elfrıede jelınek`in dıe klavıerspıelerın ve şebnem işigüzel

advertisement
Diyalog 2014/1: 71-86
Elfriede Jelinek’in Die Klavierspielerin ve Şebnem İşigüzel’in
Kirpiklerimin Gölgesi Eserlerinde Anneler, Kızları ve
Yokedilen Bedenler
Neriman Nüzket Özen, Tekirdağ - Meltem Kaya, İstanbul
Öz
Elfriede Jelinek’in Die Klavierspielerin ve Şebnem İşigüzel’in Kirpiklerimin Gölgesi Eserlerinde
Anneler, Kızları ve Yokedilen Bedenler
Bu makalede Şebnem İşigüzel ve Elfriede Jelinek'in kitaplarından yola çıkılarak annelerin anne - kız
arasındaki ilişkinin niteliklerini nasıl ve ne yönde etkiledikleri karşılaştırmalı olarak ortaya konmaya
çalışılmıştır. Her iki tarafın da dişil bir kimliğe sahip olmasına rağmen, annelerin baskın otoriteleri ile bu
ilişkiye şiddeti dahil etmeleri sonucu bunun kendi kızları, dolayısı ile kadın bedeni ve iç dünyası
üzerindeki yansımaları ve algılanışları kitaplardan alınan alıntılarla örneklendirilmiştir. Bu örneklendirme
her iki kitabın romanların ana teması, figürlerin özellikleri, belirli imgeler ile yazarın üslup özellikleri gibi
başlıklar rehberliğinde gerçekleştirilmiştir.
Anahtar Sözcükler: Anneler ve Kızları, Kadın, Beden, Toplumsal Cinsiyet, Şiddet.
Abstract
Mothers, Daughters and Destroyed Bodies in the novels of Elfriede Jelinek's Die Klavierspielerin and
Şebnem İşigüzel's Kirpiklerimin Gölgesi
This paper aims to put forward how and in which ways mothers affect the quality of mother daughter
relationship in a comparative way by examining the books of Şebnem İşigüzel and Elfriede Jelinek.
Quotations from this books are used to illustrate despite both sides’ being female, how mothers’ dominant
authority and their involving violence into their relationships with their daughters reflect upon their own
daughters, their bodies and their internal worlds and how it is perceived by other women. The illustrations
depend on the main ideas of the two novels, features of different characters, certain images, and the
authors’ style of writing.
Keywords: Mothers and Daughters, Women, Body, Gender Studies, Violence.
Bilim adamlarına göre kentlerin ortaya çıkışından bugüne 250 kuşaktır yeryüzünde
yaşamaktayız ve bu kısa süre içerisinde çok hızlı ilerleyen teknoloji, evrimsel
değişimlerimizin gerçekleşmesine paralellik göstermediğinden günümüz yaşam şartları
ve artan yaşam standartları bizde birtakım zorlamalar yaratmakta (Gould ve diğerleri
2000: 218). Simmel’in işaret ettiği ‘insanın her zaman bir şeyleri ayırmadan
bağlayamayan ve hep ayırmak zorunda olan bağlayıcı yapısı gereği doğanın bütünlüklü
yapısının içinde bir eklem yeri olarak yarattığı kapının’ 1 çok öncesinde, mağara
devrinde, kadın ve erkeğin rolleri çoktan belirlenmişti: Kadın mağarada ve ateşin
başında yerini alıp ateşin devamlılığının sağlanması görevini üstlenirken, erkek
1
Georg Simmel: "Brücke und Tür". Der Tag. Moderne illustrierte Zeitung Nr. 683, Illustrierter Teil Nr.
216. 1909. s. 1-3. http://socio.ch/sim/verschiedenes/1909/bruecke_tuer.htm (06. 05. 2011)
‘dışarıda’ toplumdaki yerini, gücünü ve iktidarı temsil eden avcı olmuştur. İlkçağlardaki
bu işbölümünün nedeni belki de kadınların her ay yaşadıkları adet dönemlerinin ya da
doğurganlıklarının avcılığa engel oluşturmasıydı. Giriş ve çıkış kısmı açık olan
mağaraya zamanla kapının eklenmesiyle, kadın mekânın içine tamamen kapatılmıştır.
Şu anda evrimimizin ötesinde hızla gelişen yaşam şartları aslında kadının her alanda
aktif bir rol üstlenmesi için hiçbir engel taşımazken, bugün de halâ kadının kapının
içerisinde, erkeğinse dışarısında konumlandırılmasının nedeni toplumsal kodlardan
başka bir şey değildir; bir diğer ifadeyle ise insanoğlu olarak mağara döneminden bu
yana getirdiğimiz mağaranın içerisindeki kadın ve dışarıdaki avcı erkek konumunu
ilerleyen yaşam koşullarımıza göre yeniden kurgulamakta zorluk çekmekteyiz. Peki
kadına karşı oluşturulmuş toplumsal kodlarla desteklenen engellere karşı 20. yüzyılda
yaşanan gelişmeler neler olmuştu?
20. yüzyılın başlarında, kadının erkek karşısında arka plana atılarak
ötekileştirilmesine karşın İngiltere ve Fransa’dan sesler yükselmeye ve karşı çıkışlar
alevlenmeye başladı. İngiltere’de bu karşı hareketin ilk ve önemli temsilcilerinden biri
Kendine Ait Bir Oda adlı kitabı ile Virginia Woolf olmuştur. Woolf ‘düşünme, duygu,
doğa, kadının bedenine dair imgeler’ gibi edebiyatta yıllarca erkek yazarlar tarafından
göz ardı edilen öğelerin de artık yazıya girmesi gerekliliğini ortaya koydu. 1920’lerde
yazılmış olan bu kitapta kadının kurmaca hakkında konuşabilmesi için bir odaya ve
maddi olanaklara ihtiyacı olduğunu vurgulayan Woolf, kendi bedenini de yazı içinde ön
plana çıkarttı ve 'Onlar'ın gerçekliği karşısına bu kez 'Kadın'ın gerçekliği ile çıktı. 2
Fransa’dan yükselen ses ise Simone de Beauvoir ve İkinci Cins adlı kitabı
olmuştur. Simone de Beauvoir kadının hep ikinci konuma itildiğini, sonra da itildiği bu
konum sanki onun doğal ya da yapısal özelliklerinin bir sonucuymuş gibi gösterildiğini
söylemiştir. 3 Bu bağlamda 20. yüzyılın başlarında Virginia Woolf, 20. yüzyılın
ortalarına doğru Fransa’da Simone de Beauvoir ve sonrasında Judith Butler, Helene
Cixious, Julia Kristeva gibi feminist edebiyat eleştirisinin temsilcileri arasında yer alan
kadın yazarlar cinsiyetin dil aracılığı ile kurulduğunu ve bunun da yazının dil üslubunda
görülebildiğini, cinsiyete bağlı yazı stratejilerinin ve bir dilin var olduğunu, onlar için
artık geleneksel olan eril normların geçersiz olduğunu ileri sürdüler.
İngiltere, Fransa, Amerika gibi ülkelerden çıkış noktasını alan bu hareket o
ülkelerde belli çalışmaların yapılmasını da beraberinde getirmiştir. Var olan edebiyat
eserleri ile ilgili taramaların yapılarak bunların yeniden okunması, üzerine yazılar
yazılması, yeni yazılan eserlerde dişil dile dair öğelerin kullanılması ve bugüne kadar
edebiyatta kadına dair dile getirilemeyen, görmezden gelinen ve üzeri örtülen konuların
da (tecavüz, fuhuş, ensest ilişki vb.) artık kitaplara konu edilmesi bu çalışmalara birkaç
örnektir sadece. Toplumda var olan ancak görmezden gelinen bu olguların edebiyat
aracılığıyla dile getirilmesi, insanların onlarla yüzleşmesini de beraberinde
getirdiğinden bir farkındalık yaratmaktadır. Ülkemizde de edebiyat alanında bu yönde
çalışmalar yapılmaktadır ancak ne yazık ki sayı olarak çok az çalışmaya ulaşılması bu
alandaki eksikliği ortaya koymaktadır. Son dönem kadın yazarların eserlerinde rastlanan
2
3
Virginia Woolf: Kendine Ait Bir Oda. İletişim Yayınları. İstanbul 2010.
Sibel Irzık, Jale Parla: Kadınlar Dile Düşünce. Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet. İletişim Yayınları.
İstanbul 2009, s. 24.
72
daha önce edebiyatımızda konu edinilmeyen tabu meselelere değinilmesi çok önemli bir
gelişmedir.
Alman edebiyatından seçilen Elfriede Jelinek’in Die Klavierspielerin4 ve Türk
edebiyatından seçilen Şebnem İşigüzel’in Kirpiklerimin Gölgesi adlı eserleri
çerçevesinde yapılan bu çalışmanın asli amacı da bu yönde bir katkı sağlayabilmektir.
