s. 1.
Cumhuriyet, 4.6.1989, s. 3.
39
Milliyet, 23.7.1968, s. 3, 7.
40
BCA, 30.01.01.02, 259.80.20, Dosya: 105-31.
41
Cumhuriyet, 5.2.1981, s. 6; Milliyet, 6.2.1981, s. 6; Milliyet, 7.2.1981, s. 6.
42
Milliyet, 22.11.1982, s. 1.
43
Macaristan’dan Görüntüler ve Macar-Türk İlişkileri, Macar Halk Cumhuriyeti
Büyükelçiliği, Ankara 1984, s. 1; Milliyet, 20.6.1983, s. 7.
38
BAED 4/2, (2015), 33-60.
41
FATMA ÇALİK
cumhurbaşkanı düzeyine taşınmıştır. Evren, Macaristan Halk Cumhuriyeti
Başkanlık Konseyi Başkanı Pál Losonczi’nin davetlisi olarak Macaristan’a
gitmiştir.44 Macar Cumhurbaşkanı Bruno Ferenc Strabun’un Türkiye ziyareti
ise 5-9 Haziran 1989 tarihlerinde gerçekleşmiştir.45 Bu ziyaretler vesilesi ile
teknik alanlardan sorumlu bakanlar arasında çok sayıda karşılıklı ziyaret
tertip edilmiştir. Bütün bu temaslara teknik heyetlerin yapmış olduğu
ziyaretler de eklenince ikili ilişkilerde gelinen nokta Türk-Macar ilişkilerinin
geleceği bakımından oldukça umut vericidir.
İkili ilişkiler esnasında basına yansıyan haberlerden takip ettiğimizde
görülen diğer bir husus ise Macaristan’ın Kıbrıs meselesindeki tutumudur.
Özellikle Macar Dışişleri Bakanı’nın ziyaretleri sırasında vermiş olduğu
demeçlerde, Kıbrıs konusunda Türkiye’den yana tavır koydukları
görülmektedir. Macar yetkililer Kıbrıs meselesinin dış müdahaleler olmadan
çözülmesi gerektiğini savundukları gibi, Enosis’e karşı olduklarını da açıkça
belirtmişlerdir.46
Türkiye’nin hukuk alanında yapmış olduğu antlaşmalardan biri de
Macaristan ile 1981 yılında Budapeşte’de imzalanmış olan “Ceza İşlerinde
Adli Yardımlaşma ve Suçluların Geri Verilmesi Sözleşmesi”dir. 8 Mayıs
1982 tarihli ve 1773 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan bu sözleşme, 23
Aralık 1982 tarihinde yürürlüğe girmiş ve böylece, 29 Mayıs 1932 tarihinde
Ankara’da imzalanmış bulunan “İadei Mücrimin ve Cezai Mevatta Adli
Müzaharet Mukavelenamesi” yürürlükten kaldırılmıştır. Yine hukuk
alanında yenilenen bir diğer antlaşma 13 Haziran 1938 tarihli “Hukuki ve
Ticari Mevaddı Adliyeye Müteallik Mütekabil Münasebetlere dair
Mukavelaname” olmuştur. İki ülkenin Adalet Bakanları arasında 6 Ağustos
1988 tarihinde imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Macaristan Halk
Cumhuriyeti Arasında Hukuki ve Ticari Konularda Adli Yardım Sözleşmesi”
mezkûr antlaşmayı yürürlükten kaldırmıştır.47
1988 yılı Sovyetlerin çöküş sürecine girdiği ve buna paralel olarak
Macaristan’da değişimin başladığı yıl olmuştur. Kutupların artık ortadan
kalkması, Türkiye ve Macaristan’ın birbirlerine yakınlaşmasını engelleyen
faktörleri de ortadan kaldırmıştır. 1988 yılının sonlarında Türkiye Büyük
44
Cumhuriyet, 2 6.5.1989, s. 14.
Cumhuriyet, 28.5.1989, s. 10; Cumhuriyet, 4.6.1989, s. 3; Milliyet, 5.6.1989, s. 2; Milliyet,
6.6.1989, s. 14.
46
Milliyet, 21.7.1968, s. 7; Milliyet, 9.1.1977, s. 6.
47
Resmi Gazete, 23.7.1990, Sayı: 20583, s. 61-67.
45
42
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
Millet Meclisi’nde “Parlamentolar Arası Türk-Macar Dostluk Grubu”
kurulmasına ilişkin görüşmeler başlatılarak, grubun kurulması
kararlaştırılmış ve böylelikle Türk-Macar ilişkileri yeni bir boyut
kazanmıştır.48
2. Ekonomik İlişkiler
Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmayarak uzun vadede savaşın taraf
ülkeler nezdinde yaratmış olduğu siyasî ve ekonomik yıkımlardan kendisini
muaf tutmayı başarmışsa da, yaşanan felaketin etkilerini derinden
hissetmiştir. Savaşın patlak vermesiyle Avrupa’nın içine düştüğü ekonomik
darboğaz Türkiye’nin dış ticaret ilişkilerinde takas ve kliring uygulamalarını
sıklaştırmış ve dış ticaret kontrollerini maksimum düzeye taşımıştır.
Türkiye’nin kontrollü ve koruyucu bir sistem benimsemesi iki ülke
arasındaki ticarî antlaşmaların kliring49 ve takas yolu ile gerçekleştirilmesine
neden olmuştur.
Dünya ekonomik düzeni içinde, Türkiye ile Macaristan arasındaki
ticarî ilişkilerin esasları da, 12 Mart 1949 yılında imzalanan “Ticaret ve
Tediye Antlaşmaları”50 çerçevesinde belirlenmiş ve bu esaslar 1974 yılına
kadar imzalanan ticaret ve tediye antlaşmalarının ek protokolleri ile kliring
esaslarına göre sürdürülmüştür.
Savaş ekonomisi nedeniyle iki ülkenin durağan bir seyirde ilerleyen
ticarî ilişkileri, 1960’lı yıllardan itibaren hareketlilik kazanmaya başlamış,
1965 yılında 20,2 milyon dolar olan ticaret hacmi, 1966 yılında 30,5 milyon
dolara yükselmiştir. Bu dönemde Macaristan ile Türkiye’nin ticari ilişkileri,
hem ithalat hem de ihracat açısından oldukça dikkat çekici bir gelişme
göstermiştir. Macaristan, Türkiye’nin dış ticaret hacminde Doğu Bloku’na
mensup ülkelerden Sovyetler Birliği’nden sonra gelen ikinci ülke olmuştur.51
48
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 18, Yasama Yılı: 2, 34’üncü Birleşim, s. 376378.
49
Kliring (Clearing): Ülkeler arasında iki yanlı ticaret anlaşmalarının bir türü. Kliring
anlaşmalı ülkeler arasında ithalat ve ihracat işlemleri döviz kullanılmadan, hesaba dâhil etme,
takas yolu ile kliring ofisleri vasıtasıyla gerçekleştirilmesidir. Kliring kurumlar, merkez
bankası ya da Kliring ofisidir. Okan Gümüş, Aziz Selvi, Uluslararası İlişkiler Sözlülüğü,
Polat Yay., 1996, s. 392.
50
Resmi Gazete, 28.12.1949, Sayı: 7391, s. 17431.
51
BCA, 30..1.0.0, 86.543.3, Dosya: E14; Tarık Burhan Sesyılmaz, “Macaristan’ın Dış
Ticareti ve Türkiye ile Ticari Münasebetleri”, Türkiye İktisat Gazetesi, 14.9.1967, s. 3.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
43
FATMA ÇALİK
Hükümetler arası imzalanan antlaşmaların yanı sıra, iki ülkenin
hükümetleri de özel teşebbüsü desteklemiş, ticaret heyetleri arasında da
ziyaretlere özen gösterilerek ilişkilere çok yönlülük katmıştır. Ticaret
heyetlerinin ziyaretlerinin bir örneği 1964 yılında gerçekleşmiştir. 1964
yılının ilk döneminde Türkiye Odalar Birliği’nin davetlisi olarak bir Macar
Ticaret Heyeti Türkiye’ye gelmiş; yine aynı yıl Macar Heyeti’nin daveti ve
ziyareti iade maksadıyla İstanbul Sanayi Odası, Ankara Ticaret Odası ve
İzmir Ticaret Odası’ndan oluşturulan heyet 13 Temmuz 1964’te
Macaristan’a gitmiştir. Bu görüşmelerle iki ülke ticaretinin sorunlukları,
zorlukları ve çözüm önerilerinin gündeme getirilmesi, ticaretin
geliştirilmesine olanak sağlamıştır.52
Macaristan ve Türkiye hükümetleri ikili ilişkilerini hayatın her
alanına yaymak ve geliştirmek hevesinde olmuşlar ve bu iki ülkenin bilhassa
ticarî alanda dayanışma içinde bulunmalarına gayret göstermişlerdir. Söz
konusu iki ülke de ticarî ilişkilerini geliştirmek adına üzerlerine düşen
görevleri yerine getirerek, bakanlıklar, ticaret heyetleri ve komisyonlar
arasında karşılıklı ziyaret ve temaslarda bulunmaya azami ölçüde gayret sarf
etmişlerdir. Bu ziyaretlerden biri 1971 yılında Macaristan Dış Ticaret
Bakanlığı müdürlerinden András Kozsla’nın başkanlığındaki heyetin Ankara
ziyaretidir. Türk heyetine Türkiye Ticaret Dairesi 1. Başkanı Turgut
Çarıklı’nın başkanlık ettiği görüşmelerde iki ülke arasında vuku bulan ticarî
ilişkiler masaya yatırılmış, ticareti engelleyen hususlar hakkında görüş beyan
edilerek, ticaret hacminin arttırılması hususunda raporlar hazırlanmıştır.53
12 Kasım 1974 tarihli “Ticaret Antlaşması ve Tasfiye Protokolü” ile
iki ülke arasındaki kliring esasına göre sürdürülen ilişkiler bundan böyle
serbest döviz kuru esasına göre düzenlenmiştir. Ayrıca iki ülkenin
Ankara’da 12 Kasım 1974 tarihinde imzalamış olduğu Ticaret Antlaşması ile
karşılıklı ticaret hacminin geliştirilmesi hedeflenmiştir.54 Ancak her iki
ülkenin de dış ödemeler dengesindeki açığı, ikili ticarî ilişkilerinin
geliştirilmesini zora sokmuştur. Bu antlaşmanın imzalanmasından sonra,
1974 yılında Türkiye’nin Macaristan’a 26 milyon dolarlık ihracatına karşı,
ithalatı 18 milyon dolar düzeyinde kalmıştır.55 Bu dönemde Türkiye’nin
ihracat hacminde Macaristan yine Doğu Bloku’na mensup ülkeler arasında
52
Odalar Birliğince Teşkil Edilen Ticaret Heyetinin Macaristan Ziyareti Hakkında Rapor,
İstanbul Ticaret Odası, Temmuz 1964, İstanbul, s. 12-14.
53
Milliyet, 3.4.1971, s. 7; Milliyet, 26.3.1971, s. 7.
54
Resmi Gazete, 19.1.1975, s. 15123, s. 1.
55
Tiryakioğlu, a.g.m., s. 40.
44
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
Sovyetler Birliği’nden sonra ikinci sırada yer almıştır. Macaristan, ithalat
bazında ise Doğu Bloku ülkeleri arasında dördüncü sırada yer almıştır.56
Türkiye ve Macaristan arasında ortak kurumsal mekanizmalar
oluşturma çabaları 1977 yılında imzalanan “Uzun Vadeli Ekonomik, Teknik,
Sınai ve Bilimsel İşbirliği Antlaşması”nın 4. maddesi uyarınca, “Türk-Macar
Karma Ekonomik Komisyonu”nun (KEK) kurulmasıyla kurumsal bir alana
taşınmıştır. Türkiye ve Macaristan’ın ortak bir komisyon kurma kararı
sonucu oluşan KEK’ler ilk kez 23 Mayıs 1978’de Budapeşte’de
toplanmıştır.57 Her yıl periyodik olarak karşılıklı başkentler de toplanan
KEK’ler, 1978 yılından 1989’a kadar geçen sürede toplam 11 kez bir araya
gelmiştir.
1980 yılına gelindiğinde iki ülke arasında yapılan işbirliği
çerçevesinde Türkiye’nin Macaristan’dan yapmış olduğu ithalat 59 milyon
dolar, ihracat ise 41 milyon dolara yükselmiştir.58 1982 yılı itibariyle,
Macaristan’ın genel ithalatı içinde Türkiye %0,7, genel ihracatı içinde ise
%1,1’lik bir paya sahip olmuştur.59
İstanbul Ticaret Odası’nın hazırlamış olduğu “Ülke Etüdleri”
dizisinin 1983 tarihli raporuna göre; iki ülke arasındaki mevcut ekonomik
işbirliği sahaları; Perlit sanayi, Çatalağzı Termik Santralı’nın kazan imalatı,
Kangal Termik Santralı I ve II. ünitelerinin kazan imalatı ile Aliağa
Kombine Çevrim Gaz-Buhar Santralı için bazı malzeme ve teçhizat
imalatıdır.60
1987 yılında Türkiye’nin Macaristan’a ihracatı 18,7 milyon dolar
iken, ithalatı ise 70,6 milyon dolardır. Aynı yıl iki ülke arasındaki ticaret
hacminin %74,3 oranında artmasına rağmen, dış ticaret dengesinde Türkiye
aleyhine olan açık %102,7 gibi küçümsenmeyecek bir orana ulaşmıştır.61
56
Haluk Cillov, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi,
21.1.1977, s. 8.
57
Resmi Gazete, 14.9.1978, Sayı: 16776, s. 2.
58
Haluk Cillov, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi,
12.11.1982, s. 7.
59
Macaristan: İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri Dizisi, No.29, İstanbul 1983, s. 22.
60
Macaristan: İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri.., s. 22.
61
Macaristan’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ticarî İlişkiler 1987 Yılı Raporu,
T.C. Başbakanlık Hazine ve Dışticaret Müsteşarlığı Ekonomik Araştırmalar ve
Değerlendirmeler Genel Müdürlüğü, s. 46-48.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
45
FATMA ÇALİK
Türkiye’de uzun yıllar kullanılan İKARUS marka belediye
otobüslerinin ülkeye gelişleri de yine bu dönemde başlamıştır. 1979 yılında
başlanan görüşmeler ile 550 otobüs konusunda anlaşılmıştır. Parti parti gelen
otobüslere ek olarak, “Magürt-İkarus” firmasının önermiş olduğu 1,5 milyon
dolarlık montaj fabrikasının da Levent otobüs garajında kurulması
kararlaştırılmıştır. Her biri 1 milyon 194 bin lira olan otobüslerin bedelleri,
Türkiye’nin
Macaristan’a
satacağı
mal
karşılığında
sayılması
62
kararlaştırılmıştır.
Aynı yıl İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana Belediyeleri ile İkarus
firmasının yetkilileri anlaşarak, Levent’teki garajı devlet desteği ile
fabrikaya dönüştürerek, yılda 500 araç yapmayı hedefleyerek,
belediyelerinin ihtiyaç duyduğu araçları bu yolla temin etmek istemişlerdir.63
Yine aynı gazetenin haberine göre ise, dış kaynaklı patentler altında
Türkiye’de otobüs üreten şirketler karşı çıkması ile bu girişim
engellenmiştir.64
Ayrıca Macaristan her yıl İzmir’de tertip edilen fuara düzenli olarak
katıldığı gibi Türkiye de Macaristan’da düzenlenen çeşitli fuarlara katılım
sağlamıştır. Bunun yanı sıra her iki ülke de, ikili görüşmeler çerçevesinde
karşılıklı ürün tanıtımı için oldukça yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu
faaliyetlerden bir örnek 19 Kasım 1987 tarihinde Macaristan’ın Eger
şehrinde sürekli satış yapacak bir “Türk Pazarı”nın kurulması olmuştur.65
İstanbul Ticaret Odası’nın 1983 yılında hazırlamış olduğu raporda,
Türkiye’nin Macaristan’dan kimyevi gübre ve tıbbî müstahsallar, gübreler,
fotoğraf ve sinema malzemeleri, suni plastik maddeleri, dökme demir, çelik,
alüminyum, kazanlar, makineler, elektirikli makine ve cihazlar ithal etmek
olduğunu ve buna karşı nohut, limon, mercimek, tütün, pamuk, boratlar,
pamuk ipliği ve tütün ihraç ettiğini görülmektedir.66
İki ülkenin ticarî ilişkileri, milletlerarası ticaretin genel eğilimlerine
uygun olarak devamlı bir şekilde gelişim göstermiş, Türkiye’nin ihracatında
tarım ürünleri ithalatında ise sanayi ürünleri büyük ölçüde pay sahibi
olmuştur.
62
Cumhuriyet, 1.3.1979, s. 1; Cumhuriyet, 14.10.1979, s. 7.
Cumhuriyet, 4.11.1979, s. 6.
64
Cumhuriyet, 9.12.1979, s. 5.
65
Macaristan’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ticari İlişkiler …, s. 47.
66
Macaristan, İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri.., s. 22.
63
46
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
3. Kültürel İlişkiler
Türk-Macar ilişkilerinin önemli bir ayağını teşkil eden kültürel
ilişkiler, iki ülkenin gelişen ilişkilerinin manzumesi içerisinde imtiyazlı bir
role sahiptir. Bunda Macaristan’daki Türkoloji kürsüsünün ve Ankara’daki
Hungaroloji kürsüsünün rolü yadsınamaz.
Macar bilim adamlarının, kendi geçmişleriyle ilişkilendirdikleri Türk
tarihi ile yakından ilgilenmeleri ve Türkoloji’yi “ulusal bilim” olarak kabul
etmeleri, Türk-Macar kültürel ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur.67
Türkoloji biliminin, Macaristan toprakları üzerinde doğmuş olması, TürkMacar ilişkilerinin daha da gelişmesini ve artarak devam etmesi yönünde
itici bir güç olmuştur. Türklerin tarihi, kültürü, dili ve edebiyatıyla yakından
ilgilenen Macar bilim adamları, çok sayıda çalışmaya imza atmışlar ve
bunun yanında birçok Türk bilim adamının da yetişmesini sağlamışlardır.
Edebiyat ve bilim, Türk-Macar kültürel işbirliğinin en verimli alanlarını
oluşturmuştur. Soğuk savaşın devam ettiği bu dönemde, tüm zorluklara
rağmen, iki ülke arasındaki ilişkilerin devamlılığı Türkoloji/Hungaroloji
kürsülerinin büyük gayretleri sayesinde olmuştur demek sanırız ki yanlış
olmaz.
Hungaroloji Kürsüsü,68 açıldığı yıllarda oldukça faal olarak çalışmış
ancak bu konuya büyük önem veren Atatürk’ün ölümü ardından ve onu
izleyen yıllarda II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle durağan bir hale
bürünmüştür. Kürsü, 1950’lere gelindiğinde soğuk savaştan payını almış ve
faaliyetleri neredeyse durma noktasına gelmiştir.
1963 yılında kürsünün kurucusu Prof. László Rásonyi’nin
Türkiye’ye dönmesiyle Hungaroloji Enstitüsü tekrar canlanmaya
başlamıştır.69 Rásonyi’nin iki dönem boyunca yapmış olduğu çalışmalar
şüphesiz, Hungaroloji Enstitüsü’nün gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu
dönemde ayrıca Macaristan’dan gelerek enstitü kadrosuna dâhil olan
67
Edit Tasnádi, “Budapeşte Üniversitesi’nde Türkoloji 125 Yıllık”, Türk Kültürü, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Sayı: 400, Yıl: 34, Ağustos 1996, s. 54.
68
Hungaroloji Kürsüsü’nün Türk-Macar ilişkilerine etkisi hakkında bkz: Şerif Baştav, “TürkMacar Münasebetlerinde Hungarolojinin Yeri”, Türkiye’de Sosyal Bilimlerin Gelişmesi ve
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sempozyumu: 24-26 Nisan 1996, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, s. 37-47.
69
BCA, 30.18.1.2, 168.7.17, Dosya: 27167/B.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
47
FATMA ÇALİK
Osmanlı Tarihçisi Kaldy Nagy70 ve lektör olarak görev yapan István Fekete
önemli katkılar sağlamıştır.71 Öğrenci sayısının 4-5’lere düştüğü bir
dönemden sonra 1969 yılına gelindiğinde enstitüde kayıtlı öğrenci sayısı
54’e kadar yükselmiştir.72
Macar Türkolojisinin iki ulus arasındaki kuvvetli bağı sağlayan
önemli bir faktör olduğunu belirtmiştik. Macar Türkolojisi ve Türkologlar,
Türkler ve Macarlar arasındaki ilişkilerin tarihten güç alacak şekilde ve çok
yönlü olarak gelişmesini sağlamıştır. Bu alana katkıda bulunan
şahsiyetlerden biri hiç şüphesiz ünlü Macar Türkolog György Hazai’dir.
1965 yılında onun girişimleriyle İstanbul, Ankara ve Tekirdağ’da “Tarihte
Türk-Macar Münasebetleri” temalı sergiler düzenlenmiştir. Sergilerde iki
ülke arasındaki kültürel ilişkiler çok yönlü olarak ele alınmıştır. Bu etkinlik
kapsamında arkeolojik bulgulardan, Türk folklorü hakkında yaptığı
çalışmalarla tanınan Ignác Kúnos’a, etno-müzik alanında dünyaca ün yapmış
Béla Bartók’un Türk halk müziği derlemelerine kadar Türk kültürüne dair
hafızalarda yer etmiş araştırmacıların eserlerine yer verilmiştir.73 Hazai
ayrıca bu etkinlik sürecinde, Tarih Boyunca Macar-Türk Bağları adlı,
geçmişten günümüze kadim Macar-Türk dostluğunun tarihini anlatan eserini
ziyaretçilere sunmuştur.
Macar Türkolojisi’ne yaptığı katkılar nedeniyle özel bir yere sahip
olması yanında, Türk-Macar ilişkilerinin geliştirilmesi adına da büyük
hizmetleri dokunan ve bu vesileyle 1958 yılında Türk Dil Kurumu’nun şeref
üyeliğine seçilen ünlü Macar Türkolog Gyula Németh,74 doğumunun 70. yılı
münasebetiyle Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından neşredilen “Németh
Armağanı”adlı eserle onurlandırılmıştır. Bu armağan eser, Türk bilim
çevrelerinin Macar Türkolojisi’ne karşı duydukları ilgiyi ve bu çalışmalara
biçilen değeri göstermesi açısından kayda değerdir.75
70
BCA, 30.18.1.2, 201.83.1, Dosya: 273.
BCA, 30.18.1.2, 254.51.13, Dosya: 27-31060.
72
Naciye Güngörmüş, “Hungarológia Törökorszagbán”, Congressus Oktavus İnternationalis
Fenno-Ugristaum Jyaskyla 10. 15.8.1995 Moderatores Jyvaskyla 1995, Hungarologische
Beitrage; Jyvaskyla, 1995, Sayı: 4, s. 30.
73
Taha Toros, “Türk-Macar Münasebetleri”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni,
Nisan-Mayıs 1964, s. 18. Milliyet, 23.1.1964, s. 6.
74
Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü/ 1. Yabancı Türkologlar, Türk Dil Kurumu Yayınları,
Ankara, 1998, s. 240.
75
Gyorgy Hazai, Tarih Boyunca Macar-Türk Bağları, Budapest 1963, s. 33.
71
48
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
İki ülke arasında yapılan karşılıklı bilimsel ziyaretler de bu dönemde
hız kazanmıştır. Bunlardan biri Cumhuriyet Dönemi Türk tarihçiliğinde
önemli bir yeri bulunan, aynı zamanda Türk-Macar ilişkilerine büyük
katkılar sağlayan Hungaroloji bölümünün ilk mezunlarından Prof. Dr. M.
Tayyib Gökbilgin’in 1961 yılında gerçekleştirmiş olduğu bir aylık
Macaristan ziyaretidir. Gökbilgin’in ziyareti sırasında edindiği izlenimler
çerçevesinde iki ülke arasındaki kültürel ilişkilerin geliştirilmesiyle ilgili
görüşlerini ve önerilerini ilgili makamlara iletmiştir.76 Ertesi yıl, Ankara
Üniversitesi Rektörü S. K. Yetkin’in başında bulunduğu bir grup
akademisyen Macaristan’ı ziyaret etmiştir. Aynı yıl Budapeşte Üniversitesi
Rektörü Gyula Ortutay’ın idaresinde bir grup Macar bilim adamı Türkiye’ye
gelerek iadei ziyarette bulunmuştur.77 Bu karşılıklı ziyaretler ve ilmi bağların
tazelenmesi, gelecek yıllardaki Türk-Macar bağlarının ve bilimsel
işbirliğinin geliştirilmesi açısından oldukça kayda değer girişimlerdir.
Macaristan’ın demir perde altında kaldığı dönemde ve özellikle de
1970’li yıllarda, bölgenin Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı dönem daha
ayrıntılı bir biçimde incelenme olanağına kavuşmuştur. Bu durumun ortaya
çıkmasında Macaristan’daki Türkoloji çalışmalarının yaratmış olduğu
kültürel atmosferin etkisi yanında, esas olarak 1945’ten sonra ülkede
yaşanan politik değişimler belirleyici olmuştur.78 Paleografya, filoloji ve
kaynak eserlerin basımı gibi kültürel faaliyetlerin Macaristan’daki yeni
ideolojiyi rahatsız etmemesi, araştırmacıların dikkatinin bu alana kaymasını
sağlamıştır. Bu dönemde Osmanlı dönemi Macaristan’ına ait birçok tahrir
defteri çevrilerek yayınlanmıştır. Bu çalışmalar neticesinde yayınlanan
eserler, iki ülkenin ilişkilerinde hissedilir bir etki yaratmıştır. Dönemin
Budapeşte Büyükelçisi İsmail Soysal’ın anılarında bu izleri görmek
mümkündür.79 Soysal, 1972 sonbaharında görev süresi dolup Ankara’ya
döneceği sırada, Macaristan Halk Cumhuriyeti Dış Kültür İlişkileri Enstitüsü
Başkanı’nın da girişimleriyle Géza Perjés’in Mohaç Savaşı’ndan sonraki on
beş yıllık dönemi ele alan eserinin Türkçeye tercüme edildiğini ifade
76
Tayyib Gökbilgin tarafından 10 Mart-13 Nisan 1961 yılında Macaristan seyahati sonrası
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı Kültürel
Münasebetler Genel Müdürlüğü ve Budapeşte Türk Elçiliğine sunulan rapor.
http://tayyibgokbilgin.info/seyahat-raporlari-monografi-tetkikleri/, (12.4.2015).
77
Hazai, a.g.e, s. 33-34.
78
Gábor Ágoston, Osmanlıda Strateji ve Askeri Güç, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s. 273274.
79
İsmail Soysal, “Mohaç Sonrası Türk-Macar Siyasal İlişkileri Üzerinde Macar Tarihçisi
Géza Perjés’in Bir Değerlendirmesi”, Belleten, Sayı: 157, Cilt: XL, Ocak 1976, s. 135-136.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
49
FATMA ÇALİK
etmektedir.80 Perjés’in bu eserinde Macaristan’da yaklaşık yüz elli yıl süren
Osmanlı hâkimiyeti döneminin oldukça objektif ve dengeli olarak
incelendiğini görmekteyiz.
Soysal ayrıca Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in 1970
yılındaki ziyaretinde, dönemin Macaristan Dışişleri Bakanı János Péter ile
aralarında geçen bir olayı nakletmektedir. Çağlayangil’in ziyareti şerefine
Siklós Şatosu’nda bir yemek tertip edilmiştir. Aynı zamanda eski bir
Kalvinist rahibi olan Péter, Çağlayangil’e Kanuni’nin bir Macar porselen
sanatçısına ait muhayyel portresini canlandıran bir tabağı hediye ederken
şunları söylemiştir; “Eğer Türk dönemi araya girmeseydi, bugün ben bu
sofrada sizlere belki de Macarca hitap edemeyecektim.”81 Bakan János Peter
daha önce de buna benzer demeçleri kendisi ile Budapeşte’de görüşen bir
Türk gazeteciye vermiştir. Gazete röportajından alıntılayacak olursak; 16.
yüzyılda Türklerin Macaristan’ı ele geçirmelerinin “Macarların varlığını
muhafaza etmesini sağladığını” belirtmiş ve: “şayet Türkler Macaristan’a
gelip 150 yıl kadar burada kalmasalardı, bugün Macaristan diye bir ülke
olmayacaktı. Çünkü daha 13. yüzyılda Avrupa’da başlamış olan
‘Almanlaştırma’ hareketi Macarları da yutacaktı. Transilvanya dahi
varlığını Türklerin işgaline borçludur. Macar milleti bunu bilmektedir”
demiştir.82
1970 yılı ayrıca Macaristan’da Türkoloji kürsüsünün kuruluşunun
100. yılıdır. Kürsünün kuruluşunun 100. yıldönümü dolayısıyla 14-15 Ekim
tarihlerinde düzenlenen kutlamalara Türkiye’den de bir heyet davet
edilmiştir. Tören günleri “Türk Haftası” olarak ilan edilmiş ve Macar Milli
Müzesi’nde tertip edilen sergide “Türklüğün Macarlıkla bin yılı aşkın
ilişkisi” çeşitli örneklerle yâd edilmiştir. Bu törene katılan isimlerden biri de
Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin olmuştur. Gökbilgin’in bu ziyareti ile ilgili
izlenimlerini kaleme aldığı yazısından öğrendiğimize göre, János Péter’in
benzeri bir tutumun bu tören sırasında da sergilendiği görülmektedir. Ünlü
Türkolog Gyula Kaldy-Nagy, Osmanlı tahrir defterleri üzerinde yapmış
olduğu çalışmalara dayanarak hazırlamış olduğu eserinde, Macaristan’ın
Osmanlı döneminde sömürülmediğini aksine, Mısır hazinesinden gelen
paranın önemli bir kısmının Macaristan’a aktırıldığını ifade etmiştir.
Aktarılan bu paranın kale ve şehirlerin ihtiyacı doğrultusunda harcandığını
80
Soysal, a.g.m., s. 127.
Soysal, a.g.m., s. 137-138.
82
Milliyet, 1.3.1970, s. 3; Bilal N. Şimşir, Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996,
s. 552.
81
50
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
ilave eden Kaldy-Nagy, bu dönemde Macaristan’da bulunan bir İngiliz
seyyahtan alıntı yaparak ülkenin refah durumuna işaret etmiştir.83
Bu dönemde iki ülke arasında kültürel ve bilimsel alana yönelik
işbirliğini geliştirmek adına bir takım anlaşmalar imzalanmıştır. Söz konusu
antlaşmalar iki ülkenin de katılmış olduğu Helsinki Nihai Senedi’nde
desteklenen ilkeler ve hükümler doğrultusunda olmuştur. 3-9 Temmuz 1976
tarihlerinde Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi Vahap
Aşiroğlu başkanlığında giden Türk heyeti “Kültür ve Bilimsel İşbirliği
Programı” adı altında iki yıl süreli bir antlaşma imzalamıştır.84 Böylelikle iki
ülkenin bilimsel ilişkileri daha kurumsal bir boyut kazanmıştır. Hiç kuşkusuz
bu antlaşma hem kültürel hem de bilimsel ilişkilerin ivme kazanmasına
neden olmuştur.
Bu programlar ile amaçlanan temel husus, iki ülke kültürünün
karşılıklı tanıtımı, bilimsel alanda yürütülen ortak faaliyetlerin temellerinin
atılması ve bunlara zemin hazırlanması olmuştur. Bu doğrultuda
gerçekleştirilen faaliyetlerden ilki 1978 yılında kurulan ve hala faaliyette
olan “Türk-Macar Tarihçileri Karma Komisyonu”dur.
1978 yılına gelindiğinde iki ülke arasında “Kültür ve Bilimsel
İşbirliği Programı” iki yıllık geçerli olmak üzere tekrar imzalanmıştır. İlki
ayağı Budapeşte’de imzalanan programın ikincisi Ankara’da, Macaristan
Büyükelçisi László Kosta ve Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Kültür ve
Enformasyon İşleri Yardımcısı Büyükelçi Vahap Aşıroğlu tarafından
imzalanmıştır. Ayrıca programda Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT)
ile Macaristan Radyo ve Televizyon Kurumları arasında karşılıklı işbirliğini
öngören bir de protokol imzalanması kararlaştırılmıştır. Programın
içeriğinde ayrıca iki ülkenin araştırmacılarına ve öğrencilerine burslar
verilmesi, üniversiteler ve bilimsel kuruluşlar arasında da öğrenci ve
akademik personel değişimi konuları ele alınmıştır. İki ülkenin kültürünün
tanıtılmasının hedeflendiği programda film haftalarından folklor alanlarına
kadar çok çeşitli sahalarda işbirliğinin yapılması öngörülmüştür.85
Programın imzalanmasından sonra, 21-31 Mart 1979 tarihlerinde
“Macar Kültür Haftası” düzenlenmiştir. Macaristan Kültür Bakanı Imre
83
Milliyet, 15.11.1970, s. 2.
BCA, 30.18.1.2, 356.153.7, Dosya: 112-57.
85
Cumhuriyet, 21.7.1978, s. 6.
84
BAED 4/2, (2015), 33-60.
51
FATMA ÇALİK
Pozagoy’un da katılmış olduğu etkinlik, Türk halkına Macar sanatını
yakından tanıma olanağı sağlamıştır. Ferenc Andras, Berna Kabay, Pál
Sándor gibi Macar yönetmenlerin filmlerinin yanı sıra, Kodaly Yaylı
Çalgılar Dörtlüsü ve Muzsikas Folk Topluluğu gibi grupların müzik
dinletileri sergilenmiştir. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde de on beş gün
süresince Macaristan ile ilintili Türkçe yapıtlar ve Macar edebiyatından
Türkçeye çevrilmiş eserlerinin tanıtıldığı bir sergi tertip edilmiştir.86
İki ülke arasında benzer bir program da 1981 yılında imzalanmıştır.
Üç yılı kapsayan bir dönem için imzalanan bu program yine benzer
çalışmaların iki ülke arasında devam etmesine yönelik hükümler
içermektedir.87 Bu program çerçevesinde karşılıklı sergiler açılmış, kültür
günleri düzenlenmiş, sinema haftaları tertip edilmiştir. İki ülke arasındaki
çağdaş kültürel bağların meydana gelmesinde ve güçlenerek devam
etmesinde bu antlaşmalar oldukça etkin bir rol oynamıştır.
Sovyet Bloğunda yaşanan sarsıntılar, iki ülkenin ilişkilerindeki
gelişmeyle kendisini hissettirmiştir. 80’li yıllar iki ülke arsındaki kültürel
alışverişin arttığı yıllar olmuştur. Atatürk’ün doğumunun 100. yıl dönümü
olan 1981 yılı Macaristan’da da çeşitli etkinliklerle kutlanmıştır. Körösi
Csoma Derneği, Macar Bilimler Akademisi Tarih ve Felsefe Bilimleri
Bölümü ve Lorand Eötvös Üniversitesi Türk Filolojisi Kürsüsü tarafından
ortaklaşa düzenlenen bir anma töreni düzenlenmiştir. Törene o tarihlerde
Budapeşte’de bulunan Türk-Macar Tarihçileri Karma Komisyonu üyeleri ve
Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın yanı sıra
Türkiye’nin Budapeşte Büyükelçisi Osman Başman ve Büyükelçilik
mensupları da katılmıştır. Ulu önder Atatürk’ün büyük bir hayranlık ve
saygıyla anıldığı bir dizi etkinlik gerçekleştirilmiştir.88
Bir sonraki yıl olan 1982’de ise, Macarların ulusal kahramanları olan
ve Macar tarihinde bıraktıkları derin izler yanında, Türk-Macar ilişkileri
açısından da önemli bir figür olan halk kahramanı Lajos Kossuth’un
Türkiye’de ikamet etmiş oldukları evler birer kültür müzesine
dönüştürülmüştür. Macar hükümetinin de destekleriyle müze haline gelen
86
Milliyet, 18.3.1979; Cumhuriyet, 21.3.1979, s. 8; Cumhuriyet, 21.3.1979, s. 8.
Macaristan’dan Görüntüler ve Macar-Türk İlişkileri, s. 9.
88
Géza David, Pál Fodor, “ Macaristan Bilimler Akademisinde Atatürk’ün 100. Doğum Yılı
Anma Töreni”, Belleten, Cilt: LXVII, Sayı: 249, Ankara 2005, s. 129-131.
87
52
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
ev, Macar Kültür Bakan Yardımcısı Ferenc Ratkai’nin katılımıyla
açılmıştır.89
Burada ele aldığımız dönem çerçevesinde iki ülkenin arasında
kültürel alanda imzalanan son anlaşma 5 Haziran 1989 tarihli, “Kültür,
Teknik-Bilimsel İşbirliği Antlaşması’dır. Ankara’da imzalanan bu anlaşma,
iki ülkenin kültür ve eğitim ilişkilerinin ahdî temelini oluşturmuştur.90 Bu
antlaşmanın temel hedefi, iki ülke arasındaki karşılıklı yayın akışı, öğrenci
ve araştırmacı değişimi ile ilgili yaşanan problemlerin son bulmasıdır.
Bu bölüm başlığı altında değinilmesi gereken bir diğer husus da
edebiyattır. Türkiye ve Macaristan edebiyatçılarının, karşılıklı ilişkilerinin
uzun soluklu serüvenine paralel olarak sahip oldukları politik, tarihî ve
kültürel bağlarla, iki ülkenin edebî yazınında da hissedilir bir etkileşim içine
girdikleri görülmektedir. Buna karşın Türk edebiyatının Macaristan’daki
çeviri süreci oldukça eskilere dayanmaktayken,91 Macar edebiyatının
Türkiye’de sistemli bir şekilde yayınlanmaya başlaması çok daha sonraları
gerçekleşmiştir. Behçet Necatigil’in belirttiğine göre Macar edebiyatından
ilk çeviri kitap 1940’ta yayımlanan İ. Lazar’ın Vesta Rahibesi (çev: Necmi
Seren) isimli romandır.92 Daha sonra Hasan Ali Yücel’in önderliğinde
başlatılan “Dünya Edebiyatı’ndan Tercümeler” yazı dizisi kapsamında
yayınlanan 510 kitaptan 31’i Macar edebiyatına aittir. Yücel’in başlatmış
olduğu bu çeviri çalışmalarında, çevirmenler arasında Hungaroloji
kürsüsünün mezunlarından olan Sadrettin Karatay, Necmi Seren, Sami N.
Özerdim, İbrahim Kafesoğlu ve Nilüfer Paran gibi isimlerde yer almıştır.93
1966 yılının ortalarına kadar Millî Eğitim Bakanlığı’nca çıkarılan
Tercüme dergisinde Macaristan ile birlikte hiçbir Balkan ülkesi
89
Cumhuriyet, 21.9.1982, s. 4.
Resmi Gazete, 31.8.1989, Sayı: 20268, s. 3-8.
91
Vural Yıldırım, “XIX. Yüzyıla Kadar Macar Edebiyatında Türkler”, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: 31, Sayı: 1, 2, s. 459.
92
Behçet Necatigil, “Balkan Ülkeleri Edebiyatlarından Türkçeye Çeviriler”, Türk Dili, Çeviri
Sorunları Özel Sayısı, 1 Temmuz 1978, Sayı: 322, s. 133.
93
N. Szabó József, “Magyar-Török Kulturális Kapcsolatok A Második Világháborút
Követően”, Világtörténet, 2004. Tavasz-Nyár. s. 54-55. Bu dönemde Macarca’dan Türkçeye
çevrilen eserlerden bazıları şunlardır; K. Mikes, Türkiye Mektupları (Sadrettin Karatay-Milli
Eğitim Basımevi (M.E.B.) 1946), M. Jokai, Altın Adam (F. Zahir Törümküney M.E.B. 1947),
M. Zsigmond, Tanrı Gözünden Irak (Sadrettin Karatay M.E.B. 1946), M. Jokai, Yeni Çiftlik
Sahibi (Sadrettin Karatay, M.E.B. 1948), F. Kölcsey, Öğütler (Necmi Seren, M.E.B.
1949)’dir.
90
BAED 4/2, (2015), 33-60.
53
FATMA ÇALİK
edebiyatından çevirinin yer almadığı görülmektedir. Yalnız yine Bakanlığın,
Dünya Edebiyatından Tercümeler dizisinden kitapların çevrildiği
belirtilmektedir. Yayınlanan listede 1970’li yıllardan sonra söz konusu
çevirilerin arttığı görülmektedir.94
Macaristan’da durumun, Türkiye’ye göre daha iyi olduğu görülüyor.
Türkolog Edit Tasnádi’nin belirttiğine göre, II. Dünya Savaşı’ndan sonra
Türk edebiyatına olan ilginin azalmadığı, Türk edebiyatı örneklerinin başka
dillerden de olsa tercümelerinin yapıldığı görülmektedir.95 Macaristan’da
1958 yılında Türk masallarının derlemesi, 1961’de de Türk şiiri antolojisi
hazırlanmıştır.96 Macarcaya en çok eseri çevrilen Türk şairinin Nazım
Hikmet, nesir alanında ise en çok eseri tercüme edilen yazarı ise Aziz Nesin
olduğu ifade edilmektedir. Tasnádi, aynı zamanda kendisinin de birçok
tiyatro eserini Macarcaya çevirdiğini belirtmektedir.97 Tasnádi
Macaristan’da radyo programı yaptığı yıllarda Dünya Edebiyatından
Yaşayan Çağdaş Yazarlar ve Şairler programda on hafta süreyle Türk
Edebiyatı’na da yer vermiştir.98
Soğuk Savaş döneminin yaratmış olduğu olumsuzluklar, edebiyat
alanında da kendisini hissettirmiştir. İki ülke karşı ideolojileri benimsediği
için birbirlerinin edebi yazınını birer tehdit olarak algılamışlar ve yayın akışı
üzerinde çok ciddi bir denetim uygulamışlardır. İki ülke de bu dönemde
yayınlar üzerine yasaklar konmuştur.99
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren genç Türkiye’nin
modernizasyonunda görev alan Macar uzmanların çalışmaları -Atatürk
dönemi kadar yoğun olmasa da- bu dönemde de devam etmiştir.100 Az sayıda
da olsa çeşitli nedenlerle gelen -özellikle 1956 İhtilali sırasında- Macarlar
94
Necatigil, a.g.m., s. 134-136.
Edit Tasnádi, “Macaristan’da Türk Edebiyatı”, Türk Kültürü, Yıl: XXXIV, Sayı: 398, s.
375.
96
Hazai, a.g.m., s. 45.
97
Tasnádi, a.g.m., s. 375.
98
Cumhuriyet, 13.5.1988, s. 4.
99
BCA, 30.18.1.2, 117,75.19, Dosya: 52-84; BCA, 30.18.01.02, 127,95.9, Dosya: 52-253;
BCA, 30.18.01.02, 127,95.9, Dosya: 52-185.
100
Bu dönemde ki uzmanlar için bkz. Fatma Çalik, Türkiye-Macaristan İlişkileri (19391989), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Melek Çolak, Muğla 2013, s. 96-116.
95
54
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
arasında ülkesine dönmeyip kardeş ülke Türkiye’de hayatına devam edenler
de bulunmaktadır.101
Sonuç
Siyasî terminolojide “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönemde,
Türkiye dış politikada Batı Blok’u ülkeleri arasında yer almıştır. Macaristan
ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir Sovyet bağdaşığı haline gelmiş, dış
politikada Moskova’nın tutumunu yakından takip etmiştir. Ele almış
olduğumuz bu dönemde, iki ülke arasındaki ilişkiler, uluslararası siyasî
konjonktürde farklı kutuplarda yer almalarına rağmen, kalıcı izler bırakacak
bir karşıtlık boyutuna taşınmamıştır. Bunun aksine geleneksel bir dostluğa
dayanan Türk-Macar politik ilişkilerinde yapıcı bir tutum sergilemiştir.
Özellikle her iki ülkenin de çift kutuplu dünya düzeninde birbirleriyle
yakınlık kurma gayretinde oldukları ve birbirlerine mümkün mertebe destek
olmaya çalıştıkları görülmüştür.
II. Dünya Savaşı biter bitmez iki ülkenin de politik ilişkilerini
yeniden tesis edip geliştirmek istemesi, Türk ve Macar halkları arasında
tarihten gelen dostluk bağların bir tezahürüdür. Söz konusu dönemde, iki
ülkenin ilişkilerini şekillendiren ana etken, doğu-batı blokları arasındaki
gelişmeler ve bilhassa da Türk-Rus ilişkilerinin seyri olmuştur. Cumhuriyet
döneminde hızlı bir şekilde gelişen Türkiye-Macaristan ilişkileri, soğuk
savaşla birlikte yeniden bir durgunluk dönemine girmiştir. Özellikle iki
ülkenin diplomatik ilişkileri 70’li yıllara kadar oldukça durağan geçmiştir.
1970’lerden sonra, “gulâş komünizmi” olarak da isimlendirilen, János Kádár
yönetiminin yavaş yavaş sosyalist dogmadan uzaklaşarak kabuk değiştirmesi
ve bloklar arası yumuşama, iki ülkenin ilişkilerinde ivme yaratmıştır. İki
ülke arasındaki ziyaretler, devlet başkanları düzeyine yükseltildikten sonra
ilişkilerde ilerlemeler kaydedilmeye başlanmıştır.
Soğuk Savaş’ın oluşturduğu atmosfer dolayısıyla iki ülkenin iktisadî
ilişkileri de istenilen düzeye ulaşamamıştır. Ticaret dengesi genel olarak
Türkiye aleyhine açık vermiş ve genel ticaret hacmi içinde Türkiye’nin
ihracatı düşük düzeylerde kalmıştır. İki ülke arasında imzalanan “Uzun
101
Mária Nyiri, “Oldukça Uzak Geçmişten Başlayarak 1996’ya Kadar “Tarih Boyunca TürkMacar İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 149, Nisan 2004, s.
219.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
55
FATMA ÇALİK
Vadeli Ekonomik, Teknik, Sınai ve Bilimsel İşbirliği Antlaşması” ile kurulan
“Karma Ekonomik Komisyonu” ile ticarî ilişkiler ortak kuramsal bir
mekanizmaya bağlanmış, böylelikle iktisadî ilişkilerin arttırılması
hedeflenmiştir. İki ülke de karşılıklı olarak ticarî fuarlara katılmış, aynı
zamanda iki ülkenin ticaret odaları aralarında karşılık ziyaretler tertip ederek
ekonomik alanında ilerleme kaydetmesi için çalışmalar yapılmıştır.
Türkiye ve Macaristan ilişkilerinin söz konusu dönemdeki seyri ele
alındığında en verimli alanın kültürel ve bilimsel ilişkiler olduğu net bir
biçimde anlaşılacaktır. Özellikle Türkoloji çalışmalarının ortaya koymuş
olduğu veriler, Macaristan’da “dost Türk” imajı yaratmış, Türk kültürüne ve
Türkiye’ye karşı ilginin artmasına vesile olmuştur. İki ülke arasında
imzalanan anlaşma ve protokollere işbirliğinin bu alanda da geliştirilmesi
durumu daha da perçinlemiştir. Denilebilir ki, bu iki ulus arasındaki kuvvetli
bağlantıyı sağlayan en önemli faktör, Macar Türkolojisi olmuştur. İki
ülkenin kadim dostluğunun temelleri, ortak tarihe ve kültüre dayanmakta bu
noktada da Macaristan’daki Türkoloji ve Türkiye’deki Hungaroloji
çalışmaları kilit rol oynamaktadır. İki kürsü arasında karşılıklı öğrenci ve
öğretim elemanı değişimi, yayın akışı ile ilgili ilişkiler her fırsatta daha ileri
bir aşamaya götürülmüştür. Soğuk Savaş’ın yarattığı gergin ortamda sınırlı
kalan ilişkiler 80’li yıllardan itibaren Doğu Bloku’nda yaşanan çatırdamalara
paralel olarak hızlanmıştır. Bu dönemde imzalanan anlaşmalar ile Türkiye ve
Macaristan arasında geleceğe uzanan çağdaş bağlar oluşturulmuştur.
KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA)
Muamelat Genel Müdürlüğü
Bakanlar Kurulu Kararları
Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü Fonu
Yayınlanmış Arşiv Belgeleri
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 18, Yasama Yılı: 2, 34’üncü
Birleşim.
56
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
Gazeteler
Cumhuriyet
Milliyet
Resmî Gazete
Kaynak ve Araştırma Eserler
AKBULUT, Dursun Ali, “Çöken Devlet”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi,
Atatürk Araştırma Merkezi, 2008, ss. 131-157.
AKSEL, Sevgi Can Yağcı, “Türk Basınında 1956 Macar İhtilali: Hürriyet,
Cumhuriyet, Ulus ve Zafer’de Haber Sunumuna İlişkin Uzlaşma ve
Ayrışmalar”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı: 39 / Güz 2014, ss.
90-112.
BAŞTAV, Şerif, “Türk-Macar Münasebetlerinde Hungarolojinin Yeri”,
Türkiye’de Sosyal Bilimlerin Gelişmesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Sempozyumu: 24-26 Nisan 1996, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Yayınları, ss. 37-47.
CİLLOV, Haluk, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret
Gazetesi, 21.1.1977.
________, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi,
12.11.1982.
ÇALİK, Fatma, Türkiye-Macaristan İlişkileri 1939-1989, Muğla Sıtkı
Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Danışman: Prof. Dr. Melek
Çolak, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla 2013.
ÇOLAK, Melek, 1956 Macar İhtilali ve Türkiye, Nehir Yayınları, İstanbul
2009.
________, “Macar Yahudileri ve Türkiye”, Karadeniz Araştırmaları, Güz
2010, Sayı: 27, ss. 77-87.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
57
FATMA ÇALİK
DAVID, Géza, FODOR, Pál, “Macaristan Bilimler Akademisinde
Atatürk’ün 100. Doğum Yılı Anma Töreni”, Belleten, Cilt: LXVII, Sayı:
249, Ankara 2005, ss. 129-131.
EREN, Hasan, Türklük Bilimi Sözlüğü/1. Yabancı Türkologlar, Türk Dil
Kurumu Yayınları, Ankara 1988.
ERKUN, Fethi Vecdet, Budapeşte’den Ankara’ya, Türk-Macar Dostluk
Derneği Yayınları: 2, Temmuz 1999.
ERGÜN, Mehmet, 1956 Macar İhtilali, Akşam Kitap Kulübü Serisi No: 34,
İstanbul 1967.
FEJTÖ, Francois, 1956 Macar İhtilali: İlk Antitotaliter İhtilal, Bilge Kültür
Sanat Yayınları, (çev: Fazıl Bülent Kocamemi), İstanbul 2012.
GÜNGÖRMÜŞ, Naciye, Macaristan’da Değişim ve Demokrasiye Geçiş
(1989-2009), Köksav Yayınları, Ankara 2010.
“Hungarológia Törökorszagbán”, Congressus
Oktavus
İnternationalis Fenno-Ugristaum Jyaskyla 10. 15.8.1995 Moderatores
Jyvaskyla 1995, Hungarologische Beitrage; Jyvaskyla, 1995, Sayı: 4, ss. 2831.
________,
HAZAİ, Gyorgy, Tarih Botunca Macar-Türk Bağları, Budapest 1963.
JÓZSEF, N. Szabó, “Magyar-Török Kulturális Kapcsolatok A Második
Világháborút Követően”, Világtörténet, 2004. Tavasz-Nyár, ss. 53-62.
KAMEL, Ayhan, “II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk-Rus İlişkileri”,
Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Yayınevi,
Ankara 1999, ss. 409-420.
Macaristan’dan Görüntüler ve Macar-Türk
Cumhuriyeti Büyükelçiliği, Ankara 1984.
İlişkileri,
Macar
Halk
Macaristan, İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri Dizisi No. 29, İstanbul
1983.
58
BAED 4/2, (2015), 33-60.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ
Macaristan’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ticari İlişkiler 1987
yılı Raporu, T.C. Başbakanlık Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Ekonomik
Araştırmalar ve Değerlendirmeler Genel Müdürlüğü.
MOLNÁR, Miklós, A Concise History of Hungary, (Translated by Anna
Magyar), Cambridge University Press, Sixth Printing, Cambridge 2009.
NECATİGİL, Behçet, “Balkan Ülkeleri Edebiyatlarından Türkçeye
Çeviriler”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sayısı, 1 Temmuz 1978, Sayı:
322.
NYIRI, Mária, “Oldukça Uzak Geçmişten Başlayarak 1996’ya Kadar Tarih
Boyunca Türk-Macar İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Tarihi
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2004, s. 211-222.
________, Atatürk ve Macaristan’da Bulunan Türkler ile Türkiye’de Bulunan
Macarlar, 20-21 Mayıs 1991 Bakü.
Odalar Birliğince Teşkil Edilen Ticaret Heyetinin Macaristan Ziyareti
Hakkında Rapor, İstanbul Ticaret Odası, Temmuz 1964, İstanbul.
SESYILMAZ, Tarık Burhan, “Macaristan’ın Dış Ticareti ve Türkiye ile
Ticari Münasebetleri”, Türkiye İktisat Gazetesi, 14.9.1967, s. 3.
SOYSAL, İsmail, “Mohaç Sonrası Türk-Macar Siyasal İlişkileri Üzerinde
Macar Tarihçisi Géza Perjés’in Bir Değerlendirmesi”, Belleten, Sayı: 157,
Cilt: XL, Ocak 1976, s. 127-138.
SZÉKELY, András, A Brief History of Hungary, Translated: Elek Helvey,
Archives of Corniva Kiadó, 4th Edition, Budapest 1973.
ŞİMŞİR, Bilal N., Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996.
TASNADİ, Edit, “Budapeşte Üniversitesi’nde Türkoloji 125 Yıllık”, Türk
Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Sayı: 400, Yıl: 34, Ağustos
1996, ss. 54-55.
________, “Macaristan’da Türk Edebiyatı”, Türk Kültürü, Yıl: XXXIV, Sayı:
398, ss. 371-375.