İki ayrı kültüre ait çağdaş iki kadın yazarın, romanlarında yazar olarak kadına ve kadın
bedenine nasıl baktıklarına, kitapta yer alan kadın karakterlerin kendi bedenlerini
algılayışlarına ve anne karakterlerinin onlar üzerindeki etkilerine bakılarak bir inceleme
yoluna gidilecektir. Bu analiz yapılırken farklı yapılarından dolayı Die Klavierspielerin
baskın olarak psikolojik boyutta ele alınırken Kirpiklerimin Gölgesi'nde sosyolojik
boyut daha belirleyici olmuştur. İki eserin analizinde birleşilen ortak paydaları ise farklı
şekilde de olsa her iki anne karakterinin de kız çocuklarının üzerinde oluşturduğu baskı,
olumsuz etkileri ve kızlarını bir anlamda yok etme eğilimleri ve tüm bunların
sonucunda getirdikleri ölümler oluşturmaktadır.
Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde ‘kadın oluşumuzu geri dönüp
annelerimize bakarak’5 algıladığımızdan bahseder. Bu, aynı zamanda annenin,
kadınlığın görüntüsünü elde ettiğimiz bir ayna işlevi gördüğü anlamına da gelmekte.
Nasıl Lacan’ın aynası6 çocuğun kendi ben’ini keşfetmesini sağladıysa, annenin de kadın
oluşun aynası olarak genel bir kadınlık imgesi yansıtmasının ötesinde öznel bir kadın
görüntüsüne ulaştırması beklenebilir. Fakat bu noktada aynanın kendisi de önem
kazanmakta: İktidar saplantısı olan, sürekli gözetleyen, kurallar koyan, uygulatan,
toplumca ve devletçe verilen annelik statüsünü, mal varlığının – kızının – ve erkinin
devamlılığını sağlamak adına bencilce ve acımasızca kullanan bir annenin kızına
yansıtacağı kadın imgesi nasıl bir imge olur? Elfriede Jelinek’in büyük yankı uyandıran
Die Klavierspielerin isimli eserinde karşımıza çıkan ‘anne’ Heinrich von Treitsche’nin
‘Otorite erkektir, aslında bu aşikardır’ 7 tespitini paradoksal bir şekilde kanıtlamakta ve
dişil olmayan bir kadın imgesi yansıtmaktadır.
İki bölümden oluşan ve oldukça provakatif, sert bir üsluba sahip olan ‘o anlatıcısı’
tarafından aktarılan eserin konusuna gelince: Otuzlu yaşlarının sonlarını sürmekte olan
bir müzik profesörünün, Erika Kohut’un yaşamına aralanan kitapta annesiyle birlikte
yaşayan, hatta annesiyle aynı yatağı paylaşan bir kadın karşımıza çıkmakta. Viyana’nın
müzik geçmişinin etkisiyle annesinin bir ‘Genie’8 yetiştirme ideali doğrultusunda
Erika’nın yaşamına bütün alanlardaki müdahalesi sonucu Erika’nın çocukluğu ve
gençliği tamamen piyano ve müziğe adanmış bir şekilde geçmiştir. Erkek arkadaşı
olmasına, eğlenmesine, arzularını gerçekleştirmesine izin verilmeyen ve devamlı eve
gitme halinde olan Erika, annesi tarafından silikleştirilen kendini seks shoplara giderek,
kendi bedenini, vajinasını jiletleyerek, ormanda sevişen çiftleri röntgenleyerek, kendini
teşhir eden kadınları izleyerek sado-mazoşist eylemlerle var etmeye çalışır. Erika
annesinin istediği gibi bir Genie olamaz, bütün zorlamalarla elde edebildiği son nokta
4
1983 yılında yayınlanan eser 2001 yılında Michael Haneke tarafından sinemaya uyarlanarak gösterilmiş,
ülkemizde de ‘Piyanist’ adıyla gösterime girmiştir. Haneke’ye ödül getiren film aynı isimle Everest
yayınları tarafından Türkçeye de çevrilmiş olup şu an baskısı bulunmamaktadır.
5
Virginia Woolf: Kendine Ait Bir Oda. İletişim Yayınları. 2010. İstanbul.
6
Madan Sarup: Post-yapısalcılık ve Postmodernizm. Bilim ve Sanat Yayınları.2004. Ankara.
7
Gisela Bock: Avrupa Tarihinde Kadınlar. Literatür Yayınları. Birinci Basım. 2002. İstanbul. s. 150.
8
das Genie: dahi, deha
73
müzik öğretmeni olmaktır. Öğrencilerinden Walter Klemmer’in Erika Kohut’a aşık
olması ve onun peşinden ayrılmaması sonucu ikisinin arasında farklı bir ilişki başlar.
Erika, Walter Klemmer’e mektup yazarak asıl istediği sado-mazoşist cinsel ilişkiyi
bütün ayrıntılarıyla tarif eder: Erika bir dizi saldırgan, vahşice eylemin sonunda tecavüz
edilmeyi arzulamaktadır. Önce bu isteğe şaşıran ve kesinlikle reddeden Klemmer,
Erika’ya duyduğu arzunun yarattığı kölelikten ancak bu eylemin gerçekleştirilmesiyle
kurtulmayı başaracağı inancıyla Erika’nın isteklerini gerçekleştirir ve gerçekten de onu
arzulamaktan kurtulur. Bu ilişkinin sonunda Erika’ya sadece bıçakla kendi bedenini
yaralamak ve tekrar ait olduğu ‘eve’ – annesiyle yaşadığı eve – dönmek düşer. Oldukça
genel hatlarıyla özetlenen eserin konusu, anlatıcının neden sert ve provakatif bir üsluba
sahip olduğuna yanıt vermekte: Anlatıcının sert, rahatsız edici, ironik ve kaba tavrı
aktardığı dünyanın sertliğini yanılsama ve yanılsatmalardan arındırarak okurun bu
dünyaya uymayacak bir rahatlık içinde olmasını engellemekte. Bunun yanı sıra eril
düşünce kalıplarını son derece rahat ve açık bir tavırla dile getirerek erilliğin ironisini de
yapmakta.
Bu aşamada yazının sınırlarını ve odaklanılacak konuları ortaya koymakta fayda
var. Öncelikle annenin Erika üzerinde gerçekleştirmeye çalıştığı Genie projesi, annenin
arzularıyla Erika’nın arzularının çatışması ve bu çatışmanın ortaya çıkardığı yıkıcılık ve
şiddet, psikolojik yönleriyle ele alınacak, ardından aslında bütün şiddet ve yıkıcılık
içeren olayların sadist ve sado-mazoşist kişilik özelliklerini tanımladığı tartışılacak ve
Genie projesini uygulamaya çalışan sadist kişiliğin uygulama araçlarından biri olarak
iktidar konusuna değinilecek, son olarak ise kadın bedeni Erika’nın ve annesinin beden
algısı üzerinden yıkıcılığın ve eril düzenin yok edici alanı olarak Antik Çağ’ın kadın ve
beden algısıyla ilişkilendirilerek Elfriede Jelinek’in bu eserinde kadın, beden ve eril
düzen ekseninde tartıştığı noktalara vurgu yapılacaktır.
Annenin Erika üzerinde gerçekleştirmeye çalıştığı Genie projesini
anlamlandırabilmek adına öncelikle Viyana’ya göz atmak doğru bir yaklaşım olacaktır.
Viyana, birçok müzik dahisine ev sahipliği yapması nedeniyle müzik başkenti
misyonunu üstlenmiş bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Viyana’nın müzik alanındaki bu
tarihi arka planı Viyanalılarda bir anlamda baskı kuruyor. Ebeveynler, kendileri
müzikten hiç anlamasalar da çocuklarını Viyana’nın müzik mirasında pay sahibi
yapmak için kendi istekleri doğrultusunda müzik eğitimine zorluyorlar. Erika’nın annesi
de Viyana’nın müzik misyonunu kendine rehber edinmiş, müzikten hiç anlamadığı
halde kızını müziğe yönlendiren ve bu yönlendiriş neticesinde bir Genie yaratmayı,
Viyana’ya bir Genie daha armağan etmeyi planlayan bir karakter olarak karşımıza
çıkmakta. Fakat Genie yaratma ideali doğrultusunda psikolojik baskı ve iktidar
mekanizmalarını kullanan anne büyük bir paradoks ortaya koymuş oluyor; iktidar
karşısında boyun eğdirilen ve psikolojik baskı ortamında yetiştirilen bir çocuğun, yani
özgün olma ve bir şeyler yaratma becerisi tamamen elinden alınmış, varoluş alanı
bırakılmamış bir çocuğun özgün olma ve yaratıcılıkla var olabilen Genie’ye ulaşması
bekleniyor anne tarafından. Anne, Erika’yı Genie olarak yetiştirmeye çalışırken bu
uğurda Erika’yı çevresinden izole etmeyi, cinsel kimliğini sıfırlamayı ve sürekli
denetlemeyi yöntem ediniyor kendine. Bu şekilde bir Genie yaratmayı başaramayınca
da bu durumun suçunu Erika’nın başkalarıyla gereğinden fazla sosyal ilişki kurmasında,
kendisini tamamen annesine bırakmamasında buluyor. Annenin bu gerekçesi
74
gerçeklikle hiç uyuşmuyor; çünkü Erika’nın sosyal ilişkileri annenin kurduğu düzen
gereği hemen hemen hiç yok.
Genie projesi annenin en büyük arzusu; fakat bu arzu Erika’nın müzik profesörü
olmakla yetinmek zorunda kalmasıyla son buluyor. Genie yaratma arzusu dışında
arzuları da var annenin; örneğin Erika’nın kazandığı paraları biriktirerek ev alma
arzusu,9 ölene kadar yalnız kalmama arzusu, Erika’yı sonuna kadar denetleme arzusu…
Bütün bunlar annenin arzuları; annenin arzuları karşısında Erika’nın arzularının,
isteklerinin şansı yok ve onlar anne tarafından ezilmeye mahkum. Anne bu özelliğiyle
Alfred Adler’in işaret ettiği ‘Kuşkusuz her anne çocuğunun kendisinin bir parçası
olduğu duygusunu abartabilir ve onu kendi kişisel üstünlük hedefinin hizmetine
girmeye zorlayabilir.’10 tespitini kanıtlıyor. Anne kesinlikle ‘kişisel üstünlük hedefi’
doğrultusunda önce bir Genie yaratmayı, ardından da hep kendi arzularını ve kurallarını
gerçekleştirmeyi hedefliyor. Bunun için de ‘çocuğu tümüyle kendine bağımlı kılmayı ve
daima kendine bağımlı kalması için yaşamını denetlemeyi’ 11 kendine annelik vazifesi ve
yöntemi olarak görüyor.
Eğitim bilimcilerden Gordon’a göre annenin benimsediği bu otorite ve denetim
odaklı çocuk eğitimi çocukta ‘sorumluluk duygusunun kaybolması’na 12 neden olur.
Sorumluluk duygusunun kaybolması aynı zamanda yaptıklarının sorumluluğunu
hissetmeme ve dolayısıyla kendini denetlememeyi de beraberinde getirir. Gordon
denetim ve güç kullanımının ağır bedelini şu şekilde açıklar: ‘Bu bedel çocuklarının ve
öğrencilerinin yetişkinlerin kabul edemeyecekleri ve psikiyatrların sağlıksız olarak
adlandırdıkları kişisel özellikler ve alışkanlıklar edinmeleridir.’ 13 Peki bu yönteme
maruz kalan Erika’nın ödediği bedel ne oldu? Bu bedelin yol açtığı psikolojik sorunu
ortaya koymak adına eserin başında yer alan yıkıcı olayı ele almak gerekir. Annesinden
gizli, beğendiği ve satın aldığı elbiseyi notaların bulunduğu çanta içerisinde annesi
görmeden gardıroba sokmaya çalışan Erika’nın eve fırtına gibi girmesiyle başlar olay.
Erika’nın o gün de her hareketini gözleyen, gözetleyen, araştıran yasa koyucu karşısında
hiç şansı olmaz ve elinden zorla çekilen çantadan yeni alınan elbisenin çıkmasıyla
şiddet başlar. Bu olay annenin elbiseyi kesmesi ve Erika’nın da annenin saçlarını
yolması, ardından derin vicdan azabı çekmesiyle kapanır. 14 Önce annenin elbiseyi
parçalaması, ardından Erika’nın annenin saçlarını yolması yıkıcılığın ilk işareti olarak
karşımıza çıkmakta. Bu yıkıcılığın ve yok ediciliğin izleri romanın ilerleyen
kısımlarında da yoğun bir şekilde görülüyor: Erika’nın lisede bir başka kız öğrenciyi
güzel elbiselere sahip olduğu için annesinin de gözüne girmek amacıyla elbiselerin
kaynağının bir adamdan geldiğini söyleyerek kızı liseden attırması, Erika’ya aşık olan
Walter Klemmer’le konuşan bir kız öğrencinin montunun cebine cam kırıkları
9
“Ein Häuschen soll es sein, für die Damen Kohut ganz allein. Wer plant, gewinnt. wer vorsorgt, hat in
der Not. Die Mutter wird bis dahin an die hundert sein aber sicher noch rüstig.” Elfriede Jelinek: Die
Klavierspielerin. Rowohlt Verlag. 1989. s. 34. (Alıntılar aksi belirtilmedikçe tarafımızca çevrilmiştir.
N.N.Ö. - M.K.)
10
Alfred Adler: Yaşamın Anlamı. Payel Yayınları. Birinci Basım. 2003. İstanbul. s. 105.
11
a.g.e. s. 106.
12
Thomas Gordon: Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? Sistem Yayıncılık. 2007. İstanbul. s. 86.
13
a.g.e. s. 86.
14
“Alles, was Erika gegen die Mutter unternimmt, tut ihr sehr schnell leid, weil sie ihre Mutti liebhat, die
sie schon seit frühester Kindheit kennt.” Elfriede Jelinek: Die Klavierspielerin. Rowohlt Verlag. 1989.
s. 10.
75
doldurarak kızın elini kesikler içinde bırakması, Erika ve annesinin güzellikleri
nedeniyle kopardıkları çiçekler… 15
Bütün bu yıkıcılık, yok edicilik ve şiddetin kaynağı Gordon’un bahsettiği
kontrolcü ve otoriter yetiştirme tarzının neden olduğu psikolojik hasarlar. Bu konuda
Erich Fromm yıkıcılığın kökeni olarak hiçlik duygusuna sahip olan bireyin yok ederek
bu duygudan kaçınmasını gösterir: ‘Eğer insan hiçbir şey yaratamıyorsa ya da hiç
kimsede duygu uyandıramıyorsa, topyekün özseverliğin ve yalıtılmışlığın hapishanesini
yıkıp dışarı çıkamıyorsa dayanılmaz bir duygu olan dürümsel güçsüzlük ve hiçlik
duygusundan ancak yaşamı yok etme eyleminde kendisini kanıtlayarak kaçabilir’.16
Hem Erika’da hem de annesinde ‘hiçbir şey yaratamamadan kaynaklanan yok
etme eylemi bizi sadizme götürüyor. Fromm tarafından ‘bir başka insan üzerinde
mutlak ve kısıtlanmamış güç tutkusu’17 olarak tanımlanan sadizm öncelikle anne
karakterinde vücut bulmaktadır. Sadizme ayrıntılı olarak geçmeden önce sadizmin
iktidar yoluyla anne tarafından nasıl kurgulandığına baktığımızda her yerde gözü kulağı
olan otoriter, iktidar sahibi annenin Erika’ya yaşam alanı bırakmadığını görüyoruz.
Çocukların sırlarının olamayacağı düşüncesiyle Erika’nın odasının anahtarları yoktur.
Odası olarak adlandırılan odada yatamaz zaten; annesiyle aynı odayı, dahası aynı yatağı
paylaşırlar ve yatakta Erika’nın kendi bedenine dokunma olasılığı da ellerinin yorganın
üzerinde olması kuralıyla anne tarafından ortadan kaldırılmıştır. Annenin iktidarı her
şekilde hüküm sürmektedir. Anne Erika’yı kendi malı olarak görür; bu durumda kendisi
de sahip konumundadır ve sahibin asla kontrolü elden bırakmaması gerektiğini düşünür.
Sahip konumunda olan ve iktidarını korumak isteyen anne bunu yaparken her
yerde gözü kulağı varmış gibi davranır ve Erika’yı aslında hep gözler. Gözlemek,
gözetlemek iktidarın yerini korumasını ve dolayısıyla iktidarın devamlılığını sağlayan
bir yöntem olarak tıpkı Panoptikon18 gibi kullanılır. Nasıl Panoptikon, hapishane
ortasında bütün mahkumların hücrelerini gözetleme imkanı tanıyan fakat gözetleme
kulesinin içinin mahkumlar tarafından görülmesine imkan vermeyen şekilde tasarlanan
ve bu yapısıyla mahkumların her zaman izlendikleri hissine kapılmalarına yol açan bir
iktidar dinamiğiyse Erika’nın annesinin gözetlemesi de iktidarın yerini koruyucu ve
varlığını korkutarak devam ettirici bir işlev taşımaktadır. Psikolojik bir baskı ve ceza
yöntemidir aslında Panoptikon, tıpkı Erika’nın annesinin izlediği yöntem gibi: Bir
kontrol ve denetleme yöntemi. Tam da bu kontrol ve denetleme arzusundan Fromm’un
sadist karakter özelliğine geçmekte fayda var:
Sadist karakterli bir kişiye göre, her canlı varlık nesne haline gelebilir. Daha doğru
söylemek gerekirse, canlı varlıklar, yaşayan, çırpınan, kıpırdayan denetim nesnelerine
dönüştürülebilir. Her türlü tepkileri, kendilerini denetleyen kişi tarafından
dayatılabilir.
Sadist, yaşamın efendisi
olmak ister; bu nedenle de kurbanındaki yaşam niteliğinin
korunması gerekir (Fromm 1995: 36).
15
“Hier und dort wagen sich Frühlingsblumen hervor, sie werden von Mutter und Tochter abgepflückt
und eingesackt… Vorwitz wird bestraft, dafür steht Frau Kohut senior gerade.” Elfriede Jelinek: Die
Klavierspielerin. Rowohlt Verlag. 1989. s. 34.