BAED 4/2, (2015), 33-60.
59
FATMA ÇALİK
TİRYAKİOĞLU, İbrahim Ethem, “Dünkü ve Bugünkü Türk-Macar
İlişkileri”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi,
Sayı: 263, Yıl: 96, Ankara, Eylül 1977, ss. 39.
TOROS, Taha, “Türk-Macar Münasebetleri”, Türkiye Turing ve Otomobil
Kurumu Belleteni, Nisan-Mayıs 1964, ss. 18-20.
YILDIRIM, Vural, “XIX. Yüzyıla Kadar Macar Edebiyatında Türkler”,
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: 31, Sayı:
1. 2, 459.
İnternet Kaynakları
SARAL, Emre; Türkiye Macaristan Dostluk Antlaşması (18 Aralık 1923),
http://turkinfo.hu/2015/03/21/turkiye-macaristan-dostluk-antlasmasi-18aralik1923-emre-saral/, (5.4.2015).
http://tayyibgokbilgin.info/seyahat-raporlari-monografi-tetkikleri/,
(12.4.2015).
60
BAED 4/2, (2015), 33-60.
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015,
ss. 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
Meral JAHJAİ*
ÖZET
Peygamber efendimize duyulan sevginin ifadesi olarak meydana gelen,
gelişen ve canlılığını yitirmeden hayatiyetini devam ettiren mevlid yazma ve okuma
geleneği, diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi Arnavut halkın arasında da
varlık bulmuş ve gerek yazılı eser olarak ve gerekse kutlama merasimi olarak
kültürel hayatta geniş bir yer edinmiştir.
Kurumsal organizasyonlarda dȋnȋ hayatı canlandırmak, bireysel planda ise
hayatın her safhasındaki değişimleri vurgulama ve anlamlandırma aracı olarak
görülen mevlidler, önceleri daha çok Türkçe icra edilmekteydi. Ancak bu kültür ile
tanıştıktan sonra, güzel söz söyleme kabiliyeti olanların bu alanda da söz
söylemekten kendilerini alamaması sonucu Arnavutçada zengin bir eser birikimi
ortaya çıkmıştır. Eğitici karakterinin yanısıra insanların Efendisi Hz. Peygamber’in
ismini yaşatmak, onu anmak, ona duâ etmek ve dolayısıyla da şefaatine nâil olmak
umudu, Mevlid’in zaman ve mekân içerisinde geniş bir yayılıma sahip gelenek
olarak yer etmesini ve canlılığını yitirmeden varlığını sürdürebilmesini sağlamıştır.
Burada, tespit edilen mevlidler ve son dönem yürütülen çalışmaların
ışığında kültür ve edebiyatımızın bir parçası olan Mevlid’in Arnavut geleneğindeki
gelişim seyri ele alınıp değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Mevlid, Arnavut, Edebiyat, Kutlama.
TRADITION OF WRITING MAWLID IN ALBANIAN
CULTURE AND LITERATURE
ABSTRACT
Similar to other Muslim communities, mawlid occurs as the expression of
love for our Prophet in the Albanian community. Recently, it has gained a wider
place in cultural life as the written work or celebration ceremony.
*
Uzman, Trakya Üniversitesi
[email protected].
Balkan
Araştırma
Enstitüsü,
Edirne,
E-mektup:
61
MERAL JAHJAİ
Mawlid is used to revive the religious life and in individual plans as
signification tool for changes in all stages of life. In the beginning, it was performed
in Turkish. In the passage of time, it started to be performed in Albanian which
contributed to the accumulation of mawlids among the Albanians. Besides its
educational character, mawlid is also a source of hope to gain intercession from Hz.
Muhammed (s.a.v.), keep his name alive and commemorating him. This is one of
the main motives behind survival and popularity of mawlid among the Albanian
Muslims.
In the light of texts of mawlids and latest research related with it, this study
aims to focus on the development of mawlid as a part of the Albanian culture.
Keywords: Mawlid, Albanian, Literature, Celebration.
Giriş
Peygamber efendimize duyulan sevginin ifadesi olarak meydana
gelen, gelişen ve canlılığını yitirmeden hayatiyetini devam ettiren mevlid
yazma ve okuma geleneği, diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi
Arnavut halkın arasında da varlık bulmuş ve gerek yazılı eser olarak ve
gerekse kutlama merasimi olarak kültürel hayatta geniş bir yer edinmiştir.
Bunun başlıca nedenleri arasında şüphe yok ki Peygamber efendimize
duyulan sevgi, saygı ve “ilâhî iradenin bu yönde olduğu” intibaını bırakan
nasların bulunmasıdır.
Kutlama merasimi ve duygu paylaşımı ile özdeşleşmesi mevlide çok
geniş bir yayılma alanı sağlamıştır. Dolayısıyla mevlidi sadece camilerde
değil, güzel bir adet anlayışı ile evlere de taşınmış olarak görmekteyiz.
Arapça kökenli olan mevlid kelimesi, ism-i zaman ve ism-i mekân
olup doğum, doğum yeri ve herhangi birinin doğduğu zaman anlamına
gelmektedir. Terim olarak ise Hz. Muhammed’in doğum yeri ve zamanı;
Hz. Peygamber’in doğumu münasebetiyle yapılan merâsimler ve bu
merâsimlerde okunan metinler için kullanılan özel bir ad olmuştur.1
Mevlid, Peygamber efendimizin doğumunu anlatan hem edebî bir
tür hem de kutlama geleneği olarak İslam diniyle şereflenen toplumların
gerek edebiyatında gerekse kültürel hayatında önemli bir yer edinmiştir.
Müslümanlar, Peygamber efendimizin doğduğu geceyi tabiin devrinden beri
kutlarlar. Fakirlere sadaka vermek, yoksullara yemek ikram etmek, Kurʻan
1
Necla Pekolcay, Mevlid, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1997, s. 1.
62
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
okumak, çokça salavat getirmek ve nafile namaz kılmak gibi çeşitli
ibadetlerle bu geceyi ihya ederler. Kaynakların bildirdiğine göre, hicrȋ
üçüncü asrın başlarından itibaren, bazı sufi gruplar, bu geceyi cemaat
halinde kutlamaya başlamışlardı. Halk arasında yaygın hale gelen bu
kutlamaları daha sonra devletler de sahiplenmektedir. İlk olarak Mısır
Fatımî devleti, mevlid kandilini, resmî bayram ilan etmiştir ve muhteşem
törenlerle kutlamaya başlamıştır. Ancak bu dönemlerde okunmak üzere
belirlenmiş bir eserden bahsedilmediği gibi, toplumda saygılanan başka
kimselerin de doğumunu kutlamayı içine alacak şekilde daha geniş anlam
yüklenmekteydi.2
Rebiülevvel ayı boyunca süren bu kutlamalarda, camiilerde ilim
meclisleri kurulur, güzel sesli hafızlar Kurʻan okur, meydanlarda hatipler
Peygamber efendimiz ve Ehli Beyt ile ilgili menkıbeler anlatır, kazanlar
kurulur fakir fukaraya bir ay boyunca aş dağıtılırdı. Bir ara resmȋ mevlid
merasimleri yasaklansa da, Erbil Atabeği Muzafferüddin Kökböri (11901233) zamanında tekrar resmȋ olarak icra edilmeye başlamıştır. Yeniden
başlayan pek ihtişamlı ve parlak olan bu mevlid merasimlerinde, Endülüs’ün
ünlü hadis âlimi İbn Dihye (ö. 1236)’nin, İslam âleminde ilk mevlid
manzumesi olarak kabul edilen Kitâbü’t-Tenvîr fî Mevlîdi’s-Sirâci’l-Münîr
adlı eseri okunmuştur.3
Türk İslam Edebiyatı’nda, kütüphanelerde tespit edildiği üzere iki
yüzden fazla mevlid eseri bulunmaktadır. Kaynaklarda açık bir bilgi yer
almamakla birlikte, yaygın olarak kabul edilen görüşe göre Süleyman
Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı mesnevi bu
alanda yazılmış olan ilk eserdir. Ancak Türk Edebiyatı’nda bundan önce de
içerik ve şekil itibariyle mevlid benzeri eserlerin varlığı bilinmektedir.
Ahmed Fakih’e (ö. 650/1252) ait Çarhnâme ile Erzurumlu Mustafa Darîr’in
Tercüme-i Siyer-i Nebî’nin (yazılışı: 790/1388) manzum kısımları yer yer
mevlidi hatırlatmaktadır. Osmanlı coğrafyasında en çok yayılan ve okunan
mevlid ise şüphe yok ki, Sultan Yıldırım Bayezid Han’ın imamı olan
Süleyman Çelebi’nin (ö. 1410) Vesîletü’n-Necât isimli eseridir.4
Zamanla Türkler arasında da rağbet kazanan mevlidler, resmî
2
İsmail Durmuş, “Arap Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004, s.
481; Hasan Kaleshi, Mevludi te shqiptaret, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996, s. 63-64.
3
Durmuş, a.g.e., s. 480; Nuri Özcan, Türk Din Mûsikîsi Ders Notları, İstanbul 2001, s. 36.
4
Hasan Aksoy, “Türk Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004, s.
482.
BAED 4/2, (2015), 61-84.
63
MERAL JAHJAİ
merâsim olarak III. Murad (1574-1595) döneminde kutlanmaya
başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin yükselişte olduğu yıllarda mevlid
merasimleri oldukça debdebeli ve teferruatlı bir biçimde gerçekleşiyordu.
Saray, konak ve evlerde yapılan mevlidlerin yanısıra selatin camilerinden
birinde, Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi, padişahın da katıldığı bir
merasim düzenleniyor, bu merasimde devrin en ünlü mevlidhanları
tarafından mevlid okunuyordu. Tören sırasında şerbet ve şeker dağıtılıyor,
tören sonunda da mevlidhanlara kıymetli hediyeler veriliyordu. Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerinde bu törenlerin saray içinde de düzenlenmeye
başlandığı bildirilmektedir.5
Arnavut Kültüründe Mevlidin Dünü ve Bugünü
Mevlid, bu kültür ile Osmanlılar sayesinde tanışan Balkan
halklarında da özelde Peygamber efendimizin doğum yıl dönümünü genelde
ise dinî özellik taşıyan bazı münasebetleri de içine alacak şekilde geniş bir
anlam ifade etmiştir.6
Arnavut halkını mevlid ile ilk tanıştıran Süleyman Çelebi’nin eseri
olsa da bir süre sonra şair ruhlu din adamları ya bu eseri tercüme etme
yoluna gitmiş ya da buna benzer Arnavutça bir mevlid metni yazmaya
çalışmıştır. Bunun halk arasında benimsenmesi okur yazarlığın yaygın
olmadığı dönemlerde dinȋ eğiticilik rolünü eda etmesini de sağlamıştır.
Arnavutlar arasında mevlidin okunmasına ne zaman başladığı
hakkında elimizde kesin veriler bulunmamaktadır. Hasan Kaleshi, mevlidin
18. asırdan önce okunmuş olma ihtimalinin bulunmaması gerektiğini ileri
sürer. Bunun nedeni olarak da bilindiği gibi Arnavutların çoğunun
İslamiyeti kabul etmesinin 18. asırda gerçekleşmiş olduğunu ileri
sürmesidir.7
Bilinen o ki Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Vesiletü’nNecat adlı mevlid, bu topraklarda uzun bir süre okunmuş ve çok sevilmiştir.
Daha sonraları yerel dillere çevrilmiş nazireleri ile yer değiştirmeye
5
Mehmet Şeker, “Osmanlılar’da Mevlid Törenleri”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX,
Ankara 2004, s. 480.
6
Muhammed Aruçi, “Balkanlarda Mevlid Geleneği”, Istanbul Müftülüğü Dergisi, TDV
Yayınları, Ankara 2007, s. 68.
7
Hasan Kaleshi, Mevludi te shqiptaret, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996, s. 64.
64
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
başlamaktadır.8 Yapılan araştırmalar sonucu Polog vadisinde, iki dünya
savaşı arası ve öncesinde Arnavutça mevlid okuyanların sayısının çok az
olduğu görülmektedir. Okuyanların neredeyse hepsinin de Türk dilinde
okumayı tercih ettikleri bilgisi aktarılmaktadır.9
Bir kutlama merasimi olarak mevlid hem kurumsal hem de bireysel
kutlamalarda yer almaktadır. Kurumsal kutlamalarda sadece Peygamber
efendimizin (s.a.v.) doğum gecesi ve ayı ile sınırlı kalmamış, diğer mübarek
gecelerde de kutlama merasimlerinde camilerde mevlid okunmuştur. Ama
özellikle “Mevlid Ayı” olarak bilinen Rebiülevvel ayı girdiğinde camii
hocaları hutbelerde, vaazlarda bu ay hakkında bilgi verip halka önemli bir
kutlamanın eşiğinde olduklarını bildirirlerdi. Bu ayı en güzel şekilde
karşılamalarını tavsiye mahiyetindeki vaazları hem dinȋ hayatın hem de
kutlama geleneğinin sürdürülebilir canlılığa kavuşmasını sağlamıştır. Halk
arasında “Mevlid Gecesi” olarak bilinen 12 Rebiülevvel geldiğinde merkezî
camilerde Peygamber efendimizin doğumunu kutlamak için mevlidler
düzenlenmiştir. Mevlitten önce bir hoca efendi Peygamber efendimizin
hayatını, çağrısını anlatan bir vaaz tutar. Bu vaazlar sayesindedir ki halk,
hem eğitimin hem de okur yazarlığın çok yaygın olmadığı dönemlerde
Peygamber efendimizin hayatı, faaliyetleri, başarıları, ailesi ve ashabı
hakkında bilgi sahibi olma imkanına kavuşmuştur. Camide duyduklarını ev
halkına anlatmış böylece şifȃhȋ bir şekilde nesilden nesile bilgi aktarımı
sağlanmıştır. Bilgilendirici olduğu kadar eğitici karakterde de olan bu
vaazlardan sonra hoca efendiler, yüzleri cemaate dönük olacak şekilde hilal
şeklinde dizilir ve sesi güzel hafızlar merasime başlar. Kurʻan-ı Kerim
tilaveti ve salavatlarla başladıktan sonra mevlidin önemini anlatan mevlid
kasidesi okunur. Mevlid bahirlere ayrılmış vaziyettedir ve her bahirden
sonra salavatlar, topluca ve sesli zikredilir. Tevhid bahrinden sonra mevlid
yazarının isteği doğrultusunda ruhuna bir Fatiha ihsan edilir. Vilâdet
bahrinde, Peygamber efendimizin kutlu doğumunun anlatıldığı beyitlerde
cemaat hürmeten ayağa kalkar ve tekbir salavat zikreder. Mevlid merasimi
8
Aruçi, a.g.m., s. 69; H. Kaleshi, “Albanska Aljamijado Knjiẑevnost”, Prilozi za Orijentalnu
Filologiju, Sarajevo 1970, s. 66; Feti Mehdiu, Mevludi–Lindja e Pejgamberit, Prishtinȅ 1992,
s. 32.
9
Elez İsmaili, “Mevludi ne treven e Pollogut-dikur dhe sot”, Mevludi Tek Shqiptarȅt,
Pȅrmbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtinȅ, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, s.
149-151; Elez İsmaili sunumunda ilginc sayılabilecek bir bilgi aktarmaktadır. “Polog
nahiyesinde mevlidin tercümesi bazıları tarafından hoş karşılanmamıştı, çünkü onlara göre
“Türkçe Allah katında daha makbul bir lisandır.”, aynı eser, s. 155.
BAED 4/2, (2015), 61-84.
65
MERAL JAHJAİ
Kurʻan-ı Kerim tilavetiyle ve mevlit duasıyla son bulmaktadır.10
Bireysel kutlamalarda da halk, mevlidi bütün merasimlerine dahil
etmiştir. Yeni doğan çocuğun sevincini, çocuğunu sünnet ettirirken, hac
farizasını eda edip geri döndüklerinde ve bunun gibi hayırlı vesilelerle hep
mevlid okutulmuştur. Ölünün ardından da mevlid okutulması, mevlidin hem
sevinci paylaşımda hem de acının dindirilmesinde yer aldığının bir
göstergesidir. Her aile en az senede bir defa mevlid okutmaya gayret
etmiştir. Hatta şekerin kıt olduğu yıllarda aileler mevlid merasiminde şeker
olsun diye yıl boyunca şekeri ölçülü kullanmak zorunda kalmışlardır.
Rebiülevvel ayı mevlid ayı olarak bilinmiş hatta bu ayda doğan çocuklara
“Mevlüt” veya “Mevludin” ismi verilmiştir. 11
Şairler ve şiir yazma kabiliyeti olan din adamları da edebiyata
“Mevlid” diye bir tür kazandırmaya çalışmışlardı. Bu araştırma vesilesiyle
yirmiye yakın yazılmış olan “Mevlid” ile tanışma imkanı bulduk. Büyük bir
aşk ve adanmışlığın eseri olan bu mevlidlerde yazarlar Peygamber
efendimize ait bilgileri en üst sanatsal seviyede ifade etmeye çalışmışlardır.
Njeri je njeri, Perendi je s'themi / İnsansın insan, sana ilâh demeyiz
Po je aq' i madh sa s'e merr dot kalemi. / Lȃkin, o kadar ulusun ki
kalemle ifade edemeyiz.
Hafız Ali Korça
Yirminin üzerinde olan Arnavutça mevlidler yazıldığı bölgede
yayılma ve etki oluşturma imkanı bulmuştur. Örneğin güneyli olan ilk
mevlid yazarı Hasan Züko Kamberi’nin yazdığı mevlid güneyde ve Çam
bölgesinde okunmuş ve yayılma imkanı bulmuştur. Kosovalı olan Tahir
Popova’nın mevlidi de Kosova ve Makedonya’nın bir bölümünde okunmuş
ve hala da okunmaya devam edilmektedir.12
Osmanlılar vasıtasıyla İslam dini ile buluşan Arnavutların arasında
mevlid bir yandan dinȋ coşkuyu canlı tutarken aynı zamanda düzenli bir
eğitimin olmadığı o dönemlerde konusu itibariyle içine aldığı İslam
10
Ramadan Shkodra, “Manifestimi i Mevludit Nȅ Kosovȅ”, Mevludi tek shqiptaret,
Permbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtine, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, s.
63-74.
11
Aruçi, a.g.m., s. 70; İsmaili, a.g.e, s. 152-155.
12
Nehat Krasniqi, “Mevludet nȅ letȅrsinȅ shqiptare me alfabet arab”, Dituria Islame, 1991, s.
24.
66
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
akaidinin temel direği olan tevhid inancı, Hz. Muhammed’in hayatı,
mucizeleri ve üstün ahlakının anlatılması sebebiyle halkın onu bir eğitim
öğretim metodu olarak benimsediğini görmekteyiz. Mevlid’in yerel dilde
olması etkisini daha da artırmıştır. Dinlediğini anlıyor olmak ezberlenmesini
kolaylaştırıyordu, bu da gerek yayıncılığın gerekse okur yazarlığın yaygın
olmadığı bir dönemde yayılışını ve hayatiyetini sağlamıştır.13 Öyle ki
komünist diktatörlüğün etkisiyle camiler, medreseler kapatılırken halkın
gönlünde muhafaza edilen mevlidlere nüfuz edilememiştir.14
Bugün de mevlid okuma ve okutma, Arnavut dünyasında
Osmanlılardan tevarüs edildiği gibi, hem kurumsal hem de ferdȋ
kutlamalarda hala bütün canlılığıyla varlığını devam ettirmektedir.
Arnavutluk hȃriç diğer bölgelerde bu hiç kesintiye uğramamıştır. Mevlid,
hem sevinci hem de acıyı paylaşma vasıtası olmuştur. Mübarek gecelerde
veya yeni cami açılışlarında organize bir şekilde özellikle “Mevlid Gecesi”
olarak bilinen 12 Rebiülevvel gecesi müftülüklere bağlı merkezî camilerde
mevlid merasimi düzenlenmekte olup okul organizasyonlarına da yerleşmiş
bulunmaktadır.15
Müslümanlar bireysel kutlamalarda da mevlid okutmaktadırlar.
Öyle ki doğumlarda, çocukları sünnet ettirdiklerinde, yeni eve girdiklerinde,
hac farizasını eda edip geri döndüklerinde hep mevlid okutulur. Hatta ölenin
ardından da Peygamber efendimizin şefaatini talep düşüncesiyle, acıyı
dindirme isteğiyle mevlid okutulmaya devam edilmektedir. Bütün bunlar
yapılırken misafirlere yemek de ikram edilir. Bu merasimler eskiden evlerde
yapılırken şimdi ise yemek salonlarına taşınmış vaziyettedir. Ancak yine de
mevlidi evde okutma hassasiyetini gösteren ev sahipleri de bulunmaktadır.16
Arnavutça Mevlid Çalışmaları
Mevlidin gerek kutlama biçimi gerekse edebȋ bir tür olarak
13
İslam Dizdari, “Historiku dhe tradita e mevludit tek shqiptaret”, Mevludi tek shqiptaret,
Permbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtine, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, s.
24-33.
14
Faik Luli, Islam Dizdari, Mevludet nȅ gjuhȅn shqipe, Camaj-Pipa, Shkodȅr 2002, s. 16.
15
İşkodra, Tiran, Üsküp, Kalkandelen, Gostivar Medresesi öğrencileri Kutlu Doğumu her
sene Şehir Kültür Merkezi’nde mevlid, ilahi, şiir şöleni ve sergiden oluşan etkinliklerle
kutlamaktadırlar.
16
İsmaili, a.g.e., s. 155.
BAED 4/2, (2015), 61-84.
67
MERAL JAHJAİ
kendisine geniş bir yer edindiği bu bölgelerde, yaptığımız araştırmada
Arnavutlar’da mevlid geleneği hakkındaki en eski çalışma olarak Hasan
Kaleshi’nin 1959 yılında Sırp dilinde yayımlanmış “Mevludi Kod
Arbanasa” adlı çalışması karşımıza çıkmaktadır.17 Eser, 1996 yılında
Arnavutça’ya tercüme edilip Logos yayınevi tarafından yayımlanmıştır.18
Daha sonra elimize geçen Şarkiyatçı Osman Müderrizi’nin mevlid
metinleri hakkındaki araştırmaları, bulguları Osmanlı alfabesi ile yazılmış
Arnavut edebiyatı hakkındaki makaleleri bu bağlamda önemli bir kaynak
sayılabilir.19
Nexhat Ibrahimi, Sherif Ahmeti, Dr. Feti Mehdiu, Nehat Krasniqi
bu alanda çalışmaları bulunan araştırmacı yazarlardır. Uzun bir çalışmanın
sonucu olarak 2002 yılında Arnavutluk İskodra’da yayımlanmış Faik Luli ve
İslam Dizdari tarafından hazırlanan en hacimli ve en kapsamlı eser
“Mevludet Ne Gjuhȅn Shqipe” (Arnavutça Mevlidler) başlıklı çalışmadır.
712 sayfalık eser, tespit edilebilen ikisi Osmanlı alfabesi ile olmak üzere
yirmi mevlidin yayımlanmış olduğu kitap, bir antolojiden çok, tespit ettiği
mevlidleri dinȋ, edebȋ ve eğitici karakterlerini ön plana çıkaracak bir
araştırmaya tabi tutmaktadır ve onların millî birliği sağlamak ve millî
kimliği korumadaki rolünü vurgulamaya çalışmaktadır.20
22 Nisan 2009 yılında Priştine’de, Kosova İslam Birliği’nin
organizatörlüğünde “Mevludi tek shqiptarȅt” (Arnavutlarda Mevlid) adıyla
bilimsel bir oturum düzenlenmiş, konunun uzmanları tarafından sunulan
bildiriler yine 2010 yılında Kosova İslam Birliği tarafından kitap haline
getirilip yayımlanmıştır.21
Arnavutça Mevlid Yazarları ve Mevlidleri
Mevlid, Peygamber efendimizin doğumunu, hayatının diğer
17
Hasan Kaleshi, “Mevludi Kod Arbanasa”, Zbornik Filozofskog Fakulteta, knj. IV-2,
Beograd 1959, s. 349-358.
18
Kaleshi, Mevludi te shqiptaret, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996.
19
Osman Myderrizi, “Letȅrsia shqipe me alfabetin arab”, Buletini pȅr shkencat shoqȅrore, S.
2, 1955, s. 148-155.
20
Luli, Dizdari, a.g.e., s. 18.
21
Permbledhje kumtesash nga sesioni shkencor Mevludi tek shqiptaret, (Prishtine, 22 Prill
2009), Dituria Islame, Prishtine 2010.
68
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
safhalarını, mȗcizelerini, mücadelelerini, mizacını ve ahlakını, dünyadan
ayrılışını övgüyle anlatan manzum eserlerdir.22
Daha önce zikrettiğimiz gibi, Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında
yazdığı Vesiletü'n-necat adlı Mevlid, Müslüman Arnavutlar arasında uzun
bir süre okunmuş ve çok sevilmiştir. Bir süre sonra yerel dillere çevrilmiş
nazireleri ile yer değiştirmeye başlamıştır. İnsanların Efendisi Hz.
Peygamber’in ismini yaşatmak, onu anmak, ona duâ etmek ve dolayısıyla da
şefaatine nâil olmak ve diğerlerinin de buna ulaşması için vesile olma gâyesi
ile eser yazmak inananların uzak kalabileceği bir durum gibi
görünmemektedir. Arnavut dilinde bu içerik ile yazılan en eski eser Hasan
Zyko Kamberi’ye aittir. İlk dönem eserler Alhamijado Edebiyatı23 içerisinde
yer almaktadır. Daha sonraları bunlar Arnavut alfabesine aktarılmıştır. Son
dönemlerde ise hem yazı hem de ifade olarak tamamen güncel modern
Arnavutça’ya uygun eserler ortaya çıkmaktadır.24 Bugün, ulusal kimliği
korumakta, geniş kitleleri eğitmede ve dinȋ anlayışın canlı kalmasında
olumlu etkenler olarak nitelediğimiz bu mevlidlerden bazılarını yazarlarıyla
birlikte tanıtmaya gayret edeceğiz.
Hasan Zyko Kamberi
Edebȋ yapıt olarak karşımıza çıkan en eski mevlid Arnavut
edebiyatında Osmanlı alfabesi ile yazan şair Hasan Zyko Kamberi’ye aittir.
Starje’li olan H. Z. Kamberi’nin doğum ve ölüm tarihi bilinmemekle birlikte
Tepedelenli Ali Paşa zamanında yaşadığı ve hatta onunla birlikte Semendra
Savaşı’na (1788) katıldığı bilinmektedir. Osmanlı alfabesi ile Arnavut
dilinde şiir yazan en önemli şairlerden biri olarak kabul edilen Hasan Zyko
Kamberi’nin eserlerinden çok azı bugüne ulaşabilmiştir. Şarkiyatçı Osman
Myderrizi tarafından Korça’da bir el yazması içinde bulunan ve
transkripsiyonu yapılan eser 227 dizeden oluşmaktadır.25
Her ne kadar diğer mevlidlere kıyasla daha kısa bir eser olsa da
aslında Peygamber efendimizin hayatı ile ilgili bütün konuları çok veciz ve
22
Aksoy, a.g.e., s. 483.
Osmanlı alfabesi ile Arnavutça yazılan eserler Arnavut edebiyatında Alhamiyado Edebiyatı
ismi ile anılmaktadır. Bkz: Kaleshi, “Albanska Aljamijado Knjiẑevnost”, s. 54.
24
Mehdiu, a.g.e., s. 32.
25
Osman Myderrizi, Hasan Zyko Kamberi, Arkivi i İnstitutit tȅ Gjuhȅsisȅ, Tiranȅ 1955, s. 3239.
23
BAED 4/2, (2015), 61-84.
69
MERAL JAHJAİ
özlü bir şekilde anlatmaktadır. İçerik olarak Süleyman Çelebi’nin mevlidine
tabi olan eser, şekil olarak daha çok halk şiirinin etkisindedir. Sekiz heceli
dizelerden oluşan dörtlükler, kâfiye yönünden ‘a, b, a, b’ şeklinde çapraz
kafiye ile yazılmıştır. Güney lehçesiyle yazılan bu mevlid, güneyde
yayılmış, özellikle Çameria bölgesinde okunmuştur. Mevlid’in giriş bölümü
22 mısra; Peygamber Efendimiz’in doğumundan yetişkinliğine kadar ele
alınan ikinci bölüm 98 mısra; mîracı konu alan üçüncü bölüm 107 mısra
olmak üzere toplam 227 mısradan oluşmaktadır.26
Ismail Flloqi
Ismail Flloqi’nin kaleme aldığı mevlid, Osmanlı alfabesi ile yazılan
en eski mevlidlerden biridir. Metnin orjinali elimizde bulunmamakla birlikte
Zani İ Naltȅ dergisi transliterasyonunu yaparak 1938-39 yıllarında altı sayı
peşpeşe yayımlamıştır. 1937 yılında Zani I Naltȅ dergisi yönetimi halka,
ellerinde olan yazılı kültürel bir hazine olarak nitelendirdiği eski döneme ait
metin ve şiirleri yayımlanmak üzere dergiye getirmeleri çağrısında
bulunmuştur. Millî kültür ve edebiyata katkıda bulunmak için yapılan bu
hareket karşılığını bulmuştur. Flloqi imamı elindeki İsmail Flloqi’ye ait olan
metni dergiye getirmiştir ve bunun Balkan Savaşlarına kadar okunan bir
metin olduğunu söylemiştir. Dergi de gelecek altı sayıda bu metnin
transkripsiyonunu yaparak yayımlamıştır. Mevlid, Ismail Flloqi’ye ait telif
bir eser olmayıp Türkçe mevlidin Arnavutça’ya bir tercümesidir. Şarkiyatçı
Osman Myderrizi de Süleyman Çelebi'nin mevlidinin tercümesi olduğunu
söylemektedir.27
19. yüzyılın başlarında yazılmış olan eser, günün şartlarında
yayınlanması zor olduğu için şifahi olarak ağızdan ağıza yayılmış ve şöhret
bulmuştur. Toska lehçesi ile yazılan eserde Türk ve Arap diline ait kelimeler
bulunmaktadır ancak bu etki sadece terimlerdedir. Dil yapısı olarak derin bir
halk ağzıyla yazılmıştır.28
26
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 29-41.
Osman Myderrizi’den naklen, Luli, Dizdari, a.g.e., s. 43.
28
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 43-70. Ramiz Zekaj, Zhvıilimi i Kulturës
İslame te Shqiptarët Gjatë Shekullıt XX, Tiranë 1997, s. 272-275.
27
70
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
Çam Mevlidi
Yunanistan’a bağlı bırakılan Çameria (Epir) bölgesinde okunan bir
mevlid olan bu eser hakkında kaynaklarda fazla bilgiye rastlanmamaktadır.
Yayımcısından29 alınan bilgilere göre eser, daha önce hiç yayımlanmamış,
okuma yazma bilenler tarafından Osmanlı alfabesi ile el ile yazılarak, halk
arasında ise şifahî olarak nesilden nesile aktarılması ve bugünlere
gelebilmesi sağlanmıştır. Latin alfabesine transkripsiyonu yapılan eser, 218
dörtlükten oluşmaktadır. İşlediği konular açısından da diğer mevlidlerden
bir farkı bulunmamaktadır. Alt başlıklarla bölümlere ayrılmayan eserde
okuyucu konu değişimini kolayca farkedebilmektedir. Giriş, Nȗr-ı
Muhammedȋ, Vilȃdet, Mȗcizȃt, Hicret, Peygamberlere Muhammed Mustafa
Hürmetine İkram Edilmesi, Mi’rac, Vefat ve Son Nasihatler gibi bölümler
bulunmaktadır. Mevlidlerin çoğunun beyitlerle yazılmasının aksine bu
mevlid halk edebiyatının etkisinde kalarak, 8 hecelik dizelerden oluşan ve
çoğunlukta a,b, a,b, kafiyesi ile dörtlük halinde yazılmıştır. Mevlidi özel
kılan, Çam Arnavutçasını en saf haliyle bize sunmuş olmasıdır.30
Ülgünlü Hafız Ali (1853-1913)
1853 yılında Ülgün’de doğan Hafız Ali Riza (Ulqinaku), 1878
Berlin Kongresi’nden sonra Ülgün kasabasının Karadağ’ın eline geçmesi ile
birçok aile gibi o da İşkodra’ya geçmiştir. Ülgün Medresesi’nde başladığı
eğitimini İşkodra Medresesi’nde tamamlamıştır ve öğretmen olarak
görevlendirilmiştir. Arnavutça eser yazma konusunda önemli gayretleri olan
yazar din, edebiyat, dil ve eğitim alanlarında önemli eserler vermiştir. Biz
onun özellikle Arnavutça-Türkçe ve Türkçe-Arnavutça Sözlükleri olan
kıymetli çalışmasını anmadan geçemeyeceğiz. 1913 yılında müftülük
yaptığı Lezha’da vefat etmiş ve İşkodra’da defnedilmiştir.31
29
Fahri Dahri, 2000 yılında, İstanbul İslam İlimlerinden mezun olan babası Bahrudin
Dahri’nin, aralarında mevlidin de bulunduğu el yazması halindeki bazı çalışmalarını, Vatani
flet adlı kitapta yayımlamıştır. Bkz: Fahri Dahri, Vatani flet, Koha, Tiranȅ 2000.
30
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 623-640; Zaten yayımcı da babasının
anısına yayımlamış olduğu bu eseri yayımlama nedenleri arasında mevlidin hala okunmakta
olduğu Çameria Müslümanlarına katkıda bulunmak ve Çam ağzını en yalın haliyle görme
imkanı veren bu eser ile tanıştırmak olduğunu vurgulamaktadır. Bkz. Dahri, a.g.e., s. 115.
31
Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, Hafiz Ali Ulqinaku–Jeta dhe vepra,
Logos-A, Shkup, 2005.
BAED 4/2, (2015), 61-84.
71
MERAL JAHJAİ
“Tercüme-i mevlȗd' alȃ lisȃn-i arnavud” adlı eser, Süleyman
Çelebi’nin mevlidinin uyarlanması ve tercümesidir. Dinî, edebî, eğitici ve
linguistik değeri yüksek bir eserdir. 1873-74 yıllarında yazılan mevlid
bugün de aynı şekliyle korunmakta ve okunmaktadır. Ulqinaku’nun bu
mevlidi kısa zamanda halk arasında beğeni kazanmış ve örgün dinî eğitime
dâhil edilmiştir. Hafız Ali’nin gençliğinde yazdığı bu eser, 1884 yılında
Eğitim Bakanlığı’nın izniyle yayınlanabilmiştir. Her ne kadar bu ilk baskıda
yazar adı, yayınevi ve yayın tarihi zikredilmese de daha sonra 190932 ve
191933 yıllarındaki baskılarında hem yayınevi hem de yayın tarihi
zikredilmektedir. 1933 yılında oğlu Hȃfız Said Ulqinaku tarafından Latin
alfabesine aktarılarak yeniden basımı yapılmış ve daha sonraki baskılara
kaynaklık teşkil etmiştir. Kendisi iki yerde metne müdahale ettiğini kabul
etse de, yapılan araştırmalar sonucu orijinal metne sadık kalmayıp güncel
konuşmalara uyarlayarak Ulqin ağzının inceliklerine hiç riayet etmediği
görülmektedir. 1963 yılında Tahir Dizdari orijinal metne sadık kalarak
transliterasyonunu gerçekleştirmiştir.34
Eserin sadece mevlid çalışmasından ibaret olmayıp, üç eserden
oluşan bir derleme olduğunu söyleyebiliriz. Birinci bölümünde 18 beyitten
oluşan Osmanlıca bir mukaddime35 ile Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya (17051772) ait Hüda Rabbim adlı itikad manzumesinin 72 beyitlik tercümesi
bulunmaktadır. İkinci bölümde “Tercüme-i mevlȗd' alȃ lisȃn-i arnavud”
ismiyle, salavatlarla birlikte 318 beyite ulaşan ve dört fasıla ayrılan mevlid
bulunmaktadır. Ancak yazar bu kadarla yetinmemiş ve Mecmuatul-Ahval
diye isimlendirdiği son bir bölüm daha eklemiştir. Bu son bölümde yazar,
dinȋ eğitim gayesi ile herkesin bilmesi zorunlu olan 23 dinî konuyu şiirsel
bir dille sunmaktadır. 36
32
Arnavudça Mevlid-i Şerif, Tȃbi' ve Nȃşiri Çadırcılar Caddesinde Emniyet Kütüphanesi, 2.
baskı, Osmanlı Sahaflar Cemʽiyeti Matbaası, Dersaadet 1327.
33
Arnavudca Mevlid-i Şerif, Tȃbi' ve Nȃşiri Vezir Handa, Emniyet Kütüphanesi, 3. baskı,
Dersaadet 1338. Eserin bir kopyası Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde
34066 sıra numarası ile kayıtlı bulunmaktadır.
34
Luli, Dizdari, Mevludet nȅ gjuhȅn shqipe, s. 82; Mehdiu, a.g.e., s. 33.
35
Eserin mukaddimesinin bulunmadığını ancak İstanbul’a yayımlatmak üzere gittiğinde
Osmanlıca mukaddime yazmasını tavsiye etmeleri üzerine hemen bu mukaddimeyi kaleme
almaktadır. Bkz. Kaleshi, a.g.e., s. 66.
36
Ayrıntılı bilgi icin bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 71-262.
72
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
Tahir Popova (1856-1949)
Tahir Popova’ya nispet edilen “Manzȗmetul mevlȗd fȋ efdali-l
mevcȗd bi lisȃni-l arnaud” adlı mevlid, yer yer yazara ait orijinal beyitlerin
bulunmasıyla birlikte Süleyman Çelebi’nin “Vesiletün-Necat” adlı eserin
tercümesidir. Eser halk arasında Tahir Popova’ya ait olarak bilinse de
bilimsel çevrelerde “İki Tahir’e ait eser” olarak geçmektedir ve Tahir Efendi
Popova'nın yanısıra Jakovalı Tahir Efendi Boşnak’a da nispet
edilmektedir.37
Tahir Popova, Kosova’nın Vuştria kasabasına bağlı Popova
köyünde 1856 yılında doğmuş, 1949 yılında Tiran’da vefat etmiştir.
İlkokulu bitirdikten sonra İstanbul Şehzȃde (Sultaniyye) Medresesi’ne
kaydını yaptırmış, mezun olduktan sonra 1890 yılında Sancak (Yeni Pazar)
Rüştiyesinde müderrislik yapmıştır. Çok kesin olmamakla birlikte yazarın
mevlidi, İstanbul'da öğrencilik yıllarında (1885-1890) yazdığı tahmin
edilmektedir.38
1905 yılında Eğitim Bakanlığı’nın 109 numaralı kararıyla
İstanbul’da yayımlanan bu mevlid, Osmanlı alfabesi ile basılmıştır. Eserin
ilk transkripsiyonu Kosova Ulema Komisyonu tarafından 1965 yılında
yapılmıştır. Eser, 1984 yılında tekrar yayımlanmış ancak bu sefer bir önceki
baskıya değil 1905 yılındaki baskıya sadık kalınmıştır. 1985 yılında
Makedonya İslam Birliği bu mevlidi Roman diline de tercüme ettirmiştir.39
230 beyitten oluşan eserde, diğer mevlidlerde olduğu gibi alt
başlıklar kulanılmamış ancak işlediği konulara bakarak münacat, Peygamber
efendimizin vasıfları ve kıymeti, viladet, miʽrac ve duadan oluştuğunu
görmekteyiz. Yazar diğer pek çok mevlitte olduğu gibi Peygamber
efendimizin vefatını işlemez. Mısralar aralarında kafiyeli olup dili
Kosova’da kullanılan Gega lehçesidir.40 Kosova’da okunan tek mevlid olma
özelliğini günümüzde dahi muhafaza etmektedir.41 Kuzeybatı
Makedonya’da özellikle Polog vadisinde de okunmakta olan bir eserdir.42
37
Mehdiu, a.g.e., s. 35.
Jashar Rexhepagiq, Razvoj i şkolstva Albanske Narodnosti na teritoriji danaşnje
Jugoslavije do 1918 godine, Priştina 1974, s. 43.
39
Mehdiu, a.g.e., s. 35.
40
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e, s. 263-309.
41
Mehdiu, aynı yerde.
42
İsmaili, a.g.e., s. 151.
38
BAED 4/2, (2015), 61-84.
73
MERAL JAHJAİ
Shefki Hoxhaj
Imam Shefki Hoxhaj tarafından yazılmış olan bu mevlid Chicago’da
yayımlanmıştır. Struga doğumlu olan yazar, orta ve Rüştiye’yi Manastır’da
bitirdikten sonra birçok yerde imamlık yapmıştır. Arapça, Türkçe,
Makedonca, Sırpça, biraz da Farsça bilen yazar 1919-1920 yıllarında
Süleyman Çelebi’nin mevlidini tercüme etmiştir. Makedon devleti
tarafından zamanında yasaklanan bu eser gizlice yayılmış ve bugün bile
Ohri, Struga, Manastır ve civarında okunmaktadır. Hatta Amerika Birleşik
Devletleri ve Kanada’daki gurbetçiler arasında da severek okunan bir
eserdir. Salavatlar ve dua kısmı hariç 314 beyitten oluşan eserin her ne kadar
alt başlıklara ayrılmış olmasa da 5 temel konuyu islediğini görmekteyiz.
Birinci bölümde 34 beyitten oluşan mevlid okumaya çağrı, Peygamber
efendimizin vasıfları ve Allah adını anmanın önemi anlatılmaktadır. İkinci
bölümde 82 beyit ile Peygamber efendimizin doğumu anlatılmaktadır.
Üçüncü bölümde 89 beyit ile miʻrac tasvir edilmektedir. Dördüncü bölümde
101 beyit ile vefatı ve son bölümde de Tahir Popova’nın mevlidinde olduğu
gibi mensur olarak mevlid duası bulunmaktadır. 43
Hafız Ali Korça (1874-1956)
Arnavut millî kültür tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan
Hafız Ali Korça, 1874 yılında Görice’de doğdu. Kültürlü, dindar, yurtsever
bir ortamda yetişen şair, etkinlikleri ve eserleriyle millî kültür hayatının her
alanını zenginleştirmeyi başarmıştır. Din alimi olmanın yanısıra o, bir
dilbilimci, şair, düşünür, folklorist, pedagog ve birçok sosyal, siyasî, felsefȋ,
edebȋ eserlerin yazarı olarak karşımıza çıkmaktadır.44
Yoğun etkinlik dolu hayatının ilk adımını 1900 yılında Peygamber
efendimize ithaf ettiği mevlid ile atmış oldu. Arnavutça’nın Toska
lehçesinde Latin alfabesi ile yazılan bu eserin ilk basımdan sonra her iki
lehçeye uyarlanabilecek şekilde bazı yeni harflerin eklenmesi ve şairin
önsözü ile 1940 yılında 5. baskısı yapılmıştır.45 Eserde kulanılan dilin
yalınlığı ve Güney lehçesinin özelliklerini taşıyor olması eseri daha da
43
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e, s. 311-339.
Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Ahmedi, “KORÇA Hȃfız Ali”, DİA, C.
XXVI, Ankara 2002, s. 197.
45
Feti Mehdiu’nun hazırlamış olduğu çalışma yedinci baskı olarak yayımlanmıştır. Bkz. Feti
Mehdiu, Hafiz Ali Korça, Mevludi-Lindja e Pejgamberit, Prishtinë, 1992.
44
74
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
önemli kılmaktadır. Mevlid, 306 beyit ve 9 bölümden oluşmaktadır. 1.
Münacȃt; 2. Nȗr-ı Muhammedî; 3. Velȃdet; 4. Peygamber efendimizin
doğumunda gerçekleşen olaylar; 5. Peygamber efendimizin doğduğu gece
ve çocukluğu; 6. Nübüvvet; 7. Miʻrac; 8. Peygamber efendimizin ululuğu; 9.
Vefatı.46
Hafız Abdullah Zemblaku (1892-1960)
Mevlid yazarları zincirine, yurdun her köşesinde İslamiyetin
anlaşılması ve yaşanılabilmesi için büyük gayretler sarfeden Arnavud
Müslüman aydınlarından Hafız Ali Zemblaku’da katılmaktadır. 1892 yılında
Bilisht köyünde, dindar, vatansever ve eğitimci bir ailede dünyaya gelmişti.
Babası öğretmen olan Hafız Ali, önce Darülhilafe daha sonra Darülfünun’da
okudu.47
1921 yılında doğum yerine döndüğünde Eğitim Bakanlığı tarafından
öğretmenliğe atanmıştır. Üç yıl devam ettiği bu görevden, hizmet etmek ve
eser yazabilmek için istifa etmiştir. Köy camiinde imamlık yaparken aynı
zamanda dinȋ eserlerin tercümesi ile de meşgul oluyordu. Yılın altı ayı
camiide bir naib bırakarak dini anlatmak ve halkı aydınlatmak isteği ile
yurdun her köşesini köy köy, kasaba kasaba dolaşmıştır. Hatta bu
faaliyetleri layıkıyla yapabilmek için, Görice müftülüğü gibi önemli bir
vazifeyi dahi reddetmiştir. “Arnavutluk’a Ziyaret” adlı şiirinde bu
yolculuklardan edindiği izlenimlerini dile getirmektedir.48
Sadece faaliyetleri ile değil, yazdığı mevlid ile de halkın gönlünde
taht kuran Hafız Ali’nin bu mevlidi 1924’te ve 1931’de Görice’de, 1991
yılında da ABD’nin Michigan eyaletinde yayımlanmıştır.49
84 sayfalık bu mevlidi özel kılan en önemli fark geleneksel mevlid
konularının dışında eğitici, felsefi ve dinî konuları işleyen bölümlerin de
dâhil edilmesidir. Kendi deyimiyle “Peygamber efendimizi yücelten o
mucizelerin de ortaya çıkması” dileğiyle mevlide Hz. Fatıma’nın Vefatı, Hz.
İbrahim ve İsmail’in Tarihi, Güvercin ve Kartalın Hikâyesi, Devenin
46
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 340-369; Mehdiu, a.g.e., s. 31-38.
Hafȅz Abdullah Zemblaku, Mevludi Paq “Nur’i Ahmedija”, Korçȅ 1931, s. 1.
48
Aynı yerde, s. 61-62.
49
Luli Dizdari, a.g.e., s. 371.
47
BAED 4/2, (2015), 61-84.
75
MERAL JAHJAİ
Hikayesi gibi bölümler eklemiştir. Bu bölümlerin mevlid ile bağlantısı
vardır, çünkü hepsinin yazılma sebebi Peygamber efendimizi övmek,
yüceltmek ve saygılamaktır. Bu daha önce rastlanmayan bir tavırdır, ancak
daha sonrakilere örnek teşkil edecektir. Öyle ki Hafız İbrahim Dalliu kendi
eserinde bunu daha çok geliştirecektir. Yazar mevlidin tercüme olduğunu
söylemektedir50 ancak hangi eseri tercüme ettiğini zikretmemektedir.
Mevlidin ana bölümlerinde tercüme ettiği esere bağlı kalsa da kendi eklediği
bölümlerde yaratıcılığını daha özgürce ortaya koymaktadır. Yer yer yerel
Görice ağzının etkisinin de görüldüğü bu eserde derin felsefi konuları edebi
sunumla sunabilmesi aslında yazarın bu konuda ne kadar donanımlı ve
kabiliyetli olduğunu göstermektedir. Eserin birinci bölümünde mevlidin ana
bölümlerinden sonra yazarın eklemiş olduğu az önce zikrettiğimiz bölümler,
mevlidin önemini anlatan bir olayın manzum anlatımı, mevlid kasidesi,
tevhid kasidesi ve mevlid duası bulunmaktadır. İkinci bölümünde ise mevlid
ile ilgisi olmayan dini eğitim verme gayesiyle yazılmış bölümler
bulunmaktadır. Güncel meseleler hakkında önemli bilgiler aktarması
açısından da önemli addedilmektedir.51
Sheh Ahmed Shkodra (1875-1927)
Rıfaȋ tarikat şeyhi olan Sheh Ahmed Shkodra, kızının verdiği
bilgilere göre 1875 yılında İşkodra’da doğmuştur. Tuz kasabasındaki
Medreseden mezun olduktan sonra öğrenim için İran’a gitmiştir. Elbasanlı
Şeyh Musa’dan icazetnȃme aldıktan sonra Yakovalı Hacı Şeyh Musa’nın
işareti ile tekkesi “Asitane” olarak kabul edilmiştir. Kısa bir süre içinde
İşkodra’dan Ergiri Kasrı’na kadar yayılan tarikatın 1000-1500 kadar müridi
bulunmaktaydı. Ardında bıraktığı zengin eser külliyatı incelendiğinde temel
iki konu öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Allah sevgisi, ikincisi de
vatan sevgisidir. Bu iki duygu şairde birbirini dışlamaz, bilakis birbirini
beslemekte ve güçlendirmektedir.52
Eserlerinden en önemlisi şüphesiz ki yazarın yazmış olduğu mevlid
olmuştur. Eser 1922 yılında Osmanlı alfabesi ile, 1926 yılında ise Arnavut
alfabesi ile yayımlanmıştır. Eserde yazar iki konuya değinmektedir.
Birincisi Peygamber efendimizin doğumu, ikincisi ise Peygamber
50
Zemblaku, a.g.e., s. 58.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 371-410.
52
Aynı eser, s. 414.
51
76
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
efendimizin mȗcizeleridir. Şüphesiz ki şairin tasavvufî birikimi anlatıma çok
zengin bir boyut kazandırmıştır. 30 sayfadan ve 478 dizeden oluşan bu eseri
yazar, adlandırmadığı 9 bölüme ayırmaktadır. Hafız Ali Ulqinaku mevlidi
kadar geniş yayılma imkânı bulamayan bu eser daha çok Rıfaî tekkelerinde
okunan mevlid hüviyetindedir. 53
Hafız İslam Çelebi (1882-1929)
1882 doğumlu olan Hafız İslam Çelebi’nin elimize ulaşabilen az
sayıdaki eserlerinden biri 1921-24 yılları arasında yazmış olduğu mevlittir.
O dönemlerde Şam’da yaşamakta olan yazar, 1926 yılında öğrencilerine
gönderdiği bir nüshanın tek olduğunu belirterek basımını yapıp
çoğaltırılmasını istemektedir. Dönemin ağır şartları sebebiyle bu mümkün
olmamıştır ve eser ancak el ile yazılarak çoğaltılmış ve bugüne ulaşması
sağlanabilmiştir. Sabri Bajram Bajgora54 hem yazarın hayatını araştırmış
hem de Osmanlı alfabesi ile yazılmış olan mevlidin transkripsiyonunu
yapmıştır. Osmanlı alfabesi ile yazılan ve İslamî edebiyatın devamı sayılan
bu eser, nadir şiir türüne yükseltecek bütün edebȋ vasıfları taşımaktadır.
Eserin başında Peygamber efendimizin 40 Hadis-i Şerif’i bulunmaktadır.
Giriş mahiyetinde mevlidin önemini anlatan “Lavdi i Mevludit” faslı
bulunmaktadır. Peygamber efendimize ithaf ettiği dizelerde bunu şefaat
umuduyla yaptığını dile getirmektedir. Yazar bu bölüme şu ifadelerle
başlamaktadır:
“Fjalt e omla prej turqnijes, n’tleme t’dostit t’Perendijes, n’guh te
njerzit geg e nis”
Gega insanının dilinden, Allah’ın dostunun doğumu ile ilgili,
Türklükten55 birkaç tatlı söz.
Metin içindeki konusal seyir ve şekil, Tahir Popova Mevlidi’nin,
dolayısıyla Süleyman Çelebi Mevlidi’nin bir naziresi olduğunu
göstermektedir. Bir tek farkla ki Hafız İslam, doğum ve çocukluk gibi
bölümlerde daha detaylı tasvirlere yer vermektedir. Bölümler arasındaki
geçişler salavat ve münacatla yapılmaktadır. Şairin üstün tasvir yeteneği
53
Ayrıntılı bilgi için bkz. aynı eser, s. 411-438.
Halen Kosova İslam Birliğinin Başimamı görevini ifa etmektedir.
55
Arnavutlar bu dönemlerde Türklük ile Müslümanlığı ifade etmektedirler.
54
BAED 4/2, (2015), 61-84.
77
MERAL JAHJAİ
onu, birçok şairde görebileceğimiz inanç açısından tehlikeli sayılabilecek
yorumlara götürmemektedir. Şairin bu konudaki hassasiyeti mîrac bahrinde
daha da belirgindir. Eserde, Peygamber efendimizin vefatı ve Hz.
Fatıma’nın vefatı üzerine yazılmış iki kaside ve dua bulunmaktadır. Şair,
tevazu örneği sergileyerek, eserin düzeltilmeye ve önerilere açık olduğunu
da ifade etmektedir. Bunun için duacı olacağını bildirmeyi de ihmal etmez.56
Hafız İbrahim Dalliu (1878-1951)
1878 yılı Tiran doğumlu olan Hafız İbrahim Dalliu, doğum yerinde
ortaokulunu tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için İstanbul’a gitmiştir.
Büyük bir din ȃlimi olarak bilinen Dalliu, 1934 yılında Arnavut İslam
edebiyatına ait en önemli eser olarak bilinen “E lemja dhe Jeta e tȅ Madhit
Muhamed Alejhiselam”ı yazmıştır. Eserde Peygamber efendimizin hayatı
manzum olarak anlatılmaktadır ve bu alandaki en hacimli eser olma
ünvanını taşımaktadır. Önsöz, dua ve her bölümden sonra salavatların
söylenmesi dışında hem yapısal hem de konusal olarak geleneksel
anlamdaki mevlidlerden çok farklılık arzeden bu eser, 238 sayfalık 3 binden
fazla kafiyeli beyitten oluşmaktadır. Manzum biyografi olarak
nitelendirilen57 bu eserde verilen bilgileri kafiyeli olarak yüksek sanatsal
düzeyde sunabilmesinin yazarın büyüklüğü ve ustalığı hakkında bir fikir
vermeye yeterli olacağını düşünmekteyiz.58
Zejnullah Jashari
Kosovalı olan Zejnullah Jashari Ankara’da yaşamıştır. Mevlid
hakkındaki bilgileri önsözde yazarın kendisi vermektedir. Mevlidin tarihçesi
hakkında genel bilgi verdikten sonra mevlidi ilk defa Türk alfabesi ile 1944
yılında Ankara’da yazdığını söyler. İkinci kez bu eseri kaleme aldığında bu
sefer Arnavut alfabesini ve daha anlaşılır bir lisan kulanmaya özen
göstermiştir. Tanımış olduğu mevlidlerden edindiği birikim ile mevlid
yazmaya koyulan yazar, bunun nedeni olarak da “Allahın rızasını kazanmak
ve Peygamber efendimizin şefaatine nail olmak” olduğunu ileri sürmektedir.
Süsleme sanatı ve resimlerin kulanıldığı ilk Arnavutça mevlid
56
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 641-685.
Mehdiu, a.g.e., s. 36.
58
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 463-478; Zekaj, a.g.e., 309-312.
57
78
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
hüviyetindedir. Sayfalar arasında süsleme sanatı ile çerçevelenmiş Kur’an
ayetleri, salavatlar ve cami resimleri görmek mümkündür. Konular
birbirinden alt başlıklarla değil sadece salavatlarla ayrılmıştır. Türkiye
Cumhuriyetinde yaşayan Arnavutlara yönelik yazılmış bir mevlid olarak
kabul edilmektedir.59
Mehmed Efendi Salihu (1898-1985)
1898 Opoya’nın Bresane köyünde doğan Mehmet Efendi, Osmanlı
alfabesi ile eser veren son Kosovalı yazardır, diyebiliriz. 1985 yılında
“Peygamber efendimizin İsra’sı ve Mi’racı” adlı şiirini kaleme aldığında
hayatının son günlerini yaşamaktaydı. Şekil ve içerik açısından diğer
mevlidlerin benzeri olan bu eser, Allah ve Peygamber sevgisiyle yazma
geleneğinden güzel bir örnek olma özelliğini taşımaktadır. Hiç
yayımlanmamıştır ancak yazarın yazdıklarını dostlarına dağıtmak gibi bir
adeti sonucu eser bugüne ulaşabilmiştir. Mevlidin sonunda şair kendi adını
zikretmeyi de ihmal etmez:
Nazimi mevlidit muhtaxh pȅr Rabbi / Mevlidin nȃzımı muhtaçtır ya
Rabbi
Spahi Zade emni ti Mehmed Salih / Spahi Zade onun ismi Mehmed
Salih.60
İdriz Lamaj
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan 1948 doğumlu yazar,
verimli eserler ve faaliyetlerle dolu bir hayat hikayesine sahiptir. Dost ve
tanıdıklarının teşvikiyle mevlid yazmaya koyulan şairin eseri61 yazı sanatı
açısından en yüksek seviyede yazılmış bir mevlid olarak bilinmektedir.
Oldukça yeni sayılan bu mevlidin bir diğer özelliği de bugüne kadar
Süleyman Çelebi’nin eserinin etkisinden kurtulamayan diğer mevlidlerin
aksine bu eserin daha özgün bir karakterde yazılmış olmaya denenmesidir.62
59
Elimizdeki eser: Zeynullah Özyaşar, “Mevludi Sherif Nȅ Gjuhȅn Shqipe” Arnavutça
Mevludu Şerif, Ankara 1973; Luli, Dizdari, a.g.e., s. 439-447.
60
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 687-704.
61
İdriz Lamaj, Mevludi, New York, 1982.
62
Mehdiu, a.g.e., s. 36.
BAED 4/2, (2015), 61-84.
79
MERAL JAHJAİ
Sade, anlaşılır ve berrak bir dil ile yazılmış olması bu mevlidi daha
da önemli kılacaktır. Ancak ne var ki diasporada önemli bir yer edinen bu
mevlid, Balkan Arnavutları arasında fazla bilinmemektedir. Kanada ve
Amerikan Arnavut Müslüman Cemaati Başkanı İmam Vehbi İsmaili’nin
takdiminden sonra eser mevlid ile devam etmektedir. Dua ile son bulan
mevlidin devamında yazarın İslamȋ manzum eserler ve mevlid hakkında
kaleme aldığı ciddi bir araştırması yer almaktadır.63
Fahrudin Osmani
Arnavut dilinde yazılmış en yeni mevlidlerden biridir. 1984 yılında
Makedonya Cumhuriyeti “İlmiye” Vakfı Başkanlığı tarafından Üsküp’te
“Kiril i Metodi” Üniversitesi Yayınevinde yayımlanmıştır. Tahsin Tevfik’in
takdiminde eser hakkında bilgi verilirken oluşturulan bazı yanlış algılamalar
da açıklığa kavuşmaktadır. Bunlardan birincisi halktan bazılarının daha çok
sevap olur düşüncesiyle arap alfabesi ile yazılan mevlid metinlerine olan
ısrarı ve ikincisi kendilerini “selefi” diye isimlendiren bazı grupların mevlidi
bid’at diye nitelendirmelerine karşı cevap vermektedir. 14 bölümden oluşan
eser, Hafız İbrahim Dalliu’nun mevlidi gibi manzum biyografi olma
niteliğindedir ancak ondan çok daha kısadır ve törenlerde, kutlamalarda
okunabilecek şekilde yazılmıştır. 14 bölümden oluşması geleneksel
anlamdaki mevlidlerden çok daha fazla konuları ihtiva ettiği anlamına
gelmektedir. “İslam, İlk İnsanla Beraber Doğdu”, “Aleni Çağrı”, “Hicret”
gibi daha önce rastlanmayan bölümlerin bu eserde kaleme alındığını
görmekteyiz. Ancak tekrarlanan salavatların dışında eserin 344 beyitten
oluşması onun çok da uzun bir mevlid olmadığını göstermektedir. Öz
Arnavutça ile yazılmış olması son zamanlarda çok rağbet görmesini
sağlamaktadır.64
İlmi Veliu
1952 doğumlu olan İlmi Veliu’nun yazdığı mevlid de Arnavut
dilindeki en yeni mevlidler arasında yer almaktadır. Yazar mevlidi
sadeleştirerek yeni nesillerin anlayacağı şekilde yazmaya gayret etmiştir.
63
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 479-511;
Mehdiu, a.g.e., s. 38; Luli, Dizdari, a.g.e., s. 513-535; Elimizdeki eser, Fahrudin Osmani,
Mevlud, Shkup 1984.
64
80
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
Eserin yapısı ve konusu açısından önceki mevlidlere sadık kalınmıştır. 9
bölüme ayırmış olduğu mevlidindeki bölümler arasındaki geçişin salavatlar
ile yapılmasını sağlamıştır. 173 beyitten oluşan mevlidin sonunda
okuyanlara kolaylık olsun diye Arapça ve Arnavutça alfabe ile yazılmış bazı
dualar ve Yasin suresi eklenmiştir.65
Sheuqet Kraja
Komünist rejim tarafından iki kere mahkûm edilmiş İşkodralı bir
öğetmendir. Daha sonraları ABD’ye yerleşmek zorunda kalmıştır. Birçok
eseri bulunan yazarın, konumuzla alakası olan Peygamber efendimizin kutlu
doğumu münasebetiyle kaleme almış olduğu yayınlanmamış “Ölümsüz
Doğum” anlamına gelen “Lindja e Pȅrjetȅshme” adlı eseridir. 500’e yakın
dizeden ve bazı ilahi ve salavatlardan oluşan bu eserin tamamı Peygamber
efendimiz hakkında bilgi vermek ve onu övmek gayesiyle yazılmıştır.66
Hürmet ettiğini övme geleneği sonucu Ferit Vokopola ve Rıfȃȋ
tarikatı şeyhi Shejh Xhemali Shehu, Hz Ali’ye ithaf ettikleri mevlidleri
kaleme alacaklardır. Rıfai tekkesi şeyhi Jonuz Metan ise Rıfȃȋ Pirȋ Seyyid
Ahmed er-Rufai’ye bir mevlid yazmıştır. Tekke marasimlerinin dışına
çıkamayan bu eserler, yazı sanatını çeşitlendiren kıymetli birer deneme
olmuştur.
Sonuç
Türk Kültürü ve Edebiyatı’nda önemli bir yeri olan Mevlid’in,
Balkanlarda da (gerek kaleme alınmış edebȋ bir tür olarak gerekse hayatın
her alanına nufuz edebilmiş bir gelenek olarak) çok geniş ve önemli bir yer
edindiğine şahit olmaktayız. Nüfus olarak belki de “küçük” sayılabilecek bir
milletin bu denli zengin eser geleneği ile karşılaşmış olmamız,
araştırmamızı sadece Arnavut dilinde yazılmış mevlidler ile sınırlı tutmak
zorunda bırakmıştır.
Aynı duygu etrafında birleşince, dil farklılığının bir engel değil
65
Elimizdeki eser, İlmi Veliu, Mevludi Ditȅlindja e Muhamedit a.s., Kȅrçovȅ y.y., Luli,
Dizdari, a.g.e., s.
66
Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 553-568.
BAED 4/2, (2015), 61-84.
81
MERAL JAHJAİ
bilakis zenginleştirici bir unsur olduğunu görme imkânını elde ettik.
Başlangıçta Süleyman Çelebi’nin “Vesiletun Necat” adlı eseri ile
yetinilmiştir. Daha sonraları o kültürü iyice benimseyince özümseme
faaliyetleri başlamıştır. Öyle ki Allah ve Peygamber sevgisinin coşkusu ile
en güzel sözü söylemek belki de Hasan b. Sabit, Ka’b b. Züheyr gibi,
Resulullahın iltifatına mazhar olunur umuduyla mevlid yazmak için adeta
yarışmışlardır.
Başlangıçta taklit duygusu ile başlayan bu faaliyet daha sonra ciddi
bir benimseme haline dönüşmüş, şartların değişmesiyle zayıflamaya yüz
tutan adetlerin aksine “Bunu yeni nesiller için nasıl daha anlaşılır hale
getirebiliriz” gayretlerine dönüşerek edebiyatımızın ve kültürümüzün bir
parçası olarak o topraklarda varlığını sürdürmeye devam etmektedir.
Bugün Arnavut edebiyat derslerinde Mevlid, Osmanlı alfabesi ile
yazılmış eserlerin arasında yok denecek kadar az yer tutmaktadır. Tespit
edilen mevlid metinleri ve son zamanlarda yapılan ciddi çalışmalar
sayesinde Mevlid’in de edebî bir tür olarak Arnavut Edebiyat kitaplarında
hak ettiği yeri alacağını ümit etmekteyiz.
KAYNAKÇA
AHMEDİ, İsmail, “KORÇA Hȃfız Ali” DİA, C. XXVI, Ankara 2002.
AKSOY, Hasan, “Türk Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C.
XXIX, Ankara 2004.
ARUÇİ, Muhammed, “Balkanlarda Mevlid Geleneği”, İstanbul Müftülüğü
Dergisi, TDV Yayınları, Ankara 2007.
DAHRİ, Fahri, Vatani Flet, Tiranȅ 2000.
DİZDARİ, İslam, “Historiku dhe tradita e mevludit tek shqiptaret", Mevludi
tek shqiptaret, Pȅrmbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtinȅ, 22
Prill 2009), Dituria Islame, Prishtinȅ 2010, ss. 24-33.
DURMUŞ, İsmail, “Arap Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C.
XXIX, Ankara 2004.
82
BAED 4/2, (2015), 61-84.
ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA
MEVLİD YAZMA GELENEĞİ
İSMAİLİ, Elez, “Mevludi ne treven e Pollogut-dikur dhe sot”, Mevludi tek
shqiptaret, Pȅrmbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtinȅ, 22 Prill
2009), Prishtinȅ 2010, ss. 147-163.
KALESHİ, Hasan, “Albanska Aljamijado Knjiẑevnost”, Prilozi za
Orijentalnu Filologiju, Sarajevo 1970, ss. 49-76.
________, Mevludi te shqiptarȅt, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996.
________, “Mevludi Kod Arbanasa”, Zbornik Filozofskog Fakulteta, knj.
IV-2, Beograd 1959, ss. 349-358.
KRASNİQİ, Nehat, “Mevludet nȅ letȅrsinȅ shqiptare me alfabet arab”,
Dituria İslame, 1991, ss. 23-28.
LAMAJ, İdriz, Mevludi, New York 1982.
LULİ, Faik, DİZDARİ, İslam, Hafiz Ali Ulqinaku - jeta dhe vepra, LogosA, Shkup 2005.
________, İslam, Mevludet Nȅ Gjuhȅn Shqipe, Camaj-Pipa, 2002 Shkodȅr.
MEHDİU, Feti, Hafiz Ali Korça Mevludi - Lindja e Pejgamberit, Prishtinë
1992.
MYDERRİZİ, Osman, “Hasan Zyko Kamberi”, Buletin pȅr shkencat
shoqȅrore, S. 1, Tiranȅ 1955.
________, Osman, “Tekstet e Vjetra Shqip me Alfabetin Arab”, Buletin pȅr
shkencat shoqȅrore, S. 2, Tiranȅ 1955.
OSMANİ, Fahrudin, Mevlud, Shkup Qershor 1984.
ÖZYAŞAR, Zeynullah, “Mevludi Sherif Nȅ Gjuhȅn Shqipe” Arnavutça
Mevludu Şerif, Ankara 1973.
PEKOLCAY, Necla, Mevlid, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1997.
REXHEPAGİQ, Jashar, Razvoj i şkolstva Albanske Narodnosti na teritoriji
BAED 4/2, (2015), 61-84.
83
MERAL JAHJAİ
danaşnje Jugoslavije do 1918 godine, Priştina 1974.
ŞEKER, Mehmet, “Osmanlılar’da Mevlid Törenleri”, (Mevlid maddesi
içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004.
VELİU, İlmi, Mevludi Ditȅlindja e Muhamedit a.s., Kȅrçovȅ y.y.
ZEKAJ, Ramiz, Zhvillimi i Kulturës İslame te Shqiptarët Gjatë Shekullit XX,
Tiranë 1997.
ZEMBLAKU, Hafȅz Abdullah, Mevludi Paq “Nur’i Ahmedija”, Korçȅ
1931.
84
BAED 4/2, (2015), 61-84.
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015,
ss. 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
Kader ÖZLEM
ÖZET
Komşu iki ülke olarak Türkiye ile Bulgaristan siyasi, ekonomik, kültürel,
coğrafi ve beşeri gerekçelerle birbirleri için stratejik açıdan önem taşımaktadır.
Tarihsel süreç içerisinde yaşanan olaylar taraflar arasında güven problemi
oluşturmuşsa da Todor Jivkov sonrası dönemde Bulgaristan’ın iç ve dış
politikasında meydana gelen yapısal değişimlerin de etkisiyle ikili ilişkilerde siyasi,
askeri ve ekonomik açıdan olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Bu durumun oluşmasında
Sofya yönetiminin Bulgaristan’daki Türklere yönelik 1980’li yıllarda izlediği
asimilasyon politikasını terk etmesi ana etken olmuştur. Jivkov sonrası dönemde
hızlı bir gelişme evresine giren ikili ilişkiler, 2000’li yıllarda da bu gidişatını
sürdürmüştür. Bu çalışmanın amacı Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti)
döneminde Türkiye-Bulgaristan ilişkilerini siyasi, askeri, ekonomik ve Türk azınlık
boyutlarıyla incelemektir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye, Bulgaristan, Adalet ve Kalkınma Partisi, Türk
Azınlık, İkili İlişkiler.
TURKEY-BULGARIA RELATIONS
IN THE PERIOD OF JUSTICE AND DEVELOPMENT
PARTY (2002-2015)
ABSTRACT
Turkey and Bulgaria, being two neighbor countries, have strategical
importance for each other in terms of political, economic, cultural, geographical and
social aspects. Although the incidents in the historical process create a confidence
problem, there have been positive political, military and economic developments in
bilateral relations because of the structural changes in foreign and internal policies
of Bulgaria after the end of Todor Zhivkov regime. In this, Bulgaria’s renunciation
of the assimilation policies towards Turks in 1980s has been main factor in that

Arş. Gör. Dr., Trakya Üniversitesi, Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Edirne, E-mektup: [email protected].
85
KADER ÖZLEM
regard. The bilateral relations have developed rapidly after the Zhivkov period and
this trend continued in 2000’s as well. The aim of this study is to examine the
relations between Turkey and Bulgaria with the political, military, economic and
Turkish minority dimensions in the period of Justice and Development Party (Ak
Party).
Keywords: Turkey, Bulgaria, Justice and Development Party, Turkish Minority,
Bilateral Relations.
1. İkili İlişkilerin Tarihsel Çerçevesi (1878-1989)
13 Temmuz 1878 tarihinde Osmanlı Devleti’ne bağlı özerk bir
prenslik haline gelen Bulgaristan, 1908’de tam bağımsızlığını elde edene
kadar 30 yıl daha Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Bulgaristan’ın prenslik
dönemini kapsayan bu yıllarda Bâb-ı Ali’ye bağlılığı sembolik düzeyde
kalırken, Sofya yönetimi sınırlarını olabildiğince genişletmek istemiştir.
Bulgaristan 6 Eylül 1885’te Şarkî Rumeli eyaletinin Prensliğe
bağlanmasıyla toprak kazanımlarını makro düzeye çıkarmış ve Filibe’den
Burgaz’a kadar olan Osmanlı-Türk mirasının örnekleri durumundaki
şehirleri ele geçirmiştir.1 5 Nisan 1909’da Bulgaristan Osmanlı Devleti
tarafından resmi olarak tanınırken, iki devlet arasındaki ilişkiler egemen
devletler arasında olması gereken esaslara göre yürütülmeye başlanmıştır.
Osmanlı Devleti’ni yeni konjonktürde en fazla ilgilendiren konu ise geride
kalan Müslüman Türk azınlığın durumu olmuştur. Sofya’nın bağımsızlığını
tanımasının hemen ardından İstanbul Protokolü ve Sözleşmesi’ni imzalayan
Osmanlı Devleti, en azından Türk-İslam cemaatinin haklarını ve vakıf
mallarını güvence altına almak istemiştir.2
Balkan Savaşları’nda Osmanlı Devleti ve Bulgaristan arasında fiili
savaş durumu yaşanırken, özellikle Bulgarların Çatalca önlerine kadar
gelmesi İstanbul için tehdit oluşturmuştur. Osmanlı Devleti bu savaşlar
sonucunda Balkanlar’daki topraklarını yitirmiş, II. Balkan Savaşı’nın
ardından Edirne’yi ancak geri alabilmiştir. Böylece Bâb-ı Ali’nin Balkan
toprakları yeni sınırlar itibarıyla Meriç nehrinde sonlanmıştır. Balkan
1
Bkz. Vasilka Tankova, “Knyajestvo Bılgariya – Pırvata Stranitsa ot Novata İstoriq na
Bılgarite”, İstoriya na Bılgarite – Ot Osvoboj-Denieto (1878) do Kraya na Studenata Voyna
(1989), der. Georgi Markov, Tom III, İzdatelstvo Znanie, Sofiya 2009, ss. 43-47.
2
Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, Genişletilmiş 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara 2009,
s. 482.
86
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
Savaşları’nın sonucunda bölgedeki Türk nüfus ile kültür mirası büyük
tahribata uğratılırken, sadece Bulgaristan özelinde olmasa da genel olarak
savaşın yaşandığı bütün bölgede Balkan Savaşları esnasında yaklaşık 200
bin Balkan Türkünün katledildiği tahmin edilmektedir.3 Bununla birlikte,
yüzbinlerce Balkan Türkü de muhacir durumuna düşmüştür.
1912-1913 Balkan Savaşları esnasında Osmanlı Devleti ve
Bulgaristan savaşmalarına karşın, I. Dünya Savaşı’nda müttefiklik ilişkisi
içerisinde olmuştur. I. Dünya Savaşı döneminde iki devlet arasındaki
ilişkiler olumlu bir çizgide ilerlerken, bazı cephelerde iki ordunun İtilaf
Devletleri’ne karşı beraberce çarpıştıkları da olmuştur. Bu dönemdeki
yakınlaşma savaş sonunda da devam etmiştir. Savaş sona erdiğinde her iki
taraf da mağlup durumda bulunurken, bir bakıma benzer kaderi
yaşamışlardır. Bulgaristan savaş sonunda toprak kaybına uğramış olsa da
imzaladığı Neuilly Barış Antlaşması’nın ardından fiili bir işgal süreci
yaşamamıştır. Ancak Anadolu’da Yunan işgalini müteakip Milli Mücadele
dönemi başlamıştır. Bulgaristan, bu dönemde Türklerin Milli Mücadelesinde
en fazla başarılı olmasını isteyen devletlerden biri olmuş ve Milli
Mücadele’ye yardımda dahi bulunmuştur.4 Bu dönemde Sofya yönetimi
Anadolu’daki mücadelenin başarılı olması halinde Neuilly Barış
Antlaşması’nın şartlarında da kısmi bir düzenlemeye gidilebileceğini
öngörmüştür. Dolayısıyla Milli Mücadele döneminde de ikili ilişkilerin
olumlu seyri göz önünde bulundurularak Türk azınlığın rahat bir dönem
geçirdiği sonucuna ulaşılabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devletin dış
politikasına uygun olarak Bulgaristan ile iyi ilişkiler kurulmak istenmiştir.
1925 yılında iki devlet arasında Ankara’da bir Dostluk Antlaşması
imzalanırken, Antlaşma’nın Ekli Protokolü’nde Bulgaristan’daki Türklerin
azınlık hakları da taraflarca garanti altına alınmıştır. Ne var ki
Bulgaristan’da faşist yönetimlerin iktidarda bulunması, ikili ilişkilerin
büyük bir gelişme göstermesini engellemiş, Türk azınlığın haklarında da
durağanlaşma yaşanmıştır. Esasen bu dönemde Türkiye Bulgaristan’la
ilişkilerini oldukça önemsemiştir. Atatürk tarafından yakın silah arkadaşı
Hüsrev Gerede, Sofya’ya Büyükelçi olarak atanmış ve Balkanlar’da
3
Bilal N. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1985, s. 53.
4
Grozyu Grozev, “Voenno-Politiçeskite Otnoşeniya Mejdu Bulgariya i Turtsiya v Perioda
1920-1922 g.” Stamboliiski i Ataturk za Bılgaro-Turskite Vzaimootnoşeniya, Ed. Stoyan
Andreev, Natsionalen Tsentır za Strategiçeski İzsledvaniya, Sofiya 2001, ss. 76-77.
BAED 4/2, (2015), 85-112.
87
KADER ÖZLEM
bölgesel barışın tesis edilmesi için Bulgaristan’ın kazanılması gerektiği
düşünülmüştür. Ne var ki Bulgaristan, Almanya ve İtalya’da faşizmin
yükselişine bağlı olarak, revizyonist kanada iyice yakınlaşarak Balkan
Antantı (1934) bünyesinde yer almamıştır.
II. Dünya Savaşı’nda Almanya ile işbirliği halinde olan Bulgaristan
1944 sonrasında Sovyet Rusya’nın yörüngesi altına girmiş ve Soğuk Savaş
dönemini Doğu Bloğu çatısı altında geçirmiştir. Bu dönemde Ankara-Sofya
hattındaki ilk ciddi kriz Bulgaristan Türkleri merkezli yaşanırken, Ağustos
1950’de Sofya yönetimi tarafından Türkiye’ye verilen notada üç ay
içerisinde 250.000 Türk’ün kabul edilmesi istenmiş5 ve bir anlamda
Bulgaristan Türkleri tehcire maruz bırakılmıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na
asker göndermesine tepki niteliğinde Moskova kaynaklı olarak6 Sofya’dan
yönlendirilen söz konusu göç dalgasında 1950-1951 yıllarında toplamda
154.393 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.7 1950’li yıllar söz konusu göç krizinin
gölgesinde geçmekle birlikte, ikili ilişkilerde güven ortamının oluşmaması
ve farklı bloklarda yer alınması nedenleriyle 1954 yılında Türkiye,
Yunanistan ve Yugoslavya arasında oluşturulan Balkan Paktı’na Bulgaristan
dâhil edilmemiştir. Öte yandan, 1960’lı yıllarda Türk-Bulgar ilişkilerinde
yumuşama gözlenirken, 1968’de Bulgaristan Devlet Başkanı Todor
Jivkov’un Ankara ziyaretinde taraflar arasında Serbest Göç Anlaşması
imzalanmıştır. Bu Anlaşma kapsamında 1978 yılına kadar yaklaşık 130.000
Bulgaristan Türk’ü Türkiye’ye göç etmiştir. Bulgar yönetimi, ülkedeki Türk
azınlığı Türkiye’ye göç ettirme yoluyla azınlık sorununa çözüm aramasının
yanı sıra ülkedeki Pomakları ise 1970’li yılların başından itibaren
asimilasyona tabi tutmuştur.8
Aralık 1984’te Bulgaristan’daki Türklere yönelik kapsamlı bir
asimilasyon politikası izlemeye başlayan Sofya yönetimi, Türkleri zorla
5
Sibel Turan, A Historical Perspective for Turkey-Bulgarian Relations in Terms of Balkan,
Dimension, Paradigma, Sofia 2005, ss. 77-78.
6
Ömer E. Lütem, Türk-Bulgar İlişkileri 1983-1989, Cilt I, 1983-1985, Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2000, s. 76; Birgül Demirtaş Coşkun, Bulgaristan’la
Yeni Dönem, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2001, s. 16.
7
Şimşir, a.g.e., s. 393.
8
Bu dönemde Pomakların Müslüman olan isimleri zorla Bulgarcalarıyla değiştirilirken, buna
karşı direnenlere fiili şiddet uygulanmıştır. Bkz. Hüseyin Memişoğlu, Pages of The History of
The Pomac Turks, Şafak Matbaası, Ankara 1991, ss. 38-39. Hayatını kaybedenler için bkz.
Salih Bozov, V İmeto Na İmeto, Tom II, Fondatsiya Liberalna İntegratsiya, 2011.
88
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
Bulgarlaştırmaya çalışmıştır.9 Bu dönemde Türklerin isimleri Slav
isimleriyle değiştirilirken, Türkçe konuşmak ve dini vecibelerin yerine
getirilmesi yasaklanmıştır.10 Bulgaristan Türklerinin maruz kaldığı bu
durum, Komünist Parti’nin hesapladığı sonucun aksine, azınlık grubu
üyelerini dil, din ve aile bağları temelinde bir araya getirmiş ve çoğunluktan
uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle izlenen asimilasyon politikaları Türk
azınlığın etnik kimliğini güçlendirmiştir.11 Bulgaristan’daki Türklere
yönelik izlenen asimilasyon süreci Türkiye’nin sert tepkisiyle karşılaşmış,
ikili ilişkiler gerilmiştir. Ankara meseleyi yakından takip ederken, en
başından itibaren Bulgaristan’a kapsamlı bir göç anlaşması imzalanması
çağrısı yapmıştır. Türk Dışişleri Bakanlığı bu dönemde Bulgaristan’a daha
fazla odaklanmış ve Bulgaristan’da yaşananlara ilişkin Sofya’ya dört nota
verilmiştir. Bulgaristan, Ankara’nın girişimlerine olumlu yanıt vermezken,
ülkesinde Türk olmadığını ileri sürerek bu konunun Türkiye’yi
ilgilendirmediği görüşünü savunmuştur.12 Türkiye ise konuyu hemen hemen
bütün uluslararası kurumlara yansıtmıştır. Bu dönemde Sofya, kısır bir
döngünün içinde girmiş, hatta Sovyetler Birliği Bulgaristan’ın bu
politikasına destek vermekten kaçınmıştır. Zira Moskova söz konusu
yıllarda Politbüro içerisinde Jivkov’a karşı olan bir grubu desteklemeye
başlamıştır.13 Mayıs 1989’dan itibaren Bulgaristan Türkleri zorunlu göç
sürecini yaşarken, 345.960 kişi Türkiye’ye gelmiştir.14
Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye kitlesel göçü etkili olmakla
birlikte, 1980’li yıllarda Gorbaçov’un Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka
9
Bu döneme ilişkin ayrıntılar için bkz. Hugh Poulton, Balkanlar: Çatışan Azınlıklar, Çatışan
Devletler, Yavuz Alagon (çev.), Sarmal Yayınevi, İstanbul 1993, ss. 146-184; Refik Korkud,
Komünist Bulgaristan’ın Dosyası, Ankara, 1986, ss. 29-36; İlker Alp, Belge ve Fotoğraflarla
Bulgar Mezalimi (1878-1989), Trakya Üniversitesi Yayınları: 90/1, Ankara 1990.
10
Kader Özlem, “Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç İçerisinde Dönüşümü, AB Üyelik
Süreci ve Türk Azınlığa Etkileri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2,
Kış 2008, ss. 351-352.
11
Milena Mahon, “Turkish Minority Under Communist Bulgaria-Politics of Ethnicity and
Power”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Volume 1, Number 2, 1999, s. 156.
12
Bu dönemde verilen notalara ilişkin Sofya’nın tutumu için bkz. Ayşegül İnginar
Kemaloğlu, Bulgaristan’dan Türk Göçü (1985-1989), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 1989, s.112-115.
13
Vesselin Dimitrov, “In Search of a Homogeneous Nation: The Assimilation of Bulgaria’s
Turkish Minority, 1984–1985”, 23 December 2000, European Center for Minority Issues, s.
17, http://www.ecmi.de/fileadmin/downloads/publications/JEMIE/JEMIE01Dimitrov10-0701.pdf, (21.2.2014).
14
R. Ercüment Konukman, Tarihi Belgeler Işığında Büyük Göç ve Anavatan (Nedenleri,
Boyutları, Sonuçları), Ankara 1990, s. 71.
BAED 4/2, (2015), 85-112.
89
KADER ÖZLEM
(Yeniden Yapılanma) politikalarının sonucu olarak uluslararası sistemde
değişim rüzgârlarının esmesi ve Bulgaristan’daki aydınların mevcut rejime
yönelik muhalefetini artırması ülkede yapısal değişiklikleri beraberinde
getirmiştir. 1989 yılının sonunda Jivkov görevinden uzaklaştırılmış, yerine
Dışişleri Bakanı Petır Mladenov geçmiştir. Bulgaristan’daki siyasal değişim
süreci yine komünistlerin eliyle inşa edilirken, bu dönemde Sofya
yönetiminin özellikle Türk azınlığa yönelik politikalarında ciddi bir
değişikliğe gidilerek Türkiye’yle olan ilişkiler düzeltilmek istenmiştir.
2. 1990’lı Yıllarda Türkiye-Bulgaristan İlişkileri
Soğuk Savaş döneminin bitimiyle birlikte, Türkiye ile Bulgaristan
arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Mladenov’un iktidara
gelmesinin hemen ardından Türklere yönelik izlenen asimilasyon
politikasına son verilmiş ve azınlığın önde gelen temsilcileriyle
görüşmelerde bulunulmuştur. Bulgaristan bir taraftan uluslararası arenada
sicilini lekeleyen asimilasyon politikasını terk ederken, diğer taraftan
Türkiye ile ilişkilerini geliştirme yollarını aramıştır. Diğer bir deyişle Türk
azınlık Sofya’nın Ankara’yla olan ilişkileri normalleştirmek ve geliştirmek
için kullandığı bir araç olmuştur. Zira komünizm döneminde güvenlik
ihtiyacını Varşova Paktı bünyesinde geçiren Bulgaristan, Soğuk Savaş
döneminin sona ermesine paralel olarak derin bir güvenlik bunalımı
yaşamıştır. Dolayısıyla, Türk azınlık nedeniyle sorun yaşanılan Türkiye’nin
askeri açıdan caydırıcı bir kapasitede olması Sofya’yı Ankara’yla uzlaşmaya
itmiştir.
1990’lı yılların hemen başında Türk azınlıkla ilgili olarak yaşanılan
gelişmelere bakıldığında, siyasileri tarafından verilen olumlu mesajlara
rağmen Türklerin azınlık haklarının iyileştirilmesi doğrultusunda sembolik
nitelikte adımların atıldığı görülmektedir. Bulgar yetkililer bu dönemde 180
derecelik radikal bir dönüşten ziyade, Bulgaristan Türkleri konusunda
yumuşak bir geçişi benimsemek gayretinde olmuştur. Sofya yönetiminin bu
politikası Bulgar çoğunluğun tepkisine yol açarken, geniş katılımlı kitlesel
gösteriler düzenlenmiştir.15 1990 yılının hemen başında Bulgaristan’daki
Türkler de demokratik haklarını elde etmek için siyasallaşarak partileşme
yoluna gitmişler ve 26-27 Mart 1990 tarihlerinde yapılan Kuruluş
Konferansı’yla Ahmet Doğan’ın liderliğinde Hak ve Özgürlükler Hareketi
15
Poulton, a.g.e., ss. 198-199.
90
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
(HÖH) oluşturulmuştur. Doğan Konferans sonunda partiyi istediği vizyona
uygun örgütleme imkânına kavuşurken, HÖH liberal kodlarla süslenmiş ve
etnik motiflerden olabildiğince arındırılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda
HÖH’ün uzun vadeli bir denklem üzerine kurulduğu belirtilebilir.16 Yeni
dönemde genel olarak azınlık-çoğunluk arasındaki ilişkilerde görülen farklı
örneklerin aksine Bulgaristan’daki Türkler, Bulgar çoğunluğa karşı
hoşgörülü davranmaya devam etmiştir.
Sofya yönetiminin 1990’lı yılların başında azınlığa Türkçe
isimlerini iade etmesi ile anadilde eğitim almayı kolaylaştırıcı bir takım
düzenlemelere girişmesi gibi çeşitli uygulamalar Türkiye tarafından olumlu
karşılanırken, ikili ilişkilerde normalleşme dönemi yaşanmıştır. Bunun
ortaya çıkmasında Bulgaristan’ın dış politika önceliklerinin önemli olduğu
görülmektedir. Zira yeni dönemde dış politikada rotasını Batı’ya doğru
çeviren Bulgaristan için Avro-Atlantik kuruluşlara üyelik hedefi ana
gündem maddesi haline gelmiştir. Dolayısıyla Batılı kurumlarla işbirliği
içine girmeye çalışan Sofya açısından Türk azınlığın şartlarında
iyileştirmeler yapmak kaçınılmaz olmuştur. Öte yandan, özellikle NATO
üyelik hedefi çerçevesinde Türkiye’nin örgüt içerisindeki stratejik önemi
nedeniyle Bulgaristan Türkiye’yi köprü olarak kullanmak istemiştir. Diğer
bir deyişle Bulgar yetkililer Türk azınlığın durumu iyileştirmekle sadece
Türkiye’yle arasını düzeltmekle kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin
aracılığıyla güvenlik anlamında NATO üyeliğini kolaylaştırma gayretinde
olmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkanlar’da yaşanan gelişmeler
Bulgaristan’ın Batı’ya yönelimini hızlandırmıştır. Özellikle Yugoslavya’da
kanlı bir şekilde dağılma sürecine girmesi, Sofya’nın Batı’yla ilişkilerini
geliştirmesi konusunda bir fırsat niteliği taşımıştır. Bulgaristan kriz
esnasında ekonomik açıdan zarar görmesine rağmen Yugoslavya’ya
uygulanan ambargo kararına uymuştur. Bu süreçte Ankara ve Sofya paralel
16
Bkz. Nurcan Özgür Baklacıoğlu, “Bulgaristan Göçmenlerinin Gündeminde Mülkiyet,
Vatandaşlık, Sosyal Güvenlik Sorunları ve Siyasal Temsilin Önemi”, Geçmişten Günümüze
Asimilasyon ve Zorunlu Göçü Anma Etkinlikleri, İzmir BAL-GÖÇ ve Gaziemir Belediyesi
Yayınları, İzmir 26-27 Aralık 2009, ss. 102-103. HÖH’e yönelik 1990’lı yılların ilk yarısında
açılan kapatma davaları partiyi Bulgaristan geneline hitap etme yoluna itmiştir. Söz konusu
kapatma davalarının parti kimliğinde derin izlere sahip olduğu HÖH’ün sonraki
politikalarında somut bir şekilde görülmektedir. Bulgaristan Anayasa Mahkemesi tarafından
HÖH’ün kapatma davası hakkında tesis edilen karar için bkz. “Reşenie No:4 ot April 1992 g.
po K.D. No:1/91 po iskane za…”, Sıdırjanie, Konstitutsionen Sıd na Republika Bılgariya,
http://constcourt.bg/contentframe/contentid/1736, (22.02.2014).
BAED 4/2, (2015), 85-112.
91
KADER ÖZLEM
bir politika izlerken, her iki devlet de Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün
korunması ve olası parçalanmanın bölgesel boyutta yeni çatışmalara yol
açacağı tezini savunmuştur. Bununla birlikte, bölünme kaçınılmaz hale
geldiğinde ise bağımsızlığını ilan eden yeni devletleri tanımaktan
çekinmemişlerdir.17 Diğer taraftan, Sofya 1999’daki Kosova krizinde de
Ankara’yla ve Batılı devletlerle aynı paydada buluşmuştur. NATO’yla
uyumlu bir politika izleyen Bulgaristan, Kosova’ya askeri müdahale için
üslerini kullanıma açmıştır.18
Bulgaristan’ın Avro-Atlantik kurumlara üyelik hedefi için 1997
yılındaki seçimlerin ardından daha somut gelişmeler yaşanmıştır. 1997
yılına kadar bir şekilde iktidarını korumayı başaran Bulgaristan Sosyalist
Partisi’nin (BSP) yerine daha demokratik bir çizgiyi benimseyen
Demokratik Güçler Birliği’nin (DGB) gelmesi iç politikada reformları dış
politikada ise Batı’ya yönelimi hızlandırmıştır. Bu bağlamda,
cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamları arasında eşgüdüm sağlanmış,
bir bakıma DGB’nin eliyle Bulgaristan yeniden dizayn edilmek istenmiştir.
Türkiye ile Bulgaristan arasındaki siyasi ilişkiler DGB iktidarı dönemde
daha olumlu bir ivme yakalamıştır. Bu dönemde karşılıklı ziyaretler dikkat
çekerken, özellikle Temmuz 1997’de Bulgaristan Cumhurbaşkanı Stoyanov
Türkiye ziyareti kapsamında TBMM’de yaptığı konuşmada Jivkov
döneminde Türk azınlığa karşı izlenen asimilasyon politikasından dolayı
üzüntü duyduğunu belirtmiş ve yaşananlar için özür dilemiştir.19 Buna
paralel olarak Başbakan Kostov ise, sadece özür dilemekle kalmamış, aynı
zamanda o dönemde Türklere ‘katliam’ yapıldığını da itiraf etmiştir.20 1997
sonrası dönemde Bulgar devlet adamlarının Türkiye ziyaretlerinde Türk
azınlık konusu söylemlere daha net bir şekilde yansımış, geçmiş dönemlerde
yapılanlardan duyulan üzüntü dile getirilmiştir. Ankara açısından ikili
ilişkilerin geliştirilmesi için Türk azınlığın durumunda olumsuz bir durumun
yaşanmaması ön koşul olarak algılandığı gözlenirken, bu bağlamda iyi
komşuluk ilişkisinin sürdürülmesi, siyasi, ekonomik, askeri ve bölgesel
konularda işbirliğinin geliştirilmesi benimsenmiştir.
17
Coşkun, a.g.e., s. 60.
“Brave Gamble”, The Economist, 27.05.1999, http://www.economist.com/node/208336,
(22.02.2014).
19
Ayın Tarihi, 29 Temmuz 1997; “Stoyanov se İzvini na Turtsite Ni”, Trud, 29 Yuli 1997.
20
“Alkışlanacak Özür”, Hürriyet, 7 Kasım 1998; Bulgar basını söz konusu özrü ön plana
taşımamakla beraber Kostov’un göçmenlere hitaben söylediği “sizleri seviyorum” ifadesine
vurgu yapmıştır. Bkz. “Premierıt Kostov Kaza na İzselnitsite ‘Obiçam Vi’”, Trud, 7
Novemvri 1998.
18
92
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
DGB’nin 4 yıllık iktidar süresi boyunca ikili ülke arası ilişkilerde
yeni dönemin olumlu atmosferi hâkim olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde
Türk azınlığa uygulanan baskı ve asimilasyon politikaları nedeniyle TürkBulgar ilişkilerinde zaman zaman kriz dönemleri yaşansa da günceli
etkileyebilme bakımından 1989 göçü esas kırılma noktası olmuştur.
Bulgaristan asimilasyon politikasında başarılı olamazken, ülkeden
yüzbinlerce Türk’ün göç etmesinin yanı sıra diğer faktörlerin de etkisiyle
yapısal değişiklikler yaşamıştır. 1990’lı yıllarda Bulgaristan Türklerinin
durumunda yapılan kısmi iyileştirmeler Ankara-Sofya arasındaki ilişkilerin
gelişmesine yardımcı olmuştur. Buna karşın, BSP dönemine nazaran DGB
döneminde Bulgaristan’ın Ankara’yla olan ilişkilerine daha fazla ağırlık
verdiği görülmüştür.
3. Ak Parti Dönemi Türkiye-Bulgaristan İlişkileri
Bu kısımda, Kasım 2002’den 2014 yılının sonuna kadar Türkiye’de
iktidarda bulunan Ak Parti iktidarı döneminde Türkiye ile Bulgaristan
arasındaki ilişkiler ele alınacaktır. İki ülkenin söz konusu periyottaki siyasi
iktidarları ile siyasi, askeri, ekonomik ve ilişkileri etkileyebilme potansiyeli
açısından Bulgaristan Türklerinin durumu değerlendirme konusu olacaktır.
3.1. Türkiye ve Bulgaristan’da Siyasi İktidarlar Bağlamında
Aktörel Durum
Bulgaristan’da 17 Haziran 2001 tarihinde yapılan genel seçimlerde
iktidar değişikliği yaşanmış ve uzun yıllar İspanya’da sürgünde bulunan Çar
II. Simeon kurduğu Ulusal Hareketi’yle (İSUH) Başbakanlık koltuğuna
oturmuştur. Oyların yüzde 42’sini alan II. Simeon’un partisi, 240 sandalyeli
Bulgaristan Parlamentosu’nda 120 milletvekili ile temsil edilmiştir. 2001
seçimlerine Liberal Birliği ve Romanların siyasi partisi olan Evroroma ile
ittifak yaparak katılan HÖH21 ise 21 milletvekiliyle temsil edilmiştir. 2005
yılına kadar sürecek olan bu hükümette HÖH, BSP’yle birlikte hükümette
ikişer bakanlık alarak İSUH’un koalisyon ortağı olmuştur. Bu gelişmeyle
birlikte Bulgaristan Türkleri ilk kez ülke yönetimine yer almıştır. Öte
yandan, Kasım 2001’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde BSP’nin
21
“Seçimin Kralı”, Milliyet, 18 Haziran 2001.
BAED 4/2, (2015), 85-112.
93
KADER ÖZLEM
adayı Georgi Pırvanov seçimi kazanmış ve iki dönem üst üste seçilerek 2011
yılının sonuna kadar cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmuştur.
25 Haziran 2005’te genel seçime giden Bulgaristan’da sandık
sonuçları ülkede bir süre devam edecek olan hükümet krizini ortaya
çıkarmıştır. Bu seçimde BSP 82, İSUH 53, HÖH 34 ve yeni kurulan aşırı
milliyetçi parti Ataka ise 21 sandalye kazanmıştır. İSUH’un seçimleri
kaybetmesi ve Ataka’nın seçimlerindeki performansı Batılı yayın organları
tarafından sürpriz sonuç olarak değerlendirilmiştir.22 Seçimin ardından BSP
ile İSUH arasındaki görüş ayrılıkları hükümetin kurulmasını geciktirse de
HÖH’ün arabulucu bir rol üstlenerek kabinenin oluşturulmasını sağlamıştır.
Farklı bir ifadeyle hükümetin oluşturulması sürecinde kendi aralarında
anlaşamayan BSP’yi ve İSUH’u HÖH uzlaştırmıştır.
5 Temmuz 2009’da Bulgaristan tekrara sandık başına giderken,
iktidar koltuğu bir kez daha el değiştirmiştir. Jivkov’un eski Koruma
müdürü ve Sofya eski Belediye Başkanı Boyko Borisov’un partisi olan
Bulgaristan’ın Avrupai Kalkınması için Vatandaşlar (GERB) 116 sandalye
kazanmış ve azınlık hükümeti oluşturmuştur. Bu seçimde BSP 40, HÖH 37,
Ataka ise 21 milletvekiline sahip olmakla birlikte, merkez sağın güçlendiği
bir tablo ortaya çıkmıştır. Ekim 2011’de yapılan cumhurbaşkanlığı
seçimlerini de GERB’in adayı Rosen Plevneliev kazanmış, böylece
yürütmede eşgüdüm sağlanmıştır. Ne var ki 12 Mayıs 2013’te erken genel
seçime giden Bulgaristan’da iktidar bir kez daha el değiştirmiştir. Bu
seçimde GERB 93 sandalye kazanmasına rağmen, tek başına iktidar
olamamış; onun yerine BSP (83) ve HÖH’ün (36) koalisyon ortaklığında
kabine oluşturulmuştur.23 5 Ekim 2014’te yeniden erken seçimlere giden
Bulgaristan’da GERB partisi, Reformcu Blok ile koalisyon ortaklığı yapmış
ve ülkede zayıf bir koalisyon ortaklığı tesis edilmiştir.24 Görüldüğü üzere,
1997 yılından itibaren Bulgaristan’da her seçimde iktidar el değiştirmiştir.
Bu bağlamda, istikrarlı bir siyasi atmosferin varlığından bahsetmek güçtür.
22
“Çujdite Medii Mejdu Dvoynata İznenada ot ‘ATAKA’ i Zagubata na Tsarkata Partiya”,
Media Pool, 27.06.2005, http://www.mediapool.bg/chuzhdite-medii-mezhdu-dvoinataiznenada-ot-ataka-i-zagubata-na-tsarskata-partiya-news106431.html, (10.11.2014).
23
Parlamentodaki grupların dağılımı için bkz. “Parlamentarni Grupi”, Narodna Sıbranie na
Republika Bulgariya, http://www.parliament.bg/bg/parliamentarygroups, (03.03.2014).
24
5 Ekim 2014 seçimlerinin sonuçlarına ilişkin yapılan bir değerlendirme için bkz. Kader
Özlem, “Bulgaristan’da Sandıktan Çıkan Yeni Kaos”, Al Jazeera Türk, 6 Ekim 2014,
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/bulgaristanda-sandiktan-cikan-yeni-kaos, (08.11.2014).
94
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
Bulgaristan’da ortaya çıkan bu genel tablonun aksine Türkiye
ölçeğinde ise 2002 sonrası dönemde hükümet bakımında oldukça istikrarlı
görüntü ortaya çıkmıştır. 3 Kasım 2002 parlamento seçimlerinde Ak Parti
oyların yüzde 34’ünü olarak tek başına iktidar olurken, 2007’de yüzde 47,
2011’de ise yüzde 49 oy alarak iktidarını sürdürmüştür. Bu bağlamda,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Bulgaristan’ın dört başbakanıyla da (II.
Simeon, Sergey Stanişev, Boyko Borisov ve Plamen Oreşarski) mesai
yapmıştır. Diğer bir deyişle Türkiye’de iktidar değişmeden Bulgaristan her
seçimde ülkeyi yöneten siyasilerini yenilemiştir. Ahmet Necdet Sezer’in
görev süresinin dolmasıyla 2007’de yapılan Abdullah Gül Cumhurbaşkanı
olurken, 10 Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte
Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmuş,
Başbakanlık koltuğunda ise Ahmet Davutoğlu yer almıştır.
3.2. İkili Siyasi İlişkiler
İki ülke arasındaki siyasi ilişkiler karşılıklı ziyaretler bağlamında
önceki dönemin uzantısı niteliğinde devam etmiştir. Şubat 2003’te dönemin
Başbakan Yardımcısı ve aynı zamanda Bulgaristan göçmeni olan Ertuğrul
Yalçınbayır, HÖH’ün 5. Olağan katılmak için Bulgaristan’a gitmiştir.25
Yalçınbayır’ın bu ziyareti Ak Parti döneminde Bulgaristan’a yapılan üst
seviyede ilk temas olması açısından önem taşımaktadır. Zira üyelerinin
çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu HÖH Kongresi’ne Türkiye’den
Başbakan Yardımcısı düzeyinde bir katılımın olması HÖH’ün Türklerin
temsilcisi olarak tanındığı ve eski politikanın devam ettiği şeklinde
anlaşılmıştır. Bununla birlikte, Bulgaristan’da temaslarda bulunmak üzere
giden Heyet’in başında Bulgaristan göçmeni olan ve bölgeyi bilen bir ismin
bulunmasına dikkat edildiği gözlenmiştir.
Mayıs 2003’te Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Sofya’yı ziyareti
dönemin siyasi ilişkileri açısından çerçeve niteliği taşımaktadır. Bulgaristan
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’yla görüşmelerde bulunan
Gül, Bulgaristan’ın NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin desteğini
yinelerken, bu durum Bulgar tarafını oldukça memnun etmiştir. Ziyaret
kapsamında HÖH Genel Başkanı Ahmet Doğan ve Bulgaristan
Müslümanları Başmüftüsü’yle de görüşen Gül, Bulgaristan’dan terör örgütü
PKK’nın uzantısı olan KADEK’i terör örgütü listesine almasını istemiştir. 26
25
26
Ayın Tarihi, 14 Şubat 2003.
Ayın Tarihi, 13 Mayıs 2003.
BAED 4/2, (2015), 85-112.
95
KADER ÖZLEM
Bu dönemde Türkiye’deki iktidarın Bulgaristan politikasında bir değişikliğe
gitmediği görülmektedir.
Ekim 2003’te Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov
mevkidaşı Ahmet Necdet Sezer’i ziyaret etmiş, buna karşılık Mayıs 2004’te
Erdoğan Sofya’ya gitmiştir. Bu ziyaretler sadece liderler düzeyinde
kalmamış, iki devletin çeşitli bakanlıkları düzeyinde de devam etmiştir.
Görüldüğü üzere Ak Parti iktidarının ilk iki yılında üst düzeyde karşılıklı
ziyaretler yoğun bir şekilde yaşanmıştır. Mayıs 2005’te Bulgar
Cumhurbaşkanı Ankara’ya gelirken, bir ay sonra iki ülkenin Başbakanları
Hamzabeyli-Lesovo sınır kapısını birlikte açmışlardır.27 2005 yılının ikinci
yarısından itibaren Bulgaristan’da seçim sonuçlarına bağlı olarak BSP,
İSUH ve HÖH ile birlikte koalisyon oluşturmuştur. Bu dönemde siyasi
ilişkilerde durağanlık yaşansa da 2006 yılından itibaren Bulgar Başbakan
Stanişev’in Ankara ziyaretini müteakip Şubat 2006’da Cumhurbaşkanı
Sezer ile Nisan ayında ise Dışişleri Bakanı Gül Bulgaristan’ı ziyaret
etmiştir. Bu ziyaretlerde ilişkilerdeki gelişme süreci taraflarca takdir
edilirken, sorun kaynağı olabilecek bir konu başlığının dile getirilmediği
görülmektedir.
Ak Parti iktidarının ilk döneminde Türk-Bulgar siyasi ilişkileri
açısından Bulgaristan’ın NATO üyeliği konusu ön planda olduğundan
Ankara tarafından buna yönelik verilecek siyasi destek ile terörle
mücadelede işbirliği, ilişkilerin daha da geliştirilmesi gibi hususlar ön plana
çıkmıştır. Bu dönemde üyelerin çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu
HÖH’ün iktidar ortağı olması siyasi ilişkilere ivme kazandırmıştır. Bununla
birlikte, Bulgaristan’ın 2004’te NATO, 2007’de ise AB üyeliği Türk-Bulgar
ilişkileri farklı bir raya oturtmuştur. Soğuk Savaş döneminde farklı
bloklarda yer alan ve Türk azınlık nedeniyle sorunlu ilişkilere sahip olan iki
ülke, 2000’li yıllarla birlikte tekrar müttefiklik ilişkisi içerisine girmiştir.
2008 yılıyla birlikte Türk-Bulgar siyasi ilişkilerinde sorun
yaratabilme potansiyeli taşıyan konu başlıkları gündemde belirmeye
başlamıştır. Ocak 2008’de Ataka partisi tarafından parlamentoya getirilen
1915 Olayları’nın soykırım olarak tanınmasına yönelik öneri Meclis’te
reddedilse de bu konu aşırı milliyetçilerin Türkiye karşıtı reflekslerini canlı
tutan bir manevra aracı haline gelmiştir. Buna paralel olarak 28 Mart
2008’de Sofya’da temaslarda bulunan Erdoğan’ın mevkidaşı Stanişev ile
27
“Bulgaristan’la Yeni Sınır Kapısı Açıldı”, Hürriyet, 19 Haziran 2005.