16
Erich Fromm: İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri II. Payel Yayınları. İkinci Basım. 1995. İstanbul. s. 129.
17
a.g.e. s. 130.
18
Abdurrahman Saygılı: "Mikro-İktidarın Bir Fiziği: Hapishane". Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi. (2004): Cilt: 53. Sayı: 2. s. 177-196. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/278/2514.pdf (10.
06. 2011)
76
Anne de Erika’yı denetlenebilen bir nesne olarak, sahibi olduğu bir 'mal' olarak
görmekte ve iktidar mekanizmalarını kullanmaktadır. Annenin şüphe götürmez sadist
kişiliğinin Erika’daki yansımasına bakacak olduğumuzda, Fromm’un belirttiği sadist bir
kişi tarafından yetiştirilen bireyde ruhsal kıtlık oluşması sonucu yeni bir sadist kişiliğin
yaratılması durumunu görmekteyiz. Hiçbir şey yaratamayan, kendini gerçekleştirememiş bir birey olan ve hiçlik duygusundan kaçınmak adına var olma gücünü
sadizmden alan, güçlü bir sadist kişiliğe sahip olan anne, korku ortamı içinde
yetiştirdiği kızını da sadist-mazoşist kişiliğe itmiştir. Sado-mazoşizmin izlerini
Erika’nın kendi bedenine uyguladığı kesme, jiletleme, yara açma yöntemlerinde açıkça
görmekteyiz.
Erika’nın bedenine verdiği zarara gelmişken öncelikle eserdeki kadın ve erkek
bedenine dair tespitlere eğilmek gerekir. Erika’nın çocukluğunun aktarıldığı satırlarda
dikkatini hep erkek çocuklara veren, onları izleyen bir kız çocuğu ile karşılaşırız.
Kendisine yasaklanan erkek ve erkek bedeni – bu yasaklamanın nedeni sadist annenin
sadistlerin bir kişilik özelliği olarak gözlenen yenilikten korkma ve kurbanını elden
kaçırmama isteğidir. Bir sadist her zaman kendisini bütünleyen kurbanına muhtaçtır,
aksi takdirde hiçlik duygusundan kaçış şansını ve iktidarını uygulama, böylece var olma
alanını kaybeder.19 Erika’da adeta bir arzu nesnesi haline dönüşmüştür. Bunu en çok
tıpta okuyan kuzenin Erika, anne ve büyükanneyi ziyarete gelişini aktaran satırlarda
izleyebiliyoruz. Bu ziyaret esnasında anlatıcı tarafından yapılan tespitler kadın ve erkek
bedeni arasındaki farklılığın yorumlanışı açısından da ilginç. Öncelikle yaz tatili
esnasında dinlenip hayatın tadını çıkaran kuzenle evde sürekli piyano çalışması, ciddi
olması gereken Erika tezatlığı göze çarpıyor. Burada göze çarpan bir diğer nokta da hep
dışarıda olan kuzenle hep evde olan Erika. Kadın ve erkeğin bu konumunun Antik çağa
değin uzandığını Sennet’in Ten ve Taş adlı eserinden öğreniyoruz.
Yunanlıların insan vücudu anlayışı, farklı sıcaklıklara sahip vücutlar için farklı haklar ve
farklı kent mekanlarını beraberinde getiriyordu. Bu farklar en bariz
biçimde cinsiyet
ayrımında görülür, çünkü kadınların erkeklerin daha soğuk
versiyonları
oldukları
düşünülüyordu. Kadınlar şehirde çıplak olarak boy gösteremiyorlardı; üstelik sanki ışıksız
iç mekanlar onların fizyolojilerine açık güneşli alanlardan daha uygunmuş gibi çoğunlukla
ev içlerine kapanıyorlardı. (Sennett 2001: 26)
Erika’nın mekanı da işinin dışında hep evi; yani Erika da evin içine kapatılmış bir kadın
hem de bir diğer kadın olan annesi tarafından. Eril düzenin sözcüsü olan anne, Antik
dönemden beri kadına biçilen iç mekan konumunu kızına da uygulamaktadır. Kuzenin
ziyaretiyle ilgili bölüme tekrar dönüldüğünde kuzenin üzerine yapışan ve tamamen
hatlarını belli eden slip mayo içinde bedeninin teşhiri, Antik çağda Yunanlıların özgür
yurttaşların çıplaklığına verilen önemi çağrıştırmakta. 'Antik dönem Atinalılarına göre
kişinin kendini teşhir etmesi bir yurttaş olarak sahip olduğu vakarın onaylanması
demektir.'20
Atina’nın bu çıplak beden imgesine yüklediği gibi, bu romanda da erkekler –
Klemmer ve kuzen – sportif faaliyetlerle birlikte anılmakta, bedenlerini istedikleri gibi
kullanmakta ve bu özellikleriyle Atina’nın özgür erkeklerine benzemektedirler. Anne ve
büyükannenin kuzene karşı tutumunun hayranlık ve onaylamadan ibaret olması Antik
19
20
a.g.e. s. 37.
a.g.e. s. 26.
77
Atina’da olduğu gibi modern eril düzende de erkek bedeninin özgürlüğünün
benimsendiğini gösterir. Peki bütün gün dışarıda kuzeninin diğer kızlarla seslerini,
geçirdikleri eğlenceli vakitlerini dinleyerek evde piyano çalışan Erika’nın slip mayodan,
yani kuzeninin cinsel organından gözlerini ayıramayan, bu erkek bedenini arzulayan
Erika’nın bedeni de kuzeni ve Klemmer gibi özgür mü ve bu bedenini onlar gibi
rahatlıkla sergileyebiliyor mu? Erika’nın durumu Antik dönemdeki kadınlardan pek
farklı değil; Antik Yunanda kadınlar şehirde çıplak boy gösteremiyorlardı, yani erkekler
gibi bedenlerini gurur duyarak çıplak bırakamıyorlardı ve 'evde dizlere kadar uzanan
ince malzemelerden tunikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan kaba, mat
kumaştan tunikler giyiyorlardı.'21; diğer bir ifadeyle bedenlerini örtüyorlardı. Erika’nın
annesi tarafından belirlenen kıyafetleri de Erika’yı silikleştiren ve cinsiyetini örten, onu
görünmez kılan kıyafetler. Erika romandaki diğer erkek karakterler gibi bedenine sahip
olabilen bir karakter değil; bu nedenle de bedenine yabancı. Erika’nın annesinin ve
büyükannesinin eril bakış açısını yansıtan ve ironik bir şekilde anlatıcı tarafından
aktarılan ‘erkeğin eve hayat getirdiğinden’ bahsedilmesi eve hayat getiren erkeğin
karşısına evdeki hayatı götüren, ciddi, can sıkıcı bir hale büründüren eril kadınları
koymakta aslında. Anlatıcı bu tavrı bir adım daha ileri taşıyarak erkek cinsel organının
dışa doğru olmasıyla hayatta dışa dönük bir role sahip olma arasında paralellik kuruyor.
Cinsel organının yapısından ötürü hayatta aktif rol üstlenmeyi hak eden erkek karşısında
yine cinsel organının yapısı nedeniyle hayatta içe dönük, kapalı, örtük bir rol üstlenmeyi
hak eden kadın bulunuyor. Anlatıcının bu ironik ve provakatif aktarımlarının arka
planında Jelinek aslında Antik çağdan bu yana kadına ve kadın bedenine yüklenen
kodların modern dönemde de bir değişime uğramadığını, kadınların eril düzenin
sözcülüğünü yapan ve kendilerinin yakınında bulunan diğer kadınlar tarafından
cinsiyetsiz ve görünmez kılındığını, bedensizleştirildiklerini vurguluyor. Bu tutumun
ağır sonuçlarını Erika’da açıka görüyoruz: Erika’nın varoluşunu gerçekleştirebilmek
adına, hiç giymeyeceği ve alırken bile denemediği elbiselere sahip olma tutkusunun
dışında en önemli varoluş alanını “anschauen” oluşturmakta; bu seyrediş röntgenciliğe
doğru giden bir saplantı aynı zamanda. Gittiği seks shoplarda kendini teşhir eden
kadınları büyük bir açlıkla izlerken görüyoruz sözgelimi onu. Kendi sahip olamadığı
bedeni kadın bedenini ve kadın bedeninin cinsel haz alışını seyretmek için gidiyor
oraya. Bu bir anlamda da başka kadınlar üzerinden kendi kadın benliğini, bedenini
algılama, hissetme dürtüsü. Porno filmleri, ormanda sevişen çiftleri büyük bir tutkuyla
ve açlıkla seyrediyor Erika. Erika’nın kendi bedenine duyduğu açlık ve yasaklanmışlık
bedenine zarar verme yoluyla bastırılmaya çalışılıyor. Modernist eril anne rolünün etkisi
sonucu kendisini o kadar aşağılık görüyor ki aslında hiçbir kadının istemeyeceği
tecavüzü ister, hatta onu arzular hale geliyor.