96
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
yapacağı basın toplantısı da yine Ataka partisi vekillerince provoke edilmiş,
bunun üzerine tedbir amacıyla toplantı iptal edilmiştir.28
Diğer taraftan, Bulgaristan AB üyesi olduktan sonra Türkiye’nin
Birliğe üyeliğini desteklemeye devam etmiştir. Aralık 2008’de Ankara’ya
gelen Pırvanov, Gül ile görüşmesinde bu konudaki desteğini birinci ağızdan
ifade etmiştir.29 2009 yılında ikili siyasi ziyaretlerde daha çok enerji konusu
ön plana çıkarken, bu bağlamda Nabucco projesi önemli bir gündem konusu
olmuştur. 2009’da Bulgaristan’da yaşanan iktidar değişikliği siyasi
ilişkilerde kısmi bir durağanlık yaratmıştır. GERB iktidarının ilk aylarında
Türk-Bulgar ilişkilerinin milliyetçi bir gölgenin etkisinde geçtiği
görülmektedir. Özellikle 4 Ocak 2010’da Dış Bulgarlardan Sorumlu Bulgar
Bakan Bojidar Dimitrov’un Trakya Bulgarlarına ilişkin Türkiye’den
tazminat talepleri ve bu tazminatın ödenmesinin Türkiye’nin AB üyeliği
konusunda ön koşul olduğunu ifade etmesi ikili ilişkilerde gerginliğe yol
açmıştır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından konuya ilişkin yapılan
açıklamada “…tarihte yaşananlar tek taraflı göç şeklinde cereyan
etmemiştir. Bulgaristan'dan Türkiye'ye o dönemde göç etmek zorunda kalan
2 milyona yakın Türk olmuştur. Dolayısıyla bu tarihi konuların tartışmaya
açılması, tabii bütün kapsamıyla tartışmaya açılmasını gerektirir ki bu bizim
açımızdan, bugünkü ilişkilerin doğal seyri açısından, aslında bu
tartışmaların çok rasyonel zeminde yapılması icap eder ve daha önce bu
konular iki ülke arasında görüşüldü” denilmiştir.30 Dimitrov’un açıklamaları
sonucu Türk-Bulgar ilişkilerinde yaşanan bu kısa süreli gerginliği
yatıştırmak amacıyla Başbakan Borisov Ocak 2010’da Ankara’ya gelmiş ve
temaslardan memnun ayrılmıştır. Öyle ki bu ziyarette tazminat meselesi
komisyon çalışmalarına havale edilirken, Borisov iki ülke arası ilişkilerde
aracılara ihtiyaç olmadığını söylemiş ve Türkiye’nin AB üyeliğine olan
desteğini yinelemiştir.31 Diğer bir deyişle, Borisov bakanı Dimitrov’u
yalanlamış, Türk-Bulgar ilişkilerindeki olumlu ivmeyi korumak ve
geliştirmek niyetinde olmuştur.
28
“Siderov: Stanişev i Erdogan se Uplaşiha ot Ataka”, Darik News, 27 Mart 2008,
http://dariknews.bg/view_article.php?article_id=237736&audio_id=20091, (08.03.2014).
29
“Bulgariya Podkrepya Turtsiya za EC”, Vestnik Duma, 17.12.2008,
http://old.duma.bg/2008/1208/171208/sviat/sv-1.html, (08.03.2014)
30
“Davutoğlu Tazminat Talep Eden Bulgaristan’ı Uyardı”, Hürriyet, 6 Ocak 2010.
31
“Borisov Ne Vijda Otkriti problemi s Turtsiya, Vestnik Sega, 27.01.2010,
http://www.segabg.com/article.php?sid=2010012900090000123, (08.03.2014).
BAED 4/2, (2015), 85-112.
97
KADER ÖZLEM
Temmuz 2011’de Bulgaristan’a geniş bir heyetle ziyarette bulunan
Cumhurbaşkanı Gül mevcut iyi ilişkilerin daha da gelişmesi mesajını
vermesine karşılık, Pırvanov ise iki ülke arasında bazı sorunların olmasına
rağmen, bunların çözülebileceğini belirtmiştir.32 Bu sorunlar Türk
medyasında çok fazla yer bulmasa da Bulgar medyası özellikle Trakya
Bulgarlarına ilişkin tazminat problemine yer vermiştir. Bununla birlikte
sosyal güvenlik anlaşması imzalanması konusu ve nehirler meselesinin de
ayrı bir sorun başlığı olduğu anlaşılmaktadır. Hâlihazırda taraflarca
oluşturulan komisyonlarda söz konusu sorunlar ele alınmaktadır. Ancak kısa
vadede çözüm bulunması oldukça güç bir ihtimaldir. Zira Bulgarlar sosyal
güvenlik anlaşmasının imzalanması için Trakya Bulgarlarına tazminat
ödenmesini ön şart olarak ileri sürmektedir. Çözülebilir sorunlar kapsamında
2011 yılı itibarıyla vakıf malları konusu gündemde yer alsa da Türkiye’deki
Bulgarlara ait vakıf malları Haziran 2012’de iade edilmiş,33 buna karşılık
Bulgaristan’ın da Müslümanlara ait vakıf mallarının geri verilmesi
beklenmiştir. Bulgarlar bu konuda hayli ağır davranmakla birlikte, sembolik
nitelikte bazı adımlar da atmıştır. Söz konusu sorunlar iki ülke arasındaki
ilişkilerin genel seyrini etkileyebilme potansiyeline sahip olmamakla
birlikte, Ekim 2013’te Bulgaristan Dışişleri Bakanı’nın Ankara’ya
ziyaretinde Davutoğlu’nun ikili ilişkiler hususundaki tanımı bunun
gerekçesini ortaya koymaktadır: “Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler
tarihi derinliği olan, coğrafi boyutları olan, yoğun sosyal etkileşime dayalı
ekonomik ilişkiler boyutu son derece yoğun özel stratejik ilişkilerdir.”34 Söz
konusu durum 24 Nisan 2015’de Bulgaristan Parlamentosu’nda 1915
Olayları’nın “kitlesel katliam” olarak tanıma kararının ardından da bu
şekilde devam etmiştir. Türk Dışişleri Bakanlığı’nca konuya ilişkin sert bir
açıklama yapılmış olsa da35 ilişkilerin genel seyri bundan etkilenmemiştir.
32
“Gyul
Bil
Dobır
Priyatel
na
Pırvanov”,
Dnes,
11.07.2011,
http://www.dnes.bg/politika/2011/07/11/giul-bil-dobyr-priiatel-na-pyrvanov.123670,
(12.03.2014).
33
“Şişli’nin Göbeği Bulgar Vakfı’na Verildi”, Milliyet, 14.06.2012.
34
“Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Bulgaristan Dışişleri Bakanı ile Yaptığı Ortak
Basın Toplantısı”, 26 Ekim 2013, Ankara, http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayinahmet-davutoglu_nun-bulgaristan-disisleri-bakani-ile-yaptigi-basin-toplantisi_-26-ekim2013_-ankara.tr.mfa, (13.03.2014).
35
Bkz. “No:134, 25 Nisan 2015, Bulgaristan Parlamentosunca 1915 Olaylarına İlişkin Kabul
Edilen Karar tasarısı Hk.”, http://www.mfa.gov.tr/no_-134_-25-nisan-2015_-bulgaristanparlamentosunca-1915-olaylarina-iliskin-kabul-edilen-karar-tasarisi-hk_.tr.mfa, (07.06.2015).
98
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
3.3. Askeri ve Ekonomik İlişkiler
1990’lı yılların başından itibaren askeri anlamda Türkiye ile işbirliği
tesis etmek isteyen Bulgaristan, bu bağlamda bir dizi girişimde bulunmuş ve
iki ülke arasında 1991 Sofya Belgesi, 1992 Askeri Eğitim İşbirliği
Anlaşması, 1992 Edirne Belgesi, 1993 Askeri Teknik İşbirliği Anlaşması ve
1997 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması gibi çeşitli hukuki metinler
imzalanarak uygulamaya konmuştur.36 1990’lı yılların ikinci yarısından
itibaren güvenlik açısından NATO’yu bir kalkan olarak gören Bulgaristan,
bu anlamda İttifak’a üyelik konusunu temel dış politika hedefleri arasına
almıştır. Bulgaristan’ın NATO üyeliğini en başından itibaren destekleyen
Türkiye, 2003 sonrası dönemde de bu politikasını sürdürmüştür. Dönemin
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Mayıs 2003’teki Sofya ziyaretinde Bulgar
Cumhurbaşkanı Pırvanov, bu konuda Türkiye’ye teşekkür etmiştir.37
29 Mart 2004’te NATO üyesi olan Bulgaristan, Türkiye ile olan
askeri ve güvenlik alanındaki işbirliğini bu çerçevede sürdürmektedir. Ocak
2004’te Türkiye’yi ziyaret eden Bulgar Genelkurmay Başkanı Nikola Kolev,
mevkidaşı Hilmi Özkök ile görüşmede bulunurken, bu ziyaretin
Bulgaristan’ın NATO üyeliğinden kısa bir süre önce olması ilginçtir. Öte
yandan, NATO’da müttefiklik ilişkisi içinde bulunan Türkiye ve
Bulgaristan’ın askeri açıdan her konuda mutabık olmadıkları görülmektedir.
Karadeniz’e ilişkin vizyon farklılıkları bu anlamda önemlidir. Ankara
açısından Karadeniz iç/kapalı deniz olarak algılanırken, Sofya ise
Karadeniz’i uluslararası işbirliğine açık deniz suları olarak görmektedir. Bu
bakımdan Bulgaristan ABD’ye daha yakın bir politika izlemesine karşın,
Türkiye ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin korunması temelinde
Rusya’yla görüş birliği içinde bulunmaktadır. Karadeniz’de askeri alanda
işbirliğini artırmaya yönelik oluşturulan BLACKSEAFOR kapsamında da
Bulgaristan’la çeşitli belgelerin imzalanmasına ilişkin pürüzler
yaşanmaktadır.38 Diğer bir deyişle askeri açıdan pek çok konuda işbirliği ve
uyum içinde çalışan iki ülke, Karadeniz’deki askeri faaliyetler bağlamında
çeşitli konu başlıklarında görüş ayrılığı içinde bulunmaktadır.
1990’lı yıllarda Bulgaristan’ın komünist iktisadi modeli terk ederek
serbest piyasa ekonomisini benimsemesiyle ekonomi alanında Türk-Bulgar
36
Tuncay Babalı, “Türkiye-Bulgaristan İlişkileri: Manzara, Sorunlar ve Perspektif”, TürkBulgar İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013, s. 228.
37
Ayın Tarihi, 13 Mayıs 2003.
38
Babalı, a.g.m., s. 228.
BAED 4/2, (2015), 85-112.
99
KADER ÖZLEM
ilişkileri hızla artış kaydetmiştir. Bu dönemde ikili ekonomik ilişkilerde
yaşanan artış yeni dönemdeki siyasi ilişkilerdeki olumlu gelişmelerle
doğrudan ilintili olmuştur. 1 Ocak 1999 tarihinde yürürlüğe giren Serbest
Ticaret Anlaşması da ekonomik ilişkilere ayrı bir çehre kazandırmıştır.
1990’lı yılların sonuna doğru ikili ticaret hacmi 1 milyar dolara yaklaşmış,
2000’li yıllar için umut kaynağı olmuştur. Ekim 2003’te Ankara’yı ziyaret
eden Bulgar cumhurbaşkanı Pırvanov’un beraberinde bulunan 60’a yakın
işadamının bulunması aslında artan siyasi işbirliğini ekonomik kazanımlarla
süslemek gayretinin bir ürünü olmuştur. Ziyaretinde İzmit’teki “Prısta Oil”
isimli Bulgar firmasının fabrika açılışına da katılan Pırvanov, 2003 yılı
itibariyle ticari ilişkiler halen daha 1 milyar dolara ulaşmamış olsa da bu
rakama ulaşılması halinde parti vereceğini söylemiştir.39 Ekonomik anlamda
yakalanmak istenen ivme, 2004 yılında Sofya’da Türk-Bulgar Ticaret ve
Sanayi Odası’nın (TBTSO) kurulmasıyla devam etmiştir. Öyle ki 2006’nın
ilk 6 ayında ikili ticaret hacmi, 2004 yılının söz konusu dönemine kıyasla %
41 oranında artmıştır.40
Söz konusu artışa paralel olarak Başbakan Erdoğan Mart 2008’deki
Bulgaristan ziyaretinde Eski Cuma’daki (Tırgovişte) Şişecam fabrikasının
açılışına da katılmış ve tesisin iki ülke arasındaki dostluk ve işbirliğinin de
sembolü olduğunu belirtmiştir. 2011 yılı verilerine göre iki ülke arasındaki
ticaret hacmi yaklaşık 4 milyar dolar seviyesine yükselirken, taraflarca
bunun yeterli olmadığı ve daha da artması gerektiği yönünde açıklamalarda
bulunulmuştur. Örneğin, Cumhurbaşkanı Gül Temmuz 2011’deki
Bulgaristan ziyaretinde ikili ticaret hacmindeki ilk hedefin 5 milyar dolar,
daha sonra ise süratle 10 milyar dolar seviyesi olması gerektiğini
söylemiştir.41
39
“Pırvanov Obeşta Parti, Ako Stignem $ 1 Mlrd. Stokoobmen s Turtsiya”, Vestnik Sega,
10.03.2014,
http://www.segabg.com/article.php?issueid=1013&sectionid=3&id=00001, (18.03.2014).
40
Yordanka Bibina, “Son Dönem Bulgar-Türk İlişkileri”, Türk-Bulgar İlişkileri Üzerine
Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013, s. 153.
41
“Türkiye-Bulgaristan Ticaret Hacminde İlk Hedef: 5 Milyar Dolar”, 11.07.2011,
http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/80278/turkiyebulgaristan-ticaret-hacminde-ilk-hedef-5milyar-dolar.html, (18.03.2014).
100
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
YILLARA GÖRE İKİLİ TİCARET HACMİ VERİLERİ
Yıllar
Türkiye’den Yapılan
Bulgaristan’dan Yapılan
İhracat (bin $)
İthalat (bin $)
2014
2 040 157
2 846 185
2013
1 971 347
2 760 265
2012
1 684 989
2 753 650
2011
1 623 299
2 474 621
2010
1 497 384
1 702 534
2009
1 385 544
1 116 902
2008
2 151 534
1 840 008
2007
2 060 171
1 951 656
2006
1 568 006
1 663 425
2005
1 179 313
1 190 079
2004
894 326
959 471
2003
621 685
689 462
Kaynak: TÜİK Verilerinden derlenmiştir.
Tabloda görüldüğü üzere son 12 yıllık ticaret verilerinde ikili
ekonomik ilişkiler giderek artış kaydetmiştir. Bulgaristan’ın Türkiye’ye olan
ihracatı daha fazla olsa da bu durum Bulgaristan’da faaliyet gösteren Türk
firmalarının katkısıyla gerçekleşmektedir. Tablodan ikili ticaret hacminin
yaklaşık 5 milyar dolar olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Bulgaristan’da 2
milyar dolara yakın da Türk yatırımı bulunmaktadır. 2014 yılı verileri
itibarıyla Bulgaristan’ın yaklaşık 60 milyar dolarlık dış ticaret hacminde bu
rakamlar kayda değer bulunsa da Türkiye ekonomisi için oldukça sembolik
düzeyde kalmaktadır. Bu durum, komşu olan ve serbest gümrük
uygulamasına sahip iki ülke açısından ticari ilişkilerin oldukça yetersiz
olduğunu göstermektedir. Öyle ki Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev
2012’deki Türkiye ziyaretinde ekonomik ilişkilerin iyileştirilmesine yönelik
BAED 4/2, (2015), 85-112.
101
KADER ÖZLEM
çaba gösterilmesi gerektiğini vurgulamış,42 aynı söylem Türk tarafınca da
onaylanmıştır. Bu bağlamda, stratejik boyutta ekonomik işbirliğinin
artırılması için enerji ve altyapı projeleri ön plana çıkmaktadır. Enerji
sektöründe Nabucco projesi stratejik işbirliğinin tesisi ve ekonomik
ilişkilerin geliştirilmesi yönünden umut kaynağı olmuş ve paydaş olan iki
ülkenin devlet adamlarınca projenin önemi sıkça dile getirilmiştir. Ancak
Nabucco projesi başlamadan biterken onun yerine Şahdeniz Konsorsiyumu
tarafından Bulgaristan’ı devre dışı bırakan TANAP projesine başlanacağı
duyurulmuştur.43 TANAP projesinde ise Hazar gazının Türkiye-Yunanistanİtalya hattı üzerinden Avrupa’ya taşınması öngörülse de enerji ihtiyacı olan
Bulgaristan da bu projeden yararlanabilecektir. Nabucco’nun ardından
Rusya merkezli doğalgaz projelerine yönelen Sofya yönetimi Aralık 2014’te
Rus lider Putin’in Güney Akım projesinde Bulgaristan’ı devre dışı bırakarak
Türkiye’yle çalışacağını açıklamasının ardından Sofya yönetimi enerji
konusunda yeni bir darbe daha almıştır.44 Güney Akım projesinin geleceği
belirsizliğini korusa da Nabucco projesi bağlamında yaşanan başarısızlık
nedeniyle Türk-Bulgar ekonomik ilişkileri enerji sektörü bağlamında
beklenen sıçramayı gerçekleştirememiştir.
Öte yandan, turizm sektörü de ikili ticari ilişkilerde önemli bir payda
olarak ön plana çıkmıştır. Her iki ülkenin de yaz ve kış turizmi için geniş bir
potansiyele sahip olması turizm faaliyetlerini geliştirmiştir. Ne var ki bu
konuda Bulgaristan vatandaşları Türkiye vatandaşlarına göre daha avantajlı
bir konumda bulunmaktadır. AB üyesi olan Bulgaristan vatandaşları vizesiz
olarak Türkiye’ye gelebilirken, Türk vatandaşları AB vize rejimi dolayısıyla
Bulgaristan’a serbestçe gidememektedir. Aslında vize meselesi sadece Türk
turistler için değil, Bulgaristan’da yatırım yapmayı düşünen Türk işadamları
için de sorun teşkil etmektedir. 2012 yılında yapılan düzenlemeyle yeşil
pasaport sahibi Türk vatandaşları serbestçe Bulgaristan’a gidebilse de bu
imkâna sahip olmayan vatandaşlar vize sıkıntısı yaşamaya devam
etmektedir. Bulgaristan’dan yılda yaklaşık 1 milyon turist Türkiye’yi ziyaret
ederken, Türkiye’den Bulgaristan’a yapılan turistik ziyaretler de artış
42
“Uspehıt na Turtsiya e Vajen za Nas, e Kategoriçen Rosen Plevneliev”, Dnes, 03.12.2012,
http://www.dnes.bg/politika/2012/12/03/uspehyt-na-turciia-e-vajen-za-nas-e-kategorichenrosen-plevneliev.174472, (18.03.2014).
43
“Proektıt ‘Nabuko’: Nay-Dılgata Opera Priklyuçva”, 26.06.2013, Kapital,
http://www.capital.bg/politika_i_ikonomika/bulgaria/2013/06/26/2090335_proektut_nabuko_
nai-dulgata_opera_prikljuchva/, (19.03.2014).
44
Bkz. Kader Özlem, “Güney Akım Bilmecesinde Bulgaristan’ın Stratejik Kayıpları”, 21.
Yüzyıl Dergisi, Sayı: 73, Ocak 2015, ss. 13-20.
102
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
kaydetmiş ve 200 bin kişi seviyesine yükselmiştir.45 Bulgaristan’dan gelen
turist sayısının fazla olmasında Türkiye’de akrabası bulunan Bulgaristan
Türklerinin bu kapsamda yer alması ile Edirne, İstanbul gibi illerin
Bulgaristan’a oldukça yakın bir mesafede bulunması etkili olmaktadır.
Dolayısıyla turizm sektörünün ikili ticari ilişkilerin geliştirilmesinde ve
halklar arasındaki etkileşimin artmasında önemli bir faktör olduğu
belirtilebilir.
3.4. Bulgaristan Türkleri Konusundaki Gelişmeler
Ak Parti iktidarı döneminde önceki yıllarda Türk hükümetlerince
geleneksel olarak sürdürülen Bulgaristan Türkleri politikasını devam
ettirilmiştir. Bu bağlamda, HÖH Türklerin temsilcisi olarak muhatap kabul
edilirken, Türk azınlık Bulgaristan’ın içişlerine müdahale aracı olarak
görülmemiştir. Diğer bir deyişle azınlık merkezli makro ölçekli krizler
meydana gelmediğinden Bulgaristan Türkleri konusu ikili ilişkileri
belirleyen ana dinamik olmamıştır. 2000’li yıllarla birlikte, Bulgaristan’daki
Türklerin ikili ilişkilerde bir sorun oluşturmaması HÖH’ün 2001-2009
yılları arasında iki defa koalisyon ortağı olmasıyla doğrudan ilintilidir. Zira
söz konusu periyotta Türk azınlık yereldeki başarısını genele de taşımış ve
Bulgaristan’da bakanlık görevi yapar hale gelmiştir. Dolayısıyla, Türkler
HÖH aracılığıyla ülkeyi yöneten siyasi iradenin doğrudan bir parçası haline
gelmiştir. Ne var ki iktidar ortaklığına rağmen Bulgaristan’daki Türklerin
azınlık haklarında somut ilerlemenin olmadığı ve HÖH’ün Bulgar
çoğunluğun tepkisini toplayacak girişimlerden kaçındığı gözlenmiştir.
Türk devlet adamlarınca Bulgaristan’a yapılan üst düzey resmi
temaslarda kurumsal açıdan azınlık temsilcileriyle bir araya gelinmesi ve
çeşitli konu başlıklarında görüş alışverişinde bulunulması geleneği 2003
sonrası dönemde de sürdürülmüştür. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül’ün Nisan 2006’da gerçekleşen Sofya ziyaretinin ardından Türklerin
yoğun olarak yaşadığı Kırcaali’ye de gitmesi Türk azınlığa manevi açıdan
destek olmuştur.46 Buna paralel olarak, Mart 2008’de Erdoğan’ın Sofya
ziyaretinin ardından Kırcaali’ye gelerek soydaşlara doğrudan hitap etmesi
Türkiye’nin Bulgaristan Türklerinin yanında olduğu mesajı doğrudan
azınlığa iletmesi açısından önemlidir. Kırcaali ziyareti her ne kadar Bulgar
45
Bibina, a.g.m., s. 157.
“Abdullah Gül: Kırcaali Bizim için Önemli Bir Şehir”, Kırcaali Haber, 01.05.2006,
http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=6, (21.03.2014).
46
BAED 4/2, (2015), 85-112.
103
KADER ÖZLEM
milliyetçilerinin tepkisini toplasa da Erdoğan’ın söylemleri hem Türk
azınlık hem de Bulgar yetkililer açısından farklı mesajları içermiştir. “Bence
Balkanlar’ın Kırcaali’den alacağı çok dersler var” diyen Erdoğan, şehirdeki
hoşgörü atmosferinin örnek olabilme potansiyelini dile getirmiş,
Kırcaali’deki kiliseyi de ziyaret ederek Bulgar milliyetçilerinin tepkilerini
haksız çıkarmak istemiştir. Bulgaristan Türklerinin bulundukları ülkenin
sadık birer vatandaşı olduğunu ve ikili ilişkilerde dostluk köprüsü
olduğunun altını çizen Erdoğan, Türklerin Bulgar dilini öğrenirken,
azınlığın Türkçe’ye de sahip çıkması gerektiğini dile getirmiştir.
Bulgaristan’daki Türkçe’nin geçmiş yıllara göre oldukça iyi bir durumda
olduğunu söyleyen Erdoğan, mevcut bazı güçlüklerin zamanla aşılacağına
olan inancını dile getirerek Bulgar yetkililere bu konuda mesajını
göndermiştir.47 Özetle, Erdoğan Kırcaali ziyareti Türkiye’nin soydaşlarının
yanında olduğunu göstermesi ve Türklerin Bulgaristan içindeki rolünün ne
olduğunu gösteren çerçeveyi çizmesi anlamında önemli olmuştur. Bu
bağlamda, Türkiye’nin Bulgaristan’daki soydaşların ülke içi dengelerde
yapıcı bir politika üstlenmesi istediği söylenebilir.
Bulgaristan’da 2009 yılındaki parlamento seçimlerinde iktidar
değişikliğinin meydana gelmesiyle yeni hükümet Türk azınlığa ilişkin farklı
bir politika izleme eğiliminde olmuştur. Boyko Borisov Bulgaristan’da “en
ciddi rakibi olarak gördüğü” Ahmet Doğan’ı siyaseten saf dışı bırakmaya
çalışırken,48 bu bağlamda Türk azınlığı kazanma siyaseti izlemiştir. Öyle ki
Borisov Başbakanlık görevi bittikten sonra 22 Haziran 2013 tarihinde ülkeyi
Doğan’ın yönettiğini bile iddia etmiştir.49 Ocak 2010’da Türkiye ziyaretinde
ise ilişkilerde aracılara gerek duyulmadığını söyleyen Borisov’un asıl
hedefinin HÖH’ün Türk-Bulgar ilişkilerindeki köprü rolünü sona erdirmek
olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen Borisov, bu
anlamda 2010 yılının yaz aylarında meydana gelen Başmüftülük krizini
Erdoğan’ın araya girmesiyle sonuca bağlamıştır.50 Öte yandan Mayıs
2012’de Bulgaristan’a çalışma ziyaretinde bulunan Erdoğan’ın temaslarının
ardından Borisov’un “Erdoğan’ın Ahmet Doğan’a iyi günler bile demek
47
Bkz. “Erdoğan Kırcaali’de Türklere Seslendi”, CNN Türk, 28.03.2008,
http://www.cnnturk.com/2008/dunya/03/28/erdogan.kircaalide.turklere.seslendi/442754.0/ind
ex.html, (21.03.2014).
48
“Borisov: Dogan e Edinstveniyat Mi Konkurent”, Vestnik Sega, 19.10.2009,
http://www.segabg.com/article.php?issueid=4326&sectionid=2&id=0000202, (26.03.2014).
49
“Borisov: Ülkeyi Ahmet Doğan Yönetiyor”, Cihan Haber Ajansı, 22 Haziran 2013.
50
“Erdoğan Başmüftülük Sorununa El Attı”, Kırcaali Haber, Sayı: 58, 13 Ekim 2010.
104
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
istemediğini” dile getirmesi51 Borisov’un aslında bu amacına kısmen de olsa
ulaştığı şeklinde anlaşılabilir. Bunu kuvvetlendirici bir diğer delil ise Ahmet
Doğan’ın 19 Ocak 2013 tarihinde suikast girişimine maruz kaldığı HÖH
Genel Kurulu’nda söylediği sözlerdir. “Borisov’un HÖH’ü ortadan
kaldırmak için Erdoğan’dan yardım istediğini” söyleyen Doğan, Erdoğan’ın
da buna olumlu yanıt verdiğini dile getirmiştir.52 Öte yandan, Doğan’ın aynı
konuşmasında Erdoğan’ı “yabancı Başbakan” olarak nitelemesi de dikkat
çekicidir. Doğan’ın HÖH Kongresi’ndeki ifadeleri HÖH ile Türk hükümeti
arasındaki ilişkileri büyük ölçüde tahrip etmiş ve bu Kongre’de Genel
Başkanlığı Lütfi Mestan’a devretmiştir. Bu bağlamda, Ak Parti o zamana
kadar doğrudan HÖH’ü dışlayan bir söylem ve tutum içinde olmasa da artık
Türk azınlığa ilişkin HÖH alternatifi olabilecek aktörlere yönelmeye sıcak
bakmaya başlamış ve bir dönem için HÖH’ten ihraç edilen Kasım Dal’ın
kurduğu Hürriyet ve Şeref Halk Partisi (HŞHP) ön plana çıkmıştır.
12 Mayıs 2013 tarihindeki seçimlerden HÖH yeniden koalisyon
ortağı olarak hükümette yer alsa da seçim sonrasında Türkiye’yle kurumsal
ilişkiler bağlamında daha çok muhalefet partilerine yakın durmuştur. 19
Mayıs 2013 tarihinde Cebel’de yapılan 1989 yılındaki direnişi anma
etkinliğinde Türkiye’den sadece muhalefet partileri törene katılırken,
hükümet kanadından kardeş belediyelerin başkanları da dâhil olmak üzere
hiç kimse etkinlikte bulunmamıştır. Türkiye’deki iktidar partisiyle ters
düşmesine rağmen HÖH’ün Bulgaristan’daki genel seçimler öncesinde
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştüğüne dair basında haberler yer
almıştır.53 Öte yandan, Lütfi Mestan’ın 5 Ekim 2014 seçimleri öncesinde
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Çankaya’da ziyaret etmesi54 yeni bir sürecin
başlangıcı olarak algılanmıştır. Söz konusu durum HÖH lideri Mestan’ın 4
51
“Borisov: Dogan e v Panika”, Bılgarska Natsionalna Televiziya, 28.05.2012,
http://archive.bnt.bg/bg/news/view/76933/borisov_dogan_e_v_panika, (26.03.2014).
52
HÖH 8. Olağan Genel Kongresi, Hak ve Özgürlükler Hareketi Genel Başkanı Dr. Ahmed
Doğan'ın Konuşma Metni, Sofya, 19 Ocak 2013, s.18. Ayrıca tam metin için bkz. “Dr.
Ahmed
Doğan’ın
Okuyamadığı
Raporu”,
Kırcaali
Haber,
20.01.2013,
http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10014, (26.03.2014).
53
“HÖH Heyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Görüştü”, Kırcaali Haber, 24.04.2013,
http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10535, (30.03.2014).
54
“Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Hareketi Lideri Lütfi Mestan Çankaya’da”, Türkiye
Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanlığı
Resmi
İnternet
Sitesi,
12.09.2014,
http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/90992/bulgaristan-hak-ve-ozgurlukler-hareketi-liderimestan-cankaya-koskunde.html, (06.11.2014).
BAED 4/2, (2015), 85-112.
105
KADER ÖZLEM
Haziran 2015 tarihinde Ak Parti’nin Edirne mitinginde bulunması ve
Başbakan Ahmet Davutoğlu’yla görüşmesi55 ile tescil edilmiştir.
Sonuç
Tarihsel süreç içerisinde Türk-Bulgar ilişkileri dönemden döneme
farklılık arz eden bir yapıya sahip olsa da 1990 yılına kadar genel olarak
krizlerle dolu bir görüntüye sahiptir. Sofya yönetimince Türklere karşı
izlenen katı asimilasyon politikasının sonucunda 1989’da 300 binin üzerinde
Türk’ün Türkiye’ye göç etmesinin yanı sıra küresel ve ülke içi
dinamiklerden kaynaklanan gelişmelerin de etkisiyle Bulgaristan’ın siyasi
yapısında değişimler meydana gelirken, yeni yönetim Türkiye’yle ilişkileri
normalleştirme yolları aramıştır. Bu bağlamda, yeni yönetim asimilasyon
politikalarını terk etmiş ve Türklerin durumunu sembolik düzenlemelerle
iyileştirmiştir. Yaşanan bu gelişmelere paralel olarak, 1990’lı yıllarda iki
ülke arasındaki ilişkiler hızla ilerleme sürecine girmiştir.
1990’lı yılların devamı niteliğinde, 2002 sonrası Ak Parti iktidarı
döneminde Türk-Bulgar ilişkileri siyasi, askeri ve ekonomik açıdan gelişme
göstermiştir. Bu dönemde siyasi anlamda iki ülke arasında makro ölçekli bir
kriz yaşanmazken, Bulgaristan’ın NATO üyeliğinin ardından askeri açıdan
ilişkiler farklı bir kimliğe bürünmüştür. NATO kapsamında müttefik
devletler haline gelen iki aktör, 2000’li yıllarda da aralarındaki ekonomik
ilişkileri artırma yoluna gitmişlerdir. Mevcut ikili ticaret hacmi beklentilerin
ötesinde olsa da hızlı bir yükseliş evresinde olduğu görülmektedir. Türk
azınlık bağlamında ikili ilişkilerde bir sorun oluşmamasıyla birlikte,
2009’daki Borisov iktidarına kadar 1990’lı yıllarda Ankara ile Bulgaristan
Türkleri arasında oluşan teamül devam ettirilmiştir. 2001-2009 yılları
arasında HÖH’ün koalisyon ortaklığı ilişkileri zenginleştiren bir etmen
olarak ön plana çıksa da Borisov’un Ankara’yla uyumlu politikalar gütmesi
ve ilişkilerde aracıları ortadan kaldırmak istemesi, Ak Parti ile HÖH
arasında sorunlar yaratmıştır. Özellikle Doğan’ın suikast girişimine maruz
kaldığı HÖH Kongresi’ndeki konuşmasında Erdoğan’ı suçlaması ilişkilerde
güven problemi yaratsa da HÖH’teki Genel Başkan değişikliği sonrası
55
Bkz.
“Başbakan
Davutoğlu
Edirne’den
Seslendi”, 4
Haziran
2015,
http://www.edirnehaberci.com/guncel/basbakan-davutoglu-edirneden-seslendi-h80944.html,
(06.06.2015).
106
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
taraflar arasında diyalog sürecinin yeniden başladığı görülmüş ve
normalleşme dönemi hâkim olmuştur.
KAYNAKÇA
Kitaplar ve Makaleler
ALP, İlker, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1878-1989), Trakya
Üniversitesi Yayınları: 90/1, Ankara 1990.
BABALI, Tunca; “Türkiye-Bulgaristan İlişkileri: Manzara, Sorunlar ve
Perspektif”, Türk-Bulgar İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu
Kitabevi, İstanbul 2013, ss. 209-278.
BAKLACIOĞLU, Nurcan Özgür, “Bulgaristan Göçmenlerinin Gündeminde
Mülkiyet, Vatandaşlık, Sosyal Güvenlik Sorunları ve Siyasal Temsilin
Önemi”, Geçmişten Günümüze Asimilasyon ve Zorunlu Göçü Anma
Etkinlikleri, İzmir BAL-GÖÇ ve Gaziemir Belediyesi Yayınları, İzmir, 2627 Aralık 2009, ss. 101-127.
BİBİNA, Yordanka, “Son Dönem Bulgar-Türk İlişkileri”, Türk-Bulgar
İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013,
ss. 145-171.
BOZOV, Salih, V İmeto Na İmeto, Tom II, Fondatsiya Liberalna
İntegratsiya, 2011.
COŞKUN, Birgül Demirtaş, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2001.
DIMITROV, Vesselin, “In Search of a Homogeneous Nation: The
Assimilation of Bulgaria’s Turkish Minority, 1984–1985”, 23 December
2000,
European
Center
for
Minority
Issues,
http://www.ecmi.de/fileadmin/downloads/publications/JEMIE/JEMIE01Di
mitrov10-07-01.pdf, (21.2.2014).
GROZEV, Grozyu, “Voenno-Politiçeskite Otnoşeniya Mejdu Bulgariya i
Turtsiya v Perioda 1920-1922 g.” Stamboliiski i Ataturk za Bılgaro-Turskite
BAED 4/2, (2015), 85-112.
107
KADER ÖZLEM
Vzaimootnoşeniya, Ed. Stoyan Andreev, Natsionalen
Strategiçeski İzsledvaniya, Sofiya 2001, ss. 71-77.
Tsentır
za
KEMALOĞLU, Ayşegül İnginar, Bulgaristan’dan Türk Göçü (1985-1989),
Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1989.
KONUKMAN, R. Ercüment, Tarihi Belgeler Işığında Büyük Göç ve
Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara 1990.
KORKUD, Refik, Komünist Bulgaristan’ın Dosyası, Ankara 1986.
LÜTEM, Ömer E., Türk-Bulgar İlişkileri 1983-1989, Cilt I, 1983-1985,
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2000.
MAHON, Milena, “Turkish Minority Under Communist Bulgaria-Politics of
Ethnicity and Power”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Volume
1, Number 2, 1999, ss. 149-162.
MEMİŞOĞLU, Hüseyin, Pages of The History of The Pomac Turks, Şafak
Matbaası, Ankara 1991.
ÖZLEM, Kader, “Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç İçerisinde
Dönüşümü, AB Üyelik Süreci ve Türk Azınlığa Etkileri”, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, Kış 2008, ss. 341-371.
________, “Bulgaristan’da Sandıktan Çıkan Yeni Kaos”, Al Jazeera Türk, 6
Ekim 2014, http://www.aljazeera.com.tr/gorus/bulgaristanda-sandiktancikan-yeni-kaos, (08.11.2014).
________, “Güney Akım Bilmecesinde Bulgaristan’ın Stratejik Kayıpları”,
21. Yüzyıl Dergisi, Sayı:73, Ocak 2015, ss. 13-20.
POULTON, Hugh, Balkanlar: Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, Yavuz
Alagon (çev.), Sarmal Yayınevi, İstanbul 1993.
ŞİMŞİR, Bilal N., “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da
Türk Varlığı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1985.
________, Bulgaristan Türkleri, Genişletilmiş 2. Baskı, Bilgi Yayınevi,
Ankara 2009.
108
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
TURAN, Sibel, A Historical Perspective for Turkey-Bulgarian Relations in
Terms of Balkan Dimension, Paradigma, Sofia 2005.
TANKOVA, Vasilka, “Knyajestvo Bılgariya – Pırvata Stranitsa ot Novata
İstoriq na Bılgarite”, İstoriya na Bılgarite – Ot Osvoboj-Denieto (1878) do
Kraya na Studenata Voyna (1989), der. Georgi Markov, Tom III,
İzdatelstvo Znanie, Sofiya 2009.
Gazete ve İnternet Kaynakları
“Abdullah Gül: Kırcaali Bizim için Önemli Bir Şehir”, Kırcaali Haber,
01.05.2006, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=6,
(21.03.2014).
“Alkışlanacak Özür”, Hürriyet, 7 Kasım 1998.
“Başbakan Davutoğlu Edirne’den Seslendi”, 4 Haziran 2015,
http://www.edirnehaberci.com/guncel/basbakan-davutoglu-edirnedenseslendi-h80944.html, (06.06.2015).
“Borisov Ne Vijda Otkriti problemi s Turtsiya, Vestnik Sega, 27.01.2010,
http://www.segabg.com/article.php?sid=2010012900090000123,
(08.03.2014).
“Borisov: Dogan e Edinstveniyat Mi Konkurent”, Vestnik Sega, 19.10.2009,
http://www.segabg.com/article.php?issueid=4326&sectionid=2&id=000020
2, (26.03.2014).
“Borisov: Dogan e v Panika”, Bılgarska Natsionalna Televiziya, 28.05.2012,
http://archive.bnt.bg/bg/news/view/76933/borisov_dogan_e_v_panika,
(26.03.2014).
“Borisov: Ülkeyi Ahmet Doğan Yönetiyor”, Cihan Haber Ajansı, 22
Haziran 2013.
“Brave Gamble”, The Economist, 27.05.1999,
http://www.economist.com/node/208336, (22.02.2014).
BAED 4/2, (2015), 85-112.
109
KADER ÖZLEM
“Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Hareketi Lideri Lütfi Mestan
Çankaya’da”, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Resmi İnternet Sitesi,
12.09.2014, http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/90992/bulgaristan-hak-veozgurlukler-hareketi-lideri-mestan-cankaya-koskunde.html, (06.11.2014).
“Bulgaristan’la Yeni Sınır Kapısı Açıldı”, Hürriyet, 19 Haziran 2005.
“Bulgariya Podkrepya Turtsiya za EC”, Vestnik Duma, 17.12.2008,
http://old.duma.bg/2008/1208/171208/sviat/sv-1.html, (08.03.2014).
“Çujdite Medii Mejdu Dvoynata İznenada ot ‘ATAKA’ i Zagubata na
Tsarkata Partiya”, Media Pool, 27.06.2005,
http://www.mediapool.bg/chuzhdite-medii-mezhdu-dvoinata-iznenada-otataka-i-zagubata-na-tsarskata-partiya-news106431.html, (10.11.2014).
“Davutoğlu Tazminat Talep Eden Bulgaristan’ı Uyardı”, Hürriyet, 6 Ocak
2010.
“Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Bulgaristan Dışişleri Bakanı ile
Yaptığı Ortak Basın Toplantısı”, 26 Ekim 2013, Ankara,
http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nunbulgaristan-disisleri-bakani-ile-yaptigi-basin-toplantisi_-26-ekim-2013_ankara.tr.mfa, (13.03.2014).
“Dr. Ahmed Doğan’ın Okuyamadığı Raporu”, Kırcaali Haber, 20.01.2013,
http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10014, (26.03.2014).
“Erdoğan Başmüftülük Sorununa El Attı”, Kırcaali Haber, Sayı: 58, 13
Ekim 2010.
“Erdoğan Kırcaali’de Türklere Seslendi”, CNN Türk, 28.03.2008,
http://www.cnnturk.com/2008/dunya/03/28/erdogan.kircaalide.turklere.sesle
ndi/442754.0/index.html, (21.03.2014).
“Gyul Bil Dobır Priyatel na Pırvanov”, Dnes, 11.07.2011,
http://www.dnes.bg/politika/2011/07/11/giul-bil-dobyr-priiatel-napyrvanov.123670, (12.03.2014).
110
BAED 4/2, (2015), 85-112.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ
TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015)
“HÖH Heyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Görüştü”, Kırcaali Haber,
24.04.2013, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10535,
(30.03.2014).
“Parlamentarni Grupi”, Narodna Sıbranie na Republika Bulgariya,
http://www.parliament.bg/bg/parliamentarygroups, (03.03.2014).
“Pırvanov Obeşta Parti, Ako Stignem $ 1 Mlrd. Stokoobmen s Turtsiya”,
Vestnik Sega, 10.03.2014,
http://www.segabg.com/article.php?issueid=1013&sectionid=3&id=00001,
(18.03.2014).
“Premierıt Kostov Kaza na İzselnitsite ‘Obiçam Vi’”, Trud, 7 Novemvri
1998.
“Proektıt ‘Nabuko’: Nay-Dılgata Opera Priklyuçva”, 26.06.2013, Kapital,
http://www.capital.bg/politika_i_ikonomika/bulgaria/2013/06/26/2090335_
proektut_nabuko_nai-dulgata_opera_prikljuchva/, (19.03.2014).
“Reşenie No:4 ot April 1992 g. po K.D. No:1/91 po iskane za…”,
Sıdırjanie, Konstitutsionen Sıd na Republika Bılgariya,
http://constcourt.bg/contentframe/contentid/1736, (22.02.2014).
“No:134, 25 Nisan 2015, Bulgaristan Parlamentosunca 1915 Olaylarına
İlişkin Kabul Edilen Karar tasarısı Hk.”, http://www.mfa.gov.tr/no_-134_25-nisan-2015_-bulgaristan-parlamentosunca-1915-olaylarina-iliskin-kabuledilen-karar-tasarisi-hk_.tr.mfa, (07.06.2015).
“Seçimin Kralı”, Milliyet, 18 Haziran 2001.
“Siderov: Stanişev i Erdogan se Uplaşiha ot Ataka”, Darik News, 27 Mart
2008,
http://dariknews.bg/view_article.php?article_id=237736&audio_id=20091,
(08.03.2014).
“Stoyanov se İzvini na Turtsite Ni”, Trud, 29 Yuli 1997.
“Şişli’nin Göbeği Bulgar Vakfı’na Verildi”, Milliyet, 14.06.2012.
BAED 4/2, (2015), 85-112.
111
KADER ÖZLEM
“Türkiye-Bulgaristan Ticaret Hacminde İlk Hedef: 5 Milyar Dolar”,
11.07.2011, http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/80278/turkiyebulgaristanticaret-hacminde-ilk-hedef-5-milyar-dolar.html (18.03.2014).
“Uspehıt na Turtsiya e Vajen za Nas, e Kategoriçen Rosen Plevneliev”,
Dnes, 03.12.2012, http://www.dnes.bg/politika/2012/12/03/uspehyt-naturciia-e-vajen-za-nas-e-kategorichen-rosen-plevneliev.174472,
(18.03.2014).
Ayın Tarihi, 13 Mayıs 2003.
Ayın Tarihi, 14 Şubat 2003.
Ayın Tarihi, 29 Temmuz 1997.
T.C. Resmi Gazete, 08 Mayıs 2008.
112
BAED 4/2, (2015), 85-112.
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015,
ss. 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN
ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
Vahit Cemil URHAN
ÖZET
Osmanlı Devleti, Crnojeviç hanedanlığına son vererek 1479 yılında
hâkimiyeti altına aldığı Karadağ’da özerk bir yönetim kurdu ve ülke, 1516 yılından
itibaren seçim ile göreve gelen vladika adlı Ortodoks din adamları tarafından
yönetilmeye başlandı. Bu durum, 1697 yılında I. Danilo Petroviç’in vladika
seçilmesine kadar devam etti. I. Danilo Petroviç, kendisinden sonra vladikalığı
akrabalarına bırakarak hanedanlık kurdu ve böylece 1918 yılına kadar Karadağ’ı
yönetecek olan Petroviç ailesinin iktidar dönemi başlamış oldu. Petroviç ailesine
mensup vladikalar, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden kurtulmak için mücadele
etmeye başladılar.
Anahtar Kelimeler: Karadağ, Osmanlı Devleti, Balkanlar, Vladika.
WEAKENING OF THE OTTOMAN RULE
IN MONTENEGRO (17th and 18th CENTURIES)
ABSTRACT
Ottoman State abolished Crnojeviç Dynasty and founded an autonomous
regime in Montenegro which it domineered in 1479. As of 1516, Orthodox men of
religion called vladika who were appointed by election, started to govern
Montenegro. This situation continued until I. Danilo Petrovic was chosen as vladika
in 1697. I. Danilo Petroviç left the reign to his relatives and established a dynasty
thereby starting the rulership of Petrovic Family who governed Montenegro until
1918. Vladikas who were the members of Petroviç Family started struggling in
order to free themselves from Ottoman rule.
Keywords: Montenegro, Ottoman Empire, Balkans, Vladika.

Dr., Trakya Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü, Edirne, E-mektup:
[email protected].
113
VAHİT CEMİL URHAN
Giriş
Karadağ, Balkan Yarımadası’nın batısında yer almaktadır.
Kuzeyinde ve kuzeybatısında Bosna-Hersek, kuzeydoğusunda Sırbistan,
doğusunda Kosova, güneyinde Arnavutluk ve batısında Hırvatistan ve
Adriyatik Denizi yer almaktadır. Karadağ coğrafyasının büyük bölümünde
ılıman Akdeniz iklimi hâkim olup, ülkenin kuzeyinde karasal iklim
görülmektedir. Karadağ topraklarının önemli bir kısmını yüksek dağlar,
derin vadiler ve nehir kanyonları oluşturmaktadır. Ovalar, güneyde sahile
yakın yerlerde yer almaktadır.1
Karadağ’ın coğrafî sınırları, tarih boyunca değişiklik göstermiştir.
İlk zamanlarda Zeta bölgesinin küçük bir parçası olarak Lovcen Dağı’nın alt
kısmındaki dağlık bölgeyi kapsayan topraklar, Karadağ olarak
adlandırılmaktaydı. Sonradan Zeta bölgesi, Karadağ olarak adlandırılmaya
başlandı.2 17. yüzyılın başlarında Kotor (Cattaro)’dan doğuda Podgorica’ya
doğru ve güneydoğudaki İşkodra Gölü’nün kuzeybatı ucuna doğru uzanan
hattın oluşturduğu üçgen şeklindeki alan, Karadağ coğrafyası olarak kabul
edilmeye başlandı. Karadağ adı ile ifade edilen coğrafî bölgenin sınırları, 19.
yüzyılda daha da genişledi. Artık İşkodra Gölü kıyılarının batı yakası ve
Boyana Nehri’nin ağzı ile Kotor kıyıları arasında kalan Ülgün (Ulcinj,
Dulcigno) ve Bar (Antivari) limanlarını kapsayan sahile de Karadağ
denilmeye başlandı.3
Karadağ’da yaşadığı bilinen ilk topluluk, İllirya kabileleridir.4
Eskiçağ’da Karadağ’ın iç kesimlerinde yaşayan İlliryalıların yanında sahil
bölgesinde de Yunan kolonileri vardı.5 Karadağ, M.Ö. 168’de Roma
İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girdi.6 Roma döneminde sahildeki Yunan
kolonilerinin yerine Latinler yerleşti ve Hıristiyanlık Karadağ’da yayılmaya
başladı.7 Roma İmparatorluğu’nun Kavimler Göçü neticesinde ikiye
ayrılmasından sonra bölgeyi 5. yüzyılda Gotlar, 6. yüzyılda da Avarlar istila
1
T.C. Podgorica Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Karadağ’ın Genel Ekonomik Durumu ve
Türkiye İle Ekonomik-Ticari İlişkileri 2010-2011 Yılı, Haziran 2011, s. 18.
2
Osman Karatay, “Ortaçağ’da Karadağ Tarihi”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih,
KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 149-150.
3
Besim Darkot, “Karadağ”, İslam Ansiklopedisi, Cilt VI, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul
1967, s. 221-222.
4
Aynı yerde, s. 222.
5
Karatay, a.g.m., s. 140.
6
Darkot, a.g.md., s. 221-222.
7
Karatay, a.g.m., s. 141.
114
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
etti8 ve Kotor, Budva, Bar ve Ülgün gibi sahil bölgeleri, Bizans
İmparatorluğu’nun kontrolüne girdi.9 Bizans İmparatorluğu döneminde
Karadağ’ın etnik yapısının değişmesine yol açan gelişmeler yaşandı.
Hunların Orta Avrupa’dan çekilmesinden sonra Balkanlara yönelik olarak
ortaya çıkan Slav göçünden Karadağ da etkilendi. Slavlar, 602 yılından
itibaren Karadağ’ın iç kesimlerine yerleşmeye başladılar. Balkanlar’a Slav
göçlerinin başladığı bu dönemde, Karadağ ve çevresindeki Bizans
hâkimiyeti zayıfladı.10 Bizans hâkimiyetinin zayıflamasından sonra Sırplar,
12. yüzyılda Karadağ’da hâkimiyet kurdular. Sırp Kralı Stefan Duşan’ın
1355 yılında ölmesinden sonra Sırbistan parçalandı ve Karadağ’ın kontrolü,
daha önce bölgeyi yönetmiş olan Ulah asıllı Balşa’nın oğullarının
kontrolüne girdi. Balşa’nın oğulları, Karadağ’da bir prenslik kurdular.11
Balşa Prensliği’nin Karadağ’daki hâkimiyeti, II. Balşa döneminde
zayıfladı.12 Bu dönemde ilk defa Osmanlı Devleti ile Balşa Prensliği karşı
karşıya geldi. II. Balşa, Arnavutluk ve Makedonya’yı ele geçirmek için
uğraşan Hayrettin Paşa’yı durdurmak amacıyla 1385 yılında Avlonya’nın
kuzeyinde Berat’ta Osmanlı kuvvetlerinin karşısına çıktı. II. Balşa, yaşanan
muharebede mağlup oldu ve öldürüldü.13 II. Balşa’nın ölümünden sonra
prensliğin başına 1385 yılında Strasimir’in oğlu II. Georges geçti.14 II
Georges (Curac), Osmanlı vasallığını kabul etti.15
Osmanlı Devleti’nin Balşa Prensliği ile ikinci savaşı, I. Bayezid
döneminde yaşandı. I. Bayezid, 1394 yılında düzenlediği sefer ile Balşa
Prensliği’ni geçici olarak hâkimiyeti altına aldı. II. Georges, bu sefer
sırasında Osmanlı kuvvetlerine esir düştü ve esaretten kurtulmak için
İşkodra’yı, Drivast’ı ve Boyana Nehri’ndeki Sveti Sırc’i Osmanlı Devleti’ne
verdi. Osmanlı Devleti, kısa bir süre sonra bu şehirleri kendisine geri iade
etti.16 II. Georges’un ölümünden sonra prensliğin başına 1403 yılında oğlu
8
Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ Siyasi İlişkileri, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 2012, s. 3.
9
Darkot, a.g.md., s. 223.
10
Karatay, a.g.m., s. 141.
11
Darkot, a.g.md., s. 223-224.
12
Karatay, a.g.m., s. 146.
13
Adnan Pepiç, “Podgorica’nın Kısa Bir Tarihçesi”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 18, Ekim 2005, s. 276-277.
14
Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hânedanlar, Avrupa Devletleri, C. IV, Genişletilmiş 2. Baskı,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996, s. 59.
15
Pepiç, a.g.m., s. 277.
16
Aynı yerde, s. 278.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
115
VAHİT CEMİL URHAN
III. Balşa geçti.17 III. Balşa, Venedikliler ile giriştiği 1419 yılındaki savaşta,
yardım istemek için Belgrad’a gittikten sonra bir daha geri dönmedi ve 1421
yılında ölmeden kısa bir süre önce ülkesini Sırp Prensi Stefan Lazareviç’e
bıraktı. Böylece Karadağ, ikinci defa Sırpların yönetimine girmiş oldu.18
Karadağ’da ikinci Sırp hâkimiyetinin başlamasından sonra bölgenin
nüfuzlu ailelerinden Crnojeviçlerin çıkarttığı sorunlar, Sırp yönetimini
zorlamaya başladı.19 Stephan Crnojeviç, 1427 yılında zayıf Sırp yönetimine
karşı ayaklanarak Karadağ Prensliği’ni kurdu, Zabljak’ı başkent yaptı ve
Yukarı Zeta’daki dağlara yerleşti.20 Ancak kısa bir süre sonra Venedikliler,
Bar ve Budva’yı alarak Stefan Crnojeviç’i kendisine bağladılar21 ve Stefan
Crnojeviç, Osmanlı Devleti’ne karşı Venedikliler ile ittifak yaptı.22
1. Karadağ’ın Osmanlı Hâkimiyetine Girişi
15. yüzyılda Balkanların büyük bir kısmını hâkimiyeti altına alan
Osmanlı Devleti, Karadağ topraklarını Fatih Sultan Mehmed döneminde
fethetmeye başladı. 1456 yılında Medun’un ele geçirilmesi ile Osmanlı
kuvvetlerinin Zeta bölgesine akın düzenlemesi kolaylaştı.23 Nikşik (Niksiç),
1465’de Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti.24 Osmanlı kuvvetleri ile
mücadele eden Stefan Crnojeviç, 1465 yılında öldü. Yerine Zeta Beyi
(Gospodar Zetski) ünvanını taşıyan oğlu Ivan Crnojeviç, iktidara geldi.25
Kara Ivan olarak da tanınan Ivan Crnojeviç, babası gibi Venedik
hâkimiyetini tanıdı.26
Crnojeviçlerin Venedikliler ile ittifakı devam ederken 1459 yılında
Sırbistan’ı ve 1464 yılında Bosna’yı ele geçiren Osmanlı Devleti, 1466
17
Öztuna, a.g.e., s. 59.
Karatay, a.g.m., s. 147.
19
Darkot, a.g.md., s. 223-224.
20
Donald Edgar Pitcher, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası, (çev.) Bahar
Tırnakcı, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999, s. 136.
21
Darkot, a.g.md., s. 224.
22
İ. Halil Sedes, 1875-1878 Osmanlı Ordusu Seferleri, 1876-1877 Osmanlı-Karadağ Seferi,
Askeri Matbaa, İstanbul 1936, s. 5.
23
Pepiç, a.g.m., s. 278.
24
Aleksandre Popovic, Balkanlar’da İslâm, (çev.) Komisyon, İnsan Yayınları, İstanbul 1995,
s. 185.
25
Darkot, a.g.md., s. 224.
26
Pitcher, a.g.e., s. 136.
18
116
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
yılında da Hersek’i ele geçirerek Karadağ coğrafyasının kuzeyini ve
doğusunu kuşattı ve Karadağ’a hâkim olan Venedik ile komşu oldu.27
Osmanlı kuvvetleri, Venedik ile komşu olduktan sonra 1466 yılından
itibaren Podgorica’da kalmaya başladılar ve 1474 yılında Podgorica
Kalesi’ni onarmaya başladılar. Osmanlı kuvvetleri, Podgorica Kalesi’nin
yapılmasından sonra 1476 yılında Bjelo Pavloviç’in büyük bir kısmını ve
1477 yılında Aşağı Moraça, Yukarı Moraça ve Rovci’yi ele geçirdiler. Ivan
Crnojeviç, 1478 yılının başında Osmanlı kuvvetlerinden büyük bir darbe
yedi ve 1478 yılı baharında Ivan Crnojeviç’in yönetim merkezi durumunda
olan Zabljak ve İşkodra, Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti.28 Osmanlı
Devleti, İşkodra Kalesi’nin alınması sırasında Ivan Crnojeviç’in
Venediklilere yardım etmesi sebebi ile Zabljak’ı tahrip etti.29 Ivan
Crnojeviç, Osmanlı saldırısı karşısında Zabljak’daki tahtını bırakarak
yardım almak için İtalya’ya gitti.30 Böylece Karadağ, 1479 yılında Osmanlı
hâkimiyetine girdi.31
Ivan Crnojeviç, Karadağ’ı terk ettikten sonra mücadeleyi bırakmadı.
Fatih Sultan Mehmed’in 1481 yılında ölmesinden sonra tekrar Karadağ’a
geldi ve Osmanlı Devleti ile mücadele etmeye çalıştı. Ancak başarılı
olamadı.32 Sultan II. Bayezid ile Ivan Crnojeviç arasında 1482 yılında
yapılan bir anlaşma ile Sultan II. Bayezid, Ivan Crnojeviç’i Karadağ hâkimi
olarak tanıdı. Ivan Crnojeviç de Osmanlı Devleti’ne haraç vermeyi kabul
etti.33
Ivan Crnojeviç öldükten sonra yerine önce oğlu IV. Georges sonra
da 1496 yılında II. Stephan (II. Étienne) geçti. II. Stephan’dan sonra iktidara
27
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt VI, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1988, s. 70.
28
Pepiç, a.g.m., s. 279-280.
29
Mehmed Subhi, Karadağ ve Ordusu, Karadağ’ın Ahvâl-i Târihiyye ve Coğrafiyyesiyle
Kuvve-i Askeriyyesinden Bâhisdir, 1. Baskı, Kitâbhâne-i İslâm ve Askerî-Tüccârzâde İbrâhim
Hilmî, Kostantiniyye 1317, s. 11.
30
Bajro Agović, Islamska Zajednica u Crnoj Gori, Istorijski razvoj i organizacija, Mešihat
Islamske zajednice u Republici Crnoj Gori, Podgorica 2007, s. 177.
31
Darkot, a.g.md., s. 224.
32
Aynı yerde.
33
Karatay, a.g.m., s. 149.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
117
VAHİT CEMİL URHAN
gelen II. Ivan, 1516 yılına kadar Karadağ’ın başında kaldı.34 1516 yılından
sonra Crnojeviç hanedanının iktidarı sona erdi.35
Crnojeviç hanedanının iktidarının sona ermesinden sonra
Karadağ’ın siyasî hayatında yeni bir dönemin başlamasına yol açacak
gelişmeler yaşandı. Kabilelere dayalı bir toplumsal yapıya sahip olan
Karadağlılar, Crnojeviç hanedanının hâkimiyetini yitirmesi üzerine kendi
geleceklerine karar vermek için harekete geçtiler ve bir konsey ile bir meclis
topladılar. Gerçekleştirilen müzakerelerden sonra kabileler üstü tek bir
yönetimin belirlenmesine karar verdiler. Kabilelerin hâkimiyetinin ortadan
kalkmamasına da dikkat edilerek yeni yönetim, vladika adı verilen Ortodoks
metropolitlere bırakıldı. Prens-Piskopos (Prince-Bishop) olarak da
adlandırılan bu vladikalar, seçimle iş başına geleceklerdi ve halkın
menfaatleri doğrultusunda hareket edip, halka egemenliklerini zorla kabul
ettirmeyeceklerdi.36 Osmanlı yönetimi ile mücadele etmek gibi bir
misyonları da yoktu. Daha ziyade dinsel yetkilerini kullanarak kabileler
arasındaki sorunları çözmeye çalışacaklardı.37 Vladikaların seçimi, kabile
reislerinin katılımı ile toplanan meclis tarafından gerçekleştirilecekti ve
farklı ailelerden seçileceklerdi.38 Yeni sistemde ilk olarak Babylas vladika
seçilerek Karadağ’ın başına geçti39 ve böylece Karadağ’da prenslik
yönetiminin ilan edildiği 1852 yılına kadar devam edecek olan teokratik bir
yönetim sistemi başladı.
Karadağ, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra zaman zaman
müstakil bir sancak olarak yönetildi zaman zaman da İşkodra sancağına
bağlandı. Osmanlı Devleti, elverişsiz bir coğrafî yapıya sahip olan ve tarım
gelirleri yetersiz olan Karadağ’da vladikaların yönetime hâkim olmasını
engellemedi ve vergilerini ödemek şartıyla Karadağlıları iç işlerinde serbest
34
P. Coquelle, Histoire du Monténégro et de la Bosnie depuis les Origines, Éditeur Ernest
Leroux, Paris 1895, s. 57 ve 65.
35
Mehmed Suphî, a.g.e., s. 12.
36
Zorka Milich, A Stranger’s Supper: An Oral History of Centenarian Women in
Montenegro, Twayne Publishers, New York 1995, s. 4-5.
37
Ali Gökçen Özdem, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi (1830-1878),
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof.
Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012, s. 39.
38
Elizabeth Roberts, Realm of the Black Mountain, A History of Montenegro, First Edition,
Cornell University Press, New York 2007, s. 116.
39
Coquelle, a.g.e., s. 171. Şemseddin Sami, Yorgi Crnojeviç’in 1516 yılında istifa ederek
yönetimi metropolite bıraktığı bilgisini vermektedir. Şemseddin Sami, Kamûs-ül-aʼlâm, Cilt
V, Mihran Matbaası, İstanbul 1314, s. 3638.
118
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
bıraktı.40 Karadağ’ın dış ilişkilerinde bağımsız bir devlet gibi hareket
etmesine de göz yumdu.41 Vladikaların ülkedeki etkinliği, 17. yüzyılda da
artmaya devam etti.42
2. Karadağ’da Osmanlı Hâkimiyetinin Zayıflaması
2.1. İsyanların Başlaması
Balkan toplulukları arasında millî bilinç, Osmanlı Devleti’nin
Balkanlar’da ilk hâkimiyet kurmaya başladığı dönemlerde mevcuttu.43
Osmanlı Devleti, Fatih Sultan Mehmed döneminde dinî inançları esas alarak
bir millet sistemi tesis etti. Bu sistem, Balkan Ortodokslarının etnik
kimliklerini geri plana itmekle birlikte 400 yıl boyunca dinsel kimlik
bünyesinde etnik siyasal kimliklerinin gelişmesine izin verdi.44 Osmanlı
Devleti’nin kurduğu millet sisteminin Balkan toplulukları arasında
milliyetçilik düşüncesinin gelişmesine uygun bir zemin hazırlamasının
yanında, Balkan Yarımadası’nın dışında yaşanan gelişmeler de Balkan
toplulukları arasında millî duyguların güçlenmesine katkıda bulundu.
Balkanlar’da milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkışında etkili olan ilk
önemli dış gelişme, Avrupa’da 15. yüzyılda ortaya çıkan Rönesans
hareketidir. Balkanlar’da milliyetçilik düşüncesinin ilk izleri de 16. yüzyılda
İtalya’da Rönesans’ın etkili olduğu yerler ile yakın ilişkisi olan ve 1433’de
Osmanlı idaresine girmiş olan Dubrovnik’te görüldü.45 Rönesans hareketi ile
ortaya çıkan yeni fikirler, Slav ve Rum aydınları arasında millî düşüncelerin
oluşmaya başlamasına yol açtı. 1789 Fransız İhtilâli’nden önce ortaya çıkan
bu milliyetçi düşünceler, Balkan topluluklarının Ortaçağ’da kurdukları
devletler ve sahip oldukları kültürlerden ilham aldı.46
40
Osman Karatay, “Osmanlı Hâkimiyetinde Karadağ”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih,
KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 361.
41
Zafer Gölen,“1862 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, Belleten, Cilt. LXXV, Sayı
273, Ağustos 2011, s. 503., Dip not: 2.
42
Popovic, a.g.e., s. 193.
43
İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 38. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2014,
s. 67.
44
Kemal H. Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, (çev.) Recep Boztemur, 2.
Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s. 21-24.
45
Yahya Kemal Taştan, “Balkanlar’da Ulusçuluk Hareketleri”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1,
Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 429.
46
Ortaylı, a.g.e., s. 69-70.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
119
VAHİT CEMİL URHAN
Balkan
toplulukları
arasında
milliyetçilik
düşüncesinin
gelişmesinde, Osmanlı Devleti’nin 1683 yılında yaşadığı Viyana
bozgunundan sonra Balkanlar’da otoritesini kaybetmeye başlaması da etkili
oldu. Bu durum, bölgede milliyetçi düşüncelerin gelişmesi için uygun bir
ortam oluşturdu. Bu gelişmeye, Viyana bozgunundan sonra Rusya ve
Avusturya’nın Tuna boylarında ticarî ve kültürel etkilerini arttırmaları da
katkı sağladı. Balkan toplulukları, Viyana bozgunundan sonra Osmanlı
Devleti’nin mağlup edilebilir bir devlet olduğunu gördüler ve millî
örgütlenmelere yönelme konusunda cesaretlendiler.47 Balkanlar’da devletin
otoritesinin zayıfladığı dönemde milliyetçilik düşüncesinin güçlenmesine,
taşradaki otorite boşluğunu ayanların doldurmaya başlaması da katkıda
bulundu. Ayanlara duyulan tepki, Hıristiyanlar arasında yayılan milliyetçi
duyguların güçlenmesinde etkili oldu.48
Balkanlar’daki Slav topluluklarından birisi olan Karadağlılar
arasında milliyetçi düşüncelerin ortaya çıkmaya başlaması, diğer Balkan
toplulukları ile aynı dönemde gerçekleşti. Osmanlı millet sistemi içinde
Ortodoks milletine mensup olan Karadağlılar, Sırp millî kimliğinin
oluşmasında önemli rol oynayan49 İpek Sırp Kilisesi’nin 1557’de tekrar
açılmasından sonra diğer Slav toplulukları gibi etnik kimliklerini
geliştirdiler50 ve bağımsızlık, milliyetçilik gibi düşüncelerini Ortaçağ’da
kurdukları Zeta Devleti’ne dayandırdılar.51 Karadağ’da 16. yüzyıldan
itibaren vergi anlaşmazlıkları sebebi ile çıkan isyanlar, 17. yüzyılın
ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikada karşılaştığı
sıkıntıların da etkisi ile siyasî bir özellik taşımaya başladı ve giderek arttı.
Bu gelişmelerin dönüm noktası, yıllarca süren Girit Savaşı oldu. Osmanlı
Devleti, Girit’i Venediklilerden almak için 1645 yılında Ada’ya saldırınca,
Venedikliler de Karadağlıları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırdılar.
Osmanlı Devleti’nin Girit Savaşı sırasında yaşanan Karadağ isyanlarını
bastırmasından sonra 1683 yılında yaşadığı Viyana bozgunu sonrasında
Venedik’in Osmanlı Devleti aleyhine oluşturulan ittifaka katılması ile
birlikte Karadağ’da tekrar isyanlar başladı. Venedikliler, Karadağ’daki
47
Aynı yerde.
Karpat, a.g.e., s. 34.
49
M. Türker Acaroğlu, Balkanlar’da Türkçe Yer Adları Kılavuzu, 1. Baskı, IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 106.
50
Karpat, a.g.e., s. 63.
51
Zafer Gölen, “1852-53 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, History Studies,
International Journal of History, Volume 1/1 2009, s. 223.
48
120
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
kabileleri ve haydut çetelerini Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttılar52 ve
Mora, Adalar, Bosna ile birlikte Karadağ’daki Osmanlı kuvvetlerine de
saldırdılar.53
Viyana bozgunu ile birlikte Balkanlar’da Osmanlı topraklarına
yönelik olarak başlayan Venedik saldırıları, ilk zamanlar Osmanlı kuvvetleri
tarafından geri püskürtülse de sonradan Venedikliler bazı yerlerde sonuç
almaya başladılar. Kartaro, Karnaro, Sin kaleleri ve Yeni Hersek
(Kastelnova), 1687 yılında Venedik’in eline geçti.54 Karadağlılar, 1688
yılında Vladika Visarion’un teşviki ile Kotor ve Budva’da sınır komşusu
oldukları Venedik Cumhuriyeti’nin himayesine girdiler. Bu gelişme üzerine
İşkodra Valisi Süleyman Paşa, 1692 yılında Çetine’yi tahrip etti.55
Venedikliler de 1694 yılında Nikşik ve Nikşik’in kuzeybatısındaki bazı
yerleşim yerlerini yağmaladılar. 1696 yılında da Ülgün’e saldırdılar ancak
başarısız oldular.56
2.2. Petroviç Ailesinin İktidara Gelmesi ve Bağımsızlık
Mücadelesi Başlatması
Karadağ’da 17. yüzyılın sonlarında, Karadağ tarihi açısından bir
dönüm noktası olarak kabul edilebilecek bir yönetim değişikliği yaşandı.
Herako’nun oğlu olan Stefan Herakoviç Njegoş’un oğullarından I. Danilo
Petroviç’in 1697 yılında vladika seçilmesi ile Petroviç ailesi, Karadağ’da
yönetimi ele geçirdi. Ortodoks olan I. Danilo Petroviç, kendisinden sonra
yönetimi akrabalarına bırakarak hanedanlık kurdu. Böylece 1516’dan beri
sürdürülen vladikaların seçim ile göreve gelmesi usulü sona erdi. Bu
yönetim değişikliği ile birlikte modern Karadağ’ın temeli atıldı. Karadağ’ı
yıkılışına kadar bu aile yönetti.57 Nyegoş kabilesine mensup olan I. Danilo
Petroviç, kendisini Çetine piskoposu ve Sırbistan’ın lideri ilan ederek
Osmanlı Devleti’nin kurduğu idarî sistemi değiştirdi. Her kabilenin kendi
52
Karatay, “Osmanlı …”, s. 362-363.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Kısım I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988, s. 478.
54
Aynı yerde.
55
Darkot, a.g.md., s. 225.
56
Uzunçarşılı, a.g.e., C. III, Kıs. I, s. 574.
57
Öztuna, a.g.e., s. 60-62. Karadağ’da 1516 yılından 1697 yılına kadar 11 vladika seçildi. Bu
vladikalar şunlardır: Babylas (1516-1520), Germain (1520-1530), Paul (1530-1540), Nicodin
(1540-1549), Makarios (1549-1585), Pachomije (1585-1600), I. Roufin (1600-1620), II.
Roufin (1620-1650), I. Basile (1650-1680), Vissarion (1680-1692), I. Sava (1692-1697).
Coquelle, a.g.e., s. 171-197.
53
BAED 4/2, (2015), 113-135.
121
VAHİT CEMİL URHAN
bölgesinde otonom bir hâkimiyetinin bulunduğu ve tüm kabile reislerinin
kendisine bağlı olduğu bir sistem kurdu. Vladikalar, bu sistemde de hem
dünyevî hem de ruhanî yetkilere sahip oldular.58
I. Danilo iktidara geldiğinde 17. yüzyılın sonuna kadar sık sık
karışıklıkların yaşandığı Karadağ’daki Osmanlı hâkimiyeti iyice
zayıflamıştı. Karadağ, resmî olarak Osmanlı Devleti’ne bağlı olmasına
rağmen fiilen böyle bir durum söz konusu değildi. Bu ortamda vladika olan
I. Danilo’nun amacı, Karadağ’ı bağımsızlığına kavuşturmaktı. Vladika
olduktan sonra görevini, Osmanlı Devleti tarafından atanan İpek’teki patrik
yerine Kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Leopold’un çağrısı ile 1690
yılında çok sayıda Sırp ailesi ile birlikte Yukarı Raska’dan Macaristan’a göç
etmiş olan Karadağlı Patrik III. Arsenije Crnojeviç’e 1700 yılında
Macaristan’da Secuj’da takdis ettirdi.59
I. Danilo’nun vladika olmasından bir süre sonra Osmanlı-Venedik
Savaşı sona ermişti. Ancak bu dönemde Karadağ üzerindeki Osmanlı
hâkimiyetini tehdit eden yeni bir güç ortaya çıktı. 1700 yılında İstanbul
Antlaşması’nı imzalayarak Osmanlı Devleti ile barış yapan Rus Çarı Petro,
18. yüzyılın başlarında tekrar Osmanlı Devleti ile savaşmayı düşündü ve
Karadağlılar ile Rumeli’deki diğer Hıristiyanları Osmanlı Devleti’ne karşı
kışkırtma politikası izlemeye başladı.60 Rusya’nın Balkanlar’da izlediği
yayılma politikasında Karadağ’ın coğrafî konumu sebebi ile ayrı bir önemi
vardı. Karadağ’ın dağlık bir coğrafyaya sahip olması ve denizden silah alma
imkânına sahip olması, Karadağ’ı zaman içerisinde Balkanlar’daki Rus
kışkırtmalarının merkezi haline getirdi.61 Bu ortamda Karadağ’da 18.
yüzyıldan itibaren Karadağlılar ile Boşnaklar arasındaki ideolojik ayrışma
arttı. Karadağ’daki Hıristiyanlar, Müslümanlardan yerleşim yerleri açısından
da ayrıştı. Müslümanlar; Tsetinye, Podgorica, Zabljak ve Bar gibi kaleli
şehirlerin etrafındaki düzlüklerde etkiliydiler.62 Karadağlılar, 1702 yılının
İsa Yortusu Gecesi’nde Müslümanlara yönelik büyük bir katliam
58
Gölen, “1852-53…”, s. 214.
Francis Seymour Stevenson, A History of Montenegro, Jarrold & Sons, Warwick Lane,
E.C., London 1912, s. 137-138.
60
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt IV, Bölüm I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988, s. 72.
61
Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, 1. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990,
s. 76-77.
62
Safet Bancoviç, “Müslümanlar’ın Karadağ’dan 19. Yüzyıldaki Göçü”, Muhacirlerin İzinde
-Boşnaklar’ın Trajik Göç Tarihinden Kesitler-, (der.) Hayri Kolaşinli, 3. Basım, Lotus
Yayınevi, Ankara 2004, s. 16.
59
122
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
gerçekleştirdiler ve Karadağ’ın tamamına hâkim oldular.63 Bu olaya,
“Karadağ Akşam Duası” adı verildi. 1702 yılından sonra Karadağ’ın yüksek
yerlerinde Müslüman kalmadı.64 Bu olayın bir mit olduğunu iddia eden
Božidar Jezernik, olaydan sonra Karadağ’ın özgür olduğunu ilan etmek
isteyen herkesin Çetine’deki kilisede toplandığını belirtmektedir. Jezernik’e
göre gerçekliği tartışmalı olan bu olayın, Karadağ’ın bağımsızlık
mitolojisinde önemli bir yeri vardır. Bu olay, 1912-1913 Balkan
Savaşları’nda bile Karadağlı askerlere örnek bir hareket olarak hararetle
anlatılmıştır.65 Hersek Valisi, bu saldırıdan sonra intikam için Karadağ’a
asker gönderdi.66 Karadağlılar ile Osmanlı kuvvetleri, aynı yıl Crmnica
nahiyesinin merkezi olan Virpazar kasabasının Besaç adı verilen mevkisinde
çarpıştılar.67
Karadağ’da Müslümanlara yönelik olarak 1702 yılında
gerçekleştirilen saldırıdan sonraki yıllarda da Osmanlı yönetimi ile
Karadağlılar arasındaki çatışma devam etti. Vladika I. Danilo, 1706 yılında
Çetine’ye bağlı Çuçe köyünün Treşnevo adı verilen mevkisinde Osmanlı
ordusunu mağlup etti.68 1709 yılında da Çar Petro ile Vladika I. Danilo
arasında Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifak yapıldı.69 Rus Çarı’nın
desteğinden cesaret alan I. Danilo, Bosna ve Hersek bölgelerine ve
Karadağ’daki Müslümanlara saldırdı.70 Dağda yaşayan Müslümanlar
katledildi.71 İslamı seçmiş ve Türkleşmiş olan Karadağlılara yönelik 1709
yılında gerçekleştirilmiş olan bu katliamdan sonra geleneksel Karadağ
63
Mehmed Suphî, a.g.e., s. 14. Metropolit Danilo Petroviç’in yazdığı Isrtazi Poturica
(Türkleşenlerden Arındırma) adlı eser, milliyetçi Karadağlılara, Müslümanları yok etmek için
rehber olacaktır. Bancoviç, a.g.e., s. 16.
64
Georges Castellan, Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, (çev.) Ayşegül Yaraman-Başbuğu,
2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1995, s. 315.
65
Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, (ter.) Haşim Koç, (red.) N. Bilge
Özel, Birinci Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2006, s. 121-122.
66
Mehmed Suphî, a.g.e., s. 14.
67
Karadağ Coğrafyası, (çev.) Ahmed Tevfik, Mahmud Bey Matbaası, Dersaâdet 1329, s. 15.
Eserde, I. Danilo’nun Podgorica yakınında bulunan Seriska’daki kilisede Osmanlı kuvvetleri
tarafından esir edildiği bilgisi verilmektedir. Aynı yerde, s. 24.
68
Aynı yerde, s. 9.
69
Bu ittifaktan sonra Rusya’nın Karadağ üzerindeki etkinliği giderek arttı. Rus çarlarının
vladikalara para yardımı yapmaları, bölgede Rus nüfuzunun artmasında etkili oldu. Karal,
a.g.e., s. 71.
70
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 72.
71
Tophâneli Kâmil Kapudan, Karadağ, Karadağ Hakkında Baʼzı Maʼlûmatı Şâmildir,
Mihran Matbaası, İstanbul 1294, s. 3.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
123
VAHİT CEMİL URHAN
topraklarında Müslüman kalmadı.72 Osmanlı Devleti’nin yaşanan gelişmeler
karşısında ciddi bir tedbir almaması üzerine isyan, Osmanlı Devleti’nin
Rusya’ya karşı gerçekleştirdiği 1711 yılındaki Prut Seferi sırasında ve
seferden sonra giderek büyüdü ve devlet için önemli bir sıkıntı haline
geldi.73 Rus Çarı I. Petro, Prut Savaşı sırasında Karadağlıları Osmanlı
Devleti’ne karşı savaşmaya davet etti. Karadağ’da çıkan isyanı Bosna Valisi
Ahmed Paşa bastırdı. Ancak Ahmed Paşa’nın Karadağ’dan ayrılmasından
sonra bu defa Venediklilerin tahrikleri ile tekrar isyan başladı. Bosna Valisi
Ahmed Paşa’dan kaçarak Venedik’e sığınmış olan I. Danilo, tekrar
Karadağ’a döndü. İsyan karşısında nasihatler bir işe yaramayınca, yeni
Bosna Valisi Köprülüzade Numan Paşa, 1714 yılında isyanı bastırmakla
görevlendirildi. Numan Paşa, Karadağ’a girdikten sonra İşkodra Sancakbeyi
ile birleşti74 ve Karadağ’ı baştanbaşa tahrip etti. 1704 yılında imar edilmiş
olan Çetine, tekrar harap oldu.75 Osmanlı Devleti, Venedik’e tekrar kaçan I.
Danilo’yu Venediklilerden istedi ancak daha önce kendisine iltica edenleri
kabul etmeyeceğine dair söz vermiş olan Venedikliler, I. Danilo’yu teslim
etmediler. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin 1715 yılında Venedik üzerine
düzenleyeceği seferin sebepleri arasında yer aldı.76
I. Danilo, 1717 yılında özerklik şartıyla Venedik hâkimiyetini
tanıdığını bildirdi. Venedikliler, I. Danilo’nun isteklerini kabul ettiler ve
Osmanlı Devleti’ne karşı ortak cephe açıldı.77 Karadağ’da kabilelerin isteği
ve Venedik’in müdahalesi ile 1717 yılından itibaren vladikanın yanına sivil
bir idareci olarak vali (guvernador) atanmaya başladı. Siyasî işlerin
sorumluluğu valiye bırakıldı. Valiler, Kotor’da oturmaya ve Venedik’ten
maaş almaya başladılar. İlk vali olarak Radonjiç ailesinden Vukodin
Vukotiç atandı. Ancak vladikalar, valilik kurumunun tesis edilmesinden
sonra da ülkenin başındaki en yetkili idareci olarak konumlarını korudular.78
Venedik Cumhuriyeti, 1717 yılında Adriyatik sahilindeki Kotor ve
Yeni Hersek (Nova) bölgesine asker çıkararak bölgedeki Karadağlılar ile asi
72
Karatay, “Osmanlı …”, s. 363.
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 72.
74
Aynı yerde, s. 99-100.
75
Darkot, a.g.md., s. 225.
76
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 100-101.
77
Karatay, “Osmanlı…”, s. 364.
78
Abidin Temizer, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913), Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç.
Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013, s. 24-25.
73
124
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
Arnavutlara silah dağıttı ve Venedik’teki I. Danilo’yu isyan başlatması için
Karadağ içlerine gönderdi. Venedikliler, bir yandan söz konusu isyan
faaliyetlerini başlatırken diğer yandan da Bar Kalesi’ni kuşattılar. Ancak
Kurt Mehmet Paşa karşısında tutunamayarak geri çekildiler. Venedikliler,
Bar Kalesi kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra 24 Temmuz
1718’de Ülgün’ü kuşattılar. Ancak yine bir netice elde edemediler.79
Karadağlılar da Bar ve Ülgün’ün kendilerine kalabileceğini düşünerek söz
konusu kuşatmalara katıldılar.80 Karadağ coğrafyasındaki çatışmalar,
Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve Venedik ile girdiği savaşın bitmesinden
sonra sona erdi. Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve Venedik ile 21 Temmuz
1718 tarihinde Pasarofça Antlaşması’nı imzalamasından sonra bir süre
Karadağ’da çatışma yaşanmadı.81 Karadağ, Pasarofça Antlaşması sonrasında
Venedik’e dayanma siyasetini terk etti ve bundan sonra Rusya’nın kısmen
de Avusturya’nın yardımına dayalı olan bir dış politikayı benimsedi.82 I.
Danilo, 1735 yılında öldü ve yerine yeğeni II. Sava geçti.83
II. Sava, vladika olduktan sonra yönetimde etkili olamadı ve halktan
destek görmedi.84 Bu dönemde Karadağ’da tekrar karışıklıklar yaşanmaya
başladı. Karadağlıların bir kısmı Türkler ile anlaşmak isterken Venedik ile
de yakınlaşmaya çalışıldı ve Rusya’ya yardım için murahhas gönderildi.85 II.
Sava, Rusya’nın yardımına özel önem verdi. Rusya’nın söz verip de
göndermediği yardımlar sebebi ile üç defa Rusya’ya gitti.86 1736-1739
Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı’nda Karadağlılar ve asi Arnavutlar
arasından Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak için Avusturya ordusuna
katılanlar oldu. Söz konusu savaşta Bosna’ya saldıran Avusturyalıları
durduran Bosna Valisi Hekimoğlu Âli Paşa, savaş sırasında Karadağlıların
çıkardıkları isyanı da kontrol altına aldı.87
II. Sava, Karadağ’ın başına geçtikten bir süre sonra iktidarını
Metropolit Vasilije’ye kaptırdı. Vasilije’nin ölümünden sonra 1766 yılında
ikinci defa vladika oldu.88 II. Sava’nın ikinci vladikalığı döneminde
79
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 123-124.
Sedes, a.g.e., s. 234., Dip not: 1.
81
Darkot, a.g.md., s. 225.
82
Karatay, “Osmanlı…”, s. 364.
83
Öztuna, a.g.e., s. 60.
84
Karatay, “Osmanlı…”, s. 365.
85
Darkot, a.g.md., s. 225.
86
Karatay, “Osmanlı…”, s. 365.
87
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 270-277.
88
Coquelle, a.g.e., s. 221.
80
BAED 4/2, (2015), 113-135.
125
VAHİT CEMİL URHAN
Karadağ’a tekrar anarşi hâkim oldu ve II. Sava, ilginç bir olay ile tahtını
kaybetti. Karadağ’da ortaya çıkan bir Rus, kendisinin 4 yıl önce öldürüldüğü
sanılan Çar III. Petro olduğunu iddia etti ve kısa sürede büyük bir taraftar
topladı. Halk, yalancı Çar’ı Küçük Stefan (Sćepan Mali) adı ile vladika
yaptı. II. Sava, bu durumu kabul etmek zorunda kaldı. Stefan, II. Sava’yı
hapsettirdi. Rusya, yaşanan bu gelişmeler sonunda Stefan’ı tanıdı. Osmanlı
Devleti, Stefan’ı ele geçirmek için Karadağ’a harekât düzenlediyse de kötü
hava şartları ve Rusya ile savaş ihtimâlinin belirmesi üzerine harekâtı
durdurdu.89
Karadağ’da Stefan’ın iktidarı ele geçirdiği dönemde dış politikada
yaşanan en önemli gelişme, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında savaş
çıkmasıydı. Osmanlı Devleti’nin 1768 yılında Rusya’ya savaş açmasında
etkili olan gelişmeler arasında Rusların, Karadağlıları isyana teşvik etmesi
de yer aldı.90 Çariçe II. Katerina, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında
Karadağlıları isyan ettirip, onlara askerî malzeme ve zabitler gönderdi.91
Rusya, bu savaş sırasında Karadağlılara bağımsızlık fikirlerini aşıladı ve
daha sonra onları barışa dâhil edeceğini vaad etti. Ancak Fransa ve İngiltere
Osmanlı Devleti ile müttefik olduğu için Rusya, bu vaadini yerine
getiremeyecektir.92 İsyan eden Karadağlılar, Müslüman köylerine
saldırdılar. İsyan, Bosna Valisi Danacı Mehmed Paşa tarafından bastırıldı.93
Stefan’ın iktidarı da savaşın sonunda 1774 yılında yaşanan bir müsâdemede
öldürülmesi ile sona erdi.94
Karadağ’da Stefan’ın öldürülmesinden sonra iç karışıklıklar tekrar
başladı ve kabileler arasındaki kan davaları canlandı.95 Stefan’dan sonra bir
süre Karadağ’da kontrolü sağlayacak etkili bir kişi iktidara gelmedi 96 ve
1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı
topraklarındaki Ortodoksları himaye etme imtiyazı kazanan Rusya ile
Karadağ’ın ilişkileri bozuldu. 1777 yılında Petersburg’a gönderilen Karadağ
misyonu, Çariçe Katerina tarafından kabul edilmedi. Venedik ile işbirliği
89
Karatay, “Osmanlı…”, s. 365-366.
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 368.
91
Aynı yerde, s. 377.
92
Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, (yay.) Cavid Baysun, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1986, s. 247.
93
Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 30.
94
Sedes, a.g.e., s. 234.
95
Karatay, “Osmanlı…”, s. 365-366.
96
Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 617., Dip not: 1.
90
126
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
yapmaya başlayan Rusya, Batı Balkanlar’daki sorunlara karışmak
istemiyordu. Karadağlılar, Avusturya ile yakınlaşma çabalarından da bir
sonuç alamadılar.97
Stefan’dan sonra yaşanan iç karışıklıkların ortaya çıkmasında, iki
büyük aile olan Petroviçler ile Radonjiçler arasındaki mücadele rol
oynamıştı. Stefan’dan sonra Jovan Radonjiç, Venedik ve Avusturya’nın
desteği ile vladikalığını ilan etti. Ancak kabile temsilcileri, Petroviç
ailesinden I. Petar’ı vladika olarak seçtiler98 ve I. Petar, 1782 yılında
Karadağ’ın başına geçti.99
Karadağ Vladikalığı, İpek Patrikliği’nin 1766
yılında
kapatılmasından sonra dinî yönden İstanbul Rum Patrikhanesi’ne bağlanmış
olmasına rağmen I. Petar, 1784 yılında Karlofça’da Metropolit Putnik
tarafından takdis edildi.100 I. Petar, iktidara geldikten sonra sonradan
Osmanlı yönetimine de isyan edecek olan İşkodra Sancakbeyi Buşatlı Kara
Mahmud Paşa ile uğraşmak zorunda kaldı. Dağılan kabileleri toplayarak
Buşatlı Kara Mahmud Paşa ile mücadele etti. Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya
karşı yardım istemek için Rusya’ya gitti ancak bir yardım alamadı.101 Buşatlı
Kara Mahmud Paşa, I. Petar’ın 1785 yılında Petersburg’da II. Katerina’nın
yanında olduğu sırada,102 Karadağ’ın yıllardır Osmanlı Devleti’ne
ödemediği cizye borçlarını tahsil etmek için Çetine’ye girdi.103 I. Petar, bu
gelişme üzerine ülkesine dönerek Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın
kuvvetlerine karşı mücadeleye başlayınca, Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın
kuvvetleri çekilmek zorunda kaldı.104 I. Petar, Karadağ’a döndüğünde
ülkesinin harabeye çevrildiğini görmüştü ve Karadağ’da kıtlık ve salgın
hastalık ortaya çıkmıştı. Karadağlılar, yaşanan bu gelişmelerden sonra
97
Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, 18. ve 19. Yüzyıllar, (ter.) İhsan Durdu, Haşim KoçGülçin Koç, Cilt I, Birinci Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2006, s. 95.
98
Karatay, “Osmanlı…”, s. 365-366.
99
Öztuna, I. Petar’ın II. Sava’nın öldürülmesi üzerine vladika olduğu bilgisini vermektedir.
Öztuna, a.g.e., s. 60.
100
Stevenson, a.g.e., s. 138,162.
101
Karatay, “Osmanlı…”, s. 366-367. Buşatlı Kara Mahmud Paşa, Karadağlılar üzerine
gereksiz sefer düzenlemekle ve Karadağ’a zarar vermekle suçlanmıştır. Tophâneli Kâmil
Kapudan, a.g.e., s. 31.
102
Âli Fıtrî, (91-92) Hersek Seferi, 92-293 Osmanlı-Karadağ Seferi ve Hâl-i Hâzır Dârüʼlharekâtı, İkinci Kitâb, Mekteb-i Harbiyye Matbaası, Dersaâdet 1327, s. 20.
103
Özcan, a.g.e., s. 9.
104
Âli Fıtrî, a.g.e., s. 20.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
127
VAHİT CEMİL URHAN
Rusya ve Avusturya’dan yardım istediler.105 Avusturya İmparatoru II. Jozef
ile Çariçe II. Katerina, 1786 yılında Vladika I. Petar’ı Osmanlıları
Avrupa’dan atmak için mücadeleye davet etti. I. Petar, bu çağrıya olumlu
yanıt verdi. Bunun üzerine Avusturya, Karadağ’a asker ve mühimmât
gönderdi.106 Karadağlılar, 1787 yılında Osmanlı Devleti ile Avusturya
arasında savaş çıkması üzerine Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı
direnmeye başladılar.107 Rusya, Karadağ’ı Avusturya’nın himayesine terk
etmişti. Avusturya, Karadağ’ı Osmanlı Devleti’ne karşı bir cephe olarak
görüyordu. 1787-1792 Savaşı’nın ilk yılında Karadağlılar ile
Avusturyalıların düzenledikleri ortak harekâtlar başarısızlıkla sonuçlandı ve
Avusturyalılar, 1788 yılında bölgeyi terk ettiler.108 Bununla birlikte
Karadağlılar, 1791 yılına kadar Osmanlı ordusunun 50.000 kişilik bir
kısmını meşgul ettiler109 ve Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında 1791
yılında başlayan barış görüşmelerinde Karadağ sorununun da yer alması için
çabaladılar. Böyle bir girişimde bulunmalarında İstanbul’dan af dileme
düşüncesi etkili oldu.110 Karadağlılar, Ruslardan söz almış olmalarına
rağmen111 savaş sonunda 1791 yılında imzalanan Sistova Antlaşması’ndan
ve 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşması’ndan bir şey elde edemediler.112
Rusya, barış sürecinde Karadağ’a Avusturya kadar önem vermedi.113
1787-1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşı’ndan sonra da
Karadağ’daki karışıklıklar devam etti. Osmanlı yönetimi ile arası bozuk olan
Buşatlı Kara Mahmud Paşa, kendisine itaat etmeyen Brda bölgesindeki
Piper ve Bjelopavliç adlı Karadağlı kabileleri cezalandırmaya karar verdi ve
bu kabilelere yardım etmemesi konusunda I. Petar’ı uyardı. Bu gelişme
üzerine 1796 yılında Çetine’de toplanan Karadağ Meclisi (Zbor), Brdalılara
yardım etme ve Karadağ’ı Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı savunma
kararı aldı.114 Buşatlı Kara Mahmud Paşa, Slatina’da Karadağlılara mağlup
oldu ve Krusi (Kruse) Muharebesi’nde öldürüldü.115 Karadağlılar, Buşatlı
105
Karatay, “Osmanlı…”, s. 367.
Âli Fıtrî, a.g.e., s. 20.
107
Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 31.
108
Karatay, “Osmanlı…”, s. 367.
109
Sedes, a.g.e., s. 6.
110
Karatay, “Osmanlı…”, s. 367.
111
Sedes, a.g.e., s. 6.
112
Castellan, a.g.e., s. 315.
113
Karatay, “Osmanlı…”, s. 367.
114
Aynı yerde.
115
Darkot, a.g.md., s. 225.; Karadağ Coğrafyası, s. 21. Tophâneli Kâmil Kapudan, Buşatlı
Kara Mahmud Paşa’nın ölümü ile ilgili olarak 1796 yılındaki Karadağ seferi sırasında
106
128
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
Kara Mahmud Paşa’nın başını keserek kesik başını, kılıcı ve sarığıyla
birlikte Çetine Manastırı’na götürdüler ve burada özel bir ceviz sandıkta
muhafaza ettiler.116 Karadağlılar, Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın ölümünden
sonra birçok yeri ele geçirdiler. Karadağ’ın yüzölçümü iki katına çıktı.117
Brda bölgesindeki Bijelopavliçi ve Piperi kabileleri, Karadağ’a katıldılar.118
Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı elde edilen zafer, 18. yüzyılın
sonunda Petroviç ailesinin Karadağ’daki otoritesini daha da güçlendirdi.
Petroviç ailesine mensup vladikalar, 19. yüzyılda modern devlet
kurumlarının oluşturulmasına yönelik ıslahatlar yaparak ve Avrupa
devletleri ile yeni ittifaklar kurarak Karadağ’ı bağımsızlığına kavuşturdular.
Sonuç
Osmanlı Devleti, 1479 yılında hâkimiyeti altına aldığı Karadağ’ı iç
işlerinde serbest bırakarak vergi almakla yetindi ve Karadağ üzerindeki
otoritesini Bosna valileri ve İşkodra sancakbeyleri vasıtasıyla sürdürmeye
çalıştı. Osmanlı Devleti’nin Karadağ’a bu serbestlikleri tanımasında,
Karadağ’ın dağlık arazisi ve savaşçı insanları sebebi ile tam hâkimiyet
kurmanın zor olduğu bir coğrafyaya sahip olması da etkili oldu. Osmanlı
Devleti, Osmanlı millet sistemi içinde Ortodoks milletine mensup olan
Karadağlıları, Ortodoks kilisesi vasıtasıyla da kontrol etmeye çalıştı ancak
başarılı olamadı. Karadağlılar ile Osmanlı yönetimi arasında ilk
zamanlardan itibaren bir aidiyet bağı kurulamadı. Osmanlı Devleti’nin
Karadağ üzerindeki otoritesi, diğer Balkan bölgelerinde olduğu gibi devletin
gücünü kaybetmeye başlaması ile birlikte 17. yüzyıldan itibaren zayıflamaya
başladı. Petroviç ailesinin 1697 yılında iktidarı ele geçirmesinden sonra
Karadağ’daki Osmanlı hâkimiyeti, 18. yüzyılda daha da geriledi. 17.
yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’ne karşı Venedik ile ittifak
yapan vladikalar, 18. yüzyıldan itibaren Rusya ve Avusturya ile ittifak
yapmaya başladılar. Rusya, Ortodoks kilisesini kullanarak Karadağ
üzerindeki nüfuzunu giderek arttırdı. Bu süreçte Karadağ’ın Osmanlı
hanesinin gece vakti Karadağlılar tarafından basıldığı ve idam edildiği bilgisini vermektedir.
Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 31. Ahmed Cevdet Paşa ise Buşatlı Kara Mahmud
Paşa’nın Bijelo Pavloviç tarafından idam edildiğini belirtmektedir. Ahmed Cevdet Paşa,
a.g.e., s. 189.
116
Jezernik, a.g.e., s. 146.
117
Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 189.
118
Darkot, a.g.md., s. 225.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
129
VAHİT CEMİL URHAN
hâkimiyetinde kalmasını sağlayan tek güç, İşkodra ve Hersek
sancaklarındaki askerî kuvvetleri oldu. Osmanlı Devleti, Avrupa
devletlerinin 19. yüzyılın ortalarından itibaren Karadağ’daki Osmanlı
hâkimiyetine son vermeye yönelik politikalar izlemeye başlamalarından
sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda Karadağ’ın
bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı.
KAYNAKÇA
I. ARŞİV BELGELERİ
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
İrâde Hâriciye (İ.HR): 161/8640/2
II. KAYNAK VE TELİF ESERLER
ACAROĞLU, M. Türker, Balkanlar’da Türkçe Yer Adları Kılavuzu, 1.
Baskı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2006.
AGOVİĆ, Bajro, Islamska Zajednica u Crnoj Gori, Istorijski razvoj i
organizacija, Mešihat Islamske zajednice u Republici Crnoj Gori, Podgorica
2007.
Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, (yay.) Cavid Baysun, 2. Baskı, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1986.
Âli Fıtrî, (91-92) Hersek Seferi, 92-293 Osmanlı-Karadağ Seferi ve Hâl-i
Hâzır Dârüʼl-harekâtı, İkinci Kitâb, Mekteb-i Harbiyye Matbaası,
Dersaâdet 1327.
BANCOVİÇ, Safet, “Müslümanlar’ın Karadağ’dan 19. Yüzyıldaki Göçü”,
Muhacirlerin İzinde -Boşnaklar’ın Trajik Göç Tarihinden Kesitler-, (der.)
Hayri Kolaşinli, 3. Basım, Lotus Yayınevi, Ankara 2004.
CASTELLAN, Georges, Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, (çev.) Ayşegül
Yaraman-Başbuğu, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1995.
130
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
COQUELLE, P., Histoire du Monténégro et de la Bosnie depuis les
Origines, Éditeur Ernest Leroux, Paris 1895.
DARKOT, Besim, “Karadağ”, İslam Ansiklopedisi, Cilt VI, Millî Eğitim
Basımevi, İstanbul 1967.
GÖLEN, Zafer, “1852-53 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, History
Studies, International Journal of History, Volume 1/1 2009, ss. 212-296.
________,“1862 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, Belleten, Cilt
LXXV, Sayı 273, Ağustos 2011, ss. 503-543.
JELAVICH, Barbara, Balkan Tarihi, 18. ve 19. Yüzyıllar, (ter.) İhsan Durdu,
Haşim Koç, Gülçin Koç, Cilt I, Birinci Baskı, Küre Yayınları İstanbul,
2006.
JEZERNIK, Božidar, Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, (ter.) Haşim Koç,
(red.) N. Bilge Özel, Birinci Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2006.
Karadağ Coğrafyası, (çev.) Ahmed Tevfik, Mahmud Bey Matbaası,
Dersaâdet 1329.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt VI, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988.
KARATAY, Osman, “Ortaçağ’da Karadağ Tarihi”, Balkanlar El Kitabı,
Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, ss. 140-151.
________, “Osmanlı Hakimiyetinde Karadağ”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1,
Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, ss. 361-370.
KARPAT, Kemal H., Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, (çev.)
Recep Boztemur, 2. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2012.
KURAT, Akdes Nimet, Türkiye ve Rusya, 1. Baskı, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1990.
Mehmed Subhi, Karadağ ve Ordusu, Karadağ’ın Ahvâl-i Târihiyye ve
Coğrafiyyesiyle Kuvve-i Askeriyyesinden Bâhisdir, 1. Baskı, Kitâbhâne-i
İslâm ve Askerî, Tüccârzâde İbrâhim Hilmî, Kostantiniyye 1317.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
131
VAHİT CEMİL URHAN
MILICH, Zorka, A Stranger’s Supper: An Oral History of Centenarian
Women in Montenegro, Twayne Publishers, New York 1995.
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 38. Baskı, Timaş
Yayınları, İstanbul 2014.
ÖZCAN, Uğur, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ Siyasi İlişkileri,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2012.
ÖZDEM, Ali Gökçen, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi
(1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012.
ÖZTUNA, Yılmaz, Devletler ve Hânedanlar, Avrupa Devletleri, C. IV,
Genişletilmiş 2. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996.
PEPİÇ, Adnan, “Podgorica’nın Kısa Bir Tarihçesi”, Ankara Üniversitesi
Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 18, Ekim
2005, ss. 273-284.
PITCHER, Donald Edgar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası,
(çev.) Bahar Tırnakcı, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999.
POPOVIC, Aleksandre, Balkanlar’da İslâm, (çev.) Komisyon, İnsan
Yayınları, İstanbul 1995.
ROBERTS, Elizabeth, Realm of the Black Mountain, A History of
Montenegro, First Edition, Cornell University Press, New York 2007.
SEDES, İ. Halil, 1875-1878 Osmanlı Ordusu Seferleri, 1876-1877 OsmanlıKaradağ Seferi, Askerî Matbaa, İstanbul 1936.
STEVENSON, Francis Seymour, A History of Montenegro, Jarrold & Sons,
Warwick Lane, E.C., London 1912.
Şemseddin Sami, Kamûs-ül aʼlâm, Cilt V, Mihran Matbaası, İstanbul 1314.
TAŞTAN, Yahya Kemal, “Balkanlar’da Ulusçuluk Hareketleri”, Balkanlar
El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, ss. 413-446.
132
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
T.C. Podgorica Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Karadağ’ın Genel
Ekonomik Durumu ve Türkiye İle Ekonomik-Ticari İlişkileri 2010-2011 Yılı,
Haziran 2011.
TEMİZER, Abidin, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913),
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013.
Tophâneli Kâmil Kapudan, Karadağ, Karadağ Hakkında Baʼzı Maʼlûmatı
Şâmildir, Mihran Matbaası, İstanbul 1294.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Kısım I, 4. Baskı,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988.
________, Osmanlı Tarihi, Cilt IV, Bölüm I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
133
VAHİT CEMİL URHAN
EK-1. Karadağ’ın Katunska,
nahiyelerinin sınırları1
1
Crnica,
Ljeşenska
ve
Rijecka
BOA, İ.HR., 161/8640/2.
134
BAED 4/2, (2015), 113-135.
KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR)
EK-2. Vladika I. Petar2
2
Elizabeth Roberts, Realm of the Black Mountain, A History of Montenegro, First Edition,
Cornell University Press, New York 2007, s. 144.
BAED 4/2, (2015), 113-135.
135
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015,
ss. 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR:
“IS THERE A HOPE?”
Özkan ÜNAL
“The future of the Federation lies in Mostar. If the international community can
successfully unite Mostar, then the Federation will function.”
(International Crisis Group)
ABSTRACT
In the last decade of 20th century, along with the dissolution process of
Yugoslavia, constituent states of Federation have witnessed inter-ethnic conflicts.
However, the most violent clashes took place in Bosnia and Herzegovina (19921995). This study intends to discuss the Bosniak-Croat conflict in Mostar in a
specific way. Mostar -is located on the Neretva River in shoutern Bosnia and
Herzegovina and -has a peculiar characteristic in terms of its population structure.
During the conflicts in Herzegovina region, the city of Mostar was besieged firstly
by Serbs then Croats. In the wake of these inter-ethnic conflicts, the city was
divided into two parts. Today, the eastern side of Mostar is predominantly Bosniac,
while the western side of the city is predominantly Croat. In this context, this study
basically aims to dwell on; firstly reunification attempts that have been
implemented by the international communities so far, and secondly the present
situation in Mostar.
KeyWords: Mostar, Ethnic Conflict, Divided Cities, Reunification of Mostar,
Reunification Initiatives.
MOSTAR’IN YENİDEN BİRLEŞMESİ:
“BİR UMUT VAR MI?”
ÖZET
20. yüzyılın son on yılında, Yugoslavya’nın dağılma süreciyle birlikte,
Federasyon’u oluşturan devletler etnik gruplar arası çatışmalara sahne oldu. Ancak,
en şiddetli çatışmalar Bosna Hersek’te meydana geldi (1992-1995). Bu çalışma

Attache at Turkish Consulate General in Mostar, MA student at Social and
Political
Sciences,
International
University
of
Sarajevo,
e-mail:
[email protected].
137
ÖZKAN ÜNAL
spesifik olarak Mostar’daki Boşnak-Hırvat çatışmasını ele almayı amaçlamaktadır.
Mostar, güney Bosna Hersek’te Neretva nehri üzerinde bulunmaktadır ve nüfus
yapısı açısından kendine has bir karakteristiğe sahiptir. Hersek bölgesindeki
çatışmalar süresince Mostar şehri önce Sırplar sonra Hırvatlar tarafından
kuşatılmıştır. Etnik gruplar arasındaki bu çatışmaların ardından şehir iki parçaya
bölünmüştür. Bugün, şehrin batı bölümü ağırlıklı olarak Hırvat iken, Mostar’ın
doğu bölümü ağırlıklı olarak Boşnak’tır. Bu bağlamda, çalışma temel olarak;
öncelikle şimdiye kadar uygulanan yeniden birleştirme çalışmaları, ikinci olarak da
Mostar’daki mevcut durum üzerinde durmayı hedeflemektedir.
Anahtar Kelimeler: Mostar, Etnik Çatışma, Bölünmüş Şehirler, Mostar’ın Yeniden
Birleştirilmesi, Yeniden Birleştirme Çalışmaları.
Introduction
The study of divided/contested cities has become a recent
phenomenon for both social scientists and urban planners. To date, the
majority of the literature in these fields deals with the cities that have been
divided due to inter-ethnic conflicts or wars, and their subsequent social and
urban rehabilitation, such as Nicosia, Cyprus; Jerusalem, Palestine; Beirut,
Lebanon; Belfast, Northern Ireland; and Mostar, Bosnia and Herzegovina.
In this regard, this study specifically aims to concentrate on the City of
Mostar.
Placed in the heart of Herzegovina, Mostar is one of the most
interesting cities in the region, in terms of culture. When the city was under
the rule of Socialist Federal Republic of Yugoslavia (SFRY) until the last
decade of 20th century, Mostar was labeled as a symbol of brotherhood and
unity (bratstvo i jedinstvo) by Tito, because of its multi-ethnic and multireligious composition. As a microcosm of Bosnia and Hercegovina Mostar
had functioned peacefully with its Bosniak, Serb, Croat and other minor
group residents (Jews, Roman, etc.) for centuries, until the ethnic conflicts
erupted throughout BiH in 1992.
During the fragmentation of Yugoslavia, Bosnia and Herzegovina one of six constituent republics of the Yugoslav Federation- was faced with
the bloodiest conflicts for the sake of its independence. The eastern part of
country, Bosnia region, was the first target of Serbian attacks, while the
southern part, Herzegovina region was the second. In the Herzegovina
region, the theater of war was Mostar, that saw two sieges and attacks, one
138
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
by Serbs and the other by Croats. As a result of these two attacks, the city of
Mostar was devastated and 70% of the city was ruined.
On the other hand, after the conflicts, the population structure of the
city changed dramatically. While before the war, the city population of
Mostar was made up by Bosniaks, Croats and Serbs, in the present day,
Mostar is split in half between Bosniaks and Croats, who constitute the vast
majority of the population. Currently, almost all Croats live in the western
part of the city, while majority of Bosniaks live in the eastern part. The
psychological border lies through the Boulevard that was accepted as the
frontline during the Bosniak-Croat conflict. Today’s division -without a
physical border- is a corollary of the Bosniak-Croat battle.
In retrospect, Mostar was one of the most beautiful Yugoslavian city
in which people from different ethnic backgrounds, cultures and religions
had lived peacefully for hundreds of years. Besides, particularly during the
Yugoslavian period, Mostarians enjoyed high standard of life conditions
thanks to a broad range of industrial and agricultural activities and military
bases. However, presently Mostar faces many economic challenges and high
rate of unemployment.
Being among the divided/contested cities makes Mostar a subject
for lots of studies in the field of political science, urban and regional
planning, social psychology and so on. As mentioned at the very begining of
study, divided cities such as Belfast, Beirut, Jerusalem, Mostar, Nicosia and
others were analyzed in the case studies by the prominent scholar Scott A.