Hiçbir şey yaratamadığı ve kendisi de eril düzenin önce kurbanı sonra temsilcisi
olan, bu hiçlik duygusundan kurtulmak ve kendi üstünlük hedefini gerçekleştirmek
adına Genie yaratmayı hedefleyen, bu hedefi gerçekleştirmek için modernist eril
düzenin iktidar ve kontrol mekanizmalarını kullanan ve sadist bir kişiliğe sahip olan bir
anne; bu annenin bitmeyen arzuları, anne kız ilişkisinde arzuların çatışması sonucu
ortaya çıkan şiddet ve yıkıcılık ve bütün bunların ötesinde anne tarafından silikleştirilen,
görünmez kılınan ve niteliksizleştirilen Erika ve onun yok edilen bedeni… Annesi
tarafından toplumdan koparılan ve erkeklere karşı korunan Erika zevk alamadığı,
21
a.g.e. s. 27.
78
arzularını gerçekleştiremediği bedenini sadece zarar verme, acı çektirme yoluyla
kullanabiliyor. Sahip olamadığı kadınlığını da klitorisini keserek yaralıyor. Bedenine
yara açma, acı yoluyla hazza ulaşma, hissetme yöntemleri anne tarafından uygulanan
otoriter yönetimin bir kadın ruhunda ve bedeninde ne denli ağır kişilik bozukluğuna ve
psikolojik hasara yol açtığı, tecavüz gibi bir eylemi bile nasıl arzulanası bir şey haline
getirdiği, bir annenin soyut anlamda da olsa nasıl kızının katili olabileceği, kendini
gerçekleştirmesine izin verilmeyen bir kadının varoluş acısının yıkıcılığa ve şiddete
nasıl dönüştüğü Erika Kohut’un yaşamı üzerinden bütün rahatsız edici anlatımlarıyla
verilirken annelik ve annenin yarattığı kadın imgesi de bütün çarpıcılığıyla işleniyor.
Jelinek modernist eril rollerin bireyin çöküşünü gerçekleştirme biçimlerini hükmeden –
cezalandırıcı anne ve kurban kızı ekseninde sunarak aslında şiddetli bir yok edici eril
düzen eleştirisi yapıyor.
Şebnem İşigüzel'in Kirpiklerimin Gölgesi adlı romanı ise küçük bir kızın 'Annemi
öldürdüm' cümlesi ile başlıyor ve onun annesini öldürmeden önce yaşadıklarını okura
anlatması ile devam ediyor. Uğradığı tecavüzleri, yaşadığı tacizleri, para karşılığı
satılmasını, annesi ile ilgili düşüncelerini, iç dünyasını, dış dünyaya karşı kendini
savunmak adına kafasında yaşattıklarını, bedeni ile ilgili hissettiklerini, ona yaşatılanları
ve her şeye rağmen umudunu.
Marmara bölgesinde orman kenarındaki bir kulübede yaşayan ve henüz on bir
yaşında olan küçük bir kızın hikayesi bu. İçinde bulunduğu dünyayı oluşturan
yetişkinler arasında kendisine tecavüz eden ağabey, okulda onu taciz eden hademe,
bunu görmezden gelen okul müdürü, bunların hiç birini umursamayıp nihayetinde kızını
satan bir anne ve onu satın alıp fuhuşa zorlayan, türlü işkencelere maruz bırakan bekçi
amca yer alıyor. Romanda yer alan diğer 'kötü' yetişkinlerden biri de bekçinin acımasız
suç ortağı ablası ve İstanbul’da fuhuş yaptırıldığı eve gelen jiletli adamdır.
Küçük kızın anne, ağabey ve büyükanneden oluşan ailesinde iktidar sahibi olan
tek kişi annesidir. Annesinin her şeyi görmezden gelmesi sonucu ağabeyi de aile içinde
istediği serbest hareket alanını yaratabiliyor, kendi kurallarını koyabiliyor. Henüz bir
çocuk olduğundan dolayı zaten bu yetişkinlere karşı koyamayan küçük kız romanın pek
çok yerinde bu acizliğinin farkında olarak bunu dile getiriyor. Özellikle kendi bedenine
yapılanlar karşısında hep çocuk olmanın verdiği zayıflıktan bahsederek aczini
vurguluyor. Kimi zaman da kafasında çocuk ile yetişkinler arasındaki ilişkiye dair
çelişkileri irdeliyor ama anlam veremiyor: 'O kadar yaşlı bir adamın çocukları o biçimde
sevmesi doğru olmamalıydı. Utanıyordum.'22
Yazarın Hanene Ay Doğacak ve Öykümü Kim Anlatacak adlı öykü kitaplarında
yer alan karakterlerde olduğu üzere bu kitabında da küçük kızın bir ismi yok. O isimsiz,
bedensiz, silik bir nesne sadece. Kendi bedenine ve beden imgesine dışarıdan
bakabiliyor yalnızca. Bu bakış ile gördüğü ve bilincinde olduğu tek şey de kendisinin
yalnızca çaresiz ve küçük bir kız çocuğu olduğudur. Hademe onu tekneye götürüp taciz
ettiğinde, doktora yaşadığı her şeyi anlatmaya karar verdiğinde, otele gelen yaşlı
kadının kendi çocukluğunda yaşadıklarını anlatması üzerine de kendisinin yalnızca
savunmasız bir çocuk olduğu gerçeğini kabul ediyor. Annesini öldürdükten sonra ise
22
Şebnem İşigüzel: Kirpiklerimin Gölgesi. İletişim Yayınları. İkinci Baskı. 2010. İstanbul. s. 103.
79
çocukluğun verdiği çaresizliğini öne çıkartıp aslında yaptığını da bir nevi
gerekçelendirip buna dayandırıyor.
Romanın başkahramanı olan küçük kız yaşıyor ama adeta cansız. Var ve yok arası
bir varlık. Hem çocuk oluşundan, hem de güçsüz oluşundan dolayı hiçbir zaman kendi
bedenine sahip çıkamıyor. Bunu kendisi de iç dünyasındaki hesaplaşmalarında da dile
getiriyor. Kaldığı otelde bir komi tarafından tecavüze uğrayan 'yarım akıllı' erkek
çocuğunun yaşadıklarını da kendi durumuna, yani bedenine sahip çıkamayışına
benzetiyor: 'Onun da benim gibi olduğunu düşündüm. Bedenine sahip çıkamıyordu.'23
Bedeni ve çocukluğu hakkında hep 'diğerlerinin' söz söyleme hakkı var, onlar
kararlar alıp uyguluyor ve küçük kız bu süreçte yalnızca bir nesne olarak yer alıyor.
Çocukluk denen şeyi aslında güzel olarak görüyor ama kötülük yapan 'diğerlerinin' de
farkında ancak elinden bir şey gelmiyor. Belki çaresizliğinin ve 'bedenine'
uygulananlarla başa çıkamayacağının bilincinde olduğundan onun dile getirdiği zaten
fiziksel acılardan ziyade ruhunun çektiği acılar oluyor. Dayak değil de daha derinlerde
iz bırakanlar bunlar. Kendini, zaten kendine ait olmayan 'bedeni'nden soyutlayıp,
'diğerlerinin' ulaşamayacağı iç dünyasına kaçarak, hayata dair umutlarını orada
yeşerttiğini gösteriyor çoğu yerde okura.
Bedeni ile ruhunu ayrı tutabildiği vakit hem ruhunu yetişkinlerden gizli tutup
koruyabiliyor hem de buradan güç alıyor bir şekilde. Bedeni kendisine o kadar yabancı
ki. Bir keresinde otel odasında, yasak olduğu halde yatağa uzanması sonucu otel sahibi
onu yakalıyor ve yataktaki vücut izini gösteriyor. Kendini o kadar 'yok' farz ediyor, ya
da ettiriliyor ki, daha önce bedeninin farkında değilmiş gibi yatağın üzerinde iz bırakmış
olması karşısında şaşırıyor. İstanbul’da götürüldüğü evde de yaşadığı o kanlı ve
korkunç geceden sonra vücudundaki kesiklerin kanaması ile yatağa bedeninin izi
çıkması sonucu yine kendi bedenini dışarıdan algılıyor.
Bu 'diğerleri' tarafından kadına ve onun bedenine dair konulan normlar ve onun da
bir kız çocuğu olarak varlığının bu normlarla öldürülüyor, yok ediliyor olmasına en
çarpıcı örnek ağabeyinin 'namus' ve 'kötülük' anlayışı ve kız kardeşine bu anlayış
dahilinde yaptıklarıdır şüphesiz. Kitabın başlarında kız kardeşine ilk kez tecavüz etmesi
ile 'O kötü şey ilk defa o gece oldu'24, annesinin ağabeyinin arkasından bağırarak ona
kızması 'Piç kurusu! Sakın ona o fena şeyi yapma! Satacağım ben onu!'25 ve kitabın
ilerleyen bölümlerinde de ağabeyinin, kendi kafasında var olan namus anlayışına göre
yaptığı 'kötülüğü' artık yeni bir yöntem ile zararsız hale getiriyor oluşu: 'Niye
düşünemedim? Bok deliğin senin namusun değil ki!'26 bunun en çarpıcı örneğidir
aslında. Anne ağabeye kızıyor ve küçük kıza bir zarar vermemesi için onu uyarıyor,
ama bunu da sadece kızını bir mal olarak görmesinden ve onun üzerinden para
kazanacak olmasından dolayı yapıyor. Onun dışında kızın anne için herhangi bir değeri
yok.