Bollens. Each of these cities have peculiar characteristic in terms of their
population structures, political governances, current daily life conditions and
division ways, and they were categorized into 4 groups by Bollens;




Active Conflict (Jerusalem)
Suspension of Violence (Nicosia, Mostar)
Movement Toward Peace (Belfast, Sarajevo)
Stability/Normalcy (Johannesburg, Barcelona)
As seen above, Mostar stands in the category of suspension of
violence and according to his approach, this category includes the cities in
which there is tenuous cessation or suspension of urban strife but not much
more. A city is marked more by the absence of war than the presence of
peace. After the ending of overt conflict, there will likely remain deep
BAED 4/2, (2015), 137-157.
139
ÖZKAN ÜNAL
segregation or partitioning of ethnic groups in the city, local politics may
persist in parallel worlds, and there may still be tension on the streets. This
is because the legacies of overt conflict live on far past the duration of open
hostilities themselves. In those cities, however, this potential for inter-group
differences to inflame violent actions is lessened somewhat due to a
negotiated agreement between nationalist elites and/or intervention by a
third-party mediator. Although this is a significant advance, suspension of
overt conflict is only a starting point in urban peace-building and requires
important steps in the future that bring positive changes to a city in the
forms of tolerance, openness, accommodation, and democratic and open
participation. Without these movements toward peace on the ground, a city
will stagnate and be vulnerable to regressive violent and political acts.1
As mentioned above, Mostar is a city in which inter-ethnic conflicts
were suspended and has a peaceful atmosphere for the time being, however,
simultaneously an ethnically partitioned city. So, which expression should
be used to specify the current situation of Mostar? Divided, polarised,
contested or violent. Actually there is a terminologically richness in that
field and it is needed to use proper definition for Mostar.
Moser and McIlwaine clarified the scope of these labels in their
book; Encounters with Violence in Latin America: Urban Poor Perceptions
from Columbia and Guatemala. They claim that labels such as divided,
polarised, contested and violent must not be used without clear definitions.
Each of these terms alludes to difficult urban circumstances, but they place
emphases on differing dimensions along which cities, and their societies,
can fragment. In addition, some terms are used to describe different
environments at different times. For example, cities are described as divided
in numerous contexts, including North American cities segregated by race,
ethnicity, and class. At other times, divided alludes to more extreme
circumstances of political division and contestation. Further thickening the
definitional quagmire is the prevalence of urban violence across many parts
of the world-such violence can be attributed to social factors (motivated by a
1
Scott A. Bollens, “Comparative Research on Contested Cities: Lenses and Scaffoldings”,
Crisis States Working Papers Series No. 2, Crisis States Research Centre, London 2007, pp.
14-15.
140
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
desire to get or keep social control), economic (motivated by material gain),
and/or political (motivated by the desire to hold political power).2
All in all, the city of Mostar has many reasons to be labeled as a
divided city; such as ethnically divided Bosniac and Croat communities, the
presence of dual/mono- ethnic institutions, the politic contestation between
the Bosniak and Croat politicians and limited interaction between the
divided communities. In this context, it can be defined as a divided city.
In the light of aforementioned datum, the main purpose of this
article is to analyze the recent situation in Mostar in terms of social and
political dynamics of the city. However, on the other hand, in order to
understand the current conditions of Mostar, it is needed to grasp the
historical process as well as the causes and effects of the division.
Therefore, firstly this study will provide adequate information about
Mostar’s past and present. In this context, in the first part of article, major
factors, that underlie the present polarization of the city, will be dwelled on;
and second part will mainly be based on reconciliation and reunification
initiatives that were carried out by the international mediators. Additionally,
the current situation in the city and relations between the divided
communities, that is based on authors’s own observations, will be given in
this article. All in all, at the end of this study the answer of following
question will be sought: “Is there a hope for Mostar?”
1. War, Destruction and Division
In March 1992, shortly after Bosnia and Herzegovina declared its
independence from Yugoslavia, Bosnian Serbs -backed by the Yugoslav
National Army (Jugoslovenska Narodna Armija- JNA)- launched an
offensive in eastern Bosnia. The war quickly spread to Mostar. The JNA
first bombarded City of Mostar on April 3rd, 1992 and over the following
weeks, gradually established control over large portions of the City. The
siege lasted for three months. JNA’s heavy shelling damaged or destroyed a
number of civilian objects and resulted in a mass killing of thousands of
innocent civilians.
2
For more information please see Caroline Moser and Cathy McIlwaine, Encounters with
Violence in Latin America: Urban Poor Perceptions from Columbia and Guatemala,
Routledge, London 2004.
BAED 4/2, (2015), 137-157.
141
ÖZKAN ÜNAL
On June 12th 1992, the ABiH (4th Corps of Army of Bosnia
Herzegovina) and HVO (Hrvatsko Vijeće Obrane/Croatian Defence Council
supported by HOS - Hrvatske Obrambene Snage/Croatian Defence Forces paramilitary from Croatia) amassed enough weaponry and manpower to
force the JNA troops out of Mostar. After the JNA was driven out, the
heavily armed, Croatia funded Bosnian-Croat forces (HVO) turned their
guns to their allies, the Army of Bosnia and Herzegovina, with the hope of
capturing the whole city in the light of Bosnian Croat secessionist campaign.
The campaign resulted in a deeply rooted division of the city of Mostar into
West Mostar (run by HVO and Army of Republic of Croatia) and the East
Mostar (maintained by the Government of Bosnia Herzegovina).
The Muslim-Croat war for Mostar erupted one night in the early
summer of 1993, climaxing months of rapidly escalating tensions.
According to a Bosniak soldier, the atmosphere in the city resembled a
tinderbox in those last days of ‘peace’, and gunmen from both sides had
already taken up positions on either side of the Boulevard in anticipation of
an imminent outbreak of fighting. His position on the side of the Boulevard
closer to the Neretva faced Croat positions on the other side of the wide
street. That night, according to his account, Croat militiamen holed up in the
gymnasium building just across the Boulevard from his position brought a
17 year-old Bosniac schoolgirl abducted from west Mostar to the school.
They then apparently gang-raped her before throwing her out of a top-floor
window. The absolute stillness and silence for a few minutes after the girl’s
screaming ended. Then heavy firing broke out from both sides of the
Boulevard.3
The conflict between Bosniaks and Croats lasted for two years and
the cost of war for Bosniak Muslims was incomparably higher than for the
other Mostarians (Croats and Serbs). Because they were jammed in the
middle of heavy bombardment from west by Croats and from east by Serbs.
As a consequence of these attacks, thousands of Bosniaks were killed or
displaced.
Muslims were assembled in detention camps, put on buses to leave
the area, or subsequently expelled to the ghetto on the east side, which
Croats then bombarded from previosly prepared artillery positions. The
3
Sumantra Bose, Bosnia After Dayton: Nationalist Partition and International Intervention,
Hurst and Co., London 2002, pp. 103-104.
142
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
Muslim population was surprised and obviously unprepared. They had no
army and indeed the JNA had contained very few Muslim officers.
Nonetheless, a rag-tag citizens’ army made a stand in the east, and despite
their overwhelming superiority in men, materials and positions, the Croats
were unable to defeat it. The war was a close-fought affair, street by street,
building by building. The Croat army used its Muslim civilian prisoners as a
human shield in their trenches.4
The Muslims were starving, without power or water, living in the
cellars of ruined buildings, and emerging at night when the snipers could not
see them. It was reported that some snipers were mercenaries, and some of
them British. About 2000 people were killed (although doctors, working in
appalling conditions on the east side, performed 600 operations with little
equipment and few drugs).5
In the course of conflict, since all the resources of humanitarian
needs were destroyed, the only supplier of water was Neretva for the
Muslims. They used the river to provide potable water and bath. However,
the snipers, who took position around the river, were trying to shoot them.
As mentioned above, only at certain times it was possible to have water for
needs.
The Bosniaks controlled the east bank of the town and a slice of the
west bank -roughly 2,5 km. long and 1 km. deep- encompassing the west
bank neighbourhoods of Donja Mahala, Stari Grad (The Old Town, which
spills over on to the eastern bank) and Cernica.
4
John Yarwood, Rebuilding Mostar: Reconstruction in a War Zone, Liverpool University
Press, Liverpool 1999, p. 4.
5
Ibid., p.4.
BAED 4/2, (2015), 137-157.
143
ÖZKAN ÜNAL
Figure 1: 1994 Map of Mostar Showing the Division of the City along the
River and the Boulevard (Source: Map courtesy Z. Bosnjak, urban planner,
Grad Mostar).
The Muslim forces in Mostar had been practically besieged, with
only one tenuous supply line running across mountain tracks to the nearest
Armija base in Jablanica, located 45 km. north in the direction of Sarajevo
144
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
(the Mostar-Jablanica stretch of the M-17 road that snakes alongside the
Neretva was unusable for supply purposes during the fighting because it was
directly exposed to Croat guns from the mountains to one side, and less
directly also to Serb artillery located some distance to the east). They had
nonetheless managed to withstand an devastating all-out assault by an
enemy with an overwhelming superiority in heavier weapons and numerous
unimpeded supply routes, liberally aided by units and equipment of the
army of Croatia (HV).6
By the time the fighting ended in Mostar in 1994, 2,000 persons had
been killed, 26,000 displaced, over 5,000 buildings damaged or ruined, all
10 bridges destroyed (nine by the Serbs) and the urban infrastructure
shattered. Muslim east bank of Mostar had suffered the greatest destruction,
along with the central core of the city – the area around the Boulevard.
Historic monuments, religious buildings and cultural symbols were
apparently deliberately targeted.7
Although the extent of destruction in the eastern part of Mostar was
tremendous, demolition of Old Bridge (Stari Most) was the most harrowing
point for Bosniak Muslims. It was targeted for days and on November 9,
1993, the most important and remarkable symbol of cosmopolitan Mostar
and Ottoman heritage, the Old Bridge, was destroyed by Croatian tank shell.
Not only the bridge that connected both side of Neretva, but also the bridge
between two communities (Bosniaks and Croats) was destroyed by this
attack.
The costs of violence and separation between the rival ethnic groups
in Mostar are more neatly calculated in material terms. The physical
destruction or inaccessibility of many schools, offices, homes, factories, and
public infrastructure in Mostar during the course of hostilities left its citizens
in the eastern sector struggling for bare survival and economic life in the
western sector dominated by illicit trade. Thousands of Bosnians forced to
abandon surrounding villages arrived in the city, occupying empty
apartments and straining the already overburdened infrastructure.8
6
Bose, pp. 104-105.
Scott A. Bollens, Cities, Nationalism and Democratization, Routledge 2007, p. 171.
8
Jon Calame and Amir Pasic, “Post-conflict Reconstruction in Mostar: Cart Before the
Horse”, Divided Cities/Contested States Working Paper, No. 7, 2009, p. 6.
7
BAED 4/2, (2015), 137-157.
145
ÖZKAN ÜNAL
The conflict between Bosniaks and Croats was ended by the signing
of Washington Peace Agreement on 1st March, 1994, which established the
Federation of Bosnia and Herzegovina (FBiH). Based on the peace
agreement, FBiH was divided into ten cantons by the Law on Federal Units
(Cantons) in June 1996.9 Besides Mostar was established as a joint Bosniak–
Croat city and the capital of the mixed Croat-Bosniak Herzegovina–Neretva
canton.10
The composition of Mostar’s population has changed drastically as a
consequence of the war. While the population was made up of 35% Muslims
(Bosniaks), 34% Croats, 19% Serbs and 12% others (including those who
identified themselves as Yugoslavs) before the war; presently Mostar is split
in half between Croats and Bosniaks, who make up the vast majority of the
population.11 However, prior to conflict, about 6000 Croats lived among the
east bank’s nearly 30.000 residents. At least 15.000 Bosniaks were among
the 45.000-plus on the west bank. Large minorities of Serbs were spread
across both sides of the city.12
In the present day, according to the census, which was held in 2013
throughout BiH, the total population of Mostar is 113.169.13 However, there
is no official information regarding the certain numbers of Bosniacs, Croats
and Serbs who compose the population of the city. But, it is said that more
than 50% Croats, approximately 45% Bosniacs and 4-5% Serbs and others
live in Mostar for the time being. The main reason that underlies the
alteration of population structure is the migration of significant number of
Croats from central Bosnia to Herzegovina region but particularly to around
and in Mostar. On the other hand, simultaneously many Bosniaks fled or
were forced to leave the city during the conflict.
9
Bosnian Podrinje Canton, Canton 10 (Livno), Central Bosnia Canton, Herzegovina-Neretva
Canton, Posavina Canton, Sarajevo Canton, Tuzla Canton, Una-Sana Canton, WestHerzegovina Canton, Zenica-Doboj Canton.
10
Florian Bieber, “Local Institutional Engineering: A Tale of Two Cities, Mostar and
Brcko”, International Peacekeeping, Vol.12, No. 3, 2005, p. 422.
11
Monika Palmberger, “Renaming of Public Space: A Policy of Exclusion in Bosnia and
Herzegovina”, MMG Working Paper, 2012, p. 11.
12
Bose, p. 100.
13
This data indicates the official preliminary results that published by Agency for Statistics
of Bosnia and Herzegovina (Agencija za Statistiku Bosne i Herzegovina). The final results of
census shall be published the latest up to 1 July 2016 by the mentioned institution.
146
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
After the conflict most of Bosniaks and Croats sold or exchanged
their homes. This situation, dramatically contributed to creation of a divided
Mostar. Namely, while the majority of Bosniaks settled down in the eastern
side of city, Croats located in the western part. As for Serbs, the third major
population of the city before the conflict, most of them sold their homes and
did not return to Mostar. Only a few thousands of Serbs turned back to the
city.
Figure 2: Present Demographic Division of Mostar (Source: Jon Calame
and Amir Pasic).
BAED 4/2, (2015), 137-157.
147
ÖZKAN ÜNAL
Today, the lives of most Bosniaks and Croats are still separated. If
they do not actively seek to interact with one another, Bosniaks and Croats
actually share little time with their national counterparts: Bosniak and Croat
children attend different schools, teenagers go to different universities,
adults have separated workplaces and leisure time is predominantly spent on
“one’s own” side of the city. Only a small number of people still maintain
friendships with pre-war friends of a different nationality and for them even
the nature of their relationships has often changed.14
Moreover, currently, health care facilities, culture centers and sport
clubs, which are the main places for a society to come together and
communicate, are separeted, as well. For instance, there are two football
clubs in Mostar, one is Bosniak football team, Velez; and the other one is
Croatian football team, Zrinjski. The tension is always very high during the
matches between these two clubs due to nationalist ovations and attitudes by
the extremist fans. They provoke each other and regard the matches as a
struggle rather than a sporting activity. Usually this rivalry results in
physical violence, fighting or injuries.
As mentioned above, the city of Mostar is still a divided city in
terms of every single aspect of the daily life. This division and high tension
also cause some cases of violence between the Bosniak and Croatian
communities. On 26 April, 2015, early in the morning, while a group of
young Croats were passing over Musalla square, in the east side of the city,
they encountered with Bosniaks who were waiting at the bus station. They
provoked and attacked each other and two Bosniaks were badly injured. In
addition, almost a month later, on 22 May, after their graduation ceremony,
Croatian students started to exclaim on the Boulevard -frontline during the
conflict- saying “Old Bridge does not exist any more, Ustashas15 destroyed
14
Palmberger, p. 13.
Ustasha, also spelled Ustaša, is the Croatian fascist movement that nominally ruled the
Independent State of Croatia during World War II. In 1929, when King Alexander I tried to
suppress the conflict between Croatian and Serbian political parties by imposing a personal
dictatorial regime in Yugoslavia, Ante Pavelić, a former delegate to Parliament and an
advocate of Croatian separatism, fled to Italy and formed the Ustaša (“Insurgence”)
movement. Dedicated to achieving Croatian independence from Yugoslavia, the ustaše
modeled themselves on the Italian Fascists and founded terrorist training centres in Italy and
Hungary.
Encyclopedia
Britannica
[Avaliable
at:
http://www.britannica.com/EBchecked/topic/620426/Ustasa Accessed 15.05.2015] For more
information about Ustasha please see; Irina Ognyanova, “Nationalism and National Policy in
15
148
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
it”. Inherently, as a consequence of this provocation, they attacked each
other again.
In short, although 20 years have passed since the end of conflict, it
seems that Mostarians need more time –if they have- to eradicate the traces
of conflict not only in the city but also in their minds.
2. Reunification of Mostar?
In the war-torn Mostar, particularly in the first decade after the
conflict, in terms of providing political and social reunification, many
attempts have been made by international organizations. These
reconciliation and reunification initiatives can be classified under three main
topics: the EU administration (1994-1996), Interim Statute (1996-2003) and
reconstruction of Old Bridge (1997-2003).
After the signing of Washington Agreement in 1994, the armed
conflict between Bosniaks and Croats in Mostar came to end. Since the city
was polarized as Bosniak and Croat parts after the conflict and because of
high sensitiveness of the city administration issue, contracted parties agreed
on assignment of European Union as the responsible for city governance for
two years. Shortly after, on 5 July, 1994, European Union Administration of
Mostar (EUAM) was established by another agreement in Geneva,
Switzerland.
The EUAM therefore worked in collaboration with local parties to
overcome the present division of Mostar, and to create a suitable climate
that could lead to a cornmon administration of a multi-ethnic city, the
holding of democratic elections (before the end of the EUAM's mandate),
and a return to normal life for all of its citizens. The main criteria considered
in the EUAM strategy document to be fundamental to the concept of a
unified city included: a population willing to live under a common set of
rules, a central municipal authority acceptable to the population, a common
legal framework and guaranteed rights for all citizens, a common public
service, tax system, and police force, and most importantly freedom of
Independent State of Croatia (1941–1945)”, IWM Junior Visiting Fellows Conferences, Vol.
6, Vienna 2000.
BAED 4/2, (2015), 137-157.
149
ÖZKAN ÜNAL
movement for all citizens residing in the city.16 Besides, the EUAM’s goals
also included establishing security, facilitating the return of refugees and
displaced people and restitution of essential services in the city.17
Two years later, in March of 1996, as the EUAM’s mandate neared
its end, the Interim Statute18 of the City was reached as a temporary solution
for the self governance of Mostar. With this Statute, the de facto division of
Mostar into Croat and Muslim (Bosniak) sides that had occurred during the
war was institutionalized in the city’s post-war government. Seven largely
autonomous municipal districts were established within the city, three in the
west with Croat majorities, three in the east with Muslim (Bosniak)
majorities and a small jointly controlled Central Zone.19
At the city level, the Interim Statute provided for a city council with
equal numbers of Bosniak, Croat and “other” councillors (16 members from
each group). There were to be a mayor and deputy mayor (who would take
turns occupying each other’s office) and a small city administration. The
city was intended to exercise sole competence in the spheres of finance and
tax policy, urban planning, infrastructure, economic policy, and public
transport, including the city’s railway station and airport. The mayor was
empowered to set up departments to manage these five fields of activity. All
other responsibilities were left to the six city-municipalities.20
16
Official Journal of the European Communities, C 287, Vol. 39, 1996, pp.2-3.
Yarwood, p.7.
18
Interim Statute of the City of Mostar was signed in Rome, Italy, in 1996. By signing the
Rome Agreement on 18 February 1996 the parties agreed to support the process of unifying
the City of Mostar, and to adopt the EU’s plan for reform and reconstruction. The issues
addressed in the Agreement included a commitment to return, the development of a unified
police force and the delimitation of the Central Zone. The Interim Statute was adopted on 7
February 1996, and viewed as an important transitional stage in the development of Mostar;
as an interim, and therefore temporary, arrangement to ensure the basic administration of the
City and government services while a permanent legal structure was negotiated, drafted and
adopted.
Six municipal districts, or “City-Municipalities,” were established through the adoption of the
Interim Statute: Mostar South, Mostar South-West, Mostar West and Mostar South-East,
Mostar North and Stari Grad (Old Town). The Central Zone in the middle of the traditional
commercial and tourist centre of the city was to be administered directly by a City-wide
administration.
(Available
at:
http://www.ohr.int/decisions/mohncantdec/default.asp?content_id=31707).
19
Emily Gunzburger Makaš, “Mostar’s Central Zone: Battles over Shared Space in a Divided
City”, Urban Conflicts: Ethno-Nationalist Divisions, States and Cities, Queen’s University,
Belfast 2011, p. 1.
20
ICG Euro Report, Building Bridges in Mostar, No:150, Sarajevo/Brussels 2003, p. 2.
17
150
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
Figure 3: Boundaries of Central Zone (Source: Emily Gunzburger Makaš)
It was the Central Zone that was the biggest innovation and most
contentious issue of the Interim Statute for the former warring parties. In
order to solve the city’s wartime communal partition and to terminate
BAED 4/2, (2015), 137-157.
151
ÖZKAN ÜNAL
nationally divided administrations on the opposite banks of the Neretva
(three Bosniak municipalities on the east bank and three Croat
municipalities on the west bank) the Central Zone was designed, and was
accepted as a step on the way of a unified, single city administration.21
The EUAM sought ways of unification for the divided communities
in the post-war Mostar, by enacting the Interim Statute. Thus, a neutral,
symbolic area was formed to engender the reunification of divided parts of
the city. The Central Zone was planned as an encounter place to band
together Croats and Bosniaks. That was the first and most important goal of
this neutral zone. Besides, the Central Zone was thought to be the cultural
and commercial centre of Mostar including public parks, cultural centers,
residential and office complexes where the people would conduct their daily
business.
The Central Zone represents the only part of the city of Mostar to be
managed exclusively by the joint city administration and is therefore the
symbol and key to a unified and multiethnic Mostar. However, the HDZ
(Crotian Democratic Union-Hrvatska Demokratska Zajednica) has actively
obstructed the establishment of all institutions with competencies over this
zone (courts, police, housing office, revenue collection, and special voting
procedures) arguing that the canton or neighbouring municipalities should
cover such areas in the central zone. The HDZ also disrupts the normal
functioning of the Central Zone by blocking the establishment of any
institutions with specific administrative jurisdiction there. This includes
blocking the establishment of an office for processing claims for return of
property within the Central Zone, of a Central Zone Court and Prosecutor’s
Office, and of a system for collecting revenues in the Central Zone.22 In the
overall HDZ’s Mostar strategy, weakening the central zone and city
administration is complemented by the exclusion of Bosniaks from the
municipal institutions in Croat majority municipalities.23
Mostar was governed and administratively organized according to
the temporary solution reached in Rome in 1996 until a new city statute was
finally implemented in 2004. In mid-2003, drafting this new statute and
reunifying Mostar became one of the top four priorities of High
21
Ibid., p. 2.
ICG Balkans Report, Reunifiying Mostar: Opportunities for Progress, No: 90,
Sarajevo/Washington/Brussels 2000, pp. 43-45.
23
Ibid., p. 45.
22
152
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
Representative Paddy Ashdown.24 Following months of discussion, the High
Representative supported the idea of assisting in the establishment of a
multiethnic, cross-party commission that would include representatives from
all of the levels of government that may be called on to make changes to
their legislation or constitutions. This Mostar City-based commission,
nominated by the Mostar Mayor and Deputy Mayor and appointed by the
City Council on 15 April, met 15 times from April through July to discuss
necessary reform. During the process, the OHR and OSCE served as the
secretariat of the commission, leaving the commission members fully
responsible for the negotiations.25 Although this commission agreed on
many issues, it was not able to end the negotiations succesfully. Therefore,
in that conjuncture, it was inevitable to establish another commission and
maintain the process.
Subsequently, on 17 September 2003, under the auspices of OHR,
the Commission for Reforming the City of Mostar was established including
12 members, 6 representatives of political parties (Bosniak and Crotian
politicians), up to 5 experts and a Chairman (appointed by The High
Representative).
The work of Commission lasted for three months and the Interim
Statute was ended by the new statute declared by HR Paddy Ashdown in
January, 2004. In accordance with the new regulations, six municipalities
were converted to voting districts within a single municipality. A single and
unified city budget, where all revenues (fees, tax revenues, non tax revenues
and capital revenues) and expenditures would be presented, was formed.
Besides, the new statute regulated the right and obligation to decide on the
interests and needs of the City of Mostar, the scope of local selfgovernment, organisation, financing of the city, as well as other issues,
rights, obligations and responsibilities referring to the city.
24
Makaš, p. 15.
Office of the High Representative (OHR), Commission for Reforming the City of Mostar,
Mostar 2003, p. 56. The Office of the High Representative (OHR) is an ad hoc international
institution responsible for overseeing implementation of civilian aspects of the Peace
Agreement ending the war in Bosnia and Herzegovina. The position of High Representative
was created under the General Framework Agreement for Peace in Bosnia and Herzegovina,
usually referred to as the Dayton Peace Agreement, that was negotiated in Dayton, Ohio, and
signed in Paris on 14 December 1995. The High Representative is working with the people
and institutions of Bosnia and Herzegovina and the international community to ensure that
Bosnia and Herzegovina evolves into a peaceful and viable democracy on course for
integration in Euro-Atlantic institutions.
25
BAED 4/2, (2015), 137-157.
153
ÖZKAN ÜNAL
Once and for all, the rebuilding of Old Bridge is another
reunification initiative implemented by the international organizations. The
symbolic unification of divided sides of Mostar seemed to be a big step in
the reconciliation process by the international community. Because it was
beyond reconstructing an ordinary structure that was destroyed during the
war. Therefore, thousands of people, including ministers, prime ministers,
presidents and representatives of international organizations attended the
opening ceremony of the Old Bridge.
The World Bank and UNESCO, along with the local authorities,
launched a joint appeal for the reconstruction of the Stari Most, which
generated international support, with donor organizations and countries
answering the call. The World Bank was responsible for the financial
aspects of the project in conjunction with the City of Mostar, while
UNESCO managed the technical and scientific coordination. Two smaller
organizations, the Aga Khan Trust for Culture and the World Monuments
Fund, provided critical support in implementing the project and
reconstructing other historically and socially significant buildings in the
historic city26. Funding for the reconstruction initiative was provided by
several foreign governments, including the European Union, Crotia, the
Netherlands, Turkey and Italy. International peacekeeping troops from
Hungary contributed to the project by providing divers to scour the riverbed
and retrieve fallen pieces of the bridge. Overall, the World Bank evaluated
the reconstruction of the bridge to be a success in having achieved the
original objective of improving “the climate for reconciliation among the
peoples in Bosnia and Herzegovina through recognition and rehabilitation of
their common cultural heritage in Mostar”.27
Due to its historical and emblematic significance, reconstructing the
Old Bridge was more than constructing an ordinary bridge that had
collapsed during the conflict. Therefore it was considered as a big step on
the process of social reunification by the international community. Actually,
the rebuilding Old Bridge has contributed to the reunification process to
26
UNESCO, “Stari Most: Rebuilding More Than a Historic Bridge in Mostar”, Museum
International (Quarterly Published Journal), No.224, Blackwell Publishing, 2004, pp. 9-11.
27
The World Bank Implementation Completion Report, Report No: 32713, 2005, pp. 5-8.
Available at:
http://documents.worldbank.org/curated/en/2005/06/6030874/bosnia-herzegovina-culturalheritage-pilot-project [Accessed 20.05.2015]
154
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
some extent, however, the city needs more for full integration. Because, as a
matter of fact, the Old Bridge is not a shared value for the Mostarians.
Namely, the Old Bridge does not have any sense for many Croats, while
Bosniaks consider it as a symbol of the city and an element of Ottoman
heritage.
Conclusion
As mentioned above, many reunification initiatives have been
carried out in the war-torn city of Mostar. In spite of these initiatives, the
division between Bosniak and Croat communities and among the institutions
is still very perceivable and deep and far from being over. Educational
institutions -from kindergarten to university-, health care facilities, culture
and sport centers, telecomunication services are separated for the time
being. This division among the institutions is the biggest obstacle to social
integration and in particular, the presence of mono-ethnic schools hinders
the new generations of the city to come together and to interact. As a matter
of fact, they grow up isolated from one another.
On the other hand, it is important to note that, on 20 February, 2015,
Bosniak (Narodno Pozorista Mostar) and Croat (Hrvatski Narodno
Kazalista) culture centers have organized a theater play -named “Ajmo na
fuka” (Let’s have a coffee)- together for the first time after the conflict. The
main theme of the play was that “whatever happens, only benefit to us from
each other, there is no any other solution”. It seems that Bosniak and Croat
communities have begun to change their minds against each other. These
sort of social activities should be supported by the local and political
authorities. Because social integration is the first requirement in order to
reunify polarized communities and once it is provided then the real
unification will come out.
All in all, as for the answer for the aforementioned question; hope is
the only thing that divided and polarized communities should have. There is
always a hope for Mostar, but indeed it needs more time. Perhaps, 20 years
is not so long to forget the past or to eradicate the traces of war. However, as
long as political parties, particularly Croatian local authorities, do not stop
pumping nationalist feelings to people’s minds, there will not be a really
unified, cosmopolitan Mostar.
BAED 4/2, (2015), 137-157.
155
ÖZKAN ÜNAL
BIBLIOGRAPHY
BIEBER, Florian, “Local Institutional Engineering: A Tale of Two Cities,
Mostar and Brcko”, International Peacekeeping, Vol. 12, No. 3, 2005, pp.
420-433.
BOLLENS, Scott A., “Comparative Research on Contested Cities: Lenses
and Scaffoldings”, Crisis States Working Papers Series No.2, Crisis States
Research Centre, London 2007.
________, Cities, Nationalism and Democratization, Routledge, 2007.
BOSE, Sumantra, Bosnia After Dayton: Nationalist Partition and
International Intervention, Hurst and Co., London 2002.
CALAME, Jon and Pasic, Amir, “Post-conflict Reconstruction in Mostar:
Cart Before the Horse”, Divided Cities/Contested States Working Paper,
No. 7, 2009, pp. 3-20.
ICG Balkans Report, Reunifiying Mostar: Opportunities for Progress,
No:90, Sarajevo/Washington/Brussels,2000.
ICG Euro Report, Building Bridges in Mostar, No:150, Sarajevo/Brussels
2003.
MAKAŠ, Emily Gunzburger, “Mostar’s Central Zone: Battles over Shared
Space in a Divided City”, Urban Conflicts: Ethno-Nationalist Divisions,
States and Cities Conference, Queen’s University, Belfast 2011.
MOSER, Caroline and McIlwaine, Cathy, Encounters with Violence in Latin
America: Urban Poor Perceptions from Columbia and Guatemala,
Routledge, London 2004.
Office of the High Representative (OHR), Commission for Reforming the
City of Mostar, Mostar 2003.
Official Journal of the European Communities, C 287, Vol. 39, 1996.
156
BAED 4/2, (2015), 137-157.
REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?”
OGNYANOVA, Irina, “Nationalism and National Policy in Independent
State of Croatia (1941-1945)”, IWM Junior Visiting Fellows Conferences,
Vol. 6, Vienna 2000.
PALMBERGER, Monika, “Renaming of Public Space: A Policy of
Exclusion in Bosnia and Herzegovina”, MMG Working Paper 12-02, 2012,
pp. 3-26.
The World Bank Implementation Completion Report, Report No: 32713,
2005.
UNESCO, “Stari Most: Rebuilding More Than a Historic Bridge in
Mostar”, Museum International (Quarterly Published Journal), No.224,
Blackwell Publishing, 2004.
YARWOOD, John, Rebuilding Mostar: Reconstruction in a War Zone,
Liverpool University Press, Liverpool 1999.
Websites:
http://documents.worldbank.org/curated/en/2005/06/6030874/bosniaherzegovina-cultural-heritage-pilot-project (20.05.2015).
http://www.ohr.int/decisions/mo-hncantdec/default.asp?content_id=31707,
(15.05.2015).
http://www.britannica.com/EBchecked/topic/620426/Ustasa (15.05.2015).
BAED 4/2, (2015), 137-157.
157
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 159184.
EDİRNE BULGAR KATOLİK MEKTEBİ’NDEN BİR LEH
PEDERİN 93 HARBİ NOTLARI
Hüseyin Mevsim*
Tercümesini sunduğum risale ebadındaki elli sayfalık eser,
Edirne’de Resürreksiyonistler Matbaası’nın 42. kitabı olarak 1910 yılında
Bulgarca basılmıştır. Eserin yazarı, Leh asıllı Peder Pawel Smolikowski,
Edirne Resürreksiyonistler Cemiyeti’nin faal bir azası, ayrıca şehirdeki
Bulgar Katolik Mektebi’nde (Türkçe kaynaklarda Polak Mektebi diye de
geçer) muallim ve idareci olarak da görev almıştır.
Konuya biraz daha ışık tutulması gerekiyorsa; 1836 yılında Paris’te,
Adam Mickiewicz ve Frederic Shopin gibi ünlü Lehlerin yakın dostu olan
Bogdan Janski (1807-1840) tarafından Tanrımız İsa Mesih’in Yeniden
Dirilişi (Latince, Congregatio a Resurrectione Domini Nostri Iesu Christi)
adında bir cemiyet kurulur. Resürreksiyonistler diye de geçen cemiyetin
başlıca hedefleri, millî bağımsızlığını kaybetmiş ve dört bir yana savrulmuş
olan Lehler arasında Katolikliğe aidiyet şuurunu pekiştirme; kuşatma
altındaki memleketlerinin er veya geç dirileceği umudunu canlı tutma ve
1860’lara doğru, mektep, yurt ve maarif yoluyla bilhassa Osmanlı tebaası
Bulgarlar arasında Katoliklik propagandası yapma şeklinde özetlenebilir.
1861 yılında Papa IX. Pius cemaat üyelerine Bulgar topraklarına
gitmelerini teklif eder, çünkü artık Bulgarların da Katolikliğe kabul edilme
anlaşmasını imzalamıştır. Böylece 1862’de cemaatin iki temsilcisi, Peder
Hieronim Kajsiewicz (1812-1873), Bulgarların durumunu ve ihtiyaçlarını
yerinde tespit etmek için İstanbul’a gelir. Dönüşünden sonra Peder İgnacy
Kaczanowski Bulgar çocukları ve gençleri için mektep açması maksadıyla
Edirne’ye gönderilir. 1863’ün erken baharında, Bulgar Katolik Mektebi’nin
temellerini atmak için İstanbul’dan Edirne’ye yola çıkılır. Kirişhane
mahallesinde ev tutulur ve burada Bulgar çocuklar için açılan ilkokul, 18631867 arasında faaliyet gösterir. 1867’de Edirne’ye Peder Rafael Ferinio
gönderilir; aynı yıl Kale’de, odaları geniş ve sınıflık ve yatakhane için
elverişli olan bir payanda bina satın alınır ve mektep ortaokula yükseltilir.
*
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bulgar Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı, Ankara, E-mektup: [email protected].
159
HÜSEYİN MEVSİM
Eğitimin Bulgarca ve Fransızca yapıldığı mektepte, Türkçe,
Bulgarca ve Yunanca da okutulur. Zengin bir kütüphaneye, zooloji
koleksiyonuna, fizik ve kimya laboratuvarına, ayrıca tiyatro salonuna, müzik
orkestrasına vs. sahip olan Polak Mektebi, bilhassa 93 Harbi, Balkan ve
Birinci Cihan Harbi yıllarında eğitime ara vermesine rağmen faaliyetini
1928’e kadar sürdürür ve daha sonra Bulgar Devleti’nde üst kademede
görevler alacak birçok şahsiyeti mezun eder.
Tercümesini sunduğum eseri kaleme alan Peder Pawel Smolikowski
1849’da Polonya’da varlıklı bir ailede dünyaya gelir. Peder olabilmek için
ailesini ikna eder, daha sonra da Resürreksiyonist Cemiyeti’ne katılır. Dinî
duyguları çok güçlü olan Pawel, münzevi bir hayat sürdürmeyi yeğler; az
yer, çok çalışır. Yabancı lisan öğrenme konusunda üstün kabiliyete sahip
olup iki haftada edebiyatını okuyabilecek seviyede yabancı bir dili
öğrenebilir, ancak Türkçenin yapısını bir türlü çözemez ve öğrenmekten
vazgeçer.
1874-1882 yılları arasında Edirne Bulgar Katolik Mektebi’nde,
öğrenim ve eğitim konusunda ortaokul müdür muavinliği yapar, aynı
zamanda muallimliğe de devam eder. Edirne’den ayrıldıktan sonra Roma’ya
döner ve buradan Lviv’e gönderilir. 1926’de Krakow’da hayata gözlerini
yumar.
Bir Leh pederin 93 Harbi geneli ve Edirne yereli bağlamında son
derece kıymetli gözlemlerini, birincil tanıklığını ve ilginç yorumlarını içeren
eserin önce Lehçe veya Latince yazıldığını ve daha sonra Bulgarcaya
çevrildiğini düşünüyorum.
93 HARBİ NOTLARI
(Pawel Smolikowski; Bulgarcadan Çeviri Hüseyin Mevsim)
1877 yılının Temmuz ayı sonuna doğru Edirne’de ders yılı sonu
imtihanlarını yeni bitirmiştik ki, Rus askerinin Kocabalkan’ı geçtiği ve
Osmanlı topraklarında ilerlediği haberi yayıldı. Bununla beraber,
Kocabalkan civarındaki bütün kasabalarda ahali hareketlendi: Kıyım ve
soygunlar başladı. Bulgarlar, Rus askerinin varlığından cesaret alarak
komşuları Türklerin üzerine azgınca saldırdılar. Mağlup Müslümanlar
kitleler halinde Edirne’ye doğru yöneliyor, ancak burada da durumları
emniyetli olmadığından, daha içeriye kaçıyorlardı, çünkü Rus bölükleri
160
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
şehre sadece dört saat mesafedeydi. Rusların Katoliklerden, bilhassa
Lehlerden acımasızca hınç aldıkları da konuşuluyor; Kazanlık’ta [Kızanlık]
yaşayan tek Leh ve Osmanlı tebaasından olan Dr. Zaczinski’nin
yargılanmadan idam edildiği söyleniyordu. Daha sonra bunun doğru
olmadığı ortaya çıktı. Ruhu şad olsun ayini düzenlediğimiz Dr. Zaczinski
sağ çıktı ve harpten sonra kurumumuzda hekim olarak çalıştı. Ancak o
zamanda böyle haberler tedbirli olmamızı mecbur kılıyordu. Misyonun
mütevelli heyeti azası Peder Tomasz Brzeska1, pederlerimizden birini,
delege Graselli’ye ne yapmamız gerektiğini sorması için İstanbul’a
gönderdi. Delege zaten bizi düşünüyor, ama Rusların Tuna’yı ve
Kocabalkan’ı bu denli acele geçeceğini tahmin etmiyormuş. İstanbul’dan,
“Bütün Resüreksiyonist Lehler, Bulgar Ruhban Mektebi talebelerini de
yanına alarak İstanbul’a yola çıksın. Eğer imkân varsa, talebeler evlerine
gönderilsin. Misyonun evlerinde ise, öteki yabancılarla beraber Napolili
Proküratör Peder Rafael Ferinio2 kalsın” cevabı geldi. Delegenin talimatı
yerine getirildi, ama zaman darlığından ve askerî operasyonların
yakınlığından dolayı, bütün talebeler evlerine gönderilemedi. Bulgar asıllı
olan rahip Vasil3 yaklaşık 20 talebeyi, şehrin bombalanması sırasında (ki bu
her an olabilirdi) sıkıntı yaşanmasın diye ücra Mustrakliy4 köyüne götürdü.
İstanbul’a geldikten sonra, Propaganda’nın geçenlerde yaptırdığı
Kutsal Teslis Kilisesi kançılaryasına yerleştik. Piskopos bizi gerçekten bir
baba gibi kabul etti. İstanbul’u da terk etmek zorunda kalırsak, seve seve
eşyamızla ilgileneceğini söyledi. Ermeni Patriği gelişimizi sadrazama arz
etmiş.
“Görülen o ki, zavallıların rahatça yerleşecekleri yeri yok” demiş
sadrazam. “Bir hükümet binası mı tahsis etsem acaba?”
Patrik kendisine teşekkür etmiş
kançılaryasına yerleştiğimizi söylemiş.
ve
artık
Bulgar-Katolik
“Keşke bütün Bulgarlar Katolik olsaydı” diye iç geçirmiş sadrazam.
1
Tomasz Brzeska (1818-1900) - 1867-1883 yılları arasında Edirne Bulgar Katolik
Mektebi’nin mütevelli heyeti başkanı ve müdürü. (H.M.)
2
Rafael Ferinio (1841- ?) Napoli doğumlu olup cemiyete 1863’te katılır; 1867’de Edirne’ye
gönderilir. (H.M.)
3
Vasil Garufalov - Bulgar asıllı ilk Resürreksiyonist. (H.M.)
4
Bugünkü adı Mustrak; Svilengrad [Mustafapaşa] yakınlarında bir Bulgar köyü. (H.M.)
BAED 4/2, (2015), 159-184.
161
HÜSEYİN MEVSİM
Azaryan da: “Zat-ı Âlileri, müsaadenizle bir hadiseyi arz edeyim.
Yedi yıl önce, 28 Şubat 1870’te, Bulgar Ekzarhlığının kuruluşu padişah
fermanıyla tasdik edilince, üst düzey bir görevlinin bana, Osmanlı’nın
ebediyen Bulgarlarla barışmış olmasından dolayı nazırların ziyafet çektiğini
söylediğinde, “Nazırınıza söyleyin, ziyafet çekmek yerine, yas tutsunlar”
demiş.
“Haklıymışsınız” diye cevaplamış sadrazam.
“Türkler; Babıali’yi Şark Meselesi’nin kanlı çözümünden sadece
Katolikliğin kurtarabileceğini hiçbir zaman idrak edemedi. Bir tek Mithat
Paşa, Rusçuk ve daha sonra Selanik Valiliği sırasında Katoliklik hareketine
destek çıktı” demiş Azaryan.
Savaş sırasında artık herkes bunu anlıyordu. Bir Osmanlı subayı:
“Bütün Bulgarlar Katolik olsaydı, iş, savaşa kadar dayanmazdı. Katolikliği
kabul etmedikleri sürece Bulgarlara gelecek yok, hiçbir zaman onlara
güvenmeyiz” diye konuşuyordu.
***
Bu yıl tatil sıkıntılı geçti. Hakikaten biz İstanbul’da tehlike
dışındaydık ve rahatça önümüzdeki senenin dersleri üzerine çalışabilirdik.
Ama gene Edirne’ye dönebilecek ve mektebi açabilecek miydik? Bu
belirsizlik bize acı veriyor, kardeşlerimizin yazgısı ise kaygılandırıyordu.
Edirne’de de çok korkmuşlar. Şehre Çerkez, başıbozuk ve zeybekler
doluşmuş; sokağa zor çıkılıyormuş. Fransız ve Avusturya konsolosları her
gün misyonu ziyaret ediyor ve her defasında daha dehşet verici haberler
getiriyorlarmış. Bu arada da, bombalama veya kıyım olursa nasıl kurtuluruz
diye sürekli yeni planlar kuruyorlarmış. Nihayet Peder Rafael’e, Ruslar
şehre girerse, kendisinin de emniyette olmayacağını bildirmişler. Lehlerin
kaçmasından dolayı Ruslar bütün hıncını ondan alabilirlerdi. Bu haberi alan
Rafael, Edirne’deki misyonumuzu Fransız konsolosunun himayesine bırakıp
öteki kardeşlerle İstanbul’a geleyim mi diye delegeye danıştı. Bunun üzerine
delege Graselli, “Kalmanız hakikaten tehlike arz ediyorsa, hemen yola
çıkın” şeklinde telgraf çekilmesini istemiş. Peder Rafael’in kendisi de buna
meyilliymiş, çünkü bir kere sokakta ona ateş edilmek istenmiş. Rahip
Hieronim, kendisi de korkudan şehre çıkamamasına rağmen, onu tutmuş.
Korku, endişe ve huzursuzluktan peder zayıflamış, saçları da ağarmaya
başlamış. Böylece, misyonu korumaya kalmışlar.
162
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
Bu arada harbin kaderi aniden değişti. Kırk sekiz saatte Süleyman
Paşa 10 bin kişilik ordusunu Ege kıyısındaki Dedeağaç’tan Kocabalkan’a
sevk etti. Rus askeri Eski Zağra, Yeni Zağra ve Kızanlık’tan püskürtüldü ve
Şıpka geçidine konuşlandı. Rusların terk ettiği kasabalar başıbozuk, Çerkez
ve zeybeklerin saldırısına uğramış. Hınçları korkunç olmuş – evleri soyuyor
ve yakıyor, erkek, kadın ve çocukları öldürüyorlarmış. En pek de Eski Zağra
zarar görmüş. Düşman askeri şehri kuşatarak topa tutmuş; evler yakılıyor,
kaçanlar vuruluyormuş.
“Kocalarımız Rusları sevinçle karşıladılar; sokaklarda onlarla içip
ardından komşularımız Türklere saldırdılar” diye anlatıyorlardı daha sonra
kıyımdan kurtulan Bulgar kadınları. “Türkler bize pencerelerden: ‘Sizin
idareniz dört günden fazla sürmeyecek’ diye haykırıyorlardı. Gerçekten de
sadece dört gün sevinebildik.”
Süleyman Paşa sertliğiyle ün salmıştı. Baktığımız yaralı askerler,
Eski Zağra’ya giderken, Edirne’den sonra önlerine çıkan her şeyi ateşe
vermek ve kesmek için emir aldıklarını söylüyorlardı. Eski Zağralı iki
kadının anlattığına göre, bir keresinde kadın elbisesi giydirerek kardeşlerini
kurtarmak istemişler, ama Türkler onu yolda tanıyınca gözleri önünde
vurmuşlar.
Bazen Türklerin acımasızlığı, çaresiz kurbana karşı duyulan
merhamete dönüşür. Sözgelimi, Süleyman Paşa’nın, ana-babaları vurulan
yaklaşık bin yetim küçük çocuğu topladığını, Kızanlık’ta bir yetimhane
yaptırdığını, bunun için belirli bir fon oluşturduğunu ve gerekli yemeğin
sadece yetimlere değil, kadın bakıcılara da verilmesini emrettiğine kim
inanabilir? Bir Osmanlı subayı, yakılan evlerden askerin 300 çocuğu nasıl
kurtardığını anlatıyordu; çocukların en küçüğü üç günlük, en büyüğü ise bir
yaşındaymış. Çocukları arabalara doldurduktan sonra subay, nüfusunun
yarısı Türk, yarısı Bulgar olan komşu köye gitmiş ve çocukları zorla ailelere
vermiş. Türk kadınları gâvur çocuğu istemediklerini söyleyerek karşı
çıktıklarında:
“Bu çocukları Allah yaratmış; açlıktan kırılmalarına bırakmak
günah” diye cevap vermiş.
Başka bir subay, askerlerine erzakını çıkarıp, kıyım ve yangından
kurtulan kadınlara vermelerini emretmiş. Askerler o an komutanın emrini
BAED 4/2, (2015), 159-184.
163
HÜSEYİN MEVSİM
yerine getirmişler. Bulgar kadınların anlattığına göre, subaylar bazı
kadınların yaşlılıktan veya yorgunluktan yürüyemediklerini görünce,
kendileri atlardan inip bu kadınları bindiriyor ve taşımaları için birer küçük
çocuk veriyorlarmış. Birçok asker Bulgar kadınlara Edirne’ye küçük çocuk
götürmelerini teklif ediyormuş.
Şehre geldiklerinde, çocukları sokaklarda taşıyor ve:
“Merhametli kadınlar, Allah rızası için bu yetimleri yanınıza alın”
diye sesleniyorlardı.
Tabii, bu korkunç savaşın kurbanları Edirne’ye yığıldı. Bunların
sayısı on binin üzerindeydi. Hükümet; dul kalan Bulgar kadınlara ve zavallı
yetimlere yardım etmek için elinden geleni yapıyordu. Her gün herkese bir
ekmek dağıtılıyordu. Bu savaşın neden olduğu yıkımı dile getirmek çok zor.
Yaralı, aç, mecalsiz, korku, açlık ve yorgunluktan sararmış yığınlar
kapımıza yaslanıyor ve sadaka dileniyorlardı. Tabii ki, bu yoksulluğa
kayıtsız kalmadık. Gücümüz yettiği ölçüde açları doyurmaya başladık. Önce
Peder Rafael, Kıyık banliyösünde bulunan Union5 kilisesine bağlı yurda
yiyecek ve içecek sağlayarak çocuklarıyla beraber 32 kadını yerleştirdi.
Daha sonra başka 20 kadını da ayrı bir yurda yerleştirdi, en sonunda da 70
kadının yerleştiği bir yurdu kiraladı. Böylece, baktığımız kadınların sayısı
110’a çıktı. Bunların sadece 20’si İngiliz Komitesi’nden günlük iki kuruş
alıyordu, çocuklara ise birer kuruş veriliyordu. Bu yardım hiçbir şekilde
yeterli değildi. Dolayısıyla; döşek, örtü vs. gibi giderleri hesaba katmadan,
geri kalanı bizim tamamlamamız gerekiyordu. Peder Rafael çok kereler dut
yaprağıyla beslenen kadınlar buluyordu. Açlık ve yorgunluktan bunları
sıtma tutuyordu. Ateşe verilen kasabalarda kanın karıştığı suyu içtiklerinden
dolayı hasta düşüyorlardı. Bir keresinde Edirne’ye, ormanlarda gizlenen ve
15 gün boyunca yaprakla beslenen 30 kadın ve yaklaşık 50 çocuk getirildi.
Çocukların ikisi vagondan iner inmez öldü. Aslında birçok çocuk ölüyordu;
hepsi sarı, morarmış ve korkmuş görünüyorlardı. Kurumumuza kabul
ettiğimiz talebeler arasında, şahit oldukları korkunç kıyım sahnelerini aklına
getirdikçe, uykusunda zıplayanlar vardı.
Alçakça para kazanmak uğruna insanların fakirliğinden faydalanan
kişiler de vardı. Sözgelimi, arsızın biri evine 200 Bulgar kadını aldı.
5
Union (veya Uniat; Unyat) – Kendi ayin biçimlerini ve dillerini koruyan, ancak papanın ve
Katolikliğin otoritesini kabul eden Ortodoks ve Doğu Ortodoks kiliselerine verilen ad. (H.M.)
164
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
Hükümetten bunlara bakmak için para almasına rağmen, genç kadınların
namusuyla ticaret yapıyor, çocukları ise köle gibi satıyordu.
Bu kişi kurbanlarını kara ekmekle besliyor, hükümetten aldığını ise
satıyormuş; bu kişi bir Ortodoks papazıydı. Evini, zavallı Bulgar kadınlarına
verilen giysilerle doldurmuş. Peder Rafael birkaç zavallı kadını bunun
elinden kurtarmayı başardı, ama papaz hıncını almak için bizi Katolik
propagandası yapmakla suçluyor ve böylelikle İngilizleri bizden soğutmak
istiyordu. Ne ki, gayesine ulaşamadı. Bu konuda İngilizlerin hakkını teslim
etmemiz gerekiyor; dara düşenlere yardım etmek konusunda din ayrımı
yapmıyorlardı. Bizim büyük ihtiyaçlarımızı görünce methodist misyoner
[Albert A.] Long örtü, döşek vs. sağlıyordu. Yahudiler Bulgar oğlanları
genelevlere satıyorlardı. Türk faytoncular bunu Peder Rafael’e söylediler, o
da buradan altı çocuğu kurtarmayı başardı ve düzgün kişilerin yanına
yerleştirdi. Bir keresinde yanımıza bir Türk jandarma geldi ve iki Bulgar
çocuğun Müslüman ailelere verildiğini söyledi.
“Yazık olacak bu çocuklara, bunları Türkleştirecekler” dedi. Bunlar
da kurtarıldı. Ayrıca, benzer durumdaki yaklaşık on çocuk alındı ve Peder
Rafael’in ricası üzerine düzgün ailelere verildi.
Eski Zağra, Yeni Zağra ve Şıpka’dan Edirne’ye sadece savunmasız
kurban gelmiyordu; şehir, çok sayıda yaralı Osmanlı askeri ve subayıyla
doldu. Bunlar Temmuz sonuna doğru getirilmeye başlandı. Hükümet dört
hastane oluşturdu. İngilizler 30 hekim gönderdiler, Rum ve Ermeniler ise
yaralıları evlerine almaya başladılar, ama bütün bunlar yetmiyordu.
Yatacakları yer olmadığından, yaralılar yere uzanmışlardı. Bunlar yaraları
sarılmadan ölüyordu. Bunca acı yanında bizim de hizmetlerimizi
hızlandırmamız gerekiyordu, çünkü tatil olduğundan oda ve yataklarımız
boştu. 8 Ağustos’ta Peder Rafael 12 yaralı kabul etti, sonra bunların sayısı
25’e çıktı. Yemek, ilâç ve sargı konusunu kendimiz çözümlememiz
gerekiyordu, çünkü Hükümet sadece hekim sağlıyordu. Peder Hieronim
tecrübeli bir sağlıkçıydı. Hastaları onun denetimine verdiğimizde, o kendini
adeta kendi sularında buldu. Çevikçe hastaların yaralarını sarıyor ve bütün
ihtiyaçlarını o denli itinayla karşılıyordu ki, böyle bir alâka ve hizmet
görmeyen zavallı askerler, bu gâvurun iyilikseverliğine ve merhametine
hayret ederek onu gönülden sevdiler.
BAED 4/2, (2015), 159-184.
165
HÜSEYİN MEVSİM
İyi şartlardan, ama daha çok da sağlam bedenlerinden dolayı
askerler çok geçmeden iyileştiler; bundan dolayı teşekkürlerin sonu yoktu.
Elimizi, üstelik ruhbanların elini öptüklerini söylememiz yeterli olacak,
çünkü Türklerin Frenkleri bu şekilde onurlandırması duyulmuş bir şey
değildir. Hastanemizin kusursuz olduğu duyumu hemen şehre yayıldı.
Yeterince ilgilenilmediğinden Türkler yaralılarını Rum ve Ermeni
evlerinden alıyor ve en azından yaralı subayları kabul etmemiz için bize
müracaat ediyorlardı. Masrafların büyümesine rağmen reddetmemiz
imkânsızdı. Daha çok kolaylık sağlamamız için hizmetkârlığa sekiz sağlam
asker almamız gerekti. Hükümet eczanelerinden sadece ücretsiz ilâç
sağlandı.