Yazar kitapta birbirinden farklı kadın imgeleri çiziyor okura. Küçük kızın annesi,
arkadaşının annesi Füsun Teyze, büyükanne, yaşlı bekçinin kız kardeşi gibi. Bunlar
23
Şebnem İşigüzel: Kirpiklerimin Gölgesi. İletişim Yayınları. İkinci Baskı. 2010. İstanbul. s. 130.
Şebnem İşigüzel: Kirpiklerimin Gölgesi. İletişim Yayınları. İkinci Baskı. 2010. İstanbul. s. 24.
25
a.g.e. s. 25.
26
a.g.e. s. 41.
24
80
arasında yer alan anne da bir tipe bürünerek çıkıyor okurun karşısına aslında. Kendi
dişil kimliği olmayan, eril özelliklere sahip bir anne tipi bu. Erkek gibi oturan, sigarasını
öyle içen, çocuğunun yaşadığı her şeye göz yuman, oğlundan taraf olan, oğlunun kendi
annesini dövmesine göz yuman, umursamayan ve ona zaten kendi çıkarları
doğrultusunda davranarak kullanan, döven, pazarlığını yapıp satan ve para kazanan,
acımasız bir anne imgesi bu. Küçük kızın yaşadığı her şeyde aslında tek belirleyici
etken burada anne. Tunç’un da söylediği üzere 'Anne-evlat ilişkisi bir tür iktidar
mücadelesidir. Evlat, varoluşuna sahip çıkmak, bağımsızlığını ilan etmek; anne,
evladının hayatında en önemli kişi olmak, onun hayatı üzerinde söz sahibi olmak
kavgasını verirler'. 27 Buradaki anne de bu iktidarın, gücün ve otoritenin tek
temsilcisidir. Bu gücünü ara sıra oğluna da hareket alanı yaratarak paylaşıyor ama onun
dışında tamamen kendi elinde tutuyor Ancak onun tek kaygısı kızının hayatındaki
önemli kişi olmaktan ziyade onun üzerinden kâr edecek olan tek kişi olma kaygısıdır.
Küçük kız roman boyunca annesi ile ilgili kendi iç dünyasında yaşadığı
hesaplaşmaları, ondan beklentilerini, niye böyle davrandığını anlama çabalarını yine bir
çocuğun bakışı ve onun kelimeleri ile dile getiriliyor. Başından onca şey geçip, annesi
tarafından bir 'mal' gibi satılmasından sonra, fuhuş yaptırılmak üzere İstanbul’a
gönderilmeden önce annesinin onu ilk kez yıkaması karşısında hissettiklerini geçiriyor
kafasından. Annesi onu hiç çıplak görmemiş ve ona hiç dokunmamıştı o ana kadar.
Ama bunu yapma nedenini de hemen fark ediyor küçük kız zaten: Annesi onu sattığı
adam için hazırlamaktadır aslında. Ona otelin banyosunda ağda yaptıktan sonra 'Yıkan!'
diyerek yine yalnız bırakıyor. Küçük kız o an banyoda bir çocuğun naifliğiyle tüm
yaşadıklarından kurtulmak amacı ile yıkıyor küçük 'bedenini':
Herkesin oyuncağı olan, herkesin kötü davrandığı, aslında bana ait vücudumu yıkamıştım.
Kendisinden büyüklere karşı koyamayan, direnemeyen vücudumu. Güçsüz, çelimsiz, küçük
vücudumu köpük köpük yıkamıştım. Bana dokunan ellerin, dillerin izi kalmamıştı
vücudumda. Kapanmayan yaralar, kaynamayan kırıklar, şifa bulmayan çıbanlar gibi
(İşigüzel 2010: 109)
Kimi zaman da bedenine yapılanlardan kurtulmak için çocukça çareler düşünüyor.
İntihar etme planları yapıyor ve denemelerinde başarısız olduktan sonra sadece bu
dünyadan 'Yok olup gitmek'28 istiyor.
Annesini öldürdükten sonra 'Ama beni dünyaya getiren kadını öldürmüştüm.
Dolayısıyla kaybetmiştim'29 diyerek aslında annesinin ölmüş olmasını bir kayıp olarak
görüyor, bu da onun içinde bir yerlerde yine de annesine değer verdiğinin göstergesidir.
Annesinin ona hiçbir zaman değer vermeyişini bebeklik dönemine kadar götürüyor
küçük kız. Kendisi bebekken bir ayı tarafından ormana doğru kaçırılışını hatırladığı
vakit de yine annesinin olanları yalnızca izlediğini hatırlıyor ve çocuk aklı ile bunu
anlamlandırmaya çalışıyor. Ancak annesinin ona yaptıklarını bir türlü anlayamıyor.
Yine de kendisi için çelişkili bir durum da olsa annesini kutsal ve yüce bir yerde
konumlandırıyor, onu seviyor. Sevdiği annesinin onu bekçinin köşkünden alıp yolda
27
Ayfer Tunç: "Evlat Olmaktan Hareketle Annelik". Harflere Bölünmüş Zaman. Edebiyat Haritasında
Gezintiler. E-Kitap. 2007, s. 19.
http://www.ekitapcim.net/ekitapOku.aspx?id=893&kitapAdi=Harflere%20B%C
3%B%C3%BCnm%%BC%C5%9F%20Zaman&kid=16&kategoriAdi=Roman (10. 03. 2011)
28
a.g.e. s. 128.
29
a.g.e. s. 13.
81
yürürken sorguya çekmesinin asıl amacının, annesinin alacağı para için bekçi ile
tartışma hazırlığı içinde olmasının bile farkında olmadan onu hala seviyor ve annesinin
ona ilk kez bir şeyler soruyor olmasını önemsiyor. Kimi zaman onu da anlamaya
çalışıyor. Annesinin de çocukken benzer şeyleri yaşamış olma ihtimalinin olup
olmadığını sorguluyor kendi içinde. Yani ne olursa olsun annesini o 'kötü' yere
koymamak için elinden geleni yapıyor.
Annesinin bütün yaptıklarını küçük kız çoğu zaman hiç yargılamıyor. Annesi
onun için neredeyse kutsal bir imge. Tunç da (2007: 18) 'Annelik' kavramı ile ilgili şunu
ifade eder:
Özellikle Doğu kültüründe kendisine kutsal bir konum addedilen 'Annelik' bir kutsiyet
yatağına uzanmış, masumiyet halesi ile çevrelenmiş. 'Ondan' doğmuş olmanın 'dayanılmaz
ağırlığı'; bu figür ya da kavramla ya da bizzat annemiz ile kafa kafaya gelmemiz halinde,
tuhaf bir suçluluk duygusu yaratıyor. (Tunç 2010: 18)
Ne olursa olsun anne her zaman gücü elinde tutandır. Anneye çabuk kızılır, suçlanır
ama bir o kadar da hızlı affedilir. Küçük kız da bu klişe düşünceler ışığında,
öğretilmişlikler bağlamında annesine kin tutmuyor, ondan nefret etmiyor. Hatta kimi
zaman suçluluk duygusunu taşımasına ve hissetmesine ramak kalıyor. Bu da annenin
çocuğunu doğurup dünyaya getirdiği andan itibaren elinde tuttuğu güçten
kaynaklanıyor.
Küçük kız onu öldürürken bile bunu intikam amaçlı yapmadığını söylüyor.
Yaşadıkları karşısında ne annesini ne de toplumun diğer otoriter kurumları olan aile,
okul, polisi sorumlu tutabiliyor ne de yardımlarına başvurabiliyor. Küçük kız da zaten
tüm bunları yazarın dili aracılığı ile 'normalleştiriyor'. Her şeyin farkında olan herkes
sadece susuyor. Sadece yazar susmuyor, göz yummuyor bunlara. Tüm bu olaylardan
sonra bile romanın çoğu yerinde aslında içinde hep bir umut taşıyor ve bunu da
'hayalleri' ile canlı tutmaya çalışıyor. Hayallerinden ve o sığınıp saklandığı gizli
dünyasından bahsediyor. Henüz kitabın en başında dile getiriyor bunu: 'Böyle hayaller
kurmasam avunmam imkansızdı'. 30 Çoğu zaman annesinin bir gün kendisine de iyi
davranacağı hayalini kuruyor, onun neden kendisini sevmediğini anlamlandırmaya
çalışıyor, ama nihayetinde annesini vurma gücünü de hayallerinden aldığını itiraf
ediyor.
Annesinin onu satmasından sonra otele yaşlı bekçinin kız kardeşi geliyor. Onunla
İstanbul’a gönderilecek olmasından ötürü annesinin sahte bir içtenlikle söylediği 'Belki
okula orada devam edersin. Tatillerde gelirsin buraya. Bak seni çok sevmişler' sözleri
üzerine annesinin de onu sevme ihtimaline karşı yine umutlanıyor ve aslında annesinin
onu sevebileceği umudunu hiç yitirmiyor. Her ne kadar yatalak olan ninesi küçük kıza
'kadın' ve 'çocuk'ların kaderlerinin hep kötü olduğunu söyleyerek, bir kadın olarak tüm
bu kötülükleri, yaşananları, belki çaresizliğinden belki de ona şimdiye kadar
'öğretilenlerden' ötürü kadere bağlasa da, tüm bunlara karşı koymak yerine bir
kabullenmişliği dile getirse de küçük kız umudunu hiç yitirmiyor.
Tüm bu yaşananların geçtiği çevre olan 'orman' ve kenarındaki kulübe, romana
büyülü ve masalımsı bir hava veriyor. Ancak bu orman o büyülü masallarda olduğu
30
Şebnem İşigüzel: Kirpiklerimin Gölgesi. İletişim Yayınları. İkinci Baskı. 2010. İstanbul. s. 9.
82
üzere küçük kız için bir kurtarıcı göndermiyor. Ona yardım teklif eden doktor ile
öğretmenine güvenip açılacağı vakit, doktor, ağabeyinin tehditleri üzerine kasabadan
apar topar ayrılıp giderken, öğretmeni de bir araba kazasında yaşamını yitiriyor ve o
yine kendi dört duvarı içinde tek başına kalıyor. Orman imgesi romanda ayı imgesi ile
bağlantılı olarak okurun karşısına çıkıyor. Daha bebekliğinde bir ayı tarafından ormana
doğru kaçırılan kıza orman yıllar sonra bir ayının postunu 'verir', içinde barındırdığı dişi
ayı ile devamlılığını sağlar hatta annesini öldürdüğü silah bile ölü ayının içinden çıkar.
Romanda kelebek avcısı Phillip Wild’ın Batı kültüründe ayının önemini anlattığı
üzere, eski Türklerin şamanlık inançlarında da, ayı kutsal bir hayvandır. Ayı, orman
ruhlarının temsilcisi ve ormanın tanrısıdır. Ayı-tanrı'ya Kıpçak Türkleri 'Baba' derler ve
bir tabu olarak ormana girdiklerinde ayının adını anmazlar. Bazı Türk boyları gibi
Başkurt’lar da, atalarının ayı olduğuna ve ondan türediklerine inanırlar. 31 Ayı gücün,
aklın, saygının simgesidir. Şamanist’ler ayı postuna bürünerek ayının ruhuna sahip
olacaklarına inanırlar. Ayı’nın ormanın ruhunun bedenleşmiş şekli olduğuna inanılır.
Küçük kızın bir zamanlar orman korucusu olarak görev yapan babasının ölümü ile de
boş kalan koruyucu 'baba' figürü adeta ayı postunca yerine getiriliyor. Ayı postunun
içinde uyurken kendini güvende hissediyor.
Post, küçük kızın ayrılmaz bir parçasıdır artık. Geceleri onun içinde uyurken
soluklarını duyar adeta ve kendini ayının sıcak karnının içinde hisseder. Kimi zaman da
onunla özdeşleşir. Hatta onu kızdan alıp İstanbul’da satmayı planlayan avcı da bir trafik
kazası sonucu ölüyor ve postun tekrar kıza nasıl geri geldiği bir gizem olarak kalıyor.
Küçük kızın bu ayı postunun yanı sıra annesine hayranlık duyduğu arkadaşı Füsun’un
da bir ayısı vardır. 'Teddy Bear'. Ama bu ayının kendi konuştuklarını anlamadığını
düşünüyor, çünkü bu 'sevimli yumuşak' ayı Füsun’un ve ailesinin güzel dünyasına ait
bir ayıdır. Orman aynı zamanda içinde ölülerin ruhlarını ve hayaletleri barındıran
gizemli bir mekandır. Genç Rus kız, kelebek toplayan adam, ninenin kör kardeşi ve
öldürülen ayıların ruhları ormanda kimi zaman küçük kızın karşısına çıkıyorlar.
Okur tüm bu süreçte anlatılanların bir çocuğun hayal dünyasının ürünü mü yoksa
gerçeğin ta kendisinin olup olmadığında tereddüt ediyor. Bu tereddüt duygusu romanda
geçen diğer olaylarda da yaşatılıyor okura ve böylece bir an dahi olsun, tüm bunların
gerçek olmadığı, sadece bir masal olduğu duygusu ile okur rahatlatılıyor.
Yazar değindiği bu konuları işlerken, kullandığı dil ile de kadın bedenine ait
imgeleri yineliyor kitap boyunca ve şimdiye dek alışılmış olanın dışında, bedeni de ön
plana çıkartarak yazıyor. Bunlar örneklendiği vakit özellikle ilk başta 'saç' imgesi sık sık
karşısına çıkıyor okurun. 'Saç' imgesinin yanı sıra kaşlar, omuzlar, boyun, eller gibi
kadının bedenine ait diğer imgeler de içinde geçtikleri cümlelerdeki duyguları okura
aktarma amaçlı olarak dile getiriliyorlar. Taciz ve tecavüz olayları sırasında ayrıntılı
betimlemeler ile belki de şimdiye dek sakınılan şeyler de açık açık dile geliyor.
Daha önce de dile getirildiği üzere kadınların geçmişten bu yana mekanları olan
'ev'lerin içlerinde nelerin olup bittiğini bilmenin mümkün olmadığı toplumun içerisinde,
31
Altan Armutak: "Doğu ve Batı Mitolojilerinde Hayvan Motifi". İstanbul Üniversitesi Veteriner
Fakültesi Dergisi. Cilt: 28. Sayı: 2., s. 411-427.
http://www.journals.istanbul.edu.tr/iuvfd/article/view/1019021402 (14. 03. 2011)
83
dile getirilmeyen tüm bu gizli olaylar yazarın kaleminden, küçük kızın sözleri ile de
ortaya koyuluyor:
Her evde, bundan daha beter şeyler var. Ama evlerin dört duvarı var. Kapısı çatısı var.
Örtülen perdeleri var. İçeride olan bitenler duyulmuyor. Kızları, babaları, ağabeyleri,
dayıları, amcaları beceriyor. Bir dilim ekmeğe aileler kız çocuklarını koca koca adamlara
peşkeş çekiyor. Ama kimse duymuyor. (İşigüzel 2010: 216)
Kendi bedeninin, kafasının içerisine hapsedilen kadın, ister kız çocuğu, ister yetişkin
olsun bunu da dile getiriyor: 'Kafamızın içi bizim mağaramızdır, kuyumuzdur, bu
hayattaki mezarımız. Oraya bizden başkası giremez'. 32
Ancak yazar tüm bunları yazı yazma biçimi ve kullandığı kelimeler ile yaparken
hiçbir zaman üslubu ile okurun özellikle dikkatini çekmeye ya da onu provoke etmeye
çalışmıyor. Bunları sıradan, zaten hayatın içinde var olan şeyler gibi bir sakinlikle ve
yumuşak bir dil ile sunuyor okuruna. Yazdıkları her ne kadar şiddet içeren, okurda
derinlerde bir yerlere etki eden şeyler olsa da, ne duygu sömürüsü, ne de suiistimal
sezilmiyor. O sadece bir kadın yazar olarak söyleyeceklerini edebiyat aracılığı ile
söyleyip öylece bırakıyor.
Küçük kızın oteldeki bir odadan masal anlatma servisini araması ama kontörünün
yetmemesi üzerine masalın sonunu dinleyememesi gibi bu 'masal' da aslında sonu
gelemeyen ve ucu açık kalan bir masal olarak sürüp gidiyor. Yazar burada da diğer tüm
öykülerinde yaptığı üzere sonu açık tutarak, olayı bir neticeye vardırmıyor ve gerisini
düşünmeyi okuruna bırakıyor. Küçük kız annesini gerçek dünyada öldürüp kurtuldu mu
tekrar o eve dönmekten, yoksa hepsi onun çocuk zihninde yine hayal dünyasının bir
ürünü müydü? Yoksa ölümü getiren taraf aslında anne miydi? Tüm bu yaptıkları ile
küçük kızı öldüren anne. Ama maalesef romanın henüz başında yer alan 'Böyle hayaller
kurmasam avunmam imkansızdı' cümlesi içinde bulunduğu bağlamda okunduğunda tüm
bunların bir hayal olduğunu ve kurtuluşun da imkansız olduğunu daha en baştan okura
söylüyor gibi…
Şebnem İşigüzel eserini sonlandırırken başından beri sözü edilen anneyi öldürme
durumunun aslında gerçek olmadığını, kızın tekrar o korkunç yaşama devam etmek
üzere İstanbul’a gönderileceğini okurun yüzüne çarpıyor; yani kurtuluşun imkânsızlığı
durumu idrak ediliyor eserin son nefesinde. Elfriede Jelinek de aynı şekilde bir kurtuluş,
özgürlük, değişim, umut barındırmıyor eserinin sonunda: Erika her zaman gittiği yere,
eve dönüyor kendi bedeni olamayan bedeninde açtığı bıçak yarasıyla.