Tehlikenin henüz geçmemesine rağmen, çünkü Ruslar Plevne’yi
kuşatıyorlardı, Süleyman Paşa da onları Şıpka’dan püskürtmeyi başaramadı,
tatil bitiyordu ve mektebin açılma zamanı gelmişti. Ve Edirne’ye döndük.
Derslikler yaralılarla dolu olduğundan, mektebi, sınıflarda değil, yatak
odalarında düzenledik. Bu şartlarda nasıl ders işleyebildiğimiz hayret
uyandırabilir, ama başka çare yoktu. Kendimizi çevrede olup bitenden
soyutlamamız için sabahtan akşama kadar çalışmamız gerekiyordu.
Geleceği düşünecek zamanımız da yoktu.
Korkunç zamanlar!
Sadece ihtiyaç üzere evden dışarı çıkabiliyorduk. Sokaklarda Türk
çocukları bize taş ve çamur atıyorlardı. Her adımda bir zeybek veya
başıbozuğa rastlayabilirdik. Aralıksız askerî idam infazlarından şehir
korkunç bir tablo teşkil ediyordu. Edirne’de idamlar çok büyük sayıda ve
hiçbir prosedürsüz yapılıyordu. Her ağaç veya dükkân penceresi dayanağı
darağacı olarak kullanabiliyor, hatta evlerin önünde bile asıyorlardı. Bu
korkunç görüntüler haftanın sadece üç günü eksikti: cuma (Müslümanların
kutsal günü olduğundan), cumartesi – (Musevilerin Şabat’ından dolayı) ve
pazar (Hıristiyan ayininden dolayı). Eylül başında, birkaç günde bir idam
etme durduruldu. İdamların artık durduğunu düşünüyorduk. Ancak yine bir
gün 32 kişi idam edildi, ertesi gün – üç. Bunlardan birincisi yerli bir
Rum’du, ikincisi aydın Bulgarlardan biri. İlmik boynuna geçirilirken,
Bulgar, ahaliye bir nutuk çekti. Suçsuz öldüğünü haykırıyor, idam
edilenlerin büyük kısmının suçsuz olduğunu ve Yahudi ispiyonculuğuna
kurban gittiğini iddia ediyordu. “Yalan yere şahitlik edenler ve haksız
hüküm giydirenler, Tanrı önünde hesap verecek” diyordu.
166
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
Edirne’de yaklaşık 200 kişi asıldı. Görünen o ki, büyük bir kısmı
yakın kasabalara götürülüyordu ipte sallandırılmaları için. Aşağı yukarı her
eğitimli Bulgar’dan isyancı olarak şüpheleniliyordu ve en ufak bir iftira bile
ipte sallandırılması için yeterliydi.
Osmanlı Hükümeti bize karşı çok iyi niyetliydi. Üst düzey memurlar
resmî olarak ziyaretimize geliyor ve yaralılara verdiğimiz hizmetten dolayı
teşekkür ediyorlardı. Daha sonra Paris büyükelçisi olan Arif Paşa, Saffet
Paşa ve Cemil Paşa gibi komutanlar, Vali İbrahim Paşa, hastanelerin
başmüfettişi Nuri Paşa geliyorlardı. Hepsi memnuniyetini belirtiyor,
teşekkür ediyor, ille de Peder Hieronim’i görmek istiyorlardı. Bize
gösterilen iyi niyeti başkalarının yararına kullanıyorduk. Peder Rafael
Türklerin nezdinde öyle bir itimat sağladı ki, ricası üzerine, hapisten,
müteveffa piskoposumuzun kardeşi olan iki Bulgar salıverildi. Yatılı
mektebimizin bir kısmının Mustrakliy köyünde bulunduğunu öğrendikten
sonra buralarda başıboş dolaşan Çerkez ve zeybeklerden koruması için
askerî bir koruma konuldu. Ayrıca, Katolik yaşayan her köye de ikişer
koruma konulmasını rica ettik. Bize gösterilen iyi niyetten Katolik ve
Ortodokslar eşit ölçüde faydalanıyorlardı.
Osmanlı nezdindeki ehemmiyetimizi başka bir açıdan da ahalinin
yararı için kullandık. Eski Zağra ve Yeni Zağra’dan kaçan bazı Bulgarlar
Edirne’de saklanıyorlardı. İlk başta sadece Eski Zağra’dan olanlar
tutuklanıyorlardı. Ancak bir Yeni Zağralı kafayı bulup, “Bizde herkes
isyancıdır; Ruslar biraz daha önce gelseydi, işler başka türlü
neticelenecekti” diye ağzından kaçırıverince, Yeni Zağralılar da
tutuklanmaya başlandı. Bu durumda, bazı kovuşturulanlar bizden yardım
istedi. Analar yaşlı gözlerle geliyor ve çocuklarını kurumumuza kabul
etmemiz için yalvarıyorlardı, çünkü onları bizden alamayacaklarına
inanıyorlardı. Bu şekilde 11 yetişkin kabul ettik, bunlardan 6’sını yatılı
mektebe yerleştirdik. Mahkemeye çıkması söylenen çok eğitimli ve aydın
bir Bulgar muallim kalıyordu bizde. Korkudan sıtmadan hastalanmış. Her
yeni idamda titriyordu ve bize geldikten sonra artık dışarı çıkma cesareti
bulamadı. Çocuk gibi ağlıyor, kabahatsiz olduğunu ve eğer tutuklanırsa,
korkudan öleceğini söylüyordu. Hükümet nezdinde kendimizi büyük
tehlikeye atarak onu misafirperverliğimizden mahrum etmedik.
Hükümet, aranılan bazı şahısları sakladığımızı biliyordu, çünkü
analar kendini tutamıyor ve sırrı açıklıyorlardı. O malûm Ortodoks papaz ise
BAED 4/2, (2015), 159-184.
167
HÜSEYİN MEVSİM
itibarımızı zedelemek için her yerde aleyhimize konuşuyordu. Bilhassa o
muallimi çıkarmamız için bize Yahudi ispiyonlar gönderiyorlardı, ama
teslim etmemiz için Hükümet üzerimize gelmiyordu. Mühim yortularda
talebelerimiz Union Katedral Kilisesi’ne gidiyor ve yolda jandarmalara
rastlıyorlardı. Jandarmalar da, aranılan şahısları, üniforma giymelerine
rağmen talebelerin arasında tanıyor ve sadece gülümsüyorlardı. Bir
jandarma o muallim hakkında: “Sizde gizlendiğini biliyoruz, ama almak için
zor kullanmak istemiyoruz” dedi. O yüzden Edirne ahalisi bizim hakkımızda
mucizevî şeyler anlatıyordu. Sözgelimi, yaralı Süleyman Paşa bizde gizli
yatıyor ve o yüzden vali bizi o denli sık ziyaret ediyormuş. Bulgarlara karşı
sergilediğimiz bu yakınlık, Osmanlı Hükümetinin bizlere olan sempatisini
azaltmıyordu. Türkler, içinde çok asalet barındırıyor ve herhalde çoğu, “Biz
de onların yerinde olsak, aynen böyle yapardık” diyordu.
Plevne’nin düşmesinden sonra Ruslar yine Kocabalkan’a yöneldiler.
Türkleri yine bir korku sardı, yine Edirne’ye ve burada da durumları
tehlikede olduğundan İstanbul’a doğru kaçmaya başladılar. Osmanlı ordusu
tamamen dağılmıştı. Tren garı muhacirlerle doluydu. Muhacirler oraya
gerçek bir kamp kurdu. Vagonlara sığmıyorlardı, o yüzden Türkler
eşyalarını, bazen de, gâvurların eline düşmesinler diye çocuklarını öldürerek
bırakıyorlardı. Çaresiz, ama kalplerinde öfkeyle kaçan Türkler, korkunç bir
tablo oluşturuyorlardı. Şehirde kalanların durumu daha da korkunçtu –
ellerinde olan her şeyi satıyor, “Moskof gelmeden şehri ateşe vereceğiz ve
hepinizi kıyımdan geçireceğiz” diye açıkça Hıristiyanları tehdit ederek bıçak
ve silâh alıyorlardı. Bunlar boş tehditler değildi. Her akşam bir yerde yangın
çıkıyordu; yangın ise, ahşap Edirne için hakikî bir felâketti. Bütün şehirde o
zaman 3-4 tulumba vardı. Böyle durumlarda tek çare, komşu binaları
yıkmak kalıyordu. O yüzden hiçbir zaman yangın tek bir evle sınırlı
kalmıyordu.
Ne dehşetliydi o geceler!
Bir şey tutuşunca insanlar tulumbalarla koşuyor ve “Yangın var,
yangın!” diye cansiperane bağırıyorlardı. Sokaklarda piştovlar patlıyordu –
bu şekilde ortaya çıkarılan gürültüyü tasvir etmek çok zor. Böyle gecelerde
uyuyabilmek imkânsızdı. Bu çok nahoştu, ama yıkılan çatılar ve ateşin
cızırtısı daha da korkunç intiba yaratıyordu. O zaman akşamları sokağa
çıkmak kesinlikle yasaktı. Tabii ki, böyle gecelerde kimse uyumuyordu.
İnsanlar, yakında bir ev mi yanıyor diye çatıya çıkıyorlardı. Ne yazacak, ne
de konuşabilecek durumda olduğum günler vardı – sesim ve ellerim
168
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
titriyordu. Tek umudum yaralı Türklerdi, kıyımda bunlar bizi gerçekten
koruyabilirdi, ama yangında – asla.
Daha önceleri, mektep çalışmalarından serbest olduğumuzda,
İstanbul’a gitmemiz kolaydı, ama şimdi yatılı mektep dopdoluydu – 70’in
üzerinde talebemiz vardı ve bunun dışında 100’den fazla dul ve yetime
bakıyorduk. Bu zavallıları kendi hallerine bırakamazdık. Ama başka bir şey
de tutuyordu bizi şehirde: Evlere yerleştirilen yetimler dışında, Eski Zağra
kıyımında anasız-babasız kalmış başka bedbaht yetimler de vardı kurumda.
Bu korkunç ve ağır imtihan günlerinde, daha önce Katolikliğe kabul
edilen 12 yaşında bir talebe geldi. İmtihana tabi tutmamız için üç talebe
arkadaşını da getirdi, çünkü bunlar günahtan arınmaya hazırmış.
Talebeler Katolikliğin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı, çünkü bir
süredir bizde olan talebelerden öğrenmişler. Ayrıca; Ruslar Edirne’ye
girince Katolikleri kovuşturmaya, hatta öldürmeye başlayacaklarından da
emindiler. Ortodokslar, insanları bizden soğutmak istediklerinde, bu şekilde
konuşarak onları korkutuyorlardı. Rahiplerimizden bir Bulgar kardeşimize
Helm Unionlarına yapılan kovuşturmayı anlatmıştık. O da bütün bunları, bu
gençlere anlatmış. Herkesin Moskof’un gelmesini beklediği bir anda 12
yaşında oğlanların böyle bir karar alması tam bir kahramanlıktı. Sözü edilen
talebe bana arkadaşlarını getirdiğinde büyük bir şaşkınlık içindeydim. Daha
sıkı bir imtihanla kendilerini başımdan savmak istiyordum, ama yanıldım.
Suallerime doğru ve net cevap verdiler. Onları geri çevirmek istemiyor, ama
mesuliyet almaktan da kaçınıyordum. Bu hadiseyi mütevelli heyeti üyesine
arz ettim. Aramızda istişare ettikten sonra bu talebeleri günahtan arınma
imtihanına almaya karar verdik. Bu üç talebeden sonra başkaları da geldi;
nihayet bütün Eski Zağra ve Yeni Zağralı talebeler dayandı ve birkaç
kararsız dışında hepsi Katolik oldu. Çocukları bu ağır zamanda sahipsiz
bırakamazdık. Vicdanım Edirne’den gitmemize izin vermiyordu, en azından
ölüm durumunda bu talebeleri son bir avuntusuz bırakmamak için.
Ancak 1863 isyanına bulaşan iki pederimizin ta Kudüs’e kadar
gitmeleri gerekti, çünkü kurumumuzun ve bütün üyelerin himayesi altında
olduğu İstanbul’daki Fransız Elçisi bunu zorunlu kılıyordu. Anlaşılan,
Rusların kuşatması durumunda, bizden dolayı başının ağrımasını
istemiyordu. Öteki pederler kaldılar.
BAED 4/2, (2015), 159-184.
169
HÜSEYİN MEVSİM
Ruslar yaklaştıkça Edirne’deki durum kötüye gidiyordu. İngiliz
Elçisi, “Süleyman Paşa son gücünü toplayarak Edirne’den hareket etti. Eğer
Moskof’u Kocabalkan’dan öte püskürtemezse, ricat ederken yolda her şeyi
ateşe verme ve yok etme emri aldı” diyordu. Nüfusu ise İstanbul’a sürmesi
ve Ruslara boş arazi bırakması gerekiyormuş. Süleyman Paşa benzer
planları uygulayabilecek bir karaktere sahipti. Hakikaten o Şıpka’ya çok geç
geldi. Üst düzey bir Rus subayın bize anlattığına göre, Süleyman Paşa altı
saat daha erken gelseymiş, Moskof’a büyük zarar verebilecekmiş. Süleyman
eğer o emri yerine getirirse, bizi korkunç bir yazgı bekliyordu. Neyse ki
Ruslar, Türklerin yolunu kesmek için önden süvari göndermiş. Bunlar
İstanbul ile Edirne arasında durdu; öyle ki, ordusu için endişe ettiğinden
acele geri çekilen Süleyman Paşa’nın planını yerine getirmeye zamanı
kalmamış. Ama gene de tamamen kurtulmuş sayılmazdık; sıkıntılı günler
bekliyordu bizi.
Bir akşam bir asker, o gece ana hastanede nöbetçi olan
hekimimizden mektup getirdi: “Çıldırmak üzereyim, çünkü hastaları
Edirne’den çıkarma emri aldık” diye yazıyordu. Mektup, gelecek kıyım ve
yangınların habercisi olarak yorumlandı. Korkunç durumumuzu
düşünebiliyor musunuz? Yangın halinde bunca çocukla ne yapabilirdik?
Hastalara dokunulmayacağı umudu halen vardı, ama ertesi akşam gerçekten
onları almaya geldiler. Yaralı Türk askerleri sayesinde herhangi destek ve
kurtulma umudunu yitirdik.
Ancak kıyım falan olmadı, çünkü Türkler şehri yok etmek yerine,
güçleri tükeninceye dek savunmayı tercih ettiler. Demek ki, birkaç günlük
çatışmanın ardından, nüfusun imhasına gelecekti sıra. Can çekişmemiz
devam ediyordu. Ertesi gün Vali konsolosları çağırdı ve bundan böyle kimse
için mesuliyet taşımadığını söyledi. Yabancı vatandaşlar yola çıkabilirlerdi,
konsoloslar için ise Vali hususî bir tren ayarlamıştı. Ancak konsoloslar
şehirde kaldı. Bizim de bütün talebelerle yola çıkmamız imkânsızdı.
Bu arada Türkler sonuna kadar şehri savunmaya hazırlanıyorlardı.
Konumundan dolayı Edirne’nin ikinci Plevne olabileceği ve uzun
kuşatmaya dayanabileceği söyleniyordu. Ancak bu karar bizim için ceza ve
ölüm manasına geliyordu. Bombalama sırasında ortak yazgıyı
paylaşabilirdik, ama kuşatma sırasında bunca çocuk nasıl korunacaktı?
Günden güne yaşadığımızdan, böyle zamanlar için ekmek saklamak da
imkânsızdı. Çocukları korumak için ne yapmamız gerektiğini düşünürken,
170
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
akşam, Edirne’ye bir günlük mesafedeki Kayacık6 köyünden iki köylü geldi.
Şehrin yakında kuşatılacağı haberini duyunca, bizde okuyan çocuklarını
almaya gelmişler. Şehir etrafında başıboş dolaşan Çerkez, başıbozuk ve
kaçan Türklerden dolayı yolların tehlikeli olmasına, ayrıca havanın soğuk ve
sürekli kar yağmasına rağmen, talebelerle şehirden çıkarak o köye gitmekten
başka kurtuluş olmadığını düşündük. Gece karanlıktı. Ayrıca köylüler bazı
gizli patikaları da biliyorlardı ve şehre göre orada daha çok güvende
olacağımızı umut ediyorduk, çünkü köy, ana yollardan uzakta, dağlar
arasında konumluydu. Birkaç saat dinlendikten sonra hemen yola
koyulabilelim diye o gece talebeler giysileriyle yattılar. Acınası durum!
Aralarında çok küçük çocuklar vardı, oysa çamur, soğuk ve yağmurda uzun
bir yolculuk bekliyordu bizi: Ocak ayı başındaydık.
Merhametli Tanrı bu tehlikeden de esirgedi bizi. Kararımızdan bir
saat sonra, Peder Rafael valilikten sevindirici bir haberle geldi: “Türkler
şehri savunmadan terk edecekler.” Bu haber sadece bizim durumumuzda
bulunan insanlar için sevindirici olabilirdi. Vali ve düzenli asker terk edince,
Edirne’ye ne olacaktı? Bunca kayıp ve felâketin öfkesiyle Türkler cidden
Hıristiyan kıyımına ve şehri ateşe vermeye başlayabilirlerdi. Ayrıca, askerî
vali düşmanın eline mühimmat bırakmak istemiyordu. Şehrin kenarında iki
büyük barut deposu vardı. Bunları havaya uçurma kararı alındı. Konsoloslar
sivil Vali Cemil Paşa’dan buna izin vermemesini rica ediyorlardı, çünkü
bütün şehir ateş içinde kalabilirdi. Ama askerî vali sivil valiye bağlı değildi
ve Cemil Paşa’nın yapabildiği tek şey, ateşe verilecek uzaktaki depoyla
şehrin hemen yakınındaki depo arasındaki bağı kesmek için gizlice insan
göndermek oldu. Ama bu teşebbüsün başarılı olup olmayacağı bilinmiyordu.
“Birinci infilâktan birkaç dakika sonra ikincisi olmazsa, biliniz ki
şehir kurtulmuştur” dedi Cemil Paşa konsoloslara.
Bunu sadece konsoloslar biliyorlardı. Bizim için hiç umut yoktu.
Ertesi gün çeşitli yerlerde evler yanmaya başlayınca, şehirden kaçan Türkler
depoyu ateşe verdiler. Anında gökyüzü kan kırmızısına bulandı, birkaç
saniye sonra da bir patlama duyuldu ve Sultan Murat’ın 14. asırdan sarayı
havaya uçtu. Bizim bina sallandı, pencere camları titredi. Sokağa, komşu
evlerin çatılarından yanan parçalar düşmeye başladı. Herkes, barutun
6
Kayacık – Bugün Yunanistan’da, Sofulu yakınlarında bulunan bir köy; Yunanca adı Kiriaki
diye geçer. (H.M.)
BAED 4/2, (2015), 159-184.
171
HÜSEYİN MEVSİM
patladığı bu korkunç dakikanın ne dehşet verici olduğunu canlandırabilir.
Ama birinci patlamadan sonra ikincisi gelmedi. Demek ki, şehir
kurtulmuştu. Aynı gece Cemil Paşa askerle birlikte şehri terk etti.
“Şimdi bütün tehlike, Türklerin şehirden çıkması ve Rusların
girmesi arasındaki bu birkaç saatte gizli” diyordu İngiliz konsolos.
Ne ki, bu ‘birkaç saat’ tam dört gün sürdü. Komşu evlere
yerleştirdiğimiz Eski Zağralı kadınlar bize geldiler. Yaralı askerlerimiz
varken, hizmetçi olarak alınan üç sağlam askerden birini, gece bunları
koruması için oraya gönderiyorduk. Ahaliyi korumak için elinden geleni
yapan Cemil Paşa’ya hakkını teslim etmek lâzım. Ama askerde ve halkta
başıboşluk kol gezerken, bu neye yarardı? O kadar ki, vali hususî
makamında Peder Rafael’le konuşurken, bir Türk içeri girmiş ve eşyaları
toplamaya başlamış. Vali de onu kovmak zorunda kalmış. Konsolosların
ricası üzerine, yola çıkmadan önce, vali, 79 askeri şehirdeki düzenin
korunması için bıraktı. Konsoloslar, Rusların şehre girişinden sonra bu
askerleri İstanbul’a gönderme sözü verdiler.
Osmanlı Hükümetinin çekilmesinden sonra Avusturya, Fransa ve
Yunan konsolosları geçici savunma organize ettiler. Taşınması yasak
olmasına rağmen, Hıristiyanlarda silâh bulundu. Hıristiyanların oturduğu
semt barikatlarla korundu ve buraya Türklerin girmesine izin verilmedi.
Avusturya konsolosu, Peder Rafael, muallimlerimiz ve daha yaşlıca
talebelerimiz de gece bekçisi görevini üstleniyorlardı. Tabii ki, daima kaygı
vardı ve günler sonsuz gibi geliyordu bize. Rusların yakında olduğu umudu
bizi ayakta tutuyordu ve hatta birisinin onları uzaktan gördüğü
konuşuluyordu. Ne sabırsızlıkla bekleniyordu onlar o zaman, ne büyük
sevinçle selâmlanıyorlardı!
Hiçbir zaman, düşman saydıklarımı iki kere sevinç ve sabırsızlıkla
selâmlayacağım aklımdan geçmemişti: Roma’da İtalyan ve Edirne’de Rus
ordusunu! İnsanın gerek Garibaldi yandaşlarının, gerekse başıbozukların
başıbozukluğu tehlikesi altında bulunması o denli korkunç ki! Hiç
hükümetsiz olmaktansa, en kötü hükümetle olmanın yeğ olduğu hakikattir.
172
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
Edirne’ye giren ilk Rus generali Skobelev oldu7. Rumlar, Ermeniler,
Bulgarlar, hatta müftü bile elde ekmek ve tuzla onu karşılamaya çıktılar.
Kurum olarak nasıl bir tavır takınacağımızı bilmiyorduk. Tamamen kenara
çekilmemiz de doğru olmazdı, çünkü mütevelli heyeti üyemiz piskoposun
yardımcısıydı ve dolayısıyla papalığın Edirne temsilcisiydi. O, Peder
Rafael’le generale kendini takdim etmeye gitti. Skobelev’den sonra vali,
General Gurko8 oldu. Fransa’daki dostlarımız bize referans vermeye çalıştı.
Bu konuda bilgilendirildik. Bu yüzden mütevelli heyeti üyemiz onu ziyaret
etti ve Edirne’ye gelmesi beklenilen yüce Prens Nikolay’a9 karşı nasıl bir
tavır takınmamız gerektiği konusunda ondan tavsiye istedi. Acaba ziyaret
edilse miydi? “Bunu yapmak zorunda değilsiniz, ama sizin tarafınızdan
nezaket olur” diye cevapladı Gurko. Böylece bizden kimse yüce Prens’e
gitmedi. Tarafsız ve bağımsız bir tavır sergiliyorduk. Hatta herkes fesini
atmaya ve şapka giymeye başladığında bile, bizim talebelerimiz feslerini
çıkarmadılar. Rus Hükümeti hakkımızda bir şey bilmiyordu, her ne kadar
onlarla münasebet kurmak zaruretinde olsak da.
Osmanlı Hükümeti, hiç değilse her gün birer ekmek sağlayarak Eski
ve Yeni Zağralılara bakmamızda yardım etti. Şimdi böyle bir yardımı yeni
hükümetten almamız gerekecekti. Bunu Ruslardan kopartmak, Türklerden
kopartmaktan daha zordu. Bunun için Peder Rafael’in, o zamanın Alman
asıllı olan valisiyle ilişki kurması gerekiyordu. Daha sonra, pasaport
çıkartarak Bulgar kadınlarını Eski ve Yeni Zağra’ya göndermemiz
gerekiyordu. Köylerde Ortodokslar yine Katolikleri rahatsız etmeye
başladılar ve bunun için Peder Rafael’in köylere gitmek için izin istemesi
gerekiyordu. Yavaş yavaş Peder Rafael herkesin saygısını kazandı.
Konak’a10 girdiğinde, Osmanlı zamanında olduğu gibi memurlar ayağa
kalkmaya başladı; vali de birçok konuyu ona danışıyordu.
7
Mihail Dmitriyeviç Skobelev (1843-1882) – Rus subay, tümgeneral (1877). Orta Asya’nın
ele geçirilmesinde önemli rol oynar. 93 Harbi’nde Plevne ve Şıpka geçidi çarpışmalarında yer
alır. Savaş alanına beyaz üniforma ve beyaz atla gelmesinden dolayı Ak General olarak da
anılır. (H.M.)
8
Yosif Vladimiroviç Gurko (1828-1901) – Rus subay, feldmareşal. 93 Harbi’nde
Kocabalkan’ı 70 bin askeriyle geçer ve Sofya’yı alır. (H.M.)
9
Prens Nikolay Nikolayeviç (1831-1891) – Rus Çarı (İmparatoru) I. Nikolay’ın üçüncü oğlu.
93 Harbi’nde ağabeyi olan Çar II. Aleksandr tarafından Rusya’nın Balkan Orduları
başkomutanlığına atanır. (H.M.)
10
‘Vali, kaymakam gibi yüksek dereceli devlet görevlilerinin resmî konutu’ manasında
kullanılmıştır. (H.M.)
BAED 4/2, (2015), 159-184.
173
HÜSEYİN MEVSİM
Sadece bir kişi, o da Prens Çerkaski11, bize zarar vermek istiyordu.
Anlaşılan, Skobelev bizi onun önünde savunmuştu.
Edirne’ye gelir gelmez Prens Çerkaski, Peder Rafael’e mektebimizi
ve misyonumuzun üyelerini sordu. Öngörülü İtalyan, şu anda burada
bulunan Lehlerin Rusya’dan değil, Silezya’dan olduklarını söyleyerek
kıvrak bir şekilde sıyırdı. Bu durum, iki peder için geçerliydi, ben
Varşova’dandım ve yasal olarak Rus tebaasından serbest bırakılmıştım.
Tesadüf bu ya, bir keresinde ruhban mektebi talebeleri Sultan Murat [Eski]
Sarayı’nın yıkıntılarını ziyaret eden Çerkaski’nin yanından geçerek geziye
çıktılar. Talebelerin kim olduğuna merak saran Çerkaski, görevlilerinden
birini bizi sorgulamaya gönderdi. Herhalde Union oldukları haberi pek
hoşuna gitmemişti. Biraz sonra ben de talebelerle geçtim. Üniformalı
gençlerimizin mühim sayısına Prens şaşırdı. İlk kez bir liseye, o da Bulgar
Katolik Lisesi’ne, rastlıyormuş. Bu sefer o bize yaklaştı ve soru sormaya
başladı. İlk başta beni sorguladı. Varşova’dan olduğumu söyledikten sonra
arkadaşlarına döndü ve yergiyle:
“Hayret! Niye acaba Peder Rafael misyonlarınızdaki bütün Lehlerin
Silezya’dan olduğunu söyledi?”
“Belki geneli kastetmek istemiştir, çünkü hakikaten sadece ben
Rusya’danım.”
“Yo, yo! Ben bilhassa sizi kastetmiştim, çünkü adınızı biliyordum.”
Daha sonra Varşova’yı ne zaman terk ettiğimi sordu. Hemen cevap
veremedim, çünkü unutmuştum. Bu kararsızlığın isyan yılını söylemek
istemediğimden kaynaklandığını düşünerek teferruatla sormaya başladı: Kaç
yıldır misyonda olduğumu, Roma’da kaç yıl kaldığımı öğrenerek
Varşova’dan çıkış yılımı hesapladı. Ancak bu hiç de işine yaramadı.
“Bu çocukları nereden buluyorsunuz?” diye sordu o, altında nefret
gizli bir tebessümle. Çocukları aramadığımızı, sadece bize gelmek
isteyenleri kabul ettiğimizi cevapladım.
11
Vladimir Çerkaski (1824-1878) – Rus hukuk ve devlet adamı; 93 Harbi sırasında
Bulgaristan’da Geçici Rus İdaresi’nin başında bulunur. (H.M.)
174
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
“Hayır, hayır, siz onları pekâlâ arıyorsunuz!” diye itiraz etti o. İkinci
kere, ancak konuşma tonundan biraz gergince, talebeleri aramadığımızı
söyledim.
“Sadece sordum. Bilseydim, sormazdım” diye hemen özür diledi
Prens.
Ardından epey kabaca talebeleri imtihana tuttu. Nereden olduklarını,
ana-babalarının Ortodoks olup olmadığını, nerede ve niçin Katolik
olduklarını, kaç zamandır bizde olduklarını sordu. Bütün çocukların aslında
Ortodoks olduğu ve Katolikliği bizde kabul ettiği ortaya çıktı. Çocuklar
korkusuzca, anında ve tereddüt etmeden cevap veriyorlardı. Rusça
konuştuğundan, daha küçük olanlar onu çok iyi anlayamıyorlardı, ama
çocuk içgüdüsüyle Katoliklikten söz edildiğini kavrıyor ve hatta diğer
suallerine, yaşça büyüklerle “Katolik’im!” diye cevap veriyorlardı. Daha
büyüklerle Çerkaski Fransızca konuşuyordu. Aralarından en büyüğü Slav
Kesyakov’a döndü ve Ortodoksluğun ne olduğunu iyi bilip bilmediğini ve
niçin dininden döndüğünü sordu. Talebelerin genç yaşından yararlanarak
onları Katolikliğe çektiğimizi vurgulamak istiyordu. Ama Slav ona cevap
vermeyi başardı:
“Katolikliği biliyorum, o yüzden döndüm.”
Bu cevap Çerkaski’nin daha fazla soru sorma isteğini kesti ve o
hoşnutsuz ayrıldı.
Sıkça Prens’in maiyetiyle sohbet etmemiz gerekiyordu. Bir
keresinde birkaç talebeyle Karaağaç’ta bir Bulgar’ın cenazesine gidiyordum.
Çerkaski’nin üst kademe subaylarından birine rastladık ve o beni Ortodoks
papazı sanarak:
“Karaağaç’ta Katolik var mı?” diye sordu.
“Evet, var” diye cevapladım.
“Latin rahipler de olması lâzım, çünkü şapkalı da gördüm.”
“Evet, onlar İtalyan rahipler.”
BAED 4/2, (2015), 159-184.
175
HÜSEYİN MEVSİM
“Niye kovmuyorsunuz bunları?”
“Biz de Katolikiz” diye cevap verdim.
Bu cevaptan pek rahatsız olmadı, tam tersi, misyonumuz hakkında
daha çok şeyler öğrenmek istedi. Yumuşak bir sesle ve Lehçe konuşuyor, bu
lisanı Varşova’da öğrendiğini söylüyordu.
“Bulgarları niye kendi halinde bırakmıyorsunuz?” diye ekledi
nihayet. “Bırakın herkes –Bulgar, Türk, Yahudi, fark etmez– kendi Tanrısını
dilediği gibi yüceltsin. Bu arada, bu çocuklar şimdi sizde Katolik, ancak
burada bir Bulgar kilisesi yapılınca, sizi terk edecekler. Şimdiye kadar
sizlerleydi, çünkü Rumlar ve Türkler bunları sıkıştırıyorlardı, belki de fakir
ve yetim olduklarından dolayı sizi seçiyorlardı.”
“Talebelerim arasında böyleleri yok.”
“Göreceksiniz, onlar sizi kandıracak ve siz sürüsüz çoban gibi
kalakalacaksınız.”
“Böyle yaparlarsa, beni değil, Tanrı’yı kandırmış olurlar. Ancak
umut ederim, hatta neredeyse eminim, kabul ettikleri inançtan
dönmeyeceklerdir.”
Bu sözlerden sonra o elini uzattı ve veda ederken:
“Sizlere başarılar dilerim!” dedi.
Bu karşılaşmalar her zaman tesadüf olamazdı. Çerkaski bizi
kovamayacağını görünce, çünkü valilik görevinde sürekli değişen
generallerden hiçbirisi, üzerine din kovuşturucusu mesuliyetini almak ve
böylece de askerî şanına gölge düşürmek istemiyordu, Bulgaristan’daki
planlarına bizi alet etmek kararı aldı. Bir keresinde Fransız konsolosu
Çerkaski’nin subaylarından birini getirdi. Konsolos bunu subayın isteği
üzerine yapmış.
“Genç Bulgarlar hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorum, ama
burada anlayabileceğim ve konuşabileceğim Bulgar bulamıyorum. Belki de
ayrı bir millet ve lisanları olmasını istiyorlardır” diyordu o mütevelli heyeti
üyemize. Bulgarların bu tür fantezileri ve ütopyalarıyla alay etmeye başladı
176
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
ve en sonunda herhangi bir Bulgarca kitap vermemizi rica etti. Yatılı yurdu
ve mektebi ziyaret etti. Daha yaşlıca talebelerden biriyle sohbeti
koyulaştırdı. Eğitimine yurtdışında devam etmesinin iyi olacağını söyledi.
Oğlan menfi cevap vererek, her şeyi Tanrı’nın hikmetine bıraktığını söyledi.
“Ne? Tanrı’nın hikmeti mi?” diye sordu subay hoşnutsuzca.
“Ağzının payını aldı” diye fısıldadı Protestan olan konsolos, orada
bulunan mütevelli heyeti üyesine.
Çerkaski’nin subayı bizi bir daha ziyaret etti, ama bu sefer konsolos
yoktu. Tomasz Brzeska onu uğurlarken ve sağlam sürmeli kapıyı açarken,
tebessümle: “Buraya sağlam basmışsınız” dedi subay Almanca.
Bu ziyaret bizi, iki Leh asıllı subayın ziyareti kadar düşündürmedi.
Bunlar tercüman tavsiye etmemizi istiyorlardı: “İnanıyoruz ki, bize sadık
insanlar vereceksiniz.” Bizim yanımızda Çerkaski’yi övmeye başladılar.
Lehleri sevdiğini, onunla Bulgaristan’ı idare etmeye kalacak subayların
3/2’sinin Leh asıllı olacağını, “Prens’in, Bulgaristan’da düzeni kurmakta
yardımcı olmamızı rica ettiğini” söylüyorlardı. Çerkaski’nin anî ölümü
bizler için pek hoş olmayan bütün bu ziyaretlerin sonunu getirdi.
Ancak çok sevimli ziyaretçilerimiz de oluyordu. Rus ordusunda
görev alan subaylar ziyaretimize geliyorlardı. Pazar günleri ve yortularda
kilisemiz doluyordu. Sabahtan öğleye kadar günah çıkartma kısımlarında
duruyorduk. Bilhassa da Polonya’dan alınan topraklardan gelen asker ve
subayların inancı ve dindarlığı çok öğreticiydi. Rus Hükümeti
hemşerilerimize ruhanî hizmette bulunmamıza engel olmuyordu. Tam tersi,
bunun için bir kararname çıkınca, askerlerini Paskalya’da günah çıkartma
ayinine gönderdi. Hatta bazen günah çıkarttıklarına dair bizden evrak bile
istedikleri oluyordu. Filibe’nin idarecisi bizden rahip istedi, başka yerlerden
de davet alıyorduk. Dürüst generaller, Katolikleri savaş boyunca salgın
hastalıklar ortasında, başka deyişle, ölümcül tehlikelerde manevî desteksiz
bırakmanın günah olacağını hissediyorlardı. Unionlar Ortodoks papazlarına
günah çıkartıyorlardı. Buna da büyük önem veriliyordu. Üst düzey
subaylardan biri, alayında tek bir Union olmadığından Tanrı’ya teşekkür
ettiğini söylüyordu.
BAED 4/2, (2015), 159-184.
177
HÜSEYİN MEVSİM
“Alay komutanlarının onlar adına kendilerini ne büyük tehlikeye
attıklarını düşünemezsiniz” diyordu.
Tesadüf bu ya, bir Union, Katolik olarak kaydedilmiş. Albay iyi bir
insanmış ve “Hangi mezheptensin?” sualine, asker “Union” cevabını
verince:
“Union diye bir şey yok. Ya Katolik, ya Ortodoks olman lâzım”
demiş ve onu “Katolik” olarak yazmış. Ne mutlu olmuş asker! Evdekilere
yazdığı mektupta bununla nasıl övünmesin? Ama bu, onun sonu olmuş.
Haber Helm’de hızla yayılmış, ta Petersburg’a kadar gitmiş. Sen Sinod
talepte bulunmuş, Petersburg’dan askere emir gönderilmiş ve asker
Ortodoks olarak kaydedilmiş.
Kuşatma sırasında Rus ordusunun biricik Katolik diyakozları
bizlerdik ve bilhassa Peder Aleksandır Shimons hemşerilerine sunduğu
ruhanî hizmeti hayatıyla ödedi. Korkunç bir tifüsün kol gezdiği birkaç ay, o
hastanelerde kalıyordu. Hastaneler o denli doluymuş ki, hastanın günah
çıkartmasını komşusunun ot şiltesinde yapması gerekiyormuş. Sonra bu
hastalığı kaptı ve öldü. Rus Hükümeti cenazesine asker gönderdi ve onlar
bunu defnetti.
O vakte kadar kimse orduda başka ordu rahibi tanımıyordu. Bir gün,
askerî diyakozluğa atanan Leh bir ruhani çıkageldi. Kararnamenin
yayınlanmasından sonra Leh askerleri, aç olmaları gerektiği söylenerek bir
Latin kilisesine toplandılar. Papaz minbere çıktı, insanın Tanrı önünde
işleyebileceği bütün günahları saydı, ruhlarını arındırmalarını söyleyerek
herkesin bütün günahlarını bağışladı. Sonra askerlere şarap ekmek ayini
düzenledi. Tesadüfen orada bulunan Peder Aleksandır çok şaşırdı. Askerler
şarap ekmek ayinine katılmadı. Ayin dağıldıktan sonra birçoğu pederin
etrafına toplanarak günah çıkarmaya ne zaman gelebileceklerini sordu.
“Nasıl olur? Şimdi hepiniz günah çıkarttınız ya!”
“Bu, Protestan günah çıkartmasıydı” diyordu askerler.
Sözü edilen diyakoz, Rahip Jilinski’nin imzaladığı belgeleri ibraz
ederek yerli papazı aldatmış ve kendisini takdis etmesini rica etmiş. Birkaç
hafta sonra İstanbul’daki papa delegesinden, sadece Edirne’de değil, başka
yerlerde de böyle işlere karışan o diyakoza daha sonra ne olduğunu biliyor
178
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
musunuz diye bir soru geldi. Nihayet, günahları bağışlamak için eğdiği sağ
elini kırmış. Bu iş nasıl bitti bilmem, ama kuşatma sonuna doğru yeni bir
diyakoz gönderildi: Varşovalı Rahip Spionka.
Kuşatmadan dolayı köylerde oluşan şartları ve Unionların
bulunduğu durumu daha iyi göstermek amacıyla, Edirne’ye dört saat
mesafedeki Akpınar12 köyünde kalışımızla ilgili bazı ayrıntıları anlatacağım.
Orada, subayla birlikte 80’in üzerinde asker kalıyordu. Biz, iki rahip ve 24
talebemizle bu köyde doğan aşçımızın evinde kalıyorduk.
Buraya gelmeden önce, Union kilisesindeki her şeye Ruslar bakıyor,
papaza da istedikleri şekilde davranıyorlarmış. Köylüleri çar için dua
etmeye, Ortodoks yortularını kutlamaya zorluyorlarmış. Böyle günlerde
köylülerin çalışmasına izin verilmiyor, buna uymayanlar da
dövülüyorlarmış. Bulgarlara akıl vermeyi seviyor ve dinî vecibelerini yerine
getirmiyorlar diye mağrurca azarlıyorlarmış. Ruslar asıl gayelerinin Slav
kardeşlerini hakikî Hıristiyanlığa çekmek olduğunu iddia ediyorlarmış.
Akpınar’a Cuma geldim, o gün yortuydu. Pazar günü Azize
Meryemana, pazartesi ise Aziz Antoniy Peçerskiy yortusuydu. Köylüler dört
gün boyunca evlerinde oturmak zorundaydı, üstelik orak biçiminde. Union
korocusu cuma günü, akşam ayini için geldi. Ayin yapılmayacağını
söyledim, çünkü Aziz Antoniy yortusunu Katolikler kutlamasına rağmen
Bulgarlar kutlamıyordu.
Askerler Leh olduğumu bildiklerinden bana karşı gelme cesareti
bulamıyorlardı. Zorluk çıkarmaya kalksalar, bize karşı epey iyi niyetli olan
subaya şikâyet edecektim.
Gerçekten her yerde subaylar kibar ve hoşgörülü davranıyorlardı.
Edirne çevresinden hiçbir vergi alınmıyordu, hatta kurutulmuş ot ve ekmeye
para ödüyorlardı. Bütün milletlere saygılı davranıyor, sadece Bulgarları hor
görüyor ve bunlardan nefret ediyorlardı.
12
Akpınar-Edirne’ye 10 km mesafede bulunan bir köy; bugün adı Sarayakpınar diye geçer.
(H.M.)
BAED 4/2, (2015), 159-184.
179
HÜSEYİN MEVSİM
“Bizim gelişimiz Bulgarlarla dostluk kurmamızı gerektirmiyor.
Onlarla konuşurken elimde kırbaç tutuyorum; başka türlü anlamıyorlar”
diyordu bana bir yüzbaşı.
Bulgarların başında sürekli kırbaç dönüyordu.
“Ne var, ne yok size doğru?” diye sordum bir keresinde Rodoplu
Unionlara. Kuşatma sırasında Türklerin buralarda insan öldürdüğü haberleri
geliyordu.
“Bir şey anlamıyoruz. Türkler saldırıyor, Ruslar ise eli kolu bağlı
duruyorlar. Bizi Türklerin üzerine yolluyor ve daima ‘Türkler iyi, Bulgarlar
kötü!’ diyorlar” dediler.
Bir Rus subayın Türkler veya Bulgarlar hakkında ne konuştuğunu
duymanız gerekirdi. Türkçenin melodisine, Türklerin karakteri ve
geleneklerine, Türk askerine adeta bayılıyorlardı ve bunlar, Bulgarlara karşı
duydukları nefretten kaynaklanıyordu. Uzun ve can sıkıcı kalışları, sinirli
olmalarının başlıca nedenlerinden birisiydi. Sözgelimi, Akpınar’da kalan
subay, genç ve epeyce eğitimli olmasına rağmen, lisanlarını anlamadığı,
kitap ve gazetenin, ayrıca hiçbir ortamın olmadığı köylüler arasında durmak
zorundaydı. Karanlık ve alçak olduğundan doğrulamadığı, penceresiz,
zeminsiz ve yataksız bir odaya yerleştirilmişti. Tabii, onu ziyaret ettiğimizde
çok mutlu oluyordu.
Bir keresinde, bir iş için gelen birkaç Bulgar ve Türk bulduk
yanında. Ortak bir lisan yoktu, oysa meselenin çözümlenmesi gerekiyordu.
“Ne iştir, anlamıyorum. Çorbacı, komşu köyden şu üç Türk’ü getirdi
ve bunlar şehre taşınmak için izin istiyor. Lütfen söyleyin kendilerine,
dilerlerse rahatça köyde kalabilirler. Eğer istemiyorlarsa, kimse onların
Edirne’ye taşınmasını yasaklamıyor” diyordu dara düşen subay.
Bana refakat eden ve Türkçe ve Rusçayı iyi bilen Peder Stefan
Türklerle konuştu.
“Sayın yüzbaşım, burada başka bir dolap dönüyor. Geçen gece
Bulgarlar Türklere saldırmış ve dövmüşler, aralarından biri ise göğsünden
yaralanmış. Akşam da yine evlerine taş atmışlar. O yüzden Bulgarlara, “Ne
ettik size ki, bize böyle davranıyorsunuz?” diye sormanızı rica ediyorlar.
180
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
“Bulgarlar da kabul edecektir ki, her zaman suhulet içinde geçindik; şimdi
ise şehre sığınmak zorunda bırakılıyoruz.”
Bunun karşısında subay acıyla gülümsedi, sanki şunu söylemek
istiyordu: “Görüyor musunuz Bulgarların yaptığı işi?” Sonra muhtara
dönerek sertçe sordu: “Kim bu saldırganlar? Sen necisin, nasıl bilmezsin?
Bir daha böyle bir şey olursa, tutukla saldırganları, döv ve buraya getir. Siz
bağımsızlığı böyle mi anlıyorsunuz? Ruslar buraya sadece sizin için değil,
herkes için iyi olsun diye geldi.”
Türklere de rahat olmalarını, suçlu olsalar bile, Bulgarların onları
cezalandırma hakkı bulunmadığını, konuyu ona getirmeleri gerektiğini
söyledi.
Çok geçmeden Akpınar Ortodokslarından kendimiz de korunmak
zorunda kaldık. Bunlar bize kötü gözle bakıyorlardı, çünkü askerin varlığı
onları Unionlar karşısında üstün kılacağı yerde, Unionlar da durumdan
istifade ediyorlardı. Askerlerin sık nakillerini kolaylaştırmak için Rus
Hükümeti yolları düzeltmeye başladı. Bu iş için Akpınar subayından birkaç
günlüğüne 40 kişi istendi. Yaklaşık 100 haneli köy bu kişileri sağlayacaktı.
Muhtar, bize dokundurmak için bilerek aşçımızı da seçti. Aşçı bu köyde
doğmuş, ama burada yaşamıyordu; evi yoktu ve Edirne’de bize yemek
hazırlıyordu. Aşçısız yapamazdık, o yüzden subaya şikâyete gittik. Orada
muhtara da rastladık; ne için geldiğimizi anlayınca, o, aceleyle Türkçe,
aşçıyı serbest bıraktığını söyledi. Konunun subaya taşınmasını istemiyordu.
Kibarca kendisine teşekkür ettik, bunca çocukla aşçısız kalmanın çok zor
olduğunu açıkladık ve birkaç Türkçe komplimanla iyi ayrıldık. Ama
Ortodokslar bunu kaldıramadı. Topluca kaldığımız eve kadar gelerek zorla
aşçıyı çıkarmak istediler. Rahibimiz tartaklandı, evini yakmakla korkutarak
çocukları tehdit edildi.
Peder Stefan bir kere daha subaya şikâyete gitti, ama o Bulgarlarla
baş edemediğini söylemiş. Böylece, Osmanlı zamanında olduğu gibi, kendi
kendimizi korumamız gerekti. Önde gelen kışkırtıcılara yarın sabah
erkenden subayın yanına gitmeleri talimatı verildi. Oradan da, bizden bir
kişiyle valinin yanına gidilecekti. Bulgarlar subayın kararsızlığını görünce,
mağrurca Peder Stefan’a geldiler, mahkemeden korkmadıklarını ve
geleceklerini söylediler. İş can sıkıcıydı, ama kazanmamız gerekiyordu.
BAED 4/2, (2015), 159-184.
181
HÜSEYİN MEVSİM
“Geri adım atarsanız, halimiz harap olur; Ortodokslar çok üzerimize
gelirler” diyordu bize Unionlar.
Zaten onlar: “Bir Union rahibi bize ne yapabilir? Biz koskocaman
bir kitleyiz” diyorlardı.
Peder Stefan, komşu köydeki Leh asıllı subaya danışmaya gitti.
Böyle durumlarda nasıl tavır takınması gerektiğini sordu.
Ertesi gün sadece iki Ortodoks Bulgar geldi, diğer ikisi yollarda
çalışmaya gönderilmişti. Böylece işi ağırdan alıyorlardı. “Hiçbir güç, işçiyi
çarın işini yapmaktan alamaz” diye düşünüyordu onlar. Peder Stefan
beklemelerini söyledi, çünkü o bunun üstesinden gelecekti. Gerçekten atına
bindi, subaya gitti, o da iki asker verdi ve bunlar adı geçen iki kişiyi
getirdiler. Bu durum karşısında köylüler korktular. Yüzbaşının yanına
giderek ondan yardım, Peder Stefan’dan ise af dilediler. Tabii, iş kolaylaştı,
ancak Ortodoksların, eve veya çocuklara gelecek en ufak zarardan mesul
olacaklarına dair yazılı vaatte bulunması gerekiyordu. Katolikler zaferimizi
kutladılar, çünkü zafer onları da kapsıyordu; Ortodokslar ise yumuşayıp
uslandılar ve her şeyin tatlıya bağlandığından teşekkür ettiler.
Bu savaşın nasıl bir ahlâkî etkisi oldu? Katolikler bu savaştan bir
şey kazandı mı?
Rus askerleri her yerde Katoliklikle karşılaştıklarından dolayı
şaşkındılar. Tuna’yı geçtikten sonra, çarın konakladığı ilk yer, Bulgar
Katolik köyüydü13, kendisini Latin bir papaz karşıladı.
“Memleketimizde bunca sene ayinsiz günahtan arınma geçirdikten
sonra, kutsal vecibelerimizi Osmanlı’da icra edeceğimizi hiç umut
etmiyorduk” diyordu bize Leh askerler. Filibe’de muhteşem bir kilise,
piskopos ve pederler, ayrıca güzel bir Katolik mahallesi görmeyi
beklemiyorlarmış.
Edirne’de Latin mezhepli şahısların sayısı az, Unionlar daha da az,
ama buna rağmen Papa çok başarılı temsil edildi. Şehirde üç Union kilisesi
var; bütün Osmanlı’da bir ruhban mektebi ve bir lise var, onlar da Union.
13
Büyük ihtimalle Sviştov [Ziştovi] kasabası kastedilmektedir. (H.M.)
182
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
ÇEVİRİ
Bütün bunlar, Rus ordusunda görev alan Katolikleri mutlu etti; Ortodokslar
ise Katolik kilisesinin gücünü ve bütün dünyaya yayılışını öğrenmiş oldular.
Savaş sırasında Bulgarların anlayışı değişti. Onlar Rusya’nın
Ortodoks ülkesi olduğunu biliyorlardı. O yüzden bizi hiç istemiyor ve
Ruslar gelince hemen postalanacağımızı hissettirmek için mahsus bize
“Polonya misyonu” diyorlardı. Ancak Rus ordusunda bunca Katolik Leh’i
görünce şaşkınlıklarına diyecek yoktu! Bu arada, ateşkes anlaşmasını çar
adından, ikisi de Katolik Leh olan Nepokoyczitski ve Levitski imzaladı.
Filibe’de uzun zaman vali Katolik’ti, Edirne daimî vali yardımcısı
Lipinski’ydi.14
Latin kiliseleri bazen askerle öyle doluyordu ki, sivil Katoliklere yer
kalmıyordu. Askerler, alt ve üst kademe subaylar Edirne’de Leh rahipler
olduğunu öğrenince, gelmemizi rica etmişler. Ortodokslar kendi kiliselerine
hizmet etmiyorlardı, oysa biz, Katoliklerin sorduğu ilk şey, “Burada Katolik
kilisesi var mı?” oluyordu. Öyle ki, ahali, bütün ordunun Katolik olduğunu
düşünüyordu. Ortodokslar kendi dindaşlarına arka dayak olmuyorlardı,
Katolikler ise Union gördüklerinde seviniyor ve yardım ediyorlardı. Bu tavır
Unionların gönlünü aldı ve onlar artık daha önce olduğu gibi inançlarını
gizlemiyorlardı.
Edirne’de Lehler çok kıymetli hatıralar bıraktılar. Leh subaylar
kolayca kiralık ev buluyorlardı, çünkü çok kibar ve mülayim
davranıyorlardı, oysa Rusların tavrı her bakımdan art niyet içeriyordu.
Hastanelerde hizmet eden Ortodoks rahibeler de pekiyi nam bırakmadılar.
Bulgar halkına Lehler daha büyük saygı gösteriyorlardı. Bulgarlar,
Filibe’de belediye meclis üyesi seçiminde Lehlerin çok yardım ettiğini,
Rumların ise, Rusların da desteğini alarak entrikalar çevirdiğini
anlatıyorlardı.
Bize gelince, maddî kaybımız büyük oldu: Olağandışı giderler
misyonumuzu borca soktu, ama manevî açıdan kazançlı çıktık. Ruslar
gelmeden önce bizim hakkımızda, Bulgarları Türklerden koruduğumuz,
14
Aleksandr Yosifoviç Lipinskiy (?-1882) Rus-Osmanlı Savaşı’nda Şıpka geçidi
çarpışmalarında üstün başarı gösteren Rus subayı. (H.M.)
BAED 4/2, (2015), 159-184.
183
HÜSEYİN MEVSİM
Rusların gelişinden sonra ise Müslümanları Bulgar ve Ruslardan
koruduğumuz söyleniyordu. Şunu da ekleyebilirim ki, Rusların gidişinden
sonra Bulgarları gene himayemiz altına aldık. Peder Rafael, yeni Vali Rauf
Paşa’nın müsaadesiyle, ahaliyi yatıştırmak için jandarmayla köylere gidiyor
ve evlerine dönen Türklerin zarar görme ihtimalinin önüne geçmek için
birkaç asker bırakıyordu. Böylelikle, tabii ki, misyona saygı artıyordu.
Mektebimiz de çok kazandı. Bulgarların bugün kendi hükümetleri
ve liseyi bitiren talebelerimizin garantili yerleri var. Oysa önceleri bunların
her türlü kariyer yolu kapalıydı. En önemlisi de, misyonumuz Rus
kuşatmasını başarıyla atlatarak güçlü bir şekilde Edirne’ye yerleşti ve artık
hiçbir siyasî değişim varlığını tehdit edemez.
KAYNAKÇA
KERTEV, Georgi, Deloto na ottsite vızkresentsi v Odrin (1863-1918),
[Edirne’de Resürreksiyonist Pederlerin Davası (1863-1918)], Sofya 1938.
MEVSİM, Hüseyin, Bulgar Gözüyle Edirne, Kitap Yayınevi, İstanbul 2012.
SMOLİKOWSKİ, Pawel, Zapiski ot rusko-turskata voyna prez 1877-78 g.
[93 Harbi Notları], Edirne 1910.