Sert bir üsluba sahip ‘o anlatıcısı’nı tercih eden Jelinek ve küçük kızın ağzından
yani ‘ben anlatıcısı’ kullanarak yazan İşigüzel bu tercihleriyle olayları daha çarpıcı
aktarıyorlar. Her iki kadın yazar da eril düzen tarafından ‘korunan’ kadının koruma
kisvesi altında nasıl yok edildiğini gözler önüne seriyorlar.
Eserlerdeki kurgulanan annelere baktığımızda Die Klavierspielerin'deki her
hareketiyle ve devinimiyle canlı olan annenin aksine Kirpiklerimin Gölgesi'nde adeta
32
Şebnem İşigüzel: Kirpiklerimin Gölgesi. İletişim Yayınları. İkinci Baskı. 2010. İstanbul. s. 156.
84
cansız, soyut, bu anlamda da ulaşılamayan bir anne görmekteyiz. Her iki annenin de
ismi eserde yok fakat İşigüzel’in eserindeki anne cismen de soyut.
Romanlardaki iki anne de kızlarını sadece birer nesne ve mal olarak görüyor.
Küçük kız bedeni ile annesine bir gelir kaynağı yaratırken ona yaşattığı maddi tatmin ile
annesinin işine yarıyor. Erika ise gelecekte müzik dünyasında bir dahi olması ve bunun
sonucu da annesine yaşatacağı manevi tatmin ile bir nevi mal oluyor yaşlı annesi için.
Her iki annenin kızlarının yaşantılarını belirliyor olmaları karşısında iki genç
kadının karşı koyuşları farklılık gösteriyor. Ancak yine de anneleri ile ilişkilerinde
vardıkları son nokta üzerinde yaşları, bulundukları sosyal statüleri ya da yaşam
tecrübelerinin pek bir etkisi olmuyor. Küçük kız içinde bulunduğu toplumda çocukça
tepkilerini (intihar etme, yok olma) ortaya koyarken henüz bir çocuk olduğundan dolayı
yaşadıklarını çok da yadırgamıyor ve yargılamıyor. Dişil kimliği hatta bireysel
kimliğinin, birey olma fikrinin bile bilincinde olmayan kız her şeyi normalleştiriyor
kendi dünyasında. Erika da annesine boyun eğiyor fakat Kirpiklerimin Gölgesi'ndeki
küçük kızdan çok daha farklı bir boyun eğiş bu. Tepki olarak annesinin evinde tecavüze
uğruyor, bir tür tepki söz konusu bu anlamda. İstismara uğrayan küçük kız ise her tür
tepkiden uzak. Dişil farkındalığı olmayan Erika bilinçsiz de olsa otoriteye karşı koyma
eğilimi gösterirken küçük kızda hiçbir farkındalık ve karşı koyma yok. Bu, küçük kızın
yaşının ve küçük yaşta istismara uğramasının bir sonucu olabileceği gibi batı kültürünün
daha çok birey odaklı olmasının yarattığı fark olarak da algılanabilir. Bir başka önemli
nokta da anneliğin her iki eserde de dokunulmazlığının sorgulanması; gerek küçük kız
gerekse Erika annelik kurumunu sorgulamıyorlar karakter olarak, fakat bu sorgulama
metinlerin dokusunda hissediliyor. Erika annesine karşı vicdan azabı çekiyor, küçük kız
da annesini kurgusal bazda dahi olsa öldürdüğünde suçluluk hissediyor. Bu suçluluk ve
vicdan azabı ise her iki eserde de ironik olarak önümüze koyuluyor; yani eril düzen
temsilcisi anneler bu ironi içerisinde sorgulanıyorlar. Eserler arasında bir başka ortak
nokta da tecavüz. Die Klavierspielerin'de tecavüzü arzulayan Erika, sadist annesinin
kendisi üzerindeki bütün olumsuz etkileri sonucunda tecavüz edilmeyi ister ve bunu
gerçekleştirirken, Kirpiklerimin Gölgesi'nde küçük kız annesi yüzünden tecavüze
uğramaktadır. Tecavüzün oluşma koşulları birbirinden tamamen bağımsız olsa da her
ikisinin ortak nedeni olan anne unsuru dikkat çekicidir.
Kendi toplumsal cinsiyetleri yine başkaları tarafından oluşturulmuş ve dişil
bedenleri yok edilmiş olan anneler bu kez aynı şeyi kendi kızlarına yapıyorlar. Birisi
satılarak diğeri de kadınlığından utanılacak bir şeymiş gibi uzak tutularak, dişil kimliği
silinmeye çalışılarak bedenleri yok edilen bu iki kadın anneleri tarafından öldürülüyor,
yok ediliyor. Bedenleri anneleri tarafından yok edilen Erika ve küçük kız kendi
bedenlerini algılayamıyorlar. Erika bedenini keserek, yaralayarak hissetmeye çalışıyor
ve seyrettiği teşhir edilen kadın bedenleri üzerinden bedenine ulaşmayı deniyor; fakat
bedenini bu yöntemlerle de elde edemiyor. Küçük kız ise tecavüz yoluyla başkalarına
sunulan bedeninin sahibi olabilmekten, onu kendi bedeni olarak algılayabilmekten çok
uzak. Anneleri tarafından 'öldürülen' bu iki kız çocuğu için okuru rahatlatacak bir
kurtuluş sunma yolunu tercih etmiyor her iki kadın yazar da. Çünkü böyle bir vaat
ancak bedenlerin ve kişiliklerin yaralanmadığı, öldürülmediği, kendini
gerçekleştirebilecek dişil varoluşun mümkün kılındığı, otorite – iktidar yanlısı modern
eril toplum yapısı ve onun geliştirip kontrol altında tuttuğu dinamiklerin anneleri ve
diğer kadınları eril gardiyanlara dönüştürmediklerinde gerçekçi olabilir. Bu duruma
85
ulaşabilmek için anneleri tarafından öldürülen kızların bu çarpıcılıkta anlatılıp,
işlenmesine, tartışılmasına ve düşünülmesine ihtiyaç vardır.
Kaynakça
Adler, Alfred (2003): Yaşamın Anlamı. Birinci Basım. İstanbul: Payel Yayınları.
Bock, Gisela (2004): Avrupa Tarihinde Kadınlar. Birinci Basım. İstanbul: Literatür Yayınları.
Fromm, Erich (1995): İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri II.. İkinci Basım. İstanbul: Payel Yayınları.
Gordon, Thomas (2007): Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? Sekizinci Baskı. İstanbul: Sistem
Yayıncılık.
Gould, James / Grant Gould (2000): Hayvan Zihni. Üçüncü Basım. Ankara: Tübitak Yayıncılık.
Irzık, Sibel / Jale Parla (2009): Kadınlar Dile Düşünce. Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet. İstanbul:
İletişim Yayınları.
İşigüzel, Şebnem (2010): Kirpiklerimin Gölgesi. İletişim Yayınları. İkinci Baskı. İstanbul.
Jelinek, Elfriede (1989): Die Klavierspielerin. Rowohlt Verlag.
Sarup, Madan (2004): Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm. İkinci Basım. Ankara: Bilim ve Sanat
Yayınları.
Sennett, Richard (2008): Ten ve Taş. Üçüncü Basım. İstanbul: Metis Yayınları.
Woolf, Virginia (2010): Kendine Ait Bir Oda. İstanbul: İletişim Yayınları.
Online Kaynaklar
Armutak, Altan (2002): "Doğu ve Batı Mitolojilerinde Hayvan Motifi". İstanbul Üniversitesi Veteriner
Fakültesi Dergisi. (28/2), s. 411-427.
http://www.journals.istanbul.edu.tr/iuvfd/article/view/1019021402 (14. 03. 2011)
Saygılı, Abdurrahman (2004): "Mikro-İktidarın Bir Fiziği: Hapishane". Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi. (53/2), s. 177-196. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/278/2514.pdf (10.
06. 2011)
Simmel, Georg (1909): "Brücke und Tür" in: Der Tag. Moderne illustrierte Zeitung Nr. 683, Illustrierter
Teil Nr. 216. s. 1-3. http://socio.ch/sim/verschiedenes/1909/bruecke_tuer.htm (06. 05. 2011)
Tunç, Ayfer (2007): "Annelerin Dayanılmaz Ağırlığı". Harflere Bölünmüş
Zaman. Edebiyat Haritasında Gezintiler. E-Kitap. s. 118.
http://www.ekitapcim.net/ekitapOku.aspx?id=893&kitapAdi=Harflere%20B%C3%B%C3%BCnm
%%BC%C5%9F%20Zaman&kid=16&kategoriAdi=Roman (10. 03. 2011)
Tunç, Ayfer (2007): "Evlat Olmaktan Hareketle Annelik". Harflere Bölünmüş Zaman. Edebiyat
Haritasında Gezintiler. E-Kitap. s. 19.
http://www.ekitapcim.net/ekitapOku.aspx?id=893&kitapAdi=Harflere%20B%C3%B%C3%BCnm
%%BC%C5%9F%20Zaman&kid=16&kategoriAdi=Roman (10. 03. 2011)
86
Download