TÜRK, Fahri, Edirne Bulgar Cemaati ve Polonya Azınlık Okulu “Polak
Mektep”, Belleten, Sayı 268, Ankara 2009, ss. 705-720.
184
.
BAED 4/2, (2015), 159-184
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 1, Aralık/December 2015, ss. 185188.
Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri “Merkez
ve Uç”, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2015, 448 s., ISBN: 978-6055200-83-1.
Ergün HASANOĞLU
Uç beyi, kurulan Türk devletlerindeki
sınır
bölgelerinde
teşkilatlanan,
teşkilatlandığı
bölgeyi
koruyup
muhafaza eden ve özellikle de İslamî
inanışın gerekliliği olan gaza politikası
neticesinde akınlar yapan kişi olarak
tanımlanabilir.
1243 Kösedağ Savaşı’nda Anadolu
Selçuklu
Devleti’nin
yenilgiye
uğraması, Moğolların Anadolu’nun
içlerine kadar girmesine, Türkmenlerin
Moğol baskısı neticesinde Bizans
sınırlarına
yığılmasına
sebebiyet
vermiştir. Oluşan bu yığılmalar Bizans
topraklarına akınların yapılmasını
sağlamış ve bu sayede Germiyan,
Karesi, Aydın, Menteşe, Osmanlı gibi
uç beylikleri tesis edilmiştir.
Kurulduğu tarih konusunda çeşitli ihtilaflar bulunsa da Bizans sınırına
yakın yerler olan Söğüt ve Domaniç bölgelerinde tesis edilmiş olan Osmanlı
Beyliği, teşekkülünü tamamlamasının ardından çevresindeki beylikleri
hâkimiyeti altına almaya başlamış, Bizans’ın iç karışıklıklarında etkin rol
oynayarak Rumeli topraklarına geçiş yapmıştır. Hâkimiyet altına alınan
beyliklerin içerisinde görevli bulunan Evrenos Bey, Hacı İlbeyi, Ece Halil,
Gazi Fazıl Bey gibi komutanlar Osmanlı idaresine girmiş ve Rumeli’de
Süleyman Paşa önderliğinde yapılan akınların ilk uç beyleri olmuşlardır.
Fethedilen bölgelerin İslam dinini benimseyip Türkleşmesinde aktif rol

Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Disiplinlerarası Balkan Çalışmaları
Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, Edirne, E-mektup: [email protected].
185
ERGÜN HASANOĞLU
oynayan bu uç beyleri, zamanla sancak beyi olarak görev yapmış ve çeşitli
imtiyazlar elde etmişlerdir.
Hasan Basri Karadeniz’in Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri Merkez
ve Uç isimli kitabı, Osmanlıların Balkanlara geçişine ve uygulamış olduğu
fetih hareketlerine, Rumeli uç beylerinin gerçekleştirmiş olduğu akınlara,
Osmanlı Devleti içerisindeki statülerine, konumlarına, elde ettikleri
imtiyazlara ve devlet siyasetinde oynadıkları role yer vermektedir.
Osmanlıların Rumeli’yi Fethi (ss. 13-41) adlı ilk bölümde, 1352
yılında Rumeli’de Süleyman Paşa önderliğinde Hacı İlbeyi, Lala Şahin,
Evrenos Bey, Ece Halil, Gazi Fazıl Bey gibi uç beylerin yapmış oldukları
akınlara değinilmekte, I. Bayezid, II. Murad, II. Mehmed, I. Süleyman
dönemlerinde
Balkanlarda
yapılan fetihlerden bahsedilmektedir.
Osmanlıların Rumeli’de kalıcı olmasında etkili olan Çirmen, I. Kosova,
Niğbolu, II. Kosova Savaşı ve İstanbul’un fethine vurgu yapılmakta,
Balkanların Türkleşmesinde önemli bir yeri olan iskân siyaseti dile
getirilmektedir.
Rumeli Uç Beyleri (ss. 43-106) adlı ikinci bölümde, İslam inancın
gereği olarak uygulanan gaza politikası anlatılmakta, Neşrî, Aşıkpaşazade,
Ruhi, Müneccimbaşı, Suzi Çelebi gibi dönemin saygın kişilerinin eserleri ve
Osmanlı kronikleri ile gaza politikasının önemi desteklenmektedir.
Evrenosoğulları,
Mihaloğulları,
Paşayiğitoğulları,
Turhanoğulları,
Malkoçoğulları gibi Rumeli’nin fethinde aktif rol oynayan uç beylerinin
aileleri hakkında bilgiler verilmekte, bu ailelerinin fethettikleri bölgelerde
uyguladıkları imar ve iskân politikaları neşredilmektedir. Rumeli uç
beylerinin emri altında bulunan tımarlı sipahi, tovica ve akıncıların görevleri
belirtilmekte, Garibî, Abdullah İlâhi, Günahî, Sırrî, Şâni, Aşkî, Abdülgâni
gibi Rumeli’de yetişen şairlere yer verilmektedir.
Rumeli Uç Beylerinin Statüleri, İmtiyazları ve Devlet Katındaki
Konumları (ss. 107-155) adlı üçüncü bölümde, Rumeli’de akınların
başlamasından itibaren uç beylerinin Osmanlı Devleti içerisindeki
konumları, statüleri, zaman içerisinde Osmanlı siyasî hayatında nasıl değer
kaybettikleri değerlendirilmekte, sınır bölgeleri ile ticarî, siyasî ve askerî
ilişkiler kurma, savaş öncesinde istihbarat ve keşif faaliyetlerinde bulunma,
diğer uç beyleri ile akınlar yapma gibi sahip oldukları imtiyazlara vurgu
yapılmaktadır.
186
.
BAED 4/2, (2015), 185-188
KİTAP DEĞERLENDİRME
Osmanlı Tahtının Sahibini Belirleyen Güç: Rumeli Uç Beyleri (14021421) (ss. 157-212) adlı dördüncü bölümde, I. Bayezid döneminde meydana
gelen Ankara Savaşı ve ardından oluşan Fetret Devri anlatılmakta, Musa,
Süleyman, Çelebi Mehmed ve Mustafa Çelebi arasında oluşan taht
kavgalarında ve II. Murad’ın hanedanlığı döneminde uç beylerinin durumu
ve Osmanlı siyasî hayatında oynadıkları role yer verilmektedir.
Devşirme Bürokratlar ve Rumeli Uç Beylerinin Kontrol Altına
Alınması (ss. 213-253) adlı beşinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin
başvurmuş olduğu devşirme usulüne ayrıntılı bir şekilde değinilmekte,
Rumeli’de uygulanan politikalar ile uç beylerin nasıl kontrol altına alınmaya
çalıştığını eserde yansıtılmaktadır. Ayrıca Rumeli uç beylerinin devşirme
usulüne tepkileri de aktarılmaktadır.
Rumeli Uç Beylerinin Pasif Direnişleri (ss. 255-313) adlı altıncı
bölümde, Rumeli uç beylerinin pasif direniş göstermelerindeki sebeplere
değinilmekte, 1443-1444 yıllarında Rumeli uç beyi Turhan Bey’in ön
planda olduğu ilk pasif direniş, 1456 yılında Belgrad kuşatması esnasında
gerçekleştirilen ikinci pasif direniş, 1464 yılında Bosna’da Yayçe kalesi
kuşatmasında yapılan üçüncü pasif direniş ve son olarak da 1498 yılında
Mihaloğlu Ali Bey’in yapmış olduğu pasif direniş anlatılmaktadır. Ayrıca
gerçekleştirilen bu direnişlere karşı Osmanlı Devleti’nin tutumu da
belirtilmektedir.
Kutsal Gaza Merkezi Edirne; Başkentin Bu Şehirden Kozmopolit
İstanbul’a Nakli ve Serzenişler (ss. 315-348) adlı yedinci bölümde, 1361
yılında Rumeli toprakları için önemli bir yer olan Edirne’nin fethinden ve
bölgenin Rumeli’de yapılacak olan akınlar ve fetih hareketleri için merkez
yapılmasından bahsedilmektedir. Ek olarak, başkentin İstanbul’un fethi ile
beraber Edirne’den İstanbul’a nakledilmesi dile getirilmekte, bu duruma
karşı uç beylerin duymuş oldukları rahatsızlara değinilmektedir.
Osmanlıların Denge Siyaseti ve Rumeli Uç Beyleri (ss. 349-381) adlı
sekizinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasette uyguladığı denge
politikasına vurgu yapılmakta, II. Mehmed, II. Bayezid ve Yavuz Sultan
Selim dönemlerinde iç siyasette yaşanan sıkıntılara karşı uç beylerin
konumu ve izledikleri politikalar hakkında değerlendirmeler yapılmaktadır.
BAED 4/2, (2015), 185-188.
187
ERGÜN HASANOĞLU
Rumeli Uç Beylerinin Saygınlığı, Osmanlı Hanedanına Alternatif
Gösterilmeleri ve Hanedanın Aldığı Tedbirler (ss. 383-414) adlı dokuzuncu
bölümde, Osmanlı Devleti içerisinde uç beylerin saygınlığının gösterilmesi
amacıyla menkıbelerden, dönemin şairlerinden örnekler verilmekte, Rumeli
uç beylerin Osmanlı hanedanlığına alternatif olarak gösterildiğine dair
rivayetler ve devletin bu durum karşında aldığı tedbirler anlatılmaktadır.
Sonuç (ss. 415-423) kısmının ardından Bibliyografya (ss. 424-433),
Ek-1 (ss. 434-439) ve Dizin (ss. 440-448) yer almaktadır.
Hasan Basri Karadeniz’in Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri Merkez
ve Uç adlı eseri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Balkan fetih
siyasetinde en aktif rol oynayan Rumeli uç beylerinin, Osmanlı siyasî
hayatındaki yerlerinin zirveden nasıl yavaş yavaş geri planda kaldığını
göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca kitapta verilen bilgilerin Osmanlı ve
Bizans kronikleri, şairlerin divanları ve abdalların menkıbeleri ile
desteklenmesi dikkat çekicidir.
188
.
BAED 4/2, (2015), 185-188
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 189191.
İoannis N. Grigoriadis, Kutsal Sentez Yunan ve Türk
Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, çev. İdil Çetin, Koç Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2014, 184 sayfa, ISBN: 978-605-5250-38-6.

Utku KIRLIDÖKME
Milliyetçilik, siyasal olarak son iki
yüzyıldır dünya tarihinin önemli
belirleyici güçlerinden biri haline
gelmiş durumdadır. Her ne kadar
milliyetçiliğin
tam olarak
ne
olduğuna dair genel mutabakat
sağlanmış bir tanımı bulunmasa da ve
bir ideoloji olarak muğlak olsa da,
kitlelere ulaşma ve onları mobilize
etme gücü, akademik yazın alanında
yer almasını sağlamaktadır.
Sosyal bilimcilerin milliyetçilik
olgusuna yönelmesi 20. yüzyılın
başlarına, konunun sistematik olarak
çalışılmaya
başlanması
Birinci
Dünya Savaşı sonrasına, özgün bir
çalışma sahası haline gelmesi ise
İkinci Dünya Savaşı sonrasına
tekabül etmektedir. Tek bir disiplin
içinde yer almaktan ziyade disiplinler arası bir alanda gelişen milliyetçilik
çalışmaları, özellikle 1970’li yıllardan itibaren alevlenen modernizm
tartışmalarına da kaynak olmuştur. Aslında milliyetçilik çalışmalarının
temel çıkış noktası, modern zamanların en dayanıklı aidiyet biçimlerinden
biri olan milletin nasıl tanımlanacağı ile ilgilidir. Bu nedenledir ki
milliyetçiliği ele alan neredeyse her çalışmada öncelikle bir millet tanımı
yapılmakta ya da yapılmaya çalışılmaktadır.

Öğretim Görevlisi, Trakya Üniversitesi, Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Siyaset Bilimi
ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Edirne, E-mektup: [email protected].
189
UTKU KIRLIDÖKME
Dünyayı laik bakış açısıyla okuyan milliyetçilik olgusunun
gelişmesi ile birlikte din ve ulus-devlet ilişkisi, ulus inşası ve bu ilişkinin
neden olduğu zorlu ve çekişmeli alanlara cevap aramak için ülke ya da
bölge karşılaştırmalı birçok çalışma kaleme alınmış ve alınmaya devam
etmektedir. Bu bağlamda Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu
Yönetimi öğretim üyelerinden İoannis N. Grigoriadis’in orijinali İngilizce
olan Instilling Religion in Greek and Turkish Nationalism: A “Sacred
Synthesis ve Türkçe’ye Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini
Aşılamak başlığı ile tercüme edilen isimli eseri, Türkiye ve Yunanistan’da
milliyetçilik ve din ilişkisi açısından ilginç bir çalışma olmuştur.
Grigoriadis’in söz konusu çalışması giriş ve sonuç bölümleri dışında
temel olarak iki bölüm halinde kurgulanmıştır. Kitabın giriş bölümünde din
ve milliyetçiliğe ilişkin kuramsal değerlendirmelerde bulunan yazar
amacının Yunanistan’da ve Türkiye’de sekülarizmden din ve milliyetçiliği
uzlaştıran bir senteze geçişi karşılaştırmalı bir perspektiften (s. 24)
incelemek olduğunu belirtmektedir. Devamında dinin Türk ve Yunan millî
kültürlerine katılmasının yüzyıllık bir arayla gerçekleşmiş olmasına rağmen
paralel bir çizgide geliştiklerini ifade etmekte ve her iki milliyetçiliğin dine
karşı benzer düşmanca bir tavır benimsediğini söylemektedir (s. 25). Bir
diğer amacının da Türkiye ve Yunanistan’da millî kimliğin inşasında tezat
olmadığını göstermek olduğunu (s. 26) söyleyen İoannis Grigoriadis, metod
olarak milliyetçilik çalışmalarına katkısı çok önemli olan Elie Kedourie’nin
çözümlemesinden hareket ettiğini ifade etmektedir (s. 28-32).
Kitabın ilk bölümü Yunanistan ve Yunan milliyetçiliği ile Ortodoks
Hıristiyanlık arasındaki ilişki üzerine ayıran Grigoriadis, ilk olarak Çağdaş
Yunan Aydınlanması, Antik Yunan fikrinin doğuşu ve Yunan
milliyetçiliğinin meşhur “Megali İdea-Büyük Ülkü” projesini irdelemektedir
(s. 35-49). Bu bölümün devamında ise Yunanistan Ortodoks Kilisesi’nin
kurulması, yani dinin devletin bir aracı haline getirilmesi nedeniyle Fener
Rum Patrikhanesi yaşanan “kopmaya” değinen yazar konuyu sentezci bir
yaklaşımla ele almaya çalışmıştır (s. 49-62). Dinin devlet, daha doğrusu
Yunan milliyetçiliği tarafından “ıslah” edilmesi olarak tanımladığı bu olayı
iki “millîleştirme” örneği olarak ele almaktadır, 25 Mart’ın Yunan
Bağımsızlık Günü ilan edilmesi ve “gizli okul” mitinin yaygınlaştırılması (s.
61-67). Öte yandan bu bölümün son kısmında ise Anadolu’da yaşayan ve
Türkçe konuşup Ortodoks Hıristiyan olan Karamanlıların durumunu ve Türk
Ortodoks Kilisesi’nin kurulmasını eleştirel bir dille incelemektedir (s. 6776).
190
.
BAED 4/2, (2015), 189-191
KİTAP DEĞERLENDİRME
Yazar ikinci bölümde ise genel olarak Sünnî İslam ile Türk
milliyetçiliği arasındaki ilişkinin dönüşümünü (s. 77-122) ele almaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İmparatorluk içinde milliyetçilik
fikirlerinin yaygınlaşmasını tartışan Grigoriadis, Atatürk’ün milliyetçiliğe
etkisini ve Atatürk’ün laikleştirme politikasının Türk millî kimliği
üzerindeki etkilerini tartışmaktadır (s. 77-104). Çalışmasının devamında
Yunanistan örneğinde olduğu gibi, yine dinin “millîleştirilmesi” kapsamında
Türk-İslam Sentezi modelinin ortaya çıkışı, Türk devleti tarafından
benimsenmesi ve paralel olarak toplumsal gelişmeleri inceleyen yazar (s.
105-111), Türkiye’de millîleştirme örneği olarak zorunlu din eğitimini ve
Türk-İslam Sentezi’nin Türk Dış Politikasındaki yerini sorgulamaktadır (s.
112-117). İkinci bölümün son kısmında ise Gagavuz Türkleri’nin durumunu
inceleyen yazar, anılan etnik grubun Ortodoks olması nedeniyle Türk millî
kimliğinin bir parçası olarak görülmemesini tartışmaktadır (s. 117-122).
Grigoriadis çalışmasının tümünde olduğu gibi sonuç bölümünde de
eleştirel üslubu ile her iki ülkede dinin “millîleştirilmesi ve devletçi bir
yapıya büründürülmesi”nin ve milliyetçi söylemde dinî sembollerin yoğun
bir şekilde kullanılmasının hâkim olmaya devam ettiğini belirtmektedir (s.
131). Öte yandan bu söylemin Türkiye ve Yunanistan’da hâkim olmaya
devam ettiği sürece din ve milliyetçiliğin birbirinden ayrılmasının mümkün
olmayacağını iddia etmektedir (s. 132).
Özetle İoannis N. Grigoriadis’in Kutsal Sentez Yunan ve Türk
Milliyetçiliğine Dini Aşılamak isimli kitap çalışmasının milliyetçilik din
ilişkisini irdeleyen literatüre katkı sağladığı gibi, geleneksel karşılaştırmalı
Türkiye-Yunanistan çalışmalarına farklı bakış açısıyla daha derinlemesine
bir boyut kattığı düşünülmektedir. Yazarın her iki ülke milliyetçiliklerini
eleştirel bir yaklaşımla ele alması çalışmaya ayrıca bir önem katmaktadır.
BAED 4/2, (2015), 189-191.
191
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/July 2015, ss. 193-203.
BALKAN GEZİ NOTLARI - III
Balkanlarda Unutulmuş Kadîm Bir Sevgili: Elbasan
Rıdvan CANIM
“Şehirler kültürü biriktirir...”
Arnavutluk coğrafyasının orta kesimlerinde yaklaşık 80 bin nüfuslu
eski bir Osmanlı şehri Elbasan. Osmanlılar ona İlbasan demişler hep. Şehir,
Shkumbin veya Şkumbin nehrinin kuzey kıyılarında, son derece verimli bir
ovanın doğu eteklerinde kurulmuş.
Elbasan’a yaklaştıkça, sağ tarafımızda Enver Hoca’nın köhnemiş
fabrikaları dikkat çekiyor. Enver Hoca dedim de aklıma geldi. Bu zat
yıllarca “gereksiz harcama” deyip ülkede 1 kilometre yol yapmamış,
dolayısıyla köy yollarından farkı olmayan otoyolları kullanmış zavallı halk.
Bugün yeni yeni yapılmakta olan modern yollar, otobanlar ve duble yollar
doğal olarak ülkenin hızla kalkınmakta olduğunun işaretleri olarak da
algılanabilir. Şimdilerde hem karayolu ve hem de demiryolu ile Dıraç’a
bağlanan bir şehir Elbasan. Diğer taraftan şehir, Dıraç’tan Makedonya’nın
Struga ve Ohri şehirlerine ulaşan transit yolun, yani şu meşhur Via
Egnatia’nın da üzerinde bulunuyor.

Rıdvan Canım, Hayal Şehirlerin İzinde Gezi Notları, Akçağ Yayınları, Ankara 2010, ss.
200-216.

Doç. Dr., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim
Üyesi, Edirne, E-mektup: [email protected].
193
RIDVAN CANIM
Elbasan
Elbasan, tarihlerin bize söylediğine göre 1466’larda, Fatih Sultan
Mehmed tarafından, bugünlerde sadece Arnavutluk’ta değil, Kosova ve
Makedonya’da da heykel üstüne heykeli dikilen Arnavut asıllı komutan
Gjergj Kastrioti yani şu bizim asi devşirme İskender Bey’e karşı yürütülen
askerî harekâtlarda bir üs olarak kullanılmak amacıyla kurulmuş. Belki bu
yüzden de Elbasan, Osmanlı asırlarında sürekli Arnavut milliyetçilerinin
merkezi olmuş bir şehir. Aslında daha önceleri, antik dönemlerde bu şehrin
kurulduğu yerde Scampis ya da Scamba adında bir kent varmış. Zaman
içinde Osmanlıların Balkanlarda kurduğu en önemli şehirlerden biri haline
gelmiş olan Elbasan’ın bu isminin de “Arvanid ilini basan (gözetleyen) kale”
anlamında yine Osmanlılar tarafından verildiği söylenir. Elbasan’ın eski
Slav kaynaklarındaki ismi ise Konjuch olarak geçer.
Elbasan’ın Fatih Sultan Mehmed tarafından kuruluşunu izleyen
yıllarda şehrin hızla gelişip büyüdüğü, her bakımdan adeta çevrenin cazibe
merkezi haline geldiği anlaşılıyor. Şehrin kurulduğu yerin buna son derece
elverişli olması da bu gelişmenin başlıca sebebi olmalı. Bu asırlarda
şehirdeki iki Müslüman mahallesinden biri şehrin kale surları içinde, diğeri
dışında kurulmuş. Elbasan, on altıncı asır boyunca büyümesini sürdürür.
194
.
BAED 4/2, (2015), 193-203
BALKAN NOTLARI-III
1570’lerde yolu Elbasan’a düşen İtalyan seyyahlar burayı, ovada büyük bir
varoşu ve güçlü surları bulunan bir şehir olarak tanımlıyorlar.
Elbasan’ın on yedinci asırdaki durumu hakkında en değerli bilgileri
yine üstat Evliya Çelebi veriyor. Bu bilgileri aşağıda sizlere uzun uzun
aktarmaya çalışacağım. Fakat öyle anlaşılıyor ki zaman içinde Elbasan’da
İslâmî hayatın gelişmesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan ve
bugün Elbasanlılar tarafından “Hünkâr Camii” adıyla bilinen “cami” bir
merkez haline gelmiş, yine II. Bayezid’in kuruluşuyla bizzat ilgilendiği bir
“imaret” bunu tamamlamış. Diğer taraftan özellikle eski bir Bosnalı aileye,
Borovinic ailesine mensup olup Osmanlı devlet yönetiminde “kaptan-ı
deryalık” ve “Rumeli Beylerbeyliği” gibi üst kademelerde görevler almış
olan Sinaneddin Yusuf Paşa, 1500’li yıllarda bu şehirde bir zaviye ve bir
muallimhâne yaptırır. Evliya Çelebi, eserinde aynı zatın bir imaret, bir cami
yaptırdığını, bir de ona ait Halvetî tekkesinden söz ederek bu tekkenin
şehirdeki on bir tekkenin en büyüğü olduğunu söyler ki, bu dergâh yukarıda
söz konusu edilen zaviye olmalı.
Elbasan’da bugün ibadete açık üç cami var. Birisi Hünkâr Camii,
diğeri, şehir merkezinde hemen hemen bütün Balkan şehirlerinde faaliyet
gösteren Suudi-Bahâilerin açtığı yeni cami ve üçüncüsü de şehrin nisbeten
dışında kalmış olan ve geçtiğimiz yıllarda yeniden onarılan şehrin kubbeli
tek camii, 1599 tarihli Nâzır Camii. Bunun dışında şehir merkezindeki çifte
hamam yeni binaların arasında kaybolup gittiği gibi asli görevinden de
uzaklaşarak kafeteryaya dönüştürülmüş.
Evliya Çelebi Elbasan’a dair izlenimlerini anlatmaya enteresan bir
benzetmeyle başlar ve şöyle der Elbasan için; “Anadolu’da Arabistan’ın
gelin şehri Ayıntab’tır. Ama Rumeli’de Arnavutluk’un gelincik şehri bu
İlbasan şehridir. Latin tarihçilerinin yazdıklarına göre bu eski şehrin ilk
kurucusu, Büyük İskender zamanında Kavala Kalesi sahibi olan Yunanlı
Filikos’tur.”
BAED 4/2, (2015), 193-203.
195
RIDVAN CANIM
Elbasan’da Müzeye Dönüştürülen Bir Konak
Çelebi’nin Elbasan’ın tarihî geçmişine ve özellikle Osmanlılar
tarafından fethine dair bu söyledikleri tarihin neresindedir bilemeyiz ama
O’nun Elbasan kalesine dair yaptığı tespitler bugün bizim gördüklerimizle
tıpatıp örtüşür. İsterseniz Elbasan Kalesi’ne dair söylediklerine bir bakalım
Evliya’nın. Diyor ki; “Kale, düz bir alanda, verimli topraklar üzerinde,
kuzeye ve kıble taraflarına çeyrek saat uzaklıktaki bayırları ve dağları
tamamen bağlar ekili olup, geniş bir vadi içinde, Uşkumbi nehri kenarında,
dört köşeli, sağlam yapılı, köhne bir yapıdır. Yüksekliği on beş arşındır.
Kale beden dişleri gayet sanat işi olup etrafında elli adet kale burcu vardır.
Kale etrafını çevreleyen hendek iki adam boyu yüksekliğinde derin olup eni
elli arşındır. Hendeğin içi tamamen bağ ve bahçelerdir. Kalenin çevre
uzunluğu 2400 adımdır. Üç adet demir kapıları vardır. Biri doğuya, biri
batıya ve biri de çarşı tarafındaki kahveler önünde kıble tarafına açılır. İşlek,
büyük bir kapıdır, iki katlıdır. Diğerleri dahi iki katlıdır, zira kalesi dahi
baştanbaşa iki katlı duvardır. Onun için kapıları da iki katlı yapılmıştır.
Kıble tarafına açılan çarşı kapısının üzerinde Ebulfeth Sultan Mehmed’in
cedleri tâ Osmancığa varınca bir beyaz mermer üzerine celî yazı ile yazılmış
ve İlbasan tarihi olarak da 859 tarihi konulmuştur. Bu kapının üzerinde üç
adet dört köşeli mermer üzerinde ok ve kurşun izleri bulunmaktadır.
Zincirlerle asılı olarak duran bu alâmetleri gelen giden herkes ibretle
seyretmektedir.
196
.
BAED 4/2, (2015), 193-203
BALKAN NOTLARI-III
Elbasan Kalesi’nin Güney Kapısı üzerinde Evliya’nın sözünü ettiği üç
mermer kitâbe.
Yine bu kapıya yakın Hünkâr Camii bulunmaktadır. Kiremit örtülü,
kâgir yapılı, eski bir camidir. Cami’nin yanında yüksek bir Saat Kulesi
vardır. Son derece işli bir sanat eseri olup gayet düzgün çalışan bir saati
vardır ki dakika ve derece şaşmaz, bu camilerin müezzinleri bu saate
bakarlar. Kale içinde 460 adet bağ ve bahçesiz kiremit örtülü, biraz genişçe,
altlı ve üstlü, eski yapı evler bulunmaktadır. Dizdarın evi buradadır. Ama iç
il olduğundan neferlerinin kendileri ve evleri dahi yoktur.
Bu İlbasan Kalesi’nin dört bir yanındaki bayırlar dibine birer saat
mesafelik yerlere kadar hep mamur, şenlikli bağ ve bahçelerle bezenmiş
cennet bostanları gibi bostanlarla süslenmiş saraylar, çeşitli köşkler, havuz
ve fıskiyelerle donatılmış kiremit örtülü hânedanların hepsi kâgir yapı olup
ikişer ve üçer katlı güzel evlerdir. Her evde mutlaka birer akarsu bulunur ve
BAED 4/2, (2015), 193-203.
197
RIDVAN CANIM
aynı zamanda da havuz, şadırvan ve fıskiyelerden de fışkırmaktadırlar.
Hakikaten cennet bahçeli değerli kâşânelerdir. Camilerin minarelerinin
külahlarından başka kurşun örtülü hiç bina yoktur. Hemen hepsi kırmızı
renkli kiremitlerle örtülüdürler.”
Evliya Çelebi, meşhur Seyahatname’sinde uzun uzun anlattığı
Elbasan şehrinde yüzlerce saray ve köşk bulunduğunu söyleyerek bunlardan
bazılarının isimlerini de verir. Zengin konaklarının kapılarında cömertliği ve
misafirperverliği vurgulayan çeşit çeşit yazıların bulunduğunu verdiği
örneklerle belgeler. Onlardan biri şöyledir: “Şerefü’l-beyti bi-ehlihî / Ve
şerefü ehlihî bi-sehâihî ”. Arapça olan bu manzum ibare özetle şunu söyler
misafirlerine: “Evin şerefi, izzeti o evde oturan iledir, o evde oturanın şerefi
de cömertliği iledir.”
“Bunlar gibi binlerce daha beyitler yazılıdır” der ve Elbasan’a dair
övgü dolu sözlerine şöyle devam eder Çelebi: “Bu beyitlerden anlaşıldığı
üzere bu şehirde kapıları kapamak ve ev sahibinin başlı başına misafirsiz
olarak, yalnız hizmetçileriyle yemek yemesi gayet ayıptır. Onun için hiçbir
ev mutlaka misafirsiz değildir. Her dergâhta bu kadar misafiri, atlarıyla ve
hizmetçileriyle bir ay yatıp kalksa yine de yük saymazlar. Yılbaşında,
bulunursa haline münasip mutlaka bayramlık bir giyecek verirler. Bu güzel
halleri kırk yıldır hiçbir diyarda görmedim. Ancak Şam Trablus’unda
Yeniçeri Ağası Hızır Ağa’da gördüm. Bir de İlbasan’da gördüm.”
Çelebi’nin Elbasan ile ilgili izlenimleri bu kadar değil elbette.
Seyahatnamesi’nin Elbasan’a ayırdığı kısmında bundan sonra Elbasan’daki
mahalleleri isimleriyle kaydeder, şehrin mektep medreselerinden, şehirdeki
sûfî tekkelerinden, akarsularından, kuyu ve çeşmelerinden, imaret ve
aşevlerinden, han, hamam ve kervansaraylarından, şehirde şöhret bulmuş
okçuluk, yaycılık ve kalkancılık gibi mesleklerle bunları icra etmekte olan
esnaftan övgüyle söz eder.
Çelebi’nin Elbasan çarşı-pazarları ile ilgili gözlem ve anıları da
nakle sezâ doğrusu. Bakın neler söylüyor üstad: “Bu İlbasan şehri içinde her
Pazar günü büyük bir “pazar” kurulur ki şehrin dört bir yanındaki köylerden,
kasaba kale ve şehirlerinden binlerce adet küçük ve büyük, erkek ve kadın
gelip şehrin içi insan denizi gibi olur. Omuz omuzu sökmeyip bütün güzeller
birbirlerine gösterişte bulunup çekinmeden ve sakınmadan çeşitli manzaralar
seyredilir. Gizli mallar alınıp satılır. Ama dış köylerden o kadar güzel
Arnavud kızları gelir ki sanki her biri birer peri yüzlü, melek görünüşlü olup
198
.
BAED 4/2, (2015), 193-203
BALKAN NOTLARI-III
temiz kızlardır. Kısacası her Pazar günü bu İlbasan şehri insan ile dolup her
çeşit mal ve eşya ile şehir bezenip bütün Rum diyarının ve bütün
Arnavutistan’ın gelincik çarşısı olur. Bütün çarşı ve pazar sokakları
baştanbaşa kaldırım taşı döşeli olup iki tarafındaki yay kaldırımlarının
kenarlarından birer çeşit lezzetli hayat suları akar ve bütün caddeleri
temizler. Özellikle çukacılar çarşısında okçular, yaycılar, bıçakçılar,
kılıççılar çarşıları içindeki yollar üzerinde sıra sıra dikilmiş dut ağaçları,
yüksek çınar ağaçları, salkım söğütler, çeşitli üzüm ağaçları şehri süsleyip
donattıkları gibi bütün pazar halkı da bu ağaçların gölgelerinde oturup
mallarını satarlar. Diğer çarşılarda dahi çeşitli ağaçlar dikilmiştir. Bütün
dükkân sahiplerine bu ağaçlar gölgelik ederlerdi. Bu güzel çarşıya asla
güneş etki etmezdi. Sanki bu şehir Macaristan’ın Kurs vilayetindeki Kâşe
şehri gibi İrem bağı idi.”
Elbasan Kale İçi Sokakları
BAED 4/2, (2015), 193-203.
199
RIDVAN CANIM
Çelebi, bu belirlemelerin ardından cami ve mescidlere geçer. Kale
içinde yer alan Elbasan’ın en eski camileri olan Sultan Mehmed Han Camii
ve Gazi Sinan Paşa Camilerini kaydettikten sonra Kale dışında Bıçakçızâde
ve Tavşan Camilerini zikreder. Elbasan’daki gezilerim esnasında Elbasan
Belediye Başkanı Kâzım Seydimî ile de tanışma fırsatı buldum. Makam
odasının duvarında gördüğüm devâsâ iki siyah beyaz fotoğraf eski
Elbasan’ın şehir merkezi ile eski çarşıyı gösteriyordu. İşte o fotoğrafta yer
alan -ki Evliya Çelebi bu alana “Uzun Çarşı” adını veriyor- Kalenin güney
kapısı karşısındaki muhteşem Hasan Balizâde Camii’nin yerinde yeller
esiyor şimdi. 1978’de Enver Hoca’nın emriyle hâk ile yeksân edilmiş bu
cami. O güzellik şimdi bu siyah beyaz fotoğrafta kalmış. Başkanın, bu
caminin yeniden aslına uygun olarak inşa edileceği şeklindeki beyanları bir
kuru teselli mi acaba? “Keşke” diyebiliyorum içimden. Keşke.
Yakın Plânda Hasan Balizâde Camii, 1978’de Yıkılmadan Önce / Elbasan
Hasan Balizâde Camii, olur ya yeniden yapılır da kitabesini
bulamazlarsa eğer -ki bulunması mümkün değil, çünkü koskoca camiden
geriye bir tuğla bile kalmamışken kitabenin lafı mı olur- sakın üzülmesin
Elbasanlılar, çünkü üstadımız Evliya Çelebi keramet gösterip Hasan
Balizâde Camii’nin kitabesindeki tarih kıtasını bizim için zapt etmiş! İşte bu
caminin şimdi tarihin derinliklerine gitmiş olan ve Manastırlı Le’âlî
tarafından yazılmış tarih kitabesi:
200
.
BAED 4/2, (2015), 193-203
BALKAN NOTLARI-III
Yapub Hasan Balizâde Hudâ içün
Bu beytullahı çû zamanında cennet
Bihamdillâh itmâm itdi bu hayrı
Kabûl ide bihakk-ı zât-ı vahdet
Ne devletdür bu kim tâ rûz-ı mahşer
Diyeler rûz u şeb rûhuna rahmet
Manastırî Le’âlî didi târîh
Zihî oldu ibâdetgâh-ı ümmet (1017)
Evliya’nın Elbasan için söylediklerine niye bu kadar uzun uzadıya
yer verdiğimi merak edenler olabilir. Açıklayayım: İki sebepten; birincisi
Çelebi’nin Elbasan ziyaretinde görüp yazdıklarının birçoğunun hem çok çok
önemli olması, hem de bugün çoğundan eser kalmamış olması tabii.
Maalesef bugünün modern Elbasan’ında sizlere çarşı-pazar adına bile
söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Fakirliğin, ekonomik sıkıntıların
ezdiği insanlarla dolu, işsizlerin parklarında boş boş oturup akşama kadar
domino oynadıkları bir Elbasan. Sessiz, sakin insanlarıyla ama çok çok
güzel bir Arnavutluk şehri.
Son olarak Evliya’nın Elbasan kalesine dair söylediklerine bakalım
bir de. “İlbasan Kalesi gayet güzel bir sanat eseridir. Camileri, yer altındaki
suyolları, yüksek minareleri ve hanları sağlam yapılardır. Havası, suyu gayet
güzel olduğundan yaz ve kışı daima ılımandır. Halkı zinde yapılıdırlar. Şehir
kethüdasının söylediğine göre şehir içinde iki bin altmış adet su kuyuları
vardır. Şehrin yapılışı Terazi burcu devrine rastladığından halkı sevinçli ve
mutludurlar. Şehirde Müslüman olmayanlar için kiliseler de vardır.
O günden bu güne, bilhassa “Kale” ve çevresinde geriye ne kalmış,
ne kalmamış diye şöyle bir bakacak olursak göreceğimiz şudur: Ben Elbasan
Kalesi’nin dört bir tarafını iki defa dolaştım. Bugün Elbasan’ın neredeyse
tam ortasında yer alan bu kalenin Batı’ya ve Güney’e bakan taraflarında yer
alan surları hâlâ ayakta duruyor. Surların üzerine de çıktım. 2-3 metre
genişliğindeki bu surlar üzerinde uzun uzun yürüdüm, yeşillikler içindeki bu
eski Osmanlı şehrini biraz da hüzünle seyrettim. Kalenin kuzey ve doğu
taraflarında yer alan surları neredeyse tamamıyla yıkılmış. Yıkılan surlardan
geri kalanlar da evler arasında kaybolup gitmekte. Çelebi’nin sözünü ettiği
“fetih kitâbesi” yerinde aynen duruyor. Bu kitabe şehir meydanına bakan ve
bugün ayakta kalabilen tek kapının iç şehir tarafında yer alıyor. Kapının
BAED 4/2, (2015), 193-203.
201
RIDVAN CANIM
meydana bakan yüzünde ise yine Evliya’nın uzun uzun anlattığı o üç
mermer kitabe asılı duruyor. Bu kale kapısının hem iç hem dış yüzünde
Çelebi’nin anlattıklarına ayniyle şahit olmak gerçekten heyecan verici. Kale
içindeki Hünkâr Camii ve surlar üzerinde yer alan meşhur Saat Kulesi,
bugün zamana şahitlik etmeyi sürdürüyor Elbasan’da.
Elbasan’da Fatih Sultan Mehmet (Hünkâr) Camii
İyi hoş da geldik gidiyoruz şu Elbasan’dan ama o dillere destan
kebabından tek kelime bile etmedin diyenlere biz de dilimiz döndüğünce bu
kebabın anavatanından seslenelim şimdi. Tabii haklısınız, Elbasan’a gelinir
de nâmı taa Anadolu’ya ulaşan bu leziz kebaba dair bir kelamımız bulunmaz
mı, bulunur elbet. Efendim, bir defa bu “Elbasan tava” dedikleri şey,
haşlanmış kuzu etinin yoğurtlu bir sosla birlikte fırınlanmasıyla yapılan
enfes bir Türk yemeğidir, bunu böylece bilelim. Elbasan’lı diye Arnavut
yemeği zannetmeyin, gerçi olsa da bir mahzuru olamaz elbette. Yemeğin
milliyeti mi olurmuş..! Efendim önce kuşbaşı kuzu eti, soğan, defne yaprağı,
tane karabiber gibi tatlandırıcı malzemelerle haşlanır ve piştikten sonra lif lif
didiklenir. Bir başka hazırlama türü olarak da etler soğanla kavrulur, fakat
didiklenmez. Sonra bir fırın tepsisine alınan etlerin üzerini kapamak için
süzme yoğurt ile bir sos hazırlanır. Bu sosun içinde mutlaka un, yumurta ve
yoğurt bulunur. Az miktarda limon, soğan ve baharat da eklenebilir. Sosun
202
.
BAED 4/2, (2015), 193-203
BALKAN NOTLARI-III
kalınlaşması ve un tadının gitmesi için karışım düşük ateşte bir müddet
pişirilir. Sos ısıtılacaksa, yumurtanın sarısı sos kalınlaştıktan sonra yavaş
yavaş yedirilerek eklenir. Buradaki amaç yumurtanın pişip sosun içinde
parça parça katılaşmasını engellemektir. Yoğurtlu sos yerine fırın yemekleri
için hazırlanmış sos da kullanılabilir. Son olarak tepsiye alınmış etler sosla
kaplanarak fırında üzeri hafif renklenene kadar pişirilir. Dilimlere ayrılarak
servis yapılır. Afiyet olsun efendim. Bu da benden sizlere bir Elbasan ikramı
olsun. Elbasan’a gelemeseniz de “tava”sı evlerinize gelmiş olsun istedim.
İnşallah bu “Elbasan tava”yı bir gün bu güzel şehrin güzel insanları ile
birlikte yersiniz, ne diyeyim.
Arnavutluk’un bu güzel şehrine doyamadan ayrılıyorum. İnsanı
içinden bir yerlerinden yakalayan ve uzaklaşmak istedikçe acı veren bir
tarafı var bu şehrin. Hani bir görüşte âşık olmak gibi bir şey. Tanışalı şunun
şurasında ne olmuştu ki sanki. Ama Elbasan Kalesi içindeki o eski
mahalleler, o daracık sokaklara yaslanmış kireç badanalı bembeyaz eski
Elbasan evleri. Henüz asfalt denilen nesne ile tanışmamış, yer yer çimen,
yer yer toprak ve taşlarla kaplanmış o güzelim Elbasan sokakları. İnşallah
gelecek zamanlarda kısa da olsa kavuşma hayalini hep yüreğimde taşıyarak
vedalaşıyorum bu Balkan güzeli ile. Hoşça kal dağlar güzeli, hoşça kal
Elbasan.
BAED 4/2, (2015), 193-203.
203
BAE-DERGİSİ MAKALE YAZIM KURALLARI
Makaleler, aşağıda belirtilen şekilde hazırlanmalıdır:
1. Başlık; içeriği iyi bir şekilde ifade etmeli, büyük ve koyu harflerle ortalanarak
yazılmalıdır. Makale kendi içinde anlamlı alt başlıklara ayrılmalıdır. “Giriş”
kelimesi başlık olarak kullanılmalı ve alt başlıklar numaralandırılmalıdır.
2. Yazarın adı küçük, soyadı büyük ve koyu yazılmalı; üzerine yıldız konularak
dipnotta yazarın görev yaptığı kurum, haberleşme ve elektronik posta adresi
belirtilmelidir.
3. Makalenin başında, konuyu kısa ve öz biçimde anlatan ve en fazla 150 kelimeden
oluşan Türkçe ve İngilizce özet bulunmalıdır. Ayrıca özetin altında bir satır boşluk
bırakılarak, en az 3, en çok 5 kelimeden oluşan anahtar kelimeler verilmelidir.
4. Metin A4 boyutunda (29.7x21 cm.) kâğıtlara, Word programında, Times New
Roman karakteriyle 11 punto ve tek satır aralığıyla yazılmalıdır. Sayfa kenarlarında
(üst 3,5 cm, alt 2,5 cm, sol 2,5 cm ve sağda 3,0 cm) boşluk bırakılmalı ve sayfa
numaraları yukarıda ve dışarıda olmak üzere verilmelidir. Dipnotlar 9 punto ve tek
aralıklı yazılmalıdır. Yazılar özetler ve kaynakça dâhil 7.000 kelimeyi
geçmemelidir. Metin içinde koyu ve eğik harflerle vurgulamalar yapılabilir.
5. Her tablo veya grafik aşağıda görüldüğü gibi numaralandırılmalı ve uygun bir
başlık seçilmelidir. Tablo veya grafik numarası ve adı tam sola dayalı olarak
yazılmalı; tablonun veya grafiğin kaynakçası ise tablonun altında yer almalıdır.
Tablolar ve grafikler metin içinde ait oldukları yerlerde kullanılmalıdır.
6. Alıntılar tırnak içinde verilmeli; beş satırdan az alıntılar satır arasında, beş
satırdan uzun alıntılar ise ana metnin sağından ve solundan 1 cm içeride, blok
hâlinde ve 1 satır aralığı ile 1 punto küçük yani (10 punto) olarak yazılmalıdır.
7. Referanslarda klasik dipnot sistemi benimsenmeli ve dipnotlar sayfa altında yer
almalıdır. Referanslar gösterilirken aşağıdaki hususlara azami önem verilmesi
gerekmektedir:
7.1. Tek yazarlı kitap ya da makale aşağıdaki şekilde gösterilmelidir:
Andrew Baruch Wachtel, Dünya Tarihinde Balkanlar, (çev.) Ali Cevat Akkoyunlu,
Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 58.
Bülent Akyay, “Yunanistan’da Filortodoks Komplo’nun Ortaya Çıkışı (1839) ve
Osmanlı İmparatorluğu”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt XXVI, Sayı 2, Aralık
2011, s. 338.
Şayet aynı eserden tekrar alıntı yapılacaksa yazarın soyadı yazıldıktan sonra;
Wachtel, a.g.e., s. 13.; makale ise Akyay, a.g.m., s. 339. şeklinde belirtilmelidir.
Şayet aynı yazarın başka bir eseri ikinci kez aynı makalede kullanılıyorsa yazarın
soyadından sonra kullanılan eserinin başlığı da yazılmalıdır.
Wachtel, Southeast Europe: Culture and Connection, s. 42.
Araya başka bir eser girmeden aynı eserin aynı sayfasından alıntı yapılıyorsa, “Aynı
yerde” ibaresi kullanılmalıdır.
Araya başka bir eser girmeden aynı eserin farklı sayfasına gönderme yapılıyorsa,
“Aynı yerde, s. 236.” şeklinde belirtilmelidir.
Her dipnotun sonuna nokta konulur.
7.2. İki yazarlı ve ikiden fazla yazarlı kitap ya da makalelerde yazar adları arasına
ve bağlacı konulmalıdır.
7.3. Derleme kitaplarda yer alan makaleler aşağıdaki gibi gösterilmelidir:
Ruxandra Ivan, “La politique à l’égard des minorités nationales en Roumanie aux
années 1980”, Minorities in the Balkans: State Policy and Interethnic Relations
(1804-2004), (ed.) Dušan T. Bataković, Institute for Balkan Studies of the Serbian
Academy of Sciences and Arts, Special Editions 111, Belgrade 2011, s. 260.
7.4. Gazete Yazısı
Yalçın Bayer, “Balkan Tarihi Yeniden Yazılacak”, Hürriyet, 6 Aralık 2012, s. 9.
Yazarı belli olmayan gazete yazıları:
“Makedonya’da Türkler İlgi Bekliyor”, Yeniçağ, 25 Mayıs 2014, s. 11.
7.5. Yazarı Belli Olmayan Resmî ya da Özel Yayınlar, Raporlar vb. Eserler
Arnavutluk Ülke Raporu, TİKA Yayınları, Ankara 1995, s. 19.
7.6. Arşiv Belgeleri
Arşivin adı, tasnifin adı, defter veya dosya ve gömlek numaraları belirtilmelidir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Hariciye Nezareti Siyasî Kısım Evrakı
(HR.SYS) için:
BOA, HR.SYS, 1119/64.
7.7. İnternet Kaynakları
Kader Özlem, “Unutulan Balkan Türkleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30
Temmuz 2011, http://www.21yyte.org/tr/yazi6245-Unutulan_Balkan_Turkleri.html
(07.08.2012)
Yazarı belli olmayan internet kaynakları:
http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1983134,00.html, (01.12.2007).
7.8. Mülakat
Süleyman Demirel ile İstanbul’da yapılan mülakat, 25 Kasım 2008.
7.9. Yüksek Lisans, Doktora ve Doçentlik Tezleri
Sevim Hacıoğlu, Bulgaristan Türklerinin Sosyo-Kültürel Değişimi (1944-1989),
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Danışman: Prof. Dr. Mehmet Saray, İstanbul 2002, s. 78.
8. Kaynaklar makalenin sonunda, yazarların soyadının ilk harfine göre alfabetik
olarak ve büyük harflerle aşağıda gösterildiği gibi eklenecektir: Yazarın soyadı, adı,
başlık, yayınevi, basım yeri ve basım yılı. Kaynakçada makalelerin sayfa
aralıklarının da belirtilmesi gereklidir.
CLAYER, Nathalie, Arnavut Milliyetçiliğinin Kökenleri: Avrupa’da Çoğunluğu
Müslüman Bir Ulusun Doğuşu, (çev.) Ali Berktay, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2013.
KIRLIDÖKME, Utku, “Yunanistan’da Uluslararası İlişkiler Kuramlarının Dış
Politika Olaylarına Uygulanmasıˮ, Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt 3, Sayı
2, Aralık 2013, ss. 27-50.
Yazıların Gönderilmesi
Yukarıda belirtilen ilkelere uygun olarak hazırlanmış makaleler, aşağıdaki
elektronik posta adresine gönderilmelidir:
Arş. Gör. Kader ÖZLEM; E-posta: [email protected]
Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (BAE-Dergisi) makale yazım kurallarına riayet
edilmeden hazırlanan makaleler dikkate alınmaz. Yazarlar hakem raporları
doğrultusunda istenen düzeltmeleri editörün bildirdiği süre zarfında BAEDergisi’ne ulaştırmakla yükümlüdür. Aksi takdirde gönderilen makaleler ya
reddedilir ya da yayımlanması düşünülen sayıda yayımlanmaz. Yayın Kurulu
makaleler üzerinde esasa yönelik olmayan küçük düzeltmeler yapabilir.
Dergimizde yayımlanan makalelerin içeriğinden yazarı/yazarları sorumludur.
INSTRUCTIONS FOR AUTHORS
WRITING AND STYLING GUIDELINES
All articles must conform to the following guidelines:
1. Title should reflect the content of the article. It should be in bold capital letters
and center ranged. All subheadings should be concise. The first section should be
titled as ‘Introduction’ and the subheadings should be numbered.
2. Use lower case for the name of the author. The surname should be written in bold
and capital letters. Put ‘*’ on the surname and include the author’s affiliation
information (i.e. institution, telephone number, e-mail) as a footnote on the first
page.
3. All articles should have an abstract composed of 150 words maximum. It should
be in both Turkish and English and include a one line keywords section composed
of three to five words.
4. The article should be written in MS Word, A4 paper dimension (29.7x21 cm.),
Times New Roman, 11 pt. and single space. Page margins should be defined as 3.5
cm. from above, 2.5 cm. from below and left, and 3.0 cm. from right. Page numbers
should be above of each page. Footnotes should be 9 pt. and single spaced. The
manuscript (including the abstract and bibliography) must not exceed 7.000 words.
The author is free to highlight words or expressions that should be in bold and italic.
5. Each table and figures should be used inside the text. It should be named,
numbered and indented to the left while its source/bibliographic information should
be written below of it.
6. Quotation marks - “ ” - should be used for all quotations. The ones less than five
sentences should be given as a part of the sentence while quotations more than five
sentences should be given in a separate paragraph, indented 1 cm. from the right,
single space and 10 pt.
7. All references must stick to the general reference styling and footnotes should be
given below of each page. All manuscripts should abide by the following rules of
referencing:
7.1. Books and journals
Andrew Baruch Wachtel, Dünya Tarihinde Balkanlar, (transl.) Ali Cevat
Akkoyunlu, Doğan Kitap, İstanbul 2009, p. 58.
Bülent Akyay, “Yunanistan’da Filortodoks Komplo’nun Ortaya Çıkışı (1839) ve
Osmanlı İmparatorluğu”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Volume XXVI, Number 2,
December 2011, p. 338.
In case the same source is used in the following footnote then;
Wachtel, ibid., p. 13.
For references to the same source later in the same article
Wachtel, op.cit., p. 15.
In case another source of the same author is used then;
Wachtel, Southeast Europe: Culture and Connection, p. 42.
All footnotes should finish with full stop.
7.2 For co-authored books and articles “and” should be used between the names of
authors.
7.3. Articles from edited books should be written as follows:
Ruxandra Ivan, “La politique à l’égard des minorités nationales en Roumanie aux
années 1980”, Minorities in the Balkans: State Policy and Interethnic Relations
(1804-2004), (ed.) Dušan T. Bataković, Institute for Balkan Studies of the Serbian
Academy of Sciences and Arts, Special Editions 111, Belgrade 2011, p. 260.
7.4. Newspapers
Yalçın Bayer, “Balkan Tarihi Yeniden Yazılacak”, Hürriyet, 6 December 2012, p.
9.
In case the reporter or columnist is not defined then
“Makedonya’da Türkler İlgi Bekliyor”, Yeniçağ, 25 May 2014, p. 11.
7.5. For special reports and official sources with unidentified authors
Arnavutluk Ülke Raporu, TİKA Yayınları, Ankara 1995, p. 19.
7.6. Archival Sources
The name of the archive and the full title of the files should be specified
For an example regarding an archival source belonging to the Ottoman Archives of
the Prime Ministry-Republic of Turkey:
BOA, HR.SYS, 1119/64.
7.7. Internet Sources
Kader Özlem, “Unutulan Balkan Türkleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 July
2011,
http://www.21yyte.org/tr/yazi6245-Unutulan_Balkan_Turkleri.html
(07.08.2012).
If the author is not defined:
http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1983134,00.html (01.12.2007).
7.8. Interviews
Interview with Süleyman Demirel in Istanbul, 25 November 2008.
7.9. Thesis
Sevim Hacıoğlu, Bulgaristan Türklerinin Sosyo-Kültürel Değişimi (1944-1989),
Istanbul University Institute of Social Sciences, Unpublished Masters Thesis,
Supervisor: Prof. Dr. Mehmet Saray, Istanbul 2002, p. 78.
8. Bibliography: All sources should be written in an alphabetical order. Each source
starts with the surname of the author written in capital letters and followed by name,
title, publisher and date. Also, page numbers of articles should be included.
CLAYER, Nathalie, Arnavut Milliyetçiliğinin Kökenleri: Avrupa’da Çoğunluğu
Müslüman Bir Ulusun Doğuşu, (transl.) Ali Berktay, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, Istanbul 2013.
KIRLIDÖKME, Utku, “Yunanistan’da Uluslararası İlişkiler Kuramlarının Dış
Politika Olaylarına Uygulanmasıˮ, Journal of Balkan Research Institute, Volume 3,
Number 2, December 2013, pp. 27-50.
Submitting the article
All articles that are prepared according to the abovementioned writing guidelines
should be sent to Res. Assist. Kader Özlem: [email protected]
All articles that contradict with guidelines of the JBRI are not considered for
publication. All authors are responsible for making necessary changes based on
reports given by reviewers and send the amended version back to the JBRI. Else,
articles are either rejected or postponed since it may be included for the next issues
of the JBRI. The editorial board may make minor corrections on articles that will
not affect the content.
Authors are responsible for the content of their articles.
Download